Psikoloji bilimi nedir?
Psikoloji insan davranışını ve zihinsel süreçlerini inceleyen bir bilim dalıdır. Ölçülebilen her dav¬ranış ve motivasyon, düşünme, anlama gibi içsel olgular psikoloji biliminin çalışma konusudur. İnsanı anlamaya çalışmak sadece psikologlara özgü bir çaba değildir. Ancak psikoloji bir bilim dalıdır. İnsan davranışını anlamaya çalışırken fi¬zik, biyoloji gibi doğa bilimleri tarafından da kul¬lanılan bilimsel yöntemleri kullanır. Psikolojiyi bu dallardan ayırt eden kullandığı yöntem değil, çalıştığı konudur; doğa bilimleri doğa olaylarını incelerken sosyal bilimler insanı ve sosyal toplu¬lukları inceler. Ancak doğa bilimleri de sosyal bi¬limler de ampirik verilere dayalı sistematik araş¬tırmalar yaparak nesnel, doğrulanabilir ve genel-lenebilir sonuçlara ulaşmaya çalışır.
Psikoloji biliminin tarihsel gelişimi
İnsan doğasıyla ilgili sorular antik Yunan filozoflarına kadar uzanmaktadır. Ancak bir bilim dalı olarak psikolojinin başlangıcı 19. yüzyılın başlarına denk gelmektedir. Psikolojinin tarihçesinde çeşitli düşünce okulları etkili olmuştur. Bu düşünce okullarının başında yapısalcılık, işlevselci-lik ve davranışçılık gelmektedir. Yapısalcılık bir olguyu anlamak için öncelikle yapısını yani onu meydana getiren parçaları anlamak gerektiğini; işlevselcilik ise bu olguların görevlerini ve insan davranışındaki rollerini anlamak gerektiğini öne sürmüştür. Davranışçılık ise insanı anlamak için sadece görülebilen davranışlara odaklanmıştır. Ancak günümüzde, özellikle gelişen teknolojilerin de sayesinde, görünen davranışlar kadar bilinç, düşünme gibi zihinsel süreçlerde bilimsel olarak çalışılabilmektedir. Modern psikolojide, bu düşünce okulları yerlerini çeşitli yaklaşımlara (perspektif) bırakmıştır.
Psikolojinin alt dalları
Psikologlar insan zihni ve davranışlarının değişik yanlarına odaklanabilir. Bu farklı odaklar psikolojinin alt dallarını oluşturmaktadır. Değişik alt dallarda uzmanlaşmış kişiler yukarıda sayılmış olan değişik yaklaşımlara sahip olabilirler. Örneğin hem zihinsel hastalıkların nedenleri ve tedavileri üzerine çalışan klinik psikologlar, hem de beyin hasarlarının insan davranışına etkisini araştıran nöropsikologlar nörolojik bir yaklaşıma sahip olabilirler. Aynı zamanda kimi klinik psikologlar sadece bilişsel veya psikodinamik bir yaklaşımla da araştırma yapıyor olabilirler. Psikolojinin alt dalları ayrıca temel bilim veya uygulamalı alt dallar olarak da gruplanabilir. Temel bilim dallarının amacı daha çok insan davranışını açıklayan, genel kabul edilebilir bir bilgi tabanı oluşturmaktır. Uygulamalı dalların amacı ise temel bilimin oluşturmuş olduğu bilgi tabanını bireylerin ve toplulukların sorunlarını çözmektir.
Sözdebilimi ve bilimden ayrılan yönleri
Sözdebilim bilimsel bir temeli olmadığı halde bilim kılıfı altında bize sunulan bilgi ve pratiklere denir. Sözdebilim bilimsel terimler kullanarak bir bilimsellik kisvesi yaratır ama bu kullanımlar hatalı, yersiz ve dayanaksızdır. Sözdebilimsel iddialar çoğunlukla yanlışlanamayacak muğlaklıktadır ve bilimsel bir kimliği olmayan kişilerce savunulur. En önemlisi, sözdebilimsel iddialar bilimsel süreçten kopuktur: İddialar bilimsel olarak ya test edilmemişlerdir ya da edildilerse reddedilmişlerdir. Sözdebilim çoğunlukla maddi çıkar sağlamak amacıyla bilimin toplum içindeki saygınlık ve meşruiyetini istismar eder. Sözdebilimi bilimden ayırt edebilmek bizi dayanaksız bilgilerin izinde maddi ve manevi zarara uğramaktan koruyacaktır.
Bilişsel psikoloji ve doğası
Bilişsel psikoloji biliş kavramının bilimsel olarak incelendiği psikolojinin bir alt dalıdır. 1950′li yıllarda bilgi işlem, bellek, dil, biliş, problem çözme ve karar verme üzerine yapılan bilimsel çalışmalar ile ortaya çıktığı görülmektedir. Özellikle bilgi işlem yaklaşımı bilişsel psikolojinin ruhunu oluşturduğu görülmektedir. Bilgi-işlem dış dünyanın temsili veya sembolik dönüşümü veya ma-nipülasyonu olarak ifade edilmektedir Bilişsel psikoloji işlevselcilik felsefi akımından oldukça etkilenmiştir. Çünkü bilişsel psikoloji zihinsel işlemlerin işlevsel olduğunu farz etmektedir. Öte yandan beynin çalışılması materyalist bakış açısını ortaya koyar. Bu yaklaşımda zihin ve beyin benzer şeylerdir. Bundan dolayı düşünce ve davranış beyindeki nöral faaliyetler sonucu oluştuğundan beynin incelenmesi aynı zamanda zihnin incelenmesi anlamına gelmektedir. İşlevselci yaklaşım insan davranışını bilgi işlem ve zihinsel işlevler kapsamında açıklarken materyalist yaklaşım zihinsel süreç ve faaliyetleri nöroanatomi ve nörokimya kapsamında ele alır.
Algı ve algısal süreçler
Duyum ve algı uyaranların dış dünyadan alınması, beyine taşınması, beyinde işlenmesi, yorumlanması ve bir karar verilmesi süreçlerini içermektedir. Duyum içinde bulunulan bir ortamdan uyaranların içerdiği bilginin ilgili duyu sistemi tarafından yakalanarak sistem içine alınması ve beyindeki ileri fizyolojik merkezlere iletilmesi süreçlerini kapsamaktadır. Algı ise uyaranların taşıdığı bu bilginin analiz edilmesi, tanınması, yorumlanması ve organize edilmesini kapsayan süreçlerdir. Bu süreçleri inceleyen alana psikofizik ve bu ilişkileri betimleyen ilişkiye de psikometrik fonksiyon adı verilmektedir. Çevremizdeki objelerle ilgili olarak ne, nerede ve nasıl ile ilgili işlemler görme tarafından yapılmaktadır. Görme renk, derinlik, obje ve hareket algıları ile ilgili işlemler yaparken algısal organizasyonu gerçekleştirmektedir. Algısal organizasyonlar objelerin şekil zemin ilişkisi ve gruplama temelinde yapılmaktadır. Geştalt psikologları çevremizde bulunan objeleri nasıl gruplandırdığımıza yönelik ilkeler önermişlerdir. İşitme ses türünden bilgileri kodlayarak sesin kaynağı ile ilgili olarak ne ve nereden sorularına yanıt vermekte ve ayrıca iç kulakta bulunan yarım daire kanalları vasıtasıyla denge algısı yerine getirilmektedir. Tat ve koku duyuları kimyasal duyular olup yaşamsal olarak çevremizdeki önemli uyaranlar hakkında önemli bilgi sağlamaktadır
Dikkat ve dikkat süreçleri
Dikkat bilgi işlem sırasında zihinsel kaynakların kullanılması olarak kısaca tanımlanabilir. Kaynakların belirli bir uyarana ayrılmasına seçici dikkat ve kaynakların birden fazla uyarana yönlendirilmesine bölünmüş dikkat denir. Kokteyl parti olgusu çalışmalarının sonucuna göre mesajın kaynağı ve şiddeti gibi uyaranın fiziksel özelliklerinin kullanılması sayesinde istenilen ve istenilmeyen uyaranların birbirlerinden ayırt edildiğini bulmuştur. Ayrıca bu araştırmalarda bilgi işlemede filtreleme mekanizmasının olduğuna dikkat çekilmiş ve bu durum çift kulaklı dinleme deneyleri ile de tespit edilmiştir. Bu mekanizmaların obje veya yer temelli olup olmadığını inceleyen çalışmalar her iki durumu da destekleyen bulgulara ulaşmıştır. Bölünmüş dikkat çalışmaları aynı anda iki görevin nasıl yapıldığını inceler. Ancak bazen iki görevi eş zamanlı olarak yerine getirmek görevlerden birinin performansını etkilemektedir. Görevlerin benzerliği veya zorluğu çift görev performansını olumsuz yönde etkilerken pratik ve tekrarlar sonucunda iyileşmeler gözlenmektedir. Bölünmüş dikkati açıklamaya yönelik olan genel kaynak modeli, zihinsel kaynakların kısıtlı olduğunu ve bundan dolayı eş zamanlı görevlerde işlem kapasitesinin paylaşılması düşüncesine dayanmaktadır.
Bellek ve bellek süreçleri
Bellek bilginin kodlanması, depolanması ve hatırlanması süreçlerini kapsar. Bellekte üçlü sistem yaklaşıma göre duyusal, kısa süreli ve uzun süreli bellek olmak üzere üç bellek bulunmaktadır. Duyusal bellek anlık bellek olup çok kısa sürelidir ve burada bilginin fiziksel kodlaması yapılır. Kısa süreli bellek ise kısa süreli, sınırlı kapasitesi ve daha çok tekrara dayanan bir bellektir. Bilginin kapasitesi sınırsız olan uzun süreli belleğe aktarımı ise o bilginin anlamsal ve derinlemesine kodlanması ile sağlanmaktadır. Uzun süreli bellek olgulara dayanan bildirimsel ve becerilerin ve alışkanlıkların depolandığı işlemsel bellek olarak sınıflandırılmaktadır. Bildirimsel bellek anlamsal ve epizodik bellek olarak iki ayrı kategori içermektedir. Anlamsal bellek genel bilgileri ve olguları ve epizodik bellek ise belli bir zaman, yer ve bağlamda oluşan olaylarla ilgili bellektir. Olaylarla ilgili olarak bilinçli ve istemli olarak bilginin depolanması açık bellek ve bilinç dışı yapılan kodlamalar örtük belleği oluşturmaktadır. Unutma ile ilgili olarak öne sürülen silinme kuramı belleğin sabit bir oranda zaman içinde zayıflamasını açıklamaktadır. Bozucu etki yoluyla unutma kuramı ise bir belleğin bir başka belleğin hatırlanmasını engellemesidir. Bu bozucu etki ileriye veya geri yönelik olarak gerçekleşmektedir.
Düşünme, akıl yürütme ve problem çözme kavramları
Düşünce zihnimizin dili olup önermesel, imgesel ve motorsal olmak üzere üç sınıfa ayrılmaktadır. Bunlar ile akıl yürütme, problem çözme ve karar verme işlemleri gerçekleştirilir ve sonuç olarak da bir hedefe ulaşılır. Genel olarak iki akıl yürütme kullanılır: tümevarım ve tümdengelimdir. Tümdengelim yukarıdan aşağıya bilişsel süreci kapsarken tümevarım aşağıdan yukarıya işlemi içermektedir. Uygun bilginin seçilememesi, uygun olan tümdengelim kurallarının uygulanama-ması, kişisel inançlardan dolayı mantıksal kurallardan vazgeçilmesi ve duygusal tepkiler gibi faktörler başarısız tümdengelimi doğurmaktadır. Başlangıçta davranışçılar problemin deneme ve yanılma yöntemi ile çözüldüğünü düşünmüşlerdir. Geştalt ve bilgi işlem yaklaşımları sonradan ortaya çıkmıştır. Geştalt yaklaşımında problem çözme prodüktif ve reprodüktif süreçleri içerir. Reprodüktif süreçler önceki deneyimleri kullanırken prodüktif süreçler problem çözmede problemin yapısı ile ilgi ani bir kavrama geliştirmeyi ve prodüktif yeniden yapılandırmayı içermektedir. Problem çözmede bilgi işlem yaklaşımı, problem çözme sırasında uzun süreli belleğin etkili hale getirilerek çözümle ilgili bilgilerin erişilebilir olmasına işaret eder.
Dil ve süreçleri
Dil sembolleri ve bu sembollerin nasıl bir araya geleceği kurallarını içermektedir. Sembollerin birleştirilmesiyle sonsuz sayıda mesaj ve anlamlar üretilmektedir. Konuşma, dinleme, yazma ve okuma gibi beceriler bilişsel faaliyetler sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu becerilerin tümü dil süreçlerini oluşturur. Dilin hiyerarşik bir yapısı vardır Bu yapı fonemi morfem, kelime, sözcük grupları ve cümlelerden oluşur. Söylem bu yapının üstünde yer alan ileri düzeyde bir bilişsel sürece karşılık gelmektedir. Dil üzerine geliştirilen davranışçı yaklaşımları reddeden Chomsky dilin doğuştan gelen kazanım aracına sahip olduğunu ve bunun vasıtasıyla kelimelerin kazanıldığını ve dilbilgisi kurallarının öğrenildiğini öne sürer.
Sosyal gelişimde temel kuramsal yaklaşımlar,
Sosyal gelişimde önemli olan sosyal davranışlar,
Olumlu sosyal davranış, empati ve anti-sosyal davranış, sosyal gelişim literatüründe incelenen en temel kavramlardır. Olumlu sosyal davranışlar, bir başkasının iyiliği için yapılan yardım etme, paylaşma ve teselli etme gibi yararlı davranışlardır. Olumlu sosyal davranışların sergilenmesinde empati (eşduyum) büyük rol oynar. Empati, bir başkasının duygusal durumunu ve yaşadığı hissi anlayıp, aynı veya benzer duyguyu kişinin bizzat kendisinin de yaşaması anlamına gelir. Saldırgan davranışlar, başkalarına veya onlara ait eşyalara zarar vermeyi amaçlayan hareketler olarak tanımlanır. Bunlar başkalarına vurma, yumruk atma gibi fiziksel davranış şeklinde olabileceği gibi (fiziksel saldırganlık), bağırma ve küfretme gibi sözel formda (sözel saldırganlık) veya başkasının arkasından konuşma, lakap takma, dışlanmasını sağlama gibi ilişkisel formda da olabilir (ilişkisel saldırganlık).
Sosyal gelişime dair temel kuramsal yaklaşımlar,
Her bir sosyal gelişim kuramı, odaklandığı alana (örn. gelişim çıktıları, kavramlar) dair süreçleri ve mekanizmaları açıklamayı hedeflemekte, sosyal davranışı değişik yönleriyle analiz ederek farklı birer çerçeve sunmaktır. Sosyal gelişimi anlamada önemli etkisi olan psi-kanalitik yaklaşımın belli başlı kuramcılarından ikisi S. Freud ve Erik H. Erikson’dır. Klasik psikanalizin kurucusu kabul edilen Freud, geliştirdiği psikoseksüel gelişim kuramında, insanların doğuştan getirdikleri cinsellik ve saldırganlık içgü-düleriyle yönetildiğini ve sağlıklı gelişim için bu güdülerin mutlaka yeterli düzeyde doyurulması gerektiğini savunur. Freud, tanımladığı beş psi-kososyal gelişim döneminde, kişiliğin üç temel yapısı olan id, ego ve süperegonun ortaya çıktığını ve entegre olduklarını söyler. Freud’a göre, ilk beş-altı yıldaki gelişim ilerisi için belirleyici olacak kadar önemlidir ve bu erken dönemdeki ebeveyn-çocuk ilişkisi gelişim için kritik bir role sahiptir.
Sosyal gelişimle ilişkili olan bir diğer psikanalitik temelli kuram Erikson’ın psikososyal gelişim kuramıdır. Erikson, insan gelişiminde biyolojinin öneminden ziyade sosyokültürel belirleyicilere daha fazla vurgu yapar. Erikson’a göre insanlar yaşamları boyunca sekiz gelişimsel dönemden geçmekte ve bu dönemlerin her birinde döneme has psikososyal krizler yaşamaktadırlar. Sağlıklı sosyal gelişim, sadece çocukluğun ilk yıllarında değil, tüm yaşam boyunca bu krizlerin sağlıklı biçimde çözümlenmesi ile olur. Davranışçılık ya da öğrenmeci yaklaşıma göre, gelişim dönemler halinde olmaz. Tersine, gelişim sürekliliği olan bir süreçtir ve bireyin maruz kaldığı çevreye göre farklı yönlerde gerçekleşebilir. Watson’a göre bebekler belli eğilimlerle (örn. mizaç) doğmazlar; geliştirdikleri davranışlar sosyal deneyimlerinin sonucudur. B. F. Skinner, gelişimin, davranışı takip eden pekiştireç ve cezalarla edimsel koşullanma sonucu pasif olarak şekillenen bir süreç olduğunu savunmuştur. Sosyal öğrenme kuramına göre ise davranış gelişimi için pekiştireç veya cezanın doğrudan alınmasına gerek yoktur. Bandura, sosyal öğrenme kuramında, çocukların çevreyi gözleyerek bilgiyi işlediklerini, modellemenin ve taklidin sosyal gelişimde önemli süreçler olduğunu önermiştir. Piaget’nin bilişsel gelişim kuramına göre zihinsel aktivite çocuğun çevreye uyum sağladığı temel bir yaşam fonksiyonudur. Piaget tanımladığı gelişim dönemlerinin genetik koda bağlı olmadığını ancak biyolojik eğilimlere bağlı bir süreç içinde çocuk tarafından yapılandırıldığına inanır. Çocuk daha karmaşık bilişsel yapıları organize ederek aktif bir yapılandırma süreci içinde gelişir. Piaget çocukların sosyal dünyaya ve ahlaka ait bilgileri diğerleriyle, özellikle akranlarıyla etkileşerek yapılandırdığını vurgular. Etolojik kuram, davranışın biyolojisini vurgular, organizmanın hayatta kalma mekanizmalarını çevreyle bağlantılı olarak ele alır ve gelişimde hassas dönemlerin önemine vurgu yapar. Bowlby kuramın önde gelen isimlerindendir ve ilk yıllarda anne-çocuk arasındaki bağlanma ilişkisinin çocuğun gelişimi için kritik olduğunu önererek literatüre çok incelenen, önemli bir kavram kazandırmıştır.
Bronfenbrenner’in ekolojik sistemler kuramına göre gelişim, değişen çevre ile değişen birey arasındaki sürekli dönüşümün ürünüdür. Gelişim birbirleriyle etkileşen sistemler (mikrosistem, me-zosistem, eksosistem, makrosistem, kronosistem) içinde gerçekleşir. Sonraki yıllarda çocuğa dair özelliklere (örn. mizaca) daha çok yer vererek revize edilen ve biyoekolojik model ismini alan bu yaklaşımda, çocuğun en çok zaman geçirdiği temel sosyal çevrelerden (aile, okul) başlayarak kültürel değerler ve inanç sistemleri gibi daha soyut çevresel unsurlara kadar tüm ekolojiler arasındaki etkileşimler tanımlanmaktadır.
Sosyal psikolojinin temel ilkeleri
Sosyal psikolojinin iki temel ilkesinden birincisi, dünyayı olduğu gibi değil olduğumuz gibi gördüğümüzdür. Algılarımızın, beklentilerimizin, şemalarımızın kendi gerçekliğimizi biçimlendirmede yadsınamaz bir rolü vardır. “Kendi kendini gerçekleştiren kehanet” olgusu gerçekliğimizi yaratmadaki aktif rolümüzün en etkileyici örneklerinden biridir. Sosyal psikolojinin ikinci temel ilkesi ise sosyal etkinin her zaman ve her yerde olduğudur. Yalnız başımıza olduğumuz anlarda bile, duygu, düşünce ve davranışlarımızı başka insanların ve toplumun içselleştirdiğimiz sesi etkiler. Sosyal psikologlar insanların üç temel psikolojik ihtiyacını vurgularlar. Bunlardan ilki, hayatımız üzerinde hakimiyet sahibi olmaktır. İkincisi sevmek, sevilmek ve ait olmak, üçüncüsü ise “ben” ve “biz”i değerli görmektir. Bu ihtiyaçların giderilememesi durumunda psikolojik ve fizyolojik rahatsızlıklar kaçınılmazdır.
Sosyal biliş ve temel prensipleri
Sosyal bilişin konusu insanlar hakkında yargılara nasıl vardığımız, insanları ve davranışlarını nasıl anladığımızdır. Kişi algısını inceleyen sosyal psikologlar, insanların başkalarını çok kısa sürelerde, “ince davranış dilimleri”ne bakarak oldukça doğru bir şekilde tanıyabildiğini gözlemlemişlerdir. Fiziksel özellikler de kişi algısını etkiler. “Güzel olan iyidir” kalıpyargısı uyarınca, daha güzel insanlarda daha olumlu kişilik özellikleri görmeye yatkınızdır.
İnsanlar çoğu zaman “bilişsel varyemez”lerdir -sosyal bilişlerini kullanırken gereğinden fazla enerji sarf etmek istemezler. İnsanları algılarken şemalardan çok yararlanırız. Şemalar, olgular hakkında zihnimizde var olan basitleştirilmiş resimlerdir. İnsanlarla iletişirken onları hangi şema çerçevesinde algıladığımız neye dikkat ettiğimizi, neyi hatırladığımızı ve nasıl tepki verdiğimizi etkiler. Sosyal bilişin bir parçası olarak insanların davranışlarını açıklamaya çalışır, içsel ya da dışsal atıflarda bulunuruz. İçsel atıf, davranışın sebebini kişinin içsel özelliklerinde görür. Dışsal atıf yaptığımızda ise olayın sebebini kişinin dışında kalan, çevresel faktörlere bağlarız. Başkalarının davranışlarını genelde dışsaldan çok içsel atıflarla açıklamaya yatkınızdır – buna temel atıf hatası denir. Başarılarımızı içsel ve kalıcı, başarısızlıklarımızı ise dışsal ve geçici atıflarla açıklama eğilimimiz ise “kendine yontan atıf hatası”dır. Nesnelere, kişilere ya da olgulara yönelik genel değerlendirmelerimize “tutum” denir. Tutumlar seçimlerimizi kolaylaştırarak hayatı bizim için daha kolay bir yer hâline getirirler. Davranışlarımızla tutumlarımız arasında bir tutarsızlık olduğunda “bilişsel çelişki” dediğimiz rahatsızlık verici ruh halini yaşarız. Ya davranışımızı ya da tutumumuzu değiştirerek bu rahatsızlıktan kurtulmaya çalışırız.
Sosyal etki ve türleri
Sosyal etki, başkalarının duygu, düşünce ve davranışları üzerinde söz sahibi olmaktır. İki farklı sosyal etki türünü birbirinden ayırırız: İnsanlar “bilgilendirici sosyal etki” altında kaldıklarında, bunun kökeninde doğru davranışın ne olduğunu başkalarından öğrenme ihtiyacı vardır. “Normatif sosyal etki”de ise etki altında kalmanın sebebi grup tarafından kabul görmek, dışlanmamak arzusudur. Asch deneyi normatif sosyal etkinin gücünü gözlerimizin önüne sermiştir. İtaat, bireyin kendine bir otorite figürü tarafından yöneltilen talebe uymasıdır. Milgram deneyi, şaşırtıcı bir şekilde çoğu insanın kör bir itaat uğruna başkalarına zarar verebileceğini göstermiştir. İkna, insanların bir konudaki tutumlarını değiştirme çabası ve yöntemidir. Birey ikna maksatlı mesajı özenle incelemek için gerekli motivasyon ve beceriye sahipse, daha kaliteli mesajlar daha ikna edicidir. Ancak bu konuda bir motivasyon veya beceri eksikliği varsa yüzeysel açıdan cazip mesajlar daha ikna edici olacaktır. Sosyal kolaylaştırma, sosyal kaytarma ve grup kutuplaşması da sosyal etkinin değişik türlerinden-dir. Sosyal kolaylaştırma, başka insanların varlığının iyi olduğumuz konulardaki performansımızı iyileştirmesidir. Sosyal kaytarma, şahsi çabamızın teşhis edilmeyeceği durumlarda başka insanların varlığının motivasyonumuzu ve gösterdiğimiz eforu düşürmesine denir. Grup kutuplaşması ise, grup içi etkileşimlerin grubun başlangıçtaki eğilimlerini aşırılaştırmasına verilen isimdir.
Psikolojide Tanı kategorileri
Amerikan Psikiyatri Birliği (APA) tarafından nor-maldışı davranışların çeşitli türlerini tanımlayan, sınıflayan ve belirtilen tanıyı almak için gerekli olan tanı kriterlerini belirlemek amacıyla geliştirilmiş olan “Zihinsel Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı (DSM)” çok eksenli sınıflamayı getirmektedir. DSM’nin en son revize edilmiş formu olan DSM-IV’de beş eksenli sınıflama bulunmaktadır. Duygu durum bozuklukları duygu durumundaki bozulmaları sınıflamaktadır. Bunlar, depresyon, manik bozukluk, iki uçlu duygulanım bozukluklarıdır. Kaygı bozuklukları aşırı ve gerçeğe uygun olmayan korkuyu içeren bozuklukları içermektedir. Bunlardan başlıcaları, panik bozukluk, genellenmiş kaygı bozukluğu, obsesif-kompulsif bozukluk ve fobik bozuklulardır. Somotoform bozuklukları bir fizyolojik nedeni olmayan daha çok psikolojik nedeni olan fiziksel semptomları içerir ve konversiyon bozukluğu, hastalık hastalığı (hipokondri) ve beden biçimine takıntılı bozukluk başlıca somotoform bozukluklarıdır. Disosiyatif Bozukluklar, Dissosiatif Amnezi, füg, kimlik bozukluğu ve depersonalizasyonda olduğu gibi, bellek ya da kimliğin bir bölümünün ani kaybı ile bilinçlilikte ortaya çıkan geçici ya da kalıcı değişiklikleri içermektedir. DSM’IV’de cinsel bozukluklar cinsellik sırasındaki normal döngünün bozulması ya da cinsel doyumun alışılmış kaynakların dışına çıkmasından oluşan bozuklukları içerir. Uyku bozukluklarında ise dissomniya ve parasomniya’da olduğu gibi uykunun miktarı, zamanlaması ve niteliği bozulmuştur. Yeme bozuklukları kategorisi anoreksiya nevroza ve bulimia nevrozadır. Anoreksiya nevroza’nın belirtileri normal ağırlığını korumayı reddetme ve şişmanlamaktan aşırı derecede korkma iken bulimia nevroza’da tıka-nırcasına yemeyi izleyen çıkartma işlemleri görülür. fiizofrenik bozuklular ise düşüncenin, iletişimin, duyguların ve davranışların içeriğinin bozulduğu varsanı ve sanrıların görüldüğü ağır tablolardır. Bütün bu bozukluklar DSM-IV’de eksen I’de yer almaktadır. Eksen Il’de ise kişilik bozuklukları ve zihinsel gerilikler yer almaktadır. Kişilik bozuklukları esnek olmayan, aşırı abartılı ve katı düşünme ve davranış biçimleridir. Bir grup kişilik bozukluğu Şizoid ve paranoid kişilik bozukluklarında olduğu gibi garip ve bizar davranışlarla bilinir. Bir diğer kişilik bozukluğu grubu ise kaygılı ve korkulu davranışları içerir. Bu grup kaçıngan ve bağımlı kişilik bozukluklarını içermektedir. Son grubu ise narsistik, sınır ve anti-sosyal kişilik bozukluklarında olduğu gibi dramatik, duygusal ve değişken davranışları içermektedir.
Sosyal psikolojinin temel ilkeleri
Sosyal psikolojinin iki temel ilkesinden birincisi, dünyayı olduğu gibi değil olduğumuz gibi gördüğümüzdür. Algılarımızın, beklentilerimizin, şemalarımızın kendi gerçekliğimizi biçimlendirmede yadsınamaz bir rolü vardır. “Kendi kendini gerçekleştiren kehanet” olgusu gerçekliğimizi yaratmadaki aktif rolümüzün en etkileyici örneklerinden biridir. Sosyal psikolojinin ikinci temel ilkesi ise sosyal etkinin her zaman ve her yerde olduğudur. Yalnız başımıza olduğumuz anlarda bile, duygu, düşünce ve davranışlarımızı başka insanların ve toplumun içselleştirdiğimiz sesi etkiler. Sosyal psikologlar insanların üç temel psikolojik ihtiyacını vurgularlar. Bunlardan ilki, hayatımız üzerinde hakimiyet sahibi olmaktır. İkincisi sevmek, sevilmek ve ait olmak, üçüncüsü ise “ben” ve “biz”i değerli görmektir. Bu ihtiyaçların giderilememesi durumunda psikolojik ve fizyolojik rahatsızlıklar kaçınılmazdır.
Sosyal biliş ve temel prensipleri
Sosyal bilişin konusu insanlar hakkında yargılara nasıl vardığımız, insanları ve davranışlarını nasıl anladığımızdır. Kişi algısını inceleyen sosyal psikologlar, insanların başkalarını çok kısa sürelerde, “ince davranış dilimleri”ne bakarak oldukça doğru bir şekilde tanıyabildiğini gözlemlemişlerdir. Fiziksel özellikler de kişi algısını etkiler. “Güzel olan iyidir” kalıpyargısı uyarınca, daha güzel insanlarda daha olumlu kişilik özellikleri görmeye yatkınızdır.
İnsanlar çoğu zaman “bilişsel varyemez”lerdir -sosyal bilişlerini kullanırken gereğinden fazla enerji sarf etmek istemezler. İnsanları algılarken şemalardan çok yararlanırız. Şemalar, olgular hakkında zihnimizde var olan basitleştirilmiş resimlerdir. İnsanlarla iletişirken onları hangi şema çerçevesinde algıladığımız neye dikkat ettiğimizi, neyi hatırladığımızı ve nasıl tepki verdiğimizi etkiler. Sosyal bilişin bir parçası olarak insanların davranışlarını açıklamaya çalışır, içsel ya da dışsal atıflarda bulunuruz. İçsel atıf, davranışın sebebini kişinin içsel özelliklerinde görür. Dışsal atıf yaptığımızda ise olayın sebebini kişinin dışında kalan, çevresel faktörlere bağlarız. Başkalarının davranışlarını genelde dışsaldan çok içsel atıflarla açıklamaya yatkınızdır – buna temel atıf hatası denir. Başarılarımızı içsel ve kalıcı, başarısızlıklarımızı ise dışsal ve geçici atıflarla açıklama eğilimimiz ise “kendine yontan atıf hatası”dır. Nesnelere, kişilere ya da olgulara yönelik genel değerlendirmelerimize “tutum” denir. Tutumlar seçimlerimizi kolaylaştırarak hayatı bizim için daha kolay bir yer hâline getirirler. Davranışlarımızla tutumlarımız arasında bir tutarsızlık olduğunda “bilişsel çelişki” dediğimiz rahatsızlık verici ruh halini yaşarız. Ya davranışımızı ya da tutumumuzu değiştirerek bu rahatsızlıktan kurtulmaya çalışırız.
Sosyal etki ve türleri
Sosyal etki, başkalarının duygu, düşünce ve davranışları üzerinde söz sahibi olmaktır. İki farklı sosyal etki türünü birbirinden ayırırız: İnsanlar “bilgilendirici sosyal etki” altında kaldıklarında, bunun kökeninde doğru davranışın ne olduğunu başkalarından öğrenme ihtiyacı vardır. “Normatif sosyal etki”de ise etki altında kalmanın sebebi grup tarafından kabul görmek, dışlanmamak arzusudur. Asch deneyi normatif sosyal etkinin gücünü gözlerimizin önüne sermiştir. İtaat, bireyin kendine bir otorite figürü tarafından yöneltilen talebe uymasıdır. Milgram deneyi, şaşırtıcı bir şekilde çoğu insanın kör bir itaat uğruna başkalarına zarar verebileceğini göstermiştir. İkna, insanların bir konudaki tutumlarını değiştirme çabası ve yöntemidir. Birey ikna maksatlı mesajı özenle incelemek için gerekli motivasyon ve beceriye sahipse, daha kaliteli mesajlar daha ikna edicidir. Ancak bu konuda bir motivasyon veya beceri eksikliği varsa yüzeysel açıdan cazip mesajlar daha ikna edici olacaktır. Sosyal kolaylaştırma, sosyal kaytarma ve grup kutuplaşması da sosyal etkinin değişik türlerinden-dir. Sosyal kolaylaştırma, başka insanların varlığının iyi olduğumuz konulardaki performansımızı iyileştirmesidir. Sosyal kaytarma, şahsi çabamızın teşhis edilmeyeceği durumlarda başka insanların varlığının motivasyonumuzu ve gösterdiğimiz eforu düşürmesine denir. Grup kutuplaşması ise, grup içi etkileşimlerin grubun başlangıçtaki eğilimlerini aşırılaştırmasına verilen isimdir.
Önyargı ve kökenleri
Bireyler hakkında yalnızca ait oldukları gruba bakılarak ulaşılmış ve genellikle olumsuz tutumlara önyargı denir. Önyargıların bilişsel, duygusal ve davranışsal boyutları vardır. Sosyal dünyayı “biz” ve “onlar” ekseninde algılamaya neredeyse programlanmış olmamız önyargıya yol açan temel faktörlerdendir. “Onlar”ı kalıpyargılar üzerinden algılamaya ve birbirine benzer görmeye (dış grubun homojenliği yanılgısı) olan eğilimiz önyargıları körükler. Sosyal faktörlerin de önyargıya etkisi vardır – iş, para, eğitim gibi sınırlı kaynaklara ulaşmak için rekabet halinde olan gruplar birbirine karşı önyargılar geliştirebilir. Bazı grupların toplumda “günah keçisi” olarak görülmeye başlaması da önyargıları beraberinde getirir. Dış gruptan insanları tanımamak, bilmemek de kalıpyargılar ve önyargıların sürüp gitmesine izin verir.
Adli psikolojide temel konular
Adli psikolojide temel konulardan birisi akıl hastalığı ve suç ilişkisidir. Araştırmalara göre psikiyatrik bozukluklara sahip kişiler “normal” popü-lasyondan daha tehlikeli değildirler. Suç işleyen grupta sıklıkla alkol ve uyuşturucu bağımlılığı görülmektedir. Ağır psikiyatrik bozukluklara sahip ve zekâ engelli kişilerin suç mağduru olma oranları normal popülasyondan yüksektir. Ceza ehliyeti hukukta bir kişinin işlediği suçtan dolayı sorumlu tutulabilmesi durumudur. Bunun için kişinin işlediği suçun anlam ve sonuçlarının farkında olması ve eylemlerini yönlendirme yeteneğinin yerinde olması gerekir. Ceza ehliyeti ortadan kalkmışsa kişiye ceza verilemez veya ceza ehliyeti kısmen azalmışsa indirimli ceza verilir. Ceza ehliyetinin değerlendirilmesi adli psikologların çalışma alanlarından birisidir. Adli psikolojide bir başka temel konu suça sürüklenen gençlerdir. Ceza ehliyetini etkileyen bir diğer husus suç eylemini gerçekleştiren kişinin yaşıdır. Ülkemizde 12 yaşın altındaki çocukların eylemlerinin anlam ve sonuçlarını ayırt edemedikleri kabul edilir ve ceza ehliyetleri yoktur. 12-15 yaş ve 15-18 yaş aralığındaki gençlerin gerçekleştirdiği suç teşkil eden eylemlerin yargılanması çocuk mahkemelerinde gerçekleştirilir. 12-18 yaş arası ergenlik dönemindeki kişilerin yetişkinlerden farklı muhakeme ve davranış kontrolü özelliklerine sahip oldukları bilinmektedir. Dolayısıyla genç suçluluğu adli psikolojinin en fazla araştırma yürüttüğü alanlardan birisidir. Çocukların karıştıkları suçları bir yetişkin gibi bilinçli olarak ve davranış denetimine sahip olarak işlemediklerinden hareketle bu alanda çalışanlar tarafından suça sürüklenen çocuklar veya kanunla ihtilafa düşen çocuklar terimleri tercih edilmektedir. Türkiye’de suça itilen gençlerle ilgili oranlara bakıldığında genç nüfusun toplam nüfusa oranı yüksek olmakla beraber, suça itilen gençlerin genç nüfus içindeki oranı oldukça düşüktür. Araştırmalar bazı aile ortamları ve çevrelere sahip olan çocukların daha sıklıkla suça yöneldiklerini ve suç teşkil eden eylemlere yaşam boyu devam ettiklerini göstermektedir. Bazı çocuklar ise ergenlik dönemi ile sınırlı olarak suç teşkil eden davranışlar içine girmektedirler. Erken yaşta suça yönelme ile suçun tekrarı arasında ilişki vardır. Bu çocukların bireysel ve aile özellikleri incelenmiştir. Böylece risk faktörleri ve koruyucu faktörlerin belirlenmesi ve hem çocuğa hem aileye yönelik riski azaltıcı psikosos-yal müdahale programlarının geliştirilmesine çalışılmaktadır.
Aile içi şiddet gerek özelliklerinin belirlenmesi, risklerin tespit edilmesi ve önlenmesi gerekse mağdurların ve faillerin rehabilitasyonu için gerekli müdahale yöntemlerinin geliştirilmesi amacıyla adli psikolojinin önemli bir diğer araştırma ve uygulama alanıdır. Aile içi şiddet 1960′lardan itibaren kadın hareketinin de etkisiyle görünürlük kazanan, her toplumda, her sosyoekonomik düzeyde görülen çok ciddi bir problemdir. Kadına yönelik şiddet, kimi zaman kadının ağır yaralanması veya ölümü ile sonuçlanan ciddi bir problemdir. Kadına yönelik şiddet dışında, çocuklardan ebeveyne yönelik şiddet, yaşlı istismarı ve çocuk istismarı da diğer aile içi şiddet türleridir. Ev içi şiddet olarak da kullanılan aile içi şiddet kavramı aile üyeleri ve birlikte yaşayanlar arasında gerçekleşen fiziksel, cinsel, duygusal, ekonomik şiddet olarak tanımlanabilir. İhmal de bir başka kötü muamele türüdür. Bu alanda ayrıca ele alınan çok önemli bir araştırma alanı da çocuk istismarıdır. Çocuğa bakmakla yükümlü üzerinde otorite sahibi kişiler tarafından kötü muamelede bulunulması ve sağlık, eğitim, beslenme, barınma ihtiyaçlarının ihmal edilmesi ileride ciddi psikolojik sıkıntı ve bozukluklara yol açabilir. Çocuk istismarı hakkında elde edilen oransal rakamların hiçbir zaman gerçeği yansıtmadığı bilinmektedir. Özellikle cinsel istismarın yıllarca gizli kaldığı bilinmektedir. Cinsel istismar vakaları yargıya yansıdığında çoğu zaman mağdurların tekrar travma yaşamaları olasıdır. Gerek çocukların ifadelerinin alınmasının özel teknikler gerektirmesi, ve genel olarak istismar mağdurunun travmatize olmuş olmasından dolayı bu konuda görüşme özel eğitimli psikologlar tarafından gerçekleştirilmelidir.
Adli psikolojinin bir diğer temel alanı suç işleyen bireylerin sağaltımıdır. Bir ülkede cezaların düzenlenmesi ile suçun nedenleri ve cezanın amaçlarına dair benimsenen görüşler arasında yakın ilişki bulunmaktadır. Eğer kişilerin sahip oldukları bilişsel, davranışsal, duygusal, sosyal, eğitimsel bir takım eksiklikler neticesinde suça yöneldiklerine inanılıyorsa ceza infaz kurumlarını “eğitim ve rehabilitasyon” amaçlı düzenlemek öncelikli hale gelebilir. Bu yaklaşıma göre, sosyal ve yasal sınırların dışına çıkan bireyler yakalandıklarında ve kendilerine hapis cezası verildiğinde, hükümleri süresince geçen zaman tekrar suç işlememeleri ve toplumla daha başarılı biçimde entegre olmaları amacıyla değerlendirilmelidir. Ülkemizde de cezaevlerinde hükümlülerin bilişsel ve davranışsal değişim göstermeleri amacıyla çeşitli grup çalışmaları, rehabilitasyon amaçlı psikososyal destek programları uygulanmaktadır. Ceza infaz kurumlarında görevli psikologların yürüttüğü psikososyal destek programlarının tekrar suç işleme oranlarını azaltmada ciddi etkisi olduğunu gösteren pek çok çalışma bulunmaktadır.
Suçu açıklayan temel psikoloji kuramları
Suçu açıklarken makro ve mikro düzey kuramlardan söz edildi. Makro düzey kuramlar kişiyi çevreleyen geniş toplum, mahallesi, çevresi, ait olduğu alt-kültür ve ailesi ile ilişkili etkenlerle suçu açıklamaktadırlar. Psikolojik kuramlar genelde bireye özgü özelliklerle çevrenin etkileşimini de hesaba katan mikro düzey açıklamalara sahiptirler. Biyolojik, genetik ve nöropsikolojik açıklamalar, özellikle ikiz çalışmalarından yola çıkarak an-tisosyal davranışlar, şiddet ve agresyonun genlerle aktarılan kısmına dikkat çekmişlerdir. Doğuştan gelen aktivite düzeyi, uyaranlara karşı duyarlılık gibi mizaç özellikleri ile suç yatkınlığı arasında ilişki kurulmuştur. Ayrıca bazı kafa travmalarımın suç ve şiddet davranışlarına kişileri yöneltebildiği ortaya konmuştur. Psikanalitik kurama göre idin dürtülerini uygun yollarla tatmin etmeye yetecek kadar güçlü bir ego gelişimine sahip olmayan ve süperegosu yeterince gelişmemiş bireylerin suça yöneldiğinden söz edilebilir. Öğrenme kuramları da suç davranışını kişilerin öğrenme tarihçeleriyle açıklarlar. Klasik koşullanma ve operant koşullanma suçun doğrudan yaşanan tecrübeler ve davranışları sonucunda kişilerin karşılaştıkları sonuçlara bağlı öğrenildiğini öne sürerken sosyal öğrenme kuramı suç davranışlarının model alma, ve taklit yoluyla da öğrenilebileceğini göstermiştir. Son olarak Eysenck’in biyopsikososyal suç kuramı, kişiliği üç eksen üzerinde değerlendirmekte olup kişinin her bir eksende nerede durduğunun genetik özelliklerle belirlendiğini öne sürer. Bu genetik farklılıklar fizyolojik işleyişte çeşitli farklılıklar yaratmakta ve bazı insanlar suça daha yatkın hâle gelmektedir. Dışadönüklük, duygusal dengesizlik ve psikotizm özellikleri yüksek kişiler suça daha yatkındırlar. Ayrıca çevre etkisini de öğrenme yoluyla kuramına dâhil eden Eysenck’e göre, dışadönüklük özelliği yüksek kişilerin klasik koşullanma yoluyla uygun davranışları öğrenmelerinin daha zor ve geç olduğunu, bundan dolayı bu kişilerin sosyalizasyon sürecinde yetersizlikleri oluştuğunu ve suça yöneldiklerini öne sürmüştür.
Klinik psikolojideki temel psikoterapi akımları
Psikoterapi, eğitimli bir profesyonelin (terapist veya danışman) bir başka kişiye (hasta ya da danışan) yaşamış olduğu sıkıntıları azaltmak ya da kullanılmayan/az kullanılan potansiyelini ortaya çıkararak ona daha iyi bir hayat sürmesi için yardım edilmeye çalışılan sosyal bir ilişki sürecidir. Psikolojik bozuklukların nasıl geliştiğine ve nedenlerine ilişkin yapılmış olan farklı yaklaşımlar beraberinde bu hastalıkların hafifletilmesi için farklı psikoterapi yaklaşımlarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu modellerden biri olan biyolojik yaklaşıma göre normaldışı davranışların organik bir eksiklik ve bozukluktan kaynaklandığını varsayar ve buna yönelik ilaç tedavisi kullanır. Normaldışı davranışları Erken çocukluk döneminde ait çatışmaların ve bastırılmış doyurulmamış ihtiyaçların sembolik bir ifadesi olarak gören psikoanalitik bakış açısı bunun doğrultusunda terapi sırasında bastırmamayı kaldırarak bireyi bu yaşantı ve çatışmalarla yüzleştirmeyi amaçlar. Davranışçı yaklaşım ise normaldışı davranışları öğrenme ilkeleri ile açıklar ve geçmişe değil bugüne odaklanarak davranışı devam ettiren koşulları değiştirmeye çalışır. Bilişsel-Davranışçı yaklaşım ise bireyin mantık dışı ve çarpıtılmış düşüncelerinin normaldışı davranışlara yol açtığını varsayarak terapi sırasında bu fonksiyonel olmayan düşünceleri değiştirmeye çalışır. Son olarak insancıl yaklaşım ise bireyin kullanmadığı potansiyellerinin ve kendine yabancılaşmasının psikopatolojileri doğurduğuna inanır ve terapi sırasında bireyin kendini gerçekleştirme potansiyelini ortaya çıkarmaya çalışır.
Klinik Psikoloji ve çalışma alanı
Klinik psikoloji, zihinsel hastalıkların nedenleri ve tedavileri üzerine araştırmalar yapan, hastalara sorunlarının üstesinden gelmelerinde yardımcı olacak terapi yöntemleri geliştiren ve uygulayan psikolojinin alt dalıdır. Bu alanda çalışan ruh sağlığı uzmanlarına ise klinik psikolog adı verilmektedir. Klinik psikolojini çalışma alanları tanılama/değerlendirme, psikoterapi, araştırma/yayın, öğretme, danışmanlık ve idarecilik olmak üzere altı temel alanda toplamak mümkündür. Bu çalışma alanları içinde terapi ve tedavi faaliyetleri en geniş alanı oluşturmaktadır. Psikolojik rahatsızlıkların tanı ve tedavisine yönelik tek çalışan meslek grubu klinik psikologlar değildir. Tıp fakültesi mezunu olan ve ilaç tedavisi uygulamaya yetkili tek meslek grubu olan psikiyatristler, daha çok hafif düzeyde psikolojik sıkıntılar ile uğraşan ve ağırlıklı olarak eğitim alanında görev yapan psikoloik danışmanlar ve sosyal çalışma alanında uzmanlaşan sosyal çalışmacılar ruh sağlığı alanında hizmet veren diğer meslek gruplarıdır. Ayrıca son dönemde ağırlıklı olarak koruyucu ruh sağlığı hizmetleri veren sağlık psikologları ruh sağlığı alanında çalışan diğer bir meslek grubunu oluşturmaktadır.
Bilişsel psikoloji ve doğası
Bilişsel psikoloji biliş kavramının bilimsel olarak incelendiği psikolojinin bir alt dalıdır. 1950′li yıllarda bilgi işlem, bellek, dil, biliş, problem çözme ve karar verme üzerine yapılan bilimsel çalışmalar ile ortaya çıktığı görülmektedir. Özellikle bilgi işlem yaklaşımı bilişsel psikolojinin ruhunu oluşturduğu görülmektedir. Bilgi-işlem dış dünyanın temsili veya sembolik dönüşümü veya ma-nipülasyonu olarak ifade edilmektedir Bilişsel psikoloji işlevselcilik felsefi akımından oldukça etkilenmiştir. Çünkü bilişsel psikoloji zihinsel işlemlerin işlevsel olduğunu farz etmektedir. Öte yandan beynin çalışılması materyalist bakış açısını ortaya koyar. Bu yaklaşımda zihin ve beyin benzer şeylerdir. Bundan dolayı düşünce ve davranış beyindeki nöral faaliyetler sonucu oluştuğundan beynin incelenmesi aynı zamanda zihnin incelenmesi anlamına gelmektedir. İşlevselci yaklaşım insan davranışını bilgi işlem ve zihinsel işlevler kapsamında açıklarken materyalist yaklaşım zihinsel süreç ve faaliyetleri nöroanatomi ve nörokimya kapsamında ele alır.