Psikoloji ders notları



 

Psikoloji bilimi nedir?

Psikoloji insan davranışını ve zihinsel süreçlerini inceleyen bir bilim dalıdır. Ölçülebilen her dav¬ranış ve motivasyon, düşünme, anlama gibi içsel olgular psikoloji biliminin çalışma konusudur. İnsanı anlamaya çalışmak sadece psikologlara özgü bir çaba değildir. Ancak psikoloji bir bilim dalıdır. İnsan davranışını anlamaya çalışırken fi¬zik, biyoloji gibi doğa bilimleri tarafından da kul¬lanılan bilimsel yöntemleri kullanır. Psikolojiyi bu dallardan ayırt eden kullandığı yöntem değil, çalıştığı konudur; doğa bilimleri doğa olaylarını incelerken sosyal bilimler insanı ve sosyal toplu¬lukları inceler. Ancak doğa bilimleri de sosyal bi¬limler de ampirik verilere dayalı sistematik araş¬tırmalar yaparak nesnel, doğrulanabilir ve genel-lenebilir sonuçlara ulaşmaya çalışır.

Psikoloji biliminin tarihsel gelişimi

İnsan doğasıyla ilgili sorular antik Yunan filozof­larına kadar uzanmaktadır. Ancak bir bilim dalı olarak psikolojinin başlangıcı 19. yüzyılın başla­rına denk gelmektedir. Psikolojinin tarihçesinde çeşitli düşünce okulları etkili olmuştur. Bu dü­şünce okullarının başında yapısalcılık, işlevselci-lik ve davranışçılık gelmektedir. Yapısalcılık bir olguyu anlamak için öncelikle yapısını yani onu meydana getiren parçaları anlamak gerektiğini; işlevselcilik ise bu olguların görevlerini ve insan davranışındaki rollerini anlamak gerektiğini öne sürmüştür. Davranışçılık ise insanı anlamak için sadece görülebilen davranışlara odaklanmıştır. Ancak günümüzde, özellikle gelişen teknolojile­rin de sayesinde, görünen davranışlar kadar bi­linç, düşünme gibi zihinsel süreçlerde bilimsel olarak çalışılabilmektedir. Modern psikolojide, bu düşünce okulları yerlerini çeşitli yaklaşımlara (perspektif) bırakmıştır.

Psikolojinin alt dalları

Psikologlar insan zihni ve davranışlarının deği­şik yanlarına odaklanabilir. Bu farklı odaklar psi­kolojinin alt dallarını oluşturmaktadır. Değişik alt dallarda uzmanlaşmış kişiler yukarıda sayılmış olan değişik yaklaşımlara sahip olabilirler. Örne­ğin hem zihinsel hastalıkların nedenleri ve teda­vileri üzerine çalışan klinik psikologlar, hem de beyin hasarlarının insan davranışına etkisini araş­tıran nöropsikologlar nörolojik bir yaklaşıma sa­hip olabilirler. Aynı zamanda kimi klinik psiko­loglar sadece bilişsel veya psikodinamik bir yak­laşımla da araştırma yapıyor olabilirler. Psikolojinin alt dalları ayrıca temel bilim veya uy­gulamalı alt dallar olarak da gruplanabilir. Temel bilim dallarının amacı daha çok insan davranışını açıklayan, genel kabul edilebilir bir bilgi tabanı oluşturmaktır. Uygulamalı dalların amacı ise te­mel bilimin oluşturmuş olduğu bilgi tabanını bi­reylerin ve toplulukların sorunlarını çözmektir.

Sözdebilimi ve bilimden ayrılan yönleri

Sözdebilim bilimsel bir temeli olmadığı halde bi­lim kılıfı altında bize sunulan bilgi ve pratiklere denir. Sözdebilim bilimsel terimler kullanarak bir bilimsellik kisvesi yaratır ama bu kullanımlar ha­talı, yersiz ve dayanaksızdır. Sözdebilimsel iddia­lar çoğunlukla yanlışlanamayacak muğlaklıktadır ve bilimsel bir kimliği olmayan kişilerce savunu­lur. En önemlisi, sözdebilimsel iddialar bilimsel süreçten kopuktur: İddialar bilimsel olarak ya test edilmemişlerdir ya da edildilerse reddedil­mişlerdir. Sözdebilim çoğunlukla maddi çıkar sağlamak amacıyla bilimin toplum içindeki say­gınlık ve meşruiyetini istismar eder. Sözdebilimi bilimden ayırt edebilmek bizi dayanaksız bilgile­rin izinde maddi ve manevi zarara uğramaktan koruyacaktır.

Bilişsel psikoloji ve doğası

Bilişsel psikoloji biliş kavramının bilimsel olarak incelendiği psikolojinin bir alt dalıdır. 1950′li yıl­larda bilgi işlem, bellek, dil, biliş, problem çöz­me ve karar verme üzerine yapılan bilimsel çalış­malar ile ortaya çıktığı görülmektedir. Özellikle bilgi işlem yaklaşımı bilişsel psikolojinin ruhunu oluşturduğu görülmektedir. Bilgi-işlem dış dün­yanın temsili veya sembolik dönüşümü veya ma-nipülasyonu olarak ifade edilmektedir Bilişsel psikoloji işlevselcilik felsefi akımından oldukça etkilenmiştir. Çünkü bilişsel psikoloji zihinsel iş­lemlerin işlevsel olduğunu farz etmektedir. Öte yandan beynin çalışılması materyalist bakış açısı­nı ortaya koyar. Bu yaklaşımda zihin ve beyin benzer şeylerdir. Bundan dolayı düşünce ve dav­ranış beyindeki nöral faaliyetler sonucu oluştu­ğundan beynin incelenmesi aynı zamanda zih­nin incelenmesi anlamına gelmektedir. İşlevselci yaklaşım insan davranışını bilgi işlem ve zihinsel işlevler kapsamında açıklarken materyalist yakla­şım zihinsel süreç ve faaliyetleri nöroanatomi ve nörokimya kapsamında ele alır.

