MALİYE TEORİSİ

Cevapla
Kullanıcı avatarı
KübraYILMAZ
Mesajlar: 1
Kayıt: 29 May 2019 00:43
İletişim:

29 May 2019 00:46

DERS–1: KAMU MALİYESİ VE KAMU MALİYESİ İLE İLGİLİ GELENEKSEL VE MODERN YAKLAŞIMLAR DERS–2: İKTİSADİ SİSTEMLER
İktisadi sistemler: İktisadi sistemler temelde mevcut kaynaklarla en yüksek toplumsal refahına nasıl ulaşılacağı sorusuna cevap arar. Bu sorunun cevabı kapitalist sistemde “piyasa” iken sosyalist sistemlerde “devlet”’tir.

İktisadi Sistemler Sosyalist (Totaliter) Kapitalist Karma
Toplum bireyleri için gerekli tüm mal ve hizmetleri kim üretir? Devlet Piyasa (arz-talep) Devlet + Piyasa
Üretim faktörlerinin mülkiyeti kime aittir? Devlet Piyasa güçleri Devlet + Piyasa
Girişim? Devlet Serbest girişim Sınırlı
Rekabet? Yok Tam rekabet Sınırlı

Not-1: J. Tinbergen’e göre, her ekonomide en azından ulusal güvenlik, adalet gibi temel kamu hizmetlerini üreten bir devlet vardır. Bu durum o ekonominin kapitalist özelliğini yitirdiği anlamına gelmez. Bu ayrım esasen mülkiyet üzerinden yapılır. Özel mülkiyet varsa toplumun kapitalist yoksa sosyalist temelde olduğu kabul edilir.

Not-2: 1950’li yıllardan sonra ortaya çıkan sosyal refah devleti anlayışıyla birlikte kapitalist ekonomiler karma ekonomiye dönüşmüştür. Bu esnada devletin rolü de değişmiştir. Devlet artık ulusal güvenlik gibi toplumsal hizmetlerin üretimi yanında bireysel talebe konu olan özel mal ve hizmetlerinde üretimine yönelmiştir.
Kamu Maliyesi: Kamu harcamaları ve vergiler gibi temel mali araçları veya mali olayları ekonomik, sosyal ve hukuki açıdan inceleyen bilim dalıdır. Kamu maliyesi geleneksel ve modern olmak üzere iki yaklaşımla açıklanabilir.
A. Geleneksel yaklaşımlar:
1. Kurumsal yaklaşım: Bu yaklaşımda, devlet faaliyetleri idari ve hukuki açıdan ele alınır. Kamu giderlerinin yapılması, gelirlerin toplanması ve kamu borçlanması ile ilgili idari ve hukuki tüm düzenlemeleri kapsar.
2. Yapısal yaklaşım: Bu yaklaşım, kamu maliyesini ekonomik açıdan inceler. Bu bakımdan, kamusal faaliyetlerin tümünde ekonomik etkinlik aranır. Kaynak dağılımı ve kullanımında etkinlik, devlet faaliyetlerinin etkinliği ve alternatif maliyetler çerçevesinde devlet faaliyetlerinin ekonomik analizinin yapılmasını ve benzeri çalışmaları kapsar.
3. Değişim yaklaşımı: Bu yaklaşım, vergileri devletin sağladığı hizmetlerin bir karşılığı/bedeli olarak kabul etmektedir. Bu nedenle, piyasa ekonomisinde üretilen mal ve hizmetlerin fiyatların belirlenmesi gibi vergilerinde, kamusal mal ve hizmetlerin marjinal maliyetine eşit olduğu yerde belirlenmesi gerekir. Teorisyeni “Lindahl”’dır.
4. Refah yaklaşımı: Bu yaklaşımda, kamu maliyesi aracılığıyla toplumun refahının en üst düzeye çıkarılması hedeflenir. (Pareto etkinlik) Kimsenin refahı azaltılmadan toplumun refahının en çoklaştırılması amacı öne çıkar. (Pareto iyileştirme) Bu yaklaşımın, kamu maliyesi açısından önemi, devlet faaliyetlerinin optimum düzeyini belirlenmesi ile vergi yükünün dağılımı bakımından ortaya çıkmaktadır.
5. Gelir yaklaşımı: Bu yaklaşımda, fonksiyonel açıdan devlet faaliyetlerinin milli gelir üzerindeki etkilerini incelenir. Devlet faaliyetlerinin bir kısmı milli geliri azaltıcı etkiye sahipken, bir kısmı ise arttırıcı etkiye sahiptir. Örneğin, vergilerin ekonomide daraltıcı; kamu harcamalarının ise genişletici etkisi vardır ve devlet faaliyetleri yürütülmesinde bunlar göz önüne alınır.
B. Modern(günümüzdeki) yaklaşımlar:
1. Hukuki yaklaşım: Hukuki yaklaşıma göre, mali olaylar hukuki açıdan ele alınır ve mali olayların nitelikleri anayasal ve yasal çerçevede incelenir. Bu yaklaşım, kamu maliyesinin ekonomik ve sosyal yanını tümüyle ihmal etmektedir. Öncüleri Fransız ekolcüler Jeze, Trotobas ve Maurice’dir.
2. İktisadi yaklaşım: Bu yaklaşım, hukuki yaklaşımın tam aksine kamu maliyesinin sadece ekonomik ve sosyal boyutu üzerine odaklanmaktadır.
3. Siyasi Yaklaşım: Ekonomik olaylar siyasi boyutlarıyla incelenir. Öncüsü “Buchanan”’dır. Kamu kesimi tarafından üretilecek mal ve hizmetlerin miktarı siyasi karar alma sürecinde belirlenir. Çünkü bireyler kamusal mallara taleplerini açıklamak istemezler.
4. Psikolojik ve Sosyal Yaklaşım: Ekonomik uygulamalar psikolojik ve sosyal boyutlarıyla incelenir.
DERS–3: İKTİSADİ YAKLAŞIMLARA GÖRE DEVLETİN EKONOMİDEKİ ROLÜ
1) Merkantilizm
16. yüzyıl ile 18. yüzyılın arasındaki dönemde Avrupa ülkelerinin izlediği ekonomik ve siyasi doktrine merkantilizm adı verilmektedir. Merkantilizmin temel düşüncesi ulusal ekonomilerin zenginliğidir. Zenginlik ise ülkedeki altın ve gümüş stokuna bağlıdır. Dış ticaret fazlası veren ülkede altın ve gümüş stoku artacak, dolayısıyla ülke zenginleşmiş olacaktır. Merkantilist düşünceye göre, dünya serveti sabit olduğundan dış ticaretten yalnızca bir ülke kazançlı çıkmaktadır. Bu da ihracat yapan ülkedir. Bu nedenle mamul mal ithalatı yasaklanmış, ihracat ise teşvik edilmiştir. Dış ticareti fazlası verebilmek için devlet, ekonomiye müdahale etmeli ve gerekli önlemleri almalıdır. Merkantilist dönemde dış ticaretin sağlıklı bir şekilde yürütülmesi için güçlü ordu ve donanmaya sahip devletin varlığı gerekli görülmüştür.

2) Klasik Liberal Yaklaşım
18.Yüzyılın sonlarından 1929 büyük buhrana arası olan dönemde hâkim görüş olan klasik liberal yaklaşıma göre, devletin ekonomiye müdahalesi minimum düzeyde ve faaliyet alanı mümkün olduğu kadar sınırlı olmalıdır. Bu bakımdan devlet,
 Sadece iç ve dış güvenlik ile adalet ve yürütme hizmetleriyle ilgilenmelidir.
 Kamu harcamaları mümkün olduğu kadar az olmalı; vergiler, düşük oranlı yapıda ve objektif ölçütlere göre alınmalıdır.
 Devlet bütçesi küçük ve denk olmalıdır.
 Olağan üstü durumlar dışında borçlanmaya başvurulmamalıdır.
 Piyasa ekonomisinin işleyişine önem veren bu yaklaşım, tarafsız maliye görüşünü savunmaktadır. Tarafsız maliye görüşüne göre, devlet kamu harcamaları ve vergi araçları ile bireyler ve firmaların karar ve tercihlerini olumsuz yönde etkilememelidir. 3) Fizyokrasi
18. yüzyılın ikinci yarısında Fransa’da ortaya çıkmış olan bu görüş, klasik liberal düşünceye öncülük etmiştir. Fizyokratlar, devletin ekonomiye müdahalesine karşıdırlar. “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” ilkesi bu görüş tarafından ortaya atılmıştır. Bu görüşün temsilcileri, ekonomik ve sosyal hayatı yöneten “doğal düzen”’in varlığına inanırlar ve onlara göre doğal düzen ancak devletin müdahalesi ile bozulur. Bu nedenle, devlet harcamalarının kısılmasını, tek ve dolaysız verginin tarım sektöründen alınmasını, borçlanmaya gidilmemesini savunurlar. Bu görüşün temsilcileri, tarım dışındaki tüm sektörleri kısır sektör olarak görmekte ve tek verginin de bu sektörden alınmasını önermektedir.

4) Keynesyen yaklaşım
1929 Büyük buhrana kadar geçerli olan klasik liberal anlayışın ayırt edici özelliği devletin ekonomiye müdahalesine karşı olmasıydı. Ancak yaşanan ekonomik krizle bu yaklaşım yerini müdahaleci yaklaşıma bırakmıştır. Çünkü 1929 büyük buhranı, klasik liberal yaklaşımın ileri sürdüğün aksine ekonomide sürekli olarak tam istihdam dengesinin sağlanamadığını göstermiştir. Bu nedenle devlet, eksik istihdam dengesinden tam istihdam dengesine taşımak ve ekonomiyi istikrara kavuşturmak için ekonomiye müdahale etmelidir.

Keynesyen yaklaşımda, ekonomide istikrarın sağlanması görevi devlete yüklenmektedir. Klasik liberal yaklaşımın aksine ekonominin talep yanına önem veren bu yaklaşıma göre, bir ekonomide milli gelir düzeyi ve istihdam toplam talebe bağlıdır. Ekonomide toplam talep yetersizliği işsizliğe; toplam talep fazlalığı ise enflasyona neden olur. Kamu harcamaları ve vergiler toplam talebin önemli bir belirleyicisidir. Toplam talep yetersizliği sonucu işsizlik sorunu baş gösterdiğin devlet harcamaları artırmalı vergileri ise azaltmalıdır. (Bütçe açığı: genişleticidir.) Böylece toplam harcama talebi artar ve işsizlik azalır. Toplam talep fazlalığı sonucu enflasyon baş gösterdiğinde ise devlet vergileri artırarak harcamaları kısmalıdır. (Bütçe fazlası: daraltıcıdır.) Böylece toplam harcama talebi azalır ve enflasyon dizginlenir. Klasik liberal yaklaşımdaki denk bütçe ve sınırlı borçlanma anlayışı bu yaklaşımla terk edilmiştir. Devlet, kamu harcamaları ve vergilerin miktar ve bileşiminde yapacağı iradi değişliklerle ekonomiyi istikrara kavuşturabilir.
5) Monetarist Görüş
M. Friedman, Keynes’in aksine özel sektörün istikrarlı olduğunu savunmuştur. Ona göre, ekonomiyi istikrardan uzaklaştıran piyasadan kaynaklanan içsel sorunlar değildir. Aksine dışsal müdahalelerden yani genellikle kamu tarafından kullanılan (para arzındaki düzensiz dalgalanmalardan) parasal faktörlerden kaynaklanmaktadır. Ekonomik istikrarın sağlanması için para arzı ekonominin büyüme oranına sabitlenmelidir.

Bu yaklaşıma göre, kamu harcamalarındaki artış borçlanma ile finanse edildiğinde faiz oranlarında bir artış meydana gelecektir. Bu durumda faiz oranlarının yükselmesi, özel yatırım harcamalarının azalmasına (dışlama etkisi) neden olacaktır. Temel önerileri şunlardır:
 Serbest piyasa varsayımı altında devlet faaliyetleri sınırlandırılmalıdır.
 Devlet sadece vatandaşların iç ve dış güvenliğini sağlamalıdır.
 Ülke içinde düzeni ve adaleti gerçekleştirmelidir.
 Rekabetçi piyasaların güçlendirilmesini ve para sisteminin kontrolünü amaçlamalıdır.
 Özelleştirme, deregülasyon, çalışmayı ve yatırımı engelleyici vergi politikalarından vazgeçme vb. gibi yapısal politikaları gerçekleştirmelidir.

6) Yeni Klasik görüş: Rasyonel Beklentiler
Bu yaklaşımı savunanlara göre, devletin vergi ve kamu harcamalarını kullanmak suretiyle yürüttüğü politikalar ekonomi üzerinde etkili olamaz. Bunun nedeni ise, devletin ekonomi politikaları hakkında her türlü bilgi ve değerlendirme yeteneğine sahip olduğu (rasyonel olduğu) varsayılan bireylerin ve firmaların, devletin yürüteceği politikalar karşısında aktif tavır alarak bu politikaları etkisiz hale getirebileceğidir.

7) Arz Yanlı İktisat
Keynesyen görüşün ekonominin talep yanına önem vermesinin aksine ekonominin arz yanına önem veren bu yaklaşımı savunanlara göre, vergilerin yükseltilmesi sonucu kişilerin çalışma arzusu ve yatırım isteği kırılacaktır. Ayrıca kişiler ve firmaların yüksek oranlı vergiler karşısında vergi kaçırma ve vergiden kaçınma eğilimleri de artacaktır. Bu nedenle üretimin teşvik edilmesi ve arttırılabilmesi için öncelikle üretim üzerindeki vergi oranlarının düşürülmesi gereklidir.

8) Anayasal iktisat
Anayasal iktisat yaklaşımına göre, anayasada mali yetkileri sınırlayan hükümler yer almadığı takdirde hükümet yetkilerini kötüye kullanabilmekte ve bu sebeple ekonominin işleyişi bozulabilmektedir. Bu nedenle, devletin izleyeceği para ve maliye politikaları anayasal düzeyde belirlenmeli ve sınırlandırılmalıdır. Kaldı ki, onlara göre 1970’li yıllarda baş gösteren ekonomik sorunların temelinde, devletin ekonomiye aşırı müdahalesi, bir başka ifadeyle çok sık ve kolay değiştirilebilen popülist ekonomi politikaları yatmaktadır.
DERS-4: KAMU KESİMİNİN ÜRETİMİNE KONU OLAN ÜRETİLEN MAL VE HİZMETLER
Bir ülkenin ekonomisi, özel kesim ve kamu kesimi olmak üzere başlıca iki kesimden oluşur. Kamu kesimi, esasen ulusal savunma, emniyet, adalet, eğitim, sağlık gibi toplumsal ihtiyaçlara yönelen mal ve hizmetlerin üretir. Ancak 1950’li yıllardan sonra sosyal refah devleti anlayışıyla birlikte kişisel talebe konu olabilen ve tamamen özel nitelikteki mal ve hizmetlerin üretimine de yönelmiştir.
A. KAMU KESİMİNİN ÜRETİMİNE KONU OLAN MAL VE HİZMETLER
Kamu kesiminin üretimine konu olan mallar; tam kamusal mallar, özel mallar, yarı kamusal mallar, erdemli- erdemsiz mallar, kulüp mallar, küresel(global) mallar şeklinde ayrıma tabi tutulabilirler.
1. Tam (saf, pür) Kamusal Mal ve Hizmetler
Tam kamusal mal teorisi ilk defa 1954 yılında P. Samuelson’un “The Pure of Public Expenditure” adlı makalesinde bir model olarak ele alınmıştır. Bu modelde, P. Samuelson, tam kamusal malı söyle tanımlamıştır: “Bir bireyin, bir malı tüketmesi halinde, diğer bireylerin aynı malı tüketmesinde bir azalmaya neden olmayan mallar, tam kamusal mallardır”. Bu tür malların faydası bölünememekte veya tüketiminden dışlamak mümkün olmamaktadır. Tam kamusal malların en belirgin örneği olarak, ulusal güvenlik, anayasa(adalet), diplomatik hizmetler, sokak aydınlatması, şifresiz televizyon yayınları gösterilebilir.
Tam kamusal mal ve hizmetler, topluma bir bütün halinde sunulan ve faydası bölünemeyen mal ve hizmetleridir.
Bütün bu özelliklerinden dolayı devlet tarafından üretilirler. İktisadi rasyonalite yaklaşımı çerçevesinde devlet faaliyetlerinin sınırını ortaya koyan Samuelson’a göre, faydası bölünemeyen mal ve hizmetleri devlet, faydası bölünemeyen mal ve hizmetleri özel kesim üretmelidir.
Tam kamusal mal ve hizmetler, bu özellikleri nedeniyle piyasa başarısızlığının önemli bir nedeni olmaktadırlar. Diğer yandan tam kamusal mallarda, mal ve hizmetlerden bütün bireyler yararlanmak istemekle birlikte, bireyler kamu malına olan taleplerini doğru açıklamamaktadır.
Ulusal güvenlik hizmetinde olduğu gibi bu tür mallar bir kez üretildiklerinde, herkes yararlanabilmekte, tüketiminden kimse dışlanamamaktadır. Rasyonel bireyler bu özellikteki mallara yönelik bireysel taleplerini gizleyebilmektedir. Bu durumda gönüllülük esasına dayalı bir fiyat mekanizması (arz-talep yani fiyat) oluşmamakta ve bu tür mallarda gözlenen duruma “bedavacılık sorunu (free-riding)” denilmektedir. Tam kamusal mal ve hizmetlerin üretimi için gerekli olan finansman kaynağı ise devletin kişilerden ödeme gücüne göre, karşılıksız ve zora dayalı aldığı vergiler olmaktadır.
Özel mal ve hizmetlerin nasıl ve ne ölçüde üretileceğine, piyasada arz ve talep güçlerince karar verilir. Özel bir mala olan talep artınca, fiyatı artar doğal olarak firmalarca o malın üretimi de artar. Ancak tam kamusal malların taşıdıkları özellikleri nedeniyle bireysel talepler belirlenemeyeceğinden, fiyatları belirlenemez ve piyasa tarafından üretilemezler. Bu nedenle toplum için gerekli olan bu tür mal ve hizmetler devlet tarafından sunulmak zorundadır.
Tam Kamusal Mal ve Hizmetlerin Nitelikleri
1) Faydası bölünemez
2) Fiyatlandırılamaz
3) Pazarlanamaz
4) Tüketiminden(faydasından) kimse dışlanamaz veya maliyeti çok yüksek
5) Tüketiminde rekabet yoktur (Ortak tüketim, ortak fayda)
6) Devlet tarafından veya izin verilen firmalarca üretilir
7) Siyasal süreçte, bütçe aracılığıyla sunulur
8) Zorunlu vergilerle finanse edilir
9) Toplumsal ihtiyaçları karşılar
10) ÖRN/ Ulusal güvenlik 2. Yarı Kamusal Mal ve Hizmetler
Karma mal veya sıkışık mallar şeklinde de ifade edilen yarı kamusal mal ve hizmetler hem kamusal hem de özel mal niteliği olan bazı mal ve hizmetlerdir. Bu tür mal ve hizmetlere, toplum açısından önemli faydalar sağlayan eğitim, sağlık, itfaiye, yerel polis hizmetleri ile tiyatro, özel yüzme havuzları örnek olarak gösterilebilir.

Bazı mal ve hizmetler, pazarlanabilir ve fiyatlandırılabilir. Bu nedenle, bazı yarı kamusal mal ve hizmetlerden faydalananları bedellerini ödemedikleri takdirde tüketimden dışlamak mümkündür. Örneğin, tiyatrolar ve özel yüzme havuzları gibi dışlamanın mümkün olduğu, bazı yarı kamusal mal ve hizmetler özel kesim tarafından sunulabilir. Ancak itfaiye ve karayollarında olduğu gibi dışlama mümkün değil veya çok maliyetli ise bu tür hizmetler özel kesim değil, genellikle kamu kesimince sunulurlar.

Belirli bir düzeyde kamu malı üretimi veri iken, bir bireyin bu malı kullanmasına izin verilmesi, bir başka bireyi onu kullanmaktan alıkoymazken, faydasını azaltabilmektedir. Yarı kamusal mal ve hizmetlerde ortaya çıkan bu duruma literatürde “sıkışıklık maliyeti” denilmektedir. Örneğin, belirli sayıda itfaiye aracının olduğu bir bölgede, hizmet verilen kişi sayısı arttıkça, kişi başı faydalar azalacaktır. Teorik olarak, tam kamusal mallarda sıkışıklık maliyetinin ortaya çıkması ya tamamen imkânsız ya da çok güçtür. Özetle bir bireyin, bir malı tüketmesi halinde, diğer bireylerin aynı malı tüketmesinde bir azalmaya neden olan mallara, yarı kamusal mallar denilebilir.

Yarı Kamusal Mal ve Hizmetlerin Nitelikleri
1) Hem özel hem de kamusal mal niteliği taşır
2) Hem özel hem de kamu kesimi tarafından sunulur
3) Eğitim ve sağlık gibi önemli pozitif dışsallıkları olan mal ve hizmetlerin büyük bir kısmını devlet sunar.
A. Tüketiminde rekabet olan ancak dışlanamayan mallar: ÖRN/ Zorunlu eğitim, sağlık, itfaiye hizmetleri, parklar, karayolları ve yüzme havuzları(kamu)
B. Tüketiminde rekabet yok ve dışlanabilen mallar: ÖRN/ Eğitim, sağlık hizmetleri, tiyatro özel yüzme havuzları

3. Özel Mal ve Hizmetler
Özel mal ve hizmetler, tüketimden mahrum bırakmanın(dışlamanın) mümkün olduğu, faydası bölünebilen, fiyatlandırılabilen, pazarlanabilen mallardır. Bu tür mal ve hizmetlerin üretiminin optimal düzeyi, mevcut piyasadaki arz ve talep koşulları tarafından belirlenir. Bununla birlikte, günümüzde, Kapitalist ekonomiden karma ekonomiye geçiş sürecinde artık devletler kişisel talebe konu olabilen ve tamamen özel nitelikteki mal ve hizmetleri de üretebilmektedirler. Örneğin, kamu kesimi tarafından sunulan özel mal ve hizmet grubu içinde en bilinen örneği, eğitim ve sağlık hizmetleridir. Bu mal ve hizmetler, toplumsal faydanın yüksek olması ve fırsat eşitliği yaratması açısından büyük ölçüde kamu kesimince üretilmektedir. Türkiye’de işletmecilik faaliyeti yapan KİT’ler ile TOKİ devletin ekonomik alanda özel mal ve hizmet üreten kuruluşlarıdır.
Özel Mal ve Hizmetlerin Nitelikleri
1) Faydası bölünebilir
2) Fiyatlandırılabilir
3) Pazarlanabilir
4) Tüketimden dışlanabilir
5) Tüketiminde rekabet vardır
6) Firmalarca üretilir
7) Piyasalarda sunulur
8) Satış gelirleriyle finanse edilir
9) Bireysel ihtiyaçları karşılar
10) ÖRN/ Elbise, ayakkabı, mobilya, buzdolabı vb.
4. Erdemli- Erdemsiz Mal ve Hizmetler
Erdemli mal kavramı ilk kez Musgrave tarafından kullanılmıştır. Musgrave’e göre, erdemli mallar şu şekilde tanımlanır: “Toplumun sağlığı ve refahı açısından gerekli olduğu (pozitif dışsallık) halde yeterli bilgi, eğitim ve gelir düzeyi olmadığı için talebi yetersiz olan mallardır”. Musgrave, çocukların zorunlu olarak aşılanması ve okullarda parasız süt dağıtılmasını örnek olarak vermiştir. Ayrıca, bazı iktisatçılar, özel sigortayı, emniyet kemeri kullanma zorunluluğu da bu guruba dahil etmektedir.

Pozitif dışsallıkları olan erdemli(merit) mallar tamamen piyasaya bırakıldığında yeterli talep edilmediği için üretimi de düşük kalır. Devlet toplum sağlığı veya refahı arttırmak için paternalist bir yaklaşımla [Devletin bireyleri himaye etme görevine “paternalizm” adı da verilir. Buna göre, devlet, bireyin çıkarı için neyin daha iyi olduğunu bireyden daha iyi bilmektedir.] bu malların tüketimini zorunlu kılar. Dahası devlet tarafından üretilir. Günümüzde bu mallara örnek olarak, zorunlu eğitim ve sağlık hizmetleri, yaşlı ve kimsesizlere yönelik hizmetler, kültür ve sanat hizmetleri, sosyal konutlar, herkese açık spor ve dinlenme tesisleri, parklar, kreşler, öğrenciye yönelik devlet yurtları ve benzer sosyal hizmetler gösterilmektedir.
Erdemsiz(demerit) mallar ise toplum sağlığını ve genel ahlakını bozan (Negatif dışsallık) mallardır. Niteliği itibariyle erdemli malların tam zıttı olan mallardır. Örneğin, uyuşturucu, alkol, sigara ve benzeri tütün mamulleri ile kumar gibi faaliyetlerdir. Bu durumda, devletin, bu tür mal ve hizmetlerin caydırılması için ekonomik ve sosyal hayata müdahale etmesi gerekli görülmektedir. Aksi halde, bir kısım mala (erdemsiz mala) karşı aşırı talep söz konusu olabilmektedir. Devletin rolü erdemli-erdemsiz mallarda ortaya çıkan talep çarpıklığını giderme yönünde müdahale etmektir
5. Kulüp Mallar
Tüketimden mahrum bırakma özelliği olduğu halde, belirli bir kapasite noktasına kadar tüketimde(faydada) rekabetin olmadığı mallar “kulüp mallar” adı altında sınıflandırılır. Buchanan’ın 1965 yılında yayımlanan “An Economic Theory of Clups” başlıklı bir makalesinde ortaya koyduğu kulüp mallar teorisine göre, tüketimden mahrum bırakma ilkesinin, bu mallar için bireysel talepleri ortaya çıkarmaya yeterli olacağından devlet tarafından üretilmesi zorunlu olmayacaktır.

Kulüp mallar, pozitif dışsallıkları olan ve kulüp diye tabir edilen bir kurumun sadece kendi üyelerinin faydalanması için ürettiği mal ve hizmetlerdir. Bu tür mallarda, aynı mal ve hizmeti talep edenler bir araya gelerek, söz konu mal ve hizmeti düşük maliyetle elde edeceklerdir. Kulübe üye olmayanlar ise bu mal ve hizmetlerden yararlanamayacaktır. Ancak çok sayıda kişiye yarar sağlayan, pozitif dışsallıkları olan kulüp mallarının üretimi devlet tarafından desteklenebilir veya özendirilir.
#NOT# Buchanan’a göre optimal kulüp büyüklüğünü belirleyen iki değişken vardır. Bunlar: kulübün üye sayısı ve üretim miktarıdır. Üye sayısı üretim miktarına eşit olduğu noktada optimal üretime ulaşılır. Bu noktaya kadar bir üyenin tüketimi diğer üyelerin tüketimini azaltmaz. Ancak optimal nokta aşıldıktan sonra yani üye sayısı üretim miktarını aştıktan sonra üretim maliyeti azalsa da bir üyenin tüketimi diğer üyelerin tüketimini azaltacağından sıkışıklık maliyeti oluşur ve hizmette kalite kaybı oluşur.
B. Dışsal Fayda ve Zararın Yayılma Alanı Kıstasına Göre Kamusal Mallar
1. Küresel kamusal mallar: Bu kavram, ilk kez 1999 yılında BM bünyesindeki bir çalışma grubu tarafından ortaya atılmıştır. Dışsal faydaları veya maliyetleri tüm dünya ülkelerine yayılabilen, tüketimde rekabetin olmadığı ve kimsenin dışlanamadığı mal ve hizmetlerdir. Okyanuslar, buzullar, doğal çevre, atmosfer bu tür mallara örnek gösterilir. Salgın hastalıkların önlenmesi, yoksullukla mücadele edilmesi gibi hizmetler BM tarafından global kamusal mal olarak kabul edilmiştir.
2. Ulusal kamusal mallar: Dışsal faydaları veya maliyetleri ülke sınırları içinde yayılan mallara “ulusal kamusal mal ve hizmetler” denir. Bu tür mal ve hizmetlerde tüketimde dışlamama özelliği sadece ülke sınırları içinde geçerlidir. Ulusal savunma, adalet hizmetleri bu tür mal ve hizmetlere örnek olarak verilebilir.
3. Yerel kamusal mallar: Dışsal faydaları veya maliyetleri belirli bir coğrafi alanla sınırlı olan tüketimde dışlanamayan ancak sıkışabilen mal ve hizmetlerdir. Deniz feneri, saat kulesi, parklar, barajlar, göletler, itfaiye hizmetleri, şehir içi yollar, şehir içi trafik, çevre düzenleme hizmetleri vb. bu tür mal ve hizmetlere örnek olarak verilebilir.

#NOT# C.M Tiebout’un maliye teorisine yaptığı katkı yerel kamusal mal ve hizmetlerin üretimi ve bunun etkinliğinin analizidir. Eliyle oy vererek kendi yerel yönetim biriminden istediği hizmetleri(faydayı) alamayan bireyler, faydalarını artıracak hizmetleri sunan başka yerel yönetim birimlerine göç ederler. Böylece üretim- tüketimde etkinlik artar. Bireylerin bu amaçla göç etmelerine maliye jargonunda “ayağıyla oy verme” şeklinde ifade edilir. C. Dışsal Fayda ve Zararın Yayılma Alanı Kıstasına Göre Kamusal Mallar
1. Küresel kamusal mallar: Bu kavram, ilk kez 1999 yılında BM bünyesindeki bir çalışma grubu tarafından ortaya atılmıştır. Dışsal faydaları veya maliyetleri tüm dünya ülkelerine yayılabilen, tüketimde rekabetin olmadığı ve kimsenin dışlanamadığı mal ve hizmetlerdir. Okyanuslar, buzullar, doğal çevre, atmosfer bu tür mallara örnek gösterilir. Salgın hastalıkların önlenmesi, yoksullukla mücadele edilmesi gibi hizmetler BM tarafından global kamusal mal olarak kabul edilmiştir.
2. Ulusal kamusal mallar: Dışsal faydaları veya maliyetleri ülke sınırları içinde yayılan mallara “ulusal kamusal mal ve hizmetler” denir. Bu tür mal ve hizmetlerde tüketimde dışlamama özelliği sadece ülke sınırları içinde geçerlidir. Ulusal savunma, adalet hizmetleri bu tür mal ve hizmetlere örnek olarak verilebilir.
3. Yerel kamusal mallar: Dışsal faydaları veya maliyetleri belirli bir coğrafi alanla sınırlı olan tüketimde dışlanamayan ancak sıkışabilen mal ve hizmetlerdir. Deniz feneri, saat kulesi, parklar, barajlar, göletler, itfaiye hizmetleri, şehir içi yollar, şehir içi trafik, çevre düzenleme hizmetleri vb. bu tür mal ve hizmetlere örnek olarak verilebilir.

#NOT# C.M Tiebout’un maliye teorisine yaptığı katkı yerel kamusal mal ve hizmetlerin üretimi ve bunun etkinliğinin analizidir. Eliyle oy vererek kendi yerel yönetim biriminden istediği hizmetleri(faydayı) alamayan bireyler, faydalarını artıracak hizmetleri sunan başka yerel yönetim birimlerine göç ederler. Böylece üretim- tüketimde etkinlik artar. Bireylerin bu amaçla göç etmelerine maliye jargonunda “ayağıyla oy verme” şeklinde ifade edilir.
DERS-5: DIŞSALLIKLAR
I. Dışsallığın Tanımı:
Bir ekonomik faaliyetin başka ekonomik faaliyetleri olumlu veya olumsuz etkilemesidir. Bu konuda ilk sistematik çalışmayı K. Wicksell yapmıştır. Konuya A. Marshall ve A. Pigou’da önemli katkılarda bulunmuştur. Bir başka ifadeyle dışsallık, bir ekonomik faaliyetin amaçlanın dışında etki veya sonuç göstermesidir. Dışsallık temelde fayda veya zarar şeklinde karşımıza çıkar. Ne var ki söz konusu fayda veya zararlardan etkilenen birimleri dışlamak imkânsız veya oldukça maliyetlidir. Bir ekonomik birimin üretim veya tüketim faaliyetinden elde ettiği özel faydanın yanında, diğer ekonomik birimlere fayda sağlıyorsa “dışsal fayda” veya “pozitif dışsallık”; zarar veya maliyet yüklüyorsa “dışsal zarar”, “dışsal maliyet” veya “negatif dışsallık” söz konusudur.
II. Dışsallıkların özellikleri:
1. Üretim veya tüketim sürecinde ortaya çıkarlar.
2. Negatif veya pozitif olabilirler. Bir üretim veya tüketim sürecinin aynı anda hem negatif hem de pozitif dışsallığa neden olabileceği unutulmamalıdır. Bir fabrikanın çevreyi kirleterek bölgede yaşayanların sağlığını olumsuz etkilemesi negatif dışsallığa; bölgedeki işsizliği azaltması ise pozitif dışsallığa örnek olabilir.
3. Fiyatlandırılamaz ve pazarlanamazlar.
4. Fiyatlandırılamadıkları için yaydıkları fayda veya maliyetler piyasa dışıdır.
5. Kaynak dağılımında etkinsizliğe neden olurlar. Kaynak dağılımında etkinlik koşulu: MSC=MSU
6. Negatif dışsallıklarda marjinal sosyal maliyet, marjinal özel maliyetten büyüktür.
7. Marjinal özel maliyet (MC) + dışsal maliyet (ND) = Marjinal sosyal maliyet (MSC)
8. Negatif dışsallıklarda MSC>MC olduğundan fazla üretim oluşur.
9. Marjinal özel fayda (MU) + dışsal fayda (PD) = Marjinal sosyal fayda (MSU)
10. Pozitif dışsallıklarda MSU>MU olduğundan düşük üretim oluşur.

Piyasa başarısızlığının bir nedeni olduğundan devlet müdahalesi gereklidir. Devlet faaliyetlerinin sınırını belirlemeye yönelen Musgrave yaklaşımına göre, devlet kaynak dağılımında etkinliğin sağlanması için negatif dışsallıkları önleme veya azaltma yönünde; pozitif dışsallıkları ise teşvik etme yönünde devlet müdahale etmelidir. Yani bütçe(maliye) politikası yoluyla devletin kaynak tahsisi, gelir dağılımı ve iktisadi istikrarı sağlama amaçlarını gerçekleştirebileceğini savunan, devlet faaliyetleri hakkındaki yaklaşımdır. III. Dışsallıkların Sınıflandırılması
1. Negatif veya pozitif dışsallık: Dışsallıklar temelde fayda veya zarar vermesine göre pozitif veya negatif dışsallık olarak sınıflandırılır. Fayda söz konusu ise dışsal fayda; zarar söz konusu ise dışsal zarar/maliyet olarak da adlandırılabilir.
2. Tek veya çok yönlü dışsallık: Balıkçıların, tuttukları balıklar nedeniyle birbirlerinin balık tutma şanslarını azaltmaları sonucu balıkçıların her birinin diğerine maliyet yüklemesi çok yönlü dışsallıktır.
3. Devletin rolü açısından dışsallık: Dışsallıktan az veya çok sayıda bireyin etkilenip etkilenmediğine göre sınıflandırılabilir.
4. Ekonomik faaliyetin türlerine göre dışsallık: Üretim ve tüketim dışsallığı
a) Üreticiden üreticiye dışsallık: Herhangi bir üretim faaliyetinin başka üreticileri olumlu veya olumsuz etkilemesi sonucu oluşan dışsallıktır. ÖRN/ telefon haberleşmesi kolaylaştırmak için yapılan faaliyetlerin, internet hizmetlerinin maliyetini düşürmesi, üreticiden üreticiye dışsal fayda sağlamaktadır.
b) Üreticiden tüketiciye dışsallık: Herhangi bir üretim faaliyetinin tüketicileri olumlu veya olumsuz etkilemesi sonucu oluşan dışsallıktır. ÖRN/ TÜPRAŞ’ın üretim faaliyeti sonucu oluşan çevre kirliliğinin, o bölgede yaşayan bireylerin sağlığını olumsuz etkilemesi, üreticiden tüketiciye dışsal maliyet yüklemektedir. En sık görülen dışsallık türüdür.
c) Tüketiciden üreticiye dışsallık: Herhangi bir tüketim faaliyetinin üreticileri olumlu veya olumsuz etkilemesi sonucu oluşan dışsallıktır. ÖRN/ bir tüketicinin bir firmaya ait mallar hakkında olumsuz görüşünü etrafına anlatmak suretiyle ilgili firmanın ürünlerinin daha az satılmasına neden olması, tüketiciden üreticiye dışsal maliyet yüklemesidir.
d) Tüketiciden tüketiciye dışsallık: Herhangi bir tüketim faaliyetinin başka tüketicileri olumlu veya olumsuz etkilemesi sonucu oluşan dışsallıktır. ÖRN/ yüksek sesle müzik dinleyen bir kimsenin, komşularına verdiği dışsallık tüketiciden tüketiciye olumsuz dışsallıktır.

5. Marjinal dışsallık: Son birim üretim veya tüketim faaliyeti sonucu oluşan dışsallıktır.
6. İnfra-marjinal dışsallık: Marjinal dışsallığın önemsenmeyecek derecede küçük olmasıdır. Örneğin, bir apartmanın ısınmada doğalgaza geçmesi o bölgedeki hava kirliliğini azaltmadaki etkisi önemsizdir.
7. Parasal(yalancı) dışsallık: Bir ekonomik faaliyet sonucu diğer ekonomik unsurların piyasa değerinde bir artış veya azalış olmasıdır. Örneğin, 3. Boğaz köprüsünün yapılmasıyla birlikte gayri menkullerin değerlenmesi.
8. Network(ağ) dışsallığı: Bir ağda kullanıcı sayısının artması ağ üzerinden daha fazla kullanıcıya ulaşmayı sağlar. Örneğin, telefon, internet ağı.
9. Teknolojik dışsallık: Teknolojik gelişmelerin üretim veya tüketim fonksiyonlarını veya faaliyetlerini etkilemesini ifade eder.
IV. Dışsallıklara Karşı Devletin Mücadele Araçları
Dışsallıklar, piyasa başarısızlığı/aksaklığının nedeni olarak kabul edilmektedir. Bu nedenle devlet, toplumsal optimum düzeyi sağlayacak araçları kullanmasını gerektirecektir. Devlet, genel olarak, negatif dışsallıklar olması durumunda vergileri (pigou vergisi), pozitif dışsallıklar olması durumunda ise sübvansiyonları kullanmaktadır. Devletin, dışsallıklara karşı başlıca müdahale yöntemleri şunlardır:
A. Mali Araçlar
1. Pigou vergisi: (Negatif dışsallığın vergi ile içselleştirilmesi): Dışsal maliyetlerin firma tarafından içselleştirilmesini sağlamak için, oluşacak dışsal maliyetleri karşılayacak kadar vergi konulması devletin dışsallıklara karşı müdahale araçlarından biridir. Bu durumda, firmanın özel maliyetine, dışsal maliyet kadar vergi eklenecek ve üretim maliyeti(fiyatı) arttığı için firma arz eğrisi sola kayarak, firmanın dışsal zarar veren üretim miktarı azalacaktır.

2. Sübvansiyon: Devlet, dışsal zarar veren A firmasının üretimi kısması karşısında sübvansiyon verebilir. Bu sübvansiyon üretim kısmadan önce ve kıstıktan sonra firmada gelirinde oluşacak azalma kadar olmalıdır. Diğer yandan pozitif dışsallık yayan üretim faaliyetlerine de sübvansiyon verilebilir. Bu sübvansiyon ise üretimi artırmalıdır. B. Mali Olmayan Araçlar
1. Miktar kısıtlamaları: Diğer yöntemlere göre kolay uygulanabilir olması nedeniyle devletlerin sıklıkla başvurduğu yöntemdir. Örneğin, devlet, altın aramada siyanür kullanımı sınırlayabilir. Bir diğer yol ve daha katı olanı, dışsal zarar veren faaliyetlerin yasaklanmasıdır. Devlet, yasaklara uymayanlara cezai yaptırımlara gider.
2. Ruhsat uygulaması: Negatif dışsallık ortaya çıkmadan önce önlemeye yönelik bir uygulamadır. Üretim faaliyetleri için yetkili makamlardan izin alınması gerekir.
3. Çevre standartları: Belli bir kirlilik(emisyon) düzeyini aşan üretim veya tüketim faaliyetlerine izin verilmez. Örneğin, egzoz gazı ölçümü
4. Pazarlanabilir kirlilik hakları (Permiler): Devletin, negatif dışsallığın belirli bir düzeyini toplum için kabul edilebilir görülmesidir. Devlet “çevre kirliliği hakları” piyasası oluşturarak, negatif dışsallık yayan firmaların faaliyetlerini yürütebilmeleri için bu hakları satın almalarını zorunlu kılınabilmektedir. Bu hakları(permileri) satın almak isteyen firmaların teklifleri ile oluşacak fiyatlar, firmalar arası kaynak tahsisini sağlamaya yardımcı olacaktır. Bu hakka(permi) sahip olan firmalar, kendi emisyonlarını azaltarak bu haklarını üretimini artırmak isteyen firmalara kısmen veya tamamen satabilir veya diğer permilerle değiştirebilir.
5. Mülkiyet kullanımının düzenlenmesi: Organize sanayi bölgeleri, belli sanayi kolları şehir dışına kurulmasına izin verilir. Böylece bu üretim faaliyetlerinin yaydığı kirliliğin toplum üzerindeki etkisini azaltılır.

C. Coase teoremi
Piyasa çözümü de denilen bu yöntemde; dışsallıklar, tarafların karşılıklı antlaşmaları ve mülkiyet haklarının düzenlenmesine bağlı olarak bir tarafın diğer tarafa “tazminat” ödemesi yoluyla ortadan kaldırılabilir. Bu şekilde kaynakların etkin tahsisi, maliyetsiz pazarlık varsayımı altında mal varlığının kime verildiğine bağlı olmaksızın sağlanabilir. Bu yaklaşıma “Coase Teoremi” denilmektedir. R.H. Coase göre, dışsallık durumunda devletin müdahale etmesine gerek yoktur, devlet sadece piyasanın çözemediği durumlarda mülkiyet hakkının kullanımını belirlemeli ve pazarlık(muamele-anlaşma) maliyetlerini sıfırlamalıdır. Sonuçta aralarında antlaşmaya varan birey veya firmalar üretimde sosyal optimum düzeyine ulaşır.
DERS-6: PİYASA BAŞARISIZLIĞI: DEVLETİN EKONOMİDEKİ GÖREVLERİ
Piyasanın çalışmadığı veya eksik çalıştığı alanlarda devletin fonksiyonları ortaya çıkmaktadır. Piyasaların hangi durumlarda çalışmadığı ve bu durumda devletin hangi araçlarla ekonomiye müdahale edeceği “piyasa başarısızlığı” teorisi ile açıklanmaktadır. Bu çalışmada, devletin, ekonomik ve sosyal işlere karışmasının gerekçeleri piyasa başarısızlıkları çerçevesinde ele alındıktan sonra, piyasanın aksaklıkları giderme yönünde devlete düşen görevlerin ne olması gerektiği konusu incelenecektir.
I. PİYASA BAŞARISIZLIĞI
Tam rekabet piyasasında hangi mal ve hizmetlerin üretileceği ve tüketileceği fiyat mekanizması ile belirlenmektedir. Mal ve hizmetlerin üretim miktarları ve fiyatları, arz ve talep güçlerince kendiliğinden oluşmakta ve bunun sonucunda ekonomik etkinlik beklenmektedir. Ancak piyasalar her zaman etkin bir şekilde çalışmadığı bilinmektedir. Serbest piyasaların işleyişinin gönüllülük esasına dayanması bazı mal ve hizmetlerin çok fazla üretilmesine, bazılarının ise yetersiz üretilmesine yol açabilmektedir. Piyasa başarısızlığının en uç noktasında ise bazı mal ve hizmetler için piyasalar hiç oluşmaması vardır. Bu durumda devletin mal ve hizmet piyasasında yer alması zorunlu olmaktadır.

Piyasa başarısızlıkları teorisi neo-klasik iktisat ile maliye teorisinin buluştuğu alanlardan birisidir. Neo-klasik teoriye göre, kaynakların tahsis mekanizması asıl olarak piyasalardır. Ancak piyasa mekanizmasının çalışmadığı veya yetersiz kaldığı alanlarda kamu ekonomisine gerek doğmaktadır.

Bu noktada R. Musgrave ’in devletin ekonomideki rolünün ne olması gerektiğine ilişkin görüşü önemlidir. Musgrave yaklaşımına göre, piyasa aksaklıkları veri iken devletin üstlenmesi gereken fonksiyonlar;
1. Kaynak tahsisinde etkinliği sağlama,
2. Gelir dağılımını iyileştirme,
3. Ekonomik istikrar sağlama

Musgrave ‘in, özellikle kaynak dağılımı fonksiyonu, devletin özel ekonomiye müdahalesinin sınırlarını çizmek için yol gösterici olmuştur. Buna göre, piyasaların etkin kaynak dağılımını sağlayamadığı durumların en klasik olanları ortak mallar, kamusal mallar, erdemli-erdemsiz mallar, dışsallıklar ve doğal tekellerdir. J. Stiglitz ise piyasa aksaklıklarına, eksik rekabet piyasaları ve asimetrik bilgi durumlarını da ilave etmiştir. B. GELİR DAĞILIMI GÖREVİ
Bireyler, hane halkı ve çeşitli kesimler arasında servet ve gelir dağılımındaki adaletsizlikleri gideme görevi de devlete verilmektedir. Belirli bir zamandaki gelir, servet veya refahın dağılımı toplumun istedikleri ile uyumlu olmayabilir. Bunun anlamı ise toplumsal huzursuzluktur. Gelir dağılımının başlangıçta bozuk olmasının temel nedeni miras yolu ile edinilmiş servet ve bireysel yeteneklerdir. Diğer yandan gelir ve servet başlangıçta adil bir biçimde dağıtılmış olsa bile zaman içerisinde yukarıda sözü edilen bireysel yetenekler, fiyatların farklılaşması, alınan eğitim düzeyinin farklılaşması nedeniyle gelir dağılımı daha da bozulabilecektir. Toplumsal huzur ile gelir dağılımındaki adalet arasındaki yakın ilişki veri iken devletin gelirin yeniden dağılımını düzenlemedeki görevi kaçınılmaz olmaktadır.

Diğer yandan rekabetçi piyasaların işleyişinin gelir dağılımını bozucu etki yaptığı bilinmektedir. Örneğin, firmaların karını en yüksek düzeyde tutabilmesi, minimum maliyetle üretim yapabilmesine bağlıdır. Firma için maliyeti belirleyen en önemli unsur ise emek faktörünün üretimden elde ettiği ücrettir. Firmalar karı en yüksek düzeyde tutma amacı bir bakıma ücreti en az düzeyde belirlemesine bağlıdır. Şu hâlde kar geliri elde edenler ile ücret geliri elde eden gruplar arasında gelir dağılımının bozulması kaçınılmazdır. Bir diğer örnek ise, geliri düşük olan veya hiç olmayanların mal ve hizmet talepleri olmayacağından, piyasaların bu kimselere yönelik üretimde bulunmamalarıdır. Piyasa koşullarının gelir ve servet dağılımında adaleti sağlama yönünde çalışmadığı aksine adaletsizliği arttırıcı yönde etkiler yaptığı bilindiğinde, devletin gelirin yeniden dağılımını düzenleyerek daha adaletli bir düzeye getirme görevi ortaya çıkmaktadır.

Bundan bir asır önce, toplumsal adaletle(huzur) ile vergi adaleti arasındaki sıkı ilişki olduğuna dikkate çeken Wagner, vergi sisteminin oluşturduğu tersine artan oranlı etkilerin giderilmesinden başka, gelir dağılımındaki dengesizlikleri azaltmayı da vergi politikasının amacı haline getirmiştir. Gelir dağılımında adaletin sağlanması için artan oranlı vergileri ilk savunan Wagner’dir. E.R.A. Seligman ise bu hususta Wagner’i eleştirmiştir. Ona göre artan oranlı vergiler gelir dağılımını her zaman düzeltmeyebilir hatta gelir ve servet dağılımını bozabilir. Devlet böyle bir duruma neden olmamalıdır. Aslında bu amaç neo-klasik ekonomistlerin geliştirdiği marjinal fayda kuramı (fedakârlık kuramı) ile ekonomik temele dayandırılmıştır. Bu kurama göre gelir arttıkça gelirin marjinal faydası azalacağından devletin yüksek gelir sahiplerinden düşük gelir sahipleri lehine geliri transfer etmek suretiyle geliri yeniden dağıtıcı vergi politikası izlemesi, toplumsal fayda ve refahı olumlu yönde etkilemektedir.

J.M. Keynes ise, ekonomik buhran dönemlerinde tam istihdamı sağlayabilmek için tüketim eğilimi yüksek olan düşük gelirli sosyal sınıfların lehine gelirin yeniden dağılımını önermiştir. Yeniden dağıtıcı bir vergi politikası, konjonktür politikasın yanı sıra, büyüme politikasına ilişkin de kullanılabilir.

E.R. Ralph’a göre, hiç kimsenin verimliliğini azaltmadan belirli sosyal sınıfların verimliliği arttırılabildiği sürece yeniden dağılımı onaylamak mümkündür. Buna göre, gayri maddi sermaye(eğitim-sağlık) stokunda meydana gelen artış, özellikle düşük gelirli sosyal sınıfların bu artıştan yararlanmaları halinde, verimlilik(büyüme) yükselecektir.

Piyasalar, her ne kadar gelir dağılımı düzeltme yönünde çalışsa da bu havuz hikâyesinde olduğu gibi yeterli olmayacaktır. Devlet daha geniş yelpaze ile gelirin yeniden dağılımını koordine etme olanağına sahiptir. Günümüz devletleri; zorunlu vergileme, vergide artan oranlılık, bazı kamusal ve özel mal ve hizmetlerin üretimi, transfer harcamaları ve sübvansiyonlar aracılığıyla gelirin yeniden dağılımını sağlamaya çalışmaktadır.

C. EKONOMİK İSTİKRAR GÖREVİ
Ekonomik istikrar, genel olarak bir ekonomin temel değişkenleri olan, fiyatlar genel düzeyinin, istihdam düzeyinin ve dış ticaretin dengede olmasını ifade eder. Ekonomide yaşanan yüksek enflasyon, işsizliğin kalıcı ve yaygın bir hal alması ve ödemeler dengesi açıklarının artması önemli istikrarsızlıklar olarak kabul edilmektedir. Ekonomide zaman içinde ortaya çıkan istikrarsızlıkların, devlet müdahalesi olmaksızın serbest piyasa güçleri tarafından giderilmesi pek mümkün değildir. Bu nedenle, ekonomik istikrarsızlıklar karşısında devletin gerekli tedbirleri alması kaçınılmazdır. İstikrar önlemlerinin amacı, dengeli bir büyüme, kalkınma ve gelir dağılımın sağlanması için bozulan ekonomik dengeleri yeniden kurmaktır.

Ekonomideki enflasyona karşı, kamu harcamaları azaltılır, buna karşılık vergiler arttırılırken; durgunluğa karşı ise, kamu harcamaları arttırılırken, vergiler azaltılır. Diğer yandan devlet ekonomide para politikası tedbirleri ile de ekonomideki istikrarsızlıklarla mücadele eder. Durgunlukta genişletici para politikası izlenirken, enflasyonda ise daraltıcı para politikası izlenir. Ekonomide dış ödeme sorunu varsa, bunun giderilmesi için ihracat teşvik edilirken, buna karşılık ithalat kısılır. İthalatın kısılmasında gümrük vergileri devletin en geleneksel aracıdır. Ayrıca döviz kuru politikası ile de dış ödemeler dengesi üzerinde etkili olunur. Ancak, devletin ekonomiye müdahale ederek piyasaların başarısızlığında bir aktör olduğunu savunan görüşlerde vardır. Bu görüşün gerekçesi olarak, devletin ekonomik istikrar amacı ile gelir dağılımı amacının çatışması gösterilmektedir.

D.EKONOMİK BÜYÜME VE KALKINMA GÖREVİ
Ekonomik büyüme, bir ülkede, belli bir dönemde üretilen mal ve hizmetlerin toplam tutarındaki artışı ifade eder. Ekonomik gelişme ise, üretim miktarındaki artışla birlikte, ekonomideki olumlu yapısal değişmeyi, yani ekonomide üretilen mal ve hizmetlerin kalitesinin de yükselmesini ifade eder. Ekonomik gelişmenin sağlanabilmesi için üretimin arttırılmasının yanında, sağlık, eğitim, kültür ve vb. diğer sosyal hizmetlerin kalitesinin yükseltilmesi gerekmektedir. Ekonomik büyüme ve gelişmenin sağlanmasında devlete önemli görevler düşmektedir. Devletin müdahalesi olmadan, piyasa ekonomisi tarafından kendiliğinden ekonomik büyüme ve gelişmenin sağlanması mümkün değildir. Özellikle az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde ekonomik büyüme ve gelişme için devlete daha çok görev düşmektedir.
II. DEVLETİN EKONOMİDEKİ ROLÜ
A. KAYNAK DAĞILIMI (TAHSİSİ) GÖREVİ
Piyasa başarısızlığı, devletin kaynak tahsisi görevi üstlenmesinin en önemli gerekçesini oluşturmaktadır. Bilindiği üzere, üretimde kullanılan kaynaklar kıt olması ve alternatif kullanım alanların varlığı, bu kaynakların etkin kullanımı gerektir. Bu ise, kaynakların toplum refahını en yüksek düzeye çıkaracak üretim alanlarına tahsis edilmesi ile sağlanabilir.
Sadece özel kesimin bulunduğu bir ekonomide kaynakların etkin dağılımının gerçekleşmesi her zaman mümkün değildir. Piyasada tam rekabet şartlarının olmayışı, ortak mal kaynakların kullanımı sorunu, kamusal malların üretimi sorunu, negatif dışsallıkların varlığı, doğal tekeller, geleceğe ait belirsizlik ve riskler etkin kaynak dağılımının gerçekleşmesini engelleyen başlıca faktörlerdir. Bu gibi durumlarda devletin rolü, ekonomide etkin kaynak dağılımı sağlayacak önlemleri almaktır.

Piyasa Başarısızlığının Başlıca Nedenleri:
a. Ortak Mal ve Kaynaklar: Tam rekabet piyasası özel mülkiyet üzerine kurulmuştur ve herkesin mal varlığı edinme hakkı vardır. Ancak bazı mal varlıkları vardır ki, bunlar hiç kimseye devredilemez. Bunlar, hava, deniz, ırmak, mera, su kaynakları, avlanma alanları, radyo ve televizyon yayın alanları, petrol ve maden kaynakları gibi örnek gösterebileceğimiz ortak mal ve kaynaklardır. Ancak, ortak mal-kaynakların kullanımın serbest olması bireylerin bu mal-kaynakları aşırı kullanılması ve ortak mal-kaynaklarının zarar görmesi ile sonuçlanmaktadır. İşte bu noktada devlete yüklenen görev, ortak mal-kaynakların kullanımının bireyler ve zamanlar açısından kullanımının tahsisini yapmaktır. (Mera örneği: ortakların trajedisi)
b. Kamusal Mallar: Piyasa başarısızlığının bir başka kaynağı ise kamusal malların varlığıdır. Önceki konuda ele alındığı için burada yer verilmeyecektir.
c. Dışsallıklar: Piyasa başarısızlığının bir başka kaynağı ise dışsallıklardır. Dışsallıkların varlığının en önemli nedeni deniz, hava veya mera gibi ortak mal ve kaynakların kullanımında mal varlığı haklarının belirlenememesidir. Devletin, kaynak tahsisi görevini üstlenmesinin haklı gerekçesinden biriside budur. Dışsallıklar konusu daha önce ele alındığı için burada yer verilmeyecektir.
d. Doğal Tekeller: Piyasa başarısızlığı teorisine göre, devletin ekonomiye müdahalesini gerekli kılan konulardan biri de doğal tekellerdir. Büyük ölçüde sabit sermaye gerektiren doğal tekeller, bireysel talebe konu olan özel mal ve hizmet üretirler ve üretim ölçeği büyüdükçe azalan maliyetle üretim yaparlar. Uzun dönemde, marjinal maliyetler her üretim ölçeğinde ortalama maliyetlerin altında gerçekleşir. Üretim ölçeği büyüdükçe, üretim maliyetleri o kadar düşer ki bu üretim alanlarında bir firmanın üretim yapması birden fazla firmanın üretim yapmasından daha etkin olur.
ÖRN/ Demiryolu taşımacılığı, metro, doğal gaz, su ve elektrik, posta, telefon (GSM) ve internet hizmetleri gösterilmektedir. Bu tür hizmetlerin özel kesime bırakılması halinde ise doğal tekel konumundaki firma, uzun dönem fiyatını marjinal maliyet kuralının dışına çıkarak aşırı kar sağlayacak şekilde belirler. Bu üretim düzeyi optimum üretim düzeyi değildir. Etkinlikten uzaklaşılır. Doğal tekellerde üretim ölçeği büyüdükçe marjinal maliyetler ortalama maliyetlerin altında kaldığından optimum üretim düzeyinde ise (marjinal maliyetin fiyata eşit olduğu noktada) firma zarar eder. Bu nedenle devlet tarafından sunulan doğal tekellerde ortaya çıkan zarar devlet bütçesinden karşılanır.
e. Risk ve Belirsizlik: Nobel ödüllü iktisatçı J. Stiglitz piyasa başarısızlıklarının nedenleri arasına eksik piyasalar ve asimetrik bilgi konusu da ilave etmiştir. Tam rekabet piyasasının önemli bir özelliği de alıcı ve satıcıların satılan mal ve hizmetler hakkında tam ve doğru bilgiye sahip olmalarıdır. Eğer alıcı ve satıcılardan birinin diğerine göre mal ve hizmetler hakkında fazla bilgiye sahip olması halinde, piyasanın mükemmel çalışması söz konusu olmayacaktır. Reel ve finansal ilişkilerde bu şekilde oluşacak asimetrik bilgi sorunu, “ters seçim” ve “ahlaki risk”’e neden olarak piyasa başarısızlığın tam da kendisi olmaktadır. ÖRN/ sigorta şirketinin özel sağlık sigortası yaptığı bireyin sağlık durumu hakkında tam bilgi sahibi olması oldukça zordur (veya maliyetlidir). Bu durum, sigorta şirketinin gelecekte bireye eksik bilgisinden kaynaklı fazla ödeme (sağlık gideri) yapmasına neden olacaktır.
Diğer yandan gelecekle ilgili tam bilgiye sahip olmak neredeyse imkânsızdır. Gelecekteki ekonomik ve sosyal koşullar, iklim koşulları, zevk ve tercihler, teknolojide ortaya çıkacak belirsizlikler ve değişiklikler şimdiden bilinemeyecektir. Bu nedenle devlet, gelecekle ilgili belirsizlikleri azaltma yönünde ekonomiye müdahale etmelidir. Örneğin, devletin rolü, işsizlik sigortası ve sağlık sigortası gibi sosyal güvenlik alanlarında öne çıkmaktadır.

DERS-7: SİYASAL KARAR ALMA MEKANİZMASI- OYLAMA MODELLERİ
Devletin ekonomiye müdahale gerekçesi olarak öne sürülen ve piyasaların işleyişini etkinlikten uzaklaştıran bu faktörler “piyasa başarısızlığı teorisi” altında açıklanmaktaydı. Ancak 1960’lı yıllardan itibaren ortaya çıkan “kamusal tercihler teorisi”, Neo-klasik ve Keynesyen iktisatçıların piyasa başarısızlığı teorisi ile öne sürdüğü argümanların tam aksine kamu kesiminin başarısızlığı üzerine kurgulanmıştır. Bu çalışmada, kamusal tercihler teorisi altında kamu kesiminin başarısızlık nedenleri ele alındıktan sonra, kamu kesiminin ekonomideki rolü ve üretileceği mal ve hizmetlerin belirlenme aşaması olan kamusal karar alma mekanizması (oylama modelleri) üzerinde durulacaktır.
I. KAMU TERCİHİ TEORİSİ
Kamu tercihler (Public choice) teorisi piyasa ekonomisi gibi kamu ekonomisinin de başarısızlığa uğrayabileceğini ileri sürmüştür. Bu teori temelde, devletin ekonomi üzerindeki müdahale ve düzenlemelerinin olumsuz sonuçlarını ortaya koymaktadır. Bunu yaparken, genel iktisat teorisinde yapılan analizlerde geçerli olan yöntemlerin kamu kesimi içinde geçerli olduğunu varsaymaktadır. Kamu tercihi teorisyenlerinin varsayımları; değişimden kazanç elde edilmesi veya politik mübadele(catallaxy), metodolojik bireyselcilik ve rasyonel insandır. (Homoeconomicus) Buna göre kamu tercihi teori, kamu kesiminde alınan kararların ve yapılan uygulamaların iktisat teorisindeki kural ve yöntemlerle analiz edilmesi üzerine kurulmuştur.

Kamu tercihi teorisinin temellerini,
 K. Arrow’un (1951) “Sosyal Seçim ve Bireysel Değerler”,
 A. Downs’ın (1957) “Demokrasinin Ekonomi Teorisi”,
 J.M. Buchanan ve G. Tullock’un (1962) “Oybirliğinin Hesabı”,
 D.Black’ın (1958) “Komiteler ve Seçimler Teorisi”,
 W. Niskanen (1961) “Bürokrasinin Ekonomik Teorisi”,
 M.Olson’un (1965) “Kolektif Faaliyetin Mantığı” adlı eserler oluşturmaktadır.

PİYASA VE KAMU EKONOMİSİNİN KARŞILAŞTIRILMASI
Piyasa Ekonomisi Kamu Ekonomisi
Talep Yanı Tüketiciler Seçmenler, Baskı Grupları
Hedef Fonksiyonu Fayda Maksimizasyonu Hizmetlerin Arttırılması, Vergilerin Düşürülmesi
Arz Yanı Firmalar Politikacılar, Bürokratlar
Hedef Fonksiyonu Kar Maksimizasyonu Politikacılar: Oy Maksimasyonu Bürokratlar: Etki Alanı Maksimasyonu
Tercih Bildirme Aracı Fiyat Mekanizması: Arz ve talep Oylama
Çıktı Özel Mal ve Hizmet Kamu Malı ve Hizmeti
Kamu tercihi teorisinin öncüsü olarak kabul edilen J.M. Buchanan, piyasa ekonomisinde geçerli olan “homoeconomicus” ilkesinin kamu ekonomisi içinde geçerli olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre hem seçmenler hem de politikacılar ve bürokratlar, belli sınırlar dahilinde, tıpkı serbest piyasada kişisel faydasını maksimize etmeye çalışan bireylere benzer şekilde hareket ederler. Örneğin, politikacılar tekrar seçilebilmek için kamu kaynaklarını kendi seçim bölgelerine veya seçmen kitlesinin taleplerini karşılamak için kullanırlar. Bunun sonucunda kamu harcamaları giderek artar ve bütçe açık vermeye başlar. Bununla birlikte, artan kamu hizmetlerinden yararlanan bireyler, kamu finansman açıkların ekonomide yüksek faiz düzeyi ve enflasyon gibi olumsuz sonuçların farkına varamazlar. Diğer yandan, devlet artan kamu harcamalarını karşılamak için öncelikle dolaylı vergilerdeki artış ile stopaj yoluyla alınan vergileri arttırma yoluna gider. Buchanan bütün olarak bunları, “mali aldanma-fiscal illusion” olarak nitelendirir ve bu davranış biçimini kamu kesiminin başarısızlığının temel nedenleri arasında görür.
Kamu kesimin özellikleri
 Kamusal mal ve hizmet üretir.
 Hizmetler bürokrasi üzerinden gerçekleştirilir.
 Finansmanı temelde vergilerdir.
 Üretim miktarı siyasal karar alma mekanizması aracılığıyla belirlenir.
 Üretim kararlarının bir yanında politikacı ve bürokratlar; diğer yanında seçmenler ve baskı grupları vardır.
 Seçmelerin tercih bildirme aracı oylamadır.
 Oy maksimasyonu ve fayda maksimasyonu geçerlidir.
Özel kesimin özellikleri
 Özel mal ve hizmet üretir.
 Üretim firmalarca gerçekleştirilir.
 Finansmanı satış gelirleridir.
 Üretim kararları arz ve talep koşullarına göre belirlenir.
 Üretimin kararlarının arz yanında firmalar, talep yanında tüketiciler vardır.
 Tüketicilerin tercih bildirme aracı fiyat mekanizmasıdır.
 Kar maksimasyonu ve fayda maksimasyonu geçerlidir. II. DEVLETİN BAŞARISIZLIĞININ NEDENLERİ
Ekonomiyi buhrandan kurtarmak amacıyla 1930’lu yıllardan itibaren başlayan devlet müdahalesi her geçen yıl artmış ve adalet ve savunma fonksiyonlarını yerine getiren devlet anlayışından, ekonomik ve sosyal hayatın hemen her alanında görev üstlenen “sosyal refah devleti” anlayışının benimsenmiştir. Ancak devletin faaliyet alanı aşırı ölçüde genişlemiş olması, “leviathan devlet” tehlikesini gündeme getirmiştir. Kamu tercihi teorisyenleri bu durumu Thomas Hobbes’in ünlü eserinin adı Leviathan [Önüne çıkan canlıları yutan mitolojik bir deniz canavarı]’dan yola çıkarak devleti, “önüne çıkan canlıları yutan mitolojik bir deniz canavarına benzetmiştir. Bu benzetmeye göre “önüne çıkan canlıları yutan bir deniz canavarı gibi devlet de kaynakları kendine çekerek aşırı büyüyecektir. Aşırı büyüyen devlet ekonomik sorunların kaynağı olacaktır.

Başta J.M. Buchanan olmak üzere kamu tercihi teorisyenlerin katkılarıyla ileri sürülen kamu kesiminin başarısızlık nedenlerini şu şekilde özetlenebilir:
 Seçmenlerin bilgisizliği ve ilgisizliği
 Çıkar ve baskı gruplarının rant elde etme çabaları
 Popülist uygulamalar/oy ticareti
 Kararların oy çokluğu esasına dayanması
 Çoğunluk seçmen kitlesi yaklaşımı
 Kamu kesiminde eş-dost görevlendirmeleri
 Bürokrasinin, kamu kesiminin sürekli büyümesi
 X-Etkinsizliği
III. OYLAMA MODELLERİ (BİREYSEL TERCİHLERDEN TOPLUMSAL TERCİHLERE GEÇİŞ)
A. DOĞRUDAN DEMOKRASİ MODELLERİ
Kamu kesimi tarafından üretilecek olan mal ve hizmetlerin düzeyleri konusunda bireylerin doğrudan oy kullandıklarını varsayan oylama modellerinin birçoğu doğrudan demokrasi modelleri çerçevesinde gelişmiştir. Diğer yandan bireyler yerine karar verenler için oylama yöntemine ise temsili demokrasi denilmektedir. Bireysel tercihlerden toplumsal tercihlere geçişte kullanılan yöntem oylamadır.

1. Oybirliği Kuralı
Toplumun üyelerinin hiçbirinin refahını azaltmadan, bazılarının refahını arttırabilecek iyileşmeler hem piyasa hem de kamu ekonomisinde yapılmalıdır. Böyle bir etkinlik düzeyine ulaşmak için kamusal mal ve hizmetlerin üretim düzeyi belirlenirken her bireyin veto hakkına sahip olması yani oybirliğinin sağlanması demektir.

Pareto etkinliğini sağlamak ve kamu ekonomisinde sosyal refahın maksimizasyonu için K. Wicksell (1896) kararların oybirliği ile alınması önermiştir. Ancak mutlak oybirliği (örneğin, 9/9) ile kararların alınmasının güç ve maliyeti olduğunu kabul eden Wicksell, mutlak oybirliğinin sağlanamaması durumunda kararların nispi oybirliği (örneğin, 8/9) kuralı ile alınabileceğini önermiştir.
Buchanan-Tullock, 1962 yılında yayımlanan “Oybirliğinin Hesabı” (Calculus of Consent) başlıklı makalesinde hangi konuların anayasal düzeyde, hangilerinin anayasal sonrası düzeyde oylanması gerektiğini “karar alma maliyetlerinin” belirleyeceğini belirtmişlerdir. Karar alma sistemine ilişkin iki tür maliyet söz konusudur. Azınlıkta kalan seçmenlerin üzerine yayılan maliyetleri gösteren “dışsal maliyet eğrisi” dir. Kararın alınması için gerekli oy oranının artmasıyla birlikte ortaya çıkan maliyetlere “karar alma maliyetleri eğrisi” de denir.

2. Çoğunluk Kuralı
Bireysel tercihlerden toplumsal tercihlere ulaşmada kullanılan yöntem oylamadır. Tutarlı ve etkin bir şekilde toplumsal tercih sıralamasına geçmek için birçok oylama modeli geliştirilmiştir. Bu modellerden en eski olanı “çoğunluk kuralı”’dır.

(i) Basit Çoğunluk (Salt / Mutlak Çoğunluk veya Medyan Seçmen):
Seçimlere katılanların yarısından fazlasının oyunu alan seçenek kazanır. Yani %50+1 alan kazanır. Seçimlerde mutlak çoğunluk uygulaması yaygındır ve seçimler mutlak çoğunluğu sağlayana kadar devam etmektedir. Oylama alternatiflere ilişkin bir karar almak için yapılır. Ancak bir oylama kuralı ile karar alınamıyor ise buna “oylama paradoksu” denir. Oylama paradoksuna nedeni ise, aslında bireylerin tercihlerini farklı ve tutarsız bir biçimde sıralamaları yani “döngüsel çoğunluklar” denir. Döngüsel çoğunluklar, bireylerin tercihleri birbirinden faklı ve tutarsız bir biçimde sıralamaları sonucu ortaya çıkar. Döngüsel çoğunluğun olduğu bir durumda, çoğunluk oylama kuralı ile bireysel tercih sıralamalarından sosyal bir tercih sıralamasına geçilememektedir. Özetle, bireylerin tercih sıralamalarında tutarsızlıkların olması halinde çoğunluk kuralı işlememektedir.
 Arrow’un İmkânsızlık Teoremi: Amerikalı K.J. Arrow (1951), bir oylama kuralının oylamanın gerekli kıldığı asgari etik koşulları taşımasının imkânsız olduğunu ileri sürer. Bu koşullar;
I. Konu ile ilgili tüm seçeneklerin oylanması,
II. Rasyonellik
III. Bireysel ve toplumsal tercihler arasında pozitif ilişki olması,
IV. Toplumsal sıralama yalnızca seçmenlerin sıralamasına dayanması yani toplumdaki bir kişinin tercihinin toplumun tercihi sayılması sonucunu doğuran diktatörlük durumunun olmamasıdır.
Bu koşulları taşınması imkânsız olduğundan basit çoğunluk kuralı oylama paradoksundan, döngüsel çoğunluktan arındırılamaz. Maliye literatüründe buna “Arrow’un Çözümsüzlük Teoremi” veya “Arrow Açmazı” denilir. Özetle Arrow, söz konusu koşullar altında, çoğunluk kuralının uygulanması halinde bireysel tercih sıralamasından sosyal tercih sıralamasına erişilemeyeceğini ileri sürer.
(ii) Nisbi (Göreli) Çoğunluk: Seçenekler için verilen oyların toplam oylara oranı alınır ve en büyük azınlığın oyunu alan aday kazanır.
(iii) Kaliteli (Nitelikli) Çoğunluk: Kolektif kararların alınabilmesi için oylamaya katılanların büyük çoğunluğu aynı yönde oy vermelidir. B. DİĞER OYLAMA KURALLARI
1. Condorcet kuralı [Döngüsel (Dönemsel) Çoğunluk]
Oylama paradoksuna neden olan döngüsel çoğunluklar sorununu ilk Fransız matematikçi M. de Condorcet (1743-1794) ortaya koymuştur. Bu sorunu ortadan kaldırmak için “bir seçeneğin kazanmış sayılabilmesini tüm öteki seçeneklere karşı oylanmış ve kazanmış olması şartına bağlamıştır”. Buna seçimi kazanmada “Condorcet ölçüsü” denilmektedir. Genellikle eleme yönteminde, çifter çifter oylama yöntemiyle diğer seçeneklerin elenmesinden sonra, son oylamaya kalan seçenek bir kere daha oylanarak çoğunlukça kabul edilirse, seçmen kararı haline gelecektir. Ancak bu yöntemde, çifter çifter oylansa dahi ilk elemede seçmenlerin diğer seçimleri dikkate alınamayacağından tutarsız sonuçların ortaya çıkması engellenememektedir.

2. Borda Kuralı
Fransız matematikçi J.C.de Borda (1733-1799) ise; seçmenlerden seçeneklere ilişkin tercih sıralaması istenerek birinciden sonra gelen seçeneğe azalan sırayla ağırlık(puan) verilmesini ve en yüksek puanı alan seçeceğin kabul edilmesini önermiştir. Ancak bu durumda da bazı seçeneklerin Borda sayısı(puanı) eşit çıkmakta ve oylama paradoksunu çözüme kavuşturamamaktadır.

3. Oy Ticareti(logrolling)
Siyasal karar alma mekanizmasın önemli bir özelliği de tekliflerin birbirinden bağımsız karara bağlanamamasıdır. Çoğunluk oylama kuralı ile karar alınamaması, teklifler üzerinde sürekli olarak oylama yapılması, zaman içinde oy alışverişine(logrolling) neden olmaktadır. Çoğunluk oy ticareti sonucu sağlanmaktadır. Oy değiş tokuşu durumunda seçmenler birbirlerinin tercihlerine oy verirler. Böylece oy değiş tokuşu durumunda oy çokluğuna göre kazanamayacak durumdaki projeler kabul edilir. Oy değiş tokuşunda seçmenler veya politikacılar sonuçta bir fayda elde ederler. Ayrıca G. Tullock (1959), oy alışverişinin çok sayıda kamu projesinin kabul edilmesine neden olacağı için kamu harcamalarının artacağını ileri sürmüştür.

4. Puanlı Oylama Kuralı
Puanlı Oylama (point voting) kuralı, piyasa ekonomisindeki kurala uygun bir biçimde kamusal kararlar alınıp uygulanabilmesi için önerilen bir alternatiftir. Bu kurala göre, her seçmene puan(oy) verilir. Çeşitli alternatiflere puanları oylarlar ve yapılan bir oylamada, tüm seçmenlerin oyları(puanları) toplanmakta ve en çok puan alan alternatif kazanmaktadır.

5. Romer – Rosenthal Modeli
Seçmenler ve bürokratların birbirlerini etkilediği üzerinde yoğunlaşan bu teoride bürokratlar seçmenleri belirli bir kuramsal zeminde farklı ve ileri bir fayda düzeyine yönelik etkide bulunacağı ileri sürülür.

#NOT# Black Teoremi
Seçmenlerin tercihlerinin sıralanmasında tek doruklu (tek zirveli) olması durumunda oylama sonuçlarının belirsiz olmayacağını çünkü seçmenin tercihinin ortanca (medyan) seçeneğe doğru kayacağını ve ortanca seçeneğin kazanacağını savunur. Seçmenin tercihleri çok doruklu olursa döngüsel çoğunluğa neden olmaktadır. Teoremi kanıtlayan İngiliz iktisatçı D. Black olmuştur.

#NOT# OPTİMAL KARAR ALMA(OYLAMA) KURALI
Oy çoğunluğu kuralı, kamusal tercihler teorisyenleri tarafından, özellikle vergi ve harcama konularında azınlıkta kalanların zararına neden olabileceği için eleştirilmektedir. Bu nedenle Wicksell ’in oy birliği kuralı kamu ekonomisinde etkinlik için gerekli bir kural olarak nitelendirilir. Ancak bütün oylama kurallarında oybirliği ilkesini pratik olarak sağlamak mümkün olmayacağı için, kamusal tercihler teorisi yaklaşımında, anayasal düzey ve anayasal sonrası düzey ayrımı yapılır. Anayasal iktisatçılara göre, anayasal düzeyde oybirliği, anayasal sonrası düzeyde ise oyçokluğu kuralı benimsenmelidir.
C. TEMSİLİ DEMOKRASİ MODELİ (A. Downs)
Seçmen ve karar verilecek alternatiflerin artması halinde, doğrudan demokrasilerin işlemesi güçleşmektedir. Bireylerin bir araya gelip karar alabileceği oldukça küçük birey sayılarında bile, her bireyin her alternatif hakkındaki düşüncelerini açıklamak için fırsat olmayacaktır. Bu nedenle, seçmen ve alternatif konular arttıkça seçmen tercihlerini temsil edecek bireylerin seçimi söz konusu olacaktır. Bir başka ifadeyle, temsili demokrasiler ortaya çıkacaktır. Kamusal tercihler teorisi, temsili demokrasileri üç açıdan ele almıştır;
(i) Temsilcilerin seçim öncesi ve seçildikten sonraki davranışları;
(ii) Temsilcileri seçen seçmen davranışları;
(iii) Temsili demokrasilerde alınan kararların özellikleridir. Seçmenler gibi temsilcilerinde rasyonel oldukları kabul edilmektedir. Temsilcilerinde seçmenler gibi kendi fayda fonksiyonu maksimize edecekleridir. İşte bu noktada, temsilcilerin kendi seçmen tabanının görüş ve tercihlerini temsil etmeden başka amaç fonksiyonları ortaya çıkabilmektedir. Örneğin, prestij ve parasal avantajlar elde etmek.
Temsili demokrasilerle ilgili ilk ve öncü çalışma, “Demokrasinin Ekonomik Teorisi” A. Downs (1957)’a aittir. Ona göre, temsili demokrasi modellerinde, bireyler fayda maksimizasyonu için çalışırken, siyasi partiler oy maksimizasyonu amaçlamaktadır. Siyasi partilerin temel güdüleri iktidara gelebilmek veya iktidarda iken yeniden seçilebilmektedir. Bu nedenle, siyasi partiler ve seçilmiş temsilciler, ideal toplum amaçlarına göre değil, kendi amaçlarına göre davranacaklardır. Downs’a göre siyasi partiler toplum kaynaklarının etkin dağılımı ilke olarak benimsememekte, her siyasi partinin temel amacı oyları maksimize ederek yeniden seçilebilmektir. Downs modelinin varsayımları şunlardır:
i. Sağ ve sol görüşlü olmak üzere seçime giren iki parti vardır.
ii. Seçmenlerin oy dağılımının tek maksimumlu ve simetriktir.
iii. Tüm seçmenlerin siyasi görüşüne yakın olan partiye oy vermektedir.

Bu varsayımlar altında medyan seçmen seçim sonucuna karar verici pozisyonda olacaktır. Medyan seçmene yaklaşan partinin seçimi kazanma olasılığı yükselecektir. Ancak seçmen dağılımı çok maksimumlu veya asimetrik ise medyan kuralı işlemeyecektir.
Cevapla
  • Benzer Konular
    Cevaplar
    Görüntü
    Son mesaj
  • Bilgi
  • Kimler çevrimiçi

    Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 7 misafir