Özet
Roman kahramanı Zeze çok çocuklu yoksul bir ailenin küçük çocuklarından biridir. Olaylar işsizlik yüzünden ruhsal bunalımlar geçiren bir baba, kardeşlerinin sorumluluğunu üstlenmiş bir ağabey ve ablalar etrafında gelişir. Küçük kardeşi Luis henüz yaşananları algılayamayacak kadar küçüktür. Anne karakteri ise siliktir. Çünkü anne, ailenin geçimini sağlamak için çalışmak zorundadır ve çocuklarına ayıracak hiç vakti yoktur. Kısacası aile fertleri Zeze’yi anlayabilmekten çok uzaktır.
Zeze’nin mahalledeki insanlara yaptığı, çoğu kez zarar verme boyutuna ulaşan, şakalar ve yaramazlıklar, aslında yaşadığı yalnızlık duygusundan kaynaklanır. Ama o çevresindeki insanların söylediği gibi kendini “şeytanın vaftiz oğlu” sanır. Kötü bir çocuk olduğuna inanır. Yüreğindeki sevgi açığını kapatmak için hayali arkadaşlar yaratır. Bunlardan biri bir yarasadır. Diğeriyse yeni evlerine taşındıklarında her çocuğun bahçedeki ağaçlardan birini seçmesiyle ortaya çıkar: Hiç kimsenin beğenmediği bir şeker portakalı fidanı… Zeze, bu hiç de adil olmayan paylaşımda payına düşeni kabullendiğinde artık bir dostu daha olmuştur. Onlara isim takar ve onlarla konuşur.
Aile fertleri dışında Zeze’yle ilgilenen birkaç kişi göze çarpar. Bunlardan biri Edmundo Dayı, diğeriyse Zeze’nin öğretmenidir. Edmundo Dayı ona aradığı sevgiyi değilse de en azından ara sıra para verir ve kendince yeni şeyler öğretir. Öğretmense söylenenlerin aksine Zeze’nin mükemmel bir çocuk olduğu görüşündedir.
Bir süre sonra bir sokak şarkıcısı ortaya çıkar. Zeze onunla birlikte sokak sokak dolaşıp şarkı söylemeye başlar. Bu Zeze’nin severek yaptığı tek şeydir. Adam açık saçık şarkılar söylediği için babası onunla arkadaşlık etmesini istemez. Zeze bunu anlayamaz. Çünkü söylediği şarkıların anlamını bilmez. Bir gün sırf babasını mutlu etmek için ona bu şarkılardan birini söyler. Ve hayatının en kötü dayağını yer. Bu olaya en çok Gloria üzülür; aile fertlerinin onu dövmelerini yasaklar.
Zeze, en büyük dostunu yine bir yaramazlık sonucu tanır. Bu daha çok tehlikeli bir oyundur. Hareket halindeki arabaların arkasına yapışıp rüzgarı ve hızı hissetmek, onun deyimi ile yarasa olmak… Portekizli Manuel Valadares ‘in arabası çok fiyakalıdır. Bu yüzden yarasa olma oyununu bu araba üzerinde denemek için büyük bir istek duyar ve iş başındayken yakalanır. Portekizli, poposuna vurup onu çevredeki herkese karşı rezil etmiştir. Yüreği yoğun bir nefret duygusuyla dolar. Sonraları onu daha yakından tanıma şansına sahip olur. Ve bu adam yaşamdaki en çok sevdiği insan haline gelir.
Babasından yediği dayaktan sonra intihar etmeyi düşünür. Ama Portekizlinin desteğiyle vazgeçer. Ondan kendisini evlat edinmesini ister. Ne yazık ki adamın ömrü buna yetmez. Bir süre sonra ölüm haberi gelir. Talihsiz bir trafik kazası geçirmiştir. Portekizlinin ölümü Zeze’yi yaşamdan koparır. Daha sonra kendi içinde yaşadığı bir iç savaş başlar. Bu birkaç günlük süreç aynı zamanda Zeze’nin büyüme sürecidir. Hastalığı esnasında şeker portakalının çiçek açtığını öğrenir. Ama artık ne o, ne de yarasa önemlidir. Yaşadığı büyük acı Zeze’yi olgunlaştırmıştır.
Zeze: Başkahraman, yoksul bir ailenin küçük çocuklarından biridir.
Totoca: Zeze’nin ağabeyidir. Bencilce ve tutarsız davranışlar sergiler.
Edmundo Dayı: Yaşlı bir akrabadır. Ona ailesinden çok daha iyi davranır.
Jandira: Zeze’nin ablasıdır. Zamanını roman okumak ve sevgililerini düşünmekle geçirir.
Gloria: Zeze’nin ablasıdır. Onu ailede en çok seven ve koruyan kişidir.
Bay Arivaldo: Bir sokak şarkıcısıdır. Zeze ile aralarında sessiz bir dostluk gelişmiştir.
Lala: Zeze’nin diğer ablasıdır. Son zamanlara kadar Zeze ile ilgilenmiş ama sonraları ya bıkmış, ya da sevgilisiyle olmayı tercih etmiştir.
Luis: Zeze’nin küçük kardeşi, kardeşlerden en küçüğüdür. Ailede herkes tarafından sevilir.
Luciano: Luciano adındaki yarasa, Zeze’nin isim takıp konuştuğu çok sevdiği arkadaşlarından biridir.
Minguinho (Xururuguinho): Bir şeker portakalı ağacıdır. Zeze, Luciano gibi onunla da konuşur. Hatta onların da konuştuklarını düşünür.
Bay Paulo (Baba): İş bulamadığı için psikolojik sorunlar yaşamaktadır. Bu yüzden çocuklarına karşı yeterince sevecen ve sabırlı olamaz.
Anne: Ailenin geçimini sağlamak için çalışmak zorundadır. Çocuklarıyla ilgilenemez. Bu yüzden romanda arka planda kalır.
Manuel Valadares (Portuga): Zeze’ye sevgiyi, yaşamın sevilebilecek yanlarını öğreten insandır. Onun iyi ve mutlu bir çocuk olabilmesi elinden gelen her şeyi yapar.
Cecilia Paim (Öğretmen): Yaptığı bütün haylazlıklara rağmen onun mükemmel bir çocuk olduğunu düşünen duygulu ve anlayışlı biridir..
KONUSU: Kitapta, yoksul ve kalabalık bir ailenin çocuğu olan Zeze’mn, genellikle yaşadığı acılı olaylarla beraber, olgunlaşma sureci anlatılmıştır.
Birinci Bölüm: Günün Birinde Acıyı Keşfeden Kuçuk Bir Çocuğun Öykusu.
Nesneleri Keşfederken:
Bana hayatı öğreten ağabeyim Totoca ile el ele yavaş yavaş sokakta yürüyorduk. Halimden memnundum. Çünkü, evde nesneleri keşfederken sürekli dayak yiyordum. Sokakta ise böyle bir olay söz konusu değildi. Totoca, çok güzel ıslık çalıyordu, ben ise bir türlü beceremiyordum.
Annem ise çok güzel şarkı söylüyordu. Annem, uzun boylu, zayıftı. Ama, çok güzeldi.
Totoca, ona karşıdan karşıya nasıl geçeceğini öğretti. Ben de ona büyüyünce şair olacağımı söyledim. Çünkü Edmundo Dayı, bana şiir yazmanın güzel bir şey olduğunu söyledi. Totoca, benim kadar Edmundo dayıyı sevmediği için, biraz tartıştık. Canım sıkılmıştı.
Edmundo dayının beş çocuğu vardı ve hanımından ayrılmıştı. Çok yavaş hareket ediyordu. Ben ne anlatırsam dinliyor, bana her şeyi öğretmeye çalışıyordu. Bu nedenle, Edmundo dayıya yönelik eleştirilere katlanamıyordum.
Totoca, bana evde durumların iyi olmadığını anlattı. Babam işten atılmış, bu nedenle annem ve ablam çalışmak zorunda kalmışlardı. Biz de evimizi taşıyacaktık. Hayvanlarımızın da bizimle geleceğini söyleyince rahatladım.
Akşam evde, parası ödenmediği için elektrikler kesikti. Gaz lambası ışığında, bir duayı okuyunca hayrete düştüler. Ezberlediğimi sandıkları için, başka yazılar da getirdiler. Hepsini okudum.
Yarım saat içinde, nasıl okuduğumu görmek için, bütün komşular evimize doluşmuştu.
Cuma günü, Edmundo dayının yanma gittim. İstediğim “Ayışığı” isimli, tahtadan atım hazırdı. Bana gösterdiği yazıların hepsini yanlışsız okuyunca, çok sevindi ve “Çok yükseleceksin yu-murcak. Adının Jose olması boşuna değil. Sen bir güneş olacaksın ve yıldızlar çevrende parlayacak” dedi
Küçük Bir Şeker Portakalı Fidanı:
Evimizde, her büyük kardeş, bir küçük kardeşin bakımından sorumluydu. Ben de küçük kardeşim Luis ile ilgileniyor, onu gezdiriyor, bîr şeyler öğretiyordum. Edmundo dayının bana anlattıklarını, bilgiç bir eda ile ona anlatıyordum. Bu arada, Gloria ile Lala ablalarımı gördüm. Bana, kızgın kızgın bakıyorlardı. Demek ki, Bayan Celina’mn çamaşır asılı ipini kestiğimi öğrenmişlerdi. Benim için dayaktan kurtuluş yoktu.
Annem, bugün hepimiz evi görmeye gidiyoruz dedi. Beni de, evi daha Önce gördüğümü söylememem için ikaz etti. Anneme acıyordum. Hemen hemen doğduğu günden beri çalışıyordu. Evin Önüne gelince annem, “burası” deyip, kapıyı açtı. Ablalarım, hemen ağaçlara koşup, her birine sahip çıktılar. Bana, hiç ağaç kalmamıştı. Koştum, ama yüksek otlardan, yaşlı ve diken dolu birkaç portakal ağacından başka bir şey bulamadım. Irmağın kıyısında da küçük bir şekerportakalı fidanı vardı. Onu da ben beğenmedim. Gloria ablam, “Düşün Zeze! Daha çok genç. Seninle birlikte büyüyecek. Günün birinde büyük bir portakal ağacı olacak. İkiniz, iki kardeş gibi birbirinizi anlayacaksınız” diyerek, kendini yeryüzünün en talihsiz kişisi sanan beni ağacın dibinde bırakıp gitti.
Birden, ağaçtan bir ses duydum. “Sen gerçekten konuşuyor musun?” dedim. “Sesimi işitmedin mi?” diye cevap verdi. Sonra da, bana ağaçların aynı anda her yanlarıyla konuşabildiklerini söyledi. Aynı zamanda, konuştuğunu sadece ben bilecek, ben duyabilecektim. Hatta, üstüne çıkıp at gibi sallandım. Çok hoşuma gitmişti.
Yoksulluğun Cılız Parmaklan:
Evimizi taşıyacaktık ama, çatıdaki yarasa Luciano’mm bizimle gelmeyeceğinden dolayı endişe duyuyordum. Bunu Edmundo Dayı’ya söylediğimde, “seni seviyorsa peşinden gelir” dedi.
Bir kamyon Noel hediyesi dağıtılacağı yere kardeşim Luis’i götüreceğime söz vermiştim. Ancak, ikimiz gidemezdik. Bir büyüğün bizimle beraber gelmesi gerekiyordu. Gloria Ablam’ı ne kadar taciz ettiysem de, pes etmedi. Ben de pes etmemiştim. Luis’i giydirdim. Tıpkı küçük bir İsa’ya benziyordu. En çok hediyeyi ona verecekleri muhakkaktı. Gloria ikimize bakıp güldü ve “Çok şekersiniz, ancak sizi götürmeme imkân yok” dedi. Sonunda, bizi kapıya çıkardı ve o tarafa giden Postacı Bay Paixao’nun yanına kattı. Yürüdük, yürüdük. Çok yorulmuştuk. Oyuncak dağıtım yerine vardığımızda, her şey bitmiş, oyuncaklar çoktan dağıtılmıştı.
O kadar üzgündüm ki, o an ölmek istedim. Luis’de hıçkırarak ağlıyordu. Onun başını okşayarak teselli ettim. Ama bu sefer de ben ağlıyordum.
Eve geldiğimizde, Totoca bir kuş kafesi yapmakla meşguldü. Sordum: “Totoca, Noel’de bize hiç, ama hiçbir yerden armağan gelmeyecek mi sence?”
“Sanmıyorum, gelmez. Bak, bizim ailede herkes genellikle iyidir. Öyleyse neden küçük İsa bize yakınlık göstermiyor? Dr. Faulhaber’in evine gidersen, masanın bir sürü şeyle tepeleme olduğunu görürsün!…Falan, filanlarda da öyle..”
Neredeyse ağlayacaktı.
Öylesine iç karartıcı bir akşam yemeği oldu ki, düşünmemek en iyisi idi. Ne öpüşen oldu, ne de birbirine tatlı söz söyleyen. Babam terlikleri ile dışarı fırladı gitti. Annem odasına girdi. Gizlice ağladığından emindim. Hepimiz de onun gibi ağlamak istiyorduk. Yine de, bir hediye gelir umuduyla lastiklerimi kapının önüne koydum. Bir süre geçince, baktığımda bomboş duru-yorlardı. “İnsanın yoksul bir babası olması ne kötü!” diye haykırdım. O an ayakta dikili duran babamı gördüm. Gözleri sınırsız bir hüzünle dolmuştu. Korkunç derecede büyümüş olan gözlerinde öyle derin bir acı vardı ki, ağlamak istese bile ağlayamazdı. Eve girip, şapkasını aldı ve dışarı çıktı.
Koşarak sokağa fırlamak, ağlayarak babamın bacaklarına sarılmak istedim. O gece, gözlerim kapalı olduğu halde hep babamın büyüyen gözlerini gördüm.
Ertesi sabah erkenden kalktım. Totoca’nın boya sandığını kaparak, saatlerce “Açlık ve Yoksulluk Bakkaliyesinin önünde durdum. Nihayet, Gazinonun kapıcısı gelip ayakkabısını boyatıp, beş yüz reis para verdi. İki saat daha bekledim, hiç gelen giden yoktu. Yanımda duran lüks bir arabadaki kadın bana para vermek istedi almadım. Biraz sonra çocuğu koşa koşa gelip, cebime beş yüz reis koyup, gitti.
Böylece bin reis sahibi olmuştum. İki yüz reis de, Sergİnho zorla ödünç verdi. Vakit de akşamı bulmuştu. Koşa koşa, “Açlık ve Yoksulluk Bakkaliyesi”ne girip, en iyisinden iki paket sigara aldım. Eve vardığımda, babam gözlerini duvara dikmiş bir vaziyette, masada oturuyordu. “Baba” diye seslendim. Sandığı yere koyup, cebimden sigaraları çıkardım ve uzattım. İçeri koşup, getirdiğim kibritle sigarasını yaktım. Sonra, ansızın içimde bir şey oldu. Sanki soluğum kesilmişti. “Baba…baba” diyebildim. Hıçkırıklar sesimi bastırmıştı.
Kollarını açtı ve beni, göğsünde sevgiyle sıktı. ..Beni bir süre kucağında salladı. O kadar çok ağladım ki.
Kuş, Okul ve Çiçek:
Yeni bir ev, yeni bir hayat ve basit umutlar. Eşyaların yüklendiği araba ile yeni eve geldim. Hemen, Minguinho ismini verdiğim portakal ağacımın yanma koştum. Onu ne kadar güzelleştireceğimi söyledim.
İlk zamanlar, utangaçlıktan ya da komşular üzerinde iyi bir izlenim yaratmak istediğimden, uslu bir çocuk gibi davranıyor-dum. Ama bir gün siyah çorap numarası aklıma geldi. Eski çorapları, yılan haline getirdim ve ipin ucuna bağladım. Sonra, yolun ortasına koydum ve bîr köşeye saklanarak, gelecek kurbanımı beklemeye başladım. Akşam olmuş, sokak lambaları kadının geldiğini gördüm. Çoraptan yaptığım yılanımın yanına yaklaşınca, çekmeye başladım. Kadın, bütün sokağı ayağa kaldıran korkunç bir çığlık attı.
Hemen eve koşup, çamaşır sepetini açtım ve kapağını kapayarak içine gizlendim. Kadının başına toplanmış, sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Biraz sonra sokakta unuttuğum çorabı buldular. Artık hedefleri belliydi. Yakayı ele verince, annemden hatırı sayı-lır bir dayak yedim.
Ertesi gün erkenden kalktım. Önce, Edmundo dayının yanına gidip biraz sohbet ettim. Daha çok kuşlardan konuşmuştuk. Totoca’nın ölen kuşu için ne kadar çok ağladığı aklıma geldi. Sonra, portakal ağacımın yanına vardım. Onunla da kuşlar üzerine konuştum. Hüzünlendiğim için, başımı ona yaslayıp ağladım.
Gloria ablam, beni yanma çağırdı ve yüzümü, gözümü ıslak bezle sildi. Sonra da, elbiselerimin arasından en az yırtık ve yamalı olanını bulup giydirdi. Birlikte okula geldik. Kaydımı yaptırdıktan sonra, armağan olarak verilen, içinde civciv gibi kaldığım pantolonu da alarak, sevinçle evin yoluna girdik.
Artık her gün, okulda yaşadıklarımı ve Öğrendiklerimi ağacıma anlatıyordum. Okulda, öğretmenimin dediğine göre en iyi okuyan, telâffuzu en iyi olan bendim.
Günler mutluluk içinde geçiyordu. Bir gün öğretmenime bir demet çiçek görürdüm. Çok sevindi. Ama bir gün bahçe sahibi gelip çiçekleri öğretmene gösterince, iş anlaşıldı. Öğretmenim benimle konuştu. Ben de ona, “Yeryüzü ulu Tanrı’mndır. O halde, Çiçekler de onundur. Başka türlü yapamazdım efendim. Evde çiçek yok. Dışarda da çok pahalı… Masanızın üzerindeki bardağın hep boş kalmasını istemiyordum” dedim. Ayrıca, bana kremalı börek almam için ara sıra verdiği parayı hatırlatarak, sınıfta benden daha fakir çocuklara da vermesini, aldığım böreği, her zaman yoksul zenci kız Dorotila ile paylaştığımı anlattım. Ayrıca, göründüğüm kadar iyi bir çocuk olmadığımı, evdeki durumumun farklı olduğunu da söyledim. Öğretmenim gözlerinden akan yaşları silerek “altın yürekli çocuk” dedi.
Öldüğünü Görmek İstiyorum Bir Zindanda:
Salı günü okulu astım ve kiliseye gittim. Rahip Zacarias beni görünce ilgilendi ve yaşımı sordu. Söyleyince, artık din eğitimi almam gerektiğinden bahsetti. Ben de ona, erimiş mumlardan verirse gelebileceğimi belirttim. Hepsini verdi. Koşa koşa gazinonun önüne geldim ve kaldırım taşlarına boydan boya mumları sürttüm. Karşıya geçip, piyangonun kime çıkacağını beklemeye başladım. Eyvah, annemin en yakın arkadaşı Bayan Corinha geliyordu. Bakacak cesaretim yoktu. Tabanları yağladım ve koştum. Kadıncağız yere yuvarlanmış haykırıyordu. Neyse ki beni görmemişlerdi.
Bu tehlikeyi atlattıktan sonra, her Sah “Gelişim Sokağı “nde sevdiğim şarkıları söyleyen Bay Ariovaldo’yu beklemeye başladım. Saat tam dokuzdu. Gecikmeden geldi ve şarkılarını söyle-meye başladı. En çok sevdiğim “Vunny” isimli şarkıya sıra geldiğinde sevincime diyecek yoktu. Hele, “Öldüğünü görmek istiyorum bir zindanda” mısralarınm olduğu bölümü okuyunca kendimden geçtim. Meraklı ve istekli bakışlarımı görünce benimle ilgilendi. Sonunda, onu birlikte şarkı sözleri satmaya ikna ettim. Dünyanın en güzel sesine sahip olduğunu söylediğim için yumuşamıştı.
“Bana uğur getirdin” dedi ve sandviç ile limonata ısmarladı. Adımı sordu söyledim. Kendisininkinin de söyledi ve dostluğumuzu ölünceye kadar mühürlemek için elimi avuçlarına aldı.
Ablam Gloria’yı suç ortaklığım İçin kandırmak zor olmadı. Artık her Salı okula gitmeyecek, Bay Ariovaldo ile birlikte şarkılar söyleyecektim.
İşte yine geliyordu. O gün, işlerimiz çok iyi gitti. Sadece bir bayan, çocuğa şarkı söyletmenin suç olduğunu söyleyerek Bay Ariovaldo ile tartıştı. Neyse ki iş fazla ileri gitmedi. Akşam olun-ca, cebimde epeyce param, elimde ablam Gloria’ya vereceğim şarkı sözlerim vardı. Üstelik Bay Ariovaldo bana ayrılırken, “Sen bir meleksin, Zezel” demişti.
İKİNCİ BÖLÜM:
O Sıra Göründü Küçük İsa Olanca Hüznüyle
Yarasa:
Gloria bir yandan saçımı tarıyor, diğer yandan çabuk olmam için söyleniyordu. Totoca ve beni iyice kontrol ettikten sonra, okula yolladı. Çarşının orada giyeceğimiz lastik papuçlanmız da ellerimizdeydi. Totoca hep önden koşar beni geride bırakırdı. Bu da, yaramazlıklarımı rahat yapabileceğim için, işime gelirdi. İşte, arkasına binmek için hep hayal kurduğum “Portekizlinin Arabası”, “Yoksulluk ve Açlık Bakkaliyesi”nİn tam önünde duruyordu. Portakal ağacıma, ona bir gün mutlaka bineceğimi anlatmıştım. Evet, şimdi tam sırasıydı. Papuçlarımı giydim ve atladım. Ancak, bir yanlışlık yapmış, asılı kalmıştım. Portekizli bana hakaret etti ve kıçıma dünyanın en sert tokatını vurdu. Ona, “büyüyünce seni öldüreceğim” dedim. Olayı görenler, önlerinden her geçtiğimde bana güleceklerdi.
Bunlar yetmezmiş gibi, bir de Totoca kendisi için, başka bir çocukla kavga etmemi istedi. Kabul ettim. Arabacıdan yediğim dayağın acısını o çocuktan çıkaracaktım. Neticede, esaslı bir sopa daha yedim.
Yenilgimi, portakal ağacıma anlattım. Tommiks’in tabancasını, Fred’in Ayışığı isimli atını ve komançileri toplayarak, öcümü alacağımı söyledim. Bu esnada, her geçen gün daha da tatlılaşan kardeşim geldi ve “Zeze, hayvanat bahçesinde gezinmek istiyorum” dedi. İçinde yalnızca kara tavukla iki pilicin bulunduğu kümese isteksizce baktım. “Çok geç oldu. Aslanlar yatmaya gitti. Bengaî kaplanları da. Bu saatte her yer kapalı. Bilet satmıyorlar artık” dedim ve bir oyun düşüneceğimi söyleyerek yanıma oturttum.
Fetih:
İlk günler, Portekizliye görünmemeye dikkat ettim. Birkaç gün sonra ise buna da gerek kalmadı. Sokak, olanları unutmuş görünüyordu. Sadece beni “Bay Paulo’nun oğlu; Bay Paulo’nun şu haylaz oğlu…” gibi unvanlarla, birbirlerine gösteriyorlardı.
Bütün ulusal marşları ezberlemiştim. Salı günleri, her zaman ki gibi okulu asıp, Bay Ariovaldo’ya yardım ediyordum. Okulun bilye şampiyonuydum. Attığımı vururdum.
En duygulandığım olay, öğretmenim Bayan Cecilia Paim’le olan İlişkimdi. Ona ne kadar yaramaz ve küfürbaz biri olduğum anlatılsa, inanmazdı. Çünkü okulda bir melektim.
Portakal ağacıma, her şeyi anlatıyordum. Beni her gördüğünde üç kez korna çalan Portekizliden günün birinde intikam alacağımı da. Ağacım, biraz büyümüştü. Artık eyerine tırmana-bilmem için, bir sandığa çıkmam gerekiyordu. Bu arada yine bir şeytanlık düşündüm ve Japon kadının bahçesine girerek Hintar-mudu aşırdım. Ancak, olanlar olmuş, kadın tarafından görülünce ırmağa doğru uçmuştum. Ayağıma, batan şişenin acısından ne yapacağımı bilemez haldeydim. Ağacımın yanına geldim ve akan kanı gösterdim. Bakar bakmaz dehşete düştü. O da benim gibiydi. Kan görmeyi sevmezdi.
Dayak yememek için, Gloria’yı yumuşattım. Ayağımı sardı ve beni yatağa yatırdı. Yattığım yerden, diğerlerine karşı beni savunduğunu duyunca mutlu oldum.
Gloria beni giydirdi ve okula gönderdi. Yaralı ayağımı sürüyordum. Portekizli beni bu halde gördü. İçimden eyvah dedim. Ancak, o bana iyi davrandı. Beni okula götürmek için arabasına bindirdi. Sonra, baktı ki yara ağır, eczaneye götürüp, yarama dikiş attırdı ve sardırdı. Bu işler olurken, beni sevgiyle tutuyor, okşuyordu. Sonra, beni pastaneye götürdü. “Artık bu saatten sonra okula gidemezsin, seni eve götüreceğim, bir şeyler uydurursun” dedi.
Ona minnetle bakıyordum.
“Sen yürekli bir çocuksun” deyip, beni okşuyordu.
Portekizli, yeryüzünde en sevdiğim insan olmuştu.
Ufak Tefek Gevezelikler:
Boya sandığımı alarak, Portekizlinin oturduğu eve gittim. “Boyacı” diye bağırınca beni gördü ve içeri davet etti. Sohbet sırasında, ona ne kadar yaramaz bir çocuk olduğumu, bu yüzden her gün dayak yediğimi anlatınca, hayret etti. Ama, “Bu hafta Nega Eugenia’mn çitini ateşe verdim. Bayan Cordelia’ya ‘topal ördek’ diye bağırdım. Paçavradan bir topa tekmeyi yapıştırdım, batasıca top Bayan Narcisa’mn penceresinden girdi ve büyük aynasını kırdı. Sapanımla üç lamba patlattım. Bay Abel’ın oğlunun kafasına taş attım..” diyerek yaptıklarımı sayınca, gülümseyerek “Yeter, yeter” dedi. Oysa ben daha anlatıyordum. Kediye bilye yutturduğumu anlatınca, “Bak buna hayır derim. Hayvanların hırpalanmasını sevmem” diyerek, ciddileşti.
Bunları portakal ağacıma anlattığımda, Portekizliyi kıskan-mıştı. Ona, Portekizlinin en iyi dostum olduğunu, kendisinin de bütün ağaçların kralı olduğunu söylediğim halde, sesini çıkarmadı. Ben de ona, çok tatsız olduğunu söyledim ve bilye oynamaya gittim.
Başlangıçta, bana dayak atan bir adamın arabasında görünmek istemiyordum. Ancak, zamanla bu duruma alıştım. Ona, sık sık ailemi anlatıyor, her birinin özelliklerini belirtiyordum. Bir aydan fazla böyleydi. Ona Noel öykülerini anlattığımda gözleri yaşlarla doldu ve bana bir daha armağansız kalmayacağım sözünü vererek, elleri ile başımı okşadı.
Artık eskisi kadar yaramazlık yapmıyordum. Ve o, kendi a-rabasına “arabamız” diyordu. Sevinçten çıldırıyordum. Yeryüzünün en güzel arabasının yansı benimdi. Ve ben, onun yanından hiç ayrılmak istemiyordum.
İki Unutulmaz Dayak:
Bana, kağıttan balon yapmayı öğreten Totoca’nın yanındaydım. Balon yapmak için gerekli malzemeyi almam gerekiyordu. Sokağa çıktım ve bilyelerimle, artist resimlerimi satlığa çıkardım. Bütün çocuklar meteliksiz olduğu için, hiç alıcı çıkmadı. Nihayet iki yüz reislik bir satış yaptım ve yıldırım gibi ” Yoksulluk ve Açlık Bakkaliyesi” ne daldım ve ipek kağıtları aldım.
Kardeşim Kra/ Luis’i rahat duracağına söz verdirerek, masanın yanına oturtup, çalışmaya başladım. Vakit geç olmuş, fabrikanın paydos düdüğü çoktan ötmüştü. Ben ise telaşla balonumu yapmaya uğraşıyordum. Jandira beni yemeğe çağırınca, yemeyeceğimi söyledim. Çılgına döndü gelip bütün malzemelerimi yerle bir etti. Bütün hayallerim yıkılmıştı. Ona çok kötü olduğunu söyleyince, beni kaptığı gibi evin odasının ortasına attı ve olanca gücüyle vurmaya başladı. Yetmedi, kaptığı kayışla devam etti. Totoca ve Antonio’da ona yardım ediyorlardı. İmdadıma Gloria yetişti ve beni ellerinden aldı. Bu dayaktan dolayı günlerce dışarı çıkamadım.
Bir gün babam işe gitmemiş, evde oturuyordu. Ona şarkı söylemek istedim. “Çırılçıplak bir kadın isterim” şarkısını mırıldandığımda, beni yakınına çağırıp bir kere daha söylememi istedi. Söyledikçe de başladı beni tokatlamaya. Tokat yetmedi, kayışı ile devam etti. En sonunda, Gloria araya girdi ve “yeter baba, beni döv” dedi. Böylece dayak sona erdi.
Tatlı ve Garip İstek:
Toparlanmam için bir hafta geçti. Her gün portakal ağacımın yanındaydım. Bir tek kardeşim Luİs’in yanımda olmasına göz yumuyordum. Üzerimde büyük bir bezginlik vardı.
Sokağa çıktığımda hemen gidip Portekizliyi buldum. Beni görünce çok sevindi ve pastaneye götürüp bir şeyler ısmarladı. Elimi sürmedim. Çok üzüntülüydüm. Beni hemen arabasına attı ve birlikte yola çıktık. Güzel bir yerde durduğumuzda ona her şeyi anlattım. Evdekilerin beni hiç sevmediklerini, bir şeytan gibi gördüklerini, onları kurtarmak için, kendimi bir arabanın altına atacağımı söyledim.
Bana, evde herkesin beni sevdiğini söyledi. Aynı zamanda kendisinin de. Ayrıca, bu cumartesi birlikte balığa gideceğimizi de. Atıldım, yanaklarımı sakallarına dayayarak var gücümle sıktım. Trajedi bitmişti.
Cumartesi günü, güzel bir yoldan geçerek, konuşa konuşa, balık tutacağımız yere geldik. O balık tutarken, ben de çevreyi keşfe çıktım.
Sonra, kendimize çok güzel bir ziyafet çektik. Portekizliye, beni torunu olmam için babamdan satm almasını İstedim. O da bana, “Çocuğum, basit bir oyunla hayat değiştirilemez. Ama şimdi başka bir şey önereceğim sana. Seni ailenden, ananla babandan, bunu çok istediğim halde, büsbütün çekip alamam. Ama şimdiye kadar seni bir oğul gibi seven ben, bundan böyle gerçekten oğlummuşsun gibi davranacağım sana” deyince o iyilik dolu koca yüzünü Öptüm.
Sevgiyi Oluşturan Ufak Tefek Şeyler:
Portekizli ile konuştuklarımızı yine portakal ağacıma anlatıyordum. Ona, onlarca çocuğum olmasını istediğimi, asla hiç birini dövmeyeceğimi söylüyordum. O da bana, “İyi ama, Noel’de bu kadar çocukla ne yapacaksın?” diye sordu. Ben de, Noel’de çok param olacağını, bir kamyon dolusu eşya ve çerez alarak hem kendi çocuklarıma, hem de diğer yoksul çocuklara vereceğimi belirttim.
O esnada, Totoca yanıma geldi ve benden dört yüz reis borç istedi. Param vardı ama vermek istemiyordum. Bana, iki önemli şey söyleyeceğini belirtince, verdim. Birincisi, babamın bîr fabrikada idare amirliği işi bulduğuydu. Ama ya ikincisi? Bu bir felâketti. Yol ‘genişletme çalışmaları nedeniyle, bahçenin portakal ağacının da bulunduğu bölümünün yola gideceğini söyleyince, yıldırım çarpmışa döndüm. Gözlerimden akan yaşlarla, Totoca’dan benimle birlikte bu kesim işini önlemek için mücadele etmesini istedim. Gözlerimin yaşını silerek ona beş yüz reis uzattım.
Sonra, Şekerportakalı fidanımın yanına döndüm. Konuşmak istemiyordum. Ancak, sonunda dayanamadım ve Portekizli ile gittiğimiz Tarzan filmini anlattım.
Mangaratiba:
Öğretmen, tahtaya bir cümle yazmamızı isteyince, kalktım ve özenle “Birkaç gün sonra tatile gideceğiz” diye yazdım ve yerime oturdum. Biraz sonra, sınıfa geç kalmış bulunan Jeronimo telaşla geldi ve arkamdaki sıraya oturdu. Yanındaki ile bir şeyler konuşuyordu. Anlattığına göre, Portekizlinin arabası, arabamıza sınıftan çıktım. Koşa koşa pastaneye geldim. Pastane sahibi Bay Ladislau, beni kollarıyla tuttu ve bırakmadı. Arabanın kötü durumda, ama Portekizli’nin iyi olduğunu söyledi.
Artık hiç kimseye inanmıyordum. Hiçbir şeyin anlamı kalmamıştı. Gözlerimden akan yaşlarla amaçsızca dolaşıyor, küçük İsa’ya isyanlarımı iletiyordum. Yolda, Totoca beni gördü ve ku-caklayarak eve getirip, yatırdı. Ateşler içinde yanıyordum.
Hiçbir şey yeyip, içmeden üçgün üç gece geçirdim. Ateş beni bitiriyordu.
Her geçen gün daha fazla zayıflıyordum. Kemiklerim derimden fırlamıştı. Muayene için gelen doktor, bir şok geçirdiğimi, ancak bu şoku atlatırsam iyileşebileceğimi söyledi.
Bütün sokak beni görmek üzere harekete geçti. Şeytanın ta kendisi olduğum unutuldu. Öğretmenim, şarkıcı Ariovaldo geldiler. Ariovaldo, herkesin beni sorduğunu, bensiz hiçbir şey satamadığım söylüyordu.
Gloria ablam, gece gündüz başımda duruyor, bana bir lokma yemek yedirebilmek için saatlerce çabalıyordu. Ama benim için yaşamaya değecek hiçbir şey kalmamıştı.
Dışarıdan çok tatlı bir ses, “Zeze” dîye sesleniyordu. Yerimden kalktım. Gelen portakal ağacımdı. Dalındaki koşumlarıyla pırıl pırıl parlıyordu. Benî gezdirmeye gelmişti. Dışarı çıktık. Tren yolunun üzerine geldiğimizde, ağacım bir türlü yerinden kımıldayamıyordu. Tren düdüğünü duyunca, acele etmesini söyledim. Güç bela, bir adım attı ve tren yanımızdan geçti. “Katili Katil” dîye olanca gücümle bağırdım. O da bana, “Benim suçum değil…Benim suçum değil!” diye cevap verdi.
Evin bütün ışıkları yanmıştı. Yarı uykulu yüzler odama daldı. Annem beni kollarına almıştı.
Çok Yaşlı Bir Ağaç:
Babam, her kesin önünde beni dizlerine oturttu ve “Her şey bitti yavrum. Bİr gün sen de baba olacaksın; bir erkeğin hayatındaki bazı anların ne kadar acı olduğunu sen de keşfedeceksin… Baban fabrika amirliğine atandı. Noel gecesi papuçların artık hiç boş kalmayacak.”
Sustu. O akşamı, ömrünün sonuna kadar unutmayacağını anladım. Kollarından kurtulup, ileri, basamağa oturdum. Gelip önümde döz çöktü. “Uzaklara gideceğiz. Güzel bir bahçemiz olacak. Bahçedeki ağaçlan sen seçeceksin.”
Devam etti: “Bir şey daha var: Küçük şekerportakalı fidanım hemen kesmeyecekler, kesildiğinde de sen çok uzaklarda olacaksın, fark etmeyeceksin bile.”
Bacaklarına sarıldım ve benimkiler gibi yaşlarla dolan gözlerine bakarak bi ölü gib mırıldandım: Onu kestiler bile, baba; benim küçük şekerportakalı fidanım kesikli bir haftadan çok oluyor.”
Son İtiraf:
Yıllar geçti, sevgili Portekizli Portuga’m. Şimdi kırk sekiz yaşındayım. Zaman zaman hep çocuk olduğum izlenimine kapılıyorum. Her an bana artist resimleri ve bilyeler getirecekmişsin gibi geliyor. Hayatın sevilecek yanlarını bana sen öğrettin, sevgili Portuga’m. Şimdi artist resmi ve bilye dağıtma sırası bende. Çünkü, sevgisiz hayatın hiçbir anlamı yok.
Hoşça kal!
“Anlatımı güzelleştirmek, savunulan fikir ve düşünceyi daha etkili kalmak ü daha etkili kalmak üzere her dilde kalıplaşmış bazı sözler bulunur. Atasözleri, dua ve temenni cümlecikleri, sövgü ve ilençler, bilmece ve tekerlemeler…
Bu tür kalıplaşmış sözler arasında, dilin bünyesinde en sık rastlanılanlar ise deyimdir. Dilin bünyesinde kalıplaşmış ve kökleşmiş olarak değişmeden kullanılan deyimler, hiç şüphe yok ki anlatıma canlılık ve güç katarlar. Bu sayede düşüncelerin ve olayların muhataba daha etkili biçimde yansıtıldığı bir gerçektir. ”
Yukarıdaki kısım kitapın arka kapak yazısı.Kitapta konuşma dilimizde yer etmiş betimleme ve deyimlerin hikayeleri yer alıyor.Örneğin çizmeyi aşmak deyimi.Genelde hepimiz kullanırız.Peki nasıl geçmiştir dilimize ve hikayesi nedir? İşte budur:
“Milad-ı İsa’dan üç asır evvel Efes’te Apel isimli bir ressam yaşarmış. Büyük İskender’in resimlerini yapmakla şöhret bulan Apel’in en büyük özelliği yaptığı resimleri halka açması ve gizlendiği bir perdenin arkasından onların tenkitlerini dinleyip hoşa gidecek yeni resimler için fikir geliştirmesi imiş.
Günlerden birinde bir kunduracı Apel’in resimlerinden birini tepeden tırnağa süzüp tenkide başlamış. Önce resimdeki çizmeler üzerinde görüşlerini bildirip, kunduracılık sanatı bakımından tenkitlerini sıralamış. Apel bunları dinleyip gerekli notları almış. Ancak bir müddet sonra adam resmin üst kısımlarını da eleştirmeye ve hatta teknik yönden, sanat açısından, renklerin kontrastı ve gölgelerin derecesi üzerine de ileri geri konuşmaya başlayınca Apel perdenin arkasından bağırmış:
– Efendi, haddini bil; çizmeden yukarı çıkma..!”
Şayet siz de benim gibi kelime tarihine ve tahliline meraklı iseniz bu kitabı öneririm.Bu arada kitap İskender Pala’ya ait.Son baskısı Kapı Yayınlarından çıktı.”Bam teline basmak,altı kaval üstü Şeşhane,keçileri kaçırmak,hem kel hem fodul…” daha nice deyimler.
ESER İNCELEMESİ
Eser Adı : İKİ DİRHEM BİR ÇEKİRDEK
Eser Yazarı : İskender Pala
Yayın Evi : Kapı Yayınları – Kasım 2004
Eser Sayfa Adeti : 212
ESER HAKKINDA
“İki Dirhem Bir Çekirdek” adlı eser; çok eski zamanlardan beri kullanılagelen kalıplaşmış 99 adet deyim ve açıklamalarını içermekte. Açıklama kısmi kimi zaman nükteli hikayelerle süslenmekte. Sayfaların içerisinde ilgili deyime ait dipnotlar bulunmakta. Eser, eski yazılı Osmanlı arşivleri karıştırılarak ve halktan alınan nükteler kaynak olarak kullanılarak oluşturulmuş. Bu yönüyle bir araştırma raporu görünümünde.
YORUM
Bilindiği gibi deyimler her dilde anlatımı bazen güçlendirmek, bazen de kolaylaştırmak için kullanılır. Dilimizde de deyimler, milletimizin sözdeki ustalığı üzere bayağı fazlaca yer alır.
Özelliğimiz gereği biz İngilizler, Almanlar gibi bir tek duruma bir çok kelime türetmek yerine, bir kelimeyi bir çok anlamda kullanmışız. Yeri gelmiş söylediğimiz söz “nokta” niteliğinde olmuş, üzerine söz söylenememiş.
Bugün unutulmaya yüz tutmuş veya yanlış kullanılmaya başlanmış deyimlerimizi ilerki nesillere aktarmak için ilk basamak niteliğinde olan bu kitap, bence her evin baş köşesinde bulunması gereken bir eser. Öyle ki “DJ, VJ ve Showman”lerin ayrık otu gibi her yerden bittiği, “mega, süper, manyak ve dehşet” biçiminde dilimizi çok harika (!) kullandıkları, Türk dili için karanlık sayılabilecek bu çağda önümüzü görmemizi sağlayacak böyle meşalelere ihtiyacımız olduğu kanısındayım. Kaldı ki bizler benliğimizi sözcüklerimizle, dilimizle ifade eden varlıklarız. Eğer dilimizi ve anlatımın nakışı olan deyimlerimizi iyi bilmez isek kendimizi ifade edemeyiz. Zaten kendimizi ifade edemezsek “biz kendimiz değiliz”
Ayrıyeten bir mutluluğum var. Nihayet Osmanlı arşivlerinin vagon vagon hurda kağıt olarak yurtdışına satıldığı günlerden; incelenip eserlere dayanak olduğu günlere geldik. Bu kitap bana çok uzun sürecek bir serinin birincisi gibi geliyor. Böyle duyarlı yazarla