Algı ve algısal süreçler

Duyum ve algı uyaranların dış dünyadan alınma­sı, beyine taşınması, beyinde işlenmesi, yorum­lanması ve bir karar verilmesi süreçlerini içer­mektedir. Duyum içinde bulunulan bir ortamdan uyaranların içerdiği bilginin ilgili duyu sistemi ta­rafından yakalanarak sistem içine alınması ve be­yindeki ileri fizyolojik merkezlere iletilmesi sü­reçlerini kapsamaktadır. Algı ise uyaranların taşı­dığı bu bilginin analiz edilmesi, tanınması, yo­rumlanması ve organize edilmesini kapsayan sü­reçlerdir. Bu süreçleri inceleyen alana psikofizik ve bu ilişkileri betimleyen ilişkiye de psikometrik fonksiyon adı verilmektedir. Çevremizdeki objelerle ilgili olarak ne, nerede ve nasıl ile ilgili işlemler görme tarafından yapılmaktadır. Görme renk, derinlik, obje ve hareket algıları ile ilgili iş­lemler yaparken algısal organizasyonu gerçek­leştirmektedir. Algısal organizasyonlar objelerin şekil zemin ilişkisi ve gruplama temelinde yapıl­maktadır. Geştalt psikologları çevremizde bulu­nan objeleri nasıl gruplandırdığımıza yönelik il­keler önermişlerdir. İşitme ses türünden bilgileri kodlayarak sesin kaynağı ile ilgili olarak ne ve nereden sorularına yanıt vermekte ve ayrıca iç kulakta bulunan yarım daire kanalları vasıtasıyla denge algısı yerine getirilmektedir. Tat ve koku duyuları kimyasal duyular olup yaşamsal olarak çevremizdeki önemli uyaranlar hakkında önemli bilgi sağlamaktadır

Dikkat ve dikkat süreçleri

Dikkat bilgi işlem sırasında zihinsel kaynakların kullanılması olarak kısaca tanımlanabilir. Kay­nakların belirli bir uyarana ayrılmasına seçici dik­kat ve kaynakların birden fazla uyarana yönlen­dirilmesine bölünmüş dikkat denir. Kokteyl par­ti olgusu çalışmalarının sonucuna göre mesajın kaynağı ve şiddeti gibi uyaranın fiziksel özellik­lerinin kullanılması sayesinde istenilen ve istenil­meyen uyaranların birbirlerinden ayırt edildiğini bulmuştur. Ayrıca bu araştırmalarda bilgi işleme­de filtreleme mekanizmasının olduğuna dikkat çekilmiş ve bu durum çift kulaklı dinleme de­neyleri ile de tespit edilmiştir. Bu mekanizmala­rın obje veya yer temelli olup olmadığını incele­yen çalışmalar her iki durumu da destekleyen bulgulara ulaşmıştır. Bölünmüş dikkat çalışmala­rı aynı anda iki görevin nasıl yapıldığını inceler. Ancak bazen iki görevi eş zamanlı olarak yerine getirmek görevlerden birinin performansını etki­lemektedir. Görevlerin benzerliği veya zorluğu çift görev performansını olumsuz yönde etkiler­ken pratik ve tekrarlar sonucunda iyileşmeler gözlenmektedir. Bölünmüş dikkati açıklamaya yönelik olan genel kaynak modeli, zihinsel kay­nakların kısıtlı olduğunu ve bundan dolayı eş za­manlı görevlerde işlem kapasitesinin paylaşılma­sı düşüncesine dayanmaktadır.

Bellek ve bellek süreçleri

Bellek bilginin kodlanması, depolanması ve ha­tırlanması süreçlerini kapsar. Bellekte üçlü sis­tem yaklaşıma göre duyusal, kısa süreli ve uzun süreli bellek olmak üzere üç bellek bulunmakta­dır. Duyusal bellek anlık bellek olup çok kısa sü­relidir ve burada bilginin fiziksel kodlaması yapılır. Kısa süreli bellek ise kısa süreli, sınırlı kapa­sitesi ve daha çok tekrara dayanan bir bellektir. Bilginin kapasitesi sınırsız olan uzun süreli belle­ğe aktarımı ise o bilginin anlamsal ve derinleme­sine kodlanması ile sağlanmaktadır. Uzun süreli bellek olgulara dayanan bildirimsel ve becerile­rin ve alışkanlıkların depolandığı işlemsel bellek olarak sınıflandırılmaktadır. Bildirimsel bellek an­lamsal ve epizodik bellek olarak iki ayrı katego­ri içermektedir. Anlamsal bellek genel bilgileri ve olguları ve epizodik bellek ise belli bir za­man, yer ve bağlamda oluşan olaylarla ilgili bel­lektir. Olaylarla ilgili olarak bilinçli ve istemli ola­rak bilginin depolanması açık bellek ve bilinç dı­şı yapılan kodlamalar örtük belleği oluşturmak­tadır. Unutma ile ilgili olarak öne sürülen silinme kuramı belleğin sabit bir oranda zaman içinde zayıflamasını açıklamaktadır. Bozucu etki yoluy­la unutma kuramı ise bir belleğin bir başka bel­leğin hatırlanmasını engellemesidir. Bu bozucu etki ileriye veya geri yönelik olarak gerçekleş­mektedir.

 

 

Düşünme, akıl yürütme ve problem çözme kav­ramları

Düşünce zihnimizin dili olup önermesel, imgesel ve motorsal olmak üzere üç sınıfa ayrılmaktadır. Bunlar ile akıl yürütme, problem çözme ve karar verme işlemleri gerçekleştirilir ve sonuç olarak da bir hedefe ulaşılır. Genel olarak iki akıl yürüt­me kullanılır: tümevarım ve tümdengelimdir. Tümdengelim yukarıdan aşağıya bilişsel süreci kapsarken tümevarım aşağıdan yukarıya işlemi içermektedir. Uygun bilginin seçilememesi, uy­gun olan tümdengelim kurallarının uygulanama-ması, kişisel inançlardan dolayı mantıksal kural­lardan vazgeçilmesi ve duygusal tepkiler gibi fak­törler başarısız tümdengelimi doğurmaktadır. Başlangıçta davranışçılar problemin deneme ve yanılma yöntemi ile çözüldüğünü düşünmüşler­dir. Geştalt ve bilgi işlem yaklaşımları sonradan ortaya çıkmıştır. Geştalt yaklaşımında problem çözme prodüktif ve reprodüktif süreçleri içerir. Reprodüktif süreçler önceki deneyimleri kulla­nırken prodüktif süreçler problem çözmede problemin yapısı ile ilgi ani bir kavrama geliştir­meyi ve prodüktif yeniden yapılandırmayı içer­mektedir. Problem çözmede bilgi işlem yaklaşı­mı, problem çözme sırasında uzun süreli belle­ğin etkili hale getirilerek çözümle ilgili bilgilerin erişilebilir olmasına işaret eder.

 

Dil ve süreçleri

Dil sembolleri ve bu sembollerin nasıl bir araya geleceği kurallarını içermektedir. Sembollerin birleştirilmesiyle sonsuz sayıda mesaj ve anlam­lar üretilmektedir. Konuşma, dinleme, yazma ve okuma gibi beceriler bilişsel faaliyetler sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu becerilerin tümü dil sü­reçlerini oluşturur. Dilin hiyerarşik bir yapısı var­dır Bu yapı fonemi morfem, kelime, sözcük grup­ları ve cümlelerden oluşur. Söylem bu yapının üstünde yer alan ileri düzeyde bir bilişsel sürece karşılık gelmektedir. Dil üzerine geliştirilen dav­ranışçı yaklaşımları reddeden Chomsky dilin do­ğuştan gelen kazanım aracına sahip olduğunu ve bunun vasıtasıyla kelimelerin kazanıldığını ve dilbilgisi kurallarının öğrenildiğini öne sürer.

                     Sosyal gelişimde temel kuramsal yaklaşımlar,

Sosyal gelişimde önemli olan sosyal davranışlar,

Olumlu sosyal davranış, empati ve anti-sosyal davranış, sosyal gelişim literatüründe incelenen en temel kavramlardır. Olumlu sosyal davranış­lar, bir başkasının iyiliği için yapılan yardım et­me, paylaşma ve teselli etme gibi yararlı davra­nışlardır. Olumlu sosyal davranışların sergilen­mesinde empati (eşduyum) büyük rol oynar. Em­pati, bir başkasının duygusal durumunu ve yaşa­dığı hissi anlayıp, aynı veya benzer duyguyu ki­şinin bizzat kendisinin de yaşaması anlamına ge­lir. Saldırgan davranışlar, başkalarına veya onla­ra ait eşyalara zarar vermeyi amaçlayan hareket­ler olarak tanımlanır. Bunlar başkalarına vurma, yumruk atma gibi fiziksel davranış şeklinde ola­bileceği gibi (fiziksel saldırganlık), bağırma ve küfretme gibi sözel formda (sözel saldırganlık) veya başkasının arkasından konuşma, lakap tak­ma, dışlanmasını sağlama gibi ilişkisel formda da olabilir (ilişkisel saldırganlık).

Sosyal gelişime dair temel kuramsal yaklaşımlar,

Her bir sosyal gelişim kuramı, odaklandığı alana (örn. gelişim çıktıları, kavramlar) dair süreçleri ve mekanizmaları açıklamayı hedeflemekte, sos­yal davranışı değişik yönleriyle analiz ederek farklı birer çerçeve sunmaktır. Sosyal gelişimi anlamada önemli etkisi olan psi-kanalitik yaklaşımın belli başlı kuramcılarından ikisi S. Freud ve Erik H. Erikson’dır. Klasik psika­nalizin kurucusu kabul edilen Freud, geliştirdiği psikoseksüel gelişim kuramında, insanların do­ğuştan getirdikleri cinsellik ve saldırganlık içgü-düleriyle yönetildiğini ve sağlıklı gelişim için bu güdülerin mutlaka yeterli düzeyde doyurulması gerektiğini savunur. Freud, tanımladığı beş psi-kososyal gelişim döneminde, kişiliğin üç temel yapısı olan id, ego ve süperegonun ortaya çıktı­ğını ve entegre olduklarını söyler. Freud’a göre, ilk beş-altı yıldaki gelişim ilerisi için belirleyici olacak kadar önemlidir ve bu erken dönemdeki ebeveyn-çocuk ilişkisi gelişim için kritik bir role sahiptir.

Sosyal gelişimle ilişkili olan bir diğer psikanalitik temelli kuram Erikson’ın psikososyal gelişim ku­ramıdır. Erikson, insan gelişiminde biyolojinin öneminden ziyade sosyokültürel belirleyicilere daha fazla vurgu yapar. Erikson’a göre insanlar yaşamları boyunca sekiz gelişimsel dönemden geçmekte ve bu dönemlerin her birinde döneme has psikososyal krizler yaşamaktadırlar. Sağlıklı sosyal gelişim, sadece çocukluğun ilk yıllarında değil, tüm yaşam boyunca bu krizlerin sağlıklı biçimde çözümlenmesi ile olur. Davranışçılık ya da öğrenmeci yaklaşıma göre, gelişim dönemler halinde olmaz. Tersine, geli­şim sürekliliği olan bir süreçtir ve bireyin maruz kaldığı çevreye göre farklı yönlerde gerçekleşe­bilir. Watson’a göre bebekler belli eğilimlerle (örn. mizaç) doğmazlar; geliştirdikleri davranış­lar sosyal deneyimlerinin sonucudur. B. F. Skin­ner, gelişimin, davranışı takip eden pekiştireç ve cezalarla edimsel koşullanma sonucu pasif ola­rak şekillenen bir süreç olduğunu savunmuştur. Sosyal öğrenme kuramına göre ise davranış geli­şimi için pekiştireç veya cezanın doğrudan alın­masına gerek yoktur. Bandura, sosyal öğrenme kuramında, çocukların çevreyi gözleyerek bilgiyi işlediklerini, modellemenin ve taklidin sosyal ge­lişimde önemli süreçler olduğunu önermiştir. Piaget’nin bilişsel gelişim kuramına göre zihinsel aktivite çocuğun çevreye uyum sağladığı temel bir yaşam fonksiyonudur. Piaget tanımladığı ge­lişim dönemlerinin genetik koda bağlı olmadığı­nı ancak biyolojik eğilimlere bağlı bir süreç için­de çocuk tarafından yapılandırıldığına inanır. Ço­cuk daha karmaşık bilişsel yapıları organize ede­rek aktif bir yapılandırma süreci içinde gelişir. Piaget çocukların sosyal dünyaya ve ahlaka ait bilgileri diğerleriyle, özellikle akranlarıyla etkile­şerek yapılandırdığını vurgular. Etolojik kuram, davranışın biyolojisini vurgular, organizmanın hayatta kalma mekanizmalarını çev­reyle bağlantılı olarak ele alır ve gelişimde hassas dönemlerin önemine vurgu yapar. Bowlby kura­mın önde gelen isimlerindendir ve ilk yıllarda anne-çocuk arasındaki bağlanma ilişkisinin çocuğun gelişimi için kritik olduğunu önererek literatüre çok incelenen, önemli bir kavram kazandırmıştır.

Bronfenbrenner’in ekolojik sistemler kuramına göre gelişim, değişen çevre ile değişen birey ara­sındaki sürekli dönüşümün ürünüdür. Gelişim birbirleriyle etkileşen sistemler (mikrosistem, me-zosistem, eksosistem, makrosistem, kronosistem) içinde gerçekleşir. Sonraki yıllarda çocuğa dair özelliklere (örn. mizaca) daha çok yer vererek revize edilen ve biyoekolojik model ismini alan bu yaklaşımda, çocuğun en çok zaman geçirdiği temel sosyal çevrelerden (aile, okul) başlayarak kültürel değerler ve inanç sistemleri gibi daha soyut çevresel unsurlara kadar tüm ekolojiler ara­sındaki etkileşimler tanımlanmaktadır.

 

Sosyal psikolojinin temel ilkeleri

Sosyal psikolojinin iki temel ilkesinden birincisi, dünyayı olduğu gibi değil olduğumuz gibi gördüğümüzdür. Algılarımızın, beklentilerimizin, şema­larımızın kendi gerçekliğimizi biçimlendirmede yadsınamaz bir rolü vardır. “Kendi kendini ger­çekleştiren kehanet” olgusu gerçekliğimizi yarat­madaki aktif rolümüzün en etkileyici örneklerin­den biridir. Sosyal psikolojinin ikinci temel ilkesi ise sosyal etkinin her zaman ve her yerde oldu­ğudur. Yalnız başımıza olduğumuz anlarda bile, duygu, düşünce ve davranışlarımızı başka insan­ların ve toplumun içselleştirdiğimiz sesi etkiler. Sosyal psikologlar insanların üç temel psikolojik ihtiyacını vurgularlar. Bunlardan ilki, hayatımız üzerinde hakimiyet sahibi olmaktır. İkincisi sev­mek, sevilmek ve ait olmak, üçüncüsü ise “ben” ve “biz”i değerli görmektir. Bu ihtiyaçların giderilememesi durumunda psikolojik ve fizyolojik rahatsızlıklar kaçınılmazdır.

 

Sosyal biliş ve temel prensipleri

Sosyal bilişin konusu insanlar hakkında yargılara nasıl vardığımız, insanları ve davranışlarını nasıl anladığımızdır. Kişi algısını inceleyen sosyal psi­kologlar, insanların başkalarını çok kısa süreler­de, “ince davranış dilimleri”ne bakarak oldukça doğru bir şekilde tanıyabildiğini gözlemlemişler­dir. Fiziksel özellikler de kişi algısını etkiler. “Gü­zel olan iyidir” kalıpyargısı uyarınca, daha güzel insanlarda daha olumlu kişilik özellikleri görme­ye yatkınızdır.

İnsanlar çoğu zaman “bilişsel varyemez”lerdir -sosyal bilişlerini kullanırken gereğinden fazla enerji sarf etmek istemezler. İnsanları algılarken şemalardan çok yararlanırız. Şemalar, olgular hak­kında zihnimizde var olan basitleştirilmiş resim­lerdir. İnsanlarla iletişirken onları hangi şema çer­çevesinde algıladığımız neye dikkat ettiğimizi, ne­yi hatırladığımızı ve nasıl tepki verdiğimizi etkiler. Sosyal bilişin bir parçası olarak insanların davra­nışlarını açıklamaya çalışır, içsel ya da dışsal atıf­larda bulunuruz. İçsel atıf, davranışın sebebini kişinin içsel özelliklerinde görür. Dışsal atıf yap­tığımızda ise olayın sebebini kişinin dışında ka­lan, çevresel faktörlere bağlarız. Başkalarının davranışlarını genelde dışsaldan çok içsel atıflar­la açıklamaya yatkınızdır – buna temel atıf hata­sı denir. Başarılarımızı içsel ve kalıcı, başarısız­lıklarımızı ise dışsal ve geçici atıflarla açıklama eğilimimiz ise “kendine yontan atıf hatası”dır. Nesnelere, kişilere ya da olgulara yönelik genel değerlendirmelerimize “tutum” denir. Tutumlar se­çimlerimizi kolaylaştırarak hayatı bizim için daha kolay bir yer hâline getirirler. Davranışlarımızla tu­tumlarımız arasında bir tutarsızlık olduğunda “bi­lişsel çelişki” dediğimiz rahatsızlık verici ruh hali­ni yaşarız. Ya davranışımızı ya da tutumumuzu de­ğiştirerek bu rahatsızlıktan kurtulmaya çalışırız.

 

Sosyal etki ve türleri

Sosyal etki, başkalarının duygu, düşünce ve dav­ranışları üzerinde söz sahibi olmaktır. İki farklı sosyal etki türünü birbirinden ayırırız: İnsanlar “bilgilendirici sosyal etki” altında kaldıklarında, bunun kökeninde doğru davranışın ne olduğunu başkalarından öğrenme ihtiyacı vardır. “Normatif sosyal etki”de ise etki altında kalmanın sebebi grup tarafından kabul görmek, dışlanmamak ar­zusudur. Asch deneyi normatif sosyal etkinin gü­cünü gözlerimizin önüne sermiştir. İtaat, bireyin kendine bir otorite figürü tarafından yöneltilen talebe uymasıdır. Milgram deneyi, şa­şırtıcı bir şekilde çoğu insanın kör bir itaat uğru­na başkalarına zarar verebileceğini göstermiştir. İkna, insanların bir konudaki tutumlarını değiş­tirme çabası ve yöntemidir. Birey ikna maksatlı mesajı özenle incelemek için gerekli motivasyon ve beceriye sahipse, daha kaliteli mesajlar daha ikna edicidir. Ancak bu konuda bir motivasyon veya beceri eksikliği varsa yüzeysel açıdan cazip mesajlar daha ikna edici olacaktır. Sosyal kolaylaştırma, sosyal kaytarma ve grup ku­tuplaşması da sosyal etkinin değişik türlerinden-dir. Sosyal kolaylaştırma, başka insanların varlığı­nın iyi olduğumuz konulardaki performansımızı iyileştirmesidir. Sosyal kaytarma, şahsi çabamızın teşhis edilmeyeceği durumlarda başka insanların varlığının motivasyonumuzu ve gösterdiğimiz eforu düşürmesine denir. Grup kutuplaşması ise, grup içi etkileşimlerin grubun başlangıçtaki eği­limlerini aşırılaştırmasına verilen isimdir.

 

 

 

 

 

 

 

Psikolojide Tanı kategorileri

Amerikan Psikiyatri Birliği (APA) tarafından nor-maldışı davranışların çeşitli türlerini tanımlayan, sınıflayan ve belirtilen tanıyı almak için gerekli olan tanı kriterlerini belirlemek amacıyla gelişti­rilmiş olan “Zihinsel Bozuklukların Tanısal ve Sa­yımsal El Kitabı (DSM)” çok eksenli sınıflamayı getirmektedir. DSM’nin en son revize edilmiş for­mu olan DSM-IV’de beş eksenli sınıflama bulun­maktadır. Duygu durum bozuklukları duygu du­rumundaki bozulmaları sınıflamaktadır. Bunlar, depresyon, manik bozukluk, iki uçlu duygula­nım bozukluklarıdır. Kaygı bozuklukları aşırı ve gerçeğe uygun olmayan korkuyu içeren bozuk­lukları içermektedir. Bunlardan başlıcaları, panik bozukluk, genellenmiş kaygı bozukluğu, obsesif-kompulsif bozukluk ve fobik bozuklulardır. Somotoform bozuklukları bir fizyolojik nedeni olmayan daha çok psikolojik nedeni olan fiziksel semptomları içerir ve konversiyon bozukluğu, hastalık hastalığı (hipokondri) ve beden biçimi­ne takıntılı bozukluk başlıca somotoform bozuk­luklarıdır. Disosiyatif Bozukluklar, Dissosiatif Amnezi, füg, kimlik bozukluğu ve depersonalizasyonda olduğu gibi, bellek ya da kimliğin bir bölümünün ani kaybı ile bilinçlilikte ortaya çı­kan geçici ya da kalıcı değişiklikleri içermekte­dir. DSM’IV’de cinsel bozukluklar cinsellik sıra­sındaki normal döngünün bozulması ya da cin­sel doyumun alışılmış kaynakların dışına çıkma­sından oluşan bozuklukları içerir. Uyku bozuk­luklarında ise dissomniya ve parasomniya’da ol­duğu gibi uykunun miktarı, zamanlaması ve ni­teliği bozulmuştur. Yeme bozuklukları kategori­si anoreksiya nevroza ve bulimia nevrozadır. Anoreksiya nevroza’nın belirtileri normal ağırlı­ğını korumayı reddetme ve şişmanlamaktan aşırı derecede korkma iken bulimia nevroza’da tıka-nırcasına yemeyi izleyen çıkartma işlemleri görü­lür. fiizofrenik bozuklular ise düşüncenin, iletişi­min, duyguların ve davranışların içeriğinin bo­zulduğu varsanı ve sanrıların görüldüğü ağır tab­lolardır. Bütün bu bozukluklar DSM-IV’de eksen I’de yer almaktadır. Eksen Il’de ise kişilik bozuk­lukları ve zihinsel gerilikler yer almaktadır. Kişi­lik bozuklukları esnek olmayan, aşırı abartılı ve katı düşünme ve davranış biçimleridir. Bir grup kişilik bozukluğu Şizoid ve paranoid kişilik bo­zukluklarında olduğu gibi garip ve bizar davra­nışlarla bilinir. Bir diğer kişilik bozukluğu grubu ise kaygılı ve korkulu davranışları içerir. Bu grup kaçıngan ve bağımlı kişilik bozukluklarını içer­mektedir. Son grubu ise narsistik, sınır ve anti-sosyal kişilik bozukluklarında olduğu gibi dra­matik, duygusal ve değişken davranışları içer­mektedir.

Sosyal psikolojinin temel ilkeleri

Sosyal psikolojinin iki temel ilkesinden birincisi, dünyayı olduğu gibi değil olduğumuz gibi gördüğümüzdür. Algılarımızın, beklentilerimizin, şema­larımızın kendi gerçekliğimizi biçimlendirmede yadsınamaz bir rolü vardır. “Kendi kendini ger­çekleştiren kehanet” olgusu gerçekliğimizi yarat­madaki aktif rolümüzün en etkileyici örneklerin­den biridir. Sosyal psikolojinin ikinci temel ilkesi ise sosyal etkinin her zaman ve her yerde oldu­ğudur. Yalnız başımıza olduğumuz anlarda bile, duygu, düşünce ve davranışlarımızı başka insan­ların ve toplumun içselleştirdiğimiz sesi etkiler. Sosyal psikologlar insanların üç temel psikolojik ihtiyacını vurgularlar. Bunlardan ilki, hayatımız üzerinde hakimiyet sahibi olmaktır. İkincisi sev­mek, sevilmek ve ait olmak, üçüncüsü ise “ben” ve “biz”i değerli görmektir. Bu ihtiyaçların giderilememesi durumunda psikolojik ve fizyolojik rahatsızlıklar kaçınılmazdır.

Sosyal biliş ve temel prensipleri

Sosyal bilişin konusu insanlar hakkında yargılara nasıl vardığımız, insanları ve davranışlarını nasıl anladığımızdır. Kişi algısını inceleyen sosyal psi­kologlar, insanların başkalarını çok kısa süreler­de, “ince davranış dilimleri”ne bakarak oldukça doğru bir şekilde tanıyabildiğini gözlemlemişler­dir. Fiziksel özellikler de kişi algısını etkiler. “Gü­zel olan iyidir” kalıpyargısı uyarınca, daha güzel insanlarda daha olumlu kişilik özellikleri görme­ye yatkınızdır.

İnsanlar çoğu zaman “bilişsel varyemez”lerdir -sosyal bilişlerini kullanırken gereğinden fazla enerji sarf etmek istemezler. İnsanları algılarken şemalardan çok yararlanırız. Şemalar, olgular hak­kında zihnimizde var olan basitleştirilmiş resim­lerdir. İnsanlarla iletişirken onları hangi şema çer­çevesinde algıladığımız neye dikkat ettiğimizi, ne­yi hatırladığımızı ve nasıl tepki verdiğimizi etkiler. Sosyal bilişin bir parçası olarak insanların davra­nışlarını açıklamaya çalışır, içsel ya da dışsal atıf­larda bulunuruz. İçsel atıf, davranışın sebebini kişinin içsel özelliklerinde görür. Dışsal atıf yap­tığımızda ise olayın sebebini kişinin dışında ka­lan, çevresel faktörlere bağlarız. Başkalarının davranışlarını genelde dışsaldan çok içsel atıflar­la açıklamaya yatkınızdır – buna temel atıf hata­sı denir. Başarılarımızı içsel ve kalıcı, başarısız­lıklarımızı ise dışsal ve geçici atıflarla açıklama eğilimimiz ise “kendine yontan atıf hatası”dır. Nesnelere, kişilere ya da olgulara yönelik genel değerlendirmelerimize “tutum” denir. Tutumlar se­çimlerimizi kolaylaştırarak hayatı bizim için daha kolay bir yer hâline getirirler. Davranışlarımızla tu­tumlarımız arasında bir tutarsızlık olduğunda “bi­lişsel çelişki” dediğimiz rahatsızlık verici ruh hali­ni yaşarız. Ya davranışımızı ya da tutumumuzu de­ğiştirerek bu rahatsızlıktan kurtulmaya çalışırız.

Sosyal etki ve türleri

Sosyal etki, başkalarının duygu, düşünce ve dav­ranışları üzerinde söz sahibi olmaktır. İki farklı sosyal etki türünü birbirinden ayırırız: İnsanlar “bilgilendirici sosyal etki” altında kaldıklarında, bunun kökeninde doğru davranışın ne olduğunu başkalarından öğrenme ihtiyacı vardır. “Normatif sosyal etki”de ise etki altında kalmanın sebebi grup tarafından kabul görmek, dışlanmamak ar­zusudur. Asch deneyi normatif sosyal etkinin gü­cünü gözlerimizin önüne sermiştir. İtaat, bireyin kendine bir otorite figürü tarafından yöneltilen talebe uymasıdır. Milgram deneyi, şa­şırtıcı bir şekilde çoğu insanın kör bir itaat uğru­na başkalarına zarar verebileceğini göstermiştir. İkna, insanların bir konudaki tutumlarını değiş­tirme çabası ve yöntemidir. Birey ikna maksatlı mesajı özenle incelemek için gerekli motivasyon ve beceriye sahipse, daha kaliteli mesajlar daha ikna edicidir. Ancak bu konuda bir motivasyon veya beceri eksikliği varsa yüzeysel açıdan cazip mesajlar daha ikna edici olacaktır. Sosyal kolaylaştırma, sosyal kaytarma ve grup ku­tuplaşması da sosyal etkinin değişik türlerinden-dir. Sosyal kolaylaştırma, başka insanların varlığı­nın iyi olduğumuz konulardaki performansımızı iyileştirmesidir. Sosyal kaytarma, şahsi çabamızın teşhis edilmeyeceği durumlarda başka insanların varlığının motivasyonumuzu ve gösterdiğimiz eforu düşürmesine denir. Grup kutuplaşması ise, grup içi etkileşimlerin grubun başlangıçtaki eği­limlerini aşırılaştırmasına verilen isimdir.

Önyargı ve kökenleri

Bireyler hakkında yalnızca ait oldukları gruba bakılarak ulaşılmış ve genellikle olumsuz tutum­lara önyargı denir. Önyargıların bilişsel, duygu­sal ve davranışsal boyutları vardır. Sosyal dünya­yı “biz” ve “onlar” ekseninde algılamaya nere­deyse programlanmış olmamız önyargıya yol açan temel faktörlerdendir. “Onlar”ı kalıpyargılar üzerinden algılamaya ve birbirine benzer görme­ye (dış grubun homojenliği yanılgısı) olan eğili­miz önyargıları körükler. Sosyal faktörlerin de önyargıya etkisi vardır – iş, para, eğitim gibi sı­nırlı kaynaklara ulaşmak için rekabet halinde olan gruplar birbirine karşı önyargılar geliştirebi­lir. Bazı grupların toplumda “günah keçisi” ola­rak görülmeye başlaması da önyargıları berabe­rinde getirir. Dış gruptan insanları tanımamak, bilmemek de kalıpyargılar ve önyargıların sürüp gitmesine izin verir.

Adli psikolojide temel konular

Adli psikolojide temel konulardan birisi akıl has­talığı ve suç ilişkisidir. Araştırmalara göre psiki­yatrik bozukluklara sahip kişiler “normal” popü-lasyondan daha tehlikeli değildirler. Suç işleyen grupta sıklıkla alkol ve uyuşturucu bağımlılığı görülmektedir. Ağır psikiyatrik bozukluklara sa­hip ve zekâ engelli kişilerin suç mağduru olma oranları normal popülasyondan yüksektir. Ceza ehliyeti hukukta bir kişinin işlediği suçtan dolayı sorumlu tutulabilmesi durumudur. Bunun için kişinin işlediği suçun anlam ve sonuçlarının far­kında olması ve eylemlerini yönlendirme yetene­ğinin yerinde olması gerekir. Ceza ehliyeti orta­dan kalkmışsa kişiye ceza verilemez veya ceza ehliyeti kısmen azalmışsa indirimli ceza verilir. Ceza ehliyetinin değerlendirilmesi adli psikolog­ların çalışma alanlarından birisidir. Adli psikolojide bir başka temel konu suça sü­rüklenen gençlerdir. Ceza ehliyetini etkileyen bir diğer husus suç eylemini gerçekleştiren kişi­nin yaşıdır. Ülkemizde 12 yaşın altındaki çocuk­ların eylemlerinin anlam ve sonuçlarını ayırt ede­medikleri kabul edilir ve ceza ehliyetleri yoktur. 12-15 yaş ve 15-18 yaş aralığındaki gençlerin gerçekleştirdiği suç teşkil eden eylemlerin yargı­lanması çocuk mahkemelerinde gerçekleştirilir. 12-18 yaş arası ergenlik dönemindeki kişilerin yetişkinlerden farklı muhakeme ve davranış kon­trolü özelliklerine sahip oldukları bilinmektedir. Dolayısıyla genç suçluluğu adli psikolojinin en fazla araştırma yürüttüğü alanlardan birisidir. Ço­cukların karıştıkları suçları bir yetişkin gibi bi­linçli olarak ve davranış denetimine sahip ola­rak işlemediklerinden hareketle bu alanda çalı­şanlar tarafından suça sürüklenen çocuklar veya kanunla ihtilafa düşen çocuklar terimleri tercih edilmektedir. Türkiye’de suça itilen gençlerle il­gili oranlara bakıldığında genç nüfusun toplam nüfusa oranı yüksek olmakla beraber, suça iti­len gençlerin genç nüfus içindeki oranı oldukça düşüktür. Araştırmalar bazı aile ortamları ve çev­relere sahip olan çocukların daha sıklıkla suça yöneldiklerini ve suç teşkil eden eylemlere ya­şam boyu devam ettiklerini göstermektedir. Ba­zı çocuklar ise ergenlik dönemi ile sınırlı olarak suç teşkil eden davranışlar içine girmektedirler. Erken yaşta suça yönelme ile suçun tekrarı ara­sında ilişki vardır. Bu çocukların bireysel ve aile özellikleri incelenmiştir. Böylece risk faktörleri ve koruyucu faktörlerin belirlenmesi ve hem ço­cuğa hem aileye yönelik riski azaltıcı psikosos-yal müdahale programlarının geliştirilmesine ça­lışılmaktadır.

Aile içi şiddet gerek özelliklerinin belirlenmesi, risklerin tespit edilmesi ve önlenmesi gerekse mağdurların ve faillerin rehabilitasyonu için ge­rekli müdahale yöntemlerinin geliştirilmesi ama­cıyla adli psikolojinin önemli bir diğer araştırma ve uygulama alanıdır. Aile içi şiddet 1960′lardan itibaren kadın hareketinin de etkisiyle görünür­lük kazanan, her toplumda, her sosyoekonomik düzeyde görülen çok ciddi bir problemdir. Kadı­na yönelik şiddet, kimi zaman kadının ağır yara­lanması veya ölümü ile sonuçlanan ciddi bir problemdir. Kadına yönelik şiddet dışında, ço­cuklardan ebeveyne yönelik şiddet, yaşlı istisma­rı ve çocuk istismarı da diğer aile içi şiddet türle­ridir. Ev içi şiddet olarak da kullanılan aile içi şid­det kavramı aile üyeleri ve birlikte yaşayanlar arasında gerçekleşen fiziksel, cinsel, duygusal, ekonomik şiddet olarak tanımlanabilir. İhmal de bir başka kötü muamele türüdür. Bu alanda ay­rıca ele alınan çok önemli bir araştırma alanı da çocuk istismarıdır. Çocuğa bakmakla yükümlü üzerinde otorite sahibi kişiler tarafından kötü mu­amelede bulunulması ve sağlık, eğitim, beslen­me, barınma ihtiyaçlarının ihmal edilmesi ileride ciddi psikolojik sıkıntı ve bozukluklara yol aça­bilir. Çocuk istismarı hakkında elde edilen oran­sal rakamların hiçbir zaman gerçeği yansıtmadığı bilinmektedir. Özellikle cinsel istismarın yıllarca gizli kaldığı bilinmektedir. Cinsel istismar vakala­rı yargıya yansıdığında çoğu zaman mağdurların tekrar travma yaşamaları olasıdır. Gerek çocukla­rın ifadelerinin alınmasının özel teknikler gerek­tirmesi, ve genel olarak istismar mağdurunun travmatize olmuş olmasından dolayı bu konuda görüşme özel eğitimli psikologlar tarafından ger­çekleştirilmelidir.

Adli psikolojinin bir diğer temel alanı suç işle­yen bireylerin sağaltımıdır. Bir ülkede cezaların düzenlenmesi ile suçun nedenleri ve cezanın amaçlarına dair benimsenen görüşler arasında yakın ilişki bulunmaktadır. Eğer kişilerin sahip oldukları bilişsel, davranışsal, duygusal, sosyal, eğitimsel bir takım eksiklikler neticesinde suça yöneldiklerine inanılıyorsa ceza infaz kurumları­nı “eğitim ve rehabilitasyon” amaçlı düzenlemek öncelikli hale gelebilir. Bu yaklaşıma göre, sos­yal ve yasal sınırların dışına çıkan bireyler yaka­landıklarında ve kendilerine hapis cezası verildi­ğinde, hükümleri süresince geçen zaman tekrar suç işlememeleri ve toplumla daha başarılı bi­çimde entegre olmaları amacıyla değerlendiril­melidir. Ülkemizde de cezaevlerinde hükümlü­lerin bilişsel ve davranışsal değişim göstermele­ri amacıyla çeşitli grup çalışmaları, rehabilitas­yon amaçlı psikososyal destek programları uy­gulanmaktadır. Ceza infaz kurumlarında görevli psikologların yürüttüğü psikososyal destek prog­ramlarının tekrar suç işleme oranlarını azaltma­da ciddi etkisi olduğunu gösteren pek çok çalış­ma bulunmaktadır.

Suçu açıklayan temel psikoloji kuramları

Suçu açıklarken makro ve mikro düzey kuramlar­dan söz edildi. Makro düzey kuramlar kişiyi çev­releyen geniş toplum, mahallesi, çevresi, ait oldu­ğu alt-kültür ve ailesi ile ilişkili etkenlerle suçu açıklamaktadırlar. Psikolojik kuramlar genelde bi­reye özgü özelliklerle çevrenin etkileşimini de hesaba katan mikro düzey açıklamalara sahiptir­ler. Biyolojik, genetik ve nöropsikolojik açıklama­lar, özellikle ikiz çalışmalarından yola çıkarak an-tisosyal davranışlar, şiddet ve agresyonun genler­le aktarılan kısmına dikkat çekmişlerdir. Doğuş­tan gelen aktivite düzeyi, uyaranlara karşı duyar­lılık gibi mizaç özellikleri ile suç yatkınlığı arasın­da ilişki kurulmuştur. Ayrıca bazı kafa travmala­rımın suç ve şiddet davranışlarına kişileri yönelte­bildiği ortaya konmuştur. Psikanalitik kurama göre idin dürtülerini uygun yollarla tatmin etme­ye yetecek kadar güçlü bir ego gelişimine sahip olmayan ve süperegosu yeterince gelişmemiş bi­reylerin suça yöneldiğinden söz edilebilir. Öğ­renme kuramları da suç davranışını kişilerin öğ­renme tarihçeleriyle açıklarlar. Klasik koşullanma ve operant koşullanma suçun doğrudan yaşanan tecrübeler ve davranışları sonucunda kişilerin kar­şılaştıkları sonuçlara bağlı öğrenildiğini öne sü­rerken sosyal öğrenme kuramı suç davranışları­nın model alma, ve taklit yoluyla da öğrenilebile­ceğini göstermiştir. Son olarak Eysenck’in biyopsikososyal suç kuramı, kişiliği üç eksen üzerin­de değerlendirmekte olup kişinin her bir eksen­de nerede durduğunun genetik özelliklerle belir­lendiğini öne sürer. Bu genetik farklılıklar fizyo­lojik işleyişte çeşitli farklılıklar yaratmakta ve ba­zı insanlar suça daha yatkın hâle gelmektedir. Dışadönüklük, duygusal dengesizlik ve psikotizm özellikleri yüksek kişiler suça daha yatkındırlar. Ayrıca çevre etkisini de öğrenme yoluyla kuramı­na dâhil eden Eysenck’e göre, dışadönüklük özel­liği yüksek kişilerin klasik koşullanma yoluyla uygun davranışları öğrenmelerinin daha zor ve geç olduğunu, bundan dolayı bu kişilerin sosya­lizasyon sürecinde yetersizlikleri oluştuğunu ve suça yöneldiklerini öne sürmüştür.

Klinik psikolojideki temel psikoterapi akımları

Psikoterapi, eğitimli bir profesyonelin (terapist veya danışman) bir başka kişiye (hasta ya da da­nışan) yaşamış olduğu sıkıntıları azaltmak ya da kullanılmayan/az kullanılan potansiyelini ortaya çıkararak ona daha iyi bir hayat sürmesi için yar­dım edilmeye çalışılan sosyal bir ilişki sürecidir. Psikolojik bozuklukların nasıl geliştiğine ve ne­denlerine ilişkin yapılmış olan farklı yaklaşımlar beraberinde bu hastalıkların hafifletilmesi için farklı psikoterapi yaklaşımlarının ortaya çıkması­na neden olmuştur. Bu modellerden biri olan bi­yolojik yaklaşıma göre normaldışı davranışların organik bir eksiklik ve bozukluktan kaynaklan­dığını varsayar ve buna yönelik ilaç tedavisi kul­lanır. Normaldışı davranışları Erken çocukluk dö­neminde ait çatışmaların ve bastırılmış doyurul­mamış ihtiyaçların sembolik bir ifadesi olarak gö­ren psikoanalitik bakış açısı bunun doğrultusun­da terapi sırasında bastırmamayı kaldırarak bire­yi bu yaşantı ve çatışmalarla yüzleştirmeyi amaç­lar. Davranışçı yaklaşım ise normaldışı davranış­ları öğrenme ilkeleri ile açıklar ve geçmişe değil bugüne odaklanarak davranışı devam ettiren ko­şulları değiştirmeye çalışır. Bilişsel-Davranışçı yaklaşım ise bireyin mantık dışı ve çarpıtılmış düşüncelerinin normaldışı davranışlara yol açtı­ğını varsayarak terapi sırasında bu fonksiyonel olmayan düşünceleri değiştirmeye çalışır. Son olarak insancıl yaklaşım ise bireyin kullanmadı­ğı potansiyellerinin ve kendine yabancılaşması­nın psikopatolojileri doğurduğuna inanır ve tera­pi sırasında bireyin kendini gerçekleştirme potansiyelini ortaya çıkarmaya çalışır.

Klinik Psikoloji ve çalışma alanı

Klinik psikoloji, zihinsel hastalıkların nedenleri ve tedavileri üzerine araştırmalar yapan, hastala­ra sorunlarının üstesinden gelmelerinde yardım­cı olacak terapi yöntemleri geliştiren ve uygula­yan psikolojinin alt dalıdır. Bu alanda çalışan ruh sağlığı uzmanlarına ise klinik psikolog adı veril­mektedir. Klinik psikolojini çalışma alanları tanı­lama/değerlendirme, psikoterapi, araştırma/ya­yın, öğretme, danışmanlık ve idarecilik olmak üzere altı temel alanda toplamak mümkündür. Bu çalışma alanları içinde terapi ve tedavi faali­yetleri en geniş alanı oluşturmaktadır. Psikolojik rahatsızlıkların tanı ve tedavisine yönelik tek ça­lışan meslek grubu klinik psikologlar değildir. Tıp fakültesi mezunu olan ve ilaç tedavisi uygu­lamaya yetkili tek meslek grubu olan psikiyatristler, daha çok hafif düzeyde psikolojik sıkıntılar ile uğraşan ve ağırlıklı olarak eğitim alanında gö­rev yapan psikoloik danışmanlar ve sosyal çalış­ma alanında uzmanlaşan sosyal çalışmacılar ruh sağlığı alanında hizmet veren diğer meslek grup­larıdır. Ayrıca son dönemde ağırlıklı olarak koru­yucu ruh sağlığı hizmetleri veren sağlık psiko­logları ruh sağlığı alanında çalışan diğer bir mes­lek grubunu oluşturmaktadır.

Bilişsel psikoloji ve doğası

Bilişsel psikoloji biliş kavramının bilimsel olarak incelendiği psikolojinin bir alt dalıdır. 1950′li yıl­larda bilgi işlem, bellek, dil, biliş, problem çöz­me ve karar verme üzerine yapılan bilimsel çalış­malar ile ortaya çıktığı görülmektedir. Özellikle bilgi işlem yaklaşımı bilişsel psikolojinin ruhunu oluşturduğu görülmektedir. Bilgi-işlem dış dün­yanın temsili veya sembolik dönüşümü veya ma-nipülasyonu olarak ifade edilmektedir Bilişsel psikoloji işlevselcilik felsefi akımından oldukça etkilenmiştir. Çünkü bilişsel psikoloji zihinsel iş­lemlerin işlevsel olduğunu farz etmektedir. Öte yandan beynin çalışılması materyalist bakış açısı­nı ortaya koyar. Bu yaklaşımda zihin ve beyin benzer şeylerdir. Bundan dolayı düşünce ve dav­ranış beyindeki nöral faaliyetler sonucu oluştu­ğundan beynin incelenmesi aynı zamanda zih­nin incelenmesi anlamına gelmektedir. İşlevselci yaklaşım insan davranışını bilgi işlem ve zihinsel işlevler kapsamında açıklarken materyalist yakla­şım zihinsel süreç ve faaliyetleri nöroanatomi ve nörokimya kapsamında ele alır.

İlgili Kategoriler

Psikoloji Ders notları



Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir