2018-2019 Eğitim öğretim yılı Her gün bir deyim etkinliği

2  EKİM SALI (1.)

 

AVUCUNU YALAMAK

Bu deyim, kışın karlı ve soğuk havalarda inine kapanarak, tabanlarının altını yalamak suretiyle karın doyurmaya uğraşan ayıların hareketinden alınmadır. Çünkü ayılar kışın arasa da yiyecek bulamaz hareket edecek olsa da, boşuna enerji tüketmiş olur. Bunu iyi bilen ayılar kış uykusuna yatar. Ayağını yalamakla yetinir yazın gelmesini bekler. Başka yapacak bir şeyi yoktur.

 

 

 

3  EKİM ÇARŞ (2.)

 

GÜME GİTMEK

 

Zamanında yeniçeriler suçluları yakalayıp zindana kapatırlarken “HOOOPPP GÜM” şeklinde nara atarlarmış.Ancak aynı “kurunun yanında yaş da yanar” atasözünde olduğu gibi bazen zindana atılanlar arasında suçu olmayanlar yani masum kişiler de bulunurmuş. İşte halk suçsuz bir vatandaşın zindana atıldığında,günahsız yere hapse götürülüyor anlamında “Adamcağız güme gitti, yazık oldu” demiş.

 

 

 

 

 

 4   EKİM PERŞ.(3.)

 

                                                                  SAMAN ALTINDAN SU YÜRÜTMEK
Vaktiyle köyün birinde ahalinin tarlaları ve meyve sebze bahçelerini suladığı bir su kaynağı varmış. Bu kaynak köyün ortak malıymış. Civarda başkaca su kaynağı olmadığından bütün köylü arazisini bu kaynaktan nöbetleşe sıra ile sularmış.
Kimin ne vakit, ne kadar su kullanacağı belliymiş ve herkes kendi sırasını takip eder, komşularının hakkına da saygı gösterirmiş.
Ancak her köyde olduğu gibi bu köyde de açıkgöz bir adam varmış. Sebze bahçesi su kaynağının hemen yakınında bulunan bu adam,herkes gibi sırası geldiğinde gider, kaynaktan suyunu alırmış ama bununla yetinmeyip kaynak ile bahçesi arasına gizli bir su yolu kazmış.Kimseler farketmesin diye de su yolunun üzerini taşla tahtayla kapatıp üstüne de saman balyaları yığmış. Su , diğer vakitlerde bu saman altından aka aka açıkgözün tarlasına kadar gidermiş.
Yaz ortasında herkesin tarlası susuzluktan yanıp kavrulurken, onun ki fidanların boy üstüne boy attıkları, yemyeşil bir halde olurmuş.Üstelik bostanın ortasındaki sulama havuzu da, her zaman silme doluymuş.

Köylüler “Bu işin içinde bir iş var” diyerek araştırmışlar ve kısa bir süre sonra da bu uyanığın saman altından su yürüttüğünü farketmişler.

Bu deyim “gizlice iş görmek,kimselere farkettirmeden işler çevirmek”anlamında kullanılır….

 

5  EKİM CUMA (4.)

 

BUYRUN CENAZE NAMAZINA

  1. Murad zamanında tütün,içki ,keyif verici madde yasağı koyar ve yasağa uymayanları şiddetle cezalandırır. BugünküÜsküdarcivarında bir kahvehanede tütün vs. içildiğini istihbarat alır. Derviş kılığında tebdili kıyafet buraya gider. Selam verir, oturur.

Kahveci yanına gelip; “Baba erenler kahve içer mi” diye sorar.
Padişah “Evet” der.
Kahveci: “Tütün içer misin?”
Padişah: “Hayır”.

Kahveci işkillenir.Tütün içmiyor da ne işi var burada. Zaten padişahın tebdili kıyafet dolaştığı haberleri var. Eli titreye titreye kahveyi götürür.

-Murad.
-Peki isimde sultan da var mı?
-Elbette var.
-Baba erenler ismini bağışlar mı?

Deyince kahvecinin bet benizi atar. Zangır zangır titrer ve “Öyleyse buyrun cenaze namazına” der, olduğu yere yığılır. IV. Murad bu lafa çok güler ve kahveciyi bir defalığına affeder.

 

8  EKİM P.TESİ (5.)

 

PABUCU DAMA ATILMAK

 

Osmanlı döneminde esnaf ve sanatkarların bağlı bulunduğu teşkilat, ticaretin yanında sosyal hayatı da düzene sokuyordu. Kusurlu malın, malzemeden çalmanın ve kalitesiz işin önüne geçmek için de ilginç bir önlem alınmıştı. Bir ayakkabı aldınız veya tamir ettirdiniz diyelim. Ama kusurlu çıktı. Böyle durumlarda heyet şikayeti ve sanatkarı dinliyor. Eğer şikayet eden gerçekten haklıysa, o ayakkabıların bedeli şikayetçiye ödeniyordu. Ayakkabılar da ibret-i alem olsun diye ayakkabıyı imal edenin çatısına atılıyordu. Gelen geçen de buna bakıp kimin iyi, kimin kötü ayakkabı tamir ettiğini biliyordu. Böylece pabuçları dama atılan ayakkabıcı maddi kazançtan da oluyor ve gerçekten pabucu dama atılmış oluyordu.

 

 

 

 

 

9   EKİM SALI (6.)

 

 

 

KOZUNU PAYLAŞMAK

Koz, ceviz manasına gelir.Eskiden Kastamonu’nun iki köyü arasında ortak olarak kullanılan bir cevizlik vardı. Ceviz toplama mevsimi gelince bir gün belirlenir ve iki köy halkı cevizlikte buluşur cevizleri paylaşırlardı. Ancak her seferinde haksızlık olduğu ileri sürülerek kavga çıkardı.Hatta olay öyle bir seviyeye geldi ki,köylerde kavgaya müsait eli sopa tutan delikanlılar koz paylaşma gününden önce günlerce hazırlık yaparlardı. Bir ana oğlunun büyüdüğünü anlatmak için ”Benim oğlan kozunu paylaşacak çağa geldi” derdi…

  1. Balkan devletlerinin mühim bir kısmı ve bu meyanda Arnavutluk, Osmanlı İmparatorluğu haritasına dahil iken, bu ülkeleri idare etmek çok zordu. Bu devirlerde sık sık dağa çıkan Arnavut eşkıyalarını takip eden hükümet kuvvetleri Recep isminde bir sergerdenin avanesini kuşatıp sıkıştırıyorlar. Çıkar yol kalmadığını gören Arnavutlar ve başlarındaki Recep, saklandıkları yerden bağırıyorlar:

– “More atmayın, biz de din kardeşiyiz, teslim olacağız.”

Teslim oluyorlar, az bir ceza ile kurtuluyorlar. Fakat palavracı Arnavut bu olayı şurada burada anlatırken:

– “More vallahi geberttirecektim zaptiyeleri, çolukumuz çocukumuz var deyip ağladılar, acıdım da bıraktım” şeklinde palavra atınca etrafında toplanıp dinleyenler arasında olayın iç yüzünü bilen birisi:

– “Atma Recep biz de din kardeşiyiz…” deyince Arnavut Recep’in yüzü kızarıp bozarır.

 

10   EKİM ÇARŞ. (7.)

 

FOYASI ÇIKMAK

 

Kuyumcular yaptıkları yüzük,küpe,gerdanlık gibi ziynet eşyalarının üzerine mücevherin ışığı daha iyi yansıtması ve parlaklığının artması için FOYA adı verilen bir madde sürerler.Zamanla sürülen bu foya dökülür.Bu duruma foyası çıkmış denilir. Halk arasında yalan söyleyen, sahtekarlık yapan kişilerin yalanları ortaya çıktığında “foyası meydana çıktı” şeklinde benzetme yapılır.

 

 

 

 

 

 

11 EKİM PERŞ. (8.)

 

ÇAPANOĞLU

 

Tarihimizde Çapanoğlu lakabıyla anılan bir sülale vardır. Yozgat şehrini kuran Ahmet Paşa bu sülalenin ilk tanınmış kişisi olup 1764 yılında Sivas valisi iken önce azledilmiş ardından da idam ettirilmiştir. Ahmet Paşa’nın büyük oğlu Mustafa Bey ve ardından da küçük oğlu Süleyman Bey vali olurlar. Süleyman Bey bu sülalenin şöhretini afaka salmış bireyidir. Yozgat şehrini bayındır hale getiren ve Osmanlı hükümet boşluğundan istifade ile Amasya, Ankara, Elazığ, Kayseri, Maraş, Niğde ve Tarsus’u içine alan bir hükümet kurup adını Celâlîler listesinin levhasına yazdıran odur.

Süleyman Bey zamanında sadece halk arasında değil; devlet kademelerinde de Çapanoğlu adı korku ve çekingenlikle anılmaya başlar. İşte o dönemde devlet memurlarından biri, verilecek bir yolsuzluk kararını kovuşturmak üzere müfettiş tayin olunur. Araştırmaları ona, Çapanoğullarından birkaç kişinin de yolsuzluklarda parmağı olduğunu gösterir. Çapanoğlu Süleyman Bey’in nüfuzundan çekinen memur, durumu yakın bir arkadaşına anlatıp fikrini ister. Aldığı cevap şöyledir:

-Bu işi fazla kurcalama; altından Çapanoğlu çıkarsa başın belada demektir!..

Müfettiş ne yapsın; soruşturmalarını yarıda bırakıp yuvarlak cümleler ile sonucu ilgili mercilere bildirir.

 

 

 

 

 

12  EKİM CUMA (9.)

 

AĞZINDAN BAKLAYI ÇIKARMAK

Vaktiyle çok küfürbaz bir adam yaşarmış. Zamanla kendine yakıştırılan küfür bazlık şöhretine tahammül edemez olmuş. Soluğu bir tekkede almış ve durumu tekkenin şeyhine anlatıp sırf bu huyundan vazgeçmek
için dervişliğe soyunmaya geldiğini söylemiş. Şeyh efendi bakmış, adamın niyeti halis, geri çevirmek olmaz, matbahtan bir avuç bakla tanesi getirtmiş. Bunlara okuyup üfledikten sonra yeni dervişe dönüp tembih etmiş:
-Şimdi bu bakla tanelerini al. Birini dilinin altına, diğerlerini cebine koy. Konuşmak istediğin vakit bakla diline takılacak, sende küfür etmeme isteğini hatırlayıp o an da söyleyeceğin küfürden geçeceksin. Bakla ağzında
ıslanıp da erimeye başlayacak olursa cebinden yeni bir baklayı dilinin
altına yerleştirirsin.
Adamcık şeyhinin dediği gibi tekkede kalıp kendini kontrol etmeye başlar. Bu arada şeyh efendi de bir yere gidince onu yanından ayırmamaktadır. Yağmurlu bir günde şeyh ile derviş bir sokaktan geçerlerken bir evin penceresi hızla açılır ve gençten bir kız çocuğu başını uzatarak,
– Şeyh efendi, biraz durur musun? Deyip pencereyi kapatır. Şeyh efendi söyleneni yapar, illa yağmur sicim gibi yağmaktadır. Sığınacak bir saçak altı da yoktur. Üstelik niçin durdurulduğunu henüz bilmemektedir ve kız da pencereden kaybolmuştur. Bir ara evin kapısına varıp kızın ne istediğini sormak geçer içinden ve tam kapıya yöneleceği sırada kız tekrar pencerede görünür ve,
– Şeyh efendi, der, birkaç dakika daha bekleseniz…
Şeyh içinden “lahavle” çekse de denileni yapmamak tarikat adabına mugayir olduğundan biraz daha beklemeyi göze alır. O sıra da küfürbaz derviş kendi kendine söylenmeye başlamıştır. Yağmurun şiddeti gittikçe artmakta, bizimkiler de iliklerine kadar ıslanmaktadırlar. Nihayet pencere üçüncü kez açılır ve kız seslenir:
– Gidebilirsiniz artık!..
Şeyh efendi merak eder ve sorar:
– İyi de evladım bir şey yok ise bizi niçin beklettin?
– Efendim, der kız, elbette bir şey var, sizi sebepsiz bekletmiş değiliz. Tavuklarımızı kuluçkaya yatırıyorduk. Yumurtaları tavuğun altına koyarken bir kavuklunun tepesine bakılırsa piliçler de tepeli olur, horoz çıkarmış. Annem sizi geçerken gördü de yumurtaları kuluçkaya koydu. Münasebetsizliğin bu derecesi üzerine şeyh efendi,
– Ulan derviş, der, çıkar ağzından baklayı.

 

 

15 EKİM P.TESİ (10.)

 

 

AYIKLA PİRİNCİN TAŞINI

(Bir zorluğu çözümlerken, bir engeli ortadan kaldırmaya çalışırken bazen hiç beklenmedik sürpriz olaylar çıkar ve daha büyük engeller karşınıza dikilir. Böyle durumlarda bu deyim kullanılır.)
Deyimin öyküsü Osmanlı tarihine dayanır. Yavuz Sultan Selimin Yemen’i Osmanlı topraklarına katmasından bir süre sonra Yemen’de isyan çıkmış, uzun uğraşmalar sonunda Yemen Fatihi Sinan Paşa duruma hakim olmuş; Yemen bundan sonra 400 yıl Osmanlı egemenliğinde kalmıştı.
Söylentiye göre Sinan Paşanın askerleri bir gün çölde konaklamış. Yemek pişirmek üzere hasır torbalar içindeki mısır pirinçlerini yere serdikleri büyük bir çadırın üstüne dökmüş ve taşlarını ayıklamaya başlamışlar.
Bu sırada bir fırtına çıkmış ve rüzgârın savurduğu bir kum bulutu pirinçlerin üstüne inerek, ufak bir tümsek halinde yığılmış.
Kumların altında kalan pirinçlere bakakalan yeniçeriler arasından şakacı bir asker, arkadaşlarına:
-Biz Allah’ın nimetini taşlı diye beğenmiyorduk, bizim gibi günahkar kullara üç beş taş az bile gelir. Asıl şimdi ayıklayın bakalım pirincin taşını. Ulu tanrımız, Kabe’ye hücum eden fil sahiplerinin başına ebabil kuşlarından taş yağdırmıştı. Bizim başımıza da daha büyük taş yağdırmadan hemen tövbe edelim, diyerek arkadaşlarını güldürmüş.

16   EKİM SALI  (11.)

 

 

ELİNE SU DÖKEMEZ

(İki kişiyi karşılaştırırken, daha önemsiz, değersiz, yeteneksiz, geri gördüğümüz kişi için, ötekinin eline su bile dökemez deyimini kullanırız.)
Eskiden, namaz abdesti alınırken, abdest alan kişi, bir usta ise, çırakları, kalfaları; Medrese hocası ise mollaları; öğretmen ise öğrencileri, eline ibrikle su dökerek abdest almasına yardımcı olurlardı.
Böyle önemli bir kişinin eline, yolu yordamınca, ibrikten su dökmek için, o kişiye biraz yakın olmak, onun yanında iyi kötü bir yer almış bulunmak gerekirdi. Yoksa her önüne gelenin yapacağı iş değildi.
İşte bu nedenle, iki değerli kişi ölçülürken, bilgisi, yeteneği, zekası daha az olan için, bu deyim kullanılır.

 

17 EKİM ÇARŞ (12.)

 

 

 

ÇİL YAVRUSU GİBİ DAĞILMAK

(Topluluk halinde bulunan insanların, hayvanların her birinin bir yana dağılması anlamında bir deyim.)
Keklik kuşunun bir adı da çildir. Tüylerindeki benekler yüzünden bu isim verilmiştir. Dişi keklik yavru çıkarınca, onlarla hiç ilgilenmez, kendi başlarına bırakır. Yumurtadan çıkan yavrular, seke seke çevreye dağıldıklarından, sözün buradan kaynaklandığı söylenebilir.

 

 

 

 

 

 

 

18  EKİM PERŞ (13.)

 

ÇİZMEDEN YUKARI ÇIKMA (ÇİZMEYİ AŞMA)

(Bilmediği işe, yetkisi dışındaki konuya karışmak anlamında bir deyim.)
19.yüzyılda, Fransız ressamlarından Delacroix Paris’te bir resim sergisi açmıştı. Sergiyi gezenlerden bir kişi, büyükçe bir şövalye tablosunun önünde uzun süre durarak, yakından uzaktan ciddi ciddi seyreder, beğenmediğini belirten bir biçimde de başını sallarmış. Bu durum ilgisini çeken ressam yanına gelerek sormuş.
– Bu tablo ile çok ilgilendiğiniz belli oluyor.
– Evet, demiş adam. Şövalyenin çizmesindeki körük kıvrımlarında hatalar var.
– Pekiyi nasıl anladınız, işiniz bu mu?
– Ben kunduracıyım, çizme dikerim, deyince ressam hemen tuvalini ve boyalarını getirerek adamın söylediği biçimde çizmeyi düzeltmiş ve gerçekten daha iyi olduğunu görmekten memnun olarak adama teşekkür etmiş. Fakat adam yine tablonun başından ayrılmadan, bu kez de şövalyenin pantolonunda ve kemerinde de hatalar olduğunu belirtince bu çok bilmişliğe dayanamayan ressam:
-Bak dostum demiş, sen kunduracısın, çizmeden yukarı çıkma!

 

 

 

 

19    EKİM CUMA (14.)

 

 

DEVLET KUŞU KONMAK

Bir rivayete göre, vaktiyle İran’da hükümdarlar öldüğü zaman, bütün şehir halkı sarayın önündeki meydanda toplanırmış. Sarayın balkonundan, adına devlet kuşu denilen bir kuş uçurulur, kimin başına konarsa, o adam ülkeye hükümdar olurmuş.
Gerçi tarihte, gerek İsa’dan önce İran’da yaşayan Medler ve Persler, gerek İsa’dan sonra yaşayan kavimler zamanında, böyle garip bir yolla hükümdar seçildiğini gösterir bir kayıt yoktur; üstelik böyle bir seçim yapılmış olması, mantığa da uygun düşmemektedir. Ama hak etmediği yerlere, şans eseri gelenler için, ‘başına devlet kuşu kondu’ denmesi, yukarıda sözü edilen masaldan gelmiş olsa, yerinde ve anlamlı bir sözdür.

 

 

 

 

 

22  EKİM  PAZARTESİ (15.)

 

 

DİMYAT’A PİRİNCE GİDERKEN EVDEKİ BULGURDAN OLMAK

(Daha fazla kazanacağını daha iyisini elde edeceğini umarken, elindekinden olmak anlamında bir deyim.)

Dimyat Mısır’da Süveyş Kanalı ağzında ve Portsait yakınlarında bir iskeledir. Eskiden Mısır’ın meşhur pirinçleri, ince hasırdan örülmüş torbalar içinde buradan Türkiye’ye gelirdi.
Dimyat’a pirinç almaya giden bir Türk tüccarının bindiği gemi Akdeniz’de Arap korsanları tarafından soyulmuş ve adamcağızın kemerindeki bütün altınlarını almışlar.
Binbir müşkilât içinde Türkiye’ye dönen pirinç tüccarı o yıl iflas etmek durumuna düşmüş. İstanbul’dan kalkmış memleketi olan Karaman’a gitmiş. O sene tarlasından kalkan buğdayları da bulgur tüccarlarına sattığından, kendi ev halkı kışın bulgursuz kalmışlar. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak sözünün aslı buradan kalmıştır.

 

 

23  EKİM  SALI  (16.)

 

DOSTLAR ALIŞVERİŞTE GÖRSÜN

(Aslında doğru dürüst bir işle meşgul değilken, öyleymiş gibi göstermek; boş durmamak için yapılan, fazla kârı olmayan işler hakkında söylenen bir deyim.)
Nasreddin Hoca, yumurtanın sekizini bir akçeye alır, dokuzunu bir akçeye satarmış.
Hoca’nın bu acayip ticaretini görenler, nedenini sormuşlar. Hoca da cevaben:
-Dostlar alışverişte görsün, demiş.

 

24 EKİM  ÇARŞ   (17.)

 

ATEŞ PAHASI
(Çok pahalı anlamında kullanılan bir deyim.)
Kanuni Sultan Süleyman, adamlarıyla avlanmaya çıkmış. İstanbul çevresinde avlanırken oldukça uzaklaşmışlar. Hava birden bozmuş ve çok şiddetli bir yağmura tutulmuşlar. Islanmış ve üşümüş olarak bir kömürcü kulübesine sığınmışlar. Her ne kadar kendilerini tanıtmak istemeseler de kömürcü işi anlamış. Bunlara hemen bol ateş yakmış, ısıtmış, sıcak bir şeyler ikram etmiş. Gidecekleri sırada, Sultan Süleyman, kömürcüye ateş yaktığından dolayı kaç para borçları olduğunu sormuş. O da:
– Bin altın, demiş.
Parayı çok fazla bulan vezir:
– Bu ateşin ücreti çok pahalı, deyince, padişahın:
– Bu ateş değdi, pahasını da verin, demesi üzerine bu deyim ‘ateş pahası’ olarak dilimize yadigar kalmıştır.

 

 

 

 

 

 

25 EKİM  PERŞ   (18.)

 

EŞEK SUDAN GELİNCEYE KADAR DÖVMEK

(Adamakıllı dövmek anlamında kullanılan bir deyim.)
Balkan Harbi sıralarında cephedeki bir askerî birlikte su ihtiyacını her bölüğün saka neferleri temin ederdi.
O zamanlar, mekkare katırlarından başka adına karanfil kolu denilen, merkepli nakliye kolları da vardı. Her bölüğe de bir merkep tahsis edilmiş. Saka neferleri bu eşeklere yükledikleri fıçılarla, ordugâha yarım saat uzaklıktaki bir pınardan su taşırlarmış.
Bölüklerden birisinin saka neferi çok saf ve tembel imiş. Bir gün pınar başında yatmış, uyumuş. Eşek de çimenler üzerinde otlarken uzaklara gitmiş.
Uyandığı zaman akşam olmak üzere imiş. Merkebi aramış, bulamamış. Koşarak bölüğe gelmiş. Susuzluktan kıvranan bölüğün çavuş ve onbaşıları sakayı yakaladıkları gibi, bölük kumandanı alaylı yüzbaşının karşısına çıkarmışlar.
Çok sert ve aksi bir adam olan yüzbaşı saka neferini sorguya çekmiş. Neticede uyuduğunu ve eşeğini kaçırdığını öğrenince, hemen etrafa atlılar çıkarıp eşeği aratmaya göndermiş. Sakayı da çadırın direğine bağlayıp başlamış dayak atmaya. Can acısı ile avaz avaz bağıran saka:
– Aman yüzbaşım, ölüyorum, bir daha uyumayacağım. Artık dövme! diye yalvardıkça, yüzbaşı:
– Acele etme, daha eşek bulunamadı. Eşek sudan gelinceye kadar dayak yiyeceksin ki bir daha eşeğine sahip olup, muharebe yerinde, vazife başında uyumayacaksın, demiş.

 

26  EKİM  CUMA  (19)

 

 

ATI ALAN ÜSKÜDAR’I GEÇTİ

Bolu dağlarında yaşayan Köroğlu efsanesini duymayanımız yoktur. Bir sabah Köroğlu kalktığında atını bağladığı yerde bulamamış. Düşünsenize; Köroğlu gibi biri için Attan mühim ne olabilir ki!
Önce bütün Bolu’nun, sonra da civar illerin altını üstüne getirmiş Köroğlu ama atını bir türlü bulamamış. Tesadüfen İstanbul’un Avrupa yakasındaki bir at pazarını gezerken atına rastlamış. Atta onu tanımış tabi ki. Köroğlu bindiği gibi yıldırım hızıyla uzaklaşmaya başlamış pazardan, satıcıda tabi peşinden. Kıyıya ulaştığında hemen bir tekne bulup atıyla beraber Üsküdara doğru yoluna devam etmiş Köroğlu. Satıcı beyimiz kıyıya vardığında Köroğlu çoktan Üsküdara varmış. Durumu gören biride o ünlü sözü patlatmış: “Boşuna uğraşma beyim, atı alan Üsküdar’ı geçti

 

 

 

 

29  EKİM  PAZARTESİ (20.)

 

 

İNSANOĞLU KUŞ MİSALİ

Hazır Üsküdar’a geçmişken ordan devam edelim. Zamanında Üsküdar’da bir “Miskinler Tekkesi” bulunurmuş. Adından da anlaşılacağı üzere buraya yurdun en tembel, en miskin insanları takılırmış. İşte burada iki miskin kendilerine iki sandalye bulup oturuyorlarmış. Gel zaman git zaman havalar gittikçe soğumaya başlamış. Tekkeninde penceresi açık ama kimsenin ayağa kalkıp pencereyi kapatmaya mecali yok. 
Birinci miskin: Yahu havalar iyice soğudu, şu pencereyi kapatmak lazım.
İkinci miskin: Doğru söylüyorsun mirim, kapatmak lazım. 
Aradan saatler geçer, haftalar geçer, hatta ay geçer, yine aynı diyalog aralarında sürer gider. Sonunda birinci miskin daha fazla dayanamaz bütün gücünü toplayıp karşı pencereye ulaşır, camı kapatır ve hemen oracıktaki bir iskemleye kendini bırakır. Sonra öteki miskin arkadaşına şunları der: “Ya mirim gördün mü, insanoğlu kuş misali. Dün neredeydim, bugün neredeyim”

 

 

 

 

 

30   EKİM  SALI (21.)

 

BİZE DE Mİ LO LO!

“Başkalarının hakkını yiyiyorsun, yamuk yapıyorsun, bari bize yapma ” manasında.
Bir gün adamın biri pazarcıyla bir sebepten münakaşaya başlamış ve kahramanımız sonunda kendini tutamayarak pazarcıya okkalı bir küfür savurmuş. E tabi pazarcıda arkadaşı mahkemeye vermiş. Adam ettiğine bin pişman, pazarcıdan özür üstüne özür diliyor ama pazarcı yumuşamıyor. Adam ümitsiz durumu bir arkadaşına anlatmış. “Mahkemelerde itibarım iki paralık olacak” diye hayıflanmış. Arkadaşı: “Ben seni bu dertten kurtarırım ama on altın isterim” Adam çaresiz kabul etmiş. “Ne yapmam lazım söyle, ben bu davadan yırtayım on altının lafı olmaz “ demiş. Arkadaşı: Mahkemeye çıktığında hiç konuşma, sadece “lo lo lo” de. Hakim seni dilsiz sanınca davada kendiliğinden düşer”
Duruşma günü gelmiş arkadaşının dediğini yapınca beraat etmiş, sevinç içinde eve dönerken arkadaşı çevirmiş yolunu: “Hani bizin on altın?” adam rolüne kendisini o kadar kaptırmış ki “lo lo” diye cevap vermiş. Arkadaşı da, “Ulan demiş, bize de mi lo lo!”

 

 

 

31 EKİM  ÇARŞAMBA (22.)

 

 

 

PÜF NOKTASI

Ahi Evran zamanında ( Usta – Çırak müessesesi de diyebiliriz) , çırak ustasından onay ( icazet ) alır ve ancak o zaman ayrılıp kendi dükkânını açabilir. Orta Anadolu’ da bir camcı ustası vardır. Ahilik yapar. Zamanı gelen eski çıraklarına ” sen oldun ” der ve el verir, uğurlar. Böylece eski çırak artık yeni bir usta olmuştur. Günlerden bir gün çıraklardan birisi ustanın el vermesini bekleyemez. Ayrılacağını, onay ve el vermesini ister. Ustası da daha olmadığı nedeniyle veremeyeceğini söyler. Çırak nesinin olmadığını sorar;
– ” İşin en önemli kısmını, yani püf noktasını bilmiyorsun. ” der. Çırak dinlemez, başka bir şehre gider ve dükkan açar. Dikiş tutturamaz. Yaptığı bütün cam işleri, biblolar, her şey bir müddet sonra çatlamaktadır. Esnaf ve halk tarafından ayıplanan çırak, bir yıl sonra iflas etmiş olarak ustasının yanına döner. Elini öper, ben ettim sen etme der. Ustası da olana kadar yanında çalışması gerektiğini söyler. Sonunda bir gün usta çırağına müjdeyi verir. Olduğunu, gidebileceğini, el vereceğini söyler. Ayrılmadan önce ustası onu karanlık odaya sokar. İzin almadan girilmediği üzere daha önce buraya hiç girmemiştir. Yeni bitmiş, sıcak ürünler odanın bir kenarında durmaktadır. Tavanda bir yerde, toplu iğne deliği kadar büyüklükte bir güneş ışığı huzmesi vardır. Usta sıcak bir parça alır, ışığa tutar, evirir çevirir. Bakar ki camın bir yerinde gözle görülemeyecek kadar küçük bir hava kabarcığı vardır. Püf yaparak üfler ve kabarcık kaybolur. Parçayı çırağa uzatır, ayrı koymasını, soğumaya bırakmasını söyler. Daha sonra çırak üflemeye başlar. Nasıl üfleneceğini, neresinin püfleneceğini iyice öğrenir. Ve anlar ki, çatlamaya bu küçük kabarcıklar neden olmaktadır. Daha sonra helâlleşirler ve püf noktasının önemini kavramış çiçeği burnunda usta yoluna devam eder. her işin ve her şeyin bir püf noktası vardır.

 

 

1 KASIM PERŞEMBE  (23.)

 

İKİ DİRHEM BİR ÇEKİRDEK

Giyim kuşamına özen göstermiş şık ve süslü kıyafetleriyle dikkat çeken insanlar hakkında sık sık ”iki dirhem bir çekirdek” sözü kullanılır. Bu yakıştırma ağırlık ölçüsü olarak okkanın kullanıldığı eski devirlerden kalmadır.Belki biliyorsunuz bir okka bugünkü ölçülerle 1283 gram tutar.Okkanın dört yüzde birine dirhem adı verilir (Şimdiki gram ile aynı birim olduğunu sanarak gram diyecek yerde dirhem denilmesi hatalıdır.). Dirhem daha ziyade hassas teraziler için kullanılan bir ölçüdür.Ancak sarraflar dirhemden daha hassas ölçümler için bir ağırlık birimi daha kullanırlar. Buna çekirdek denir ki toplam 5 santigram karşılığıdır.

Eski devirlerin en kıymetli parası olan bir Osmanlı altını toplam iki dirhem bir çekirdek ağırlığa sahiptir. Bu durumda süslenmiş kimselere iki dirhem bir çekirdek yakıştırmasında bulunanlar mecaz yoluyla onlara altın demiş olurlar ki bizce pek zarif bir nüktedir.

 

 

 

2  KASIM CUMA   (24.)

 

KARAMANIN KOYUNU SONRA ÇIKAR OYUNU

 

Olağan görünen bir işin altından başka şeyler çıkabilir. 
Karamanoğullarıyla, Osmanlı Devletinin kıyasıya savaşa tutuştuğu yıllarda, Karaman halkı savaşlardan çok çekmiş; ezilmişler, evleri, barkları, malları çok zarar görmüş. O devrin uluları toplanıp, “Bu kardeş kavgasını tatlılığa bağlıyalım” diye kurultay kurmuşlar. Karaman Beyi ile Osmanlı Beyi’ni Konya’ya çağırmışlar, her iki tarafın şikayetini dinlemişler. Sözü tatlıya getirip, her iki beye de, bir daha savaş yapmamaları için yemin ettirmişler.

Karaman Beyi yemin ederken, elini koynunua götürerek: “Bu can burada kaldıkça, Osmanlı’yı kardeş bilip, kılıç çekmeyeceğime söz veriyorum” demiş. Fakat kurultaydan çıkan Karaman Beyi, kaftanının altından bir kuş çıkarıp salıvermiş ve “İşte can çıktı söz bitti” demiş. Karaman Bey’inin koynundan kuş çıkarıp salıvermesinden sonra bu darb-ı mesel halk arasında yayılmıştır.

 

 

 

 

5  KASIM P.TESİ   (25.)

 

 

 

İŞİ İNADA BİNDİRMEK

 

Adamın biri hayatında hiç namaz kılmamış . bunu bilen bir arkadaşıda yahu şu mübarek ramazan bari bir-iki rekat namaz kıl demiş. o da tamam tamam kılarız.iki rekat deyip .akşam teravih namazına gitmiş.  teravih başlamış .bir-iki-dört derken namaz devam ediyor. bir camdan kafasını uzatıp cami önünde bekleyen oğluna , evlat sen eve git bu iş inada bindi.demiş.

 

 

 

 

 

 

6  KASIM SALI (26.)

 

                                                           BORU DEĞİL BU

Eskiden askeri okullarda nerdeyse bütün işler borunun verdiği sese göre yapılır.Öğrenciler bu boru sesine göre hareket ederlermiş.
Kalk borusu,yat borusu ,karavana,paydos,derse gir,dersten çık ,istirahat v.s, bir çok boru sesi. Hikayenin geçtiği askeri lisede o gün ,sınıf kıdemlisi öğrenci, sınıfa dalar

-Çocuklar size havadisim var! Duydunuzmu? diyerek bağırır. Diğer öğrenciler de –Duymadık !.Ne ise borusu çalar biz de duyarız .demişler.

Kıdemli öğerenci de 
-Çocuklar! bu boru değil .Yarın yeni padişah tahta çıkıyor.Şenlikler var. Sınıf komutanın özel emri var. Bütün dersler paydos demiş.

Diğer öğrencilerde çok sevinirler bu işe.  O günden sonra o okul ve diğer okullarda öğrenciler aralarında konuşmaya başlamadan önce,


Dinle ! Bu boru değil .Anlatacaklarım çok önemli … diyerek lafa başlarlarmış

 

 

7 KASIM ÇARŞ. (27.)

 

YANLIŞ HESAP, BAĞDATTAN DÖNER.

 

İstanbul kapalı çarşıya kervanlar gelir.Tüccarların siparişleri kumaş,kürk,baharat neyse dağıtılır.Daha sonra tüccarlardan paraları tahsil edilirmiş. Yine bir alış veriş sonrasında, tüccarın biri hesap yaparken dört işlem hilleri ile kervancıyı 400-500 altın içerde bırakır.
Hesaptaki yanlışlığı anlayamayan kervancı Bağdat –Hicaz ve Mısıra seferine çıkar.

Tüccarda, şimdi bu Mısırdan altı-yedi ayda zor döner.bende bu parayı işletirim. diye düşünür.

Kervancı yol uzun ,zaman bol bütün hesapları tekrar tekrar inceler.
Tüccarın yaptığı hileyi anlar.Kervan Bağdat’a girmek üzereyken,kervanı oğlu vv güvendiği bir kişiye emnet eder,
-Siz beni Bağdatta bekleyin. der.
İyi bir Arap atı alıp dört nala İstanbula dönmeye başlar.

Yolda, bu adam bu parayı hemen öyle vermez diye düşünüp bir plan kurar.İstanbuldaki dostlarında plan için yardım ister.

Ertesi gün tüccarın dükkanına iki kadın gelir.
Tüccara ,
-Sorup soruşturduk bu civarda en dürüst ,en güvenilir kişi sizmişsiniz.Biz Hicaza gideceğiz.Size bu iki çantayı emanet etmek istiyoruz.derler.

Çantaları açıp tüccara gösterirler.Çantaların için inci.altın,pırlanta envayi çeşit müccevher.

-Olurda gelemezsek bunlar size helali hoş olsun.bize bir dua okutur,belki bir hayrat yaptırırsın.derler.

Bunları duyan tüccar sevinçten uçar.Kadınları hürmet ,ziyafet.
Bu sırada kervancı içeri girer,
Bunu gören tüccar ,daha kervancı lafa başlamadan ,
-Yahu hoşgeldin.bizim hesapta bir yanlışlık olmuş .paralarını ayırdım.Çocuklarada tenbihledim,eğer ölürsem kervancının parasının mutlaka verin.Ben kul hakkı yemem kardeşim. der.

Parayı hemen verir.
Bu sırada kadınlar, –Biz bu sene gitmekten vazgeçtik .Kısmetse seneye !.deyip dükkan
çıkarlar.

Oyuna geldiğini anlayan tüccar ,kervancıının peşinden koşup ,
-hani sen mısıra gidecektin .yaktın beni! diye bağırır.
Atına binen kervancı,
-yanlış hesap adamı Bağdattan dödürür.der ve yoluna gider.

 

8  KASIM PERŞ. (28.)

 

AKLIM KESİYOR.

Ünlü bir hekim olan İbni Sina aynı zamanda matematik konusunda deha seviyesindeymiş. Babası onu çocukken matematik konusunda hassas eğitim veren bir okula gönderir.Ancak İbni Sina cebir,geometri bir türlü beceremez,okuldan kaçar.Babasından korktuğundan ,eve dönmez bir kervana katılır. Kervanbaşı en küçük yaştaki İbni Sinayı su alması için bir kuyuya gönderir. Sapına ip bağlı kovayı kuyudan çekerken, ipin sürtündüğü taşı kestiğini görür.
Ve kendine sorar:bu ip taşı nasıl keser? Biraz daha düşünür:ip çok uzun zamandır,bu taşa sürtünüyor.ve aynı yere sürekli sürtüne sürtüne demekki taşı kesebiliyor.
Madem ip bile taş kesiyor,benim aklım niye cebiri kesmesin? der. Okuluna döner ve bildiğimiz tıp dehası İbni Sina olur.

 

 

 

 

 

9  KASIM CUMA (29.)

 

 

BALIK KAVAĞA ÇIKINCA

Eski İstanbul şimdiye göre tam anlamıyla balık ve balıkçı şehiriymiş.
Tutulan balıkların satılması Yemiş iskelesi ve Balık pazarından başlayan ve bu merkezlerin etrafında mahalle mahalle büyüyen pazarlarda yapılırmış.
Balığın çok fazla çıktığı günlerde ise,
Tophane’den Rumeli Kavağına ve Üsküdar’dan Anadolu Kavağına kadar her yere çeşitli vasıtalarla götürülüp satılırmış.
Fiyat kırmak isteyen yada çok düşük fiyata almak isteyen müşterilerinede balıkçılar,
-Oooo! O fiyatı ancak balığı kavağa çıkardığımızda satarız biz.derlermiş. 

 

 

 

 

12  KASIM P.TESİ  (30.)

 

 

                                                                                     DOKUZ DOĞURMAK

Vakti zamanında ,Çengeloğlu Tahir Paşa ,o dönem için asayişi bozuk olan İzmir de geceleri belirli saatler arasında sokağa çıkma yasağı uygulamış.Bir gece o saatlerde yasağa uymayan yada sokakta olan insanları Zaptiyeler toplayıp
Karakol avlusuna getirmişler,bu sorguyu da bizzat Tahir paşa yapmış,
Sırayla her birine teker teker çok ağır sorular sormuş.
Paşa baştan dokuzuncu sıradakine gelince tekrar sormuş.
‘’Yahu sen? Tellakları duymadın mı?Ne diye sokaktasın bu vakitte?
Adam bir telaşlı bir terli;
‘’Paşa hazretleri, karım doğuruyordu.Valla ebe aramaya çıktım.Bir iki adım sonra zaptiyeler tuttu beni.Zavallı karım ne haldedir bilmiyorum ‘’ demiş.
Tahir Paşa bir hata edildiğini anladıysa da sakallarını sıvazlayıp,
‘’Seni bu kez affediyorum ama, o karın olacak Hatuna söyle ,bir daha öyle olur olmaz saatlerde doğurmaya kalkmasın ‘’demiş.
Adam kan ter koşa koşa eve gelip,komşu kadınların arasından karısının yattığı yatağa gelmiş.
Adam;’’Nasılsın?Nemiz oldu ‘’ demiş.
Karısı da ‘’ Sen ne biçim adamsın Ebe bulamaya diye gititin? Kim bilir nerelerde eğlendin?
Sen benim nasıl doğurduğumu biliyor musun ? demiş.

Adam ise hararetle,
‘’Ah bre hatun sen neler diyosun?  Sen bir kere doğurdun.
Ben sıradaki sekiz kişiden sorgu nöbeti bana gelinceye kadar dokuz doğurdum.’’ demiş.

13  KASIM SALI   (31.)

 

 

 

                                                                  DOLAP ÇEVİRMEK

Eskiden Paşa,vezir,sadrazam,komutan gibi ileri gelen veya mal varlığı iyi olan kişilerin konakları olurdu.Bu büyük evler kadınların kısmına haremlik ,erkeklerin kısmına selamlık
adı altında iki kısım bulunur. Kadınlar kısmı ile erkek kısmı arasındaki duvarda tam bir ekseni etrafında dönen,silindir Biçiminde kapaksız bir dolap yerleştirilirdi.
Yarısı açık ,yarısı kapalı bu dolabın içinde sıra sıra geniş ,dar raflar bulunurdu. Kadınlar kısmında pişen yemekler,içecekler diğer ikramlar bu dolap ile erkekler kısmına servis edilirdi. Kadınlar ikram edilecekler dolabın kapalı kısmına yerleştirip ,erkekler kısmına çevirir, Tabaklar ,fincanlar boşalınca erkekler tarafından kadınlar kısmına çevrilirdi.
Böylece kadın erkek birbirini görmeden servis yapılmış olurdu. İşet bu servis dolaplarının zaman zaman gönül işlerinde kullanıldığı da olurmuş.
Örneğin delikanlının biri sevdalısına kimsenin haberi olmadan çaktırmadan mektup,çiçek vesaire. verecek olursa bu dolaptan yararlanırmış.
Delikanlıya mendil mi gelecek yine bu dolap hizmet verirmiş

 

14  KASIM ÇARŞ   (32.)

 

                                                                                              KAZ GİBİ YOLMAK

Padişah yanında veziri ile birlikte tebdil-ikıyafet yola düşmüş.Bir evin önünden geçerken bahçede çalışan bir kız görmüş.
Selamdan sonra aralarında şöyle bir konuşma geçmiş:
-Bacanız eğri
-Baca eğri ama dumanı doğru tüter.
-Annen nerde?
-Biri iki etmeye gitti.
-Baban nerde?
-Azı çok etmeye gitti.
-Sana bir kaz göndersem yolar mısın?
-Hem de ciyaklamadan.
Vezirle birlikte kızın yanından ayrılmışlar fakat vezir merak içinde.Konuşmalardan hir şey anlamamış.Ne konuştuklarını sormuş padişaha.Padişah;sen vezirsin anlamış olman gerekirdi,akşama kadar ya açıklarsın ya da kellen gider demiş.
Vezir padişahı saraya bıraktıktan sonra gerisi geri kızın yanına dönmüş.Padişahla ne konuştuklarını sormuş.
Kız:Bir kese altın verirsen söylerim.
Almış bir kese altını ve
-Padişah bana bacanız eğri derken gözümün şaşı olduğunu ima etti ben de gözüm şaşı ama doğru görüyorum dedim.
-Ya ikinci soru?
Tekrar bir kese altın alan kız
-Benim annem ebedir bir kadını doğum yaptırmaya gitti dedim.
Tekrar bir kese altın
-Babam çiftçidir tarlaya tohum ekmeye gitti dedim.
-Ya bir kaz göndersem yolar mısın?derken….
vezir başına geleni kazın kendisi olduğunu anlam

 

15  KASIM PERŞ. (33.)

 

                                                                                          ABAYI YAKMAK

Aba, dövme yünden değişik kalınlıklarda yapılan bir tür kumaşın adı olup genellikle beyaz renkte imal edilir. Siyah renklisine ise kebe denir.
Bu cins kumaşın kullanıldığı pek çok yer olmakla beraber aba denilince genlikle dervişlerin giydiği hırka anlaşılır. Vücudun tamamını örtecek kadar geniş ve uzun,
yakasız ve yensiz dikilen abanın özelliği, düğmesiz olup kuşak ile kullanılmasıdır. Bu deyim mecazen “birisine âşık olmak, tutulmak, gönül vermek”
gibi anlamlar ihtiva eder. Dervişler arasında birilerinin aşkının büyüklüğünden bahsedilecekse eskiden, “Ooo! Abası hayli yanıktır!” gibi ifadeler kullanılırmış.
Eski tekkelerin mimarî kompleksi içinde bir mescid (veya cami), ortada şadırvanı olan bir avlu ve avluyu çevreleyen derviş hücreleri, büyükçe bir dershane, mutfak, kiler, ambar vs. bulunduğu bilinmektedir. Bilhassa kış aylarında dershanelerin ocağı harlı ateşle yakılarak dervişânın burada toplanmaları sağlanır;
böylece hem iktisat yapımlı, hem de uzun saatler mürşidden istifade ortamı oluşturulurdu. İşte böyle bir kış gecesinde,yün abalarına bürünmüş dervişler dershanede halka olup şeyh efendiyi dinlemeye başlamışlar. Efendi hazretleri coştukça anlatmış; anlattıkça coşturmuş ve dervişler kendilerinden geçecek derecelere gelmişler.Bu sırada ocağa sırtı dönük dervişlerden birisinin abasına ateş sıçrayıp dumanı tütmeye başlamışsa da dervişin sıcaklığı hissettiği yok!.. İçindeki ateş, dışındakinin sıcağını bastırmış durumda.
“Pir aşkına Yar aşkına (Allah aşkına)!” yanmaya devam ediyor. Nihayet şeyh efendi dumanını fark edip bu müridini ikaz ile yanmaktan kurtarıyor ve arkadaşları arasında mahbup olmasın diye onu diğerlerine “gerçek Hak âşıkı” olarak tanıtıyor. Şimdi argo lisanda kullanılan “abayı yakmak” deyimi işte o hâdisenin yadigârıdır.

 

 

 

16   KASIM CUMA (34.)

 

 

HALEP ORADAYSA ARŞIN BURADA!

Palavracının biri başına topladığı üç beş cahile karşı övünüp duruyormuş :
– İşte ben güçlü ve maharetli bir adamım. Evet ben Halep’te bulunduğum sıralarda altmış arşın uzağa atlamış bir kimseyim!.. Nasreddin Hoca da bu sırada oradan geçiyormuş. Palavracının yanına yaklaşıp :
– Yaa demiş demek sen altmış arşın atlarsın. Haydi atla da görelim. Adam hık mık etmiş.
– Ama demiş ben Halep’te atladım. Hoca kızmış :
– Canım demiş, Halep oradaysa arşın burada.

 

 

 

 

 

 

19   KASIM P.TESİ  (35.)

 

AVUCUNU YALA

(‘Beklediğin olmadı; umduğunu bulamadın’ anlamında kullanılan bir deyim.)
Bu deyim, kışın karlı ve soğuk havalarda inine kapanarak, tabanlarının altını yalamak suretiyle karın doyurmaya uğraşan ayıların hareketinden alınmadır.
Çünkü ayılar kışın arasa da yiyecek bulamaz hareket edecek olsa da, boşuna enerji tüketmiş olur. Bunu iyi bilen ayılar kış uykusuna yatar. Ayağını yalamakla yetinir yazın gelmesini bekler. Başka yapacak bir şeyi yoktur.

 

 

 

 

20   KASIM SALI  (36.)

 

ELİNE SU DÖKEMEZ

(İki kişiyi karşılaştırırken, daha önemsiz, değersiz, yeteneksiz, geri gördüğümüz kişi için, ‘ötekinin eline su bile dökemez deyimini kullanırız.
Eskiden, namaz abdesti alınırken, abdest alan kişi, bir usta ise, çırakları, kalfaları, Medrese hocası ise mollaları, öğretmen ise öğrencileri, eline ibrikle su dökerek abdest almasına yardımcı olurlardı. Böyle önemli bir kişinin eline, yolu yordamınca, ibrikten su dökmek için, o kişiye biraz yakın olmak, onun yanında iyi kötü bir yer almış bulunmak gerekirdi. Yoksa her önüne gelenin yapacağı iş değildi. İşte bu nedenle, iki değerli kişi ölçülürken, bilgisi, yeteneği, zekası daha az olan için, bu deyim kullanılır.

 

 

 

 

 

 

21  KASIM ÇARŞ. (37.)

 

 

 

KEL BAŞA ŞİMŞİR TARAK

Şimşir sözcüğü, kılıç anlamına gelir. Deyimde kullanılan şimşir sözünün aslı çok sert ve dayanıklı olduğundan, tarak, cetvel v.b. yapımında kullanılan ‘şimşir’ ağacından gelmektedir.
Eskiden zengin bir aile, kızlarını gelin ediyorlarmış. Oğlan evine, adet olduğu üzere, bohça bohça hediyeler gitmiş. Kayınvalide, iki görümce ve eltilere, yaş ve aile içindeki durumlarına göre; altın, gümüş kaplamalı, fil dişi ve şimşir taraklar, diğer armağanlarla birlikte verilmiş.
Küçük elti ağır ve ateşli bir hastalık geçirdiğinden saçları dökülmüş. Aile içindekilerden başka kimsenin, kadıncağızın kelliğinden haberi yokmuş.Kendisine verile verile şimşir tarak verilmesi, küçük eltinin çok canını sıkmış. Kelliğini unutup, armağanları getiren kadına sızlanmış:
“Herkese altın, gümüş tarak, bana da şimşir öyle mi? Yemi gelin, daha bu eve adımını atmadan benimle uğraşmaya başladı…” Oğlan anası gelininin bu hareketinden utanmış ve üzüntü duymuş. O kızgınlıkla çıkışmış: “Senin ki gibi kel başa, şimşir tarak çok bile” deyivermiş.
Bu atasözü, yoksul, ya da durumu kötü bir kişinin, vaziyetine uymayan, pahalı, gereksiz şeyler almaya kalkması gibi durumlarda kullanılır.

 

 

 

 

 

22  KASIM PERŞ. (38.)

 

 

   YANLIŞ HESAP, BAĞDAT’TAN DÖNER.

İstanbul kapalı çarşıya kervanlar gelir. Tüccarların siparişleri kumaş,kürk,baharat neyse dağıtılır.Daha sonra tüccarlardan paraları tahsil edilirmiş.
Yine bir alış veriş sonrasında, tüccarın biri hesap yaparken dört işlem hileleri ile kervancıyı 400-500 altın içerde bırakır. Hesaptaki yanlışlığı anlayamayan kervancı Bağdat –Hicaz ve Mısıra seferine çıkar. Tüccarda, şimdi bu Mısırdan altı-yedi ayda zor döner.bende bu parayı işletirim. diye düşünür.Kervancı yol uzun ,zaman bol bütün hesapları tekrar tekrar inceler.Tüccarın yaptığı hileyi anlar.Kervan Bağdat’a girmek üzereyken,kervanı oğlu vv güvendiği bir kişiye emanet eder,
-Siz beni Bağdat’ta bekleyin. der.
İyi bir Arap atı alıp dörtnala İstanbul’a dönmeye başlar.
Yolda, bu adam bu parayı hemen öyle vermez diye düşünüp bir plan kurar. İstanbul’daki dostlarında plan için yardım ister.
Ertesi gün tüccarın dükkânına iki kadın gelir.
Tüccara ,
-Sorup soruşturduk bu civarda en dürüst ,en güvenilir kişi sizmişsiniz.Biz Hicaza gideceğiz.Size bu iki çantayı emanet etmek istiyoruz.derler.
Çantaları açıp tüccara gösterirler. Çantaların için inci.altın,pırlanta envayi çeşit mücevher.
-Olurda gelemezsek bunlar size helali hoş olsun.bize bir dua okutur,belki bir hayrat yaptırırsın.derler.
Bunları duyan tüccar sevinçten uçar.Kadınları hürmet ,ziyafet.Bu sırada kervancı içeri girer,Bunu gören tüccar ,daha kervancı lafa başlamadan ,
-Yahu hoş geldin.bizim hesapta bir yanlışlık olmuş .paralarını ayırdım.Çocuklara da tembihledim,eğer ölürsem kervancının parasının mutlaka verin.Ben kul hakkı yemem kardeşim. der.Parayı hemen verir.Bu sırada kadınlar, –Biz bu sene gitmekten vazgeçtik .Kısmetse seneye !.deyip dükkan
çıkarlar.Oyuna geldiğini anlayan tüccar ,kervancının peşinden koşup ,
-hani sen Mısır’a gidecektin .yaktın beni! diye bağırır.
Atına binen kervancı,
-Yanlış hesap adamı Bağdat’tan döndürür der ve yoluna gider.

 

23  KASIM CUMA  (39.)

                                                                                                                                  TOPRAĞI BOL OLMAK

İlk çağ inançlarına göre, insanlar öldükleri vakit bittakım eşyaları ile birlikte gömülürlerdi. Tanrılarına sunmak ve öte dünyda kullanmak üzere mezarlara birlikte götürdükleri bu eşyalar genellikle kıymetli maden ve taşlardan mamul kap kacak ile takılardan oluşurdu. Türk Beyleri de İslamiyetten önceki zamanlarda korugan dedikleri mezarlarına altın, gümüş ve mücevherleriyle birlikte gömülürler, sonra da üzerine toprak yığdırtarak höyük yapılmasını vasiyet ederlerdi. Eski medeniyetlerin beşiği olan Ortadoğu ve Anadolu’da, pek çok ünlü hükümdarlara ait bu tür mezar ve höyükler hala bulunmaktadır.
Altın ve hazine her zaman insanoğlunun ihtiraslarını kamçılamış, nerede ve ne kadar kutsal olursa olsun elde edilmek için insanı kanunsuz yollara sevk etmiştir. Höyüklerdeki hazineler de zamanla yağmalayanmaya başlanınca ölenin ruhununmuazzep edildiği düşüncesiyle üzerine toprak yığılır ve gittikçe daha büyük höyükler yapılır olmuş. O kadar ki ölenin yakınları ve cenaze merasimine katılanların birer küfe toprak getirip mezarın üstüne atmaları gelenek halini almış. Öyle ya, mezarın üzerinde toprak ne kadar bol olursa, düşmanlar ve art niyetliler tarafından açılması ve hazinenin yağmalanması, o kadar engellenmiş olurdu. Bu durumda toprağı bol olan kişi de öte dünyada rahat edecek, en azından kulanmaya eşyası ve tanrılara sunmaya hediyesi bulunacaktır. Bugün dilimizde yaşayan “toprağı bol olmak” deyimi, aslında ölen kişi hakkında iyi dilek ifade eder. Türklerin İslam dairesine girdikten sonra yavaş yavaş terk ettikleri höyük geleneği, “toprağı bol olmak” deyiminin de gayrimüslimler hakkında kullanılmasına yol açmıştır

 

26  KASIM P.TESİ  (40.)

 

A L T I K A V A L Ü S T Ü Ş E Ş Â N E

Parçalan birbirine benzemeyen ve uygun olmayan, dolayısıyla bir işe yaramayan aparatlar hakkında veya giyim kuşam konusunda birbirine uymayan ve yakışmayan kıyafetler İçin altı kaval üstü şeşhâne deyimini kullanırız. Buradaki şeş-hâne kelimesinin İstanbul’da bir semt adı olan Şişhane ile herhangi bir alâkası yoktur ve Şişhane söylenişi yanlıştır. Çünki şeş-hâne diye namlusunda altı adet yiv bulunan tüfek ve toplara denir. Yivler mermiye bir ivme kazandırdığı için ateşli silahların gelişmesinde önemli bir yere sahiptir. Evvelce kaval gibi içi düz bir boru biçiminde imal edilen namlular, yiv ve set tertibatının icadıyla birlikte fazla kullanılmaz olmuş ve gerek topçuluk gerekse tüfek, tabanca vs. ateşli silahlarda yivli namlular tercih edilmiştir. Merminin kendi ekseni etrafında dönmesini ve dolayısıyla daha uzağa gitmesini sağlayan yivler bir namluda genellikle altı adet olup münhani (spiral) şeklinde namlu içini dolanırlar. Altı adet yiv demek, namlunun da altı bölüme (şeş hâne = altı dilim) ayrılması demektir ki halk dilinde şeşâne (şişane değil) şeklinde kullanılır.

 

 

 

 

 

 

 

27  KASIM SALI   (41.)

 

                                                                                          TOPRAĞI BOL OLMAK

İlk çağ inançlarına göre, insanlar öldükleri vakit bittakım eşyaları ile birlikte gömülürlerdi. Tanrılarına sunmak ve öte dünyda kullanmak üzere mezarlara birlikte götürdükleri bu eşyalar genellikle kıymetli maden ve taşlardan mamul kap kacak ile takılardan oluşurdu. Türk Beyleri de İslamiyetten önceki zamanlarda korugan dedikleri mezarlarına altın, gümüş ve mücevherleriyle birlikte gömülürler, sonra da üzerine toprak yığdırtarak höyük yapılmasını vasiyet ederlerdi. Eski medeniyetlerin beşiği olan Ortadoğu ve Anadolu’da, pek çok ünlü hükümdarlara ait bu tür mezar ve höyükler hala bulunmaktadır.
Altın ve hazine her zaman insanoğlunun ihtiraslarını kamçılamış, nerede ve ne kadar kutsal olursa olsun elde edilmek için insanı kanunsuz yollara sevk etmiştir. Höyüklerdeki hazineler de zamanla yağlanmaya başlanınca ölenin ruhunun rahatlattığı edildiği düşüncesiyle üzerine toprak yığılır ve gittikçe daha büyük höyükler yapılır olmuş. O kadar ki ölenin yakınları ve cenaze merasimine katılanların birer küfe toprak getirip mezarın üstüne atmaları gelenek halini almış. Öyle ya, mezarın üzerinde toprak ne kadar bol olursa, düşmanlar ve art niyetliler tarafından açılması ve hazinenin yağmalanması, o kadar engellenmiş olurdu. Bu durumda toprağı bol olan kişi de öte dünyada rahat edecek, en azından kullanmaya eşyası ve tanrılara sunmaya hediyesi bulunacaktır. Bugün dilimizde yaşayan “toprağı bol olmak” deyimi, aslında ölen kişi hakkında iyi dilek ifade eder. Türklerin İslam dairesine girdikten sonra yavaş yavaş terk ettikleri höyük geleneği, “toprağı bol olmak” deyiminin de gayrimüslimler hakkında kullanılmasına yol açmıştır

 

 

 

 

 

 

28  KASIM ÇARŞAMBA (42.)

 

 

 

 

GEMİLERİ YAKMAK DEYİMİNİN ÖYKÜSÜ

Ünlü Emevi komutanlarından Tarık bin Ziyad, M.S. 711 yılında, 12 bin kişilik ordu­suyla bugün kendi adını taşıyan Cebelitarık Boğazı’ndan gemilerle İspanya’ya geçti.

Karaya ayak basar basmaz, ilk emrini ver­di adamlarına:

“Gemileri yakın!” Hemen yerine getirildi emri. Herkes şaşkınlık içinde, alev alev yanan gemileri seyrederken bir haber geldi: İspanya Kralı Rodrik, 100 bin kişilik ordusuyla üzerleri­ne doğru geliyordu.

Herkes telaşlanırken Tarık bin Ziyad sevin­di bu habere. Askerlerinin önünde yüksek bir yere çıktı. Gür bir sesle konuşmaya başladı:

, “Askerler! Artık bizim için geri dönmek yok! Arkanızda düşman gibi deniz, önünüzde deniz gibi düşman var! Nereye kaçacaksınız? Direnmekten başka şansınız yok. Canınızı kı­lıçlarınızla kurtarmaktan başka şansınız yok! Kısa bir süre, her türlü güçlüğe katlanmayı göze alacaksınız, sonra uzun süre rahat ede­ceksiniz. Düşmanın silahı, teçhizatı ve erzakı boldur. Sizin silah olarak kılıçlarınız var ama erzakınız kısıtlı… Karnınızı doyurmak için gerekli erzakı da düşma­nın elinden alacaksınız!”

Tarık bin Ziyad ile İspanya Kralı’nın orduları o gün, orada savaşa tutuştu. Savaşı kazanan Tarık bin Ziyad, Endülüs Emevi Devleti’nin temelini o gün, orada attı

 

 

 

 

29  KASIM PERŞEMBE  (43.)

 

 

                                                      ANA GİBİ YAR BAĞDAT GİBİ DİYAR OLMAZ

Dilimizdeki ”Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz.” sözünün aslı muhtemelen ”Ane gibi yar; Bağdat gibi diyar olmaz.” şeklindedir. Çünkü sözün aslındaki Ane kelimesi Bağdat yakınlarındaki sarp bir uçurumun kuşattığı dik bir geçidin adıdır. Bağdat gibi(güzel) şehir Ane gibi de (sarpama manzaralı)yar(uçurum) olmaz demeye gelir. Ancak siz Bağdat’ın Osmanlı Türk’ü için önemine bakınız ki oradaki Ane’yi anne yapıvermiş. Tıpkı” Yanlış hesap Bağdat’tan döner.”sözüyle Bağdat’ın eskiden beri bir ilim merkezi olduğunun altının çizilmesi gibi.

 

 

 

 

 

 

30  KASIM CUMA  (44.)

 

 

 

 

 

                                                                   AFYONU PATLAMAK

Eski tiryakiler, Ramazan ayında afyonu macun haline getirir ve mercimek büyüklüğünde toplar yapıp her sahurda iki üç tane yutarlarmış. ancak her bir macunu da bir, iki, üç kat kağıtlara sarmayı da ihmal etmezlermiş. Böylece kağıt mide öz suyunda macun midede dağılır ve birkaç saatliğine keyif devam edermiş.tabii iki kat kağıda sarılan macun da onu takiben kana karışınca tiryaki iftara kadar rahat etmiş oluverir. Ancak bu plan yolunda gitmediği,
Afyonun kâğıdının zor parelenmediği yahut kana karışması geciktiği durumlarda tiryaki krizlere girer ve dış dünyadan adeta kopar. Afyonu patlayıp kana karışıncaya kadar farklı tepkiler verir.
Konuşulan veya yapılan şeye uygun karşılık verilmeyen, anlama ve algılamada geciken durumlarda “Daha afyonu patlamadı galiba!” gibi cümleler söylenmesi bundandır.

 

 

 

 

3  ARALIK PAZARTESİ (45.)

 

ELİ KULAĞINDA

Gerçekleşmesi pek yakın olan işler hakkında “(Henüz olmadı ama) eli kulağında” deriz. Bu deyimin kaynağı Asr-ı Saadet’te Bilal-i Habeşi’ye kadar uzanır. İslamiyet yayılmaya başlayıp da Müslümanların sayısı artınca, namaz için onları bir araya toplamak üzere ezan okunması kararlaştırılmış ve sesi güzel olduğu için Habeşistanlı eski köle Hz. Bilal, bu vazifeye seçilmişti. Ne var ki Medine’de müşrikler ve diğer dinlere mensup olanlardan bazı tahammülsüz insanlar, ezan okunurken sesi duyulmasın diye gürültü yapmaya, çocukları toplayıp Bilal-i Habeşi ile alay etmeye başlamışlardı. Bunun üzerine Hz. Bilal, ellerini kulaklarına tıkayarak ezan okumaya başladı bilahare müezzinler ellerini kulaklarına tıkamayı bir tür Bilal-i Habeşi sünneti gibi gördüler ve ezanı öyle okudular.
Eskiden birisi yakındakine,
– Ezan okundu mu, dediğinde, eğer vakit çok yakın ise,
– Okunmadı ama (müezzinin) eli kulağında; dermiş.

Asr-ı Saadet:Saadetli,mutlu asır demektir ki Hz Muhammed’in (SAV) yaşadığı asır kastedilir.

 

4  ARALIK SALI (46.)

 

MÜREKKEP YALAMAK

 

Eskiden mürekkeplerin içinde ‘Bezir İsi’ denilen bir madde bulunur. Yazarken yapılan yanlışlıklar ancak yalamak yoluyla giderilirmiş.
Okuma-yazma bilen kişiler az olduğundan bir iki satır yazacak kişiler el üstünde tutulur. Mürekkep yalayanlar üstün sayılırmış.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

5 ARALIK ÇARŞAMBA  (47.)

 

 

HOŞAFIN YAĞI KESİLDİ

Yeniçeri ocaklarında efrada yemek dağıtılırken mutfak meydancısı elinde tuttuğu üzeri ayet ve dualar yazılı kallavi koca kepçe ile evvela yağlı yemekleri ve pilavı dağıtır, sonra da hoşaflara daldırırmış.  Hal böyle olunca, sofralara gelen hoşaf bakracının üstünde, bir parmak kalınlığında yağ tabakası yüzermiş. Bu durumu gören Yeniçeri ağalarından akıllı birisi meydancıya emir vererek “Kepçeyi yağlı yemeklere batırmadan evvel temiz iken hoşafları dağıt, sonra yemek tevziatına geç…” demiş.
Demiş amma, bu sefer sofralara giden hoşaf bakraçlarının üzerinde yağ tabakasını göremeyen Yeniçeriler isyan bayrağını çekmişler:
– “Hakkımızı yiyorlar, istihkakımızdan çalıyorlar, zira hoşafın yağını bile kestiler, yağlı hoşaf isterük…” diye bağırmışlar

 

 

 

 

6  ARALIK PERŞEMBE  (48.)

 

AĞZINDA KUŞ TUTSAN NAFİLE

Osmanlı İmparatorluğu’nun güçlü dönemlerinde, Fransa ile her alanda iyi ilişkilerin kurulduğu yıllarda, Topkapı Sarayı’nda huzura kabul edilmeyi bekleyen Fransa elçisi, işinin çok önemli ve acele olduğunu söyleyerek, kızlarağasını bir an önce içeri alınması için ikna etmeye çalışır ve buna karşılık şu cevabı alır: “Şevketli padişahımız bugün çok hiddetli. Biraz önce külahından tavşanlar çıkaran, alev alev yanan çubukları ağzında söndüren, havaya uçurduğu kuşu birkaç sözüyle geri döndürüp ağzıyla ayaklarından yakalayan hünerli bir hokkabazı dahi huzurundan kovdu. Senin anlayacağın, ağzınla kuş tutsan nafile, ama yine de büyük bir hünerin varsa söyle, zat-ı şahaneye arz edeyim.”

 

 

 

 

7  ARALIK CUMA   (49.)

 

DİNGO’NUN AHIRI

İstanbul’da ulaşım için atlı tramvayların kullanıldığı yıllarda iki at ile çekilen tramvaylara dik Şişhane yokuşunu çıkabilmesi için fazladan atlar koşulurdu. Azapkapı’da tramvaya eklenen takviye atlar, Taksim’de Dingo isimli bir Rum vatandaş tarafından işletilen ahırda dinlendirilir, sonra tekrar Azapkapı’ya götürülürlerdi. Gün içinde sürekli atların girip çıktığı ahırın, bu durumu dolayısıyla girenin çıkanın belli olmadığı veya her önüne gelenin girip çıkabildiği yerler için “Dingo’nun ahırı” deyimi kullanılmaya başlanmıştır.

 

 

 

 

 

 

 

10   ARALIK P.TESİ   (50.)

 

EŞREF SAATİ

Eski İstanbul’da sefer, savaş, düğün, seyahat gibi önemli bir işe girişmeden önce mutlaka eşref, yani uğurlu bir vakit gözetilirdi. Saray halkından sokaktaki insana kadar herkes buna inanırdı. Kişi önemli bir işe girişmeden önce dönemin astronomu sayılan bir müneccime başvurur, müneccim de yıldızların hareketlerinden ve gezegenlerin gökyüzündeki durumlarından bir mana çıkararak eşref saat tayin ederdi. Günlük dilde bu deyim sinirli bir mizaca sahip olan sağı solu belli olmayan bir kişiden bir şey isteneceği zaman “Şu an sırası değil, eşref saatini beklemek lazım” şeklinde de kullanılmaktadır.

