1.ÜNİTE
Günümüz Fıkıh Problemlerinin Çözümünde İlke veYöntemler
DİN, FIKIH VE HAYAT
Din Nedir?
-Din sözcüğünün kökeninde biri hâkimiyet ve mülkiyet, diğeri itaat ve boyun eğme şeklinde zıt yönlü iki anlam vardır.
-Kelime esas olarak iki taraf arasında birinin emir ve hâkimiyeti, diğerinin teslimiyet ve boyun eğmesine dayalı karşılıklı ilişkiyi ifade eder. Bu ilişki İslâm kültüründe ulûhiyet ve ubûdiyet kavramlarıyla ifade edilmiştir.
-Din iki taraf arasındaki ortak ilişkiler bakımından da bu ilişkileri düzenleyen prensip, nizam ve yolun adıdır.
-Din niteliği gereği sadece Tanrı ve kul arasındaki bağ ve ilişkiyle sınırlı olmayıp, aynı zamanda insanın diğer insan ve varlıklarla ilişkilerini de içerir. Bu yüzden din genel anlamda insanın Tanrı, diğer insan ve varlıklarla ilişkilerini düzenleyen ve onlarla ilgili davranışlarının temelini oluşturan kurallar bütünüdür.
***İslam bilginleri hak dini şöyle tanımlarlar: “Din akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren ilahî bir kanundur.”
-Bu tanımda ilahî dinin üç önemli unsur ve özelliği vurgulanmaktadır:
1.Gerçek din özü itibariyle ilahî kaynaklı olup insanın kendi çabası ile ulaştığı beşeri bir olgu değildir.
2.Dinin muhatabı akıl ve irade sahibi insanlardır.
3.Dinin aşkın ilahî gerçekliklere olan içsel ve bireysel inanç boyutunun yanında insan hayatını bütünüyle kuşatan bir davranış ve aksiyon boyutu da vardır. Tanımda yer alan “hayırlı olana götürme” özelliği dinin bu işlev ve alanına işaret eder.
– Dinin genel bir sınıflandırmayla inanç ve davranış olarak iki temel boyutunun olduğunu söyleyebiliriz.
-Dinin davranış boyutu da kendi içinde ibadet, ahlak ve muâmelât (helal-haramlar ve hukukî ilişkiler) kısımlarına ayrılır.
***Fıkıh terminolojisinde Kur’ân ve Sünnet metinlerine ortak bir terimle “nas” adı verilir. Din ilahî kaynaklı naslar aracılığı ile Allah’ın insanlara hitabı, yani buyurmasından ibarettir.
Fıkıh ve İctihad
– Şer`î hükümlerin dayanağını oluşturan Kur’ân, Sünnet ve diğer kaynaklara da hükümlerin delilleri veya hükümlerin kaynakları denilir.
-Kur’ân ve Sünnet nasları birer söz ve metin olup bunlardan dinî hüküm çıkarmak için öncelikle dilin tüm imkânlarını kullanarak bunların manalarını tespit etmek, yani bunları anlamak ve yorumlamak gerekir.
– İşte dinî literatürde ilk ve en geniş anlamıyla fıkıh, bir veya birden fazla nassı gerektiğinde metin dışı unsurları da dikkate alarak kendi iç bütünlüğü ve birbirleriyle ilişkisi bağlamında anlama ve yorumlama faaliyetinin genel adıdır.
– Ebû Hanîfe fıkhın tanımını “kişinin hak ve vecibelerini bilmesidir” şeklinde yapmış ve inanç konularını ele aldığı eserine “en büyük fıkıh” anlamında el-Fikhü’l-ekber adını koymuştur.
– Fıkhın kapsamı daralarak sadece ibâdât, muâmelât ve ukûbât alanlarıyla sınırlı hale gelmiştir.
– İbâdât, tahâret, namaz, oruç, zekât ve hac gibi bütün ibadetleri içine almaktadır.
-Muâmelâtın içine de gündelik hayattaki bütün helal haramlar başta olmak üzere kişiler, kurumlar ve toplumlar arasındaki her türlü sosyal, ekonomik, siyasî ve hukukî ilişkiler girmektedir.
-Toplum hayatında işlenen bütün suç ve cezalar ise ukûbât kapsamında düzenlenmektedir.
***Fıkıh ilmi bir bakıma mükellefin eyleme dönük bütün davranışlarıyla, hayatın bütün pratikleriyle ilgili hüküm üretme faaliyetidir.
-Fıkıh terminolojisinde bu faaliyeti yürüten kişilere fakih adı verilir.
-Naslar sınırlı, durmadan gelişen hayat olayları ise sınırsızdır.
-Naslarda hakkında açık bir gönderme bulunmayan olayları naslara kıyasla veya dinin genel ilke ve amaçlarına göre çözüme kavuşturma, yani bu olayların bir şekilde dinle bağlantısını kurma zorunluluğu vardır. Bu işleme de fıkıh dilinde ictihât adı verilmektedir.
-Fıkıh denildiğinde ictihât akla gelmekte, fıkhın eksenini ictihât oluşturmaktadır.
-İctihât “fakihin şer`î-amelî bir meselenin hükmünü ilgili delillerden çıkarabilmek için olanca gayretini sarfetmesi” şeklinde tanımlanmaktadır.
-Bu melekeye sahip olan kimseye de müctehit adı verilmektedir.
-İctihât iki ana unsura dayanır. İlahî iradenin tecelli ettiği naslar birinci unsuru, bunları anlama çabasının dayanağı olan aklî çıkarım ise ikinci unsuru oluşturur.
-Fıkhın işi bir meseleyle ilgili soyut bir hüküm belirlemekten ibaret değildir. Bunların somut mesele ve olaylara uygulanması da fıkhî faaliyetin bir parçasını oluşturur. Fıkhın uygulamaya dönük bu yönü literatürde iftâ (fetva) ve kaza (yargılama) terimleriyle ifade edilmiştir.
Fıkıh ve Hayat
-İctihâdın unsurlarına üçüncü bir unsur daha katılmaktadır ki, bu da sosyolojik unsurdur.
– Fıkıh beşerî aklın etkin rolü ve katkılarıyla ilahî hitap ile bireysel ve toplumsal hayat arasında anlamlı ve tutarlı bir bağ kurmaya çalışan, kısaca dinle hayat, nasla olgu arasında köprü vazifesi gören oldukça canlı ve dinamik bir ilmî faaliyet alanıdır.
FIKIHTA HÜKÜMLERİN DEĞİŞMESİ VE YENİ HÜKÜMLER
– Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in sünneti bu dinin değişmeden kıyamete kadar bâkî kalmasını sağlayan iki temel metindir.
– İslâm’ın bir taraftan özünü ve safiyetini koruyup diğer taraftan durmadan değişen hayat realitesine uyum sağlama zorunluluğu ve yeteneği onun bazı hükümlerinde zamana, çevreye ve şartlara göre nisbî bir değişme olup olmayacağı meselesini gündeme getirmiştir. Bu konu klasik fıkıhta “ahkâmın tağayyürü (hükümlerin değişmesi)” adı altında ele alınmıştır.
– İslâm tarihinin ilerleyen dönemlerinde İslam ülkesinin çok geniş coğrafyalara yayılması ilk dönem müçtehitlerince bilinmeyen, dolayısıyla hakkında mevcut fıkıh birikimi içinde herhangi bir hüküm bulunmayan yeni meseleler ortaya çıkmıştır. Bu durum fıkıh tarihinde nevâzil fıkhı diyebileceğimiz yeni bir fıkıh edebiyatının doğmasına ve gelişmesine neden olmuştur.
Fıkıhta Hükümlerin Değişmesi
-Fıkıhta dinî hükümlerin değişmesinden maksat, hakkında nas bulunsun bulunmasın herhangi bir konu ile ilgili soyut hüküm ya da uygulamada zaman içinde gözlenen değişiklikler ve farklılıklardır.
***Bu değişim hükmün neshi veya iptali anlamında olmayıp belirli şartlarda uygulanması istenen hükmün o şartlar oluşmadığı için uygulanmaması demektir. Şartlar eski haline döndüğünde önceki hüküm tekrar yürürlüğe girebilir.
Fıkhın Değişme ile Bağdaşmaz Gözüken Özellikleri
-İlahî nitelikli oluşu, İslâm’ın kemâle ermiş ve ebedî yürürlükte kalmak üzere gönderilmiş bir din olması ve bütüncül ve gayeci bir özelliğe sahip bulunmasıdır.
1.Dinî hükümlerin ilahî nitelikli oluşu: Fıkıh, kaynak itibariyle ilahî bir sistemdir.
– Fıkhın iki temel kaynağının vahiy oluşu, onun ve ondan çıkarılan hükümlerin de ilke olarak değişmez ve değiştirilemez oluşunu gerektirir.
– Fıkıh amaç itibariyle de ilahî niteliklidir. İslâm dininin nihâî hedefi kul ile Allah arasında en güzel bağı kurmak, böylece O’nun rızasına ulaşmayı sağlamaktır.
2.İslâm’ın kemâle ermiş olması: İslâm dininin tamamlanmış, bütünlüğe ulaşmış, kemâle ermiş olması da hükümlerin değişmesine engel olarak gözüken hususlardan biridir.
-İslâm bilginleri öteden beri “dinin kemâle ermesinden” ne kastedildiği konusunda fikir yürütmüşlerdir. Kurtubî gibi bazı bilginlere göre bununla “İslâm beş temel üzerine kurulmuştur” hadisinde belirlenen ibadetlerin tamamlandığı kastedilmektedir.
-Ünlü İslâm âlimi Şatıbî’nin de içinde bulunduğu bir grup bilgine göre ise dinin kemâlinden anlaşılan dinin tek tek cüz’î/tikel meseleleri değil temel esasları ve genel prensipleridir.
-Dolayısıyla bu bilginler dinin kemâle ermiş olmasının yeni ictihadlara engel olmadığını düşünürler.
Fıkhın Değişmeye Açık Olduğunu Gösteren Özellikleri
1.İslâm dininin evrenselliği: İslâm, herhangi bir coğrafî bölge, zaman veya ırk ayırımı olmaksızın bütün insanlığa hitap eden bir dindir.
– İslâm’ın evrensel oluşunun önemli sonuçlarından biri getirdiği hükümlerin dünyanın her yerinde herhangi bir zorluk ve sıkıntı olmadan eşit bir şekilde uygulanmaya elverişli bir özelliğe sahip olmasıdır.
-Bu hükümlerin büyük bir kısmı farklı ırk, kültür ve adetlere göre değişmeyen genel illet ve prensiplere bağlanmıştır. Bu sayede değişik dönemlerde yaşayan İslâm bilginleri bu illet ve prensipleri esas alarak ve değişik yöntemler kullanarak kendi ihtiyaç, ortam ve şartlarına uygun kolay çözümler üretmeyi başarmışlardır.
2.Hükümlerin esnekliği: Hükümlerin esnekliğinden anlaşılan bazı hükümlerin zamana, ortama ve şartlara göre farklı şekiller alabilme yeteneğidir.
– Esneklik, bu hükümlerin yeni mesele ve olayları çözüme kavuşturma ve onları yerli yerine oturtma konusunda üstün bir kabiliyete sahip bulunduğunu anlatır.
– İslâm’da hükümlerin aslî kaynağını oluşturan Kur’ân ve Sünnet nasları yanında fakihlerin hüküm çıkarırken başvurabileceği icmâ`, kıyas, istislâh, istishâb, istihsân, sahabi kavli, sedd-i zerâi, umûmü’l-belva, örf ve adet gibi sayı ve çeşit olarak oldukça zengin kaynak ve metotlar vardır.
– Kur’ân ve Sünnet naslarının içerikleri de bir taraftan dinin değişmez özünü, sabitelerini güvence altına alırken, diğer taraftan değişime ve gelişmeye açık alanlarda ihtiyaç ve şartlara göre yeni ve farklı hükümler koymak için ictihad faaliyetine oldukça geniş bir yer bırakmıştır.
– Ayrıca Kur’ân ve Sünnet nasları bazı alanlarda herhangi bir düzenleme yapmayarak adeta bilinçli boşluklar bırakmış, bu gibi yerlerde sürekli gelişen bireysel ve toplumsal hayatın gerekleri doğrultusunda dinin temel ilke ve amaçlarına ters düşmeden uygun çözümler üretmeyi insan aklına ve zekâsına havale etmiştir.
***Fıkıhta özellikle kolaylık ve zaruret prensipleri hükümlerin esnekliğini sağlayan en önemli araçlardandır.
Kolaylaştırma İslâm’ın temel amaçlarından biridir.
– İslâm’da birtakım ihtiyaç, sıkıntı ve özürler sebebiyle bazı yükümlülüklerin hafifletilmesi, ertelenmesi veya öne alınması hatta gerektiğinde değiştirilmesi de kolaylık prensibinin bir gereğidir.
-Güçlük ve sıkıntının kolaylaştırmayı getireceği ve bir işte darlık ve sıkıntı söz konusu olduğunda ruhsat ve genişlik gösterileceği fıkhın genel/küllî kâideleri arasında yer almıştır.
–Zaruret ise fıkıhta “dinin yasak ettiği bir şeyi yapmaya veya yemeye mecbur eden durum” anlamında kullanılan bir terimdir.
-Zaruret ilkesi aslında kolaylık ilkesinin bir gereği olup ana yolun tıkanması halinde açılan servis yolu gibi geçici ve istisnaî çözümler getiren bir fıkıh aracıdır.
Hükümlerde Değişmenin Alanı ve Sınırları
-İslâm bilginleri fıkhî hükümlerde değişmenin ilke olarak mümkün olduğunu kabul ederler. Bu husus Mecelle’de genel ve olumsuz bir ifade ile “Ezmânın tağayyürü ile ahkâmın tağayyürü inkâr olunamaz” şeklinde ifade edilmiştir.
-Fakat yapılan açıklamalar bu ilkenin mutlak olarak bütün hükümlerde değil, belirli alanlarda ve sınırlı konular için geçerli olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü fıkhın bir kısım hükümleri dinin özünü, değişmeyen sabitelerini ve olmazsa olmazlarını oluşturmaktadır.
-Fıkıhta niteliği gereği değişmeye kapalı alanlarla ilke olarak değişmeye ve farklı biçimlerde yorumlanmaya müsait alanları birbirinden kategorik olarak ayırmak önem taşımaktadır.
-Bu ayırımda şer’î hükümlerin dayandığı illet ve sebeplerin akılla kavranılıp kavranılamayacağı önemli bir ölçüttür.
– İslam bilginleri şer`î hükümleri bu bakımdan taabbudî ve ta`lîlî şeklinde iki gruba ayırmaktadırlar.
1.Taabbûdî hükümler: Fıkıhta taabbudî hüküm kavramı, biri geniş diğeri dar olmak üzere iki anlamda kullanılmaktadır.
-Geniş anlamda taabbudî hüküm gerekçesi akılla kavransın veya kavranmasın içerisinde Allah hakkı bulunan her hükümdür.
– Bu anlamıyla taabbudî hüküm esasen ta`lilî hükümleri de içine almaktadır.
-İster ibadet ister muamelât alanında olsun bütün dinî yükümlülüklerin bu anlamda taabbudî bir yönü bulunmaktadır.
-Taabbudun bu anlamı, hükümlerde kıyas ve içtihada başvurulmasına engel oluşturmamaktadır.
– Dar anlamıylataabbudî tabiri fıkıh ve fıkıh usulü eserlerinde, gerekçesi akılla kavranılamayan, dolayısıyla kıyas ve ictihada konu olmayan hükümler için kullanılan bir terimdir.
-Taabbudî hükmün bu kısmının en temel özellikleri kesin nassa dayanmış olması, dinin aslına dâhil olması, kıyasa konu olmaması ve özü itibariyle değişime kapalı olmasıdır.
2.Ta`lîlî hükümler: En genel anlamıyla ta`lîl, taabbudî olanlar da dâhil olmak üzere bütün şer`î hükümlerin belirli bir gayeye yönelik olduğunun kabul edilmesidir. Bu gaye, insanların dünyevî ve uhrevî yararlarını sağlamaktır.
– İkinci ve dar anlamda ta`lîl ise nasla sabit olan belirli bir hükmün illetinin tespit edilmesidir.
– Hükümleri “hikmet”le gerekçelendirmeyi kabul edenlere göre nasla sabit bir hükmün hikmetini belirlemek, yani yöneldiği maslahat ve maksadı ortaya koymak da ta`lîl kapsamında değerlendirilir.
-Hükümlerin taabbudî ve ve ta`lilî şeklinde sınıflandırılmasının temel amacı, Kur’ân ve Sünnet değerlerinin, sonradan ortaya çıkan ve bu iki kaynakta hükmü bulunmayan olay ve meselelerde de uygulanabilmesini sağlamaktır. Fıkıh usulünde bu işleme kıyas adı verilmektedir.
-Kıyasın en önemli rükünlerinden biri hükmün konmasına esas teşkil eden ve akılla kavranılabilen mana, yani illettir.
***Tabbudî hükümler fıkhın değişime kapalı alanlarını, ta`lîlî hükümler ise genişletilmeye ve değiştirmeye elverişli alanlarını oluşturmaktadır.
– Hükümlerin bu şekilde taabbudî ve ta`lilî şeklinde ayrılması Zâhirîler dışında bütün İslâm bilginleri tarafından kabul edilmektedir.
– İslâm bilginlerinin çoğunluğu taabbudî hükümlerin daha ziyade ibadet ve helal haram konularında olduğu, muamelat konularında çok az taabbudî hüküm bulunduğu görüşündedirler.
-Şatıbî gibi bazı bilginler cezalarla ilgili hükümlerin taabbudî olmadığını belirtir.
-Gazali de ceza konularında ta`lîlin esas, taabbudun nadir olduğunu ve Şâfiîlerin bu konularda kıyasa başvur- duklarını söyler.
– Hanefîler üç mezhep içerisinde taabbud sahasını en geniş tutanlardır. Onlar ibadet konularının yanısıra ukûbât ve muâmelât alanına giren pek çok şeyi taabbudî hüküm kapsamında değerlendirmişlerdir.
– Zâhirîler ise taabbud özelliğini hemen hemen bütün hükümlere yaymaktadırlar.
-Onlar bir hükmün taabbudî olması için hangi sahaya ait olduğuna değil, nasla sabit olup olmadığına bakarlar.
-Nasla sabit olan bütün hükümlerin de taabbudî olduğunu savunurlar.
-Bu yüzden nasların lafzî anlamlarına sıkı sıkıya bağlı kalmış ve kıyas metodunu toptan reddetmişlerdir.
-Şer`î hükümleri taabbudîlik açısından şu şekilde gruplandırmak mümkündür:
İnançla ilgili hükümler: Bunların taabbudî olduğu konusunda ittifak olup bunlarda herhangi bir değişiklik söz konusu değildir.
İbadetlerle ilgili hükümler: Bunlar insanın Allah’la ilişkisini düzenleyen ve konuluş gerekçesi ve biçimleri akılla anlaşılmayan hükümlerdendir. Dinin ibadetler alanında yapılacak her yenilik bid’at ve sapkınlık olarak değerlendirilir.
Miktarlarla ilgili hükümler (Mukadderât): Fıkıh terminolojisinde bunlara mukadderât adı verilmektedir.
-Miras payları, kadınların iddet günleri, hadler (ceza miktarları), kefaretler, hayvanların boğazlanma şekli, zekât nisap ve oranları bu hükümlerin başlıca örneklerini oluşturur.
-Klasik fıkıh doktrininde bu tür hükümler de taabbudî kabul edilmiş ve kural olarak değişme sahası dışında tutulmuştur. Buna gerekçe olarak Şâri` tarafından belirlenen miktarların, neden bu sayılarla sınırlandırıldığının akılla bilinemeyeceği gösterilmektedir.
Haramlar ve helaller:
Haram, yapılması dinen kesin ve bağlayıcı bir ifade ve üslupla yasaklanan fiildir.
-Haram’ın karşıtı olan helal ise dinen izin verilmiş, hakkında şer`î bir yasaklama ve kısıtlama bulunmayan davranışı ve onun dinî hükmünü ifade eder.
***İslâm bilginleri hakkında kesin nas bulunmayan şeyler için haram ve helal hükmü vermekten kaçınmış, bunun yerine “mekruh, sevimsiz, caiz, gayri caiz” gibi daha esnek terimler kullanmayı tercih etmişlerdir.
– Haramlık ifade eden hükümler genel olarak taabbudî kabul edilmiştir.
– Haram ve helallerde asıl olanın taabbud olması bu gibi konularda çeşitli tevillerle hükmü değiştirme imkânını ortadan kaldırmaktadır.
– Haramlar ancak kesinlik ifade eden naslarla belirlenebilir.
Lafız ve mana olarak bir nassın kapsamına girmeyen hususlarda İslâm bilginlerinin çoğunluğuna göre “Eşyada asıl olan mübahlıktır” ilkesi geçerlidir.
Muamelâtla ilgili hükümler: Muamelatla ilgili hükümlerde asıl olan taabbud değil, ta`lîldir. Bu yüzden kıyas ve içtihadın en fazla işletildiği alan muâmelât alanıdır.
– İslâm bilginlerinin geneli muâmelât alanında olup hakkında kesin nas ve icmâ` bulunan konuları ta`lîl edilseler bile değişme kapsamı dışında tutmuşlardır.
Nevâzil Fıkhı
-Nevâzil, Arapça nâzile kelimesinin çoğuludur. Sözlükte “sonradan meydana gelen, insanlar için zorluk veya sıkıntı doğuran durum” anlamına gelir.
– Kelimenin fıkıh edebiyatında kullanıldığı başlıca anlamlar şunlardır.
1.Nevâzil kelimesi, fıkıh tarihinin ilk dönemlerinde genel olarak yeni ortaya çıkan ve hakkında şer`î bir hüküm verilmesi gereken mesele ve olayları ifade etmek üzere kullanılmıştır.
– Bu kelimeyi sözü edilen anlamda en fazla kullanan fıkıh çevresi Malikî mezhebidir.
2.Hanefi mezhebinde de nevâzil kelimesi belirli bir süre yeni ortaya çıkan fıkıh meseleleri için kullanılmıştır.
-Fakat Ebû Hanîfe ve öğrencilerini kapsayan ve selef adı verilen dönemden sonra bu mezhepte gerek fıkıh düşüncesi gerek literatür sahasında önemli değişiklikler olmuştur. Bu süreçte nevâzil kelimesi de Hanefî fakihlerin ortaya koydukları bir grup fıkhî görüşü toplu olarak ifade eden özel bir terim haline gelmiştir.
-Hanefî mezhebindeki görüşler bilgi ve delil değeri bakımından üç gruba ayrılır.
-Birinci grupta usul meseleleri yer alır. Aynı zamanda zâhirü’-rivâye adı da verilen bu görüşler Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve Muhammed eş- Şeybanî’den rivayet edilen ve Muhammed’in meşhur altı kitabında yer alan görüşlerdir. Bunlara zâhirü’r-rivaye denilmesinin sebebi, sonraki nesillere güvenilir raviler tarafından tevatür veya şöhret yoluyla aktarılmış olmalarıdır. Usul meselelerini içeren eserler mezhebin en güvenilir kaynakları olarak kabul edilir.
-İkinci grupta nevâdir meseleleri yer alır. Bunlar da yine Ebû Hanîfe ve öğrencilerine nispet edilen ancak sonraki nesillere daha zayıf senetlerle aktarıldığı için zahirü’r-rivaye eserlerine girmeyen görüşlerdir. Bu görüşleri derleyen kitaplara da nevâdir eserleri adı verilir.
-Üçüncü grup ise nevâzil görüşlerinden meydana gelir. Bunlar da Ebû Hanîfe ve öğrencilerinden sonra gelen ve meşâyih adı verilen mezhep müçtehitlerinin ictihad, tahrîç, tercîh gibi mezhep içi istidlâl metotlarını kullanarak ortaya koydukları görüşlerdir. Bu anlamda nevâzil görüşleri sadece yeni ortaya çıkmış meselelerle ilgili değildir.
– Hanefî literatüründe bu özel terim anlamıyla nevâzil kelimesi yerine aynı anlamı taşıyan vâkıât ve havâdis terimleri de kullanılır. Bu üç kelimenin de tekil halleri “sonradan veya aniden meydana gelen” anlamını içerir.
-Nevâzil türünden eserlerin bir kısmına fetâvâ adının verildiğine de rastlanmaktadır.
– Hanefilerde nevâzil görüşlerini toplayan ve günümüze ulaşan ilk eser Ebu’l-Leys es-Semerkandî’nin Kitâbü’n-Nevâzil adlı eseridir.
– Daha sonra meşayih tarafından bu nitelikte birçok eser hazırlanmıştır.
Nâtıfî’nin el- Vâkıât,
Sadruşşehîd’in el-Vâkıât,
Kâdîhân’ın el-Fetâvâ
Keşşî’nin Mecmû`u’n-nevâzil ve’l-havâdis ve’l-vâkıât adlı eserleri bunlar arasında en fazla tanınan eserlerdendir.
3.Modern fıkıh çalışmalarında yaygın bir şekilde kullanılan fikhü’n-nevâzil (nevâzil fıkhı) deyimi de fıkıh ilminin günümüz fıkıh problemlerini ele alan özel bir alt dalı olarak literatürde yerini almıştır.
-“Kadâyâ mu‘âsıra”, “kadâyâ müstecedde”, “mesâil mu‘âsıra”, “fetâvâ mu‘âsıra” gibi başlıklar taşımaktadır. Bunların hepsi yaklaşık olarak “çağdaş fıkıh meseleleri/problemleri” anlamına gelmektedir.
GÜNÜMÜZ FIKIH PROBLEMLERİNİN OLUŞMA SEBEPLERİ
-Yeni şartlar ibadet konularında bile bazı meselelerin yeniden ele alınmasını zorunlu kılmıştır. Örneğin ulaşım araçlarındaki gelişme ve yerleşim merkezlerinin büyümesi yolculuk mesafesi, namazların birleştirilmesi, uçakta ve otobüste namaz, mikat yerleri gibi meselelerin yeni şartlar ışığında yeniden ele alınmasını gerektirmiştir.
– Günümüzde özellikle gayri müslim toplumlarda yaşayan Müslümanların karşılaştığı dinî meseleleri ele alan yeni bir fıkıh alanının gelişmekte olduğu görülmektedir. Fıkhın bu alanı fıkhü’l-ekalliyât, fıkhü’l-câliyât gibi isimlerle anılmaktadır.
GÜNÜMÜZ FIKIH PROBLEMLERİNİN ÇÖZÜMÜ
Temel Yaklaşımlar
-Klasik fıkıh geleneğinin en belirgin özelliği belirli mezhepler temelinde üretilmiş olmasıdır.
– Mezheplerin en önemli işlevlerinden biri kendi içinde tutarlı ve sistematik görüşler ortaya koymak, bu şekilde dinî vecibelerini yerine getirmek isteyen Müslüman bireyler için oldukça güvenli bir yol sağlamaktır.
-Ayrıca fıkıh mezhepleri hukukî ve sosyal ilişkilerde düzen ve istikrarı temin etme gibi çok önemli fonksiyonlar üstlenmişlerdir.
1.Modernist/tarihselci yaklaşımlar: Köken olarak Batı’ya ait olan bu yaklaşım her şeyin tarihe göre değiştiği ve tarihsel olanın evrensel olamayacağı temel düşüncesine dayanmaktadır.
-Bu anlayışa göre Kur’ân ve Sünnet nasları da belirli tarihî şartların ürünüdürler ve bu bakımdan tarihseldirler.
-Evrensel ve bağlayıcı olan bunların amaçladığı ahlakî ve toplumsal ilkelerdir.
– Bu yaklaşım akıl ve bilimi naslara hâkim kıldığı için çok fazla kabul görmemektedir.
2.Yeni selefîci yaklaşımlar: Bu yaklaşım klasik fıkıh birikimi ve geleneğini büyük ölçüde yok sayan veya reddeden bir anlayışa sahiptir.
– Aslî kaynaklara dönüş çağrısını dillendiren ve ictihada aşırı vurgu yapan bu yaklaşım, fıkıh üretiminin ilk dönemlere gidilerek oradan yeniden başlatılması fikrini savunmaktadır.
– Gelenekten kopuk ve gerçekle irtibatı zayıf olan bu yaklaşım da günümüz fıkıh problemlerini çözmede yeterli bir yaklaşım olarak görülmemektedir.
3.Gelenekselci/taklitçi yaklaşımlar: Bu yaklaşımların sahipleri, belirli mezheplerin fıkıh eserlerinde yer alan görüş ve açıklamaları çoğunluk itibariyle evrensel ve değişmez hükümler olarak görürler.
– Bu kişiler yeni ictihat söylemlerine de büyük tepki gösterirler.
-Günümüzde bu anlayışın taraftarları giderek azalmaktadır.
4.Akademik yaklaşımlar: Bu yaklaşımlar da klasik fıkıh geleneğindeki yöntem ve görüşlere büyük değer verirler ve günümüz fıkıh problemlerinin çözümünde öncelikle bunlara başvururlar.
-Ancak kendilerini tek bir mezhebin metot ve görüşleriyle bağımlı saymayıp meseleleri gerektiğinde mezhepler üstü ve delil odaklı bir bakışla mukayeseli olarak ele alırlar.
Temel Esaslar ve Genel Prensipler
1.Günümüz fıkıh problemlerine getirilen çözümlerin İslâm bilginlerinin üzerinde icmâ` ettiği ve İslâm ümmetinin başlangıçtan beri aynı şekilde uygulayageldiği temel esas ve hükümlere ters düşmemesi gerekir. Bunlar İslâm dinini sembolize eden ve zarûrât-ı dîniye adı verilen kesin emir ve yasaklardır.
2.Bu çözümlerin fıtratı, yani Allah’ın koyduğu dengeyi ve yaratılışı bozmaması, insanın onur ve haysiyetini zedelememesi ve temel etik ve ahlakî değerleri ihlal etmemesi gerekir.
3.Günümüzde pek çok mesele tek kişinin yetkinliği ve uzmanlığı ile halledilemeyecek ölçüde çok yönlü ve kar- maşıktır. Bu yüzden bu meselelerin konunun uzmanlarının da katıldığı çeşitli toplantı ve kurullarda ortak akılla ve çok yönlü olarak ele alınması büyük önem taşımaktadır.
4.Bu problemlerin çözümünde her bir meseleyle ilgili özel delillerle birlikte dinin ana gayelerinin de göz önünde tutulması gerekir. İslâm’da bütün dinî düzenlemelerin en temel amacı, insanlar için fayda sağlamak, onlardan zararı savmak ve dünyayı şerlerden temizlemektir. Buna fıkıh diliyle kısaca maslahatların temin edilmesi ve mefsedetlerin giderilmesi denilmektedir.
-Dinî değer ve hükümler bu genel amacı gerçekleştirmedeki önem ve öncelik sırasına göre üç gruba ayrılmaktadır. Çatışma durumunda bu önceliklerin dikkate alınması gerekmektedir.
-Birinci sırada zarûrîyat adı verilen beş tümel değer vardır. Bunlar da dinin, canın, aklın, malın ve neslin korunmasıdır.
– İkinci sırada temel ihtiyaçlar anlamında hâciyât yer almaktadır. Bunlar olmadığında toplum düzeni bozulmaz, ama düzgün olarak da yürümez.
– Üçüncü sırada ise tahsîniyyât adı verilen değerler bulunur. Bunlar da insan onuruna ve haysiyetine, estetik değerlere, güzel adet ve davranışlara uygun düşen hususları içerir.
– Bazı İslâm bilginleri özellikle muamelâta ilişkin hükümler için bir de makâsıd (amaçlar) ve vesâil (vesileler, araçlar) ayırımı yapmaktadırlar. Makâsıd bizatihi amaçlanan iş ve işlemlerle ilgili hükümleri, vesâil ise bizatihi amaçlanmış olmayıp başka hükümlerin tam ve istenilen şekilde gerçekleştirilmesi için aracı olarak teşrî kılınmış hükümleri ifade eder.
-Özellikle kamuya açık genel fetvaların dinî duyarlılıkları incitmemesine, rencide etmemesine özen gösterilmelidir. Ayrıca bu fetvaların toplumda dinî hassasiyetin kaybolması veya azalmasına yol açacak bir nitelik de taşımaması gerekir.
– En çok başvurulan fıkıh kuralları şunlardır: “Eşyada asıl olan ibahadır.”, “Zaruretler yasakları mubah hale getirir.”, “Zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunur.”, “Sıkıntı kolaylaştırmayı getirir.”, “Şek ile yakîn zail olmaz (Kuşku ile kesin bilgi ortadan kalkmaz).”, “Zarar izale olunur.”, “İki zarardan daha hafif olanı tercih edilir.”, “Genel zararın giderilmesi için özel zarara katlanılır.”, “Mefsedetlerin giderilmesi menfaatlerin elde edilmesinden önce gelir.”, “Örf ile belirlenen nas ile belirlenmiş gibidir.”
Bireysel ve Kurumsal Çalışmalar
– Bunlar arasında genel olarak birçok güncel meseleye ilgili görüş ve fetvaları bulunan bilginlerden bazıları şunlardır: Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Abdülhalîm Mahmûd, Mevdûdî, Tâhir İbn Âşûr, Mahmud Şeltût, Mustafa ez- Zerkâ, Câdülhak Ali, Ahmed Şerbâsî, Muhammed Salih el-Useymîn, Abdülaziz İbn Bâz, Yusuf el-Karadâvî, Ramazan el-Bûtî, Hayreddin Karaman, Faruk Beşer, Halil Gönenç.
***Günümüz fıkıh terminolojisinde bu tür ilmî faaliyetlere kolektif/toplu ictihat adı verilmektedir.
1.Mısır’da Ezher’e bağlı İslâm Araştırmaları Akademisi: 1961 yılında kurulmuştur. 50 üyeden oluşur.
2.Dünya İslâm Birliği Fıkıh Akademisi: 1976’da Mekke’de kurulmuştur. 20 üyesi vardır.
3.İslâm Konferansı Teşkilâtı Fıkıh Akademisi: 1983 yılında İslâm Konferansı Teşkilatı’na bağlı olarak kurulmuştur. Merkezi Suudi Arabistan’ın Cidde şehrindedir. Başlıca kuruluş amacı dünyanın her tarafındaki Müslümanların karşılaştıkları çağdaş dinî problemlere çözümler üretmektir.
4.Avrupa Fetva ve Araştırma Kurulu (ECFR): Avrupa’da yaşayan Müslümanların dinî ihtiyaç ve problemlerine çözüm üretmek üzere kurulmuş merkezi İrlanda’nın Dublin kentinde olan bir kuruldur. Kurul’un ilk açılış toplantısı 1997’de Londra’da yapılmıştır.
5.Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu:
2.ÜNİTE
İBADET HAYATI
-İslam, Allah tarafından insanlara gönderilmiş son ilahî dinin adıdır. Genel yapısı itibariyle inanç, ibadet, muamelât ve ukûbât şeklinde dört ana bölümden oluşmaktadır.
-İnanç ibadeti, ibadet de kişinin diğer insanlar ve kurumlarla olan ilişkileri anlamına gelen muamelâtın adalete uygun olarak gerçekleşmesini gerektirmektedir.
– İbadet Allah’ı bilmenin, onun emirlerine uymanın somut göstergesidir.
VAKTİN OLUŞMADIĞI YERLERDE NAMAZ
-Vakit, namazla sorumlu olmanın şartlarından birisidir.
– Sabah namazının vakti ikinci fecrin doğuşundan güneş doğana kadar geçen süredir.
– Yatsı namazı ise, şafağı kaybolmasından ikinci fecrin doğuşuna kadar eda edilebilir.
-Ebu Hanife’ye göre şafak, güneş battıktan sonra ufukta kızartı sonrası oluşan beyazlık, fıkıh âlimlerinin çoğuna göre ise, güneş battıktan sonra oluşan ufuktaki kızartıdır.
-23–27 Haziran 1980 tarihlerinde vakit problemlerinin kısmen yaşandığı Brüksel’de I. Avrupa İslam Semineri düzenlenmiştir.
– Dünya üzerinde namaz vakitlerinin oluşmadığı bölgeleri iki kısımda incelemek mümkündür:
-Birincisi şafakla fecir arasında çok kısa bir zaman bulunan bölgeler, ikincisi ise uzun süre sadece gece ve uzun süre sadece gündüz olan bölgeler.
– Bunları kısa ve uzun süreli bölgeler şeklinde iki kısımda ele alacağız.
Kısa Süreli Bölgeler
-Ekvatordan kutuplara doğru gidildikçe yaz aylarında, güneşin batışı ile fecrin doğuşu arasındaki süre azalmakta, bununla ters orantılı olarak şafak ve fecrin oluşum süreleri uzamaktadır.
-Kutup bölgelerine yakın yerlerde ise güneş battığında şafak kırmızılığı oluşmakta ancak şafak sonrası beyazlık meydana gelmeden fecir doğmaktadır.
-45–65 enlemler arasında gerçekleşen bu durum sabah namazının vaktinin oluşmasına engel değildir. Ancak yatsı namazının vaktinin oluşup oluşmadığı hususu tartışmalıdır.
-Bu konuda iki temel görüş bulunmaktadır:
1.Bu bölgede yaşayanlardan yatsı namazının sorumluluğu düşer.
2.Bu bölgede yaşayanlar kendilerine en yakın bölgenin namaz vakitlerine uyarak namazlarını kılmaları gerekir.
– İlk görüşte olanlara göre vakit, namazla sorumlu olmanın gerçek sebebidir. Sebep yoksa sorumluluk da yoktur.
– Diğer görüşte olanlar, vakti namazla sorumlu olmanın şartı olarak kabul etmektedirler. Bu görüş taraftarlarına göre namazla yükümlü olmayı gerektiren asıl sebep “ilahi hitap”, yani Allah’ın “namaz kılın” emridir.
-45–65 enlemleri arasında yaşayanların gündüz namazlarını normal vakitlerinde kılmaları gerekir.
-Ancak şafak (yatsı vaktinin alameti) ve fecrin (sabah vaktinin alameti) birbirine karıştığı, yani şafak tam oluşmadan ya da araya zaman girmeden fecrin doğduğu dönemlerde yatsı namazının oluşumunda sıkıntılar yaşanabilmektedir.
-Benzer sıkıntıların ramazan ayına denk geldiği dönmelerde teravih namazının kılınmasında da yaşandığı görülmektedir.
– Pratik çözüm olarak şu önerilmektedir: Güneşin batışı ile doğuşu arasındaki süre gece kabul edilir. Bu süre üçe bölünür.
– İlk üçte birlik kısmın sonu yatsı vaktinin başlangıcı sayılır. Bu şekilde takdir yapıldıktan sonra takdir edilen vakit henüz gelmeden yatsı için gerçek vakit oluşursa buna itibar edilir.
-Gerçek vakit daha sonra gerçekleşirse bu durumda yukarıdaki formül uygulanır, yani ilk üçte birlik zamanın sonu yatsı namazının başlangıcı olarak takdir edilerek namaz kılınır.
-Yatsı namazının vaktinin çok geç gerçekleştiği ve buna bağlı olarak çalışanların sıkıntıya düştükleri dönemlerde önerilen çözümlerden birisi de, yatsı namazının akşam namazı ile birleştirilerek (cem edilerek) kılınmasıdır.
Uzun Süreli Bölgeler
-66 enleminden itibaren sadece yatsı ve imsak vakitleri değil, diğer namazların vakitleri de oluşmamaktadır.
-Kutuplara yaklaştıkça güneşin batmadığı ya da doğmadığı gün sayısı artmaktadır.
– Uzun gecelerin yaşandığı bölgelerde, günlerce gündüz namazlarının vakti, uzun gündüzlerin yaşandığı bölgelerde de gece namazlarının vakti oluşmamaktadır. Oluşmayan bu namaz vakitlerinin takdir edilip edilemeyeceği, eğer edilecekse neye göre takdir edileceği tartışmalıdır.
Bu konuda iki ana görüş bulunmaktadır:
1.Bu bölgelerde yaşayan insanlardan namaz sorumluluğu düşer.
2.Bu bölgelerde “takdir” yöntemi uygulanır.
-Birinci görüşe göre, namazın şartlarından olan vakit gerçekleşmediğinden, bu bölgede yaşayanlar namazla sorumlu olmazlar.
-Bu problemin farkına varılmasından itibaren konuyu tartışan İslam âlimlerinin çoğu ve Brüksel’de gerçekleşen seminere katılan çağdaş araştırmacıların tamamına yakını “takdir” yöntemini önermektedir.
-Takdir, hakiki namaz vaktinin gerçekleşmediği ya da yatsı namazının çok geç oluştuğu yerlerde namaz vaktinin güneşin doğuşu ve batışı dışında farklı yöntemlerle belirlenmesini ifade etmektedir.
-Din İşleri Yüksek Kurulu 15.06.2006 tarihli toplantısında, gecenin oluşmadığı dönemlerde, güneşin batışından 1 saat sonra yatsı vaktinin, 2 saat sonra imsakin başlamasının uygun olacağına karar vermiştir.
-Gecenin oluşup üç saatten fazla sürdüğü dönemlerde vakit alametleri belirlenemediğinde, güneşin batışı ve doğuşu arasındaki sürenin üçte birlik kısmı güneşin battığı saate eklenerek yatsı vakti takdir edilir.
-Güneşin battığı saate, aynı sürenin üçte ikilik kısmı eklenerek de imsak vakti takdir edilir.
-Gündüz oluşmadığı için takdir yöntemine başvurulduğu dönemlerde de gün ortasına 4 dakika eklenerek öğle vakti belirlenir.
– Öğle ile akşamın ortasında da ikindi namazının vakti takdir edilir.
RAMAZAN HİLÂLİNİN GÖRÜLMESİ
-Kameri ayların başlangıcında, hilâlin görülmesi meselesini ifade etmek için ru’yet-i hilâl terimi kullanılmaktadır.
Hilâlin Tespit Edileceği Vakit
-Kameri ayın ilk ve son üç günlerinde görülen aya hilâl, diğer dönemlerde görülene ise kamer denmektedir.
– Ebu Hanife ve İmam Muhammed’e göre, zevâl (öğle) vaktinden önce veya sonra görülen hilâl, ayın başlamış olduğuna işaret değildir. Bunlara göre, gündüz görülen hilâl, bir sonraki güne aittir. Bu sebeple ramazan öncesinde gündüz görülen hilâl sebebiyle o gün oruca başlanmaz. Aynı şekilde ramazanın son gününde gündüz görülen hilâl sebebiyle de o gün bayram edilmez.
-Ebu Yusuf’a göre ise zevâlden önce görülen hilâl önceki geceye ait olduğu için onunla ramazan ve bayram gerçekleşmiş olur. Ebu Yusuf zevâlden sonra görülen hilâlin hükmü konusunda diğer fakihlerle aynı görüşü paylaşmakta ve bu hilâlin ertesi güne ait olduğunu kabul etmektedir.
-İmam Malik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel kamerî ayların başlangıcını tespitte sadece gece görülen hilâle itibar edileceğini dile getirmektedirler.
Hilâli Tespit Şekli
Hilâlin Araştırılması
-Şaban ve Ramazan aylarının 29. günleri akşamında güneş battıktan sonra hilâlin doğup doğmadığı gözlemlenmektedir. Her iki durumda da eğer hava bulutlu ve bu yüzden hilâl görünmüyorsa Şaban ve Ramazan ayları otuz güne tamamlanır.
Hilâlin Görüldüğüne Şahitlik
– Hava kapalı olduğunda hilâli gördüğünü söyleyen âkil, bâliğ ve adil bir müslümanın şahitliği ile ramazan orucuna başlanır.
– Havanın kapalı olmadığı günlerde bir iki kişinin değil çok sayıda kişinin buna tanıklık etmesi gereklidir.
-Ramazan dışındaki ayların başlangıcını tespitte en az iki kişinin şahitliği gerekli görülmüştür.
Hilâlin Doğuş Yeri ve Zamanının Değişmesi
-Dünyanın yuvarlak oluşundan dolayı bir yerde görülen hilâl başka bir yerde görülmeyebilir. Buna ihtilâfu’l-metâli yani ayın doğuş yer ve vakitlerinin değişmesi denir.
– Kabul gören ağırlıklı görüşe göre, ihtilâfu’l-metâli dikkate alınmaz. Bu sebeple ramazan hilâli bir yerde görülmüşse, diğer yerlerde yaşayanlar bu görmeyi dikkate alarak oruç tutmalıdır.
Astronominin İmkânlarıyla Hilâli Önceden Tespit
– Çoğunluğa göre bu müneccim ve muvakkitlerin tespitleri orucun başlangıç ve sonunu tespitte bağlayıcı değildir.
– Bilginlere göre tespit bizzat gözle yapılmalıdır.
Astronomi İlminden Yararlanılacağını Savunanlar
-Bu görüş sahiplerine göre, oruca başlamada önemli olan hilâlin doğduğunu tespit edebilmektir.
İKİ NAMAZI BİR VAKİTTE KILMAK
-Cem iki şekilde gerçekleşmektedir:
1.Öğle ve ikindi namazlarını bu iki namazdan birisinin vaktinde kılmak,
2.Akşam ve yatsı namazlarından birisini diğerinin vaktinde kılmak.
-İkindi namazını öğle namazı vaktinde veya yatsı namazını akşam namazı vaktinde kılmaya cem-i takdim denir.
-Öğle namazını ikindi, akşam namazını da yatsı namazı vaktinde kılmaya ise cem-i tehir adı verilmektedir.
-Cem bazen öğlen namazını geciktirip son vaktinde kılma ve hemen arkasından vakti girmiş bulunan ikindi namazını eda etme örneğindeki gibi sadece görünüşte olabilir. Buna şekli (sûrî) cem denmektedir.
-Fıkıh kitaplarında cem ifadesi ile kastedilen hakiki cemdir.
– Hakiki cem, öğle ve ikindi namazlarından birini diğerinin vaktinde kılmak veya akşam ile yatsı namazlarından birisini diğerinin vaktinde kılmaktır.
– Cem yapmanın caiz olup olmadığı konusunda iki temel yaklaşım bulunmaktadır. Birincisi hacda Arafat ve Müzdelife’nin dışında cemi kabul etmeyen Hanefilerin, diğeri de ayrıntıda farklılıklar olmakla beraber birçok sebeple cem yapılacağını söyleyen diğer fakihlerin görüşüdür.
Cem Etme Sebepleri
Hac
-Hac ibadetini yerine getirenlerin Arafat’ta öğle ile ikindiyi cem-i takdim, Müzdelife’de akşam ile yatsıyı cem-i tehir şeklinde kılmaları gerektiği hususunda İslam âlimleri görüş birliği içerisindedirler.
– Hanefî mezhebine göre sadece Arafat ve Müzdelife’de cem yapılabilir.
-Ayrıca Ebu Hanife Arafat’ta cemin cemaatle yapılmasının şart olduğunu savunmaktadır.
-Hanefilere göre bunların dışında gerekçesi ne olursa olsun her namaz kendi vakti içerisinde kılınmalıdır.
Yolculuk
-Hanefilere göre haccın dışında namazların cem edilmesi caiz değildir. Dolayısıyla yolculukta namazlar cem edilemez.
– Diğer üç mezhebe göre yolculuk, namazların cem edilmesi için bir sebep sayılır.
-Malikiler, yolculukta namazların cem edilebilmesinin yolculuğun yorucu olmasına bağlı olduğunu düşünmektedirler.
– Şafiîlere ve diğer bazı fıkıh âlimlerine göre yorucu olsun olmasın seferilik hükümlerinin geçerli olduğu her türlü yolculuk cem için gerekçe olabilmektedir.
Yağmur
-Malikî, Şafiî ve Hanbelî mezhepleri, yağmur sebebiyle namazların cem edilebileceği görüşündedirler.
– Malikîler sadece akşam ile yatsı namazının cem-i takdim şeklinde akşam vaktinde,
Şafiîler öğle ve ikindi namazının takdimle öğle namazı vaktinde,
Hanbeliler ise sadece akşam ve yatsı namazının takdim veya tehir şeklinde cem edilebileceğini kabul etmişlerdir.
-Ancak bu mezheplere göre bu tür cemlerin camide cemaatle kılınan namazlarda geçerlidir.
Hastalık
-Malikîler hastanın bir sonraki namaz vaktine kadar durumunun kötüleşeceğinden veya bayılmasından endişe etmesi durumunda namazını cem edebileceğini kabul etmişlerdir.
– Hanbelîlere göre, hastalıklar cem sebebidir.
– Şafiîler ise hastalık sebebiyle cem yapmayı caiz görmeyerek bu konuda diğerlerinden ayrılmaktadır.
Namazları Cem Etmeyi Caiz Görenlerin Delilleri
-Arafat ve Müzdelife’de namazları cem etmenin gerekçeleri hac ibadeti dışındaki cemler için de haklı bir gerekçedir.
-Hac dışında da Hz. Peygamber’in cem ettiğine işaret eden rivayetler bulunmaktadır.
Namazları Cem Etmeyi Caiz Görmeyenlerin Delilleri
1.Hz. Peygamber’in “cem yapınız” şeklinde sözünün bulunmaması, iki namazı bir arada kılmanın caiz olmadığına işaret etmektedir.
2.Vakit namazla sorumlu olmanın şartıdır.
- Hz. Peygamber’in bir defanın dışında cem etmediğini bildiren rivayetler vardır.
4.Cemle ilgili rivayetlerde bulunan sahabeden İbn Abbas, Hz. Peygamber’in vefat ettiğinde henüz 13 yaşındaydı. Diğer sahabilere aykırı rivayetlerini ihtiyatla karşılamak gerekir.
5.Hz. Ömer özürsüz olarak cem etmeyi büyük günahlardan saymıştır.
6.Namazların yolculuk, hastalık ve korku gibi durumlarla cem edilebileceğini rivayet eden İbn Ömer, hanımının vefatına yakın ağır hasta iken yaptığı yolculuktakinin dışında namazları cem etmemiştir.
7.Savaşta bile namazın nasıl kılınacağını bildiren ayet olmasına rağmen, cemi işaret eden ayet bulunmamaktadır.
* Cemin sadece zorunlu sebeplerle yapılması ve bunun insanlardan bir sıkıntıyı ve zorluğu gidermesi beklenmektedir. Öte yandan cem belirli kurallara uyularak yapılmalıdır. Bu kurallardan bazıları şunlardır:
1.Namazları cem etmeye niyet edilmelidir.
2.Takdim ceminde önce vakti girmiş olan namaz, daha sonra sünnetleri kılmadan diğeri kılınmalıdır.
3.Sabah namazı hiçbir namazla cem edilemez.
4.Tehir ceminde önce vaktinde kılınamayan, ardından sünnet namaz kılınmadan vakti girmiş olan namaz kılınmalıdır. Şafiîlere göre önce vakti giren namaz kılınırsa diğeri eda değil kaza olur.
5.Cem edilecek namazlar için bir ezan, iki kamet getirilmelidir.
6.İki namaz arasında uzun fasıla verilmemelidir.
KADINLARIN ÖZEL HALLERİNDE ORUÇ TUTMASI
Kadınların Özel Hallerinde Oruç Tutabileceği Görüşü
-Bu görüşü savununlar şu gerekçeleri ileri sürmektedir: Oruç İslam’ın temel ibadetlerinden birisidir. Farz oluşu ayetle sabittir. Dolayısıyla kadınları özel hallerinde bundan uzak tutmak ayetle çelişmektedir.
– Kadınların özel günlerinde oruç tutabileceğini söyleyenlerin bir başka dayanak noktası da orucun sonradan kaza edilmesidir. Buna göre orucun âdet kanı gören kadından düşmemiş olması aslında onların oruç tutabileceğinin göstergesidir.
– Kadınların bu halleri sebebiyle oruçlarını kazaya bırakmaları, kaza oruçlarında birikmelere yol açmakta ve bu durum külfete dönüşmektedir.
– Bir diğer delilleri de orucun Arapçası olan “sıyâm” kelimesiyle ilgilidir. Sıyâm kendini tutma, engel olma anlamına gelmektedir. Oruçlunun kendisini yeme, içme ve cinsel ilişkiden engellemesi iradesine bağlıdır. Kadının âdet kanamasını engellemesi ise iradesine bağlı değildir.
– Yine bu görüş sahipleri İslam’ın kolaylık ilkesini de hayızlı kadının oruç tutabilirliğine delil olarak getiriler.
Kadınların Özel Hallerinde Oruç Tutamayacağı Görüşü
-Hanefî, Malikî, Şafiî ve Hanbelî mezheplerinde kadınların özel hallerinde oruç tutmalarının haram olduğu görüşü benimsenmiştir.
– Hanefîlerin de içerisinde bulunduğu bazı âlimler, orucu namaza benzetmişler ve her ikisinde de hükmî kirlilikten temizlenmenin şart olduğunu belirtmişlerdir. Yani cünüplük bir hükmî kirliliktir ve namaza engeldir. Aynı şekilde âdet kanaması da bir hükmî kirliliktir ve oruca manidir.
– Bazı fıkıh âlimleri, hükmî kirliliğin oruca engel olmadığını, ancak adetli olma durumunun bu genel ilkeden istisna edildiğini dile getirmektedir.
– Adet kanaması döneminde oruç tutamamasının sıkıntı ile değil, hükmî kirlilik ile bağlantısı bulunmaktadır.
KADINLARIN ÖZEL HALLERİNDE TAVAF YAPMALARI
-Haccın da kendine özgü bir takım kuralları vardır. Haccın geçerliliği, bu kurallara uygun olarak tamamlanmasına bağlıdır.
-Haccın rükünleri denen bu temel kurallar; Hanefilere göre zilhicce ayının 9. yani arefe günü zevâl vaktinden sonra Arafat’ta vakfe yapmak ve bayram sabahından itibaren hayatın herhangi bir gününde Kâbe’yi tavaf etmekten ibarettir. Bu tavafa ziyaret tavafı denir.
-Diğer tavaf türleri olan kudüm tavafı ve veda tavafı sünnet veya vacip olarak fıkhî değer taşımakta ve haccın geçerliliğinin ön şartlarından kabul edilmemektedir.
– Çoğunlukla ömürlerinde bir kez hac yapma imkânına sahip olan kadınların, özel halleri sebebiyle tavaf yapamamaları önemli sıkıntılara sebep olmaktadır.
– Çoğunluk kadınların bu halde iken tavaf yapamayacağı kanaatindedir.
– Tartışma, büyük oranda tavaf esnasında abdestli olmanın fıkhî hükmünden kaynaklanmaktadır. Tavaf yaparken abdestli olmanın; müstehap, sünnet, vâcip ve farz olduğu şeklinde dört farklı görüş vardır.
– Hanefiler’de ağırlıklı görüş tavafta abdestli bulunmanın vacip, çoğunluk ise farz olduğunu benimsemişlerdir.
Hükmî Kirlilikten Temizlenmenin Vacip Olduğu Görüşü
-Hanefîlerin mezhep görüşüne göre tavaf sırasında hem boy abdestini gerektiren hükmî kirlilikten temizlenmek hem de abdestli olmak vaciptir.
1.Tavafı emreden ayette şöyle denmektedir: “Sonra… o Eski Ev’i (Kâbe’yi) tavaf etsinler” . Bu ayette geçen “tavaf etsinler” ifadesi mutlaktır.
2.Tavafı namaza benzeten Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur. Bu aslında sadece bir benzetmeden ibaret olup gerçekte namaz ile hiçbir bağlantısı yoktur.
3.Hz. Aişe hac esnasında âdet görmesi üzerine haccı tamamlayamayacağı endişesiyle ağlamış ve bunun üzerine Hz Peygamber şöyle buyurmuştu.
– Bu ve bir önceki hadis haber-i vâhid niteliğindedir. Hanefîlere göre haber-i vâhidlerle ayetin hükmüne ilavede bulunmak mümkün değildir.
– Hanefiler âdet kanaması devam ederken tavaf yapılmayacağını ifade eden rivayetlerden ise temizliğin tavaf için gerekli olduğu sonucunu çıkarmışlardır. Ancak onlara göre bu husus ayetle zikredilmeyip haber-i vâhidlerle belirtildiğinden tavaf için hükmî temizlik farz değil, vaciptir.
Hükmî Kirlilikten Temizlenmenin Farz Olduğu Görüşü
-Görüşlerini ispat etmek için bazı hadisleri delil olarak sun- maktadırlar. Bu hadisler şunlardır:
1.Hz. Peygamber’in Hz. Âişe ve Esma binti Humeys’a hitaben söylemiş olduğu: “Kâbe’yi tavaf dışında, hacıların yaptığı bütün amelleri yapabilirsin” hadisi.
2.“Hz. Peygamber’in Mekke’ye geldiğinde, önce abdest alıp, sonra tavaf yaptığı”na dair hadis.
3.“Kâbe’yi tavaf bir namazdır, ancak Allah burada konuşmayı helal kılmıştır, tavaf esnasında konuşacak olan hayır konuşsun.” hadisi.
-Bu hadislere dayanarak tavafın geçerli olabilmesi için gerek gusül abdestinin gerekse namaz için alınan abdestin farz olduğunu söylemişlerdir.
-Malikî, Şafiî ve bazı Hanbelî mezhebi âlimlerinden oluşan bir guruba göre, tavaf esnasında hükmi kirlerden temizlenmenin farz olması, cünüp ya da âdet kanaması geçiren kadınların tavaflarının geçersiz olmasını gerektirir. Bunlar gusül aldıktan sonra tavaflarını yenilemelidirler.
– İbn Teymiyye’ye göre tavaf sırasında abdestli olma şartı yoktur. Abdestli olmak müstehaptır. Kâbe’ye saygı için cünüp veya hayızlı iken tavafta bulunmamak esastır.
– Hayızlı kadının tavafı hususunda İbnü’l-Kayyim benzetmeli bir açıklamada bulunmaktadır. Tavafta hükmî kirlerden temizlik, namazda örtünmeye benzer. Her ikisinde de zaruret halinde şartın bulunmaması ibadetin geçerliliğine engel değildir. İmkân bulunduğunda bu şartlara uyulması gerekir. İmkân bulunmadığında ise bu şart terk edilir.
– Çoğunluğun görüşüne göre; özel günlerinde kadınlar tavaf hariç haccın diğer rükünlerini yerine getirebilirler. Buna mukabil farz, vacip ve nafile tavaflarını ise yerine getiremeyeceklerdir.
– Tavafını bu haldeyken yapan kadın, Hanefi mezhebine göre; bir vacibi ihlal ettiğinden dolayı büyük baş hayvan kurban etmelidir.
KURBAN KESME YERİNE BEDELİ VERİLEBİLİR Mİ?
*Gerçekte kurban çok yönlü bir ibadettir. Bunlarden bazıları şunlardır:
a.İnsanın hak ve sorumluluklarını ilgilendiren boyutu,
b.Hayvanları ilgilendiren yönü,
c.Toplumsal yardımlaşma ve dayanışmayı gerçekleştirmedeki işlevi,
d.Ekonomiye katkıları,
e.Farklı gelir düzeyine sahip insanlar arasında kardeşlik ve dayanışma duygusunu geliştirme özelliği,
f.Sosyal dengeyi sağlamadaki olumlu katkısı.
Kurban Kesme Yerine Bedelinin Verilmesi Görüşü
-Kurban yerine bedelinin verilmesini önerenler, Bu görüşün klasik fıkıh geleneği içinde bir desteği bulunmamaktadır.
– Bu görüş sahipleri bu konuda kurban etlerinin fakirlere dağıtılma yönünü, yani fakirlere yardım boyutunu ön plana çıkarmaktadırlar. Onlara göre kurbanın amacı fakirlere yardım ise, bu durumda fakirin neye ihtiyacı varsa onun verilmesi daha uygun olacaktır. Bayrama hazırlık yapması, bayramda daha mutlu olması için et yerine para vermek daha mantıklıdır. Kısaca bu görüşü savunanlar kurbanın sadaka boyutunu öne çıkarmaktadır.
Kurban Kesme Yerine Bedelinin Verilemeyeceği Görüşü
-Bu görüş sahipleri şunu söylernler: Hz. Peygamber döneminde ve fıkıh literatüründe kurban bayramında kesilen kurbanlar için udhiye veya bu kökten türetilen kelimeler kullanılmaktadır.
-Udhiye kuşluk vaktinde kesilen hayvanı veya kesme eylemini ifade için kullanılmıştır. Kelime daha sonra anlam genişlemesiyle bayram günlerinde kesilen hayvan için kullanılmaya başlamıştır.
– Bu görüşü savunanlar, sadaka ile kurbanın fıkhî hükümlerini karşılaştırmaktadırlar. Sadaka vermek genel itibariyle nafile (tatavvu) bir davranıştır. Kurbanın hükmü ise fıkıh âlimlerince vacip veya müekked sünnet olarak değerlendirilmiştir.
– Fıkıh kitaplarında zebâih denen ve hayvan kesme usüllerini anlatan bir bölüm vardır. Bu bölümden sonra genelde kurban bölümü yer almaktadır. Böylece hayvan kesmede genelden özele geçilmektedir.
– Kan akıtmak kurbanının rüknü olarak kabul edilmektedir. Temel hedef Allah’ın emrine itaatin bir göstergesi olarak belirli niteliklere sahip olan hayvanı kesmektir.
– Kurban kesmek ibadet olduğu için diğer ibadetlerdeki gibi, bunda da şeklini belirleme ve bunu uygulamaya dönüştürme yetkisi ve görevi Allah’a ve O’nun elçisine aittir.
– Hz. Peygamber hicretin ikinci yılından ömrünün sonuna kadar sürekli kurban kesmiştir. Sadece bu gerçek bile kurbanın bağlayıcılığını göstermede yeterli bir delildir.
-İslâm’da fakirlerin gözetilmesine yönelik zekât ve sadaka senenin herhangi bir anında icra edilebilmekte, fıtır sadakası ramazan ayında ifa edilmekte, ihtiyaç sahibi akrabanın nafakası sürekli verilmektedir. Kurban bunların dışında, hem bizzat kesenin kendisinin hem de akraba, arkadaş, komşu ve fakirin, kısaca herkesin yararlanabileceği bir ibadettir. Kurban ibadetinin icra edilişi değil sonuçları fakirleri ilgilendirmektedir. Amaç emre itaat, sonuç fakirlere yardımdır.
– Hz. Peygamber, bayram namazından önce kurban kesenlerin yeniden başka hayvanları kurban etmelerini istemiştir. Eğer kurbandan maksat, ihtiyaç sahiplerine et ikram etmek olsaydı, iadeye gerek kalmadan mevcut etlerin dağıtımı yeterli olurdu.
-İbadetlerin emredilme nedenlerinden birisi de insanların hayatın anlam ve amacını kavramalarına yardımcı olmak, onların manen donanımlı olmalarına katkıda bulunmaktır.
– Nakdî yardımın ekonomik gelişime katkısı kısa süreli ve sınırlı iken, kurbanın katkısı uzun vadeli ve süreklidir.
ZEKAT
-İslam’da malî ibadetlerin başında zekât yer almaktadır.
-Zekât, Kur’an’da pek çok ayette namazla birlikte zikredilmektedir. Bu durum namaz ve zekâtın İslam ibadet sistemi içerisindeki önemini göstermektedir.
-Namaz ruhun kötülüklerden arınmasını, zekât da malın temizlenmesini ifade etmektedir.
Sınaî Servet ve Üretim Araçlarının Zekâtı
-Bir malın zekâta tabi olmasının iki temel gerekçesi bulunmaktadır.
-Birincisi bu malın aslî ihtiyaçların dışında olmasıdır. Aslî ihtiyaçlar, normal ve ortalama bir hayat sürdürebilmek için gerekli ve dönemin hayat standartlarına uygun olan her türlü yeme, içme, barınma ve ulaşım vasıtalarını ifade etmek için kullanabileceğimiz bir terimdir.
– İkincisi zekâta tabi olacak malın nâmî yani artabilen ve gelir getiren mallardan olmasıdır.
– Değişen ekonomik duruma paralel olarak değerlendiren günümüz fıkıh bilginleri, bu yeni malların zekâta tâbi olduğu noktasında görüş birliği etmişlerdir.
* Sınaî servet, yatırım ve üretim araçlarının zekâta tabi olması noktasında görüş birliğine sahip olan çağdaş fıkıh bilginleri, bunların zekâtının oranında farklı görüşlere sahiptirler. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
a.Bu üretim araçlarını bazı bilginler, zirai araziye, bunlarla elde edilen geliri de toprak mahsullerine benzetmektedir. Dolayısıyla makineden değil, makineyi kullanarak elde edilen gelirden zekât alınır. Zekât oranları ise brüt gelirden % 5 veya giderler düşüldükten sonra net gelirden % 10 şeklinde belirlenmiştir. Uygulama kolaylığının da etkisiyle bu görüş büyük oranda kabul görmüştür.
b.Para ve ticaret mallarına kıyasla, sanayi gelirlerinden de % 2,5 oranında zekât alınmalıdır.
Ziynet Eşyalarının Zekâtı
– Fıkıh âlimleri, ziynet dışında altının zekâta tâbi olduğu konusunda görüş birliği içerisindedirler.
– Yine altın ve gümüşten yapılmış olan ve evlerde kullanılan kaplar ve süs eşyaları da zekât nisabına ulaştıklarında 1/40 oranında zekâta tabi olurlar.
* Ziynet amaçlı kullanılmakta olan altın ve gümüşün zekâtı konusunda iki görüş bulunmaktadır:
a.Ziynet eşyalarından zekât yoktur. Bu görüş Malikî, Şafiî ve Hanbelîler tarafından savunulmaktadır.
b.Zekât verilmesi gereken miktara ulaşmışsa zekâtı verilmelidir. Hanefîler bu görüşü savunmaktadır.
-Şafiîler, ziynet eşyasından zekât verilmeyeceğini genel ilke olarak benimsemelerine rağmen, bu durum abartıldığında yani altında asgari zekat düzeyi olan 20 misgalin (yaklaşık 85 gr) 10 katına ulaştığında zekâtı verilmelidir.
-Ziynet eşyalarından zekât verilmeyeceğini söyleyenler, bu eşyaların artışının ve getirisinin olmadığını delil olarak sunmaktadırlar.
– Hanefîlere göre nisab miktarına ulaşmış olan ziynet eşyalarından zekât gereklidir. Çünkü bunlar parasal değeri olan basılmış para hükmündedir.
* Çağdaş yazarlardan Kardavi Fıkhu’z-Zekât adlı eserinde çoğunluğun görüşünün daha uygun olduğunu, dolayısıyla ziynet eşyalarından zekât verilmeyeceğini dile getirmiştir. Görüşlerini şu pratik sonuçlara dayandırmaktadır:
a.Ziynet eşyaları artmamaktadır.
b.İnci mercan vb. değerli madenlerdenyapılmış olan ziynet eşyaları zekâta tâbi değildir.
c.Altın ve gümüşün zekâtından söz eden nasslarda bunların para olma niteliği ön plana çıkarılmıştır.
d.Kadınların ziynet eşyalarının dışında paraları yoksa bunların zekâtını ödemekte zorlanacaklardır.
Hayır Kurumlarına ve Camilere Zekât
– Fıkıh âlimleri, fakirlere, miskinlere, zekât toplama memurlarına, müellefe-i kulûba, kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışanlara ve yolculara zekâtın verileceğini söylemişlerdir.
– Hanefîlere göre zekât olarak verilen malın zekât alanın mülkiyetine geçmesi gereklidir. Bu nedenle genel ilke olarak zekât verilenin hakiki şahıs olması istenmektedir. Bunun sonucu olarak, zekât parası ile cami, okul, yol ve köprü gibi toplumun ortak malı olan şeyler yapılamaz. Yine aynı gerekçeyle ölünün kefenlenmesi, borçlarının ödenmesi zekât yerine geçmez.
– Muhammed Hamidullah ve Muhammed Ebu Zehra, kurumlara zekât verilebileceğini dile getirmektedirler.
3.ÜNİTE
AİLE HAYATI
TEMEL DEĞERLER
Sevgiye Dayalı Huzur ve Şefkat Yuvası
-Sevginin yeşerdiği, karşılıklı ilişkilerin şefkat, anlayış ve bağışlama değerleri ekseninde geliştiği, bunlara bağlı olarak huzur ikliminin teneffüs edildiği bir yuva, bir insanın hayatta sahip olabileceği en büyük nimetlerdendir.
Emanet ve Sorumluluk Bilinci
Aile Mahremiyetinin Korunması
İslamî Değer ve Hükümlere Tam Bağlılık
– İslam ailesi, dinamik ve sürekli bir din eğitiminin gerçekleştiği bir okuldur.
NİKAHIN HUKUKİ MAHİYETİ VE KURULUŞUYLA İLGİLİ PROBLEMLER
Hak ve Sorumlulukların Güvenceye Bağlanması
– Gerek Kur’ân’da gerekse Sünnet’te evlenme ve nesil sahibi olma teşvik edilmiş, evliliğin, Peygamber’in hayat tarzını ifade ettiği belirtilerek, buna aykırı davrananlar hoş görülmemiştir.
– bazı fakihler evlenmenin, kişinin kendisini ibadete vermek amacıyla bekâr kalmayı tercih etmesinden daha üstün olduğunu belirtmişlerdir.
– Evlilik, Allah’a yakınlaşma demek olan ibadet mahiyetine de sahip medenî bir akid olarak ifade edilebilir.
– İslam’da evlilik, medenî bir sözleşme olmanın ötesinde anlamlar da taşımakla birlikte, temel özelliği karşılıklı hak ve sorumluluklar doğuran bir akid olmasıdır.
– Aile bireylerinin haklarını hukukî güvenceye kavuşturmayı amaçlayan tedbirlerden birisi, evliliğe iki şahidin tanıklık etmesidir.
-Şahit şartı, akde açıklık kazandırma fonksiyonu yanında, tarafların hak ve sorumluluklarının hukukî güvenceye bağlanması gibi son derece önemli bir fonksiyona da sahiptir. Zira ihtilaf halinde şahitler, yargı huzurunda ispat aracı olacaktır.
– Evlilik kurumuyla ilgili hususların, gerektiğinde yargı yoluyla takibinin yapılabilmesi için, yürürlükte bulunan hukuk sistemi bakımından geçerliliğinin bulunması gerekir.
– Unsur ve şartları itibariyle herhangi bir eksiklik bulunmayan bir nikâh akdi, dinen de geçerli ve muteberdir.
-Buna rağmen resmî işlemden ayrı olarak dinî bir merasim gerçekleştirme ihtiyacı çoğu kere, ilk haliyle nikâhın, din ve hukuk nazarında geçerlilik kazanmamasından değil, nikâhın manevî bir atmosferde ve evliliğin ağır sorumluluklarının hatırlatıldığı bir ortamda gerçekleştirilmesini amaçlayan dinî irşatların eksik kalmasından kaynaklanmaktadır.
Akde Bağlı Açıklık
-Açıklığı sağlamanın bir gereği olmak üzere, diğer bütün akidlerden farklı olarak nikâh akdiyle ilgili biçimsel bazı hususlar da söz konusudur.
-Evlenmenin çevreye duyurulması, meşru çerçevede oyun ve eğlence tertip edilmesi, misafirlere ikramda bulunulması, nikâhın mescitlerde akdedilmesi, akde en az iki kişinin tanıklık etmesi gibi.
-Bunlardan asgarî iki şahit bütün fıkıh mezheplerine, nikâhın duyurulması ise Mâlikî mezhebine göre aynı zamanda nikâh akdinin sıhhat şartı olarak görülmektedir.
**Sıralanan şartların tamamının, evlenme akdinin toplumun bilgisine sunulması ve böylece taraflarla ilgili olası dedikodu ve ithamların önüne geçilmesi amacını güttüğü açıktır. Nitekim evliliği, zina gibi dince meşru kabul edilmeyen ilişkilerden ayıran temel husus, akde bağlı açıklıktır. Zinanın temel karakteri gizli olması, evliliğin temel karakteri ise, toplumun bilgisi dahilinde yaşanan meşru bir ilişki olmasıdır.
-Evliliğin açıklığını sağlamak üzere çeşitli usullere başvurulabilir. Bunlar arasında eğlence düzenlenmesi, tarih boyunca başvurulan en yaygın yöntem olmuştur.
-Nikâhın sıhhat şartlarından olan şahit şartının temel fonksiyonlarından birisi de, akdin açıklığını sağlamaktır.
– Günümüz şartları göz önünde bulundurulduğunda açıklığı sağlamak için, tarafların evlenme iradelerinden, hiç değilse karşılıklı yakın akraba ve dost çevrelerinin haberdar olması gerekir.
– Nikâhın duyurulması ve böylece açıklığın sağlanması, İslam’ın evliliğe yaklaşımı itibariyle son derece önemlidir.
– Burada önemli bir husus da şudur: Bir birlikteliğin, toplumun bilgisi dahilinde yaşanması, onun, evlilik olarak değer kazanması için yeterli değildir. Ayrıca bunun, hukuk tarafından tanınan bir akde de dayanması gerekir.
Eş Seçimi ve Velinin Rolü
– Nikâh akdinin kurucu unsurlarından olan irade beyanının, her türlü baskı ve ayıptan uzak bir şekilde gerçekleşmesi zorunludur. Aksi takdirde sahih bir nikâhtan söz etmek mümkün olmaz.
-Hanefîlere göre yetişkin (bulûğa ermiş) kızlar, malî tasarruflarda bulunabildiklerine göre, tek başlarına evlilik kararı da alabilirler; bunun için velilerinin izin ya da onayı gerekmez.
-Aralarında Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinin de bulunduğu çoğunluğa göre ise, yetişkin de olsa kızlar ancak velileri aracılığıyla evlenebilirler. Bu mezheplere göre veli izni olmadan gerçekleşen evlilikler geçersizdir (bâtıl).
* Çağdaş İslam bilginlerinin görüş ve değerlendirmeleri ışığında sonuç olarak şunları ifade etmek mümkündür:
a.Ergenlik çağına gelmiş bir kız, rızası olmadıkça evlendirilemez.
b.Kızın din ve dünya hayatı bakımından dengi olan birisiyle evlilik kara- rına, hukuken geçerli bir sebebe dayanmadıkça, velisi itirazda bulunmamalıdır.
c.Meşru nikâh akdi içinde evlilik hayatı yaşamış olan dul bir kadın, eşini seçme konusunda tek başına yetkilidir.
– Eş seçimiyle ilgili önemli bir husus, Müslüman bayanın dini ne olursa olsun gayrimüslim erkekle evlenmesi konusudur. Sahabe neslinden itibaren İslam alimleri, böyle bir evliliğin asla caiz olmadığı hususunda görüşbirliği (icmâ) etmişlerdir.
EVLİLİĞİN SONLANDIRILMASI VE BUNA BAĞLI PROBLEMLER
– Bu tür zamanla kayıtlı ve sırf birbirlerinin cinselliklerinden yararlanma amacı taşıyan evliliklere fıkıh literatüründe “müt’a evliliği” denir.
– Günümüzde evliliğin sonlandırılmasıyla ilgili olarak yaygınlık kazanan aile problemlerinden bazıları şunlardır: Aile birliğinin kocanın tek taraflı iradesiyle sonlandırılması. Boşamanın bir anda ve tüm yetkiler kullanılarak gerçekleşmesi. Boşama iradesinin açığa vurumu sırasında şahitlerin bulunması ve boşama tasarrufunun resmî organlar nezdinde kayıt altına alınması. Eşinden ayrılmış veya kocası ölmüş kadının yeni bir evlilik yapabilmesi için iddet bekleme zorunda olması.
Boşama Yetkisi ve Devri
-İslam’da evliliği sonlandırma şekillerinden birisi boşamadır (talak). Boşama, kocanın tek taraflı iradesiyle evliliği sonlandırma beyanından ibarettir.
-Serbest boşama sistemi: Evlenme akdinin kuruluşu gibi sonlandırıl- ması da tamamen tarafların iradesine bağlıdır. Eşler hem tek taraflı hem de karşılıklı anlaşarak evliliği sonlandırmaya yetkilidirler.
-Boşamayı yasaklayan sistem: Tanrının birleştirdiğini kimse ayırmaya yetkili değildir.
-Belli sebeplerle yargı kararıyla boşanma: Sadece belli sebeplere bağlı olarak boşama davası açabilirler. Boşama kararını ancak yargı verebilir.
-Kendine özgü farklı bir boşama sistemi: İslam’ın benimsediği bu boşama sisteminde, aile birlikteliğinin boşa(n)ma yoluyla sonlandırılması, değişik şekillerde meydana gelebilmektedir. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:
1.Karı-kocanın anlaşmasıyla evliliğe son verme. Bu, karının kocasına belli bir malî bedel ödeme teklifinde bulunması, kocasının da bunu kabul etmesiyle gerçekleşen ayrılık şeklidir ki, fıkıh literatüründe buna hul’ ya da muhâlea denilmektedir.
2.Tek taraflı iradeyle kocanın boşaması (talak).
3.Yargı yoluyla boşanma (tefrik).
-Tek taraflı iradesiyle boşama yetkisine sahip olan koca, gerek evlilik akdinin kuruluşu sırasında gerekse nikâhın devamı sürecinde boşama selahiyetini hanımına devredebilir. Buna fıkıh literatüründe, boşama hakkının devri anlamında olmak üzere “tefvîzü’t-talâk” denilmektedir.
*İslam’da, tek taraflı irade ile evliliği sonlandırma (boşama) yetkisinin erkeğe verilmiş olması eleştiri konusu olmuştur. Bu tenkitlerden bazıları şunlardır:
a.Hukukî varlık kazanması, karşılıklı hür iradelerin bir noktada buluşmasına bağlı olan bir akdin, tek taraflı ve sadece kocaya tanınmış yetki ile sonlandırılması, akid mantığına aykırıdır. Nikah akdinin kuruluşu gibi sonlandırılması da iki tarafın iradesiyle mümkün olmalıdır.
b.Tek başına evliliği sonlandırma yetkisinin sadece erkeğe tanınması, kadının ise bu yetkiye ancak erkeğin kabulü sayesinde kavuşabilmesi, kadın-erkek eşitliği ilkesine aykırıdır.
c.Toplum düzeninin çekirdeğini oluşturan ve çok boyutlu bir mahiyete sahip bulunan aile yuvasının, devamı ya da sonlandırılmasının kocanın insiyatifine terk edilmesi, telafisi güç ağır sorunlara yol açmaktadır.
1.Salt bağlayıcı akid mantığından hareketle nikâh akdinin kuruluşu gibi sonlandırılmasının da karşılıklı iradelerin birleşmesiyle mümkün olabilmesi şeklindeki düşünce, taraflardan birisinin ayrılığı istememesi halinde çok yönlü sorunlara yol açacaktır.
2.Boşama yetkisinin eşlerin ikisine de ayrı ayrı verilmesi, aile birlikteliğinin daha çabuk ve basit sebeplerle sonlandırılması olasılığını arttıracaktır.
3.Nikâhı sonlandırma yetkisinin, eşlerden tamamen alınıp mahkemelere devredilmesi önerisi de çok yönlü ahlakî ve hukukî sorunlara sebep olabilir.
4.Erkeğe tanınmış olan boşama yetkisi, nikâh akdiyle birlikte eşlerin sahip olduğu hak ve sorumluluklardan bağımsız düşünülemez. Nikâhın maddî yükü tamamen erkeğin sorumluluğundadır.
5.Kadınların, psişik özellikleri ve fıtratları itibariyle erkeklere göre daha duygusal ve kırılgan bir yapıya sahip oldukları bilimsel bir gerçektir.
6.Boşama yoluyla ailenin sonlandırılması konusunda nasıl bir sistemin benimsendiğinden daha önemli olan husus, kuruluşu, devamı, sonlanması ve bunu izleyen süreç itibariyle aile kurumunun hangi değerler üzerine oturduğu, buna bağlı olarak her aşamada bütün aile bireylerinin haklarının hukuk güvencesine kavuşturulmuş olup olmadığıdır.
Aynı Anda Gerçekleşen Üç Boşama
-İslam, boşamayı (talak) üç ile sınırlandırmıştır. Üçüncü boşama ile birlikte artık tarafların tekrar aile yuvası kurabilmeleri çok ağır bir şarta bağlanmıştır ki, o da, kadının başka bir erkekle doğal bir evlilik yapması, cinsel ilişkinin yaşandığı bu evliliğin yine doğal bir sürece bağlı olarak ve tabii şartlarda sona ermesidir (şer’î tahlil).
– Hz. Peygamber (s.a.), Kur’ân’da hükümleri belirtilen boşamanın usulüne uygun biçimde gerçekleşebilmesi için uyulması gerekli şartları açıklamıştır. Buna göre, eşini boşamak isteyen kişi, cinsel ilişkinin yaşanmadığı bir temizlik döneminde ve bir talak hakkını kullanarak eşini boşamalıdır ki, buna fıkıh literatüründe sünnî boşama denilmektedir.
– Dolayısıyla adet döneminde (regl) gerçekleşen boşama, cinsel ilişkinin yaşandığı temizlik evresindeki boşama, bir temizlik döneminde gerçekleşen birden fazla boşama, Hz. Peygamber’in (s.a.) tarif ettiği usule aykırı olan boşamalardır. Bu tür boşamalara, sünnete uygun olmayan boşama anlamında bid’î boşama denilmektedir.
– Bazı fıkıh bilginleri, Kitap ve Sünnet’in irşadına aykırı olan boşamaların geçerli olmadığı, dolayısıyla hiçbir hukukî sonuç doğurmadığı görüşündedirler.
-Hanefî, Mâlikî, Şâfiî, Hanbelî fıkıh bilginlerinin çoğunluğu ile çağdaş dönem İslam hukukçularının genelinin kanaatine göre ise, bu tür boşamalar bidat ve haram olmakla birlikte, gerçekleşmesi halinde hukuken geçerlidir. Dolayısıyla bid’î boşama, tıpkı sünnete uygun şekilde meydana gelen boşama gibi sonuç doğurur.
*Aynı anda gerçekleşen üç boşamanın hukuken geçerli olduğu görüşünde olanlar, bunun üç boşama mı, yoksa bir boşama mı sayılacağı hususunda iki farklı görüş ortaya koymuşlardır:
a.Aralarında sahabe ve tâbiûn neslinin önde gelen simalarıyla, Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezhebi fakihlerinin de bulunduğu çoğunluk, sünnete aykırı biçimde aynı anda gerçekleşen birden fazla boşamalarda, kullanılan boşama yetkisinin tamamının geçerli olacağı görüşündedirler.
b.Sahabe, tabiûn ve ilk müctehid imamlardan bazılarına, İbn Teymiyye, İbn Kayyım el-Cevziyye, Şevkânî gibi fıkıh bilginleriyle günümüz İslam hukukçularının çoğunluğuna göre ise, bu şekildeki boşamalar sadece bir boşama olarak geçerlik kazanır.
-Tek mecliste gerçekleşen üç boşamanın tamamının geçerli olduğu şeklindeki çoğunluk görüşü Hz. Ömer’in bu konudaki uygulamasına dayanmaktadır.
a.Hz. Ömer’in (r.a.), aynı ortamda gerçekleştirilen üç boşamayı üç boşama olarak uygulama kararı, caydırıcı tedbir özelliği taşımaktadır. Nitekim Hz. Ömer (r.a.), üç boşama hakkını birden kullanarak eşini boşayan bir kişiyi, sünnete aykırı hareketi ve ihtiyatsız tutumu sebebiyle kırbaç cezasına çarptırmıştır.
b.Hz. Ömer’in, uygulamaya koyduğu bu kararla ilgili sahabe icmaının oluştuğu şeklindeki iddia gerçeği tam olarak yansıtmamaktadır. Çünkü sahabe neslinin önde gelen âlimlerinden İbn Abbas, Zübeyr b. el- Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Abdullah b. Mes’ûd’un (r.a.) bu görüşe katılmadıklarına dair bilgiler bulunmaktadır.
c.Aynı mecliste meydana gelen üç boşamanın, üç boşama olarak mı, yoksa tek boşama olarak mı geçerli kabul edileceği hususu, hüküm ve tercihlerde göz önünde bulundurulması gereken yarar-zarar (maslahat- mefsedet) dengesi açısından da değerlendirilmelidir. Bu tür boşamaların üç boşama olarak geçerli kabul edilmesi, boşama kara- rının gözden geçirilmesi ve yeniden düşünme fırsatını tamamen ortadan kaldırdığından, aile kurumunu bir anda dağıtıp çocukları perişan edebilir ve Allah Resûlü’nün (s.a.) diliyle lanetlenmiş bir reza-let olan anlaşmalı hülle evliliklerine kapı aralayabilir.
- Üzerine oturduğu temel değerler bakımından sevgi, rahmet ve huzur yuvası olan ailenin, başta karı-koca olmak üzere aile bireyleri açısından sıkıntı ve eziyete dönüştüğü durumlarda ayrılık, aslında bir rahmettir. Ancak bu kararın uygulamaya konulması, bir süre sonra kararın gözden geçirilmesini gerektiren durumların ortaya çıkması halinde, buna fırsat sunacak şekilde olmalıdır. Hz. Peygamber’in (s.a.) açıklayıp uyguladığı boşama yöntemi (sünnî boşama), bunu mümkün kılan bir yöntemdir.
-Dayandığı delillerin kuvvetli oluşu, evliliğin devamı ve yeniden kurulması bakımından maslahata uygunluğu gibi gerekçelerle günümüz fıkıh bilginlerinin çoğunluğu, tek mecliste gerçekleşen üç boşamanın, bir boşama olarak geçerlik kazanacağı görüşünü benimsemektedirler.
Boşamanın Kayıt Altına Alınması
– Boşamayla ilgili bazı hükümlere yer verilen Talak suresinin ikinci âyetinde, yargılama hukukunun en önemli ispat vasıtası olan şahitlikten söz edilmiş olması, bu açıdan son derece önemlidir.
* Ayette söz konusu edilen “iki âdil şahit bulundurma” emri, sahabe neslinden itibaren iki açıdan farklı değerlendirmelere konu olmuştur:
Emrin delâleti.
Emrin konusu
– Fıkıh bilginlerinin çoğunluğunun görüşüne göre, iki âdil şahit bulundurma talebi, iddet süresi içerisinde evlilik hayatına geri dönüşün mümkün olduğu boşamalarda (ric’î boşama), kocanın bu dönme iradesini ortaya koyması için aranan bir şarttır.
– Hz. Ali, İbn Abbas, İmran b. Husayn gibi sahabe nesli alimleriyle, Süddî, Ata b. Ebî Rabâh, İbn Sîrîn, Cafer es-Sâdık, İbn Hazm gibi müctehidler ve günümüzün önde gelen fıkıh bilginlerinden bazıları, âyetin emredici hükmü gereği boşamaların muteber olabilmesi için, boşama esnasında en az iki âdil şâhidin bulunmasının şart olduğu görüşündedirler. Büyük hadis alimi Buhârî de, boşama esnasında iki şahidin bulunmasını, bir boşamanın sünnete uygun şekilde gerçekleşebilmesinin şartları arasında saymaktadır.
-Boşamanın muteber olabilmesi için en az iki âdil şahidin bulunması şartı, hak ve adalet ilkelerinin gerektirdiği hukukî bir zorunluluk olarak gözekmektedir.
-Boşama tasarrufunun şahitler huzurunda gerçekleşmesi şartı, az önce sözü edilen hakların ve diğer hukukî sonuçların ispatlanabilmesini amaçlar. Ancak bu amacın fiilen gerçekleşebilmesi, boşamaya şahit gösterilmesinin, yürürlükteki hukuk düzeni tarafından dava konusu edilebilme ve ispat aracı olarak yeterli görülmesine bağlıdır.
Amacı Bakımından İddet ve Gerekliliği
-Yeni bir evlilik için iddet bekleme zorunluluğu, mevcut bir gebeliğin bulunup bulunmadığından emin olunması ve böylece nesillerin karışmasının önüne geçilmesi amacına dönük bir tedbirdir.
– Mevcut bir gebeliğin bulunup bulunmadığının modern cihazlarla tespit edilmesine rağmen, başka birisiyle evlenebilmek için iddetin yine de gerekli olup olmadığı tartışmasına yol açan hususlardan birisi, karı-koca hayatı yaşamadan boşanmış kadının, iddet beklemek zorunda olmamasıdır.
– Hukuken geçerli bir evlilik hayatı yaşadıktan sonra herhangi bir sebeple (ölüm, boşama, fesih, tefrik) evliliği sona eren kadının, başka birisiyle evlenebilmesi için mutlaka beklemesi gereken süreye iddet denilmektedir.
* Kur’ân’da, iddeti gerektiren sebebe bağlı olarak yeni bir evlilik için beklenmesi gereken süreler şu şekilde belirlenmiştir:
1.Evliliği, kocasının ölümü sebebiyle sona eren kadın; hamile değilse dört ay on gün, hamile ise doğum yapıncaya kadar iddet bekler.
2.Evlilik hayatı, eşinin boşaması, fesih ya da tefrik kararıyla sonlanmış kadın; adet/hayız görüyorsa üç kurû’, normal yaşta olmasına rağmen adet görmüyorsa veya menopoz evresine girmişse üç ay iddet bekler.
3.Eşiyle fiilî aile hayatı yaşamadan boşanmış kadın ise, iddet beklemez.
***Kurû’ kelimesi Hanefîlere göre üç adet dönemini, Şâfiîlere göre ise üç temizlik dönemini ifade eder.
*Elbette iddetin öncelikli gaye ve hikmeti, kadının hamile olup olma- dığının anlaşılmasını sağlamaktır. Fakat bununla birlikte iddetin hukukî, sosyal ve psikolojik mahiyette başka gaye ve hikmetleri de söz konusudur. Bu amaç ve hikmetlerden bazıları şunlardır:
a.Boşama sebebiyle meydana gelen ayrılıklarda iddet, şayet boşama dönüşlü (ric’î) ise kocaya, evlilik hayatına tekrar devam etmesi hususunda belli bir süre düşünme ve kararını gözden geçirme fırsatı sağlamaktadır. Dönüşlü olmayan (bâin) boşamalarda ve fesih ya da tefrik sebebiyle meydana gelen ayrılıklarda ise iddet, tarafların her ikisine de aile yuvasını tekrar inşa etme fırsatı sunmaktadır.
b.Ölüm iddetinin söz konusu olduğu durumlarda ise, eşini yitirmenin acı ve üzüntüsünü yaşayan kadına, kocasına olan hürmet ve vefasını göstermesi için bir fırsat verilmiş olmaktadır.
c.İddet, oluşabilecek kötü zan ve niyetlere karşı kadını korur.
d.İddet, değişik sebeplerle eşinden ayrı düşen kadının yeni bir hayata ve muhtemel evliliğe kendini hazırlaması noktasında bir geçiş süreci işlevi görür.
4.ÜNİTE
GIDA MADDELERİ VE BAĞIMLILIKLAR
TEMEL İLKELER
Yiyecek ve İçeceklerde Kural Helal Olmaktır
-Fıkıh bilginlerinin büyük çoğunluğuna göre, “eşyada asıl olan ibâhadır.” Dolayısıyla dinî bir belirleme bulunmadığı sürece yasaktan ve haramdan söz edilemez. Yeme-içmeyle ilgili hususlar da, bu kural çerçevesinde değerlendirilir.
-Ayet ve hadislerde haram kılınan yiyecek ve içecekler şunlardır:
Ölmüş hayvan eti (meyte): Dinî usûle uygun kesilmeden öldürülmüş ya da kendiliğinden ölmüş hayvanlar meyte grubuna girer. Aslında ölmüş hayvan sınıfına dahil olmakla birlikte balık ve çekirge ölüsü, Hz. Peygamber’in (s.a.) beyanıyla helal olan gıdalardan sayılmıştır.
Akıtılmış kan: Eti yenen hayvanlardan da olsa, canlı veya ölü hayvanın vücudundan akıp ayrılmış olan kan haramdır.
Domuz eti: Kur’ân’da etinin haram olduğu belirtilen tek hayvan domuzdur.
Allah’tan başkası adına kesilen hayvanlar: Putlara (dikili taşlar) adanan hayvanlar da bu kapsamda değerlendirilir.
– Kur’ân’ın helal-haram ölçütü olarak belirlediği “tayyibât-habâis” çerçevesinde Resûl-i Ekrem (s.a.), ehli eşeklerin, yırtıcı kuşların ve pençeli hayvanların da haram olduğunu ifade etmiştir. Alkollü içki tüketimi ise, hem âyetlerde hem de hadislerde haram kılınmıştır.
Haramlarda Asıl Olan Taabbudîliktir
– Bütün fıkıh mezhepleri ve müctehidler ittifak halindedirler. ‘İlahî talep ve yasakların tamamı, temel karakteri itibariyle, Allah’a gönülden bağlılığın test edileceği kulluk sınavı mahiyeti taşır (taabbud). İlahî iradeye gönülden teslimiyet gösterip içtenlikle kullukta bulunanlarla böyle hareket etmeyenlerin ayırt edilmesi, ilahî buyrukların ortak hikmet ve amacını oluşturur.’
– Zehirli ve uyuş- turucu bitkiler, kendiliğinden ölmüş murdar hayvan eti, sarhoşluk veren katı, sıvı ve uçucular, zararlı oluşları sebebiyle haram kabul edilmiştir.
– Gıda ve bağımlılıklar konusundaki yasakların, fayda-zarar ilişkisi çerçe- vesinde bir takım aklî gerekçelere (illet) dayanıp dayanmamasının iki önemli sonucu bulunmaktadır:
1.Haram hükmünün zamanla değişip değişmemesi.
Dinin haram kabul ettiği bir gıda maddesinden, zararlı olduğu düşünülen unsurların ayıklanması, o maddeye ilişkin haramlık hükmünü etkilemez.
2.Kur’ân ve Sünnet’te açıkça haram olduğu belirtilmeyen bazı gıdaların helal-haram kategorisinden hangisine dahil olduğunun belirlenmesi.
Söz gelimi içki içmek, aklın normal işleyişine zarar verdiği için haram kılınmıştır. Böyle bir etkinin söz konusu olduğu her şey, ismi, hammaddesi, katı ya da sıvı oluşu ve daha başka özellikleri dikkate alınmaksızın, aynı hükme tabi olacaktır.
Zaruret Durumunda İstisnaî Hükümler Geçerlidir
– Biyolojik ihtiyaçları karşılamak için helal yiyecek ve içe- cek bulunamaması ve tedavi ihtiyacı başta gelen zaruret sebepleri olmaktadır.
-Açlıktan bunalıp çaresiz kalanlar ihtiyaç miktarını aşmamak şartıyla haram olan gıdalardan yararlanabilirler.
* Şu halde insanın vücut bütünlüğünün tehdit altında bulunduğu durumlarda, gıdadaki haram oluş özelliği geçici olarak kalkmaktadır. Fakat burada zaruret durumuyla ilgili hükümler mutlaka dikkate alınmak zorundadır. Bu açıdan dikkat çekilmesi gereken iki önemli husus bulunmaktadır:
a.Zaruret halinde haram olan gıdadan tüketme izni, geçici ve istisnaî bir hükümdür. Zaruretin sona ermesiyle birlikte genel hüküm (haram) tekrar işlerlik kazanır.
b.Zaruret halinde haram gıdadan yararlanma, zarureti asgarî düzeyde ortadan kaldıracak ölçüyü aşamaz.
-Haram maddelerin tedavide kullanılması ilke olarak caiz değildir. Fakat fıkıh bilginlerinin geneli tedavi edici etkisinin bilimsel bir gerçeklik olarak ortaya konulması ve alternatinin bulunamaması halinde, haram maddelerin tedavi amaçlı kullanılabileceğini söylemektedirler.
DOMUZ VE ÜRÜNLERİYLE İLGİLİ SORUNLAR
-Şu hususların ele alınması önemlidir: Domuzla ilgili haram hükmünün kapsamı, bu haramlığın gerekçesi (illet), domuzun şekil ve mahiyet değişikliğine uğraması (istihâle) ve helal bir gıdaya karışması.
– Kur’ân’ın ilgili âyetlerinde haram kılınan gıdalar sayılırken domuzun sadece etinden söz edildiği görülür. Fakat İslam âlimleri, domuz etinin haramlığıyla ilgili âyetlerde, bu durumun fısk (hak yoldan sapma) ve rics (maddî veya manevî anlamda pis ve murdar) olarak ifade edilmesinden ve bazı hadislerden hareketle haramlığın domuzun eti ile sınırlı olmadığı görüşündedirler. Buna göre, ister evcil ister yabanî olsun, domuzun eti gibi yağı, kemiği ve sütü de dahil olmak üzere bütün parçalarının gıda olarak tüketilmesi haramdır.
***Haramlık, bir şeyin özü ve mahiyeti itibariyle kötülük ve zarar içermesinden kaynaklanıyorsa buna li aynihî veya lizâtihî haram (ölmüş hayvan eti yemek, şarap içmek gibi), dış etkilerden ve harama sebep olmaktan kaynaklanıyorsa buna da li gayrihî haram denir.
-Domuzun haram kılınma gerekçesi için İslam âlimleri, aklî, deneysel ve bilimsel açılardan çeşitli açıklamalarda bulunmuşlardır. Bu açıklamaların ortak noktasını, domuz etinin insan sağlığı ve tabiatını olumsuz yönde etkilemesi oluşturmaktadır. Bu çerçevede, domuzun bünyesinde birçok hastalık taşıdığı, ölümcül hastalıklara yol açtığı, cinsel arzu ve kıskançlık duygusunu ortadan kaldırdığı şeklindeki açıklamaların ön plana çıktığı görülmektedir.
– Dinî yasak ve buyrukların temel amaç ve hikmeti, gönülden bir bağlılıkla doğruluğuna iman edilip, gereği eksiksiz uygulanmak suretiyle ilahî iradeye tam bir bağlılığın ortaya konulmasıdır.
İSTİHÂLE VE KARIŞIM
İstihâle, hayvansal veya bitkisel bir ürünün bir halden başka bir hale geçmesi demektir.
Karışım ise, iki farklı maddenin ayrıştırılamayacak şekilde iç içe geçmesi, birisinin diğeri içinde çözülüp kaybolması demektir.
– Fıkıh bilginleri ve mezhepler istihâle konusunu, kendiliğinden gerçekleşen istihâle ve dışarıdan müdahale sonucu oluşan istihâle olmak üze- re genellikle iki kısma ayırarak incelemişlerdir. Mevcut haliyle yenilip içilmesi dinen haram olan (habîs) bir gıda veya içecek, kendiliğinden istihâleye uğrar ve dinen tüketilmesi helal bir maddeye (tayyib) dönüşürse, bunun tüketilmesinin helal olduğunda görüş birliği bulunmaktadır.
-Fakat istihâle, dışarıdan müdahaleyle yani irade ve isteğe bağlı olarak gerçekleşirse, istihâleye uğrayan ürün Şâfiî ve Hanbelîlerle, Hanefî müctehidlerden Ebu Yusuf’a göre helal hale gelmez, tüketilmesi hâlâ haramdır.
– Hanefî ve Mâlikîlerle, İbn Hazm, İbn Teymiyye ve İbn Kayyım el- Cevziyye gibi müctehidlere göre ise, istihâlenin kendiliğinden gerçekleş- mesiyle, insan müdahalesiyle ve iradeye bağlı olarak gerçekleşmesi arasında herhangi bir fark bulunmamaktadır. Her iki durumda da, haram helale dönüşür. Çünkü haramlık, bir nesnenin mevcut hali ve özelliğiyle ilgilidir. Bu hal ortadan kalkıp farklı bir yapı ve mahiyete kavuşunca, haram hükmü de kalkar.
*Günümüz fıkıh bilginlerinden bazıları geleneksel ictihadlardan birisini tercih etmekte, bazıları ise farklı değerlendirmelerde bulunmaktadır. Bu görüş ve tercihleri şu şekilde sıralamak mümkündür:
a.Haramın istihâle ile helal hale gelebilmesi için, istihâlenin kendiliğinden gerçekleşmesi gerekir.
b.İstihâlenin kendiliğinden gerçekleşmesi ile iradeye bağlı olarak gerçek- leşmesi arasında herhangi bir fark yoktur. Her iki şekilde de istihâle haramı helal yapar.
c.İstihâle, domuz dışındaki ürün ve gıdalarda söz konusu olabilir. Domuzun ise, -özü ve mahiyeti itibariyle necis ve haram olduğundan- istihâlesinden söz edilemez ve hiçbir şekilde haramlık özelliği ortadan kalkmaz.
d.İstihâle, helal gıda elde etmenin temel yöntemlerindendir. Dolayısıyla istihâlenin, iradeye bağlı olarak gerçekleşmesinin hüküm açısından her- hangi bir önemi bulunmadığı gibi, istihâleye uğrayan mal veya ürünün de önemi yoktur.
* İstihâle ve buna bağlı gıda problemleriyle ilgili fıkhî değerlendirmelerde şu iki eğilimin belirleyici olduğu görülmektedir:
1.Allah ve Resûlü’nün haram olduğunu belirttiği yiyecek ve içecekler, farklı yöntemler ve değişik isimler altında tüketilme yoluna gidilebilir. İstihâle, her zaman için haramları çiğneme yöntemi olarak işletilme potansiyeline sahiptir.
2.Her geçen gün daha fazla gıda üretilmesi gerekmektedir. Doğal kaynaklar bu ihtiyacı karşılamaya yetmediğinden, gelişmiş teknolojinin sunduğu imkânlardan âzâmî düzeyde yararlanılması zorunluluk halini almıştır. Bunun için hammadde ayırımı yapmaksızın sağlıklı gıdaya dönüştürülebilir her şeyden yararlanılmalıdır.
– Hem kendiliğinden hem de müdahaleyle gerçekleşen istihâlenin haramı helal kıldığı görüşünü savunanlar, değişime uğrayan maddenin, öncekinden farklı bir yapıya ve özelliğe kavuştuğuna dair gıdacı, kimyacı gibi uzman görüşünün, helal olma için yeterli olduğunu söylerler. Ayrıca istihâleye uğrayan maddenin, sağlık açısından zararlı olmaması da şarttır.
*İstihâle ve karışım konusunda fıkhî görüş açıklarken şu hususların göz önünde bulundurulması, açıklanan görüşün isabet derecesini tespit bakımından faydalı olacaktır:
a.Artan nüfusun gıda ihtiyacının karşılanmasıyla ilgili sorunlar, kaynak ve üretim yetersizliğinin değil, yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla üretilen gıdanın adaletsiz paylaşımının sonucudur.
b.Gıda olarak tüketilmesi dinen haram olan hayvansal ve bitkisel ürünlerden mutlaka istifade edilmek istenmesinde, maliyet hesaplarının önemli etkisi söz konusudur.
- Kur’ân ve Sünnet’te haram olduğu belirtilen gıdalar oldukça sınırlıdır. Bu yasakların dışında kalanların tamamı helaldir. Dolayısıyla ihtiyacı karşılamaya yetecek oranda helal gıda, hazır halde ya da potansiyel olarak mevcuttur.
d.Gıda ihtiyacını karşılamada haramlardan yararlanma, helallerin yetersiz kalması durumunda söz konusu olabilir. Helal kaynakların ve meşrû alternatiflerin tamamı işletilip tüketilmeden, aceleci hüküm belirlemesinde bulunmak, isabetli bir tutum olmaz.
e.Dinî emir ve yasaklar her şeyden önce, doğruluğuna inanılan ve samimi dindarlığın bu hükümlere bağlılıkla ortaya çıkacağı değerlerdir.
f.Yenilmesi helal olup dinî usule uygun şekilde kesilmiş olan hayvanlardan elde edilen et ürünleri, doğrudan kullanılabildiği gibi, karışım halinde ve gıda katkı maddesi olarak da kullanılabilir.
g.Terkibinde domuz eti, kemiği, iç yağı veya başka bir unsuru bulunan katkı maddeleri, bazı azınlık görüşü dışında, aynen domuz eti gibi haramdır.
- Jelatin, hayvanların deri, kemik, kıkırdak, bağ dokusu gibi kısımlarının uzun süre kaynatılması, asit ve kireçle belli işlemlere tabi tutulması sonucunda elde edilen şeffaf ve yumuşak bir maddedir. Üretilen jelatinin tamamı hayvan kaynaklı olup bitkisel jelatin üretimi bulunmamaktadır.
– Ülkemizde jelatin üretilmemektedir ve kullanılan jelatinin tamamı ithaldir. Avrupa’daki jelatin üretiminin ise yaklaşık %70’lik kısmı domuz kaynaklıdır.
– Son zamanlarda Endonezya, Malezya, Singapur, Suudi Arabistan ve Kuveyt gibi ülkelerin talepleri üzerine bazı firmaların sığır jelatini üretimi yapmaya başlaması, bu açıdan önemli bir gelişmedir.
HAYVAN KESİMİYLE İLGİLİ SORUNLAR
-Eti yenilebilen hayvanlardan kara hayvanlarıyla hem karada hem de denizde yaşayabilen hayvanların etinin helal olabilmesi için, fiilen veya hükmen kesilerek kanlarının akıtılması gerekmektedir. Nitekim kendiliğinden ölen hayvanlarla, kesici olan bir aletle usulüne uygun olarak kesilmeden ölen hayvanlar âyetlerde meyte (ölmüş hayvan) kabul edilmiş ve etlerinin yenilmesi haram kılınmıştır.
-Balık gibi sadece suda yaşayabilin hayvanlar ile çekirge gibi karada yaşamakla birlikte akıcı kanı olmayan hayvanların ise, etlerinin helal olabilmesi için kesilmeleri şart değildir.
Kesenin Dinî Mensubiyeti
-Müslümanlar açısından eti yenen hayvanlar grubuna giren bir hayvanın etinin helal olabilmesi için, bir Müslüman veya Yahudilik, Hıristiyanlık gibi özü itibariyle ilahî kaynaklı dine mensup birisi (ehl-i kitap) tarafından kesilmesi gerekir.
– Ehl-i kitap, Allah’a inanıp bir peygambere tabi olup hak dine mensup iken zamanla hak yoldan uzaklaşan kişi ve toplulukları ifade eden bir kavramdır. Yahudî ve Hıristiyanlar, İslam âlimlerinin ittifakıyla ehl-i kitap kabul edilmektedir. Temelde Allah inancı taşıması sebebiyle Ebu Hanife Sâbiîler’i, İbn Hazm da Mecûsîler’i ehl-i kitap çerçevesine dahil eder.
– İslam Fıkıh Akademisi, Mecûlîlerin ehl-i kitap olmadığı yönünde karar almıştır. Buna göre putperestlerin, tanrıtanımazların, dinden dönenlerin (mürted) kestikleri Müslümanlara haram olduğu gibi, Mecûsîlerin kestiği de haramdır.
– Klasik ve çağdaş fıkıh bilginlerinden bazıları, ehl-i kitabın kestiklerinin kendi dinlerine göre caiz olmasının, Müslümanlar açısından yeterli olduğu görüşündedir. Fakat fıkıh mezhepleri ve müctehidlerin çoğunluğuna göre ehl-i kitabın kestiklerinin Müslümanlara helal olabilmesi, keserken Allah’tan başkasının adının telaffuz edilmemesi şartına bağlıdır.
Kesim Sırasında Allah’ın Adını Anmak
– Kesim sırasında Allah’ın adının anılması, bütün fıkıh mezheplerine göre gereklidir.
– Aralarında Hanefîlerin ve Mâlikîlerin de bulunduğu fakihlerin çoğunluğuna göre, hayvan kesilirken Allah’ın adının anılması şarttır. Şayet bu, unutmaya bağlı olarak terk edilmişse, bu durum etin helalliğine zarar vermez. Fakat Allah’ın adını anmanın kasten terk edildiğinin bilinmesi halinde, o hayvan murdar sayılacağından eti de yenmez.
-Zâhirîler, unutma ile kasıt arasında herhangi bir ayırım gözetmeksizin, Allah’ın adının anılmasının mutlak anlamda şart olduğu görüşündedirler.
-Şâfiîlere ve bazı fakihlere göre ise, kesim sırasında besmele çekmek sünnettir. Dolayısıyla müslümanın kestiği hayvan, Allah’ın adını anmayı kasten terk etmiş olsa bile yenir.
***İKÖ’ye bağlı İslam Fıkıh Akademisi, Hanefî ve Mâlikîlerin görüşünü benimsemiş, kesim sırasında teyip gibi bir kayıt cihazından besmele okunmasının yeterli olmadığı yönünde karar almıştır.
*Kesen kişinin dinî mensubiyeti ve kesim sırasında Allah’ın adının anılmasıyla ilgili görüş ve değerlendirmelerin şu noktalarda birleştiği görül- mektedir:
a.İslam, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi ilahî kaynağa dayalı bir dine mensup olmayanların kestiği hayvanların eti yenilemez.
b.Müslüman veya ehl-i kitaptan birisinin Allah’tan başkası adına kestiği hayvanın eti haramdır.
c.Müslüman ya da ehl-i kitap birisinin, kesim sırasında Allah’ın adını anmayı unutması, Zâhirîler hariç, o hayvanın etini haram hale getirmez.
Kesim Yöntemi
-Elektroşok, seri kesim ve sulu yolum.
Elektroşok
-Elektroşok, hayvanın daha az acı hissetmesi ve kanın âzâmî düzeyde ve olabildiğince hızlı akmasını sağlamak amacıyla, kesim öncesi hayvana belli düzeyde elektrik vermektir.
-Bir hayvanın etinin dinen helal olabilmesi için, diğer şartlarla birlikte, hayvanın kesim esnasında canlı olması ve ölümünün bu kesim işlemi sonucu gerçekleşmesi şarttır.
-Hayvana, kesim sırasında acı çekmemesi ya da daha az acı hissetmesi amacıyla elektrik şoku uygulanması, prensip olarak mümkün ve caizdir.
Seri Kesim
-Kesim esnasında Allah’ın adını anmanın sünnet olduğu görüşünde olanlara göre, bu şekilde kesilen hayvanları yemek helaldir.
– Seri kesimlerde, kesim işlemini başlatmak üzere düğmeye basarken Allah’ın adının anılması yeterlidir. Bu besmele, makinenin bir hareketiyle gerçekleşecek kesimlerin tamamı için geçerlidir. kesim sırasında herhangi bir sebeple makine duracak olursa, besmelenin tekrar edilmesi gerekir. İKÖ’ye bağlı İslam Fıkıh Akademisi’nin kararı da bu şekildedir.
Sulu yolum
Günümüzde, tavuk ve benzeri kümes hayvanlarının tüylerini daha kolay bir şekilde ve çevreyi kirletmeden yolmak için çeşitli tekniklere baş-vurulmaktadır.
-Bu yöntemlerden birisi de, boğazlandıktan sonra hayvanı, ortalama elli derecede sıcak su kazanına daldırma ve 2-3 dakika bu suda beklettikten sonra yolma usulüdür. Bu şekilde gerçekleşen yoluma sulu yolum, sıcak suya daldırmadan yapılan yoluma ise kuru yolum denilmektedir.
– Ete pis su karışıyorsa, pis su eti de necis hale getireceğinden, sulu yolum usulünün caiz olmadığını söylemek gerekecektir.
– Uzmanlar, suyun sıcaklığı ve bekleme süresi dikkate alındığında, kan, dışkı gibi necis şeylerle pislenmiş suyun ete işlemesinin mümkün olmadığını ifade etmektedirler. Dolayısıyla sulu yolum yöntemi, fıkhen caiz olmaktadır.
ALKOLLÜ İÇKİLER
-Sarhoşluk veren, aklî ve ruhî denge- yi bozan, sinir sistemini uyuşturup beynin işlevini olumsuz etkileyen madde kullanımı kesin bir şekilde yasaklanmıştır.
-İslam alimleri içki içmenin bu âyetlerle haram kılındığı hususunda ittifak etmişlerdir. Âyetlerde kullanılan “hamr” kelimesi, bazı sahabe ve tabiûn fakihleriyle Ebu Hanife’ye göre yaş üzümden elde edilen içkiyi ifade eder ve özü itibariyle (li aynihî) haramdır. Yaş üzüm dışında başka hammaddelerden elde edilen içkiler ise, sarhoşluk meydana getiriyorsa haramdır.
-Diğer üç fıkıh mezhebine göre ise hamr, kişiyi sarhoş eden bütün içkilerin ortak adıdır. Dolayısıyla içkinin elde edildiği hammaddenin ve içilen miktarın önemi yoktur.
– İçkinin haram olmasının gerekçesi (illet), sarhoş edicilik (iskâr) özelliğidir. Şu halde hüküm noktasında belirleyici olan husus, şahısların sarhoş olması değil, normalde içkinin sarhoş edici özelliğinin bulunmasıdır.
BAĞIMLILIKLAR
Uyuşturucu Madde Kullanımı
– Sorumluluktan kaçma, olumsuz çevre şartları, manevî boşluk, ideal yoksunluğu gibi daha birçok sebebe bağlı olarak insanlar, uyuşturucu kullanımına yönelmektedir. Uyuşturucu maddelerin başta gelen özelliği, içeriği sebebiyle hızlı bir şekilde bağımlılık oluşturması, aklî ve ruhî dengeyi bozup kişinin irade ve düşünme gücünü tamamen ya da kısmen yok etmesidir.
Sigara
-Son dönem fıkıh bilginleri ise, sigara içmenin dinî hükmü konusunda üç farklı görüş ortaya koymuşlardır.
1.Sigara içmek mübahtır. Sigara içmeyle ilgili âyet ve hadislerde açık bir yasak bulunmamaktadır.
2.Sigara içmek mekruhtur. Sigara içmek, hem aktif hem de pasif içiciler bakımından zararlıdır. Malî açıdan da israftır. Sağlığa zararı ve mal israfı göz önünde bulundurulduğunda, sigara içmenin mübah olduğunu söylemek mümkün değildir.
3.Sigara içmek haramdır. Çünkü sigara içmek, kesin olarak sağlığa zararlıdır ve bunun için harcanan para israftır. Ayrıca nafaka yükümlülüğünün ihlaline sebep olmaktadır. Bu gerekçelerden hareketle günümüz İslam bilginlerinin çoğunluğu, sigaranın haram olduğu görüşünü benimsemektedir.
– Sigara içmenin dinî hükmünü belirleyebilmek için konuyu her şeyden önce insan sağılığı açısından değerlendirmek gerekmektedir. Zira İslam, insanın ruh sağlığı kadar beden sağlığına da önem vermiş, insanın, kendisine ve başkalarına zarar vermemesini temel bir ilke olarak tespit etmiştir.
*Bilimsel araştırmalar, sigaranın, başta aktif içiciler olmak üzere, pasif içicileri ve çevreyi de tehdit eden zararlı etkilerini kesin biçimde ortaya koymuş bulunmaktadır. Bu zararlı etkilerden bazıları şunlardır:
a.Sigara, kurtulmanın giderek güçleştiği alışkanlık ve bağımlılık (tiryakilik) meydana getirmektedir.
b.Sigara, ağız, boğaz ve üst solunum yollarında tahribat oluşturmakta, mide ve kalp hastalıklarına sebep olmakta, damarlarda ve sinir sistemlerinde bozukluklara yol açmaktadır.
c.Çağımızın en fazla korkulan hastalıklarından olan kanserin sebepleri arasında sigara içmenin de bulunduğu, birçok araştırma ile ortaya konmuştur.
d.Sigara içmek, ağız, beden ve çevre kirliliği oluşturduğundan diğer insanlara verdiği zarar ve eziyet ciddî boyutlardadır.
-Sigaranın, sağlık açısından kesinlik ifade eden zararları yanında, ekonomik bakımdan da zararları bulunmaktadır. Sigara için harcanan para, herhangi bir faydası bulunmayan, meşru amaçtan yoksun bir harcamadır ve israftır. İsraf ise haramdır.
5.ÜNİTE
TIBBİ UYGULAMALAR
–Tıp etiği, tıp ve sağlık alanındaki bilimsel ve pratik çalışmaların iyi-kötü, doğru-yanlış biçiminde ahlaki açıdan değerlendirilmesini ve bu değerlen- dirmelerin belirli ilkelere oturtulmasını hedefleyen disiplinin adıdır. Genel konusu insan yaşamıdır.
–Biyoetik ise daha genel olarak biyolojik bilimlerin gelişmesiyle ortaya çıkan ahlaki sorunlarla ilgilenir. Biyoetik tüm canlı yaşamını konu edinir, dolayısıyla tıp etiğini de kuşatır. Zaten kelimenin sözlük anlamı “canlı etiği” demektir.
-Tıp etiği ise daha çok tıbbî uygulamalardan kaynaklanan sorunlara odaklanır.
***Günümüzde hücre ve gen çalışmaları insanlardan daha yoğun bir şekilde bitkiler ve hayvanlar üzerinde uygulanmakta ve bunlarla ilgili etik sorunlar daha çok biyoetik kapsamında ele alınmaktadır.
-Biyoetik temelde felsefi bir etkinlik olarak tıp, biyoloji, din, ahlak, siyaset ve hukuk alanlarıyla da yakından ilgilidir.
– Biyoetik kapsamında ele alınan konulardan bazıları şunlardır. İnsan hayatının başlaması ve sonlandırılması, doğum kontrol yöntemleri, yaşam kalitesi, yardımcı üreme teknikleri, genetik çalışmalar, insan kopyalaması, insanlar üzerindeki tıbbî deneyler, organ nakilleri, yapay organlar, ötenazi, yaşam, ölüm ve sağlık politikaları.
HARAM MADDELERLE TEDAVİ
-Haram maddeler denince özellikle domuzdan elde edilen ürünler ile alkollü ve uyuşturucu maddeler kastedilir.
* Klasik fıkıhta yenilip içilmesi haram olan maddelerle tedavi konusunda üç ayrı yaklaşım vardır:
1.Hanbelîler’e ve onlarla aynı görüşü paylaşan bazı bilginlere göre haram maddelerle tedavi caiz değildir. Bu görüş sahipleri hastalık halini haramları mubah kılan bir zaruret olarak kabul etmezler, dolayısıyla bunu açlık yüzünden darda kalıp murdar hayvan yemek zorunda kalan kişi gibi değerlendirmezler.
2.Zahirî bilginleri yenilip içilmesi haram maddelerle tedaviyi ilke olarak caiz görürler.
- İçinde Hanefî ve Şâfiîlerin de bulunduğu İslam bilginlerinin çoğunluğu haramla tedaviyi belli şartlarla caiz görürler. Haramla tedavinin caiz olması için, kesin olarak şifa vereceğinin bilinmesi, hiç değilse iyileşmenin kuvvetle muhtemel olması gerekir. Şifa vereceği kesin veya kesine yakın bir şekilde bilinmiyorsa haram yiyecek ve içecekler tedavi amaçlı kullanılamaz.
* Bu görüşlerden haram maddelerle tedavi konusuyla ilgili şu sonuçlar çıkmaktadır:
1.İslam bilginleri şu hususta görüş birliği etmişlerdir. Şayet uzman bir doktor hayatî bir tehlikeden ancak haram olan bir madde içeren ilaçla kurtulunabileceği ve bunun alternatifinin de bulunmadığını bildirirse, bu ilaçla tedavi caizdir.
- Bu şekilde hayati bir tehlikenin bulunmadığı durumlarda bir grup bilgin haram madde ile tedaviyi caiz görmezken, çoğunluk bunu belli şartlarla caiz görmektedir. Bunun için aranan iki temel şarttan birisi, alternatif helal bir ilacın bulunmaması, diğeri ise ehliyetli bir doktorun teşhis ve önerisinin bulunmasıdır.
OTOPSİ
Otopsi Kavramı
-Otopsi, insan cesedinin dıştan ve içten muayene edilmesidir. Sözlük anlamı “kendi gözleri ile görme”dir.
– Günümüz tıbbında otopsi amacı bakımından başlıca iki kısma ayrılmaktadır.
-Birisi bilimsel ve eğitim amaçlı olup buna kadavra otopsisi veya tıbbî otopsi denir. İnsan vücudu ve hastalıklar hakkında daha detaylı bilgilere ulaşmak, tıp öğrencilerinin vücudun içyapısı ve organlarını daha yakından tanımasını sağlamak için araştırma hastanelerinde yapılır.
– İkincisi ise adlî otopsi’dir. Bu da kaza, intihar, cinayet gibi şüpheli ölüm olaylarında ölümün nedenini, tarzını ve zamanını belirlemek, delilleri ve ölenin kimliğini tespit etmek amacıyla yapılan özel bir otopsi tipidir.
Otopsinin Dinî Hükmü
-Bugün uygulandığı şekli ile otopsi Müslüman bilginler arasında tereddütle karşılanmıştır. Bunun temel gerekçesi şudur: İslam dini insanı mükerrem bir varlık olarak görmekte ve insana saygı üzerinde ısrarla durmaktadır. Bu bakış insanın dirisi için de ölüsü için de geçerlidir. İslam’da ölülere ve kabirlere saygı gösterilmesi ve bunların keyfi müdahalelere karşı korunması dini bir vecibe olarak kabul edilmektedir.
– Bazı bilginler otopsinin, özellikle de bilimsel ve eğitim amaçlı otopsinin caiz olmadığı yönünde görüş bildirmişlerdir.
-Buna karşılık çağdaş İslam bilginlerinin çoğunluğu belirli şartlarla otopsinin her iki çeşidine de cevaz verirler. Adlî otopsi ile ilgili cevaz daha ziyade zaruret ilkesine dayandırılmaktadır. Bilimsel ve eğitim amaçlı otopsi ise dolaylı olarak bu ilkeye katılmaktadır.
– Tıp ilmi farz-ı kifaye ilimlerdendir ve bir farzın gerçekleşmesi için gerekli olan şey de farz hükmündedir. Tıp öğrencilerinin insan anatomisini yakından tanımaları, doktorluk mesleğini iyi bir şekilde icra edebilmeleri için bu uygulama zorunludur.
– Otopsiyi caiz görenler klasik fıkıhta yer alan benzer bazı örnekleri de delil olarak getirmektedirler. Meselâ, Şafiîler, karnındaki canlı çocuğun kurtarılması için ölü annenin karnının yarılmasını caiz görmüşlerdir. Benzer şekilde Şafiîler, Hanefîler ve Malikîler ölü karnında bulunan altın, mücevherat gibi değerli şeylerin çıkarılması için ölünün karnının yarılmasına belirli kayıtlar altında cevaz vermişlerdir.
*** Ülkemizde Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu 16.04.1942 tarih ve 211 sayılı kararıyla otopsi yapmanın dinen caiz olduğu hükmünü açıklamıştır.
*İslam bilginleri otopsinin caiz olması için şu şartların yerine gelmesini gerekli görürler:
a.Otopsi yapılmasını gerektiren bir zaruretin veya zaruret hükmünde değerlendirilebilecek insanî ve toplumsal bir ihtiyacın bulunması.
b.Otopsi yapılacak kişinin ölümünün tam olarak gerçekleşmiş bulunması.
c.Ölünün yakınları varsa onların rızasının alınmış olması.
d.Otopsinin uzman tabip tarafından yapılması.
e.Otopsinin maddi bir menfaat karşılığında yapılmaması.
f.Otopsinin zaruret ölçüsünü aşmayacak ve ölünün saygınlığını ihlal etmeyecek bir şekilde yapılması.
g.Otopsiden sonra cesedin mümkün olan en kısa zamanda usulüne uygun olarak defnedilmesi.
ÖTENAZİ
Ötenazi Kavramı
-Ötenazi sözlükte “iyi ölüm” demektir.
-Terim olarak da iyileşmesi imkansız bir hastalıktan dolayı dayanılmaz acılar çeken bir kimsenin yaşamına, kendi veya kanunî temsilcilerinin isteği üzerine, acı vermeyen bir yöntemle son vermek demektir. Ötenazi uygulanışı bakımından iki temel kısma ayrılmaktadır:
1.Aktif ötenazi: İyileşmesi tıbben mümkün görülmeyen bir hastanın acı ve ıstırabını gidermek amacıyla, hayatına son verecek maddelerin, kendisinin veya kanuni temsilcisinin isteği üzerine bilerek kullanılmasına denir. Örneğin hastanın zehirli iğen ile öldürülmesi gibi.
2.Pasif ötenazi: Hastanın hayatının devamı için zorunlu olan tıbbî tedavinin durdurulması ve böylece ölüme terk edilmesidir.
– Ötenazi taraftarları şu gibi gerekçeler iler sürerler: Hastanın kendi uygun gördüğü biçimde yaşamını sürdürme hakkı herkesçe kabul edilmektedir. Öyleyse yaşamın sonlandırılmasını isteme de bir haktır.
– Yaşamları önlenemez acı ve ızdırap içinde olan insanların acılarını dindirmek, huzur içinde ölümlerini sağlamak onların yararınadır.
Ötenazinin Dinî Hükmü
-Ötenazinin bir hukuki bir de dinî/ahlakî boyutu vardır. Bu uygulama pek çok ülke tarafından yasadışı ve suç olarak kabul edilmektedir.
– Hollanda, Belçika ve A.B.D’nin bazı eyaletlerinde ise ötanazi yasal olarak uygulanmaktadır. Ötanazi tıp etiği açısından da büyük tartışmalara sebep olmaktadır.
***Hıristiyanlık, Musevilik gibi semavi dinler ötanaziyi kabul etmemektedir. İslam dini de genel anlamda bu uygulamaya şiddetle karşı çıkmakta ve bu işlemi yapanlara suçun niteliğine göre çeşitli cezaî yaptırımlar öngörmektedir.
– Genel anlamda ötenazinin meşruiyeti “ölme hakkı” denilen bir hakka dayandırılmaktadır.
– İslam’da kişinin haksız yere bir başkasını öldürmesi kadar kendi canına kıyması ya da buna teşebbüs etmesi de kesin biçimde yasaklanmıştır.
– Yine Hz. Peygamber intihara karşı tavrını göstermek için intihar eden bir kimsenin cenazi namazını kıldırmamıştır.
-İslam inancı, hastalık ve sakatlıklar karşısında sabır ve dua ile Allah’tan yardım ve şifa dilemeyi ve Allah’a tevekkül ile sıkıntılara katlanmayı gerektirmektedir.
***Aktif ötenazinin İslam’ın temel ilke ve amaçlarına tamamen aykırı bir eylem ve tasarruf olduğunu ortaya koymaktadır.
– Ötenazi, hayat hakkına doğrudan bir müdahale olup insanlara böyle bir yetki verilmemiştir. Bu yüzden aktif ötenazi İslam hukukuna göre bir tür cinayet olarak kabul edilmektedir. Pasif ötenazi de dini ve ahlaki değerler bakımından benzer özellikler taşımaktadır.
– Çağdaş dönemde bazı bilginler de bu görüşleri dikkate alarak bazı şartlar altında, kendilerinden ümit kesilmiş hastalarda hastanın veya velisinin isteği üzerine tedaviye son verilebileceğini belirtmişlerdir.
*Bu şartlardan önemlileri şunlardır:
Hastalığın kesin tedavisinin bulunmaması, tıbbî bir müdahale durumunda tedavinin zararlı etkilerinin kesin olması ve hastalığın bulaşıcı nitelikte olmayıp etkisinin sadece hastada görülmesi. Bu durumu bir tür pasif ötenazi olarak değerlendirmek mümkündür.
ORGAN NAKLİ
-Organ nakli, kaybedilen ya da görevini yapamayan bir organın yerine canlı veya ölü bir vericiden alınan sağlam ve aynı görevi üstlenecek başka bir organın nakledilmesi işlemidir.
– Organ naklinin ilkel örnekleri Eski Mısır ve Hint uygarlıklarına kadar dayanır.
– Batıda on dokuzuncu yüzyılda insandan insana doku ve organ nakli başlamıştır.
Organ Naklinin İtikadî Boyutu
-Organ naklinin, cismanî haşir ve organların kıyamet günü şahitlik edeceği inancıyla ve genel olarak İslam’daki dini sorumluluk esaslarıyla bağdaşıp bağdaşmadığı tartışılmaktadır.
1.Ehl-i sünnet bilginleri ve kelamcıların çoğunluğu Kur’ân-ı Kerîm’deki bazı ifadelere dayanarak ahrette haşrin cismanî olacağını, yani insanın ruh ve bedeniyle birlikte diriltileceğini ve böylece hesaba çekilip ceza veya mükâfat göreceğini savunur. Bu açıdan bakıldığında organ nakli tereddüt- le karşılanabilmektedir.
-Fakat günümüzde İslam bilginlerinin çoğunluğu organ naklinin bu inancı zedeleyen bir yönünün bulunmadığı görüşündedir. Çünkü nakledilen organ haşir sırasında asıl sahibine geri dönecektir. Ahrette insanın bütün organları en ince ayrıntısına kadar toplanacaktır.
2.Kur’an-ı Kerîm’de kıyamet günü insanın ağzının mühürleneceği, ellerinin konuşup, ayaklarının şahitlik yapacağı bildirilir. Organ naklini caiz görenler bu ve benzeri ayetleri şöyle yorumlarlar: Bu konudaki naslar organların lisân-ı hâl ile konuşacağı şeklinde anlaşılabilir. Veya bunlar Allah’ın huzurunda insanın mazeret ileri sürme ve yalan beyanda bulunma imkânının bulunmayacağı, her şeyin apaçık ortada olacağı anlamında da yorumlanabilir.
- Duygu, düşünce, akıl, inanç gibi manevi ve ruhi özellikler organların biyolojik yapısına bağlı değildir. Bu yüzden organ nakli ile kişilik transferi olmaz.
– Müslüman veya dindar olmayan kimselere organ vermek, onun günah işlemesine yardımcı olmak veya ömrünü uzatmak anlamına gelmez.
Organ Naklinin Fıkhî Boyutu
***Konuyla ilgili çağdaş tartışmaların genel olarak haramla tedavi, diri olsun ölü olsun insan bedeninin saygınlığı ve dokunulmazlığı, yaratılışı bozma yasağı ve zaruret prensibi gibi konular temelinde yürütüldüğü görülmektedir.
– Organ nakline olumsuz bakanlar, bu işlemi verici açısından insanın kendi bedeni üzerinde zararlı ve haksız bir tasarrufta bulunması olarak değerlendirirler. Alıcı açısından ise başkasının hayat hakkına tecavüz, haram maddeyle tedavi ve yaratlışı bozma olarak görürler.
– Günümüz fıkıh bilginlerinin çoğunluğu ise organ naklini alıcı açısından bir tür meşru tedavi yöntemi olarak kabul eder ve bunu esas itibariyle zaruret ve maslahat prensipleriyle temellendirirler.
– Organ naklini ilke olarak caiz gören bilginler daha çok vericiyle ilgili ortaya çıkan sakıncalar sebebiyle bu tedavi yönteminin sınırları konusunda farklı görüşler ortaya koymuşlardır.
Canlıdan Yapılan Organ Nakli
-Birçok İslam bilgini prensip olarak diriden diriye organ nakline olumlu bakar. Ancak bunların baskın çoğunluğu konuya “zaruret” ölçütü temelinde yaklaşmaktadır. Bu yüzden canlı vericiden yapılan organ naklinin caizliğini yalnızca alıcı açısından hayati tehlikenin var olması durumuyla sınırlandırırlar.
-Bazı bilginler ise hayati tehlike bulunmasa bile hastayı ciddi biçimde rahatsız eden durumlarda da bu işlemi caiz görür.
-Öte yandan bazı bilginler yine zaruret prensibine dayanarak canlıdan organ nakli konusunda sadece vericiye az zarar veren kan, deri gibi bedende yenilenen doku ve organların nakline izin verir.
-Çoğunluk ise bunlarla birlikte böbrek gibi insan bedeninde yedeği bulunan, vericinin yaşamını riske sokmayan ve beden bütünlüğünü bozmayan organların verilmesini de caiz sayar.
– Küveyt Vakıflar ve Din İşleri Bakanlığı Fetva Kurulu, İslam Konferansı Teşkilatı İslam Fıkıh Akademisi ve Dünya İslam Birliği Fıkıh Akademisi’nin kararları bu nitelikteki fetvalar arasında yer alır.
*Sözü edilen bilginler ve kurullar canlıdan canlıya organ naklinde şu şartların bulunmasını gerekli görürler:
a.Bir zaruretin bulunması.
b.Vericinin izin ve rızasının bulunması.
c.Organın alınmasının vericinin hayatını riske sokmayacak, sağlığını ve beden bütünlüğünü bozmayacak olması ve bu durumun tıbbi raporla belgelendirilmesi.
d.Konunun uzmanlarında operasyon ve tedavinin başarılı olacağına ilişkin güçlü bir kanaat oluşmuş bulunması.
e.Yeterli tıbbî ve teknik şartların bulunması.
f.Organ vermenin ücret veya belli bir çıkar karşılığında olmaması.
Ölüden Yapılan Organ Nakli
-Ülkemizde Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu ölüden diriye organ naklinin caiz olduğuna fetva vermiştir.
* Yukarıda işaret edilen fıkıh bilginleri ve kurullar, ölüden diriye organ naklinin caiz olması için şu şartların bulunması gerektiğini belirtirler:
a.Organ naklinde bir zaruretin bulunması.
b.Konunun uzmanlarında hastanın bu tedaviyle iyileşeceğine ilişkin güçlü bir kanaatin oluşmuş bulunması.
c.Ölümden önce kendisinin veya ölümünden sonra mirasçılarının onayının alınmış olması.
d.Tıbbî ve hukukî ölümün kesinleşmiş olması.
e.Organın bir ücret veya çıkar karşılığında verilmemiş olması.
f.Alıcının da organ nakline razı olması.
Organ Naklinin Ahlakî Boyutu
–Birçok ahlakî sorunlarla karşılaşılabilmektedir. Bunlardan birisi bu uygulamanın insanlar arasında ayrımcılığa sebep olmasıdır. Organ nakli oldukça pahalı bir uygulama olup bunu normal gelir düzeyine sahip birisinin karşılaması zordur. Bu durum yoksullar aleyhine bir eşitsizlik doğurmaktadır.
-Bir öncekiyle de ilişkili olan ikinci bir sorun yoksul insanların geçim derdi sebebiyle ucuz bedeller karşılığında organlarını satmalarıdır. Hindistan, Pakistan gibi ülkelerde yapıldığı bilinmektedir.
-Organ nakli ile ilgili ahlaki sorunlardan birisi de beyin ölümü kriteri ve bu konudaki karar süreçleriyle ilgilidir.
ÇOCUK DÜŞÜRME VE KÜRTAJ
Klasik Fıkıh Geleneğinde Çocuk Düşürme
-Klasik fıkıh terminolojisinde ana rahmindeki çocuğa cenîn adı verilir.
– Hanefîlere göre ana karnındaki ceninin kasten düşmesine sebep olan bir kimseye ceza verilebilmesi için ceninin parmak, tırnak, saç gibi bazı organlarının belli olması şarttır. Çocuk düşürmenin dinî hükmü de ceninin rahimde geçirdiği aşamalara göre farklılık göstermektedir.
– Kur’ân’da insanın yaratılış evrelerine çeşitli ayetlerde yer verilmiştir. Bu ayetlerden birinde şöyle buyurulmaktadır.
nutfe (sperm), alaka (çengelli hücre topluluğu ), mudga (belli belirsiz bir kütle), kemik, et, bir başka yaratılış.
-Kur’ân’da ceninin geçirdiği bu evrelerin süreleri belirtilmemektedir.
-Bunları içerdiği bilgiler bakımından iki gruba ayırmak mümkündür.
-Birinci grup hadislerde kişinin anne karnında 40 günde derlenip toparlandığı, bundan sonra bir o kadar (40 gün) alaka bir o kadar da mudga olarak kaldığı, daha sonra ruh üflenip eceliyle kaderinin belirlendiği anlatılır. Bu gruptaki hadislere göre cenine ruh üçüncü kırk günün sonunda (120 gün) üflenmektedir.
-Diğer grup hadislerde ise ruhun üflenmesinin ilk kırk günden sonra meydana geldiğine işaret edilmektedir.
***Klasik fıkıh bilginlerinden önemli bir kısmı çocuk düşürmenin dinî hükmü konusunda yukarıda meallerini verdiğimiz ayet ve hadisleri dikkate alarak cenine ruh üflenmesi evresini hareket noktası olarak kabul etmiştir.
-Ruh üflenmesinin ceninin üçüncü aşaması (mudga) tamamlandıktan sonra olduğu konusunda ittifak vardır. Fakat ruhun üflenmesini esasa alan bilginler rivayetler arasındaki farklılıklara bağlı olarak bu aşamanın hangi sürelerde tamamlandığı konusunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
– Bir kısım bilginler ise bu konuda ruh üflenmesi kriterini dikkate almamışlardır. Onlar cenine ana rahmine düştüğü andan itibaren insan muamelesi yaparak hangi aşamada olursa olsun onun düşürülmesine onay vermemişlerdir.
* Bu yaklaşımlar temelinde klasik fıkıh bilginlerinin çocuk düşürme ile ilgili görüşlerini şu şekilde özetleyebiliriz:
1.Hanefîlerin çoğunluğu ruhun 120 günde üflendiğini bildiren hadise dayanarak bu süreye kadar çocuğun düşürülmesini caiz görmüştür. Hanefî bilginlerden bazıları bunun mutlak olmadığını, sadece haklı ve zorunlu bir sebebe dayanması halinde caiz olabileceğini belirtmişlerdir.
- Şafiîler cenine gebeliğin kırkıncı gününden sonra ruh üflendiğine ilişkin hadisi esas alarak bu süre içinde eşlerin rızasının olması ve anne adayının bundan zarar görmemesi şartıyla çocuk düşürmenin caiz olduğunu söylemişlerdir.
Hanbelî mezhebinde de tercih edilen görüş ruh üflenmeden önce çocuk düşürmenin caiz olduğu yönündedir. Onlar da bu konuda kırk günü esas almışlardır.
Şafiî bilginlerinden Gazzalî ceninin rahim duvarına yapışmasından itibaren çocuk düşürmenin caiz olmadığını ve cinayet sayıldığını belirtmiştir.
- Malikîlere göre de kırk günden sonra çocuk düşürmek haramdır. Bu mezhepte ağırlıklı görüş kırk günden önce de çocuk düşürmenin haram olduğu yönündedir. Bununla birlikte bu mezhebe mensup bazı bilginler kırk günden önceki çocuk düşürmelerin mubah veya mekruh olduğunu söylemişlerdir.
Bu arada Zahirîler de Malikilerdeki hâkim görüşe paralel olarak çocuk düşürmenin hiçbir şekilde caiz olmadığı görüşündedirler.
Çağdaş Dönemde Kürtajla İlgili Görüşler
-Sözlükte “kazımak” anlamına gelen kürtaj teknik bir terim olarak rahim içindeki bir gebeliğin tıbbî bir müdahale ile sonlandırılması demektir.
– Ruh üflenmesi kriteri çoğunlukla ceninin vücut yapısının ancak ruhun üflenmesi aşamasında tamamlandığı, insan olma özelliğini de bu aşamada kazandığı varsayımına dayanmaktadır.
-Halbuki bu günkü tıbbî bilgiler, 120 günden önce ceninde iç organların tamamen oluştuğunu, dış görünümünün ise çok daha önce belirgin şekilde insana benzediğini ortaya koymaktadır.
***Çağdaş bilginlerin genel kanaati gebelik 120 güne ulaştıktan sonra anne için hayati bir tehlike söz konusu olmadıkça sakatlığın niteliği ve boyutu ne olursa olsun bunun caiz olmadığı yönündedir.
-Bazı bilginler ise 120 günden önce uzman hekimlerden oluşan bir heyet tarafından ceninin önemli bir sakatlığının bulunduğu ve tedavisinin de imkânsız olduğu tespit edilirse, ayrıca doğması halinde hem çocuğun hem ailesinin çok zor ve acılar içinde bir hayat geçireceği anlaşılırsa, bu çocuğun anne babasının isteği üzerine aldırılabileceğini söylemektedirler. Dünya İslam Birliği Fıkıh Akademisi de 10-17 Şubat 1990 tarihli 12. dönem toplantısında bu yönde bir karar vermiştir.
SUN’Î DÖLLENME VE TÜP BEBEK
Tüp Bebek Nedir?
– Tüp bebek uygulaması bir tür sun’î döllenme yöntemidir.
– Günümüzde sun’î döllenme yoluyla çocuk sahibi olmanın bir yolu da mikroenjeksiyon yöntemidir. Bu yöntemde erkeğin spermi mikro aletler yardımıyla doğrudan kadının döl yatağına veya rahmine enjekte edilerek iç döllenme sağlanmaktadır.
İslam Bilginlerinin Tüp Bebek Konusuna Yaklaşımları
– Günümüz fıkıh bilginleri sun’î döllenme ve tüp bebek yöntemiyle çocuk sahibi olmaya ilke olarak olumlu bakmaktadırlar.
– Fakat bu konuda temel hareket noktası birçok meselede olduğu gibi zaruret prensibidir. Dolayısıyla bu uygulamanın zaruret çerçevesi ve sınırları içinde kalması şart koşulmaktadır.
-En başta eşlerin doğal yoldan çocuk sahibi olma imkânlarının bulunmadığının kesin bir şekilde anlaşılmış olması gerekir. Diğer taraftan bu yöntemin İslam dininin bu konuda koyduğu temel ilke, yasak ve amaçlara ters düşmeyecek şekilde uygulanması da büyük önem taşımaktadır.
-Bu nedenle İslam bilginleri bu uygulamaya sadece evli çiftlerin sperm ve yumurtasının kullanılması, gebeliği de yine eşin yapması şartıyla caiz görmektedirler.
– Sun’î döllenme ve tüp bebekle ilgili caiz görülen ve görülmeyen uygulamaları:
Caiz Görülen Uygulamalar
-Kocanın spermi ve karısının yumurtası alınarak dışarıda döllendirilmesi ve oluşan embriyonun aynı kadının rahmine yerleştirilmesi.
-Kocanın sperminin alınarak mikroenjeksiyon yöntemi ile karısının döl yatağı veya rahminde uygun bir yere yerleştirilmesi.
Caiz Görülmeyen Uygulamalar
-Kocanın sperminin yabancı yani arada evlilik bağı bulunmayan bir kadından alınan yumurta hücresiyle döllendirilmesiyle oluşan embriyonun karısının rahmine yerleştirilmesi.
-Yabancı bir erkeğin spermi kullanılarak yapılan döllendirme sonucu oluşan embriyonun kadının rahmine yerleştirilmesi.
-Eşlerden alınan yumurta ve sperm hücrelerinin dışarıda döllenmesi sonucu oluşan emriyonun, gebe kalmaya gönüllü bir başka taşıyıcı kadının rahmine yerleştirilmesi.
-Yabancı bir erkeğin spermi ile yabancı bir kadının yumurta hücresinin dışarıda döllendirilmesi ve embriyonun kadının rahmine yerleştirilmesi.
-Kocanın spermi ile karısının yumurtasının dışarıda döllendirilmesiyle oluşan emriyonun, kocanın diğer karısının rahmine yerleştirilmesi.
***Bu açıklamalardan açıkça anlaşıldığı gibi döllenmenin üç temel unsuru vardır. Bunlar sperm, yumurta ve rahimdir. Tüpte aşılama yöntemiyle çocuk sahibi olmanın caiz olabilmesi için bu üç unsurun da birbiriyle evli çiftlere ait olması gerekir.
Yumurta ve Sperm Bankası
-Bu bağlamda banka terimi daha çok kadının yumurtasının veya erkeğin sperminin çocuk sahibi olamayan bir başkasına verilmek üzere saklanması anlamında kullanılmaktadır. Ancak bu hücreler bunları veren aynı kişiler tarafından daha ileri dönemlerde kullanılmak üzere de dondurulabilmektedir.
– Çağdaş İslam bilginleri bu uygulamanın yararlı ve sakıncalı yönlerini birlikte değerlendirerek şu görüşlere varmışlardır. Hasta kadınlardan alınıp dondurulan yumurtalar ileride iyileşmeleri durumunda yine kendilerine verilecekse bunun dini açıdan bir sakıncası yoktur. Fakat bu yumurtaların başka kadınlara nakledilmesi caiz değildir. Aynı gerekçeden dolayı aşılanmış yumurtaların, yani embriyoların da bir başka kadında kullanılması caiz görülmemektedir.
-Sperm konusuna gelince, bankaya konan sperm, ileride erkeğin kendi nikâhlı eşinin rahmine yerleştirilecekse bu uygulama zarurete dayalı olarak caiz görülmektedir. Böyle yapılmayıp, bankada toplanan spermler, daha sonra istekte bulunacak diğer kadınlara verilecekse caiz değildir.
***Erkekten alınıp, ileride kendi nikâhlı eşinde tüp bebek yöntemiyle çocuk sahibi olmak amacıyla dondurulan spermler, bu süre içinde erkeğin ölmesi durumunda artık kullanılamaz. Çünkü ölümle birlikte evlilik ilişkisi sona ermektedir.