 

 

 

 

11   ARALIK SALI    (51.)

 

KABAK TADI VERMEK

Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan medreseye devam eden talebelere medresenin aşevinde her gün yemek verilmektedir. Bilhassa cuma günleri sofraların iyice zenginleştiği, yemeklerin çeşitlendiği medresede mevsimi geldiği zaman haftalarca her gün kabak yemeği çıkar, sürekli çıkan kabak yemeğinden doğan usanç ile her türlü bıktırıcı hal için “kabak tadı vermek” deyimi kullanılmaya başlanır.

 

 

 

 

 

12   ARALIK ÇARŞ.    (52.)

 

MARMARA ÇIRASI GİBİ TUTUŞMAK

 

Eskiden ocak, soba veya mangalda ateş yakabilmek için çıralar kullanılır, bu çıralar ise çarşılarda tutam halinde satılırdı. Aniden parlayanlar, öfkelenenler için kullanılan “Marmara çırası gibi tutuşmak” deyimi, sakızlı çam ağaçlarıyla meşhur olan Marmara Adası’ndan toplanan ve reçinesi bol olduğu için kolaylıkla yanan çıralardan doğmuştur.

 

 

 

 

13  ARALIK PERŞ. (53.)

 

YELKENLERİ SUYA İNDİRMEK

 

İlk zamanlarda yükseklerde uçan kimselerin daha sonra durumlarının farkına vararak eski hallerinden vazgeçtiklerini anlatmak için kullanılan bir deyimdir. Eskiden gemiler, rüzgarlı havalarda yelkenle yürütülürdü ve geleneğe göre bir gemi, yabancı bir ülkenin sınırlarına girdiğinde saygı gereği yelkenlerini indirmek zorundaydı. Bir gün Fatih Sultan Mehmed, Rumelihisarı’nda gezerken bir Ceneviz gemisi hisara yaklaşır ancak yelkenleri indirilmez. Kaptana yelkenleri indirmesi hatırlatılmasına rağmen geminin yelkenleri indirilmeyince Fatih’in emriyle gemi topa tutularak batırılır ve böylece bu deyim dilimize geçer.

 

 

 

14 ARALIK CUMA (54.)

 

ZIVANADAN ÇIKMAK

Zıvana, eskiden sigaranın veya tütün çubuğunun ağza gelen kısmına konulan kağıttan yapılmış boruya verilen addır. Ayrıca pek çok kısımdan meydana gelen eşyalarda parçaların birbirine geçmesini sağlayan girinti ve çıkıntılara da zıvana denir. Zıvana yahut zıvanaların olması gereken yerden ayrılması, umulan amaca hizmet etmeyecektir. Dolayısıyla eski İstanbul’da gündelik hayatta bir olay karşısında “çok öfkelenmek”, “delirmek” manasında zıvanadan çıkmak tabiri kullanılmıştır.

 

 

 

 

 

17   ARALIK PAZARTESİ (55.)

 

 

ETEKLERİ ZİL ÇALMAK

Çok sevinip mutlu olmak.Bir zamanlar Anadolu’nun bir yerinde, herkesin sevip hürmet ettiği güler yüzlü, tatlı dilli bir şeyh yaşarmış. Şeyhin, pabuçlarının sivri ucunda ve cüppesinin eteklerinde yüzlerce kuzu çıngırağı bulunurmuş. Şeyhin uzaktan gelişi bu çıngırakların çıkarttığı sesten anlaşılırmış.

Bir gün şeyhe bu çıngırakları niçin taktığını sormuşlar. O da:

– Yürürken yerdeki karıncaları ürkütüp çiğnenerek ölmelerine engel olmak için, diye cevap vermiş.

Bir gün güvenlik güçleri , çok tehlikeli bir hırsız çetesinin saklandığı yerden çıkmasını beklerken, çıngıraklı şeyh oradan geçiyormuş. Azılı hırsızlar çıngırak sesini duyunca ortaya çıkmış ve kaçmaya çalışırken yakalanmış.Azılı bir çetenin yakalanmasına sebep olan çıngıraklı şeyhi halk sevincinden kucaklayıp havaya kaldırırken, şeyhin eteklerindeki çıngıraklar, daha fazla ses çıkarmış, adeta zil çalmış. Halk da bu çıkan sesten çok mutlu olmuş. Bu olaydan sonra o yerin ahalisi, bir şeye çok sevinip mutlu olanları görünce, “Ne o eteklerin zil çalıyor.” demeye başlamış

 

 

 

 

 

 

 

18 ARALIK SALI  (56.)

 

KEÇİLERİ KAÇIRMAK

 

Dağda keçileri dağda keçilerini otlatan bir çoban, öğle sıcağında, bir ağacın altında uyuyakalmış. Uyandığında keçilerin otladığı yerde bulunmadığını görmüş. Aramış, aramış, keçilerini bir türlü bulamamış. Kendi kendine, “Şimdi keçilerin sahibine ne söyleyeceğim? Ağa beni döve döve öldürür, koca sürü nereye kaybolur?” demiş. Çoban, sağa sola koştururken, “Çobanlık görevimi yapamadım, keçileri kaçırdım.” diye yakınırmış. Önüne gelene, “Keçileri kaçırdım, şimdi ben ne yapacağım?” diye sormaya ve anlamlı anlamsız konuşmaya başlamış. Köylüler de merak edip keçileri aramaya başlamışlar. Bu arada suları içip serinleyen keçiler, mağaradan çıkmış, çobanın bıraktığı yerde otlamaya başlamışlar. Köylüler sürüyü yerinde bulunca şaşırmış ve keçileri tek tek saymışlar. Ortada bir durumun olmadığını gören köylüler, çobanın aklını oynattığına hükmetmişler.

 

 

 

 

 

 

19  ARALIK ÇARŞAMBA  (57.)

 

LAFLA PEYNİR GEMİSİ YÜRÜMEZ

 

Bu deyimin de çok ilginç bir hikâyesi var. Bir zamanlar İstanbul’da Aksi Yusuf adında bir peynir tüccarı varmış. Bu tüccar çıkarcı ve cimri kişiymiş. Trakya’dan getirdiği peynirleri İstanbul’da satar, artanı da deniz yoluyla İzmir’e gönderirmiş. İzmir’de peynir fiyatları yükseldikçe elinde ne kadar mal varsa gemilere yükletir, ama taşıma ücretini peşin vermeyerek kaptanları yalanlarıyla oyalar durur.

– “Hele peynirler sağ sâlim varsın, istediğiniz parayı fazla fazla veririm” diye vaatlerde bulunurmuş. Birkaç kez aldanan gemi kaptanlarından birisi yine İzmir’e doğru yola çıkmak üzere iken sinirlenmiş ve şöyle demiş.- Efendi, tayfalarıma para ödeyeceğim. Gemimin kalkması için masrafım var. Parayı peşin ödemezsen Sarayburnu’nu bile dönmem.

Aksi Yusuf :

” Hele peynirler sağ salim varsın…” demeye başlayacakmış ki, Gemici:

-Efendi “Lâfla peynir gemisi yürümez.” sözünü yapıştırıvermiş ve sözlerine “geminin yürümesi için kömür lâzım, yağ lâzım” diyerek devam etmiş.

Bu sözler üzerine Aksi Yusuf parayı ödemiş. O gün akşama kadar şu tek cümleyi sayıklayıp durmuş. “LÂFLA PEYNİR GEMİSİ YÜRÜMEZ HA!” bu söz daha sonra iş yapmayıp sadece boş konuşanlar için söylenmeye başlanarak deyimleşip güzel Türkçemize yerleşmiş

 

 

 

20  ARALIK PERŞEMEBE  (58.)

 

DANANIN KUYRUĞU KOPMAK

 

Geçmişte düzenbaz ve yalancı bir adam varmış. Tüccar ve esnafa borç vermediği hâlde vermiş gibi gözükür, onların aleyhine dava açar, şahitler ve kadıya rüşvet vererek davayı kazanır, haksız kazanç elde edermiş.

Bu sahtekâr adam, bir gün, kasabanın sözü geçen bir adamı hakkında dava açmış, kadıya da rüşvet olarak bir dana göndermiş. Davalı tüccar bunu öğrenince, daha büyük bir danayı kadıya teslim etmiş. İşin tadının kaçtığını anlayan kadı, her iki danayı getirtip mahkemenin avlusuna bağlatmış. Kadı makamına kurulup herkesin önünde şunları söylemiş:

– Bu davayı görmek için uzun zaman vicdanımla savaştım. Ben adalet için çalışırım. Gelin görün ki, iki taraf da evime birer dana göndermiş. Şimdi kimin haklı, kimin haksız olduğunu danalara bakıp anlayalım.

Avludaki danalar, kuyruklarından birbirine bağlanır ve kuyruk altlarına neft sürülerek hayvanlara birer diken batırılır. Hayvanlar böğürerek birbirini aksi yönde çekerler. Bu arada kadı bağırarak, “Kimin danasının kuyruğu koparsa, o taraf haksız çıkacak ve adalet yerini bulacaktır.” der.

Kısa bir çekişmeden sonra sahtekârın getirdiği dananın kuyruğu kopar ve hayvan can acısıyla sokağa fırlar

 

 

 

 

21   ARALIK CUMA  (59.)

 

ADAM OL BABAN GİBİ, EŞEK OLMA

 

Vaktiyle Eğitim Bakanlığı da yapmış olan tarihçi Abdurrahman Şeref Bey, Galatasaray Lisesi’ nde müdür iken , birgün Sultan Abdülhamid’ in hizmetkarlarından bir paşanın oğluna kızar. Öğrencilerin arasında çocuğa;

“Adam ol” der, “baban gibi eşek olma!”

Çocuk bunu babasına anlatır.

Babası:

“Vay, demek ben bugüne bugün padişahımın mahiyetinde bir paşa olayım da, bana eşek desin. Bunu ona soracağım” der.

Ertesi gün okula gidip hocayı bularak;

“Beyefendi, sizin bana eşek demeye (bilgi yelpazesi.net) ne hakkınız var? Ben, padişahın mahiyetinde paşayım” deyince, Abdurrahman Şeref bey;

“Ne münasebet ben sizi tanımıyorum. Ne zaman eşek dedim”, diye sorar.

Paşa;

“Geçen gün okulda oğluma “adam ol, baban gibi eşek olma” diye bağırmışsınız” der.

Bunun üzerine Abdurrahman Bey;

“Doğru, çocuğunuzu payladım. Çalışmıyordu. Sizi örnek göstererek, “adam ol baban gibi! eşek olma! diye söyledim“ der.

Bu cevap üzerine paşa, hem özür diler, hem de teşekkür eder ve oradan ayrılır

 

 

 

24   ARALIK P.TESİ (60.)

 

 

ÖLME EŞEĞİM ÖLME

 

Bir kış, neredeyse adam boyu kar yağmış. Aylarca bir toplu iğne başı kadar bile toprak görünmemiş. İnsanlar burunlarını dahi dışarıya çıkaramamış.

 

Hazıra dağ dayanmaz hesabı, halkın yiyeceği de tükenmeye başlamış.

 

İnsanlar lokmalarını sayar hâle gelmişler. Kıtlık sadece insanları değil hayvanları da vurmuş; bir deri bir kemik kalmışlar.

 

Hoca’nın emektar eşeği de (bilgi yelpazesi.net) kıtlıktan fazlasıyla nasibini almış; günden güne kötülemiş.

 

Elinde avucunda bir şey kalmayan Hoca, eşeğin kulağına bir umut eğilip:

 

– Ölme eşeğim ölme, demiş, yonca bitecek. Sen de yersin ben de

 

25  ARALIK SALI (61.)

 

ŞAMAR OĞLAN

 

  1. ve 17. yüzyıllarda toplumdaki kişiler arasındaki uçurum iyice açılmıştı. Öyle ki soylu kesim, kendisini halktan çok üstün görüyor ve onlarla herhangi bir yakın ilişki kurmaktan kaçınıyordu.Dolayısıyla saray çalışanları ve çocuklarının halkın arasına karışıp, onlarla aynı dersliklerde eğitim almaları düşünülemezdi.Doğal olarak en iyi hoca ve bilginler, saray, şato ve konaklara bu çocukların ayağına getiriliyordu. Ancak o dönem eğitim sırasında dayak ve cezalandırma çok yaygındı ve tabi ki bu yöntemin soylu çocuklar üzerinde kullanılması olası değildi.İşte buna çözüm olarak alt tabakadan olan bir çocuk, ders sırasında bu dayağı yemek için anık (hazır) bulunuyordu. Soylu çocuğunun işlediği her yanlışta şamar ve sopayı bu çocuk yiyordu. Diğer bir ayrıntı da, derse katılan bu halk çocuğunun bir nenler öğrenmemesi için sağır kimseler arasından seçilmesi ya da özellikle bu iş için sağır edilmesiydi.Yine bir söylentiye göre, şamar yiyenle, diğeri arasında bu bağ ne kadar kuvvetli olursa verilen cezanın (bilgi yelpazesi. com) etkisi de o kadar güçlü olurdu. Kendi yaptığı bir suçtan ötürü, en yakın arkadaşının cezalandırıldığını gören prens, bir daha aynı hatayı tekrarlamazdı

 

 

26  ARALIK ÇARŞAMBA (62.)

 

YORGAN GİTTİ KAVGA BİTTİ

Bir kış gecesi Nasreddin Hoca merhum, henüz yatağına yatmıştı. Bu sırada, evinin önündeki sokakta bir kavga işitti. Pencereden başını çıkardı, kavgacılara seslendi ve yatıştırmak istedi amma, kendisini dinleyen olmadı. Kavga da gittikçe şiddetleniyordu.Hava soğuk olduğundan, hoca yeni yaptırdığı atlas yorganı sırtına bürünüp aşağıya indi. Kavga eden külhanilerin arasına girip ayırayım derken, hocanın yorganını alıp kaçtılar. Tuzağa düştüğünü anlayan merhum, titreyerek yukarı çıktı.

Karısı Hacer Hatun telaşla sordu:

“Hayır ola Hoca Efendi, ne kavgasıymış o? Sen gittin, sesleri kesildi.”

“Sorma hatun” der Hoca; “Yorgan gitti, kavga bitti.”

 

 

 

 

 

 

27  ARALIK PERŞEMBE  (63.)

 

YAŞ TAHTAYA BASMAK

Eski devirlerde de ahşap evlerin ve konakların umumi temizliği yapılırken, tahtalar arap sabunu ile ovulurmuş. Böyle anlarda ıslak tahtalar çok kaygan olup, üzerinde ayağı kayıp düşenler çok olurmuş. Sultan Abdulhamit devrinde bir Gürcü Hasan Fehmi Paşa varmış. Hukuk akademisinde, dünya hukuku dersi okuturmuş. Daha sonraları Selanik ve Sofya’da Valilik de yapmış. Bir gün konağında temizlik yapılıyormuş. Tahta merdivenlerden inerken, ıslak basamaklarda ayağı kayan Paşa, düşmüş. Bir kaç gün topallayarak gezmiş. Hukuk talebeleri birbirlerine: ” Hocaya ne olmuş?” diye sorunca: “Bizim hoca, yaş tahtaya basmış.” diye bu olayı alaya almışlar.

 

 

 

 

 

 

28  ARALIK  CUMA  (64.)

 

                                                                               AYAĞINI YORGANINA GÖRE UZAT
Sultan Abdulhamit müşavirleriyle birlikte darulacezeye gitmişler. İçeride gezerlerken birinin ayaklarının yorganın dışında olduğunu görür ve vezirlerine :
-Bu adamın bu davranışının nedeni ne olabilir? diye sorunca vezirler

– Yorganı kısadır onun için ayakları yorganın dışına çıkmış. diye cevaplamışlar.
Padişah :

-Peki bunun için ne yapılabilir? diye sorunca vezirler :

-Adamı uyandırıp maddi yardım etmeyi, önermişler.
Bütün bu konuşmaları duyan başka biri belki bana da para verilir düşüncesiyle yorganını başının üstünden aşırıp ayaklarını açığa çıkarır. Biraz sonra padişah bunu görünce durumu anlar vezirlerine manalı işaretle :

-Peki ya bunun için ne dersiniz? diye sorunca vezirler:
-Padişahım bunun yorganı normal büyüklükte ama bu adam ayağını yorganına göre uzatmamış, derler  Padişah:

– Bunun için ne yapmamı önerirsiniz, diye sorunca vezirler:
-Bu ayakların yorganın dışındaki kısmını kesmeli deyince adam yorganını yavaşça ayaklarının üstüne doğru çeker

 

Darulaceze:Huzurevi/acizler evi

 

 

 

31 ARALIK P.TESİ  (65.)

 

BİRLİKTEN KUVVET DOĞAR(ATASÖZÜ)

 

Selçukluların kurucusu Selçuk Bey vefatına yakın oğullarını huzuruna çağırdı ve oğlu Aslan Bey’e bir ok vererek kırmasını istedi. Aslan Bey bu oku kırdı. İki oku bir arada verdi, ikisini de kırdı. Daha sonra oğluna bir deste ok verdi ve bunları kırmasını istedi. Oğlu bu okları kıramayınca oğullarına şu nasihatte bulundu:
”Eğer birbirinizden ayrılırsanız şu bir veya iki ok gibi mahvolur gidersiniz. Ama birlik olur bir demet ok gibi olursanız ayakta kalırsınız. Kimse sizi yenemez.”

 

 

 

 

2 OCAK ÇARŞAMBA   (66.)

 

TASI TARAĞI TOPLA(T)MAK

Bağdat dilencilerinden meşhur bir Abbas OŞ var imiş. Mevsimine göre ya cerre çıkmak; yahut dilencilik yapmak suretiyle zengin olmuş.Bütün Bağdat’ın tanıdığı bu adamın şöhretinden yararlanmak isteyen bir sefil, Abbas’ı kollamaya başlamış. Nihayet bir ramazan gecesinde hamama girdiğini görüp ardınca içeri dalmış ve kurna başında yanına yaklaşıp şöyle demiş:
Efendim! Bendeniz dilenciliğe başlamaya karar verdim. Umarım ki bu asil sanatın inceliklerini benden esirgemezsiniz. Ne kadar usul ve kaidesi varsa hepsini öğrenmek istiyorum, şu mübarek geceler hürmetine, lütfediniz!…
Abbas, bu sözler karşısında şevke gelip cevap vermiş:
Peki evlat, öğreteyim. Dilenciliğin başlıca üç kuralı vardır; kulağına küpe olsun. Bir, her nerede olursa olsun istemeli. İki, her kimden olursa olsun istemeli. Üç, her ne olursa olsun istemeli.
Yeni yetme dilenci hemen o anda Abbas’ın elini öperek demiş ki:
Ustam, ben fakirim, Allah rızası için bir şey!..
Abbas şaşırmış.
Burası hamam bre! Burada dilencilik mi olur?
Her nerede olursa istemeli dedin ya usta!
İyi ama ben zaten senin kadar fakir bir dilenciyim.
Öyle ama, ikinci kural, istemek için adam seçmemek gerektiğini bildirmiyor muydu?
Fe subhanallah! Bu kurna başında, ben şimdi sana ne verebilirim be adam? Elbisem dışarıda. Paralarım evde. İşte ortada bir tasım bir tarağım var.
Usta, şimdi senden öğrendiğim kuralların üçüncüsü der ki, her ne olursa olsun istemeli. Ben tasa tarağa da razıyım.
Abbas şaşkın, etraftan olanları dinleyenler hayrette, adam tası tarağı almış ve hamamdan çıkıp gitmiş. O günden sonra Abbas dilenciliğe tövbe etmiş ve soranlara da;
Tası tarağı toplattık! Gayri bizden bu işler geçmiş, diye yakınırmış.

 

 

3 OCAK PERŞEMBE  (67.)

 

DENİZE DÜŞEN YILANA SARILIR (atasözü)

II.Mahmut dönemi ve Kavalalı Mehmet Paşa Mısır valisidir. Kendine aşırı güvenen Kavalalı Mehmet Paşa’nın amacı önce Suriye, ardından Osmanlı’yı ele geçirmektir .Oğlu İbrahim Paşa ,Suriye’yi ele geçirmiş Osmanlının yolladığı gücüde yenmişti. İstanbul’a doğru yola çıkmıştı. II. Mahmut, ordunun o an için bunlarla başedebilecek vaziyette olmadığından  Ruslardan yardım isteme taraftarıdır. Rus çarı Nikola’dan yardım ister. Bir Osmanlı sultanın Ruslardan yardım istemesi yadırganır. Bir takım vezirler ‘’Bu nasıl işdür?’’ diye mırıldanınca, Sultan Mahmut Ne yapalım? Düştük denize sarılırız yılana der.

 

 

4 OCAK CUMA  (68.)

 

iPTEN ADAM ALMAK

Bir tarihte varlıklı bir İngiliz, ağır bir suç işlemiş ve o suçun cezası idammış. Adam hemen İngiltere’nin en şöhretli avukatını tutmuş.

Avukat demiş ki:

-Merak etme, ben seni kurtarırım.

Mahkeme başlamış, avukat savunmasını yapmış ve hakim kararını açıklamış.

-İdam!

Avukat, hapishaneye girmiş, müvekkiliyle konuşmuş:

-Merak etme, seni kurtarırım.
-Nasıl?
-Bu işin temyizi var… Temyiz idamı bozacak.

Dava dosyası temyize gitmiş. Temyizde karar değişmemiş… İdam.

Adam, “hani beni kurtaracaktın” diye avukatına kızmış. Avukat hala sakin:

-Merak etme. Seni kurtarırım. Daha her şey bitmedi. Konu Avam Kamarası’na gelecek.

Gerçekten Avam Kamarası’na gelmiş, konuşulmuş. Sonunda, parmaklar kalkmış:

-İdam!

Adam sinirli mi sinirli… Avukat sakin mi sakin:

-Merak etme. Seni kurtarırım. Lordlar Kamarası, idamı geri çevirir. Endişen olmasın.

Lordlar Kamarası toplanmış, olayı incelemiş, kararını vermiş:

-İdam!

Adam, elinden gelse avukatı bir kaşık suda boğacak ama avukat hiç oralı değil.

-Merak etme. Seni kurtarırım. Kraliçe onay vermeden, hiçbir idam cezası infaz edilmez. Kraliçe bu kararı bozar.

Dosya kraliçenin önüne gelmiş, kraliçe imzayı basmış.

-İdam!

Londra’da bir meydanda idam sehpası kurulmuş. Hakim, savcı, avukat, güvenlik görevlileri, halk orada. Adamı idam sehpasına çıkarmışlar. Adam avukata dönmüş, bakışlarından alev fışkırıyormuş. Avukat ise adama “sus” işareti yapmış. “Merak etme. Seni kurtarırım” anlamında.

Cellat, yağlı ilmeği, adamın boynuna geçirmiş. Alttaki iskemleye de tekmeyi vurmuş. Adam ipte sallanmaya başlamışken avukat yerinden fırlamış, cebinden bıçağını çıkarmış ve adamın boğazındaki ipi kesivermiş. Adam, zar zor nefes alır halde yere yuvarlanmış.

Hemen hakimler, savcılar koşup gelmişler:

-Avukat… Sen ne yaptın?

Avukat İngiliz ceza yasasını cebinden çıkarmış:

-Yasada müvekkilimin işlediği suçun cezası idam… Siz de onu idam ettiniz… Ama yasada “idam edilerek öldürülür” diye bir hüküm yok… Bu durumda ceza infaz edilmiş sayılır.

Bunun üzerine İngiltere’de bir hukuk tartışması başlamış.

Kraliçe, avukatın bu becerisinden dolayı adamı affetmiş ve İngiliz Ceza Yasası’nın idamla ilgili maddesi yeniden düzenlenmiş.

-İdama mahkum edilen kişi, asılmak suretiyle öldürülür.

Bu olay dilden dile tüm dünyaya yayılmış. İşte bugün başarılı avukatlar için kullanılan “ipten adam alır” tabiri, bu hikayeden kaynaklanmaktadır.

 

 

7 OCAK PAZARTESİ  (69.)

 

HAPI YUTMAK

Osmanlı Sultanı IV. Murat zamanında, halk sağlığı için içki, tütün ve afyon yani esrar kullanmak yasaklanmıştı. Görevliler tarafından sık sık denetimler yapılır ve yasağa uymayanlar cezasına katlanırdı.

Gelgelelim, zamanın Hekimbaşısı Emir Çelebi de afyon bağımlısı imiş ve bu durum padişahın da kulağına gitmiş. Adeti üzere Hekimbaşı, entarisinin ceplerinde her vakit bir miktar afyon taşırmış. Sultan Murat ise “Hekimbaşı da yasak tanımazsa, halk ne yapmaz,” diyerek öfkelenmiş.

Bir zaman sonra Sultan Murat, Hekimbaşı Emir Çelebi ile satranç oynadığı bir sırada, “Cebinde ne varsa boşalt Çelebi!” diye emretmiş. Hekimbaşı, yakalandığını anlamış ama yapacak bir şeyi de yokmuş; cebindekileri bir bir çıkarmış. İçine afyon koyduğu küçük kutuyu da çıkarıp koyunca, biraz çekinerek, “Sultanım,” demiş, “Bunun içindekiler, ıslah edilip zararsız hale getirilmiş afyondur, yani bir nevi ilaçtır. Sadece hap bunlar!..” demiş.

Sultan da, “Madem öyle zararsızdır; yut bakalım o hapları” diyerek tekrar emretmiş. Hekimbaşı, afyonların en keskininden olduğunu bile bile, tek tek yutmuş hapları. Sonra da, hizmetkardan buzlu şerbet isteyip üstüne içmiş. Ancak çok geçmeden de dünyasını değiştirmiş.

Hekimbaşının başından geçen bu hadise çok anlatılmış elbette. Ve onun için “Hekimbaşı hapı yuttu” sözü dillerde dolaşmış. Daha sonra da böyle kötü duruma düşenler için “hapı yuttu” deyimi söylenir olmuş.

 

 

 

 

8 OCAK SALI  (70.)

 

DİŞ BİLEMEK

Haçlı ordusundan keşfe çıkan birkaç asker, Müslüman ordularının sabah alacasında dereye indiklerini, ellerindeki ağaç parçalarını (misvak) dişlerine aşağı yukarı sürdüklerini, su ile ellerini, yüzlerini, kollarını, ayaklarını yıkayıp gittiklerini görüp bunun ne olduğunu anlayamayınca bir nevi harbe hazırlık seramonisi yaptıklarına kendilerini inandırırlar. Gelip ordu içinde bunu anlattıklarında ortalık birbirine girer ve şu yolda cümleler yüksek sesle söylenmeye başlar:

– Müslümanlar yine bilmediğimiz bir harp hilesi yapıyorlar anlaşılan. Hem bu sefer dişlerini de bileyerek bizi parçalamak niyetindeler. Başınızı kurtarın diye bağrışmışlar. Gerçekten de sabah namazından sonra atlarına binip düşman üzerine süren gaziler karargahı yerinde bulurlarsa da ordudan eser bulamazlar. Çadırlardan birinde yakaladıkları yaralı bir Haçlı askeri tir-tir titreyerek onlara şöyle der:

– Keşfe çıkan askerler sizin diş bilediğinizi görmüşler. Bu haberi duyunca hiç kimse sizinle savaşmak istemedi ve benim gibi yaralıları da bırakıp çekildiler.

 

 

 

9 OCAK ÇARŞAMBA  (71.)

 

 

ŞAPA OTURMAK

Osmanlı döneminde hacca gitmek ve hacı unvanını almak, bu  ünvanla çağırılmak toplumda itibar görürdü. Tabi bunun sebebi de Hac kervanının gidişi gibi gelişi de altı ay sürdüğünden, ömrünün bir senesini hac ibadeti için feda etmiş olan Osmanlıların da en doğal hakkı idi ”hacı” diye çağrılmak. Kara yoluyla hacca gidenler Recep ayında, deniz yoluyla hacca gidenler Şaban ayında yola çıkarlardı. Kabe, arefe günü zemzem ve gülsuyuyla yıkandıktan sonra, eski örtüsü çıkarılır, payitahttan gelen yeni örtüsü giydirilir ve kurban bayramına bu yeni bayramlık örtüsüyle çıkardı. Gemiyle gelenleri bekleyen tehlikelerden biri de Kızıldeniz idi. Eski ismi ”Şap Denizi” olan Kızıldeniz, şap ismi verilen beyaz kireç taşlarıyla doluydu. Gemilerin seyir haritasında görünmeyen bu beyaz kayalıklar, buz dağlarının denizdeki kısmı gibi görünmez tehlikeler arz ederlerdi gemiler için. Bazen gemilerin bu şap kayalıklarına oturup, denizin ortasında kalakaldıklarına da şahit olunduğu için, hacıları karşılayan akrabaları sürekli dua ederlerdi hacılar dönerken:
-İnşaallah bizimkilerin gemisi şapa oturmadan sağ salim gelir… derlerdi.

 

 

10  OCAK PERŞEMBE  (72.)

 

 

 

KISA KES AYDIN ABASI (HAVASI) OLSUN

Balıkesir, eskiden en güzel aba kumaşlarının dokunduğu bir yermiş. Günlerden bir gün Balıkesir’e yolu düşen bir adam, buranın meşhur aba kumaşından bir elbiselik almış, memleketine götürmüş. Elbise diktirmek için doğru terzisine gitmiş. Terzi adamın ölçüsünü aldıktan sonra:
Bu aba hem üstlük hem de şalvar dikmeye yetmez, deyince tepesi atan müşteri kızgınlıkla terziye bağırmış:
Yahu nasıl yetmez? Etekleri kısa olsun, kısa kes Aydın abası olsun, demiş.
Bu söz dükkanda bulunan diğer müşterilerin de çok hoşuna gitmiş ve dilden dile dolaşır olmuş

 

 

11 OCAK CUMA  (73.)

 

GELELİM BAMYANIN FAZİLETLERİNE (KURU FASULYENİN FAYDALARINA)

Köyün birinde cami cemaatinden biraz saf bir adamcağız, imamlar gibi kürsüye geçip cemaate vaaz etmeyi çok arzu edermiş. Ne zaman bir fırsat bulsa, imam azıcık gecikse, hemen kürsüye geçer ve kitabı işaretli yerden açar ve ”Ey cemaat, Ey Ümmet-i Muhammed” diye ver yansın ediyormuş.Cemaat, bunun işi abarttığını görünce, adama bir oyun hazırlamışlar.Bir cuma günü, imam bilerek vaaza geç kalmış. Müezzin de vaaz kitabını kaldırıp, yerine bir yemek kitabı koymuş. Adam imamın geciktiğini görünce, hemen kürsüye çıkmış. Şöyle boğazını temizledikten sonra, önünde duran kitabı işaretli yerinden açmış ve…”Eveeeet, gelelim bamyanın faziletlerine…” (kuru fasulyenin faydalarına) demiş

 

 

 

 

14 OCAK P.TESİ (74.)

                                                                                            

                                                                           ACELE İŞE ŞEYTAN KARIŞIR ATASÖZÜNÜN ÖYKÜSÜ

Bir Zamanlar Şam da yaşayan beylerden birinin güzel sesli bir kölesi varmış. Bey, bu güzel sesli köleyi ne vakit alış-verişe gönderse, çarşı esnafı kolundan bacağından tutar, zorla şarkı, türkü okuttururlarmış. Günlerden bir gün, bey, testi almak için kölesini çarşıya göndermiş. Yolda kendisini tanıyanlardan bazıları; “Mısır’a gideceğiz, bizimle beraber gel. Hem gezer hem eğleniriz” demişler. Sesinin güzelliğiyle beraber biraz saf olan köle teklifi reddetmemiş. Beraberce Mısır’a gitmişler. Bir sene kadar kalmışlar.
Köle, bir yıl sonra Şam’a döndüğünde efendisinin testi siparişini hatırlamış. Testiyi alıp, koşa koşa eve giderken ayağı kayıp düşmüş. Düşünce de testi kırılmış. Köle ağzı burnu kan revan, kırk parça olmuş testiye bakarken; “acele işe şeytan karışır” demiş.
Bu söz, sabırsızlık gösterilip aceleyle yapılan bir işin, istenilen sonucu vermeyeceğini ifade etmek için kullanılır.

 

 

 

 

15  OCAK SALI  (75.)

 

 

TAHTALARI OYNATMAK DEYİMİ AÇIKLAMASI

Anlamı: Delirmek, aklını kaçırmak.

Hikayesi:

Eskiden tabutları marangozlar yaparmış. Bir marangozun ödlek bir kalfası varmış. Arkadaşları ona bir şaka yapmaya karar ver­mişler. Kalfa dükkânda tek başına çalışıyormuş. O sırada duvara dayalı tahtalardan birkaçı takır­damaya başlamış. Kalfa ne oluyor diye başını kaldırsa ki ne görsün? Duvara dayalı tahtalardan beyazlara bürünmüş bir kuru kafa görünmesin mi? “E hani benim tabutum? Hâlâ bitmedi mi işi?” demesin mi?

Zavallı kalfa “Tahtalar oynadı! Tahtalar oynadı!” diye bağıra çağıra dükkândan fırlamış.

 

 

 

 

 

16  OCAK ÇARŞAMBA (76.)

 

BOYUNUN ÖLÇÜSÜNÜ ALMAK

Anlamı:  İddialı bir kişinin girdiği işte başarısız olması ve yetersizliğini anlaması.

Hikayesi:

Bir yaz günü birkaç delikanlı bir ırmak kena­rına serinlemeye gitmişler. Hepsi soyunup suya atlamış. İçlerinden en uzun olanı yüzme bilmi­yormuş. Balık gibi yüzen arkadaşlarının yanında yüzme bilmiyor olmaktan utanmış. Kendine başka bir böbürlenme konusu bulup üste çık­mak istemiş. “Bu ırmağın en derin yerinde bile benim ayağım yere değer. Siz denemeyin sakın, güdük boyunuzla boğulur kalırsınız ha!” diyerek arkadaşlarıyla dalga geçmeye başlamış.

Arkadaşları önce duymazlıktan gelmişler ama delikanlının ısrarlı alayları üzerine ara­larında anlaşıp ona bir oyun oynamaya karar vermişler. Irmağın en derin yerine yüzerek gidip oradan uzun delikanlıya seslenmişler: “Gel bak buralar sığ, bir de burada boyunu ölç!” Uzun delikanlı da bu söze kanmış. Yürüyerek arkadaşlarının yanına gideyim derken su bir anda boyunu aşmış, delikanlı çırpınmaya baş­lamış.

Arkadaşları zor bela kurtarmışlar onu. Yarı baygın hâlde eve getirmişler. Annesi oğlunu o hâlde görünce telaşlanmış. “Ne oldu oğluma?” diye bağırmış.Delikanlıların biri “Telaş etme teyzeciğim, bir şey yok. Oğlun sadece ırmakta boyunun ölçüsünü aldı” demiş.

İşte böyle, çok iddialı olup da başarısız olunca kafası dank eden, dünyanın kaç bucak olduğunu anlayan, Hanya’yı Konya’yı öğrenen insanlar için kullanılır bu deyim

 

 

17  OCAK PERŞEMBE  (77.)

 

 

YE KÜRKÜM YE DEYİMİNİN HİKAYESİ

Bir konak davetine son anda çağrılan Hoca, zaman kaybetmemek için kıyafetini de­ğiştirmeden, üstündekilerle varır konağa. Davet epeyce kalabalıktır. Konuşulup, gö­rüşülüp, sohbetler edildikten sonra sofralar kurulmaya başlanır. Davetliler, birer ikişer sofralara buyur edi­lirken Hoca çağrılmaz bir türlü. Bir bekler, iki bekler, bakar ki olmayacak, kalkıp eve gider hemen. En güzel giysilerini giyip üstüne de samur kürkünü geçirdikten sonra döner ko­nağa.

Onu böyle görenler, sofra başına buyur etmek için birbirleriyle yarış etmeye başlar­lar. “Hele şükür,” diyen Hoca, sofraya çöker çökmez, sırtındaki kürkün bir ucunu, ortadaki kızarmış hindiye doğru yaklaştırarak;

“Ye kürküm, ye,” der, “bu ziyafet bana de­ğil, sana!”

 

 

 

 

18  OCAK CUMA   (78.)  İyi Tatiller

 

YA DAYAK YEMEMİŞ YA SAYI BİLMİYOR DEYİMİNİN HİKAYESİ

 

Oruç tutmadığı görülen Bektaşi, yakalanıp karakola götürülür.

Karakolda subaşı:

“Ceza olarak yüz sopa vurulsun!” deyince Bektaşi:

“Bre aman, ne yapıyorsun?” der. “Yüz sopa çoktur, dayanamam ben!”

İtiraza, daha da kızar subaşı:

“Bak bir de konuşuyor! Vurun iki yüz sopa da aklı başına gelsin!”

Subaşı’ndan umudu kesen Bektaşi, as­kerlere döner bu kez: “Bari siz laf dinleyin,” der. “Bu adam ya dayak yememiş, ya sayı bilmiyor!”

 

 

 

4   ŞUBAT P.TESİ   (79.)

 

 

VUR FAKAT DİNLE DEYİMİNİN HİKÂYESİ

Bugünkü anlamda devletler kurulmadan önce, şehir devletleri vardı.

Tarihte ün yapmış şehir devletlerin başın­da da Balkanlardaki Atina ve Sparta geliyor­du.

Kendi aralarında sık sık savaşan bu iki devlet, bir başka büyük devletin, İran’ın sal­dırıları karşısında güçlerini birleştirip Helen Birliği’ni kurdular. Güçlerin yönetimi de Spartalı bir komutana verildi.

İran, savaş sırasında, Çanakkale Boğazı’na geçici köprüler kurup büyük bir orduy­la Atina’nın üzerine yürüdü. Atina ve Spartalı ordu komutanlarının neredeyse hepsi, bu kadar güçlü bir ordu karşısında tutunmanın mümkün olmadığını, şehri bırakıp daha geri­lere çekilmek gerektiğini savunuyorlardı.

Birleşik ordunun Spartalı Başkomutan da katılıyordu bu fikre. Sadece AtinalI komutan Teomistokil, karşı çıkıyor:

“Elimizde 200 parça gemimiz var, İran do­nanması güçlü ama bizim kadar deneyimli değil, onları denizde savaşmaya zorlayalım; denizde zafer bizimdir!” diyordu.

Teomistokil, fikrini iyi anlatabilmek için söz alıp, birkaç kez ko­nuşmaya kalkınca, Spartalı Başkomutan çoğunluğun görüşünü öne sürerek artık susması gerektiğini söyledi. Teomistokil:

“Susmayacağım!” diye sesini yükseltince sinirlenen Spartalı Başkomutan elindeki bastonu havaya kaldırdı.

Bundan korkacak biri değildi Teomistokil. Sesini daha da yük­selterek:

“Vur, fakat dinle!” diye karşılık verdi.

Spartalı Başkomutan, bir kere daha söz verdi Teomistokil’e. Ati­nalI komutan, neden öyle yapmaları gerektiğini sebep ve sonuç­larıyla, ayrıntılı şekilde bir kere daha anlatınca çoğunluk ona hak verdi.

Bu tartışmadan sonra, Atina ve Sparta orduları Salamin Deniz Savaşı’ında İran donanmasını büyük bir yenilgiye uğratarak Atina ve Sparta’nın İran ordusu tarafından işgal edilmesinin önüne geç­miş oldular.

 

 

 

5   ŞUBAT SALI    (80.)

 

VUR ABALIYA DEYİMİNİN HİKÂYESİ

Balıkesir çarşısında bir gün, büyük bir tar­tışma çıkmış.

Bağrış çağrış derken aba giyimli biriyle, çuha şalvarlı biri arasındaki tartışma, kavgaya dönüşmüş. Yumruklar atılıp tekmeler savrul­maya başlanınca yakındaki esnaftan biri, ayır­sınlar diye çıraklarını göndermiş.

Çıraklar, bakmışlar ki kavgacıların arasına girmek mümkün değil. Kenardan, “Yapmayın, etmeyin,” demeye çalışırken esnaf bağırmış oradan:

“Ulan, seyre bakmayın, vurun, ayırın!”

Çıraklar, sormuş:

“Usta, hangisine vuralım?

Esnaf, kavga edenlere bakmış… Biri çuha şalvarlı, demek ki varlıklı… Öteki aba giyimli, demek ki yoksul… Başını belaya sokmamak için:

“Vurun işte, abalıya vurun, abalıya” diye seslenmiş.

6  ŞUBAT ÇARŞAMBA    (81.)

 

TUZLUYA MÂL OLMAK DEYİMİNİN HİKAYESİ

Köy köy dolaşıp bakır tencere satan bir bakırcının yolu bir gün bir yörük obasına dü­şer. Yörüklerden Ahmet, bir tencere alıp karısına götürür. Karısı tencereyi çok beğenir.

“Çok iyi yapmışsın almakla ama,” der, “sordun mu, bu tencereyle yemek yaparken içine ne kadar tuz atacağız?” “Yoo, sormadım.”

“0 zaman hemen bakırcıyı bul, sor, öğren de gel!” Yörük Ahmet, hemen tencereyi aldığı ba­kırcıya koşar ama bulamaz yerinde.

“Nereye gitti?” diye sorar. “Köy köy dolaşır, yakın köylere bir bakıver,” derler.

Yörük Ahmet, başlar köy köy dolaşıp ba­kırcıyı sormaya. İkinci günün sonunda bir köyde yakalar onu,

“Senden bir tencere almıştım ya; yemek yapılırken o tencereye ne kadar tuz konula­cak, onu soracaktım?” der.

“Yarım avuç,” diye cevap verir bakırcı. Yörük Ahmet unutmamak için:

“Yarım avuç, yarım avuç,” diye yüksek sesle tekrarlayarak dö­nüş yolunu tutar.

Tarlada ekin ekmekte olan bir köylü duyar bunu. Hemen önüne geçerek, çıkışır:

“Arkadaş, ne biçim konuşma bu böyle? Ektiğim ekinden yarım avuç kazanmamı mı istiyorsun sen? Yarım avuç denir mi, bereketli olsun, bereketli olsun diyeceksin!”

Diyeceksin, demeyeceksin derken bir kavga kopar. Öfkeli köy­lünün elinden zor kurtulur Yörük Ahmet.

Yola devam ederken ne diyordum ben diye düşünür… Aklında, en son öfkeli köylünün söyledikleri kalmıştır. “Bereketli olsun, bere­ketli olsun!” diyerek yürümesini sürdürür.

Bir süre sonra yolu bir köyün içinden geçer. O sırada köylüler cenazeden dönmektedir. Yörük Ahmet’in, “Bereketli olsun, bere­ketli olsun!” diyerek ilerlediğini görünce üstüne yürüyerek:

“Arkadaş ne biçim konuşuyorsun sen? Bereketli olsun denir mi?” diye çıkışırlar.

“Ya ne denir?”

“Başınız sağ olsun, başınız sağ olsun diyeceksin!”

Diyeceksin, demeyeceksin derken çıkan kavgadan kendini zor kurtaran Yörük Ahmet, tekrar yola düşer. ‘

Ben ne diyordum, diye düşünür… Aklında en son, “Başınız sağ olsun!” kalmıştır.

“Başınız sağ olsun… Başınız sağ olsun…” diyerek yoluna de­vam eder.

Yolda bir düğün alayıyla karşılaşır. Selam verdikten sonra, “Ba­şınız sağ olsun, başınız sağ olsun,” diye kendi kendine konuşma­sını sürdürünce bu kez düğün sahipleri fena öfkelenir:

“Sen ne demek istiyorsun arkadaş? Böyle bir zamanda başınız sağ olsun diyerek yürünür mü?”

“Ya nasıl yürünür?”

“Türkü söyleyerek yürünür, türkü söyleyerek!”

Yürünürdü yürünmezdi derken bir kavga… Yörük Ahmet, zor kaçıp kurtulur ellerinden.

“Türkü söyleyerek, türkü söyleyerek,” diye yüksek sesle tek­rarlayarak yola devam ederken birden karşısına eli silahlı bir adam çıkmasın mı?

“Kardeşim sen ne yapıyorsun? Bütün kuşları kaçırttın, biz şimdi ne avlayacağız, böyle yürünür mü?” diye bağırıp çağırır adam.

“Ya nasıl yürünür?”

“Sessizce yürüyeceksin. Ayaklarının ucuna basa basa!”

Kavga çıkmasını istemeyen Yörük Ahmet:

“Tamam,” der, “öyle olsun!”

Ayaklarının ucuna basa basa sessizce oradan uzaklaşıp akşam karanlığında obasına varır. Tam kendi çadırına yöneldiği anda, bir­takım adamlar, birden üstüne atlayıp, “Yakaladık hırsızı, yakaladık hırsızı!” diye bağırıp tekme tokat girişmesinler mi?

“Aman, ben Yörük Ahmet’im!” diye kendini tanıtıncaya kadar epey dayak yer Yörük Ahmet.

Onu yerden kaldırıp üstünü başını düzelten adamlar:

“Kusura bakma,” derler, “dün gece obamıza hırsız girdi. Biz de bu gece saklanıp onun yeniden gelmesini bekledik. Sen de sessiz­ce, ayakucuna basa basa yaklaşınca, o hırsız sandık.”

Olan bitenden sersemlemiş olan Yörük Ahmet, çadırının kapı­sını açıp girerken başını direğe çarpar. Gürültüden onun geldiğini anlayan karısı, karşılamaya çıkıp:

“Ne oldu, buldun mu bakırcıyı?” diye sorar.

“Buldum, buldum,” der Yörük Ahmet.

“Öğrendin mi, ne kadar tuz konacakmış?”

Tuz lafını duyunca kendini olduğu yere bırakan Yörük Ahmet, “Öğrendim ama bu iş bize tuzluya mal oldu hanım!” der.

 

 

7 ŞUBAT PERŞEMBE   (82.)

 

 

TABANLARI KALDIRMAK DEYİMİNİN HİKÂYESİ

Yağmurlu bir gün… Hoca oturmuş pence­renin önüne, yağmurdan kaçışanları seyret­mektedir.Birden, bunların arasında bir arkadaşını görür. Açar pencereyi, ona seslenerek:

“Yahu, insan Allah’ın rahmetinden kaçar mı?” diye sorar.

Adam, Hoca’nın diline düşmemek için ya­vaşlatır adımlarını; bir güzel ıslanır tabii.

Birkaç gün geçer aradan… Hoca, çarşıdan eve dönerken müthiş bir yağmur bastırmasın mı? Başlar koşarak kaçmaya…

Yolu da, aksi gibi, arkadaşının evinin önün­den geçmiyor mu? Arkadaşı, onu böyle yağ­murdan kaçarken görünce açar pencereyi:

“Hoca, Hoca! Bakıyorum ayakların yere basmıyor; insan Allah’ın rahmetinden kaçar mı, ha?” diye sorar. Koşmasına devam eden Hoca, yetiştirir cevabı: “Dostum ben kaçmıyorum, Allah’ın rah­metine basmayayım diye tabanları kaldırıyo­rum, tabanları!”

 

 

 

 

 

8  ŞUBAT CUMA   (83.)

 

SUYUNUN SUYU DEYİMİNİN ÖYKÜSÜ

 

Hoca’ya bir gün, bir misafir gelir, elinde bir tavşan… Tavşan için teşekkür eder Hoca; yedirir, içirir, en güzel şekilde ağırladıktan sonra gön­derir konuğunu.

Bir hafta geçer aradan, başkası dikilir kar­şısına:

“Hocam beni bilir misin?”

Hoca, baştan ayağa süzer adamı:

“Yok,” der, “bilemedim.”

“Ben, sana tavşan getiren adamın akraba- sıyım!”

Hoca, içeri buyur eder adamı. Yedirip içi­rir, güzelce ağırlayıp gönderir. Bir hafta sonra… Bir başkası çalar Hoca’nın kapısını:

“Hocam, beni bilir misin?”

Hoca, iyiden iyiye süzer adamı:

“Yok, bilemedim,” der.

“Ben sana tavşan getiren adamın komşu köyündenim!”

Hoca, onu da buyur eder içeri. Hemen sofrayı kurup bir tas su bırakır adamın önüne.

Adam, şaşkın:

“Hocam, bu nedir?

Hoca, ciddi:

“Bu, tavşan çorbasının suyunun suyu!’ der. “Afiyet olsun!

 

 

 

11 ŞUBAT PAZARTESİ   (84.)

 

 

TADINI KAÇIRMAK DEYİMİNİN HİKAYESİ

Adam, yıllardan sonra, bir iş için köyden şehre inmişti. Manavın birinde, ilk kez gördü­ğü bir meyve ilgisini çekti. Ne olduğunu sordu manava.

“İncir,” dedi manav, “tadına bir bak baka­lım, beğenecek misin?”

Hayatında ilk kez incir yiyen adam:

“Çok güzelmiş,” dedi. İki kilo incir alarak döndü köyüne.

Aylar sonra, adam, bir iş için yeniden şeh­re inmek zorunda kalınca ilk işi manava uğ­ramak oldu. Tadını çok beğendiği o meyveyi tezgâhta göremeyince:

“Şey var mı?” diye sordu.

“Ne?”Adam, bakışlarını yeniden dolaştırdı tez­gâh üzerinde. Meyvenin kendini göremediği gibj, adı da aklına gelmiyordu. “En iyisi tarif edeyim,” diye düşündü.

“Dışı deri, içi darı Sapı ince, karnı iri Sanırsın bal tıkmış arı Varsa ondan uzat beri!” dedi manava.

Manav biraz düşündü, bu tarifi patlıcana benzetti. Bir kilo patlı­can tartıp verdi.

Adam, patlıcanları, daha önce yediği meyveye pek benzete­medi ama, “Ben görmeyeli, daha da büyümüşler demek ki,” diye düşündü.

Tadına bakmak için patlıcanlardan birini iştahla ısırdı. Isırmasıy­la yüzünü buruşturması, ağzındakileri tükürmesi bir oldu. Aman, ne tatsız tuzsuz bir şeydi bu böyle!

Patlıcanları geri uzatarak:

“Kusura bakma ama hemşerim,” dedi, “sen bunların boylarını fazla uzatıp tadını kaçırmışsın, tamam mı?”

 

12  ŞUBAT SALI  (85.)

 

SURATI SİRKE SATMAK DEYİMİNİN HİKÂYESİ

Mahallenin tek bakkalı vardı. Rafları düzenli, yerleri temiz, içi aydınlık, geniş, rahat bir bakkaldı. Ürün çeşitliliği açısından da beklenmedik ölçüde zengindi. Ay­rıca çok özel, çok değerli ürünler de getirirdi. Deli bal söz gelimi… Piyasada çok bulunma­yan bu balı, bakkalın rafında her zaman bul­mak mümkündü.

Mahallelinin bir tek sıkıntısı vardı bakkalla ilgili: O da bakkalın kendisiydi. Yüzü gülmez­di bakkalın. Sohbet etmez, hal hatır sormazdı. Suratı asık, ne istediğini sorardı hep.

Gel zaman git zaman, mahalleye ikinci bir bakkal açıldı.

O da temizdi, düzenliydi ama küçüktü, ardı biraz. Ürün çeşidi azdı sonra. Özel bir alı da yoktu, sattığı.

Yeni bakkal açılması, eski bakkal sahibi rahatsız etmedi önceleri. Her zamanki asık suratıyla:

“Tutunamaz karşımda,” diyordu, soran olursa.

Yanıldığını fark etmesi çok sürmedi ama…

Bazı müşterilerinin eskisi kadar gelip gitmediklerini fark edince canı sıkıldı:

“Her ihtiyaçlarını ayaklarına kadar getiriyorum, daha ne istiyorlar, anlamadım ki?” diye yakınmaya başladı.

Giderek artan bu yakınmalarından birinde, mahallenin ileri ge­len yaşlılarından birinin önüne, özel bal kutusunu koyarak:

“Onlar için her şeyin en iyisini bulup getiriyorum, daha ne isti­yorlar, anlamadım ki,” dedi.

Başını sallayan yaşlı amca:

“Evlat, darılmaca, gücenmece yok… Balın en iyisini satıyorsun, onda haklısın amma…” dedi, durdu.

Bakkalın asık suratını yukarıdan aşağıya gözden geçirdikten sonra, kendisi dışında herkesin bildiği gerçeği söyledi ona: “Suratın sirke satıyor!”

 

 

13  ŞUBAT ÇARŞAMBA  (86.)

 

SIRTI YERE GELMEMEK DEYİMİNİN HİKAYESİ

Eski bir pehlivan, kendisine getirilen iki kardeşi gerçekten yetenekli gördü ve onları pehlivan olarak yetiştirmeye başladı. Güreşmeleri için meydanlara bırakmadan önce:

“Beni iyi dinleyin, size son olarak bir şey öğreteceğim,” dedi. “Hiçbir şekilde birbirinizle güreşmeyeceksiniz, tamam mı? Sizi, birbirinizle güreştirmek için çok uğraşacaklar, usta sözü dinlerseniz sakın yapmayın bunu.”

Söz verdi iki kardeş. Düğünlerde, bayramlarda kispet giyip çık­tılar meydana, yenmedik rakip bırakmadılar.

Bütün gözler onlara çevrilmişti. “Sıra gel­di, birbirinizle güreş tutmaya,” deniyor, ortaya çok büyük ödüller konuyordu. Böyle anlarda, ustalarının sözünü hatırlıyordu iki kardeş, gü- lümsemekle yetiniyorlardı.

Herkes onlardan, “Yenilmez kardeşler” diye söz ediyordu. Gün geldi, kardeşlerin büyüğü, bir kaza oldu, yenildi.

“Yenilmez kardeşler” bitti o gün. Gözler, sadece küçük kardeşteydi artık. “Sırtı yere gelmeyen adam” diye söz ediliyordu ondan.

Büyük kardeşin ağırına gitti bu durum. Çok içerledi. “Sırtı yere gelmeyeni yenersem eski günlerime dönebilirim,” diye düşünmeye başladı.

Bir düğünde, gözünü karartıp:

“Gel beraber güreş tutalım,” dedi kardeşine.

Çok şaşırdı küçük kardeş. Ustaya verdikleri sözü hatırlattı, duy­mamış gibi yaptı.

Ama kardeşiyle güreşmeyi ve onu yenmeyi kafaya koymuştu büyük kardeş. Sonraki birkaç düğünde de tekrarladı önerisini. Yine olmaz cevabını alınca korkaklıkla, kendisinden korkmakla suçladı onu.

Bu kadar üstüne gelinince dayanamadı küçük kardeş:

“Peki,” dedi, “kim kimin sırtını yere getirirse darılmaca yok!” Evlerde, kahvelerde, meydanlarda günlerce yeniden iki kardeş konuşuldu. Kimin ikna ettiği bilinmiyordu ama güreşeceklerdi so­nunda. Çevredeki yakın, uzak tüm kasaba ve köyler güreş meyda­nına aktı o gün.

Güreşe durgun başladı küçük kardeş. Pek üstüne varmadı abi­sinin. Abi ise tam tersi, acelesi var gibiydi. Hızla üstüne gidip oyun­dan oyuna geçerek üstünlük kurmaya çalışıyordu.

Saatler sonra, büyük olan, öyle bir oyun kurdu ki nefesler tutul­du… Küçük kardeş, kendini bir anda havada buldu. Oyunun sonu, sırtının yere gelmesine kadar gidebilirdi. Hızla ters dönerek kendisi ayakları üstüne düşerken abisinin ayaklarını da yerden kesti. Son anda künde kurarak, sırtının yere gelmesini önledi büyük kardeş ama küçük kardeşin altında kalmaktan kurtulamadı.

Küçük kardeş bütün gücüyle yüklenince sırtının yere gelmek üzere olduğunu anlayan, bundan kurtulamayacağını gören büyük kardeş:

“Pes,” dedi soluk soluğa, “yapma, sırtım yere gelmesini”Güreşi orada bıraktı.

 

14  ŞUBAT PERŞEMBE  (87.)

 

SARPA SARMAK DEYİMİNİN HİKAYESİ

 

Hızır Bey, Bursa’nın yetiştirdiği ünlü bil ginlerdendir. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’a kadı olarak ilk onu atamıştı. Bir sohbette konu kadılardan açıldığı za­man dostlarından biri:

“Hızır Bey, davacı ya da davalıdan her­hangi biri yüksek makamdan bir kimse olur­sa, kadı efendinin karar vermesi çok güç olur değil mi?” diye sordu.

Hızır Bey güldü:

“O, o kadar zor değil; yüksek makamlıdan yana karar verirsin, olur biter,” dedi.

Biraz düşündükten sonra:

“Daha güç olanı,” diye devam etti. “Hem davalı hem davacı, dediğin gibi yüksek ma­kamdan olursa kadı efendinin durumunu sen düşün artık!”

O ana kadar, konuşulanları dinlemekle ye­tinen konuklardan biri, düşünmüş olmalı ki yerinden hafifçe doğrularak lafa karıştı:

“İşte, o zaman işler sarpa sarar!”

 

 

 

 

15  ŞUBAT CUMA  (88.)

 

 

SARI ÇİZMELİ MEHMET AĞA DEYİMİNİN HİKAYESİ

İzmir’in beylerinden biri, sabah erken kâhyasını çağırttı.

“Aydınlı Mehmet Ağa gelecek bugün bizi ziyarete. Treni öğleye doğru gelmiş olur. Onu istasyonda karşılayıp buraya getir,” dedi.

Kâhya, “Emrin olur beyim,” dedikten son­ra tam kapıdan çıkıyordu ki dönüp sordu: “Kusura kalma ama beyim, Aydınlı Meh­met Ağa’yı ben daha önce gördüm mü?” “Yok, nereden göreceksin?”

“Nasıl tanıyacağım o zaman?”

“Onu tanımayacak ne var canım? Uzun boylu, orta yaşlı, efe bıyıklı, sarı çizmeli Meh­met Ağa, görür görmez tanırsın.”

Faytona atladı kâhya, istasyona koştu.

Tren gelince inen yolculara dikkatle bakmaya başladı. İnenlerin çoğu uzun boylu, efe bıyıklı ve sarı çizmeliydi. Sarı çizme o günler­de çok modaydı çünkü.

O muydu, bu muydu derken, istasyon yavaş yavaş boşalmaya başlayınca telaşa kapıldı kâhya.

Madem tarife göre tanımak mümkün değil, gelen misafiri, adıy­la çağırayım o zaman, diye düşündü. Başladı bağırmaya:

“Sarı Çizmeli Mehmet Ağa! Aydın’dan gelen Sarı Çizmeli Meh­met Ağa!”

Yolcuların tuhafına gitmişti bu sesleniş. Bıyık altından gülerek birbirlerine fısıltıyla bir şeyler söylüyorlardı.

Bu fısıldayanlardan biri ötekine:

“Bu adam kimi arıyor acaba?” diye soruyordu.

Öteki de gülerek:

“Kimi olacak?” diyordu, “Sarı Çizmeli Mehmet Ağa’yı arıyor!”

Kâhya, aradığı kişiyi buldu mu bilinmez ama “Sarı Çizmeli Meh­met Ağa” deyim olup bugünlere kadar geldi.

 

 

18  ŞUBAT P.TESİ  (89.)

 

 

O KADARCIK KUSUR KADI KIZINDA DA BULUNUR

 

Genç ve yakışıklı bir adam, bir ayağı topal, bir gözü kör ve ayrıca kambur bir kızla evlenmiş.

Bir gün yolda karşılaştığı bir arkadaşı merakla sormuş:

– Neden topal bir kız ile evlendin?

Genç: “Sokakta gereksiz yere dolaşmasın, bir de kavga ederek beni kovalamasın diye” cevap vermiş

Arkadaş: “Ya gözünün birinin kör olmasına ne diyeceksin”

Genç: “Tek gözü ile kusurlarımın yarısını görsün.”

Arkadaş: “Tamam. Peki kambur olması?”

Genç biraz da kızarak arkadaşına:

“Be kardeşim sen de amma uzattın! “Bu (O) kadarcık kusur kadı kızında da bulunur”

 

 

 

 

19  ŞUBAT SALI   (90.)

 

ÇALIM SATMAK

 

Zengin tüccarlardan birisi ölür; geriye haylaz, beceriksiz bir oğlu kalır. Babasından ne kaldıysa, az zamanda yer bitirir. Yaz kış demez, üstüne kıymetli bir kürk giyerek, içinde hiçbir mal kalmamış olan ma­ğazasına gelir, otururmuş.

Oğlunu evlendirecek olan bir köylü, alış veriş için şehre iner. Aradıklarından bazılarını bulamaz. Bu ma­ğazanın önüne gelir. Bakar ki, içeride bir adam çalımlı çalımlı dolaşıyor. Oradan geçenlerden birisine:

“Bu kürklü adam ne satıyor?” diye sorar.

“Ne satacak, çalım satıyor!” der.

************

Bu deyim, başkalarına karşı “hava atmak, gösteriş yapmak” mânâsında kullanılır.

 

 

 

 

20 ŞUBAT ÇARŞAMBA   (91.)

 

 

Eskiden, memleketin birinde küçük bir kız vardı. Anne ve babasıyla birlikte, mutlu bir şe­kilde yaşayıp gidiyorlardı.

Nasıl oldu, kimse bilmiyor; birden şansı döndü küçük kızın.

Arka arkaya büyük talihsizlikler yaşadı: Önce babasını, hemen arkasından annesini kaybetti.

Tek yakını kalmıştı hayatta: para delisi am­cası!

Aklı fikri mirasta olan amca, kızın yaşının küçük olmasından yararlanıp hemen kendini vasi tayin ettirdi.

Kızı da yanına aldırıp hizmetçi gibi kullan­maya başladı. Yengesi bir yandan, kuzenleri bir yandan kızı itip kakıyor, olmadık eziyetler ediyorlardı.

Yavrucak her gece yatağına gözyaşları içinde giriyor, hıçkırıklara boğuluyordu. Şu dünyada derdimi açabileceğim, dertleşebile­ceğim kimse yok, diye kahroluyordu.

Bir gece yine, başını yastığa koyduğunda, ağlaya ağlaya uyuyakalmıştı.

Rüyasında aksakallı, güler yüzlü bir ihtiyarla karşılaştı.

“Benim adım Eyüp Sultan,” diye tanıttı ihtiyar kendini. Şaşkınlık içinde bakan küçük kızın sırtını sıvazlayarak:

“Sabır kızım, sabır,” dedi.

Yeşil bir çanak uzatarak:

“Al bu çanağı, iyi bir yerde sakla,” dedi küçük kıza. “Onlar sana ne kadar kötü davranırsa davransın, sen ‘ya sabır!’ çek. Ağladığın zaman gözyaşlarını bu çanakta biriktir. Çanak dolup taştığı gün, inşallah senin de çilen bitecek!”

Kızcağız heyecan içinde uyandı. Güler yüzlü ihtiyar yoktu ya­nında ama yeşil çanak başucunda durmaktaydı. Hemen alıp sakla­dı onu. Gördüğü rüyadan da kimseciklere söz etmedi.

Ötekilerse eziyetlerini günden güne artırıyor, kızı yıldırmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Ağlayarak yatağa girdiği her gece, küçük kızın aklına Eyüp Sultan’ın söyledikleri geliyor, sakladığı yer­den çanağı çıkarıp gözyaşlarını içine akıtıyordu.

Haftalar sonra bir gün, çanağın taşmak üzere olduğunu gördü küçük kız. Çok heyecanlandı. Çilesi bitecek miydi yoksa sonunda? Eyüp Sultan’ın söylediği gerçekleşecek miydi? Gözünden süzülen bir iki damla yaş, o gece, sabır çanağını taşırınca sabaha kadar uyuyamadı.

Gün doğmadan, kendisine oda diye verilen delikten dışarı fır­ladığında şaşırıp kaldı: Amcası, yengesi ve kuzenleri ayaktaydı. Üç tane de büyük çanta duruyordu önlerinde. Amca, onu görünce her zamanki sert sesiyle:

“Biz seyahate çıkıyoruz, bir ay yokuz,” dedi.

Sonra kulağını çekerek:

“Eve göz kulak ol; geldiğimizde her şeyi bıraktığımız gibi bula­cağız, tamam mı? Yoksa başına gelecekleri, sen daha iyi bilirsin?”

Küçük kız sevindiğini belli etmeden, başını sallayarak cevap verdi. Bir ay eziyet görmeyecek, rahat edecekti hiç değilse.

Aksakallı ihtiyarın dediği bu muydu acaba? Ama o, “Çilen bi­tecek,” demişti. Bir ay için mi söylemişti bunu? Neyse, bir aya bile razıydı o… Yalnız geçireceği günlerin keyfini çıkarmaya başladı.

On gün sonra kapı çaldığında yüreği hop etti küçük kızın. Am-

çaları, erken dönmüş olmasındı sakın? Bundan kötü haber olamaz­dı doğrusu. Korka korka kapıyı açtığında karşısında postacıyı gö­rünce, derin bir soluk aldı.

“Bu telgraf size küçükhanım.”

Küçük kız, telgrafı açıp hızla okuyunca ne yapacağını, ne diye­ceğini bilemedi: Amcalarının bindiği gemi batmış; kazada kimse kurtulamamıştı.

Aksakallı ihtiyarın dediği çıkmış, küçük kızın çilesi bitmişti so­nunda. Amcasının mirası da ona kalmıştı üstelik.

 

21  ŞUBAT PERŞEMBE  (92.)

 

PÜF NOKTASI DEYİMİNİN HİKAYESİ

Bir cam ustasıyla çırağının öyküsüdür bu… Zeki, cana yakın, çalışkandı çırak. Her sa­bah erkenden dükkânı açar, ustası gelinceye kadar bütün hazırlıkları tamamlardı. Ustası gelince onu saygıyla dinler, bilgisini artırmak için bütün dikkatini ona verirdi.Cam ustası da işini ciddiye alan çırağını sever; camcılığın tüm inceliklerini öğretmeye çalışırdı ona.

Gel zaman, git zaman… Küçük çırak, “Ben artık usta oldum,” diye düşünmeye başladı. Düşünmekle kalmadı, bilmiş tavırlar takınarak usta olduğunu göstermeye çalıştı.

Usta, ondaki bu değişikliği gördü ama görmemiş gibi davrandı.Ustanın kendini anlamadığını sanan kü­çük çırak, bir gün, yemek sırasında niyetini açıkça söyledi;

“Ustam, ben artık kendi dükkânımı açsam diyorum…”

Usta, küçük çırağına gözucuyla şöyle bir baktı;

“Yemeğini ye!”

Bir ay geçti aradan… Küçük çırak, zamanını kollayıp konuyu bir kere daha açmaya çalıştı:

“Söylemiştim ya ustam… Hani ben, artık…”

Kaşları çatıldı ustanın:

“Olmaz!” dedi.

“Niye ustam?”

“Çünkü daha olmadın.”

“Oldum ustam… Sayenizde!”

Usta, bakışlarını çırağının üstünde dolaştırdı.

“Peki,” dedi, “madem öyle diyorsun, görelim bir… Bugün ta­bakları fırından sen çıkar!”

Gözleri parladı küçük çırağın, kalp atışları hızlandı. Ustasının, tabakları fırından çıkarışını kaç kere izlemişti. Saniye saniye kaydet­mişti aklına. Aynısını yapacağından hiç kuşkusu yoktu.

Geçti fırının karşısına… Demir mengeneyi kızgın fırının içine dik­katle uzatıp pişen tabaklardan birini tutup kaldırdı. Kor gibi sıcak tabağı yavaşça fırının dışına aldı. Havada döndürüp fırının hemen önündeki mermerin üzerine dikkatle bıraktı. Sıcak tabak, mermere değer değmez, “ÇIITT!” dedi, çatladı.

Küçük çırak, kıpkırmızı oldu. Utanarak başını önüne eğdi.

Cam ustası, “Devam et,” dedi.

Küçük çırak hemen toparlandı. Bu kez başaracaktı.

Demir mengeneyi yeniden uzattı fırına. Nazikçe tuttuğu tabağı çekip çıkardı. Havada dikkatle döndürdü. Soluğunu tutup kızgın tabağı yavaşça mermerin üstüne bıraktı. “ÇITTT!” Tabak çatladı. Eliyle alnına vurdu küçük çırak. Yüzünü kapattı.

“Gözünü aç,” dedi usta. “Gözünü aç da beni dikkatle izle!” Fırının başına usta geçti. Mengeneyi fırının içine uzatıp tabağı tuttu ve dışarı çıkardı. Havada yavaşça döndürdükten sonra ağız hizasına doğru yaklaştırdı… Ve “PÜFF!” diye üfledi.

Sonra da tabağı yavaşça mermerin üstüne bıraktı.

Tabak mermerin üstünde bütün ışıltısıyla parlıyordu.

Cam ustası, küçük çırağına döndü o zaman:

“İşte oğul,” dedi, “bizim zanaatın püf noktası da budur!”

 

 

 

22  ŞUBAT CUMA (93.)

 

ÖKÜZ ÖLDÜ ORTAKLIK BOZULDU DEYİMİNİN HİKAYESİ

Yoksuldu. On dönüm toprağı, bir çift öküzü vardı. Öküzlerinden yaşlı olanı, bir gün ölüverdi. Yoksul köylü, ağanın kapısını çaldı.

“Ne olur ağam, bana bir öküz,” dedi. “Za­ten bir elin parmağı kadar tarlam var. Onları da sürüp ekemezsem çoluk çocuk ölürüz aç­lıktan… Bana bir ağalık yap, bir öküz ver.”

Ağa, “Tamam,” dedi, “ama şartlarım var.” Yoksul köylü sevinsin mi üzülsün mü bile­medi. Kaygıyla baktı ağaya.

“Benim malım kıymetlidir. Kaç para der­sem itiraz yok,” dedi ağa. “Borcunu ödeyin- ceye kadar sana vereceğim hayvan ikimizin ortak malı olacak. Ayrıca yirmi dönüm topra­ğımı da bedava süreceksin, her yıl.”

Yoksul köylü, çaresiz:

“Sen nasıl istersen ağam,” dedi.

Ağa, zayıf, yaşlı bir öküzü çıkarıp verdi yoksul köylüye. Yoksul köylü, yaşlı öküzü alıp koştu ötekinin yanına.

Öküzler çift olunca On dönüm tarlayı sür­mek bir şey değildi. Onu düşündüren, ağaya söz verdiği yirmi dönümdü. O çalışmaktan

korkmazdı ama ağanın verdiği yaşlı öküz dayanabilir miydi buna? Çok sürmedi. İkinci yılın sonunda ölüverdi yaşlı öküz.

Öküz ölmüştü ama ağa, hiçbir şey olmamış gibi iş buyurmaya devam ediyordu. Köylü, ses çıkarmadı önce. Her denileni yaptı. Ama baktı ki ağanın bedava yaptırdığı işlerin sonu gelmiyor: “Ağam,” dedi yoksul köylü, “öküz öldü, ortaklık bozuldu biliyor­sun!”

 

 

 

25  ŞUBAT P.TESİ (94.)

 

ÖKÜZ ALTINDA BUZAĞI ARAMAK DEYİMİNİN HİKAYESİ

Dönüm dönüm toprakları, sürüyle inekleri ve koyunları vardı Kenan Ağa’nın.

Toprakları ekip dikmeye zor yetişiyordu. Sürülerin bakımını bir bedel karşılığında köy­lülere verdi.

Her şey yolunda giderken hayvanların yavrulama mevsimi gelince uykuları kaçmaya başladı Kenan Ağa’nın. Yavruların, özellikle buzağıların ondan saklanabileceğinden kor­kuyordu. Gördüğü, bildiği bir şey yoktu ama korkuyordu işte.

Her akşam, kalemi defteri eline alıp inek­lerin bulunduğu ağıllara baskınlar yapmaya başladı. Yeni doğmuş buzağıları tek tek yazı­yordu deftere.Özellikle akşamları, ineklerin otlaktan ağıllarına geri döndüğü saatlerde yapıyordu bunu. Otlamaktan dönen inek, yavrusu varsa bağırarak yavrusunu aramaya başlardı.

Yine bir gün, akşam karanlığında, bir ağıla daldı Kenan Ağa. Kendini buyur eden besici köylüye bir selam verip otlamaktan yeni dö­nen ineklerin arasında dolaşmaya başladı. Birden durup:

“Hani bunun buzağısı?” diye sordu. Besici köylü, gözlerini kısarak ağanın önünde durduğu hayvanı görmeye çalıştı. Akşam karanlığı koyulaşmaya başladığı için tam da göremedi. Ağanın cevap beklediğini görünce:

“Buralarda olmalı ağam,” dedi. “Bütün buzağıları serbest bırak­tım, şimdi gelir, anasını bulur.”

Biraz bekleyen Kenan Ağa, buzağının gelmediğini görünce: “Buzağıyı benden sakladınız, değil mi?” diye çıkıştı. “Bir ışık getir bakayım, hangi inekmiş bir göreyim şunu!”

Adam, koşup bir lamba getirdi. Kenan Ağa, lambayı önündeki ineğe yaklaştırıp dikkatle bakar­ken, bir adım gerisinde duran bakıcı, önünde durdukları hayvanın küçük boynuzlarını fark etti. Biraz da sevinçle:

“Aman ağam, bu dana diye bağırdı. “Dananın altında buzağı aranır mı?”

 

 

 

 

 

26 ŞUBAT SALI  (95.)

 

MUMLA ARAMAK DEYİMİNİN HİKAYESİ

Şair Fitnat Hanım, Osmanlı döneminde yetişmiş ender kadın şairlerimizden biridir.

Çok zeki olmasıyla da tanınan Fitnat Ha­nım, Kapalıçarşı’da mum satan bir delikanlıya gönlünü kaptırır.Mum almak bahanesiyle sık sık delikanlı­nın çalıştığı dükkâna uğrar. Delikanlıyla soh­bet eder, ona ilgisini göstermeye çalışır. Deli­kanlının pek fark edemediği bu ilgi, çevrenin hemen dikkatini çeker.Kimse Fitnat Hanım’ın yüzüne karşı bir şey söyleyemezken arkasından konuşmalar baş­lar. Dedikodular şairin dostlarına kadar ulaşır. Buna üzülen dostlarından biri, Fitnat Hanım’ı uyarmak ve bu işten vazgeçirmek için kâğıda bir mısra yazıp delikanlıya götürür.

“Fitnat Hanım geldiğinde başkalarına du­yurmadan bu mısrayı ona oku,” der.

Delikanlı, Şair Fitnat Hanım’ın geldiğini görünce cebinden kâğıdı çıkarır, sadece onun duyabileceği bir sesle, yazılanı okur:

“Şem-i ruhuma (kızarmış yüzüme) dikkat ile bakma yanarsın!”

Delikanlıdan böyle bir şey beklemeyen Fitnat Hanım önce şaşırır; sonra kendini toparlayıp her zamanki hazırcevaplığıyla:

“Hattın (sakalın) gelecek, sen de beni mumla ararsın karşılığı­nı verir.

 

 

 

 

 

27 ŞUBAT ÇARŞAMBA  (96.)

 

LEB DEMEDEN LEBLEBİYİ ANLAMAK DEYİMİNİN HİKAYESİ

 

Zamanın birinde, sabırsız ve çokbilmiş bir öğrenci vardı.

Öğretmenlerini doğru dürüst dinlemez; sözlerini kesip araya girerek kendini göster­meye çalışırdı.Çokbilmiş öğrenci Farsçadan sınava girdi bir gün. Öğretmeninin ağzından çıkacak so­ruyu merakla beklerken yerinde duramıyordu.

Öğretmeni, bir süre düşünüp soruyu ka­fasında biçimlendirdikten sonra, Farsça “du­dak” anlamında, “Leb…” diyerek konuşmaya başlamıştı ki çokbilmiş öğrenci atıldı hemen:

“Leb… Leblebi sözcüğünün ilk hecesidir efendim!”

Soruyu tamamlayamayan Farsça öğret­meni onun bu aceleciliğine çok güldü:

“Maşallah, leb demeden leblebiyi anla­dın dedi ve ekledi “yine de lafın gerisini bekleseydin daha iyi olurdu. Çünkü akıllı olan gereğinde susmasını bilir.”

 

 

 

 

 

 

28 ŞUBAT PERŞEMBE  (97.)

 

KUYRUK ACISI DEYİMİNİN HİKAYESİ

Zamanın birinde, bir oduncu yaşardı.Bir gün ormanda, kör bir kuyunun yakının­da odun keserken çalılar arasından bir yılan çıkıverdi karşısına.

Oduncu, havaya kaldırdığı baltasını tam yılana indirmek üzereydi ki yılanın çizgi gibi gözlerinin kocaman açıldığını gördü.

O gözlerde yalvarırcasına bir bakış fark eden oduncu baltasını yavaşça yana indirdi.

Yılan, oduncudan bir tehlike gelmeyece­ğini anlayınca usul usul, kör kuyunun yanına kadar vardı. Orada yarı beline kadar dikeldi ve tıslayarak konuşmaya başladı:

“Tısss, insanoğlu, sen bana kıymadın tısss… Karşılıksız kalmayacak bu iyiliğin!”

Kör kuyuya girip kayboldu sonra. Oduncu şaşkın, bir rüya görüp görmediğini düşünür­ken yılan, kör kuyudan başını çıkardı yeniden. Ağzında pırıl pırıl parlayan bir altın vardı. Ağa­rak gelip altını oduncunun ayakucuna bırak­tıktan sonra:

“Bundan böyle ömür boyu tısss, sana her gün bir altın lira vereceğim!” dedi.

Yoksul oduncu, şaşkınlık ve sevinç içindedöndü köyüne. Altını bozdurup ekmek, yağ, et aldı. Evde bayram yaptı herkes. Yıllardan beri ilk kez karınları doydu. Yılanın daha sonra verdiği altınlarla da bakkala, fırına olan borçlar ödendi. Yeni giysiler, ayakkabılar alındı evdekilere.

Oduncunun hayatındaki bu değişim hemen dikkati çekti ama onun ne kadar dürüst ve çalışkan olduğunu bilenler, kötüye yor­madı bunu.

Bir gün ağır hastalandı oduncu. Ormana gidemez oldu. Oğlunu çağırdı yanına, sırrını anlatarak:

‘“Kör kuyunun başına git, yılana benim oğlum olduğunu söyle, o sana bir altın verecek, al, gel,” dedi.

“Babam sayıklıyor işte,” diye düşündü delikanlı. Yine de kırma­dı onu, ormanın yolunu tuttu.

Babasının söylediği kör kuyuyu buldu. Kuyunun karşı­sına oturup beklemeye başladı. Tam kalkıp gidecekken önce bir tısss sesi duydu, sonra da kuyudan çıkan yılanı gördü.

Babam haklıymış galiba, diye düşünen delikanlı he­men kendini tanıttı. Yılan, “Tısss!” dedi, dönüp kuyuya girdi. Geri döndüğünde ince, sivri dişlerinin arasında bir altın vardı. Gözleri fal taşı gibi açılan delikanlı, yılanın aya- kucuna bıraktığı altını aldıktan sonra, koşarak eve döndü.

Olayın şaşkınlığını üstünden ata­mayan delikanlı bütün geceyi uykusuz geçirdi. Yılan, altını kuyudan getirdiğine göre, o kuyu altın dolu olmalı diye düşündü. Kuyuya gi­rip bütün altınları almak varken yılanın her gün bir altın getirmesini niye bekleyecekti ki? Bunun için yapması gereken tek şey, yılanı ortadan kaldır-

Ertesi gün ormana elinde bir baltayla gitti. Altını ayakucuna bı­rakan yılan tam geri dönerken elindeki baltayı yılanın üstüne doğru indirdi. Bunu hiç beklemeyen yılan, son anda fark edip yana sıç­radı; kendini kurtardı ama kuyruğunu kurtaramadı. O acıyla dönüp delikanlıyı soktu.

Hasta yatağında oğlunu bekleyen baba, akşam olmasına rağ­men oğlan dönmeyince kaygılanmaya başladı. Bütün geceyi, “Nerde kaldı bu çocuk?” diye kıvranarak geçirdi. Sabah olunca kalktı sürüne sürüne. Bir eşeğe atlayıp ormandaki kör kuyunun başına vardı.

Oğlu, kuyunun hemen yanında cansız yatıyordu. “Ne oldu sana?” diye ağlayarak üzerine eğildiğinde hemen yanında yılanın kopmuş kuyruğunu gördü.

Anlamıştı her şeyi.“Ah, benim akılsız oğlum,” diye inledi.

“Tısss!”Başını kaldırdı. Yılan, kuyruğu kopuk, ileride, uzaktan ona ba­kıyordu.

“Oğlum yanlış yapmış olmalı!” diye mırıldandı oduncu.“Tısss,” dedi yılan.

Oduncu, çok hastalandığını, yerine oğlunu göndermek zorun­da kaldığını anlattı. Başını bir kayaya yaslayan yılan sessizce dinli­yordu onu. Bundan cesaret alan oduncu:

“Dost muyuz, yine eskisi gibi?” diye sordu.

Yılan başını kaldırıp kuyruğuna doğru çevirdi. Çatallı diliyle kuy­ruğunun kopan yerini yaladı. Oduncuya döndü sonra:

“Çok isterdim,” dedi, “ama sende bu evlat acısı, bende de bu kuyruk acısı varken biz artık dost olamayız!”

Döndü, ağarak kuyuya girdi, gözden kayboldu.

 

 

1  MART CUMA   (98.)

 

 

KULP TAKMAK DEYİMİNİN HİKAYESİ

 

Sivaslı Şair Nüzhet Efendi, bir gün, bir kahveye uğrayıp kahve söyledi kendine.Biraz sonra önüne getirilen kahveyi içmek için fincana elini uzattığında baktı, fincanın kulbu kırık.

Kahveciyi çağırıp fincanı işaret ederek:

“Sen bunu İstanbul’a götür,” dedi.

Kahveci, ne denmek istendiğini anlamadı.

“İstanbul’a götürüp de ne olacak?” diye sordu.

Lafını esirgemediği için “Deli” diye de anı­lan Şair Nüzhet:

“Orada her şeye bir kulp takarlar,” dedi. “Belki buna da bir kulp takan bulunur.”

 

 

4  MART PAZARTESİ  (99.)

 

KIRK YILLIK KÂNİ OLUR MU YANİ DEYİMİNİN HİKAYESİ

Şair Ebubekir Kâni, Tokat doğumludur.

Nükteli gazelleri, şiir ve yergileriyle dik­kati çekince Sadrazam Hekimoğlu Ali Paşa onu İstanbul’a çağırdı. Daha sonra Silistre Valiliği’ne divan kâtibi oldu, Bükreş’te yaşa­maya başladı.

Yaşı kırkı bulmuşken karşılaştığı bir Ro­men güzeline âşık oldu. Gözü ondan başkası­nı görmüyordu artık. Hiç zaman kaybetmeden evlenmek istedi kızla.Romen güzeli, ne evet dedi ne de hayır. Başını öne eğmekle yetindi.Ebubekir Kâni, anladı: Şorun kızın Hıristi­yan olmasıydı.

Hızlı düşünüp ona da bir çare üretti:“Müslüman ol!” dedi kıza.

Çok geçmeden, kızın ailesinden geldi ce­vap:“O Hıristiyan olsun… Hemen evlensinler!”

Olacak şey değildi. Güldü geçti Kâni…Ama olayların gelişimi pek gülünecek gibi değildi!İsteyeni çoktu güzel kızın. Acele etmezse sevdiğini kaybedecekti.İstemeye istemeye de olsa verdi kararını: Elini bir defa alnına, sonra omuzlarına götürerek, Hıristiyan oldu Ebubekir Kâni.Sevdiğine de kavuştu.

Tez zamanda yayıldı haber. Çok geçmeden de İstanbul, “Dön!” çağrısı yaptı Ebubekir Kâni’ye.Karşısına çıktığında çok öfkeliydi sadrazam:“Söyle bakalım gavur Kâni, nasıl yaptın böyle bir şeyi?” diye gürledi.

Saygıyla eğildi Kâni:“Durum anlatıldığı gibi değil efendim,” diyerek başladı söze. “Gönül bir aşka düştü, baktık başka çare yok, kızı başkasına ve­recekler. Şimdiye kadar hangi âşık, elini alnına ve omuzlarına gö­türdü diye sevdalısına kavuşmuştur? Benim yaptığım âşıkların işini kolaylaştırmaktan ibarettir efendim.”

Sözünü kesen sadrazam:

“Şöyle olmuş, böyle olmuş, sonunda Hıristiyansın işte!” diye bağırmaya devam edince Kâni, ellerini göğsünde birleştirdi:

“Efendim, siz de bilirsiniz,” dedi, “bir dini kabul ancak kalp ile onay, dil ile söylemekle mümkündür. Fakir, sadece dilinin ucuyla söyledi ama kalbi ile onaylamadı… Kırk yıllık Kâni, olur mu yani?”

 

 

5 MART SALI   (100.)

 

 

KIRK DEREDEN SU GETİRMEK DEYİMİNİN HİKAYESİ

 

Güzel kızdı Zeyno, köyün en güzel kızı! Bütün delikanlıların gözü ondaydı, gönlü ondan yanaydı. Sürekli yolunu gözlüyorlar, onunla konuşabilmek, bir çift söz edebilmek için fırsat kolluyorlardı.Zeyno, bir sabah su doldurmak için çeş­me başına vardı. Şansızlık ya bu, sıra tam ona geldiğinde çeşmenin suyu kesildi. Zeyno, “Ne yapacağım ben şimdi?” diye düşünüp, çevre­sine bakınırken, birden karşısına hayranların­dan Azmi çıktı. Delikanlı, onu ne yapacağını bilmez halde görünce:

“Ver kovayı, dereden doldurup getireyim sana!” dedi. Azmi’den çok hoşlanmazdı ama yardıma koşmasına da karşı çıkmadı. Çeşme başında, ellerinde boş kovayla bekleyen o kadar kız varken kendisinin seçilmesi gururunu okşa- mıştı. Uzattı kovayı:

“Madem öyle diyorsun, öyle olsun,” dedi.Azmi heyecanla dereye koştu; kovayı dol­durup aynı hızla döndü geriye. Kovayı önüne bırakırken gülümseyerek baktı Zeyno’ya. Ko­vadaki suya bakan Zeyno:

“Yok,” dedi, “bu su bulanık.”

Üzüldüğünü belli etmedi Azmi. Yeniden kaptı kovayı:“O zaman… öbür dereden doldurup getireyim sana!”

Koştu öbür dereye. En berrak yerinden doldurup suyu, döndü çeşme başına. Döndü ki Zeyno yoktu çeşme başında. Eve gitmişti. Kova elinde, eve koştu Azmi. Zeyno’nun gözü kovadaki suya kaydı yine.“Bu da bulanık,” dedi.

Alnındaki terleri sildi Azmi:

“O zaman, dağdaki ırmaktan doldurup getireyim sana.”

“Getir bakalım.”Delikanlı koştu dağa.Tam o sırada, çeşmenin suyu da yeniden akmaya başlamasın mı?Bir başka delikanlı, Murat, hemen koştu Zeyno’ya:

“Çeşme akmaya başladı, bir kova ver de doldurup getireyim sana,” dedi.Murat, çeşmeden doldurduğu suyu yetiştirdi Zeyno’ya. Zeyno da gülümseyerek teşekkür etti.Azmi, kaynaktan doldurduğu kovayı getirdiğinde soluk soluğaydı. Zeyno, bu kez, dönüp bakmadı suya.

“Murat biraz önce doldurup getirdi,” dedi.Azmi, şaşırdı:

“O, nereden doldurmuş ki?” diye sordu.

“Köyün çeşmesinden,” dedi Zeyno, “akmaya başlamış da!” İşte o an, hayalleri yıkıldı Azmi’nin. Zeyno’nun bu kadar ilgisiz davranması karşısında:

“Vay be,”dedi, “kırk dereden su getirdim, yine yaranamadım.”

 

 

 

6 MART ÇARŞAMBA   (101.)

 

KAŞ YAPAYIM DERKEN GÖZ ÇIKARMAK DEYİMİNİN ÖYKÜSÜ

Eskiden, çok eskiden… Henüz kuaförlerin bulunmadığı bir zamanda yaşanmış bu öykü…

Bir düğünde, kalemkâr kadın konağın sofasında, eğlenen davetliler arasında gelini dizinin dibine oturtup yüzünü süslemeye baş­lar. Saçlarına biçim verir, dudaklarını boyar, yanaklarına allık sürer ve sıra gelir kaşlarını yapmaya! Kalemkâr kadın önce cımbızla fazla tüyleri alır, kaşı boyayıp inceltir. Özel kalemiyle şekil vermeye başlar. Tam o sırada, ortada oyna­makta olan yengelerden birinin ayağı kayar. Düşerken havaya kalkan ayağı kalemkâr ka­dının dirseğine çarpmaz mı?

Bütün dikkati gelinin kaşlarında olan kalemkâr kadının ince, sert uçlu kalemi, bu çarpmanın etkisiyle kayıp gelinin gözüne sap­lanır.

Acı bir çığlık… Feryat, bağrış, çığrış; dü­ğün evi birden karışır.

Gelin, hemen bir doktora götürülür ama kalemkâr kadının da son işi olur bu. Çünkü o günden sonra, “Kaş yapayım derken göz çıka­ran” kadın olarak anılır hep.

 

Kalemkâr: Eskiden bayan kuaförü

 

 

 

7  MART  PERŞEMBE   (102.)

 

KABAK BAŞINA PATLAMAK DEYİMİNİN HİKAYESİ

 

Adamın, en büyük merakı evinin bahçe­sinde sebze ve çiçek yetiştirmekti. Sular, ça­palar, sabah akşam ilgilenirdi onlarla.

Akşamüstü oldu mu, bahçeye kondurdu­ğu küçük çardağa oturur, çiçekleri seyrederek çayını yudumlardı.

Bir gün çardağın kenarından bir asma ka­bağının yükselmeye başladığını gördü. Koca­man, koyu yeşil yapraklarıyla değişik bir hava­sı vardı asma kabağının. Bir ipe tutundurarak onu yukarıya doğru yönlendirdi. Asma kabağı zaten sarılgandır. Kısa zamanda çardağın üs­tüne çıktı.

Haftalar sonra asma kabağının havada sallanan kabaklarını seyrederken adamın ak­lına, balkabakları geldi. Yaprakları da, kabağı da daha büyüktü balkabağının. Yerde kol ata­rak büyüyen balkabaklarını da çardağa yönlendirse ne olurdu?Denemeden nasıl bilebilirim ki diye dü­şündü adam. Çardağın hemen kenarına bal­kabakları ekti. Büyüyüp yükselmeye başla­yınca gövdelerini çardağın tepesine doğru yönlendirdi.Bir süre sonra çardaktan balkabakları sarkmaya ve büyümeye başladı.

Keyfine diyecek yoktu adamın… Ta ki o çok rüzgârlı güne kadar. O akşamüstü, çardağa oturmuş keyif yapıyordu yine… Nereden çıktıysa sert bir rüzgâr esmeye başladı. Çardağın üstünde kabak­lar bir uçtan bir uca savruluyor, birbirleriyle tokuşuyordu. Derken o koca balkabâklarından biri kopup adamın başına düşmesin mi?Yarım saatte ancak toparlayabildi kendini. Onu, başını ovuştu­rurken gören dostlarından biri, “Hayrola, ne oldu?” diye sorunca:

“Ne olacak,” dedi adam, “kabak benim başıma patladı.”

 

 

8  MART CUMA  (103.)

 

 

 

EL İPİYLE KUYUYA İNİLMEZ DEYİMİNİN HİKÂYESİ

 

Evin bahçesindeki kuyuya bir koyun düş­müştü. Koyun korkuyla meleyerek suyun üs­tünde kalmaya çalışırken oradan kuyuya in­meye hazırlanan biri:

“Bana bir ip verin,” dedi Ev sahibi koşup bir ip getirdi.

Adam ipi tam beline doluyordu ki durup dikkatle ipe baktı. İpi, iki eliyle gerdi, çekti bir­kaç kere. Sonra da bir kenara atarak:

“Bu ipi Çürük Ali örmüş. Onun ipiyle kuyu­ya inilmez,” dedi.

Ünlü bir urgan esnafıydı Çürük Ali. İplerini, urganlarını çürük kendir ve keten liflerinden, dayanıksız iplerden örmesiyle tanınıyordu.

Hemen başka bir ip bulundu da adam kuyuya indi. İpi koyunun gövdesine dolayıp bağladı. Yukarı çektirerek kurtulmasını sağla­dı.

 

 

 

 

 

 

11  MART PAZARTESİ  (104.)

 

İFADESİNİ ALMAK DEYİMİNİN ÖYKÜSÜ

Bir gün mahkemeye bir sanık getirildi.Kadı, sordu sorguladı. Adamın verdiği ce­vaplardan, suçlu olduğu çok açıktı.Kadı tam kararını açıklayacakken adam:

“Aman Kadı Hazretleri, daha şahitleri din­lemediniz,” diyerek araya girdi.

Sonra da göz kırparak ekledi:

“Benim yüz tane şahidim var! İzin verirse­niz yarın getireyim, onları da dinledikten son­ra kararınızı verin.”

Kadı, işini bilen biriydi. Yüz şahit lafını du­yunca:

“Hay, hay dinleyelim,” dedi. “Kararımızı da ona göre veririz.”Adam, hemen gidip büyük bir baklava tepsisi hazırlattı. Her dilimin altına da bir altın koydu.Koydu ama tepsiyi kadıya nasıl ulaştı­racaktı? Kendi götürse olmaz; gören mören olurdu… Derken aklına, mahkemenin mübaşi­ri geldi. Kadı’nın evine onun baklava götürme­si kimseyi kuşkulandırmazdı.Tepsiyi koşturdu mübaşire. Baklava öyle güzel görünüyordu ki mübaşirin canı çekti. Kadı’nın evine girmeden önce, “Ağzım tatlansın,” diye düşündü. İki parmağının ucuyla dilimlerden birini kaldırdığın- da ne görsün? Çil çil bir altın!Baklava dilimini ağzına, altını da cebine attıktan sonra tepsiyi Kadı’ya teslim etti.

Ertesi gün, mahkeme açıldığında kadı:

“Efendi, senin şahitlerin dinledim, dinledim ama yüzünü değil, doksan dokuzunu dinledim,” dedikten sonra, “biri niye gelmedi?” diye sordu.Adam, şaşırdı:

“Ben tam tamına yüz şahit göndermiştim ama,” diye mübaşire bakınca mübaşir hemen lafa girerek:

“Kadı Hazretleri, şahitlerden biriyle ben sizin kapının önünde karşılaştım. İfadesini alıp gönderdim, siz merak buyurmayınız,” dedi.

 

12  MART SALI (105.)

 

HALEP ORADAYSA ARŞIN BURADA DEYİMİNİN ÖYKÜSÜ

Kendini övmeyi çok seven bir adamdı.

Hayatında bir kere Halep’e gitmişti. Övün­mek için her konuşmasına, “Ben Halep’tey­ken…” diye başlardı.Bir dost toplantısında, söz dönüp dolaşıp uzun atlamaya gelince adam atıldı yine:

“Ben Halep’teyken tam sekiz arşın atla­dım!”

Herkesin yüzünde alaycı bir gülümseme belirirken arkadaşlarından biri:

“Amma attın ha,” diye sözünü kesti. “Atla­ma dedikse o kadar da değil!”

Adam, yemin billah ederek, doğru söyle­diğinde ısrar edince:

“Yemin etmene gerek yok,” dedi arkadaşı. “Madem öyle, burada da atla, görelim. Halep oradaysa arşın burada

 

ARŞIN: Metre sisteminden önce kullanılan 68 cm’lik ölçü birimi.

 

 

 

13  MART ÇARŞAMBA  (106.)

 

 

 

GÖLGE ETMEK DEYİMİNİN ÖYKÜSÜ

Ünlü filozof Diyojen, mala mülke önem vermezdi. Bütün eşyası bir fıçı, bir değnek, bir torba ve bir su kabından ibaretti.Bir gün, bir çocuğun çeşme­den avucuyla su içtiğini görün­ce su kabını da fırlatıp attı. Yaz kış çıplak ayakla dolaşır, giysi olarak bir örtüye sarınırdı.Diyojen, bir gün fıçısının kenarında güneşlenirken üstüne bir gölge düştü. Bu, Anadolu’yu fethe çıkmış­ken ününü duyduğu için onu ziyarete gelen Bü­yük İskender’di.Diyojen’e bir isteği olup olmadığını sordu.Başını kaldırıp Bü­yük İskender’i süzen Diyojen şu cevabı ver­di:“Gölge etme yeter.”

 

 

 

 

 

14 MART PERŞEMBE  (107.)

 

ESKİ HAMAM ESKİ TAS DEYİMİNİN ÖYKÜSÜ

 

Edirne’de tarihi, büyük bir hamam vardı. Hamam çok haraptı. Kubbesi yarı çökmüş, duvarlarının çoğu yıkılmıştı.

Vakıf yöneticileri ölçtü, biçti; hamamı kul­lanılabilir hale getirmenin tek yolu olduğunu gördü: Yıkmak, yerine, eskisinin aynısını yap­mak!

İhale açıldı.Bir müteahhit en uygun fiyatı verip aldı işi.İşi aldıktan sonra hamamı yeniden gezen müteahhit, “Hamamın ayakta kalan yanlarını yıkmasam ne olur?” diye düşünmeye başladı. Çöken yerleri kaldıracak, yıkılan duvarları öre­cek, üstüne güzel de bir sıva çekti mi, hamam yeni yapılmış gibi görünecekti.

Yepyeni sıvanın altında, hangi duvarın yı­kıldığını, hangisinin yapıldığını kim fark ede­cekti ki?

Böylece maliyeti epey düşürecek, kazan­cını yükseltecekti.

İşi tamamlayıp vakıf yöneticilerine haber gönderdiğinde pırıl pırıl, yepyeni görünüyor­du hamam.

“Buyurun anahtarı,” dedi.

Vakıf yöneticileri yanlarında bir ustayla gelmişlerdi.

“Anahtarı almadan önce ustamız son kere bir baksın, kontrol etsin,” dediler.

Usta, hamamı gezdi, dolaştı. Dönüp geldiğinde yüzü asıktı:

“Biz bu anahtarı teslim alamayız,” dedi.

Müteahhit anlamaz görünerek:

“Niye?” diye sordu.

“Sözleşmeye uygun değil. Yıkılıp yeniden yapılmamış bu ha­mam.”

Müteahhit kabul etmedi bunu. Böyle bir şeyin mümkün olama­yacağını saydı, döktü, anlattı. Bunun üzerine usta, bir yanlışlık ol­maması için hamamı bir kere daha gezdi. Kubbeyi, duvarları, çeş­meleri yeni baştan inceledi. Sonuç değişmemişti: Hamamın, yıkılıp yeniden yapılmadığı çok kesindi.O güvenle müteahhidin yanına doğru yürürken bir köşede du­ran hamam taslarını gördü. Baktı, ağızları yüzleri çarpılmış, yamul- muş eski taslar.Birini eline alıp müteahhidin yanına vardı.

“Bu iş hile götürmez,” dedi adama, “bu hamam yeniden yapıl­mamış!”

Müteahhit itirazlarını sürdürmeye devam edince elindeki tası göstererek:

“Ne deseniz boş… İşte, bakın, tasları bile eski… Yani eski ha­mam, eski tas!” dedi.

 

 

 

15  MART CUMA  (108.)

 

EKMEĞİNİ TAŞTAN ÇIKARMAK DEYİMİN ÖYKÜSÜ

Bir sohbet meclisinde çeşitli meslekten insanlar toplanmış, konuşuyorlarmış. Söz mesleklerin zorluklarına gelince fırıncı demiş ki:

“Ateşin karşısına geçip ha­mur ekmeği çevirmek ne zor­dur bilir misiniz?”Çiftçi atılmış oradan:“O da bir şey mi? Güneşin, karın, yağmurun altında topra­ğı ek, dik de gör zorluk ney­miş?”Balıkçı girip araya sormuş:

“Gün doğmadan denize çıkıp o ayazda ekmeğinizi su­dan çıkardınız mı hiç, ağalar?” Onları dinleyen taş ustası dayanamamış,

“Ekmeği fırından, topraktan, sudan çıkarmak da iş mi?” demiş. “Hiçbiri ekmeği taştan çıkarmak kadar olamaz!”

 

 

 

 

 

18  MART PAZARTESİ  (109.)

 

 

DAMOKLES’İN KILICI DEYİMİNİN HİKAYESİ

Yıllar, yıllar önce… İtalya’nın Sicilya ada­sında küçük bir devlet vardı. Başında da bir kral: Adı Dionysios. Bir de dostu vardı bu kralın: Damokles’ti adı. Damokles, hayranıydı Kral Dionysios’un. Bir gün: “Sen, ne şanslı insansın Dionysios,” de­di. “Muhteşem bir sarayın var. Her şey em­rinde: İstediğini yapar, istediğini yer, istedi­ğin atlara biner, istediğin gibi giyinir, gezer, dolaşırsın.” Onu, yüzünde alaycı bir gülümsemeyle dinledi kral: “Öyle mi sanıyorsun Damokles?” diye sordu.

“Öyle değil mi, sevgili kralım?” “Pekâlâ,” dedi Kral Dionysios, “madem bu kadar hoşuna gidiyor. Bir günlüğüne sana bı­rakayım tahtımı, ister misin?” Duyduklarına inanamadı Damokles: “Gerçekten mi kralım?” Hiç zaman kaybetmedi, kral. Sarayını ve tahtını bir günlüğüne Damokles’e bıraktı.Kendisi, gün boyu kılavuzluk yapacaktı sadece. Tahta oturan Damokles, emirler verdi sağa sola. Bahçeyi gezdi, çiçekleri kokladı. Sarayın banyosunda saatlerce yıkandı. “Ne güzel, ne hoş! Ne güzel, ne hoş!” deyip durdu bütün gün. Akşam yemeği için zengin bir sofra kuruldu hemen tahtın önüne. Keyifle yiyip içmeye başlamıştı ki başının üstünde bir şey olduğunu hissetti Damokles.Başını kaldırdı ki ne görsün! Tam tepesinde bir kılıç sallanmakta! Ucu sivri, keskin bir kılıç! Kabzasından, ince bir at kılına bağlı… Koptu kapacak! Düştü düşe­cek… Tam tepesine! Yüzündeki gülümse bir anda kayboldu Damokles’in. Gözlerindeki parlaklığın yeri­ni endişeli bakışlar aldı. Kral, farkında değilmiş gibi olanların: “Hayrola, ne oldu dostum?” diye sordu. Damokles, vücudunu yana doğru eğerek yüzünü yukarı doğru kaldırdı. Hafifçe güldü kral:

“Kılıç mı diyorsun?” Başını sallayınca Damokles: “Bir gün bile dayanamadın,” dedi kral. “Ya ben ne yapayım? Bir kralın her günü, sanki tepesinde bir kılıç sallanıyormuş gibi geçer… Her an herkesi memnun edemez­sin çünkü. Binlerini memnun etmek, binlerini düşman etmektir. Bu da bü­yük tehlike demektir.”

Gözü hâlâ tepesindeki kılıçta olan Damokles, hemen indi tahttan. “Aman aman,” dedi, “bir günlüğüne bile istemem böyle bir tahtı. Benim haya­tım bana yeter.”

 

 

 

 

19 MART SALI   (110.)

 

 

CAN KALMAMAK DEYİMİNİN HİKAYESİ

 

Sultan II. Mahmut, Yeniçeri Ocağı’nı or­tadan kaldırdıktan sonra Bektaşi tekkelerini de kapatmıştı. Tekkeleri kapanan Bektaşiler, İstanbul’un dört bir yanına dağılmışlardı. I. Mahmut, İstanbul içinde yaptığı bir gezi sırasında, bir tekkeye uğrayarak durumu ken­di gözleriyle görmek istedi. Tekkede Bekta­şi dedesinden başka kimseyi göremeyen II. Mahmut: “Yahu erenler, canlar nerede?” diye sordu.Acı acı gülümseyen Bektaşi dedesi: “Aman devletlim,” dedi, “sayenizde can mı kaldı?”

 

 

 

 

 

 

 

20   MART ÇARŞAMBA  (111.)

 

 

BAL GİBİ OLUR DEYİMİNİN HİKAYESİ

 

Bir dağ köyünde arıcılık yapan adam, ko­van kovan balı toplayıp satar, kendisi hiç ye­mezmiş. Bir gün hastalanmış, doktora giderken ya­nına iki teneke de bal almış. Satar, ilaç parası yaparım diye. Doktor muayene etmiş adamı: “Açık konuşayım mı amca?” demiş. Adam başını sallayınca doktor:

“Sana ilaç yazmıyorum,” dedikten sonra kısa bir duraklamanın ardından söylemiş acı gerçeği: “Hastalık çok ilerlemiş amca… Üç aylık ömrün ya var ya yok,” demiş. Dünya başına yıkılmış adamın. Çıkmış dı­şarı, muayenehanenin önüne bıraktığı bal te­nekelerini görünce: “Madem üç aylık ömrüm kaldı, bunları satmayıp kendim yiyeyim bari,” demiş.

Bal tenekelerini alıp dönmüş köyüne. Aradan üç ay geçmiş. Adam toparlamış. Bir yıl geçmiş, eski gücüne kavuşmuş.
Kavuşmuş ama pek şaşmış bu işe… Dü­şünmüş, düşünmüş, işin içinden çıkamayınca kalkıp şehre inmiş. Doktora gidip kendini tanıttıktan sonra: “Bana üç ay ömrün var, demiştiniz. Bakın, sağ salim karşınız­dayım,” demiş.

Doktor elbet sevinmiş bu işe. Merakla: “Ne yaptın, nasıl tedavi ettin kendini?” diye sormuş. “Valla, ben de bilmiyorum ki?” demiş arıcı. Biraz düşünen doktor: “Bir şey yedin mi?” diye sormuş. “Daha önce yemediğin bir şey. Bir düşün bakayım!” Daha önce yemediği bir şey deyince adamın aklına bol bol ye­diği bal gelmiş. Heyecanla:

“Bal yedim çokça,” demiş, “baldan olur mu?” “Olmaz mı,” demiş doktor, “Bal gibi olur… Bal bulabileceğini bilseydim ben de tavsiye ederdim doğrusu.

 

 

 

 

 

21 MART PERŞEMBE   (112.)

 

ALİCENGİZ OYUNU OYNAMAK DEYİMİNİN HİKAYESİ

Zamanın birinde bir Alicengiz vardı. Çok hünerliydi. Sihirli oyun gösterileriyle, oyundan oyuna geçişteki ustalığıyla herkesi kendine hayran bırakıyordu. Alicengizin bu hünerlerini kapmak, sırları­nı öğrenmek isteyenler kapısında kuyruk olu­yor, yanına çırak olarak giriyorlardı. Alicengiz de bunu bildiği için hünerlerini kabaca gösteriyor, işin püf noktalarını hiçbir zaman öğretmiyordu. Kazara öğrenen olursa da onu hemen, kimsenin bilmediği oyunlarla yok ediyordu. Alicengizin bu olağanüstü hünerleri so­nunda padişahın kulağına da gitti. Çok me­raklandı padişah. Gizlice adamlar gönderip bu hünerlerin öğrenilmesini istedi.Gidenler Alicengizin yanına çırak olarak girmeyi başardı ama sihirlerin sırrını öğrene­meden döndü geri.Padişahın canı çok sıkıldı bu işe:  “Alicengiz oyununun sırrını kim öğrenir, kim çözerse ona kızımı vereceğim, kendime damat yapacağım,” dedi. Bunu duyan Alicengiz’e çırak olmaya koştu. Ama padişahın buyruğu, Alicengizin de kulağına gitmişti. İnce eleyip, sık dokuya­rak, sırlarını öğrenmek için çırak olmak isteyenleri yanına almadı. Sadece yoksul bir delikanlıdan kuşkulanmadı Alicengiz. Onu yanına alıp hünerlerini öğretmeye başladı.Aptal görünüp her şeyi kırk kere anlatıldıktan sonra anlıyormuş gibi yapan delikanlı çok akıllıydı. Çalışmalar sırasında Alicengiz, yeni çırağının aptalca davranış­larına kızıyor, bağırıp çağırıyordu ama bir yandan da, “Böylesi daha iyi,” diye düşünüyordu. Gösterilerine rahat rahat hazırlanıyor, hü­nerlerinin püf noktalarını saklamak gereğini duymuyordu. Delikanlının beklediği de buydu zaten. Gözünü dört açarak us­tasının izliyor, her hareketini aklının bir kenarına yazıyordu.Kısa zamanda Alicengiz oyunlarını öğrendi ve ayrılmaya karar verdi. Alicengizi kuşkulandırdı bu durum: Ayrılmak istediğine göre, sırlarını öğrenmiş olmasındı bu aptal delikanlı? Alicengiz için bunu öğrenmek kolaydı. Sihirli bir oyun yaparak hızla onun üstüne yürüdü. Ama delikanlı da hüner sahibiydi artık. Kuş olup uçuverdi.Sırrının öğrenildiğini anlayan Alicengiz, kartal olup peşine düş­tü. Tam pençesini atıp onu yakalayacakken, delikanlı indi yere, kurt oldu. Alicengiz de indi yere. Kaplan olup kurdun önünü kesti. Delikanlı ağaç olup dikiliverdi kaplanın karşısına.Alicengiz, alev oldu, yakmaya davrandı ağacı. Bulut oldu delikanlı, alevlerin üstüne yağmur olup inmeye baş­ladı… Fırtına oldu Alicengiz, önüne kattı bulutu, başladı sürüklemeye. Delikanlı, “Şimdi nereye insem acaba?” diye aşağıya baktığın­da bir de ne görsün?Padişahın sarayı hemen aşağıda değil miymiş? Kaçıp kovalar­ken, gele gele padişahın sarayının üstüne gelmemişler mi? Daha fazla düşünmeden güle dönüşen delikanlı, padişahın ku­cağına düştü. Padişah şaşkın, nereden geldiğini anlamadığı güle doğru uza nırken Alicengiz güzel bir kız olup ondan önce kapmasın mı gülü? Delikanlı hemen dan oldu, yere dökülerek kurtuldu kızın elin­den. Alicengiz tavuk oldu derhal, yerdeki darılan yemek için koşar­ken delikanlı birden sansar olup tavuğu yakaladı. Alicengiz böylece oyunlarının sonuna geldi. Olan biteni büyük bir şaşkınlık içinde izleyen padişah: “Yaaa,” dedi, “Alicengiz oyunu buymuş demek!”

 

 

 

22 MART CUMA   (113.)

 

TADINI KAÇIRMAK DEYİMİ HİKAYESİ

 

Anlamı: Güzel bir şeyi aşırılığa kaçarak zevksiz hale getirmek.

Hikayesi:

Vaktiyle köylünün biri şehre inmiş. Burada çarşı pazar dolaşırken hayatında ilk kez incir görmüş. Nasıl bir şey olduğunu merak edip bir­kaç tane almış. Şehirde işini bitirince köyün yolunu tutmuş. Bu arada aklına incirler gelmiş. Bir tane çıkarıp yemiş. Tadına bayılmış. Hemen kalanları da yemiş. Bir zaman sonra yine köylünün yolu şehre düşmüş. İlk iş manava gidip incir aramak olmuş. Ama meyvenin vakti geçtiğinden görememiş. Manava sormak istemiş ama adını bilmediğin­den de soramamış.

En sonunda, “Hemşerim, senden bir şey aidiydim. Böyle mor renkli, içi çekirdekli, dışı kadife gibi, ince saplı, koca karınlıydı, ondan var mı?” diyerek inciri tarif etmiş. Manav da adamın patlıcan istediğini sanmış. “Tabii tabii var, bak işte burada buyur” diyerek patlıcanları göstermiş. Köylü de herhalde çok beklediği için mey­velerin boyunun büyüdüğünü ve bu hâle geldiklerini düşünmüş. Hemen birkaç kilo almış. Hevesle birini ısırmış ki, tatsız tuzsuz bir şey! Yüzü buruşmuş. Ağzındakini tükürmüş. Manava, “Kusura bakma kardeşim, ama sen bunları tarlada çok tutup tadını kaçırmışsın” demiş.

 

 

 

25 MART PAZARTESİ   (114.)

 

 

RAHMET OKUTMAK DEYİMİ HİKAYESİ

Anlamı:  Yenisinin eskisinden daha kötü çıkması.

Hikayesi:

 

Vaktiyle bir hırsız varmış. Soyulmadık ev, girilmedik dükkân bırakmamış. Gün gelmiş has­talanmış, ölüm döşeğinde yatıyormuş. Ölüm korkusuyla bütün yaptıklarına pişman olmuş. “Ey merhameti bol Allahım. Ne kazandıysam hırsızlıktan kazandım. Bu kadar büyük günah ile huzuruna nasıl çıkarım? Dünya durdukça arkamdan lanet okunacak. Sen beni bağışla Allahım!” diye ağlayıp sızlanıyormuş.Onu gören oğlu, “Üzülme babacığım” demiş, “Ben senin arkandan lanet değil rahmet oku­turum. Senin yüreğin rahat olsun.” Hırsız birkaç gün içinde ölmüş. Evin geçimi oğluna kalmış. Oğlu da babasının yolundan gitmiş. Ancak babasının aksine girdiği evden sadece değerli bir iki şey almaz, ne bulursa top­lar götürürmüş. Arkasında ne iğne bırakırmış ne iplik, ne leğen bırakırmış ne ibrik. Öyle ki, evleri soyulanlar babasını mumla arar olmuşlar, “Aaah ah, babası da hırsızdı ama Allah rahmet eylesin, bunun gibi malın gözü değildi. O ihtiyacı olanı alır çıkardı. Bu evin kökünü kurutuyor!” demişler.

 

 

26 MART SALI   (115.)

 

POSTU DELDİRMEK DEYİMİNİN HİKAYESİ

Anlamı:  Kurşunlanıp vurulmak ya da yaralanmak.

 

Hikayesi:

 

Tilkinin biri ormanda soluk soluğa koşuyor­muş. Onuhayvanlar “Nedir bu telaşın?’’ diye sormuşlar. “Sormayın,” demiş tilki, “avcılar bir kurdun peşine düşmüşler, yakalarlarsa vuracaklar.” Ötekiler gülmüş. “İyi de bundan sana ne? Sen kurt değilsin ki!” demişler.“Kurt olmadığımı ben de biliyorum” demiş tilki. “Ama avcılar bunun farkına varana kadar postu deldirmekten korkuyorum.”

İşte böyle, yara almak, bıçak ya da kurşun darbesi almak anlamında kullanılır bu deyim.

 

 

 

27  MART ÇARŞAMBA   (116)

 

 

ÖZRÜ KABAHATİNDEN BÜYÜK DEYİMİNİN HİKAYESİ

Anlamı:  Suçunun bağışlanması için bildirdiği özür, daha büyük bir suç.

 

Hikayesi:

 

Rivayet o ki, hükümdarın biri dalkavuğuna çok kızmış. Onu idam ettirmeye karar vermiş ama bir yandan da dalkavuğunun zekâsına çok imrenirmiş. Sonunda ona bir şans daha verme­ye karar vermiş. “Öyle bir şey yap, öyle bir şey söyle ki, özrün kabahatinden büyük olsun. İşte o zaman kelleni kurtarırsın” demiş. Dalkavuk düşünmüş taşınmış, hükümdar tam arkasını dönmüş merdivenlerden çılcacakken hükümdarın poposuna bir şaplak atmış. Hükümdarın sinirden gözleri yerinden fırlamış: “Bre densiz! Ne yaptığmı sanıyorsun sen?” diye haykırmış. Dalkavuk pişkin pişkin gülümsemiş, “Af buyurun hünkârım, sizi valide sultan sandım” demiş. Hükümdar onun kelleyi kurtarmak için böyle yaptığını anlayınca, söz verdiği üzere cezasını kaldırmış.

**************

İşte böyle, insanın kendini affettirmeye çalı­şırken daha çok battığı, kaş yaparken göz çıkar­dığı, konuştukça yerin dibine daha çok girdiği durumlar için kullanılır bu deyim.

 

 

28  MART PERŞEMBE   (117.)

 

ÖLÜR MÜSÜN, ÖLDÜRÜR MÜSÜN? DEYİMİNİN HİKAYESİ

Anlamı:  Öyle bir durumla karşı karşıyayım ki, içinden çıkılmaz bir haldeyim

 

Hikayesi:

 

Vaktiyle beylerden birinin uşağı hacca git­miş. Hac dönüşü eşe, dosta hediye getirmek adettendir ya işte o da ufak tefek hediyeler almış. Sonra beyine de bir hediye almak iste­miş. Ne alacağına bir türlü karar verememiş. Şöyle işe yarar bir şey olsun istemiş. Düşünmüş, taşınmış, en sonunda beyi yaşlıca olduğu için nasıl olsa eninde sonunda lazım olacak diye ona da kefenlik kumaş almış.

Hac dönüşü beyin konağına uğrayıp hediye­sini vermek istemiş. Beyin kâhyası gelen hedi­yeyi öğrenince uşağı huzura almak istememiş. Uşak gireceğim diye diretmiş, kâhya almam diye tutturmuş, haydi bir patırtı kopmuş. Gürültüye uyanan bey öfkeyle neler olduğunu kâhyasına sormuş.

“Efendim,” demiş kâhya, “densiz uşağmız hacdan hediye olarak size kefenlik kumaş getir­miş. Ölür müsünüz, öldürür müsünüz?”

*********************

İşte böyle, insana sinirden saç baş yolduran, işlenen ayıp karşısında hayret ve şaşkınlıktan küçük dilini yutturan, öfkeden morarıp “Ya ben ölüp kurtulayım ya da onu öldürüp kurtulayım” dedirten olaylar karşısında kullanılır bu deyim.

 

 

29  MART CUMA    (118.)

 

KIZIM SANA SÖYLÜYORUM, GELİNİM SEN ANLA DEYİMİNİN HİKAYESİ

 

Anlamı: Söylemek istediği şeyi başka biri üzerinden dolaylı anlatıp, diğerine duyurmak.

 

Hikayesi:

 

Eskiden bir kadıncağız varmış. Oğlunu evlendirmiş, gelinini yanma almış. Kadının evinde bir de bekâr kızı varmış. Kadıncağız birlikte yaşamaya başladıkların­dan beri gelininin birçok kusurunu görüyormuş ama kalbi kırılmasın, tatsızlık çıkmasın diye hiç­birini dile getirmiyormuş. Gel zaman git zaman, kayınvalidenin artık içinde birçok şey birikmiş. Bu böyle gitmez deyip nasıl edip de bunları gelinine söyleye­ceğini düşünmüş durmuş. Sonra aklına bir fikir gelmiş. Gelini ne kusur yapsa kendi kızma söy­ler gibi söylemeye başlamış. E tabii kendi kızı, anasına küsecek, kızacak, tavır yapacak değil ya!

Mesela gelin bulaşıkları kurulamadan kal­dırırsa, kendi kızma dönüp “Ah kızım, bula­şıkları kaldırmadan kurulamayı unutmuşsun. Bir dahaki sefere kurula ki, dolaplar su alıp şiş­mesin” diyormuş. Ya da gelin kuruyan çama­şırları toplamakta gecikirse, yine kendi kızına “Yavrucuğum, çamaşırı hemen topla ki, toz olmasın” diyormuş. Gelininde ne kusur gördüyse kızının üzerin­den ortaya dökmeye başlamış. Ama gelinin hiç oralı olduğu yokmuş. Nasıl olsa görümcesine söyleniyor diye yine kendi bildiğini okumaya devam ediyormuş. Kayınvalide bir durmuş, iki durmuş, en sonunda duramamış, “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” demiş.

 

 

  • NİSAN PAZARTESİ (119.)

 

KEL BAŞA ŞİMŞİR TARAK DEYİMİNİN HİKAYESİ

Anlamı: Fakir kimsenin, durumuna uygun olmayan çok pahalı şeyler alması ya da değeri düşük bir şeyin değerli şeylerle süslenmesi.

 

Hikayesi:

 

Şimşir çok dayanıklı ve sert bir ağaç türü olduğu için eskiden tarak, cetvel gibi eşyaların yapımında kullanılırmış. Vaktiyle zengin bir aile, kızlarını gelin edi­yormuş. Adet olduğu üzere oğlan evine nişan bohçası getirmişler. Kayınvalideye, görümcelere, eltiye ayrı ayrı bohçalar gelmiş. Bohçalar tek tek açılmış, hediyeler sunulmuş.

Büyük elti, vakti zamanında bir hastalık geçirmiş, saçları dökülmüş. Kendi bohçasından çıkan şimşir tarağı görünce, saçlarının azlığını ima ettiklerini düşünüp yüzü düşmüş. Başının ağrıdığını bahane edip hediyelerini öylece bıra­kıp odasına çekilmiş. Kayınvalide misafirin yanında büyük geli­ninin yaptığı bu hareketten çok utanmış, yerin dibine girmiş. Misafir gittikten sonra hırsını almak için gelinin odasına çıkmış.

“Ne o? Bohçanı alınca suratını asıp gittin. Rezil ettin beni dünürlerin önünde” diye çıkış­mış gelinine. Ama gelininin hiç altta kalası yokmuş. “Asıl onlar beni rezil ettiler” demiş. “Herkese altınlar gümüşler, bana verile verile bir şimşir tarak. Daha eve adım atmadan gelin hanım uğraş­maya başladı benimle.” Kayınvalidenin daha da canı sıkılmış, “Seninki gibi kel başa, şimşir tarak çok bile!” deyivermiş

 

 

 

 

 

 

2  NİSAN  SALI (120.)

 

KAZIN AYAĞI ÖYLE DEĞİL DEYİMİNİN HİKÂYESİ

 

Anlamı:   Düşündüğün gibi değil ,  bu konuda yanılıyorsun

 

Hikayesi:

 

Nasrettin Hoca bir gün padişahı ziyarete git­miş. Giderken hediye olarak da yanına enfes bir kaz kızartması almış. Ama yolda dayanamamış kazın bir budunu mideye indirmiş.Padişaha hediyesi sunulunca padişah iştah­la tam kaza dalacakmış ki kazın tek bacağının olmadığını fark etmiş. “Hoca, nerede bu kazın öteki bacağı?” diye hocaya çıkışmış.

Hoca da gariban, ne desin? Yolda gelirken yedim, diyemez ya. “Efendim, bizim memle­ketin kazları tek bacaklıdır” demiş. Tabii padişah inanmamış buna. “Hoca hoca, sen kimi kandırıyorsun? Hiç tek bacaklı kaz olur mu?” demiş. Hoca o sırada ilerideki çeşmenin başında tek ayağının üzerinde uyuklayan kazları görmüş. “Aha bakın işte, sizin memlekette de varmış tek ayaklı kazlardan” demiş. Padişah hocanın gösterdiği yöne bakınca gülmüş. “Boşuna debelenme hoca, kazın ayağı öyle değil” demiş. Sonra da ilerideki mehter takımının kösçüsüne davula vurmasını işaret etmiş.

“Gümmm!” diye köse vurulunca kazlar iki ayakları üzerinde kaçışmışlar.“Bak, gördün mü? Senin kazlar iki ayaklı oldu” demiş padişah.Hoca bu lafın altında kalır mı hiç? “Sultanım, ” demiş, “o tokmağı ben de yesem, değil iki, dört ayaklı olurum alimallah!”

 

**************

İşte böyle, durumun göründüğü gibi olma­dığı, insanın bildiğini sandığı ama yanıldığı durumlarda kullanılır bu deyim.

 

 

 

3 NİSAN  ÇARŞAMBA  (121.)

 

KARINCA KARARINCA DEYİMİNİN HİKÂYESİ

Anlamı:  Ufak da olsa gücü yettiğince. 

Hikâyesi:

Yüce Allah, Süleyman Aleyhisselama bütün canlılarla konuşabilme özelliği vermiş. O da bütün hayvanların dilini bilir, hepsine hitap edebilirmiş. Bir gün Süleyman Peygamber bir ibadet­hane yapmaya karar vermiş. Yerini belirlemiş. Hayvanlardan kendisine yardım etmelerini istemiş. Hayvanlar hemen işe koyulmuş. Her biri gücü yettiğince bir işin ucundan tutmuş. Kimi koca koca taşları taşımış inşaat yerine. Kimi su getirmiş. Kimi tahta toplamış. Kimi çamur karmış.

Bu arada mini minnacık bir karınca da ken­disi gibi minnacık bir taş taşıyormuş ağzında. Onu gören hayvanlar gülmüşler. “Amma da yardım ettin ha! O minicik taş eksik kalsaydı, hayatta tamamlanmazdı bu bina” diyerek karıncayla alay etmişler. Karınca hiç alınmamış. “Eee,” demiş, “her­kesin yardımı kendine göre. Benimki de karınca kararınca işte…”

****************

İşte böyle, az da olsa elinden geldiğince, çam sakızı çoban armağanı, doyumluk değil tadımlık işler için kullanılır bu deyim.

 

 

 

 

4  NİSAN  PERŞEMBE   (122.)

 

TEMCİT PİLAVI DEYİMİNİN HİKÂYESİ

 

Temcit , Ramazan gecelerinde yenen sahur yemeği­ne denir. Eskiden sahurda pilav yemek adetten imiş. Neredeyse bir ay, her gece her gece pilav yiyenler­de, pilavdan ister istemez bir miktar bıkmak baş göste­rirmiş. Temcit pilavı deyimi, üst üste durmadan tekrar­lanan iş yahut söz için kullanılır. Bu arada temcit’in sözlük mânâsı ise, “sabah namazı vaktinden önce, bil hassa önemli gecelerde, minarelerden belli makamlarda söylenen dua ve ilahi”dir.

 

 

 

 

 

 

 

 

5   NİSAN  CUMA  (123.)

 

GÖZ DAĞI VERMEK DEYİMİNİN HİKÂYESİ

Köylerden kasabalara, kasabalardan şehirlere at arabaları ile yolcu taşıyan bir arabacı, bir gün üc­retlere on altın birden zam yapmış. Yolcular, “Ağam bu zam çoktur, hangimizin kesesinde bu kadar para var ki..” deyip itiraz etmeleri karşısında da, parmağını yol üzerindeki sarp yalçın ve mor dağlara uzatarak:

“Şu dağı görüyonuz mu? Benim arabam bu dağ yo­lundan iki günde ancak geçer. O yolda, kurdu var, çakalı var,

hırsızı var, Şeytan Geçidi var, Ecel Köprüsü var, insanı pırasa gibi doğrayan eşkiyası var, var oğlu var… Ben eşkiyaya avanta veriyorum habarınız yok! Parayı çok bulan yörüsün getsin” demiş. İşin aslına ba­karsanız, arabacı eşkiya ile ortakmış. Yolculardan top­ladığı fazla paranın bir kısmını onlara verir, kalanını ise kesesine atarmış. Eşkiyalar ise, zaman zaman orta­lığa çıkar korku salarlarmış ki, arabacı fiyatı rahat artı­rabilsin.

Acelesi olan, önemli işleri bulunanlar, arabacıya yalvar yakar oldularsa da, arabacı dediğinden dönme­miş. Her seferinde, eliyle dağı gösterip, yolcuların gö­zünü dağlar ile korkutmuş.

*****************

Bu deyim, “istenileni yaptırabilmek amacıyla kor­kutmak, korkutucu eylemde bulunmak” anlamında kullanılır.

 

 

 

8   NİSAN  PAZARTESİ  (124.)

 

 

KULAĞINA KAR SUYU KAÇMAK DEYİMİNİN HİKÂYESİ

 

İlkbaharla  birlikte, havalar ısındıkça, dağlar ve te­pelerdeki karlar erimeye başlar ve eriyen bu karların suları, dere ve ırmaklara karışır. Bu kar suyu balıkların solungaçlarındaki hava keseciklerini hasta eder. Hasta­lanan balıklar ise, sersemler ve/su yüzüne çıkmaya başlar. Su yüzüne çıkan balıklar  da, açıkgöz balıkçılar tarafından kolaycana yakalanırlar.

 

Bu deyim, hikâyesinin aksine, “uyanmak, kendisi hakkında önemli bir haberi işitip kendine gelmek, ted­bir almak” anlamında kullanılır.

 

 

 

 

 

 

9  NİSAN  SALI   (125.)

 

 

HEM AĞLARIM, HEM GİDERİM DEYİMİNİN HİKÂYESİ

 

Zamanında genç bir kızın gönlü bir delikanlı­ya düşmüş. Delikanlı da ona sevdalanmış. Kızın babası kızını o gençle evlendirmek istememiş. Gel zaman git zaman araya büyükler girmiş, iki genç nişanlanmış. İkisi de sevinçten uçuyormuş. Kına gecesinde gelinin eline kına yakıldığın­da kız hüngür hüngür ağlamaya başlamış. O kadar ağlamış o kadar ağlamış ki, etrafındaki- lerin içi parçalanmış. Kızın pişman olduğunu, evlenmek istemediğini düşünmüşler.

“Ah yavrum ağlama” demiş bir büyüğü. “Yüreğimizi paraladın. Evlenmek zorunda değilsin. Yüzün gülecekse, hemen şuracıkta babanla konuşur, bitiririz bu işi.” Kız endişeyle başını yerden kaldırmış. “Aman yokyooook,” demiş, “üzülmeyin siz, ben hem ağlarım, hem giderim.”

***************

İşte böyle, insanın çok istediği bir şey olur­ken ortaya çıkan sıkıntıları görmezden geldiği, özellikle de gelin olurken ağlamasına ağladığı, ama gelin gideceği için de içten içe mutlu oldu­ğu durumlar için kullanılır bu deyim.

 

 

 

 

 

 

10  NİSAN  ÇARŞAMBA   (126.)

 

KÜPLERE BİNMEK DEYİMİNİN HİKÂYESİ

 

Günlük işlerimizi sakin sakin yapmalıyız. İş yaparken kızmak öfkelenmek insanın iş yapma gücünü, dolaysıyla üretimini azaltır. Kızan ve öfkelenen insan, mantıklı düşünemediği için mantıklı iş de yapamaz. “Öfke baldan tatlı olsa da” faydası yoktur. Aksine öfkelenen herkese büyük zararları dokunur.

Hikâyeye göre, padişahın kızına âşık olanlar, muratlarına erebilmek için dev anası bir kadının bahçesindeki elmayı çalmak zorundaymış. Pek çok âşık, bu dev kadının bahçesindeki sihirli elmayı çalamazlarmış. Herkes yakalanırmış.

Küçük bir kardeş, kurtardığı bir balığın verdiği akılla sihirli elmayı almayı başarmış. Deva anası, uykusundan uyandıktan sonra sihirli elmanın çalındığını görünce öfkesinden kudurmuş. Sihirli küpüne binerek birkaç günlük yolu kısa zamanda alıp sihirli elmayı çalan gence ulaşmış. Genci tam yakalayacağı sırada, iki sihirli kılı birbirine sürttürerek devin küpünün kırılmasına ve ölmesine sebep olmuş.

 

 

 

11  NİSAN  PERŞEMBE    (127.)

 

 

OCAĞINA  İNCİR DİKMEK

Bir halk hikayesi anlatılır bu deyim için. Güya zalim bir devlet erbabı yaşarmış zamanın birinde.Sarayının, konağının bahçesini temizletirken emrindekilere bahçedeki incir ağaçlarını söktürüyormuş.oradan geçmekte olan bir derviş veya ak sakallı dede, derebeyine seslenmiş; “Söktürme o ağaçları da birinin ocağına dikmek, hayatını söndürmek istersen lazım olur sana…”

Bilinir ki; incir ağacı viraneleri, harabeleri, terk edilmiş evleri, kuytuları pek sever ve oralarda boy sürer. Hep fakir fukaranın malına göz diken, zalim bir adama incir ağacıyla zulmünün hatırlatılması bundandır.

Bir diğer inanış da; incir ağacından düşenin mutlaka bir yeri kırılır, çünkü incir ağacı cinlerin uğrak yeri, evidir.bu mesnedi inançla açıklanabilecek bir öngörü.diğeri halk arasında yayılmış hikaye…

 

 

 

12  NİSAN CUMA     (128.)

 

 

                                                  YÜZÜP KUYRUĞUNA GELMEK DEYİMİNİN HİKAYESİ

İki avcı, bir kış günü, ava çıkmışlar. Akşama kadar dere tepe dolaşmış, akşama doğru bir tilki inini tütsüleyerek, dumandan kaçan tilkileri vurmuşlar.
Havanın iyice karardığını farkeden avcılardan biri, arkadaşını ikaz ederek, kar ve tipi başlamadan dönmek istemiş. Diğeri ise, tilkileri vurmuşken yüzüp öyle dönmekte ısrar etmiş:
“Yüzdük, yüzdük kuyruğuna geldik, hele bitirelim, gideriz” demiş. Bu arada koku alan kurtlar çevrelerini sarmış.
Tilkileri kurtlara bırakıp canlarını zor kurtaran avcılara, bu iyi bir ders olmuş.

Bu deyim bir işin sonunu getirmek, bitirmeye az kalmak mânâsında kullanılır.

 

15  NİSAN PAZARTESİ (129.)

 

MAL KENDİNİ GÖSTERİR DEYİMİNİN HİKÂYESİ

Eskiden çok zengin, çok iyi ve aynı zamanda çok da dindar bir adam varmış. Bu iyi adamcağızın oğ­lu ise tam bir serseri imiş. Ancak, babasının namından çekindiği için, her ne melanet yapacaksa, gizli gizli yapmaya itina edermiş.

Bir gün, Apostol adında bir Rum’un meyhanesine gidip:

“Koy bakalım bana bir maşrapa zıkkım!” demiş.

Meyhaneci, maşrapayı, bu haylazın önüne bırakır­ken, çocuk onu bileğinden yakalayıp:

“Bana bak, ben filancanın oğluyum! Buraya gelip zıkkımlandığımı kimse bilmeyecek ona göre!” demiş. Meyhaneci:

“Tamam bre..” diyerek maşrapayı bu kerkenezin önüne koyup gitmiş.

Bir müddet sonra genç Apostol’a yine seslenmiş: “Getir bir maşrapa daha!”

Meyhaneci, doldurup getirdiği maşrapayı ötekinin önüne koyarken, yine bileğinden yakalanmış:

“Bana bak! Ben filancanın oğluyum. Burada içtiğimi kimse bilmeyecek ha!”

Meyhaneci Apostol, yine “Tamam bre!” dediyse de bu sefer biraz kızmış:

“Aman be! Ben söylesem ne olur, söylemesen ne! Birazdan mal kendini gösterir!” demiş.

Gerçekten de az sonra kafası iyice bulanan oğlan: “Ben filancanın oğluyum ulan!” diye bağıra bağıra ortalığı birbirine katmış.

*********

Bu deyim, “Allayıp pullasan da, saklayıp, gizlesen de, herkes ve her şey aslını ele verir” anlamında kul­lanılır.

 

16  NİSAN SALI  (130.)

 

 

GÜN DOĞMADAN NELER DOĞAR DEYİMİNİN HİKÂYESİ

Eski zamanlardan birinde ayyaşın tekinin demlen­me saati gelmiş. Para kesesini çıkarıp bakmış me­telik yok. İnanamamış, keseyi ters yüz edip sallamış, dikiş arasına sıkışmış bir kuruş, şıngırtıyla yere yuvar­lanmış.

“Eh!” demiş ayyaş. “Bu geceyi kurtardık.”

Sonra o tek kuruş ile alacağı zıkkımı alıp zıkkımlan­mış. O kafa ile evinin yolunu bulamayacağı için, gidip Karacaahmet mezarlığında bir kabrin kıyısında sinip yatmış. Tam uyuyacakmış ki, kabristanın içinden bazı sesler duymuş. Meğer, mal çalan eşkıyalar orada hır­sızladıkları eşyaları taksim etmektelermiş. Bizimki, ay­yaşlığın verdiği cesaretle:

“Heyt ulan!” diye bir nara koparmış. “Siz kimsiniz, burada ne iş işlersiniz?”

Hırsızlar ayyaşın narasından ürkmüşler, zaptiyedir, şudur budur korkusuna mallan bırakıp, kaçakaç dağıl­mışlar. Sarhoş gidip bir bakmış ki, keseler dolusu akçe orada öyle kendisini beklemekte. Sarhoşluktan yamulan ağzı, biraz da keyiften eğrilmiş ve kendi kendine: “Gün doğmadan neler doğar!” demiş.

*********

Bu deyim, “Allah’tan ümid kesilmez” mânâsında kullanılır.

 

 

17  NİSAN ÇARŞAMBA (131.)

 

GÖRENLER ALLAH İÇİN SÖYLESİN DEYİMİNİN HİKÂYESİ

Safi Kalp bir adamcağız, hamama gitmiş. Göbek taşına oturup ter dökerken, bakmış ki, hamamcı elinde bir çanak dolusu ottan mamul çamur kıvamında bir şey ile gelip, etraftakilere dağıtıyor. Adamcağız, daha önce tüy dökmek için kullanılan hamam otunu hiç görmemişmiş. Meraklanıp sormuş:
“Hamamcı efendi nedir o?”
Hamamcı muzip ve bir miktar da insafsız imiş.
“Ağa, buna Ali kınası derler” demiş. “Saçına sakalına sürersin pek iyi gelir.”

“Pek âlâ! Bana da ver o zaman!”
“Al şifalı olsun!” Adamcağız otu olmuş. Saçına sakalına bir güzel sıvazlamış.
Biraz sonra başı kavrulup yanmaya başlamış. Tas tas suyu başına boca edip durulanmış. O suyu döktükçe, ne başında saç kalmış, ne de suratında sakal. O hamama giren, saçlı sakallı adam, sanki anadan doğma kel ve köseler gibi ortada kalmış.
Giyinip hamamdan çıkmak üzereyken, aynaya bir bakıverince, kendinden ürpermiş. Hamamcılara dönüp:“Görenler Allah için söylesin, ben bu hamama geldiğimde de böyle miydim?

 

 

18  NİSAN PERŞEMBE  (132.)

 

BA’DE HARABİL BASRA DEYİMİNİN HİKÂYESİ

Eski zamanlardan birinde, fakir bir adamın yo­lu Basra’ya düşmüş. Bu fakirin, kesesi ne kadar fa­kir ise, gönlü o derece zengin imiş. Ve kesesi bomboş­muş. Basra halkı ona hiç itibar etmemiş. Ne, “Aç mı­sın?” diye soran olmuş, ne de yatacak bir hasır göste­ren. Kasaplar, kestikleri bir dananın etinden, kedinin köpeğin önüne atar gibi bir parça da onun önüne at­mışlar. O fakir adam, o bir parça eti pişirebilmek için ateş aramaya başlamış. Ancak, hangi kapıyı çaldıysa, ona ateş veren çıkmamış. Kalbi çok kırılan fakir:

“Allah’ım!” dedim, “Şu Basra halkının kötülüğün­den ve cimriliğinden sana sığınırım. Beni bağışla ve elimdeki şu bir parça eti pişirecek ateş ihsan et. Yoksa ben onu, dağdaki aç canavarlar gibi çiğ çiğ yiyeceğim!”

Fakirin bu duasından az sonra, Basra’da büyük bir yangın çıkmış ve kısa süre de tüm Basra kentini sar­mış. Kentin kıyısında bir yerlerde elindeki eti pişiren o fakir adama, onu kapısından kovanlardan birisi demiş:

“Aradığın ateşi sonunda buldun!”

Fakir ise, alev alev yanan Basra şehrine bakıp, ce­vap vermiş:

“Evet ama, ‘Ba’de harabil Basra’ (Basra yandıktan sonra)Bu deyim, “İş işten geçtikten sonra” anlamında kul­lanılır. Yapması gereken bir işi zamanında yapmayıp, başına gelecek belalara davetiye çıkaranlara denir.

 

 

19  NİSAN CUMA  (133.)

 

ASLAN PAYI DEYİMİNİN HİKÂYESİ

Hikâyeye göre bir gün ormanlar kralı aslan, kurt ve tilki ile ava çıkmış. Birlikte pusu kurup bir ceylan yakalamışlar. Sıra gelmiş ceylanı yemeye. Aslan, kurda “Haydi, avı pay et baka­lım” demiş. Kurt da önündeki ceylana bakmış bakmış, en sonunda üç eşit parçaya ayırmış hayvanı. “Boynuyla ön butlarını siz buyurun kralım. Sırtını tilki yesin. Ben de arka butlarıyla idare ederim” demiş. Aslan bu paya çok sinirlenmiş, bir pençe darbesiyle kurdu yere yıkmış. Bu sefer de tilkiye dönmüş, “Haydi, bari sen pay et” demiş.

Tilki yutkunmuş. Çekine çekine avın başına geçmiş. “Boynuyla ön butlarını sabah kahvaltısında yersiniz kralım. Sırtını öğle yemeğinde buyurun. Arka butlarını da akşam yemeğinize saklayalım” demiş. Aslanın pek hoşuna gitmiş bu paylaştırma. “İyi de sen ne yiyeceksin?” diye sormuş til­kiye. “Ben de hak ettiğim üzere sizden artanları sıyıracağım efendim” demiş tilki. Aslan daha da memnun olmuş.

“Aferin sana, nereden öğrendin bakayım sen böyle güzel pay etmeyi?” diye sormuş. “Nereden öğreneceğim efendim,” demiş tilki, “elbette kurttan öğrendim. İşte böyle, paylaşımdaki en büyük pay, hisse­nin en büyüğü, en güçlünün hakkı için kullanılır bu deyim.

 

22 NİSAN PAZARTESİ (134.)

 

‘SONU FİYASKO ÇIKMAK’ DEYİMİNİN HİKÂYESİ

 

Bir iş başarızlığa uğrarsa ‘fiyasko’ ile neticelendi, ‘sonu fiyasko çıktı’ deriz.Fransızcada da bizdeki anlamda ‘Faire Fıasco’ şek­linde kullanılan bu söz, aslen İtalyancadır.

 

Fiasco, İtalyancada içine içilecek bir şeyler konan, dar boğazlı, dışı saz ile örülü bir kaptır. Fiyasko yap­mak, çok susamış birinin heyecanla bu şişeye atılması­nı, fakat eline aldığı zaman bomboş bulmasını ifade eder.

 

 

 

 

 

 

23  NİSAN SALI  (135.)

 

TUZLAYIM DA KOKMA DEYİMİNİN HİKÂYESİ

İki köylü yol arkadaşı olmuşlar. Birisi askerlik et­miş, az çok görgü, bilgi sahibi olmuş. Diğeri ise pek toy ve bilgisizmiş. Giderlerken karşılarında deniz gö­rünmüş. Toy olan, mavi denizi görünce:

“Aa, bu suları boyamak için kimbilir ne kadar boya katmışlardır?” demiş.

Arkadaşı:

“Bu kadar su hiç boyanır mı? O mavilik göğün rengindendir” derse de öbürü inanmamış. Başlamışlar tar­tışmaya.“Yok canım ne göğün rengi, boyamışlar besbelli!” “Ya hu, bu kadar su boyanır mı? Bu gördüğün de­nizdir, rengi de, gökyüzünün aksetmesinden böyle ma­vidir.”

Tartışma böyle sürüp giderken, her ikisinin de hara­reti artmış. Başlamışlar sille tokat birbirlerine vurmaya. Bakarlar bu iş tatlıya bağlanmayarak, kavgadan vaz­geçip üstlerini başlarını toparlayıp yine eskisi gibi arka­daş arkadaş yürümeye devam etmişler.

Bir müddet gittikten sonra, denizin boyandığını id­dia eden köylü, kıyıya inerek, denizden bir avuç su alıp yüzünü yıkamış. Bakmış pek bi tuzlu.

“Aman, boyadıkları yetmemiş bir de içine tuz kat­mışlar! Kimbilir  kaç araba yükü tuz harcamışlardır” demiş.

Ötekinin öfkesi yeniden kabarmış, tutmuş bunu de­nize atmış. Peşinden de şöyle bağırmış:

“Tuz attılar ya! Önce maviye boyadılar sonra tuzla­dılar. İçine düşenler kokmasınlar diye böyle ettiler. Aha seni de böyle tuzlayayım da kokmayasın!”

Bu deyim, kendini yoktan yere pahalıya satanlarla, öve öve bitiremeyenlere söylenir

 

 

24  NİSAN  ÇARŞAMBA  (136.)

 

MÜHÜR KİMDE İSE SÜLEYMAN ODUR DEYİMİNİN HİKÂYESİ

 

Babası Davut Peygamberin ardından tahta çıkan ve kendisi de bir peygamber olan Hz. Süleyman, İsrafilogulları’na kırk yıl hükümdarlık etti. Allah’tan zen­ginlik istedi. Allah da ona, dünya üzerinde hiçbir kim­seye verilmemiş bir zenginlik verdi.Ancak, kendisine karşı olanların oyunları sonunda, binbir entrikanın geçtiği sarayda tuzağa düşürülmüş, tahtından uzaklaştırılarak zindana kapatılmış Tahta oturtulan ve kendisine çok benzeyen yalancı hükümdarın, gerçek Süleyman olmadığını ileri süren taraftarlarının baskısı üzerine saraya doluşan ahaliye, Peygamberlik miihürünü gösteren düzenbazlar:

“İşte mühür, mühür kimde ise, gerçek Süleyman odur…” demişlerdi.

Fakat sonunda olayın iç yüzü anlaşılarak Hz. Süley­man kurtarılıp yine tahtına oturdu.

Bu deyim, “bir işte, kime yetki verilmişse, emir ver­me hakkı onundur” anlamında söylenmektedir.

 

 

 

25  NİSAN PERŞEMBE  (137.)

 

KİM TAKAR YALOVA KAYMAKAMINI DEYİMİNİN HİKÂYESİ

Vaktiyle, Yalova henüz bir ilçe iken, genç, heveskar ve işgüzar bir kaymakam oraya tayin olunmuş.Vilayette resmî bir işi çıkmış, çağrılmış, İstanbul’a gelmiş. Sirkeci’de kaldığı otelin altındaki kıraathanede sabahleyin, bütün İstanbul gazetelerini gözden geçir­miş. Fakat kendisinin İstanbul’ a geldiğini bildiren bir habere rastlayamamış. Bu duyarsızlığa çok canı sıkıl­mış. Sonra kalkıp, yakındaki berber dükkanlarından birisine tıraş olmaya girmiş.Berber ile kaymakam, tıraş esnasında başlamışlar dereden tepeden, havadan, sudan konuşmaya. Kayma­kam bir aralık nabız yoklamak için berbere sormuş-, “Yahu hemşehrim, duydun mu Yalova Kaymakamı İstanbul’a gelmiş, her halde gazeteler yarın yazarlar..” deyince berber dudak bükmüş:

“Beyim sen deli misin? Burası İstanbul, kim sallar, kim takar Yalova Kavmakamı’nı…” demiş.

Bu deyim, itibarı, kıymeti ve yetkisi olmayan birile­rini tarif için kullanılır

 

 

 

26  NİSAN CUMA   (138.)

 

KARAMÜRSEL SEPETİ Mİ SANDIN DEYİMİNİN HİKÂYESİ

Sultan aziz, memlekete yeni gelen yandan çarklı vapurla bir seyahat yapmak, hem de İzmit’te yeni inşa edilen av köşkünü görmek istemiş. Bir bahar sa­bahı vapurla İstanbul’dan hareket edilmiş. Bu geziyi’ duyan yakın köy ve kasabalardan halk toplulukları, sa­hile akmağa başlamış. Karamürsel’den kayıklarla deni­ze açılmışlar. Gemi İzmit açıklarına geldiği zaman öğle vakti de olmuş. Karamürselliler padişaha bir sepet ki­raz ikram etmişler. Padişahın sofrasına gelen sepet pek makbule geçmiş. Kirazı sofrada bulunan bir tepsiye dökmüşler. İçinden dökülen kiraz, tepsiyi dolduruverince, padişah sepeti inceleyerek:

“Şu sepet ufacık tefecik görünür amma, bakın için­den bir tepsi dolusu kiraz çıktı” demiş.

 

Bu deyim, “herhangi bir şeyin küçümsendiği fakat, sonunda da mahcup olunan durumlarda” kullanılır.

 

 

29 NİSAN PAZARTESİ  (139.)

 

İMAM BİLDİĞİNİ OKUR DEYİMİNİN HİKÂYESİ

Güzel sesli, ancak, eğitimi öğretimi biraz kıt bir imam küçük bir mescide tayin edilmiş. Güzel sesi ile ahaliyi cezbetmiş. O ufacık mescid beş vakit dolar taşar olmuş. Ahaliden hayırsever bir zengin, bakmış mescit küçük geliyor, vermiş parayı büyücek bir camii inşa ettirmiş. Güzel sesli imamı da oraya almışlar.

İmam, küçük mescitte iken ne okuyorsa, büyük ca­mide de, aynılarını okur dururmuş. Zaten fukaranın bildiği ettiği de buncacıkmış. Cemaat bu durumdan hoşnut olmamış, kendi aralarında lâf döndürmeye baş­lamışlar:

“Bizim imam yine küçük mescitte okuduklarım okuyor, büyük camiye yaraşır başka şey okusa ya!”

Bu sözleri işiten ihtiyardan birisi onları şöylece ikaz etmiş:

“Cami ne kadar büyük olursa olsun, imam bildiğini okur”

Cezp Etmek : Hayran bırakmak,kendinden geçirmek,büyülemek vb

 

 

 

 

 

            30 NİSAN SALI   (140.)

 

 

BALIK BİLMEZSE, HALİK BİLİR DEYİMİNİN HİKÂYESİ

İyiliksever birisi, deniz kenarına bir sepet ekmek getirmiş; doğrayıp doğrayıp balıklara atarmış. Bir gö­ren.

“Ne yapıyorsun?” diye sormuş.

O da:

“Balıklara ekmek atıyorum; bu derya kuzularının belki karnı açtır” demiş. Adam şaşırmış-.

“Balık iyilikbilir mi?” diye sormuş.

Adam bir yandan ekmekleri denize ufalarken cevap vermiş:

“Sen iyilik yap, denize at, balık bilmezse Hâlık (Ya­radan) bilir” cevabım vermiş.

 

Bu deyim, “kimsenin yaptığı iyilik boşa gitmez. Faydasını görenler kıymetini bilmezlerse bile, Allah mükâfatını verir. Sen, iyiliğinin karşılığını, illâ da dünyadan  bekleme” anlamında kullanılır.

 

 

 

2 MAYIS PERŞEMBE  (141.)

 

AZ OLSUN TEMİZ OLSUN DEYİMİNİN HİKÂYESİ

Kartalın kulağına gitmiş ki, şu kara karga mille­tinin ömrü çok uzun olurmuş. Merak etmiş, bir karga bulup ona sormuş:

“Biz ki, şu kuşlar âleminin padîşahlarıyızdır , ama ömrümüz şuncacıktır. Sen nasıl oluyor da böyle uzun yaşayabiliyorsun? Elbet bir sırrı vardır bunun, anlat bakalım!”

Karga:

“Aman, kartal efendi! Ne sırrı, ne efsunu, sebebi ga­yet açıktır.”

“Anlat anlat!”

“Biz kargalar leş yeriz bilirsin. Leş dediğin öyle yer­de yatar durur. Ne kaçar, ne debelenir. Çökeriz başına karnımızı doyururuz. Oysa siz öyle misiniz? Gün boyu bir tavuk, üç-beş bıldırcın kapmak için ne zahmetlere girersiniz. Bazen de olur ki, avlanayım derken av olur­sunuz. Anlayacağınız, şu kara kargalar çok yaşıyorsa işte sebebi budur.”

İşin sırrını kapan kartal:

“Madem öyle haydi ben de leş yiyeyim. Bul bir tane de göster sanatının inceliklerini”%demiş.

Karga, kartalı peşine takıp bir-iki kanat çırpmış, az sonra da bir derenin kıyısında uzanmış yatan, koca­man bir eşek leşi bulmuşlar.

Karga:

“Aman efendim aman!” demiş. “Nasibimize bak!”

Sonra da, eşeğin karnına konuvermiş. Gaga üstüne^ gaga_ vuruyor kopardığı parçaları çiğnemeden yutuyor, bir yandan da, eşek leşinin faziletlerini kartala sayıp’ döküyormuş. ”

Kartal tünediği ağaç dalından kargayı izlemeyi bıra­kıp yanına süzülmüş. Ancak, leşin kokusu onu fena çarpmış:

“Aman bu ne pis bir şeydir! Kara karga senin o ko­ca burnun sızlamıyor mu bu kokudan?”

“Yooo..”

Kartal kokuya tahammül edip bir iki lokma didiklediyse de, boğazından geçirememiş. Bakmış olmayacak:

“Aman! Böyle leş yiyerek çok yaşayacaksam kalsın. Temiz temiz yer içerim, ama az yaşarım. Az olsun te­miz olsun!” demiş.

Bu deyim, “doğru şekilde kazanılmış ‘az’, yanlış yollardan elde edilmiş ‘çoktan iyidir” mânâsında kul­lanılmıştır.

 

 

 

3 MAYIS CUMA  (142.)

 

ANA HAMURU KÜÇÜK PİŞİRİR, ÇOCUKLAR EKMEĞİ İKİ AŞIRIR DEYİMİNİN HİKÂYESİ

 

Fukara bir kadıncağızın beş oğlancığı varmış ki, herbiri maaşallah yaprak kurdu gibi doymak bil­mez, yer ha yerlermiş. Kadıncağız zaten elde avuçta yok ne yapsın, idare etmenin binbir yolunu, sabır ve tevekkülle katık eder, ailesini geçindirmeye çalışırmış.

Oğlancıklar gün boyu kâh çalışır, kâh oynar, netice­de hepsinin akşama varmadan karınları kazınmaya başlarmış. Karnı acıkan da, analarının ekmek çuvalına dalar, bir somunu kaptığı gibi, bir erik ağacının dibin­de, Bismillah, çiğneye yuta yermiş.

Kadın bakmış olacak gibi değil, somunu kapan gidi­yor. “Bari” demiş, “Şu hamuru küçük küçük ekmek edeyim. Ne de olsa bizim oğlancıklar bir tane yer do­yarlar.”

Dediği gibi de, ekmek hamuru daha küçük koparıp öyle ekmek yapmaya başlamış. Ancak oğulları somun­ların küçüldüğünü, artık göz kararı mı anlamışlar, yok­sa karınlarının doymamasından  mı  farketmişler  bilin­mez, o günden sonra ekmekleri çift çift aşırmaya baş­lamışlar. Durumu gören biçare kadın, gülmüş ve şöyle demiş:

“Ana hamuru küçük pişirir, çocuklar ekmeği iki aşı­rır.”

 

 

6  MAYIS PAZARTESİ  (143.)

 

AĞZI ATEŞ PÜSKÜRÜYOR DEYİMİNİN HİKÂYESİ

Eski devirlerde bir tüccarın, mal sattığı bir başka tüccardan oldukça yüklü bir alacağı varmış. Ama ötekinin borcunu, öyle yakın bir zamanda ödemeye hiç niyeti yokmuş. Hatta mümkünse hiç ödemesinmiş . Alacaklı tüccar, verecekli tüccarı dava etmiş.

O civarın kadısı, pek hayırlı bir adam değilmiş. Ada­letle gördüğü bir işi gören olmamış. Haklıdan da, hak­sızdan da rüşvet olarak, ne koparırsa alırmış. Bunu iyi bilen davalılardan borçlu olan, kadının huzuruna çıkar­ken gayet kıymetli bir halıyı sırtlayıp da çıkmış. Alacaklı

olan ise ağzına üç-beş sarı altın lirayı doldurmuş öyle gelmiş.

Kadı, borcu olana:

“Ödesene borcunu vicdansız” demiş.

Borçlu ise, bir eliyle sırtındaki halıyı okşarken kadıya:

“Aman kadı efendi şu halımı görmez misin?” demiş. Yani  kurnazoğlu , bir yandan rüşvet olarak getirdiği ‘halıyı gösterirken, diğer yandan sağdan soldan ba­kanlara da, ‘hâlime yani durumuma bak dedim’ demek için böyle bir tezgâh düzmüş. Alacaklı da hazırlıklı geldiğinden işin altında kalma­mış. Ağzındaki sarı sarı altınları kadıya göstere göste­re derdini anlatmaya başlamış.

Bunun üzerine kadı, borçlu tüccara dönerek:

“Halına bakıp sana acıyorum, amma şu adamın ağ­zı ateş püskürüyor!” demiş.

 

 

 

7 MAYIS SALI  (144.)

 

 

AÇ YATARIM, DİNÇ YATARIM DEYİMİNİN HİKÂYESİ

Bir şehir faresi ile bir tarla faresi ahbap olmuş­lar. Bir gün şehirli fare, ahbabını yemeğe davet et­miş. Tarla faresi o güne kadar tarlasından hiç ayrılma­mışmış. O yüzden, şehirli dostunun davetini, ürke çekine , kabul etmiş.

Davet günü gelip çattığında, tarla faresi, kendini bir süt kamyonunun kasasına attığı gibi, şehrin yolunu tutmuş. Aramış taramış, ite köpeğe sormus. kedilerden uzak durmuş, sonunda şehirli ahbabının evini bulmuş.

Önce sarılıp kucaklaşmışlar, bir müddet sohbet et­mişler. Yemek saati geldiğinde, şehirli fare, tarla faresi­ne öyle bir sofra kurmuş ki, akıllara zarar. Zavallıcık bu vakte kadar, mısır somağından, çürük cevizden, çe­kirge bacağından başka birşey kemirmemiş dişleri, az daha yerlerinden çıkacakmış, eğer onlardan önce göz­leri yuvalarından fırlamasaymış.

Pastırma mı ararsın, çerkez peyniri mi.. Kuru yemi­şin envai çeşidini mi, yoksa fındıklı akide şekeri mi…

Tarla faresi:

“Amanın gelene kadar çektiğim tüm sıkıntılara değ­di” diye düşünürken, şehirli ahbabı:

“Eyvahlar  olsun! Bir tıkırtı duydum. Kuyruğum kopsun ki, bu sarı kedidir” demiş.

Kedi lâfını duyan tarlalı pismiş kalmış. Bir süre et­rafı dinlemişler, bakmışlar gelen giden yok. Tam sofra­ya dalacaklarken, şehirli, bu kez de “Sus!” işareti yap­mış.

Öteki, “hayrola” diye fısıldamış.

“Kapanlara kapılayım ki bir tıkırtı duydum. Bu kara kedidir!”

Tarla faresi o akşam sofra başında, “kara kedi geldiydi, sarı kedi gittiydi..” diye korkup titremekten, ne karnını doyurabilmiş ne de onca şeyden bir lezzet ala­bilmiş.

Ertesi gün, şehirli dostunun evinden ayrılırken:

“Ahbabım, şimdi sıra sende, bir gün de sen bana yemeğe gel” demiş.Aradan az bir zaman geçmiş ki, bu kez de tarla fa­resinin kapısını, şehirli ahbabı çalmış. Şu oldu, bu bit­ti diye sohbet etmiş, sonra da sofraya oturmuşlar.

Tarla faresinin sofrası, hiç de şehirli farenin sofrası­na benzemiyormuş.

Bir iki mısır tanesi, birkaç parça çürük ceviz içi, iki üç ölmüş çekirge bacağı, orta iri bir meşe palamudu., hepsi bu.

Şehirli ağzını burmuş. Ahbabının hâline iç geçirmiş: “Ah benim aziz dostum. Bu tarla başlarında şu garibanlığı  ne diye çekip durursun. Gel yanıma yerleş! Yi­yelim içelim, bizim oralarda bir bolluk bir zenginlik var ki sorma gitsin..”

Tarla faresi bıyık büküp gülümsemiş bu söylenenle­re:

“Aman” demiş, “bolluğu da orada kalsın, zenginliği de.. Senin oralarda, kedi düşman, insan düşman, kö­pek azman.. Kapanı var, tuzağı var,  zehiri var.. Var oğ­lu var… Ben bu tarlamda rahatım, huzurluyum. Karnım aç yatarım ama dinç yatarım..”

Bu deyim, “geçici bir maddî menfaat için, insanın kendisini harap edecek hallere girmesinin, minnet çek­mesinin, korku içinde yaşamasının hiç de akıllıca ol­madığını” anlatmak için söylenir.

,

 

 

8  MAYIS ÇARŞAMBA (145.)

 

AÇ AYI OYNAMAZ DEYİMİNİN HİKÂYESİ

Adamcağızın biri , ormanda odun toplarken, yav­ru bir ayı bulmuş.

“Aman bu bebeyi alıp götüreyim. Anası-danası ge­lip görmeden aparayım” demiş.

“Bakar büyütür, satarım” diye düşünmüş.

Ayıcığı ensesinden kaptığı gibi heybesine atıvermiş. Evine vardığında çoluk-çocuk eğlenmişler, pek bi hoş­laşmışlar ayıdan. Hanımı biraz mızıldandıysa da, beyi, “Bakarız, sonra da satarız! İyi para edermiş buncağızlar!” deyince o da sus olmuş.Gel zaman, git zaman, ayı büyümüş. Kürkü kabar­mış, ensesi kalınlaşmış, pençeleri  kavileşmiş . Çoluğa çocuğa dalar olmuş. Köşe-bucağa, yatağa-döşeğe zara­rı dokunmaya başlamış.

Evin hanımı:

“Aman bey!” demiş. “Senin bu ayı yavrusu, büyü­dü artık yetişir. Götür bunu ayıcılara sat. Aldığı nefes zarar!”

Adam ayının boynuna bir zincir dolayıp pazara gö­türmüş. *•

Ayıcılar gelip dişine-tırnağına bakmışlar. Tüyünü- kürkünü sıvazlamışlar. İçlerinden biri:

“Oynar mı bu be?!” diye sormuş.

Adamcağız ne bilsin ayı oynar mı! Ama illâ satması lâzım:

“Oynar oynar!” demiş. “Her türlü… Ama karnını do­yurmanız lâzım, malûm aç ayı oynamaz!”

Bu deyim, “birinden bir iş bekliyorsan, karşılığını ödemeli, şartları yerine getirmelisin”  mânâsında  kulla­nılır.

 

9  MAYIS PERŞEMBE (146.)

 

DAM ÜSTÜNDE SAKSAĞAN VUR BELİNE KAZMAYI DEYİMİNİN HİKÂYESİ

 

Boğa Dağları’nın güney tarafı ılıktır. Kış şiddetli  olmaz. Saksağan adı verilen bir çeşit karga, kışın  oralarda barınır. Bazı hastalıklı inekler, danalar, keçiler sürüyle birlikte gidemediklerinden, evin önündeki ayak damının üzerinde pineklerler. Oralarda bulunan bir çe­şit sinek gelir, bu hayvanların sırtına yapışır; bir delik açarak yumurtlar. İlk yaza doğru bu deliklerden birçok sinek çıkarak uçuşur. Çok zayıf ve dermansız olan bu hayvancıkların sırtındaki yumurta keselerine dadanan saksağanlar, hayvanın sırtına konarlar, gagalarıyla yu­murtalığı delerek bulduklarını yerler. Zavallı hayvanlar çabalasalar da saksağanları kovamazlar. Deride yer yer bir çok yaralar açılır. Evdeki nineler, kadınlar ellerine geçirdikleri bir sopalarla, dam başına konmuş olan saksağanları kovarlar. Bu söz oradan kalmıştır.

 

 

 

 

 

 

 

10   MAYIS CUMA (147.)

 

ALKIŞ TUTMAK DEYİMİNİN DEYİMİNİN HİKÂYESİ

 

 

Padişahlarla vezirlerin itibarını yükseltmek amacıyla yapılan törenler için kullanılan bir deyim­dir. Törenler dışında padişahın ata binip inmesi ve sa­raya girip çıkması, savaş hareketleri sırasında Divan Çavuşları tarafından ‘.alkış tutulurdu,’

Osmanlılar alkışlama usulünü Anadolu Selçuklula­rından almışlardır. Abbasîler’de, İlhanlılar’da, Memlûkler’de ve Anadolu Beyliklerinde de bu usul vardı. On­lardan Bizanslılar’a da geçmiştir. Hep birlikte, övücü sözlerin yüksek sözle söylenmesi şeklinde yapılırdı.

 

 

 

 

 

 

 

 

13  MAYIS PAZARTESİ  (148.)

 

PARA, PARAYI ÇEKER DEYİMİNİN HİKÂYESİ

 

Vaktiyle, zengin mi zengin bir tüccar varmış. Bu adamın evinde çalışan uşağı sersem, cahil, şaşkın bir delikanlıymış.

Bir gün bu delikanlı, bir köşede biriktirdiği ufak pa­raları sarrafa götürüp karşılığında kocaman bir altın para almış. Sevinçle evine geldiği zaman bu altını ne yapacağını düşünürken:

“Hah demiş. Şimdi bu altını, bizim efendinin tıkabasa altın dolu olan çekineceğinin para atma deliğine sokup tutarsam çekmecedeki altınları çeker kendine…”

Nitekim de öyle yapmış. Altınını, parmaklarının

ucuyla tutarak çekmece deliğinden uzatmış. Bir yandan da çekmecedeki altınları elindeki altına çağırmaya baş­lamış.-

“Gel kardeşim, gel!..’’

Saf uşak, Kasadaki altınların yukarıya doğru  çıkacağını umarken, elindeki altını da ekmeceye kaçırıvermiş. Başlamış ağlamaya. Efendisine koşup duru­mu anlatmış. Uşağının saflığını çok iyi bilen efendi hem kızmış, hem de gülmüş. Çekmeceyi açıp da altını­nı geri verirken:

“Ah benim safım” demiş. “Para parayı çeker ama, işini bilirsen,—ticaretini doğru dürüst yaparsan çeker.”

.

 

 

 

 

14  MAYIS SALI (149.)

 

NALLARI DİKMEK DEYİMİNİN HİKÂYESİ

Vaktiyle bir padişahın, gözü gibi sevdiği bir atı varmış. Bu doru kısrak bir gün hastalanmış. Başı­nı tutamaz olmuş. Bu olaya padişahın canı pek sıkıl­mış, kızgınlığından ne yapacağını bilemez olmuş. Adamlarını yanına çağırarak bağırmaya başlamış:

“Bu kısrağı iyileştirmenin yolunu bulun, yoksa haliniz dumandır! Sevgili kısrağım ölüverirse ben de sizin canınıza kıyarım. Kim bana gelir de hayvancağızımın öldüğünü bildirirse hâli hiç iyi olmaz bunu bilesiniz!”

Saray halkı ne yaptılarsa kâr etmemiş, kısrak bir türlü iyileşmemiş, hastalığı artmış ve birkaç gün sonra da ölüp gitmiş…

Herkesi bir korkudur almış. Atın öldüğünü padişa­ha kim bildirecek dliye düşünmeye başlamışlar.

Bu sırada sarayın korkusuz, babayiğit, açıkgöz başmabeyncisi ortaya çıkmış ve şöyle demiş:

“Kendinizi neden bu kadar üzüyorsunuz? Ben söy­lerim efendimize!..”

Herkes rahat bir soluk almış.

Başmabeynci, kollarını sallaya sallaya padişahın katına varmış:

“Efendimiz,” demiş, “güzel ve nazlı kısrağınızın iyi­leştiğini görmek amacıyla demin ahıra, yanma gittim. Bir de ne göreyim? Hayvancağız ‘nalları dikmiş’ sessiz, soluksuz uyuyor. Sanki çok derin bir uykuda…”

Padişah ne demek istendiğini çabucak anlamış, kızıp küplere binmiş.

“Be herif, açık açık ‘atın öldü!’ desene!…” demiş.

Başmabeynci, kendini kurtarmak için, lâfı yapıştırıvermiş:

“Aman ulu padişahım, benim ağzımdan böyle bir şey çıkmadı, siz buyurdunuz onu!.” demiş.

 

 

15  MAYIS  ÇARŞAMBA (150.)

 

MİNAREYİ ÇALAN KILIFINI UYDURUR DEYİMİNİN HİKÂYESİ

 

Birkaç köy delikanlısı, bir yerde derin bir çukur kazıyorlarmış. Oradan geçmekte olan bir genç, on­lara ne yaptıklarını sormuş. Toprağı kazanlardan biri alaylı alaylı:

“Bizim köye bir cami yaptıracağız,” demiş. “Gecele­ri çalmasınlar diye minaresine kılıf hazırlıyoruz…”Bir zaman sonra halk, köye cami yaptırmış. Sisli bir gecede minareyi göremeyen, çukur kazanlara tanık olan saf genç, köylülerine seslenmiş:

“Gördünüz mü, bizim minareyi çalmışlar. Hırsızlar minarenin kılıfını önceden hazırladılar!..”

Köylülerden biri gülerek:

“Elbet, elbet” demiş. “Minareyi çalan kılıfını uydu­rur!..”

 

 

 

 

 

 

16  MAYIS PERŞEMBE  (151.)

 

KİMİ YER KİMİ BAKAR, GÜRÜLTÜ BUNDAN KOPAR DEYİMİNİN HİKÂYESİ

 

Gazneli Sultan Mahmut’un, Tâlhak adında bir yave­ri varmış. Biraz dalkavukçaymış ama zeki bir adammış. Bir gün sultan kendisine:

“İnsanlar arasında kavga neden çıkar?” diye sor­muş.

Tâlhak:

“Kiminin aç, kiminin tok olmasından. Kimi yer kimi bakar, gürültü bundan kopar sultanım” diye cevap ver­miş.

*******

Bu deyim, “bütün kavgalar gürültüler adaletsizlik­ten çıkar” anlamında kullanılır.

 

 

 

 

 

 

 

 

17 MAYIS CUMA (152.)

 

KAZAN TAŞARKEN KEPÇEYE PAHA OLMAZ DEYİMİNİN HİKÂYESİ

 

Aşçılardan biri, bir düğünde yemek yapmak üzere çağırmışlar. Kazanları, tencereleri düğün evine getiren çırak, nasılsa kepçeyi unutmuş. İşe başla­mışlar. Usta, sütlü helva yapmak üzere sütü kazana koymuş, az sonra süt kabarmaya başlayınca, usta sütü karıştırmak için kepçeyi aramış, bulamamış. Çırağına, “Koş karşı ki dükkândan bir kepçe al gel” demiş. Çırak gitmiş, kepçeye beş yüz kuruş istemişler. Pahalı gör­müş, gelip ustasına söylemiş. Ustası, “Oğlum, çabuk al getir. Kazan taşarken kepçeye paha olmaz” demiş.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

20 MAYIS PAZARTESİ  (153.)

 

 

SİYASET DERSİ ALMAK DEYİMİNİN HİKÂYESİ

Kurnaz tilki , bir gün, ormanların kralı arslanın inine gizlice girip, yavrusunu kaçırmış. Arslan av­lanmaktan dönüp, ininde bıraktığı yavrucağızını göre­meyince kükremekten yeri göğü inletip, tüm ormana haber saldırtmış:

“Bu ormanda yaşayan cümle hayvanat inimin önünde toplansın. Gözümün bebeği, tahtımın tahteravanımın biricik varisi, yavrucuğumu yatağından kaldı­rıp götürmüşler. Bunu yapan ciğeri çürük kim ise bulacağım, cezasını kendi pençelerimle vereceğim!”

Emri duyan hayvanat, telâşla korkuyla merakla kra­lın ini önünde toplaşmışlar.

Tilki de bir kayanın dibine çöküp olan biteni uzak­tan uzaktan izliyormuş. Sonradan kurt da tilkinin ya­nma gelip çöreklenmiş.

Arslan:

“Benim yavrumu kim kaçırdı? Bilen varsa söylesin. Yok kimseden bir ses çıkmaz ise, topunuzu birden ya­karım ona göre!” diye kükreyince, tilki kurdun kulağı­na eğilip fısıldamaya başlamış:

“Kurt kardeş, ben işin aslını biliyorum. Kralımızın yavrusu aslında kaçırılmadı. Kral, yaşlandığı için yeri­ne kral yapacak adam arıyor. Böyle bir oyun yapıp, kim en cesur onu tesbit edecek. Tahtı da ona verecek. Sen hiç durma! Krallık arslandan sonra yakışsa yakışsa sana yakışır. Hemen atıl ortaya.”

Kurt yan gözle ,tilkiye bakıp:

“Yahu kurnaz tilki, bugüne kadar senin yüzünden başıma binbir türlü belâ geldi. Aşağı köyün bağcısının sırtıma vurduğu değneklerin yaraları daha kapanmadı bile. O zaman da bana; “Ben bu bağcının hayatını kur­tardım, benim bağa girme fermanım var” demiştin. Şimdi de kalkıp; kral yerine adam arıyor, atıl ortaya di­yorsun. Ben sana nasıl güveneyim?” diye sızlanmış.

“Sen bilirsin” demiş tilki. “Krallık dediğin nedir ki, sen olmazsan aha şu geyikler olur. O zaman da bu or­manda et değil, ot yersin!

Kurt, bir gözlerini kısık kısık etmiş kendisini süzen tilkiye, bir de kükreyen arslana bakmış. O an içinden ne geçirdiyse:

“Ben çaldım yavrunu var mı bir diyeceğin?” diye bağırmış

Arslan, önce bir şaşırmış. Sonra da:

“Öyle mi gel bakalım kurt efendi, şu mağaramda özel konuşalım” demiş.

Kurt hoplaya zıplaya mağaradan içeriye girmiş arslanda peşi sıra gözden kaybolunca, içeriden bir feryat bir figan kopmuş, çatur çutur kemik sesleriyle bir toz, bir duman yükselmiş. Ormanın sakinleri “acaba içeride ne oluyor” gibisinden birbirlerine bakarken; tilki arka­sına sindiği kayanın üstüne çıkıp:“Merak etmeyin kralımız kurt kardeşe ilm-i siyaset dersi veriyor” demiş.

********

Bu deyim, “bir işin inceliklerini öğretmek, püf nok­talarını sır vermek” mânâsında kullanılır.

 

 

21  MAYIS SALI  (154.)

 

HINK DEMEK DEYİMİNİN HİKÂYESİ

Kahve, malüm çekirdeğinin un ufak ezilmesin­den sonra kullanılır hâle gelir. Eski zamanlarda şimdiki gibi kahve değirmenleri yoktu. O zamanın ku­ru kahvecileri kavrulmuş kahve çekirdeklerini, devlete ait büyük havanlarda — tıpkı köylülerin buğdaylarını köyün değirmeninde öğütmeleri gibi,— dövdürür öğü­türlerdi.

İstanbul’un kahve dibekleri Eminönü’ndeydi. Bu di­beklerin idaresi de, “Kahve Kavurma Ocağı” denilen bir Yeniçeri birliğine verilmişti. Buralarda kahveleri döven­ler ise, ocağa kayıtlı amelelerdi. Kahveler, dibeklere konduktan sonra ucu topuzlu ağır bir demir çubukla dövülürdü. Dövücüler, ağır tokmağı dibeğe her vuruş­larından sonra, güçlü bir nefes vererek “HINK!” derler­di.

İşte o devirlerde, işsiz güçsüz bir kaldırım gezgini dibekhaneye  gelip bir dövücünün karşısında oturmuş. Dövücü demir tokmağı dibeğe her vuruşunda bu ko­puk, “HINK!” diye bağırırmış.

Dövücü tokmağı indirir, bu “HINK!” dermiş. Dövü­cü tokmağı indirir, bu “HINK!” dermiş.

Bir süre sonra kahveler un ufak olmuş. İnsanın bu­run kemiklerini sızlatan kahve rahiyası dibekhanede duman duman tazelenmiş. Kuru kahveci gelip kahvesi­ni aldıktan sonra dövücü ameleye de, parasını saymış. Dövücü tam altın liralarını kesesine koyacakken, köşe­den kalkıp yanma gelen o işsiz güçsüz adam:

“Arkadaş, bana da hakkımı vereceksin!” demiş.

Dövücü, “neyin hakkını istersin?” diye sorduğunda

da:

“Ben burda sana ‘HINK! HINK!’ demedim mi? İşte onun hakkını isterim” diye cevap vermiş.

 

 

 

 

22  MAYIS  ÇARŞAMBA (155.)

 

GÜVENDİĞİ DAĞLARA KAR YAĞMAK DEYİMİNİN HİKÂYESİ

 

Napolyon, 1812’DE 363 bin kişilik bir ordu ile çıktığı Moskova seferinden 26 bin kişiyle dönünce bu yenilgide kışın da büyük etkisi olduğunu anlatmak için “Güvendiği dağlara kar yağdı” demişler.

*************

Bu deyim, “yarar umduğu kimseden ya da şeyden bir fayda görmediği gibi zarar görmek” anlamında kul­lanıl

 

Napolyon: Fransız asker,komutan,devlet adamı,siyasetçi…

 

 

 

 

 

 

23  MAYIS PERŞEMBE    (156.)

 

DOLMA YUTMAK DEYİMİNİN HİKÂYESİ

Kızıldeniz Osmanlı’nın mülkü iken, vazife ica­bı İstanbul’dan oraya giden bir geminin kaptanı tayfalara kesin emir vermiş:

“Tayfaların denize girmesi zinhar yasaktır. Giren olursa, bir hafta yük ambarına tıkarım, sade suya talim ettiririm.”

Bu sebeple bayıltıcı sıcaklar altında sefer eden gemi­nin tayfaları, şöyle bir serinlemek için denize giremez­ler, kızgın güneşin altında kavrulur dururlarmış.

Bir gün içlerinden biri:

“Nedir ulan bu! Güneş içimi kavurdu, derim kösele­ye, saçım sakalım postekiye döndü” diyerek kendini suya atıvermiş.

Tayfa, bir yandan sırt üstü, sırt altı yüzüyor, bir yandan kendisini güverteden iç çeke çeke seyreden ar­kadaşlarına nispet yaparak:

“Oh aman, içlerim serinledi” diye sulara dalıp dalıp çıkıyormuş. Güvertedeki tayfalardan biri:

“Ulan kavruk! Kaptanımızın emrini bilmiyor mu­sun? Çabuk çık sudan!” diyerek ikaz ededursun, içle­rinden biri durumu kaptana yetiştirmiş bile. Güverteye gelen kaptan, esip gürlemiş ve tayfayı sudan çıkartıp yanma getirtmiş.

“Oğlum ben suya girmek yasak diye emretmedim mi?”

“Emrettiniz kaptanım.”

“Niye emrettim haberin var mı?”

“Yok kaptanım.”

“Oğlum bu Kızıldeniz’de yarma gibi köpekbalıkları fınk atıyor. Denize girmeyi yasak ettim ki, onlara yem olmayasınız.”

Tayfa yasağın gerçek nedenini öğrenince yüzünü bir sırıtma basmış.

“İyi de kaptanım beni köpekbalıkları yiyemez ki!” “Nedenmiş o?”

“Ben şerbetliyim.”

“Oğlum, bu köpekbalığı şerbetten ne anlar!”

Bunun üzerine tayfa üzerindeki keten gömleğini şöyle bir sıyırıp sırtındaki dövmeyi kaptana göstermiş. Dövmede şunlar yazıyormuş:

“Padişahımız Efendimiz sayesinde, Memalik-i Os­maniye’de (Osmanlı Mülkün de) ne bir aç, ne bir çıplak kalmamıştır. Cümle halkımız mutluluk ve rahat içinde yüzmektedir.”

Kaptan yazıyı okuduktan sonra, tayfa yine güle sırıta demiş ki:

“Gördün ya kaptanım. Sen söyle, bu dövmede yazılanları hangi köpekbalığı yutabilir.”

**********

Bu deyim “kanıp aldanmak” mânâsında kullanılan argo bir deyimdir. Buradaki ‘dövme’ zamanla ‘dolma’ şekline dönüşmüştür.

24  MAYIS CUMA (157.)

 

DİLİNDE TÜY BİTMEK DEYİMİNİN HİKÂYESİ

 

Adamın biri gevezeliği ile meşhur olmuş. Ne sus­tan ne durdan bilmez, ağzını bir kere açtı mı, kır­madık pot, devirmedik çam bırakmazmış. Aklı da biraz kıtçaymş hani. Ağzından çıkanı kulağı işitmeyen cinstenmiş. İşte bu yüzden başına olmadık işler açılır, bek­lenmedik belâlara bulaşırmış.

Dostları ikaz etmiş, sevenleri ricada bulunmuş, bü­yükleri akıl vermiş:

“Dilinin belâsını çekiyorsun. Biraz konuşma, biraz sus. Ağzından çıkana dikkat et…”

Şakacı bir arkadaşı bir gün gevezeye şöyle bir tavsi­yede bulunmuş:

“Dostum aslında senin pek kabahatin yok. Senin di­lin kaygan. O yüzden böyle çok konuşuyor, dilini tuta­mıyorsun. Bak kulağa! Hiç sesi çıkıyor mu? Bak buru­na! Çıt çıkarmıyor. Demek ki, senin dilin de onlar gibi hareketsiz dursa, kımıl kımıl oynamasa; uyuşacak, za­manla paslanacak ve kayganlığını kaybedecek, sen de gevezelik edip başına olmadık dertler açmayacaksın.

Farzedelim diline darı ektin, buğday ektin. Onların büyüyüp göğermesini bekliyorsun. Ağzını açmayacak­sın, dilini oynatmayacaksın, bekleyeceksin. Oldu mu?” “Ee.. bir deneyelim..” demiş geveze. Bu öğüdü cid­den ciddiye almış. Uzun bir süre susmuş. Selâm1 ver­mişler, almamış. Bir şey sormuşlar, cevap vermemiş… Bu kez de etrafındakiler; “ne oldu buna” diye merak­lanmışlar. Çok ısrar edenlerden birine:

“Artık konuşamıyorum. Çünkü dilimde tüy bitti” demiş.

**********

Bu deyim, hikâyesindeki mânânın tersine, “tekrar tekrar söylemekten usanmak, bıkmak anlamında” kul­lanılır.

 

 

 

27  MAYIS PAZARTESİ    (158.)

 

DOĞRU SÖZE NE DENİR DEYİMİNİN HİKÂYESİ

 

Eskiden bir ağanın, kılına tüyüne kadar kendisine çok benzeyen bir uşağı varmış. Adam ağa olması­na ağaymış ama, pek bi densiz, pek bi kabaymış. Du­rur durur, gariban hizmetkârına “Hayvan!” diye haka­ret edermiş. Sabrı tükenen uşak bir gün:

 

“Bana hayvan demeniz, size olan benzerliğimden ise, efendim doğru söze ne denir?” demiş.

 

***********

Bu deyim, “haklısın, bunun üzerine bir şey söylen­mez” anlamında kullanılır.

 

 

 

 

28  MAYIS SALI     (159.)

 

ATEŞ ALMAĞA MI GELDİN?

(Ziyaretini çok kısa tutan, gelir gelmez gitmeye kalkan kişiye söylenen, ‘çok çabuk gidiyorsun’ anlamında bir deyim.)
Eskiden kibrit yokmuş. Ateş sönünce, ateş küreği ile komşuya gidilir, bir parça ateş alınırmış.Ateş almak için komşuya geçen kadınlar, kürekteki ateş sönmesin diye oturup çene çalamazlar ve acele ederlermiş.
Kapıdan içeri girmeyerek, kısa bir konuşmadan sonra gitmek isteyen ziyaretçilere:
-Ateş almaya mı geldin? Denmesi de işte bu devirlerden kalmadır.

 

 

 

29  MAYIS ÇARŞAMBA    (160.)

 

AVUCUNU YALAMAK

Bu deyim, kışın karlı ve soğuk havalarda inine kapanarak, tabanlarının altını yalamak suretiyle karın doyurmaya uğraşan ayıların hareketinden alınmadır. Çünkü ayılar kışın arasa da yiyecek bulamaz hareket edecek olsa da, boşuna enerji tüketmiş olur. Bunu iyi bilen ayılar kış uykusuna yatar. Ayağını yalamakla yetinir yazın gelmesini bekler. Başka yapacak bir şeyi yoktur.

 

 

 

 

30   MAYIS PERŞEMBE     (161.)

 

GÜME GİTMEK

 

Zamanında yeniçeriler suçluları yakalayıp zindana kapatırlarken “HOOOPPP GÜM” şeklinde nara atarlarmış.Ancak aynı “kurunun yanında yaş da yanar” atasözünde olduğu gibi bazen zindana atılanlar arasında suçu olmayanlar yani masum kişiler de bulunurmuş. İşte halk suçsuz bir vatandaşın zindana atıldığında,günahsız yere hapse götürülüyor anlamında “Adamcağız güme gitti, yazık oldu” demiş.

 

 

 

 

  

31   MAYIS CUMA (162.)

 

 

SAMAN ALTINDAN SU YÜRÜTMEK

Vaktiyle köyün birinde ahalinin tarlaları ve meyve sebze bahçelerini suladığı bir su kaynağı varmış. Bu kaynak köyün ortak malıymış. Civarda başkaca su kaynağı olmadığından bütün köylü arazisini bu kaynaktan nöbetleşe sıra ile sularmış.Kimin ne vakit, ne kadar su kullanacağı belliymiş ve herkes kendi sırasını takip eder, komşularının hakkına da saygı gösterirmiş.Ancak her köyde olduğu gibi bu köyde de açıkgöz bir adam varmış. Sebze bahçesi su kaynağının hemen yakınında bulunan bu adam,herkes gibi sırası geldiğinde gider, kaynaktan suyunu alırmış ama bununla yetinmeyip kaynak ile bahçesi arasına gizli bir su yolu kazmış.Kimseler farketmesin diye de su yolunun üzerini taşla tahtayla kapatıp üstüne de saman balyaları yığmış. Su , diğer vakitlerde bu saman altından aka aka açıkgözün tarlasına kadar gidermiş.
Yaz ortasında herkesin tarlası susuzluktan yanıp kavrulurken, onun ki fidanların boy üstüne boy attıkları, yemyeşil bir halde olurmuş.Üstelik bostanın ortasındaki sulama havuzu da, her zaman silme doluymuş.
Köylüler “Bu işin içinde bir iş var” diyerek araştırmışlar ve kısa bir süre sonra da bu uyanığın saman altından su yürüttüğünü farketmişler.

Bu deyim “gizlice iş görmek,kimselere farkettirmeden işler çevirmek”anlamında kullanılır….

 

3  HAZİRAN  PAZARTESİ (163.)

 

BUYRUN CENAZE NAMAZINA

  1. Murad zamanında tütün,içki ,keyif verici madde yasağı koyar ve yasağa uymayanları şiddetle cezalandırır. BugünküÜsküdarcivarında bir kahvehanede tütün vs. içildiğini istihbarat alır. Derviş kılığında tebdili kıyafet buraya gider. Selam verir, oturur.

Kahveci yanına gelip; “Baba erenler kahve içer mi” diye sorar.
Padişah “Evet” der.
Kahveci: “Tütün içer misin?”
Padişah: “Hayır”.

Kahveci işkillenir.Tütün içmiyor da ne işi var burada. Zaten padişahın tebdili kıyafet dolaştığı haberleri var. Eli titreye titreye kahveyi götürür.

-Murad.
-Peki isimde sultan da var mı?
-Elbette var.
-Baba erenler ismini bağışlar mı?

Deyince kahvecinin bet benizi atar. Zangır zangır titrer ve “Öyleyse buyrun cenaze namazına” der, olduğu yere yığılır. IV. Murad bu lafa çok güler ve kahveciyi bir defalığına affeder.

 

4  HAZİRAN  SALI  (164.)

 

PABUCU DAMA ATILMAK

 

Osmanlı döneminde esnaf ve sanatkarların bağlı bulunduğu teşkilat, ticaretin yanında sosyal hayatı da düzene sokuyordu. Kusurlu malın, malzemeden çalmanın ve kalitesiz işin önüne geçmek için de ilginç bir önlem alınmıştı. Bir ayakkabı aldınız veya tamir ettirdiniz diyelim. Ama kusurlu çıktı. Böyle durumlarda heyet şikayeti ve sanatkarı dinliyor. Eğer şikayet eden gerçekten haklıysa, o ayakkabıların bedeli şikayetçiye ödeniyordu. Ayakkabılar da ibret-i alem olsun diye ayakkabıyı imal edenin çatısına atılıyordu. Gelen geçen de buna bakıp kimin iyi, kimin kötü ayakkabı tamir ettiğini biliyordu. Böylece pabuçları dama atılan ayakkabıcı maddi kazançtan da oluyor ve gerçekten pabucu dama atılmış oluyordu.

 

 

 

 

 

 

5  HAZİRAN  ÇARŞAMBA (165.)

 

KOZUNU PAYLAŞMAK

Koz, ceviz manasına gelir.Eskiden Kastamonu’nun iki köyü arasında ortak olarak kullanılan bir cevizlik vardı. Ceviz toplama mevsimi gelince bir gün belirlenir ve iki köy halkı cevizlikte buluşur cevizleri paylaşırlardı. Ancak her seferinde haksızlık olduğu ileri sürülerek kavga çıkardı.Hatta olay öyle bir seviyeye geldi ki,köylerde kavgaya müsait eli sopa tutan delikanlılar koz paylaşma gününden önce günlerce hazırlık yaparlardı. Bir ana oğlunun büyüdüğünü anlatmak için ”Benim oğlan kozunu paylaşacak çağa geldi” derdi…

  1. Balkan devletlerinin mühim bir kısmı ve bu meyanda Arnavutluk, Osmanlı İmparatorluğu haritasına dahil iken, bu ülkeleri idare etmek çok zordu. Bu devirlerde sık sık dağa çıkan Arnavut eşkıyalarını takip eden hükümet kuvvetleri Recep isminde bir sergerdenin avanesini kuşatıp sıkıştırıyorlar. Çıkar yol kalmadığını gören Arnavutlar ve başlarındaki Recep, saklandıkları yerden bağırıyorlar:

– “More atmayın, biz de din kardeşiyiz, teslim olacağız.”

Teslim oluyorlar, az bir ceza ile kurtuluyorlar. Fakat palavracı Arnavut bu olayı şurada burada anlatırken:

– “More vallahi geberttirecektim zaptiyeleri, çolukumuz çocukumuz var deyip ağladılar, acıdım da bıraktım” şeklinde palavra atınca etrafında toplanıp dinleyenler arasında olayın iç yüzünü bilen birisi:

– “Atma Recep biz de din kardeşiyiz…” deyince Arnavut Recep’in yüzü kızarıp bozarır.

 

 

 

6  HAZİRAN  PERŞEMBE  (166.)

 

FOYASI ÇIKMAK

 

Kuyumcular yaptıkları yüzük,küpe,gerdanlık gibi ziynet eşyalarının üzerine mücevherin ışığı daha iyi yansıtması ve parlaklığının artması için FOYA adı verilen bir madde sürerler.Zamanla sürülen bu foya dökülür.Bu duruma foyası çıkmış denilir. Halk arasında yalan söyleyen, sahtekarlık yapan kişilerin yalanları ortaya çıktığında “foyası meydana çıktı” şeklinde benzetme yapılır.

 

 

 

 

7 HAZİRAN  CUMA  (167.)

 

ÇAPANOĞLU

 

Tarihimizde Çapanoğlu lakabıyla anılan bir sülale vardır. Yozgat şehrini kuran Ahmet Paşa bu sülalenin ilk tanınmış kişisi olup 1764 yılında Sivas valisi iken önce azledilmiş ardından da idam ettirilmiştir. Ahmet Paşa’nın büyük oğlu Mustafa Bey ve ardından da küçük oğlu Süleyman Bey vali olurlar. Süleyman Bey bu sülalenin şöhretini afaka salmış bireyidir. Yozgat şehrini bayındır hale getiren ve Osmanlı hükümet boşluğundan istifade ile Amasya, Ankara, Elazığ, Kayseri, Maraş, Niğde ve Tarsus’u içine alan bir hükümet kurup adını Celâlîler listesinin levhasına yazdıran odur.

Süleyman Bey zamanında sadece halk arasında değil; devlet kademelerinde de Çapanoğlu adı korku ve çekingenlikle anılmaya başlar. İşte o dönemde devlet memurlarından biri, verilecek bir yolsuzluk kararını kovuşturmak üzere müfettiş tayin olunur. Araştırmaları ona, Çapanoğullarından birkaç kişinin de yolsuzluklarda parmağı olduğunu gösterir. Çapanoğlu Süleyman Bey’in nüfuzundan çekinen memur, durumu yakın bir arkadaşına anlatıp fikrini ister. Aldığı cevap şöyledir:

-Bu işi fazla kurcalama; altından Çapanoğlu çıkarsa başın belada demektir!..

Müfettiş ne yapsın; soruşturmalarını yarıda bırakıp yuvarlak cümleler ile sonucu ilgili mercilere bildirir.

 

 

 

 

10 HAZİRAN PAZARTESİ (168.)

 

AĞZINDAN BAKLAYI ÇIKARMAK

Vaktiyle çok küfürbaz bir adam yaşarmış. Zamanla kendine yakıştırılan küfür bazlık şöhretine tahammül edemez olmuş. Soluğu bir tekkede almış ve durumu tekkenin şeyhine anlatıp sırf bu huyundan vazgeçmek
için dervişliğe soyunmaya geldiğini söylemiş. Şeyh efendi bakmış, adamın niyeti halis, geri çevirmek olmaz, matbahtan bir avuç bakla tanesi getirtmiş. Bunlara okuyup üfledikten sonra yeni dervişe dönüp tembih etmiş:
-Şimdi bu bakla tanelerini al. Birini dilinin altına, diğerlerini cebine koy. Konuşmak istediğin vakit bakla diline takılacak, sende küfür etmeme isteğini hatırlayıp o an da söyleyeceğin küfürden geçeceksin. Bakla ağzında
ıslanıp da erimeye başlayacak olursa cebinden yeni bir baklayı dilinin
altına yerleştirirsin.
Adamcık şeyhinin dediği gibi tekkede kalıp kendini kontrol etmeye başlar. Bu arada şeyh efendi de bir yere gidince onu yanından ayırmamaktadır. Yağmurlu bir günde şeyh ile derviş bir sokaktan geçerlerken bir evin penceresi hızla açılır ve gençten bir kız çocuğu başını uzatarak,
– Şeyh efendi, biraz durur musun? Deyip pencereyi kapatır. Şeyh efendi söyleneni yapar, illa yağmur sicim gibi yağmaktadır. Sığınacak bir saçak altı da yoktur. Üstelik niçin durdurulduğunu henüz bilmemektedir ve kız da pencereden kaybolmuştur. Bir ara evin kapısına varıp kızın ne istediğini sormak geçer içinden ve tam kapıya yöneleceği sırada kız tekrar pencerede görünür ve,
– Şeyh efendi, der, birkaç dakika daha bekleseniz…
Şeyh içinden “lahavle” çekse de denileni yapmamak tarikat adabına mugayir olduğundan biraz daha beklemeyi göze alır. O sıra da küfürbaz derviş kendi kendine söylenmeye başlamıştır. Yağmurun şiddeti gittikçe artmakta, bizimkiler de iliklerine kadar ıslanmaktadırlar. Nihayet pencere üçüncü kez açılır ve kız seslenir:
– Gidebilirsiniz artık!..
Şeyh efendi merak eder ve sorar:
– İyi de evladım bir şey yok ise bizi niçin beklettin?
– Efendim, der kız, elbette bir şey var, sizi sebepsiz bekletmiş değiliz. Tavuklarımızı kuluçkaya yatırıyorduk. Yumurtaları tavuğun altına koyarken bir kavuklunun tepesine bakılırsa piliçler de tepeli olur, horoz çıkarmış. Annem sizi geçerken gördü de yumurtaları kuluçkaya koydu. Münasebetsizliğin bu derecesi üzerine şeyh efendi,
– Ulan derviş, der, çıkar ağzından baklayı.

 

 

 

 

 

11 HAZİRAN  SALI  (169.)

 

AYIKLA PİRİNCİN TAŞINI

(Bir zorluğu çözümlerken, bir engeli ortadan kaldırmaya çalışırken bazen hiç beklenmedik sürpriz olaylar çıkar ve daha büyük engeller karşınıza dikilir. Böyle durumlarda bu deyim kullanılır.)
Deyimin öyküsü Osmanlı tarihine dayanır. Yavuz Sultan Selimin Yemen’i Osmanlı topraklarına katmasından bir süre sonra Yemen’de isyan çıkmış, uzun uğraşmalar sonunda Yemen Fatihi Sinan Paşa duruma hakim olmuş; Yemen bundan sonra 400 yıl Osmanlı egemenliğinde kalmıştı.
Söylentiye göre Sinan Paşanın askerleri bir gün çölde konaklamış. Yemek pişirmek üzere hasır torbalar içindeki mısır pirinçlerini yere serdikleri büyük bir çadırın üstüne dökmüş ve taşlarını ayıklamaya başlamışlar.
Bu sırada bir fırtına çıkmış ve rüzgârın savurduğu bir kum bulutu pirinçlerin üstüne inerek, ufak bir tümsek halinde yığılmış.
Kumların altında kalan pirinçlere bakakalan yeniçeriler arasından şakacı bir asker, arkadaşlarına:
-Biz Allah’ın nimetini taşlı diye beğenmiyorduk, bizim gibi günahkar kullara üç beş taş az bile gelir. Asıl şimdi ayıklayın bakalım pirincin taşını. Ulu tanrımız, Kabe’ye hücum eden fil sahiplerinin başına ebabil kuşlarından taş yağdırmıştı. Bizim başımıza da daha büyük taş yağdırmadan hemen tövbe edelim, diyerek arkadaşlarını güldürmüş.

12  HAZİRAN  ÇARŞAMBA (170.)

 

ÖZRÜ KABAHATİNDEN BÜYÜK DEYİMİNİN HİKAYESİ

 

Anlamı:  Suçunun bağışlanması için bildirdiği özür, daha büyük bir suç.

 

Hikayesi:

 

Rivayet o ki, hükümdarın biri dalkavuğuna çok kızmış. Onu idam ettirmeye karar vermiş ama bir yandan da dalkavuğunun zekâsına çok imrenirmiş. Sonunda ona bir şans daha verme­ye karar vermiş. “Öyle bir şey yap, öyle bir şey söyle ki, özrün kabahatinden büyük olsun. İşte o zaman kelleni kurtarırsın” demiş. Dalkavuk düşünmüş taşınmış, hükümdar tam arkasını dönmüş merdivenlerden çılcacakken hükümdarın poposuna bir şaplak atmış. Hükümdarın sinirden gözleri yerinden fırlamış: “Bre densiz! Ne yaptığmı sanıyorsun sen?” diye haykırmış. Dalkavuk pişkin pişkin gülümsemiş, “Af buyurun hünkârım, sizi valide sultan sandım” demiş. Hükümdar onun kelleyi kurtarmak için böyle yaptığını anlayınca, söz verdiği üzere cezasını kaldırmış.

**************

İşte böyle, insanın kendini affettirmeye çalı­şırken daha çok battığı, kaş yaparken göz çıkar­dığı, konuştukça yerin dibine daha çok girdiği durumlar için kullanılır bu deyim.

 

 

 

13  HAZİRAN  PERŞEMBE  (171.)

 

 

ÖLÜR MÜSÜN, ÖLDÜRÜR MÜSÜN? DEYİMİNİN HİKAYESİ

Anlamı:  Öyle bir durumla karşı karşıyayım ki, içinden çıkılmaz bir haldeyim

 

Hikayesi:

 

Vaktiyle beylerden birinin uşağı hacca git­miş. Hac dönüşü eşe, dosta hediye getirmek adettendir ya işte o da ufak tefek hediyeler almış. Sonra beyine de bir hediye almak iste­miş. Ne alacağına bir türlü karar verememiş. Şöyle işe yarar bir şey olsun istemiş. Düşünmüş, taşınmış, en sonunda beyi yaşlıca olduğu için nasıl olsa eninde sonunda lazım olacak diye ona da kefenlik kumaş almış.

Hac dönüşü beyin konağına uğrayıp hediye­sini vermek istemiş. Beyin kâhyası gelen hedi­yeyi öğrenince uşağı huzura almak istememiş. Uşak gireceğim diye diretmiş, kâhya almam diye tutturmuş, haydi bir patırtı kopmuş. Gürültüye uyanan bey öfkeyle neler olduğunu kâhyasına sormuş.

“Efendim,” demiş kâhya, “densiz uşağmız hacdan hediye olarak size kefenlik kumaş getir­miş. Ölür müsünüz, öldürür müsünüz?”

*********************

İşte böyle, insana sinirden saç baş yolduran, işlenen ayıp karşısında hayret ve şaşkınlıktan küçük dilini yutturan, öfkeden morarıp “Ya ben ölüp kurtulayım ya da onu öldürüp kurtulayım” dedirten olaylar karşısında kullanılır bu deyim.

 

 

 

14  HAZİRAN  CUMA  (172.)  (İYİ TATİLLER )

KIZIM SANA SÖYLÜYORUM, GELİNİM SEN ANLA DEYİMİNİN HİKAYESİ

 

Anlamı: Söylemek istediği şeyi başka biri üzerinden dolaylı anlatıp, diğerine duyurmak.

 

Hikayesi:

 

Eskiden bir kadıncağız varmış. Oğlunu evlendirmiş, gelinini yanma almış. Kadının evinde bir de bekâr kızı varmış. Kadıncağız birlikte yaşamaya başladıkların­dan beri gelininin birçok kusurunu görüyormuş ama kalbi kırılmasın, tatsızlık çıkmasın diye hiç­birini dile getirmiyormuş. Gel zaman git zaman, kayınvalidenin artık içinde birçok şey birikmiş. Bu böyle gitmez deyip nasıl edip de bunları gelinine söyleye­ceğini düşünmüş durmuş. Sonra aklına bir fikir gelmiş. Gelini ne kusur yapsa kendi kızma söy­ler gibi söylemeye başlamış. E tabii kendi kızı, anasına küsecek, kızacak, tavır yapacak değil ya!

Mesela gelin bulaşıkları kurulamadan kal­dırırsa, kendi kızma dönüp “Ah kızım, bula­şıkları kaldırmadan kurulamayı unutmuşsun. Bir dahaki sefere kurula ki, dolaplar su alıp şiş­mesin” diyormuş. Ya da gelin kuruyan çama­şırları toplamakta gecikirse, yine kendi kızına “Yavrucuğum, çamaşırı hemen topla ki, toz olmasın” diyormuş. Gelininde ne kusur gördüyse kızının üzerin­den ortaya dökmeye başlamış. Ama gelinin hiç oralı olduğu yokmuş. Nasıl olsa görümcesine söyleniyor diye yine kendi bildiğini okumaya devam ediyormuş. Kayınvalide bir durmuş, iki durmuş, en sonunda duramamış, “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” demiş

E…

İlgili Kategoriler

-4.Sınıf Etkinlikleri -5.Sınıf Etkinlikleri -6.Sınıf Etkinlikleri -7.Sınıf Etkinlikleri



Sayfayı Paylaş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir