Türkiye Ekonomisi Kapsamlı Ders Notları

Cevapla
edessa
Mesajlar: 31
Kayıt: 19 Mar 2017 13:39
İletişim:

20 Mar 2017 23:11

Osmanlı Devleti döneminde ekonomi, tarım ve ticarete dayalı bir yapı içindeydi. Osmanlı Devleti, tarım ürünleri ve bazı maden cevherlerini ihraç edip, tüketim, ara ve yatırım malları ithal eden bir ekonomik yapıya sahipti. Batı Avrupa ülkelerinin tarımsal ve sınai malları için tam bir açık Pazar konumunda olan imparatorlukta, yıkıcı ve haksız rekabete dayanabilen halıcılık, bakırcılık, dokumacılık.. faaliyetleri günümüze kadar gelebilmiştir. Osmanlı Devleti, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren dış ticaret ve bütçe açıklarını kapatmak için içerden ve dışardan sürekli borçlanmaktaydı. Lozan Antlaşması sırasında toplam dış borç miktarı 161,3 milyon lira olarak belirlenmişti.
Bu kısa açıklamadan sonra, Türkiye’nin iktisadi tarihinin ana çizgileri, şu sırayla anlatılacaktır:
-2. Dünya savaşı öncesi dönem
-2. Dünya savaşı yıllarında ve sonrasında ekonomik durum
-Anti- devletçi dönem veya Demokrat Parti dönemi
-Planlı Kalkınma Dönemi
-2000’li yıllar
İlk dönemi 1923 yılından başlatacağız... Cumhuriyetin ilk yıllarında yani ulusal ekonomiye geçiş süreci içinde, demiryolu yapımı öncelikle ele alındı. Ülkenin bir merkez bankası yoktu, işleri yabancı bir banka olan Osmanlı bankası yürütüyordu. 1929 yılında büyük buhranın patlak vermesiyle, özellikle tarım ürünleri piyasalarında fiyatlar hızla düştü, dolayısıyla geleneksel tarım ürünleri ihracatçısı olan Türkiye’nin döviz gelirleri hızla düştü. 1930 yılıyla birlikte, devletçiliğin gereği olan ekonomik yasalar ve kurumlar hayata geçirildi. T.C. Merkez Bankası, 1931 yılında faaliyete geçti. Bugünkü anlamda bir kalkınma bankası olan Sümer Bank kuruldu. Hammaddesi ülke içinden sağlanacak sınai yatırım projelerine bankanın öncelik vermesi öngörülmüştü.
1934-1938 yıllarını kapsayan birinci beş yıllık sanayi planı uygulamaya kondu. Enerji ve madencilik konusundaki işletmeleri bir merkezden yönetmek için Eti Bank kuruldu. Esnaf ve sanatkarın kredi ihtiyacını karşılamak üzere Halk Bankası bir kamu bankası olarak örgütlendi.
Türkiye, kırk milyona yakın insanın ölmesine neden olan 2. Dünya Savaşı^nın dışında kaldı. Fakat ekonominin dengelerinin bozulması ve sanayileşmenin durması önlenemedi. Savaş yılları boyunca ülkede mal kıtlıkları yaşandı, karaborsa ve kaçakçılık dizginlenemedi, enflasyonla mücadelede başarılı olunamadı, ülkenin dış ticaret hacmi daraldı. 1946 yılında Demokrat Parti kuruldu ve anti-devletçi iktisat politikaları, ülkenin gündemine oturdu. Ülkenin dış ekonomik ilişkilerinde ve sanayileşme hedeflerinde yeni düzenlemelere girişildi. Örneğin 1946’da TL, ABD doları karşısında %50 oranında devalüe edildi, önceki planda yer alan ağır sanayi projeleri rafa kaldırıldı. 1950 yılında demokrat Parti, tek başına iktidar oldu.
Demokrat Parti Dönemi, 1950-1960 yıllarını kapsıyor. 1950’de başlayan Kore Savaşı’nın etkisiyle, tarım ürünleri ve hammadde fiyatlarının hızla yükselmesi sonucu hükümet, tarım sektöründe üretimi arttırmaya yönelik önlemler aldı. Bunun dışında sanayileşmenin özel kesim öncülüğünde yürütülmesi ve dış ekonomik ilişkilerde devlet müdahalelerinin asgariye indirilmesi hedefleri kararlaştırıldı.

Neoliberal dönemin yani DP döneminin temel kurumu Türkiye Sınai Kalkınma Bankası’dır. (1950) Banka, özel kesime orta ve uzun vadeli sanayi yatırım kredisi vermek üzere büyük ticaret bankalarınca örgütlenmişti. 1960 yılına dek,“ithal ikamesi” stratejisine uygun olarak kurulan ve daha çok tüketim malı üreten sınai işletmelere destek veren bu banka Dünya Bankası’nın teknik ve mali yardımlarından yararlanmıştır.

Bu dönemde kamu harcamalarının karşılanmasında gerçek gelirler yerine ortaya çıkan kamu finansman açığını kapatmak için, büyük çapta ve sürekli olarak MB kaynaklarında başvuruldu. Enflasyonla beslenen büyüme, yoksulluğu artırdı; ancak “her mahallede bir milyoner”in doğmasına da neden oldu...

1954 yılından itibaren baş gösteren döviz dar boğazını aşmak için, ithalatta liberalleşmeye son verildi. İthal ikamesi yoluna gidilmesi için KİT’lere yeniden yatırım yapma ve izni verildi. Yani yeniden Türkiye’de sanayi sektöründe kamu ve özel kesim yan yana, işbirliği içindeydi.


Artık Türkiye “dolar bölgesi” ne katılmıştı. Özellikle ABD çıkışlı yabancı sermaye Türkiye’ye gelmeye ve özel kuruluşlarla işbirliği yapmaya başlamıştı. Ancak ülke 1958 yılının ortalarında döviz dar boğazı nedeniyle, ithalat ve yatırım yapamadığı gibi kurulu tesisleri de girdi yokluğundan çalıştıramıyordu; bu durum iç piyasada mal kıtlıklarının, enflasyonun ve işsizliğin yaygınlaşmasına yol açmıştı. Ağustos 19582de Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı’nın (OEEC) hazırladığı raporla istikrar önlemleri alındı. Bu önlemler kısaca şöyle idi:
- TL’nin değeri düşürülecek
- Para arzı sıkı kontrol altına alınacak
- KİT ürünlerinin fiyatları yükseltilecek
- İhracatı artırmak için farklı kur sistemine geçilecek
- Bütçe denkliği için gelirler artırılırken harcamalar kısılacak...
Bu önlemler sayesinde OEEC ülkelerine olan 400 milyon dolar borcun ertelenmesi sağlandı. Ancak, artık ABD ve batı avrupa ülkelerinden ek kredi alınamayacağı da anlaşıldı. Bu kez Doğu Bloku ülkeleriyle takas yoluyla ticarete girişildi. Dönem sonunda ülkenin borcu 1 milyon dolara ulaştı. DP, 27 Mayıs 1960 darbesiyle iktidardan uzaklaştırıldı.

PLANLI KALKINMA DÖNEMİ

1961 Anayasası yürürlüğe girdikten sonra, CHP – Adalet Partisi (AP) koalisyon hükümeti kurulmuştu. Birinci beş yıllık kalkınma planı, on beş yıllık perspektif planın birinci dilimi olarak hazırlanmıştı. Plan için seçilen model, sektörel boyutları olan basit Harrot – Domar tipi büyüme modeliydi.

Birinci beş yıllık kalkınma planı, 1965 – 1967 yıllarına kapsıyordu. Ancak hükümet, planın birinci programını 1963 yılı başında yürürlüğe koyamamıştı. Zaten planın ilk yılı dolmadan İnönü Hükümeti istifa etti, bağımsızlarla kurulan yeni hükümet, ulusal tasarrufları artırmak yönünde vergi ve KİT reformlarını gerçekleştiremedi. Fakat planın ikinci yılında, yurt dışına giden işçiler döviz göndermeye başlayınca dış tasarruflarda beklenmedik bir artış oldu.

Aralık 1964’te AET ile imzalanan Ankara Antlaşması hükümete itibar kazandırmıştı; fakat içerde siyasal istikrarsızlığın yeni boyutlar kazanmasıyla, İnönü Hükümeti’nin bütçesi reddedildi. Meclisteki bu yeni gelişme, İsmet İnönü’yü istifa ettirdi. 1965’te yaşanan erken seçim sonucunda, Süleyman Demirel’in başkanlığındaki Adalet Partisi çoğunluğu sağladı. Planın son iki yılında, Sovyetlerle kurulan ekonomik ilişkiler sonucu büyüme, Sovyet yardımıyla 1966 yılında % 12’ye ulaştı. Bu, son otuz yılın en yüksek büyüme hızıydı.

Kısaca, birinci beş yıllık kalkınma plan döneminde öngörülen hedeflere ulaşılmıştı; özel sektör sınai yatırımlarının yıllık veya toplam olarak plan hedeflerini aştığı, ihracatın ithalatı karşılama oranının dönem içinde yükseldiği gözlendi.

İkinci beş yıllık kalkınma planı, 1968 – 1972 yıllarını kapsar. İkinci plan, şu temel hedefleri benimsemişti;
- Büyüme hızı ortalama olarak % 7 olacak,
- Sanayi sektörü “sürükleyici” görev yapacak,
- Sanayi sektörü ortalama olarak % 12 büyüyecek
- Tarım yılda % 4,1 oranında büyüyecek
- Enflasyonist ve deflasyonist eğilimlere karşı çıkılacak
- Yurtiçi tasarrufların GSMH’ye oranı % 22,6’ya çıkarılacak
- Dış tasarrufların GSMH içindeki payı düşürülecek
- Cari işlemler açığı düşürülecek.

Demirel hükümetinin popülist politikaları, ekonomiyi ve rejimi 1970’lerden itibaren dar boğazlara sürükledi. 1970 yılında % 66 oranında devalüasyon yapıldı. Yani 1$ = 15 TL oldu. Fakat bu tedbir işe yaramadı., siyasal, sosyal ve ekonomik dar boğazların sonu gelmedi. 1971’de bir darbe daha yaşandı.

1971 hükümeti kurmakla Nihat Erim görevlendirildi. Turgut Özal Başbakanlık müşavirliğine alındı ve bir ay sonra Dünya Bankası2na ABD’ye gönderildi... 1971’de 11 ilde sıkıyönetim ilan edildi, 1961 Anayasası’nda değişiklikler yapılarak çok sayıda yasak getirildi. 1972’de Nihat Erim’in istifasıyla ikinci plan döneminin hükümetini Ferit Melen kurmuştu. Bu dönemde öngörülen ortalama büyüme hızına ulaşıldığını görüyoruz. (%7)

ikinci plan döneminde, “dış ticaret” açığı yıldan yıla artmış, ihracatın ithalatı karşılama oranı düşmüştür.

Üçüncü beş yıllık kalkınma planı, 1973 – 1977 yıllarını kapsar. Ocak 1973 yılında yürürlüğe giren planın bir yılı dahi dolmadan Melen Hükümeti istifa etti ve yerine Naim Talu hükümeti geldi. Bu hükümetin 1973’te ülkeyi genel seçimlere götürmesiyle, 1974’te CHP – MSP koalisyonu göreve başladı. CHP’nin başına Bülent Ecevit geçmişti.

1973’te petrol ihraç eden arap ülkelerinin girişimiyle hampetrol fiyatı 2,5 dolarken, 11,6 dolara yükseltilmişti. Bu petrol şoku, petrol iithalatçısı Türkiye’nin dış ticaret açığının üç misli artmasına neden olmuştu. Bunun yanında 1974 yılındaki Kıbrıs harekatı da ülkenin gündemine oturmuştu. Koalisyon Hükümeti, eylül 1974’te dağıldı. Sadi Irmak hükümeti kurmakla görevlendirildi. Güvenoyu alamayan hükümetin ardından Ecevit’in azınlık hükümetinin de güvenoyu alamaması sonucu 1977 yılında S. Demirel, “Milliyetçi Cephe (MC)” hükümetini kurdu.

Üçüncü plan da bir Harrod-Domar tipi büyüme modeliydi, ancak planlı dönem başlatılırken benimsenmiş on beş yıllık perspektif planı anlayışı terkedilmişti. AET ile imzalanan Katma Protokol uyarınca 22 yıl sonra gümrük duvarlarının tamamen kalkması öngörülmüştü. Bu açıdan plan, hızlı sanayileşmeyi ve tüketim malları yerine ara ve yatırım malları üretiminin ağırlık kazandığı bir sanayi yapısına ulaşmayı hedef almıştı. Üçüncü planın başlıca ekonomik ve osyal hedefleri şöyleydi;
-Nüfusun 1995 yılında 65 milyonu aşmaması yönünde önlem alınacak
-Yılda ortalama olarak GSMH %7,9 oranında büyüyecek
-Sektörel büyüme hedefleri tarımda %4-4,5 düzeyinde, sanayide &11,5-12 düzeyinde gerçekleşecek
-Yatırımların %12’si tarımda, %45’i sanayide, %43’ü de hizmetlerde gerçekleşecek.
Üçüncü plan dönemde GSMH’nin ortalama yıllık büyüme hızı, %6,5 olarak gerçekleşmiştir. Plan döneminde ortalama olarak tarım, %3,5 oranında büyümüştür. Sınırlı büyümeye rağmen çift rakamlı enflasyon yerleşmiştir. Bu dönemde dış ticaret bilançosu sürekli açık vermiştir. Plan dönemi sonunda (1977) Türkiye’nin toplam dış borçları, 11,439 milyon dolar düzeyine çıkmıştır. Bunun %58’i kısa, geri kalanı da orta ve uzun vadeli olan dış borçtur. Artık ülke vadesi gelen dış borçları ödeyemez hale gelmiştir. Türkiye IMF ve dış açıklar güdümünde borç ödeme planı hazırlamış, bu durum ülkenin itibarını yok olma düzeyine düşürmüştür.

Dördüncü Plan Dönemi; 1979-1983 yıllarını kapsar. 1977’de çok hassas bir çoğunlukla kurulan B.Ecevit hükümeti, dördüncü planın hazırlıklarını başlatmıştı. İlk kez bir öğretim üyesi iktisatçı Prof. Bilsay Kuruç (SBF) , DPT’nin başına geçmişti. Ancak 1979’da istifa eden B. Ecevit’in ardından S: Demirel, yeniden (altıncı kez) başbakan olurken, Turgut Özalı da Başbakanlık Müsteşarlıği’na ve DPT Müsteşar vekilliğine getirmişti. Ve bu ikili, birlikte 24 Ocak kararlarını hazırladılar. Ardından 12 Eylül 1980 darbesi gerçekleşti. Yeni hükümeti emekli oramiral Bülent Ulusu kurdu. Bu hükümette ekonomik işlerden sorumlu başbakan yardımcılığı görevi T. Özal’a verildi. Ecevit Hükümeti ve plancıların hedefleri tabi ki gerçekleştirilmedi.
Dönem, Türkiye tarihinde bir kara leke olarak yerini almıştır. Türkiye’li insanlar yoksullaşmış, ekonomi gerilemiştir. Aşağıdaki tabloda dördüncü plan döneminin temel göstergeleri yer almaktadır.







YILLAR
ENFLASYON
BÜYÜME HIZI%
DIŞ AÇIK MİLYON$

1978
52.6
2.9
-2311

1979
63.9
-0.4
-2808

1980
107.2
-1.1
-4999

1981
36.8
4.1
-4231

1982
27.0
4.5
-3097

1983
30.5
3.3
-3508








Ülkenin ekonomi tarihinde ilk kez 1946’da %104 olan üç rakamlı enflasyon, 1980’de %107 olmuştur. Yaşanan döviz kıtlığı kasım 1979’da petrol fiyatlarının 24 dolara çıkmasıyla daha da büyümüş, yatırımların ertelenmesine, üretimin daralmasına, mal kıtlıklarının ve kuyruklarının yaygınlaşmasına neden olmuştur. Kaçak ithalat ve ihracat büyük boyutlara ulaşmıştır. 1980 yılında her türlü sendikal faaliyetler askıya alınmış, DİSK kapatılmıştır. Sanayileşme durmuş, işssizlik büyük boyutlara ulaşmıştır. 1981’de 5100’e yakın bir ayarlama ile 1 dolar= 142 TL olmuştu. Dolayısıyla ihracatta bir artış gözlendi. Türkiye için 1981 yılı, yepyeni uygulamaların yürürlüğe girdiği bir yıldı. MB, “günlük döviz kuru ilanına” na başladı, Sermaye Piyasası Kanunu yürürlülüğe girdi . Dördüncü plan döneminin sonunda, işsizlik, tekelleşme, hayali ihracat ve gelir dağılımında dengesizlikler, önceki dönem verileri aşacak şekilde artmıştı.
Dördüncü plan döneminde 24 Ocak 1980’de yürürlüğe konan “İstikrar Programı”nın kısa vadede öngördüğü hedefler şunlardı;
-Enflasyonu düşürmek
-Para arzının kısılması ve serbest faize geçilmesi
-TL’nin yüksek oranda devalüe edilmesi
-kamu harcamalarının küçülmesi
-KİT’lere açıklarını kapatmaları için zam yapma yetkisinin verilmesi
-Esnek kur, günlük döviz kuru uygulamasına geçilmesi
-Yabancı sermaye girişini hızlandıracak önlemlerin alınması
-İhracata dayalı sanayileşmenin özendirilmesi
Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Dönemi1985-1989 yıllarını kapsar. 1982 Anayasası, yürürlüğe girdikten sonra Özal Hükümeti, 1983 yılında göreve başladı. Özal hükümetinin politikalarının ortak hedefi “piyasa ekonomisi”ne geçişi hızlandırmaktı. Ancak hükümetin kararları sık sık değişiyordu ve çok sayıda olumsoz gelişmeyle birlikte süreç işliyordu. Beşinci plan döneminin sonunda, 1989’da enflasyon oranı %69,6’ya çıkmıştı. Büyüme hedefi ise %5,1 seviyesinde gerçekleşmişti. Hükümetin üreticiyi değil de doğrudan ihracatçıyı desteklemesi, çok sayıda hayali ihracatçının ortaya çıkmasına neden oldu. Öte yandan her türlü ithalat serbest bırakılarak sanayici olma yerine ihracatçı olmak çok cazip hale getirilmişti. İhracatın da dönem sonuna doğru hızla azalması kendiliğinden döviz piyasasına yansıdı. 1984 yılında 375 TL olan ABD doları, 1989 yılı sonunda 2141,7 TL oldu. Bozulan dengeler, yurt dışına kaçan döviz miktarının hızla artmasına neden olmuştur. Plan dönemi içinde toplam dış borçlar katlanmıştır. Adı “serbest piyasa” ekonomisi olan ülkelerde enflasyon düşmüyorsa, o ülkede gelir dağılımı hızla bozuluyor demektir. Bu açıdan, 5, plan dönemi, “zenginin daha zengin, yoksulun daha yoksul olduğu” bir dönemdir.
Türk finansal sisteminin gelişme süreci 1980 sonrası aşağıdaki sırayla gerçekleşmiştir. 1981’de faiz hadleri serbestleştirilmiş,
1984’te döviz alımları serbestleştirilmiş
1989’da kambiyo kontrolleri kaldırılarak, yurt dışı sermaye hareketleri serbestleştirilmiş
1986’da SPK oluşturulmuş
1987’de MB açık piyasa işlemleri başlatmıştır.

Altıncı Beş Yılık Kalkınma Planı Dönemi, 1990-1994 yıllarını kapsar. Bu plan daha yürürlüğe girmeden T. Özal, cumhurbaşkanı oldu. Başbakanlığa Yıldırım Akbulut atandı. 6. planın üretim, genel denge, kamu finansmanı ve ödemeler dengesi konusunda hedefleri şöyle sıralanmıştı;
-GSMH sabit fiyatlarla yılda ortalama %7 oranında büyüyecek
-GSYİH içinde tarımın payı azaltılıp, sanayinin payı arttırılacak
-İmalat sanayinin bileşimi içinde tüketimin ara mallarının payı azalacak, yatırım mallarının payı artacak.
-Toplam tüketim azaltılacak
-Plan döneminde ekonominin dışa açılma süreci devam ettirilecek ve dış ticaret hacminin GSMH içindeki payı arttırılacak.
Bu dönemde dünyada da çok önemli gelişmeler yaşandı. Doğu Bloku ülkeleri, Sovyet Rusya dağıldı, kanlı 1991 yılında Kuveyt’e harekat düzenledi ve bu savaşın iktisadi açıdan çok büyük külfetini Türkiye yüklenmek zorunda kaldı.
Ülkede 1991 yılında erken genel seçime gidildi. Ancak hükümet kurulamadı. T.Özal tarafından, seçimden birinci parti olarak çıkan DYP başkanı S. Demirel’e hükümeti ky,urma görevi verildi. Ardından DYP-SHP koalisyon hükümeti kuruldu. Hazırlanan “Sanayileşme ve Atılım Programı”nın yürürlüğe konamadığını görüyoruz. Ülkede vergilendirilmeyen gelir sahipleri, vergi kaçıranlar, her türlü haksız kazanç elde edenlerin refahı hızla yükseldi. 1993 yılında S. Demirel TBMM tarafından cumhurbaşkanı seçildi. Ve Demirel, haziran 1993’te 50. hükümeti kurma görevini Tansu Çiller’e verdi. 6, planın son yılı olan 1994 yılına girilirken, devalüasyon söylentileri gerçek oldu ve MB TL’yi dolar karşısında %13,6 oranında devalüe ederek kuru 17,250 TL olarak ilan etti. Hemen ardından döviz tevdiat hesaplarının munzam karşılık oranları arttırıldı. Hazine giderek artan nakit açığını kapatmak için üç ay vadeli brüt %90! Faizli hazine bonosu çıkardı. Hazine ile bankalar arasında para piyasalarında meydana gelen rekabet sonucu, bankalar bir yıl vadeli mevduat faizini %105 ‘e çıkardı. Ardından Hazine, bir yıl vadeli ve %125 faizle tahvil çıkardı.
MB, para piyasalarındaki yönlendirme ve denetim görevini yapmayınca spekülatörler etkili olmaya başladı. Mali piyasalarda yaşanan bu çalkantılara, 1994 tarihli yerel yönetimler seçimleri eklendi; ülke “seçim ekonomisi” havasına girdi. Seçimlerden RP ile MHP kazanarak çıktı. Koalisyon Hükümeti’nin başarısızlığı devam ediyordu, bankalar yıllık faiz oranını %115’e çıkarınca, hazinenin vadesi gelen iç ve dış borçlarını ödeyebilmesi için daha yüksek faizle borçlanması gerekiyordu. Bu durum, ,kısa vadeli dış sermaye girişini hızlandırırken artan ithalatla dış sermaye tekrar dışarıya gidiyordu. Dolayısıyla yerli ve yabancı mali kurumlar ucuza alıp, devlete pahalı satarak büyük karlar elde etmektedirler. Yani bu dönemde yükselen kamu açıklarına bağlı olarak artan iç faiz oranları, sıcak para girişini hızlandırmış ve TL’nin reel olarak aşırı değer kazanmasına neden olmuştur. Bu gelişme, işgücü maliyetindeki reel artışlar, (özellikle de sendikalı işçilerin) doğrudan ve dolaylı ihracat teşviklerindeki azalmayla birleşerek Türk ekonomisinin hızla rekabet gücünün azalmasına neden olmuştur. Sonuçta yüksek kamu açıklarından kaynaklanan ekonominin iç dengesizlikleri dış dengede de bir bozulmaya neden olmuş, ithalat hızla artmış, ihracat yavaşlamış ve dış ticaret açığı önemli bir boyuta ulaşmıştır. Hızla bozulan iç ve dış dengeler 1994 yılı başında para, sermaye ve döviz piyasalarında ciddi bir krize yol açmıştır.
5 Nisan 1994 günü başbakan T. Çiller tarafından “olağanüstü istikrar tedbirleri” açıklandı. Bu programın üç ana hedefi vardı;
1. Enflasyonu hızla düşürmek, TL’ye değer kazandırmak, ihracat artışını artırmak.
2. Bir taraftan ekonominin hızla istikrara kavuşturulması amaçlanırken, diğer taraftan da istikrarı sürekli kılarak yapısal reformları gerçekleştirmek.
3. kamu açıkları hızla aşağı çekilirken,üretim yapan sübvansiyon dağıtan devlet yapısından, piyasa mekanizmasının tüm kurum ve kurallarıyla işleyen bir devlet yapısına geçmektir.
Bu amaçlara yönelik olarak istikrar programı ve yapısal önlemler hükümet tarafından açıklanmıştır. Bu yapısal önlemler arasında, vergi reformu, özelleştirme, tarımsal destekleme politikaları ve kamu kesiminde istihdamın rasyonalizasyonu, ayrıca sosyal güvenlik kurumlarının mali dengeye kavuşturulmaları ve yerel yönetimlerin idari ve mali
açıdan güçlendirilmeleri konularında yapısal düzenlemelre gidilmesi saylabilir.
Bunun ardından uluslarası rating kuruluşu olan Moody’s’in Türkiye’nin kredi notunu düşürmesi, MB’nin rezervlerinin azalmaya devam etmesi ve para piyasalarında 2 milyar dolar kadar likidite fazlasının bulunması, 6 Nisan günü doların 17,500 TL’den 40,000 TL’ye yükselmesine neden oldu. MB anında İnter Bank’ta gecelik faizi %1000’e çıkardı. Bu şokun yaşanmasında Hazine müsteşarı ile MB Başkanı arasında işbirliği eksikliğinin etkili olduğu anlaşılınca, müsteşar Osman Ünsal görevinden alındı...
8 Nisan günü dolar, serbest piyasada 32,000 TL’ye düştü. Bankalar, üç aylık hazine bonosu faizlerine paralel olarak, üç aylık mevduat faizini %140’a çıkardılar.
Hükümet TL’ye güveni arttırmak ve tasarrufların bankalara dönmesini sağlamak amacıyla 6 Mayıs 1994’te bankalardaki tüm mevduatların sigorta kapsamına alındığını ilan etti.
Ardından bankalar arası faiz yarışı başladı ve küçük bankalar üç aylık faizi %160’a kadar çıkardılar. Hazine 13 Haziran’da Türkiye’nin mali tarihinin en yüksek şok faizini uygulayarak yıllık bileşik faizi %406 olan üç aylık %200 faizli hazine bonosu çıkardı. Bu şok faizle, döviz piyasaları bütünüyle durgunluğa itildi. Ve ardından 8 Temmuz 1994’te IMF’le stand-by anlaşması yürürlüğe girdi.
Altıncı planın sonunda Türkiye üç rakamlı enflasyon ve negatif büyüme dolayısıyla “stagflasyon” içinde ayakta durmaya çalışmıştır.
İç borçlar, 800 trilyon TL, dış borçlar 65 milyar doları aşmış, buna rağmen negatif büyümeyle işsizlik ve yoksullaşma devam etmiştir. Küçük bir azınlık ise faiz temettü, kira ve kar gelirlerini katlamaya, kayıt dışı ekonomi giderek büyümeye devam etmiştir.

1990’lardaki kriz sürecinin ekonomideki yansımaları, kamunun borçlanma gereğindeki hızlı artış ve iç borç faiz yükündeki artışlarda ifadesini bulmaktaydı. 1989’da başlayan uluslararası sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesine yönelik düzenlemeler, yarı bilinçli bir refleksle kamu kesimi borçlanma gereğinin uluslararası kısa vadeli sermaye (sıcak para) girişleriyle karşılanmasını olası kılmıştır. Bu durum, ulusal ekonomiyi doğrudan doğruya uluslararası spekülatif finans-kapitalin çıkar alanına itmiş ve sıcak para akımlarına bağımlı bir yapıyı doğurmuştur.
Altıncı plan dönemine ait ekonomik durum göstergeleri aşağıda verilmiştir:



YILLAR

ENFLASYON

BÜYÜME HIZI
DIŞ TİCARETAÇIĞI
TOPLAM DIŞ
BORÇ

1990
48.6
% 9.4
-9.3 MİLYAR$
49 MİLYAR $

1991
59.2
0.3
-7.5
50.5

1992
61.4
6.4
-8.2
55.6

1993
60.3
8.1
-14.1
67.4

1994
149.6 -6.1
-5.2
65.6

1995
64.9
8.0
-14.1
73.2



Kimi iktisatçılara göre , 1994 krizinin nedeni, ekonomini temellerini yıkan 32 nolu KHK’nın yarattığı tahribatla açıklanır. 1989’dan önce yasal olmayan, ancak tahminlere göre çok büyük boyutlara varan sermaye kaçışları, 1989’da 32 nolu KHK ve değişikleri yoluyla yasalaştı. Türkiye’nin bu tarih itibariyle dolaysız dış yatırımlar yoluyla küçük ölçüde küreselleşme hareketine katıldığı anlaşılıyor. Türkiye’nin sadece dolaysız yatırımları değil, diğer yollardan sermaye çıkışlarıyla da dışa açıldığı ve giderek artan faiz gelirini dışardan sağlamaya başladığı anlaşılıyor. 1989’dan itibaren yasallaşan dışarıda “menkul kıymetler”e yatırım olanağıyla, 1993 sonuna kadar 268,7 milyon dolar ülkeden çıkmış. Bunların büyük kısmı, tahvil ve bonolara yapılan, faiz geliri sağlayan yatırımlardır.
Şu noktayı da saptamak gerekir; cari işlemler açıklarıyla birlikte artan dış yatırımlar ilginç bir çelişki yaratmakta, Türkiye’nin dış yatırımları da dış borçlanmayla karşılanıyor demek oluyor. Çünkü, iç tasarruflar, yurtiçi yatırımları dahi karşılamaya yetmiyordu.
Sonuç olarak, 32 nolu kararın gerektirdiği gibi TL konvertible olmuştu. Ancak konvertible para gibi işlem görmüyordu. Fakat hükümet, semaye hareketleri serbestliğine bağlıydı ve bunu IMF’e garanti etmişti. Olayı da sadece bir finans piyasası krizi olarak görüyordu. İlan edilen 5 Nisan Paketi bu yaklaşımı açıkça gösterdi. (Kimi çevrelerce savunulan 32 nolu kararın iptali önerisi dikkate dahi alınmadı.)
1 Ocak 1995’te yürürlüğe konulması öngörülen 7. plan dönemi, 1996 Ocak’ta başladı. Bu süreç içinde 6 Mart 1995’te AB ile Gümrük Birliği Antlaşması imzalandı. 24 Aralık 1995’te erken seçime gidildi, bu yüzden kamu harcamaları kontrolden çıktı, bütçe yasalaşamadı, derken ülke için borçlanmanın maliyeti dış piyasalarda yükseldi.
Yedinci Beş Yıllık Plan Dönemi, 1996-2000 yıllarını kapsar. AB ile imzalanan Gümrük Birliği Antlaşması, planla birlikte yürürlüğe girmiş, yeni bir dönem başlamıştır. Planın ilk uygulama yılının programını yani 1996 yılı programını Çiller’in başında bulunduğu koalisyon hükümeti hazırlayıp, yürürlüğe koymuştu ( DYP-CHP koalisyonu ). Ancak ülke,1995 erken seçimlerinin ardından yeni bir koalisyon hükümeti arayışı içine girmiştir.
28 Haziran 1996’da RP ile DYP Koalisyon hükümeti Necmettin Erbakan’ın başkanlığında kuruldu. Piyasalarda, bu dönemde önemli gelişmeler yaşandığı söylenebilir. N. Erbakan’ın “denk bütçe tasarısı “ meclise sunuldu; kamu harcamalarında bir azalma eğilimi yok, vergi gelirinde olağan dışı bir artış öngörülmüyor, geriye vergi dışı kamu gelirlerinde önemli artışa dayanan bir denklik kalıyordu.1996’da meydan gelen temel gelişme ve değişmeler, şöyle sıralanabilir;
1. %7,1’lik bir büyüme hızı gerçekleşti
2. Enflasyon hızla yükseldi, %84,9 oldu. (1995 yılı sonunda %65,6 olarak hesaplanmıştı)
3. İhracatın ithalatı karşılama oranı % 54,5 düzeyine indi. (1995’te %60 civarındaydı, gümrük birliğinin etkisi düşünülmelidir.)
4. Toplam dış borçların GSMH’ye oranında düşüş gözlenirken, iç borçların GSMH’ye oranı yükselmiştir. Dış borçlar içinde kamu payı azalma eğilimi gösterirken özel bankaların ve şirketlerin artma eğilimini sürdürmüştür.
5. 1996 yılı konsolide bütçe nakit açığı, öngörülen düzeyi aşmıştır. Nakit açığının GSMH’ye oranı, 1995’te %3,7 iken, 1996 sonunda %8,4 gibi yüksek bir düzeye ulaşmıştır.
6. Toplam iç borçlar anapara ve faiz olarak 1996’da %158 artmıştır.
1997 yılına gelindiğinde N. Erbakan’ın istifası gerçekleşti. (MGK’nin 28 Şubat kararlarının etkisiyle) Ardından Cumhurbaşkanı S. Demirel tarafından hükümeti kurma görevi Anavatan Partisi’ne, Mesut Yılmaz’a verildi. 1997 yılı sonunda ekonomik durumda önemli bir değişiklik yoktu; yüksek enflasyona karşı büyüme devam ediyordu. Kayıt dışı ekonominin beslediği ve iç ve dış talebin etkisi bu sonuçta çok etkiliydi. 1998’e gelindiğinde de, enflasyonun büyük bir sorun olarak devam ettiğini, ancak aylık enflasyon oranlarında düşme eğilimini görüyoruz. Bu plan dönemi boyunca, vergi tabanını genişleten, vergi reform tasarısı ele alınıyor, özelleştirme hızlanarak devam ediyordu. Ancak ülke yeni bir krize doğru yol alıyordu.
Türk bankacılık sektörünün 1989 sonrası, asıl işlevlerinden biri olan reel sektör yatırımlarını finanse etmeyi bir tarafa bıraktığını, spekülatif kazançları öne çıkartan bir finansal birikim modeline sürüklendiğini söyleyebiliriz. Bankacılık kesimi, devlet iç borçlanma senetlerinin neredeyse monopsonist tarzda bir alıcısı haline gelmiştir. Bankaların bu dönemde içine girdikleri spekülatif rantiye davranışının kaynağı, temel olarak yurt dışından getirilen kısa vadeli yabancı sermayenin yurtiçinde TL olarak değerlendirilmesidir. Ancak bu işlem bankalar açısından, yabancı para cinsinden yükümlülükleri ve TL cinsinden varlıkları açısından bir uyumsuzluk yaratacaktır. Teknik ifadeyle ‘açık pozisyon’ olarak tanımlanan bu uyumsuzluk bankacılık sisteminin kırılganlığının ve büyümenin ardındaki koşulların yapaylığının göstergesidir.
1998’in ikinci yarısı itibariyle derinleşen ekonomik kriz, bir yandan dışsal şokların, bir yandan da 1990’lar boyunca sürdürülen dışa bağımlı yapay büyüme stratejisinin ve çarpık toplumsal bölüşüm ve birikim mekanizmalarının artık tıkanmış olmasından kaynaklanmaktaydı. Devlet, 1990 sonrasında ekonominin birikim önceliklerini doğrudan doğruya kısa vadeli dış sermaye girişlerinin özendirilmesine dayandırarak,kısa süreli ve yapay büyümeyi gerçekleştirmeyi tercih etmiştir. Bu olgu, ulusal ekonomiyi tamamaen dışa bağımlı bir hale getirmiştir. Bu süreçte kamu kesimi tasarruf ve yatırım yapamaz hale gelmiş, özel sektör birikim terchleri giderek reel üretici sektörlerden uzaklaşmaya başlamıştır. İşgücü piyasalarında kuralsızlaşma artarken, toplumsal gelir dağılımı da ciddi olarak bozulma aşamasına girmiştir. 1999 tarihinde MB ve Hazine Müsteşarlığı tarafından ortaklaşa hazırlanarak IMF’ye sunulan niyet mektubu, Türkiye ekonomisinin 2000’li yılların başındaki hedeflerini ortaya koymaktadır. 2000 Enflasyonu Düşürme Programı, 1999 niyet mektubuyla somutlaşmıştır.
Ülkemiz 2000’li yılların başında, derin ve toplumsal etkileri giderek yoğunlaşan bir kriz sürecinden geçmiştir. Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası (DB) eşliğinde şekillenen iktisat politikaları toplumsal yapının bütününde dönüştürücü etkiler yaratmaktadır. Özelleştirmeler ve kamusal denetimin daraltılması politikaları ile sürdürülen bu dönüşümlerin toplumsal maliyetleri artan işsizlik ve yoksulluk olarak karşımızda durmaktadır. Türkiye ekonomisi sistematik olarak kırılganlaşmış; potansiyel krizlere yatkın hale getirmiştir.
Bilindiği gibi Türkiye, 2000'li yıllara IMF ve DB güdümlü istikrar politikalarıyla girdi. Programın uygulamaya geçirilmesinin hemen ardından yaşanan iki büyük krize (2000 Kasım ve 2001 Şubat) rağmen dönemin siyasal iktidarları ve AKP hükümetleri istikrar politikalarının temel felsefesini tümüyle desteklemeyi “kararlı” bir şekilde sürdürdü. Mevcut AKP hükümeti 2004 yılında IMF ile üzerinde mutabakat sağladığı yeni stand-by (yakın izleme) anlaşmasıyla bu sürecin 2007 yılına değin süreceğinin de garantisini uluslararası sisteme vermiş durumda. Kamuoyuna temel hedefi, ekonomideki iç ve dış borç stokundaki artışları kontrol altına alarak, Türkiye ekonomisini yeniden “istikrarlı” bir büyüme yoluna oturtmak şeklinde duyurulan programın, bu hedefin çok ötesinde Türkiye toplumunun yeniden yapılandırılması yolunda çok daha kalıcı “düzenlemeleri” içerdiği artık herkesçe biliniyor. Söz konusu düzenlemelerin asli ve en önemli hedefi “kamusal alan” olarak tanımlanabilecek sosyal güvenlik sistemi, eğitim, sağlık, v.b.’deki kamusal hizmet ve kazanımların budanarak, bu hizmetlerin metalaştırılması, giderek özelleştirilmesi olduğu da bilinen bir gerçek.
Acaba bu durum yalnızca Türkiye'de mi yaşanıyor? Uzunca bir süredir hükümet çevrelerinin Türkiye bürokratlarınca tasarlanan ve uygulanan ekonomik ve siyasal politikalar olarak savundukları düzenleme ve uygulamalar ne kadar Türkiye'ye özgü? 1980’li yılların başlangıcı tıpkı Türkiye gibi çevre ekonomilerin çoğunda da IMF ve DB güdümlü “istikrar ve yapısal uyum” programlarıyla şekillendi. Söz konusu politikalar 1990'ların başında bu iki kurumun politika ve amaçlarındaki uyumlaşma şeklinde tanımlanabilecek, ilki Washington Mutabakatı, ardılı Washington Mutabakatı Sonrası olarak anılan, küresel düzeyde kapitalizmin yeniden yapılandırılmasını hedefleyen iktisadi ve siyasal politikalar şeklinde tüm ulusal devletlere uymakla yükümlü oldukları zorunlu yapısal hedefler olarak sunuldu. Birinci ve İkinci Kuşak Yapısal Reformlar olarak da anılan bu politika dayatmalarında birinci kuşak düzenlemeler ekonomiyi daha fazla öncelemekte ve ulus devletlerin piyasalarını küresel kapitalizmin piyasa kurallarına sınırsızca açmalarını öngörmekteydi. Bu amaçla ticaretin tümüyle serbestleştirilmesi, sermayenin önündeki kısıtlamalarının kaldırılarak ülkelerin uluslararası finans ağlarına açılması ve bu hedeflere uygun olarak sürdürülen kuralsızlaştırma (de-regülasyon) ve özelleştirme politikaları, birinci kuşak politikaların temel çerçevesini oluşturmaktaydı. Türkiye'nin 1989'u izleyen yıllarda sermaye hareketlerinin serbestleştirmesiyle başlayan mali dışa açılma süreci, büyük ölçüde bu birinci kuşak politikaların hayata geçirilme sürecinin bir parçasıdır. Hatırlanacağı gibi bu dönemde ülkemizdeki egemen iktisat siyasetinin dilini etkin piyasalar, hantal devlet, yüksek ücret talep eden sendikalar, verimsiz KİT'ler ve özelleştirmeler söylemleri oluşturmaktaydı. İkinci kuşak “reformlar” birinci kuşak reformların tamamlayıcısı niteliğinde olsalar da, devlete verdikleri işlev açısından önemli bir farklılık taşımaktadır. Bu fark ulusal piyasaların küresel piyasaların gereğine göre işlemesi için kurumların ve yasaların önemli olduğuna ilişkin vurgularda açıkça ortaya çıkmaktadır. Başka bir deyişle birinci kuşak reformlarda piyasa kuralları karşısında edilgen olarak tanımlanan devletin, ikinci kuşak reformlarla yerini piyasanın toplumsal olan her alana yaygınlaştırılması görevini üstlenen etkin düzenleyici devlete (re-regülasyon) bırakması söz konusudur. Böylece ulusal devletler kendi tarihsel ve toplumsal ilişkilerince biçimlenen kurumsal ve hukuksal yapılarını küresel hukuk ve kurumların dayatmaları karşısında yeniden tanımlama ve düzenlemeye tabi kılmışlardır. Farklı ulusal devletlerin kurumsal ve yasal düzenlemeleri arasında eşgüdüm ve ortak standartlar sağlama amacı, özünde küresel sermayenin “tek hukuk” sistemini tüm dünyaya yaygınlaştırma arayışından başka bir şey değildir. Karar alma süreçlerinin toplumların kendi anayasal kurumlarından, küresel kurallara tâbi “bağımsız” düzenleyici üst kurullara devri ve kamusal alanın giderek daha fazla ticarileştirilmesi, küresel sermayenin kullandığı temel araçlardan biridir. Siyasetin ekonomiden ayrılması şeklinde meşrulaştırılmaya çalışılan bu süreç toplumun geniş kesimlerinin siyasal süreçlerden uzaklaştırılması sonucunu doğurarak, küresel sermayenin ve bu sermayenin yerli uzantılarının toplumsal yapılar üzerindeki tahakkümlerini artırmaktadır. Söz konusu düzenlemeler etrafında Türkiye'nin 2000'li yıllardan bu yana geçirdiği süreç değerlendirildiğinde, yaşadığımız sürecin basit anlamda yalnızca ekonominin “istikrara” kavuşturulması olmadığı, Türkiye toplumsal yapısının kökten yeniden düzenlemelere tâbi tutulduğu daha açık ortaya çıkmaktadır.

Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı (15 Mayıs 2001)
Türkiye, 2000 yılı boyunca uygulamış olduğu “kur çapasına dayalı enflasyonu düşürme” programının art arda yaşanan iki krizle çökmesini izleyen dönemde, 14 Nisan ve 15 Mayıs tarihlerinde iki aşamada açıklanan yeni bir istikrar programını uygulamaya koymuştur. Önceleri “ulusal program”, daha sonra da “güçlü ekonomiye geçiş programı” (GEGP) olarak tanımlanan yeni istikrar arayışının temel amacı kamuoyuna “…güven bunalımını ve istikrarsızlığı süratle ortadan kaldırmak ve… bir daha geri dönülmeyecek şekilde kamu yönetiminin ve ekonominin yeniden yapılandırılmasına yönelik altyapıyı oluşturmak” şeklinde duyuruldu.
GEGP'ye göre “eski düzene" dönmek artık mümkün değildir. Program, siyaset ve ekonomi alanlarının ayrıştırılması temelinde, devletin fonksiyonlarının esas itibariyle "denetim" ve "eğitim, sağlık ve adalet" gibi kamu hizmetleri ile sınırlanacağı bir düzeni hedeflediği iddiasındadır.
Bu programın oluşturulması, Türkiye'nin dünya ile ilişkilerinden kopuk bir olgu değildir. GEGP, 24 Ocak 1980 tarihinde başlayan ve Türkiye'nin dünya ekonomisi ile düşük vasıflı emek ile üretilen metalar üreten bir çevre ekonomisi biçiminde bütünleşmesinde yepyeni bir evreyi teşkil eden sürecin son halkasıdır. Bu bütünleşme biçimi, Türkiye ile dış dünya arasında her türlü mal, hizmet ve sermaye hareketlerinin üzerindeki denetimleri kaldırmaya yöneliktir. Oysa Türkiye'nin ve diğer azgelişmiş ülkelerin tarihi göstermektedir ki; serbestleştirme lehindeki savların aksine, gelişmiş ülkelerle bizimki gibi azgelişmiş ülkeler arasında denetimsiz mal ve hizmet ticareti ve sermaye hareketleri azgelişmişliği derinleştirmektedir. Nitekim ülkemizde 1980'den bu yana sürdürülen neoliberal uygulamalar, beklenenin aksine, ulusal tasarrufları artırmamış, yatırım hacmini genişletmemiş ve istikrarlı bir büyüme ortamını bir türlü sağlayamamıştır.
Bu çerçeveden bakıldığında GEGP, son on yılda istikrarsızlık – kriz – yapay büyüme – istikrarsızlık sarmalında bocalayan Türkiye ekonomisinin yapısal sorunlarına nasıl bir çözüm getirmektedir? Getirdiği iktisadî önlemler ve hedefler açısından ne kadar “yeni” bir programdır ve başarısız olan “2000 Enflasyonu Düşürme” programından ne ölçüde farklılaşmaktadır? Her iki programın da hedeflediği yeniden yapılanma Türkiye toplumunun birikmiş sorunlarına çözümler mi getirecektir, yoksa bu sorunları derinleştirecek midir?
Programın temel hedefi, "sürdürülemez boyutlara" varmış olan kamu borçlarına yol açan "borç dinamiğinin" ortadan kaldırılarak Türkiye ekonomisinin "bugünkü gibi olağanüstü bir dış yardıma muhtaç kalmayacak" bir yapıya kavuşturulmasıdır. Bu uzun vadeli temel hedefe ulaşmanın ana şartı ise makroekonomik dengelerin kurulmasıdır. Ancak söz konusu dengenin kurulması, ekonomide kısa vadede bir daralmayı gerektirmekte; bu ise toplumun değişik kesimlerinin fedakârlığını gerekli kılmaktadır. Nitekim GEGP ilk yılı olan 2001 yılı için millî gelirde %3,0 düzeyinde bir daralma ve ardından 2002’de %5, 2003’de ise %6 artış hızı öngörmektedir.
Bu süreçte tüketici fiyatları endeks artış hızı 2001 yılında %52,5, 2002’de %20,0, 2003’te de %15,0 olarak tahmin edilmektedir. Konsolide bütçeden net faiz ödemelerinin millî gelire oranı ise 2001’de %20,1, 2002’de %19,1, 2003’de de %16,1 olacaktır. Kamu kesiminin net borç stokunun millî gelire oranının aynı yıllarda, sırasıyla, %78,5, %70,4 ve %64,9 olacağı öngörülmektedir. Bu oranlar içinde geçen net iç borçların milli gelir içindeki payının 2001’de %44,3, 2002’de %42,1, 2003’de %41,5 olacağı hesaplanmaktadır. Net iç borç stokunun millî gelire oranının enflasyonu düşürme programının uygulamaya konulduğu 1999 yılında %40,9 olduğu düşünülürse, Türkiye ekonomisinin mevcut “istikrar” programının sonunda gelinecek noktada, iç borç stoku IMF programının ilk uygulanmaya başlandığı yıldaki noktadan farklı değildir. Dolayısıyla, GEGP'nin net iç borç hedefi aslında 1999’dan bu yana ki uygulamanın yol açtığı bozulmayı düzeltme çabasından öte gitmemektedir.
Programın ana hedefi olan kamu kesimi borçlanma dinamiğinin kırılması için gerekli olan koşul ise bankacılık kesimine yeniden işlerlik kazandırılmasıdır. Bu amaçla GEGP malî piyasalar ve para piyasalarına ilişkin düzenlemeleri zorunlu görmektedir. Bu açıdan değerlendirildiğinde mevcut program, öncelikle parasal sermayenin krizden çıkış programı niteliğindedir.
GEGP'nin reel ekonomiye yönelik politikaları ve beklentileri ise açıktır. Temel olarak bu politikalar, yurtiçi talebin daraltılması ve ihracat için bir fazla oluşturulmasını amaçlamaktadır. Bunu gerçekleştirmek için bir yandan kamu kesimi harcamalarını kısarak ve emek ve kırsal kesim gelirlerini bastırarak yurtiçi talebin azaltılması, öte yandan kur makası, ücret maliyetlerinden ve tarımsal ürün fiyatlarından sağlanacak tasarruflar aracılığı ile ihracatın teşvik edilmesi öngörülmektedir. Ayrıca Türkiye'deki dışa açılma sürecinin mevcut aşamasında, özelleştirme ve kuralsızlaştırma yoluyla yer üstü ve yeraltı kaynaklarının giderek yabancı tekelci sermayenin güdümüne bırakılmasına hız verilmektedir. Sonuç itibariyle, son yirmi yıldır son derece yetersiz ölçekte sabit sermaye yatırımı yapılan sanayi sektörünün sorunlarına gerçek hiçbir çözüm önerilmemektedir. Hiçbir sanayileşme hedefi olmayan GEGP, Türkiye'de 1980'li yıllardan bu yana sürdürülmekte olan ucuz-marjinalleşmiş emeğe ve taşeronlaşmaya dayalı ihracat yapısını dönüştürecek, ulusal sanayiin rekabet gücünü geliştirecek bir strateji sunmak bir yana, bu yönde bir "vizyona" bile sahip değildir.

GEGP ile 2000 Yılı Enflasyonu Düşürme Programının Karşılaştırılması
Aralık 1999 Niyet Mektubu ile somutlaşan 2000 Enflasyonu Düşürme Programının genelde üç ana başlık üzerine inşa edildiği bilinmektedir: (i) kamu kesimi (maliye) reformu; (ii) sosyal güvenlik, özelleştirme ve tarım kesimine yönelik yapısal nitelikli dönüşümler, ve (iii) döviz kuru nominal çıpasına dayalı para programı. GEGP ise bunlardan ilk iki politika alanını muhafaza ederken, üçüncü uygulamayı Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizlerine yol açan temel nedenlerden biri olarak görüp terk etmiş ve dalgalı kur uygulamasını benimsemiştir.
GEGP’yi biçimlendiren 3 Mayıs 2000 tarihli Niyet Mektubu’ndaki “Structural Policies for a Stronger Economy” başlıklı bölümde (Bölüm B) “yapısal” politikalar üç alt başlıkta irdelenmektedir: 1.Bankacılık sektörü reformu, 2.Mali saydamlık ve mali yönetim ve 3.Özel yerli ve yabancı sermayenin Türkiye ekonomisindeki rolünün artırılması. Bu alt başlıklar ile GEGP’nin 14 Nisan 200l’deki basın toplantısında açıklanan ilk versiyonu arasında büyük benzerlik vardır.
Dolayısıyla, gerek 2000 programı, gerekse GEGP, ana felsefesi açısından, ulusal ekonominin dünya ekonomisi ile bütünleşme biçiminde yeni bir aşamayı hedeflediği ölçüde, hem devlet ekonomi ilişkilerinde bir yeniden yapılanmayı, hem de devletin toplumsal sınıflar ile olan tarihsel ilişkilerinde kökten dönüşümleri hedeflemektedir. GEGP bir yandan devletin tarım ve emek kesimi ile olan teşvik, destekleme ve emeklilik fonu gibi toplumsal yapının bütünlüğünü sağlamada işlevsel olmuş mekanizmalarını büyük ölçüde zedeleyen bir yeniden yapılandırma peşindedir. Öte yandan, özelleştirme, 'kurullaştırma' vb. yeni müdahale biçimleriyle, devletin ekonomiyi yönlendirme ve denetlemede üstlenegeldiği sorumluluklarını ve teknik işlevlerini sınırlama çabasındadır.
2000-Enflasyonu Düşürme programında 1 dolar artı 0.77 Euro’dan oluşan bir sepet yaratılmış ve TL'nin bu sepete göre 2000 yılı sonuna dek %20 oranında değer yitirmesi planlanmıştı. Döviz kurunun her ay içerisinde sabit kalması öngörülmüştü. Böylelikle program boyunca para arzındaki genişleme doğrudan doğruya piyasa güçlerine terk edilecek ve enflasyonist baskılar hafifletilecekti. Ancak, spekülatif sermayenin son derece akışkan olduğu günümüz finans dünyasında bir ekonominin tüm parasal tabanını dış dünyanın kısa dönemci, spekülatif nitelikli sermaye giriş-çıkışlarının denetimine bırakmayı öngören bu adımın ne kadar tehlikeli bir girişim olduğu daha 2000 yılının Kasım ayında yaşanan uyarı kriziyle anlaşılmış olmalıydı.
Türkiye istikrar programının teknik gereklerine 2000 yılı genelinde sıkı sıkıya uymuştur. Programın “özelleştirme” hedefleri ve tarım, bankacılık gibi bazı alanlardaki “yapısal” nitelikli reformları daha tam anlamıyla gerçekleştirilememiş olmasına karşın, maliye ve para politikaları hedefleri tutturulmuştur. TL'nin döviz kuru sepetine göre yıllık aşınma hedefi tutturulmuş; Merkez Bankası bir “para kurulu” gibi çalışarak, net iç varlıklar hesabını denetim altında tutmuş; kamu bütçesinde de faiz dışı denge yılsonu hedefini yakalamıştır. O halde şu sorunun yanıtlanması gerekmektedir: 22 Kasım ve 21 Şubat krizleri bu şartlar altında ne ölçüde uygulama hatasıdır? Ne kadar bu yaklaşımın kendi içsel tutarsızlıklarının sonucudur?
Türkiye’de sıklaşan ve ağırlaşan malî ve dış ödemeler bunalımlarının gerçek nedenleri, (i) paranın konvertibilitesi ve ekonominin kısa vadeli spekülatif (“sıcak”) para hareketlerine açılmasının kurlarda ve faizlerde yol açtığı istikrarsızlık, (ii) sanayileşme politikasızlığı ve ithalat kontrolsüzlüğü sebebiyle döviz gelirlerinin ülkenin döviz kazanma potansiyelini artıracak yatırımlarda kullanılmaması, (iii) ithalatın kontrol edilmemesi ve Türkiye’nin sanayileşmesinin harcıâlem teknolojili ve vasıfsız işgücüne dayanan mallarda tıkanmış olması nedeniyle dış ödemeler bunalımlarında cari işlemler dengesini düzeltmenin mutlaka iktisadi büyümeyi durdurmayı ve ücretleri düşürmeyi gerektirmesi, ve (iv) devletin dış ödeme bunalımında özel kreditörler ile özel kesimdeki borçluların biriken borçların tasfiyesi üzerinde anlaşmalarına veya icra-iflas hukukuna göre çözülmesine aracı olmak yerine millet adına IMF’ye başvurarak ağır siyasi tavizler karşılığında kredi temin edip borç servisinin aksamamasını amaçlamasıdır.
Görünen odur ki, uygulanan politikalarda bir süreklilik vardır. IMF güdümlü politikaların krizleri doğurması ve krizlerin aşılması için IMF’ye yeniden başvurmak şeklindeki döngü bilinçli bir süreklilik arz etmektedir.
2000 yılı programında bir diğer dengesizlik ulusal ekonominin cari işlemler açığında yaşanmıştı. Cari işlemler açığının Merkez Bankası rezervlerine oranı 1999 sonunda %5,9 düzeyindeydi. Bu gösterge 2000 yılı boyunca hızla bozulmaya itilmiş ve Haziran’da %28’e, yılsonunda da %49,7’ye çıkmıştır. Cari işlemler açığının ulusal gelire oranı ise 1999 sonunda %0,7 iken, 2000 sonunda %5’e yükselmiştir.

Niyet Mektubu ve 2002 Başında Türkiye Ekonomisi
Türkiye ekonomisi 2000 Kasım ve 2001 Şubat krizlerinin ardından gittikçe derinleşen ve yapısal bir niteliğe bürünen bir daralma sürecine sürüklenmiştir. Kasım ve Şubat krizleri sadece mali piyasaları sarsmakla kalmamış; gerek bankaların, gerekse şirketlerin bilançolarında ağır tahribata yol açmış ve üretim ve istihdamda büyük ölçüde gerilemeler yaşanmıştır. 2001 yılı boyunca Devlet Bakanı Kemal Derviş gözetiminde sürdürülen kriz idaresi, ekonominin derinleşen sorunlarına gerçekçi çözümler üretememiş ve yeterli yanıt vermekten uzak kalmıştır. Mayıs 2001’de bizzat Dr. Derviş tarafından sunulan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı (GEGP) Türkiye’yi bunalımdan çıkartacak yeni bir program olma iddiası ile hazırlanmıştı. Ancak GEGP’nin ilanından 2002 yılı başına kadar geçen dönemde ekonominin sorunları ağırlaşmış ve ulusal gelir yıl toplamında %8,5 gerilemiş; açık işsizlik oranı ise resmi rakamlarda %10 düzeyini aşmıştır. 2001 yılının son çeyreği itibariyle, açık işsizlik oranının tarım dışı sektörlerde %15'e ulaştığını ve "eğitimli" gençler arasındaki açık işsizliğin Türkiye genelinde %27'ye, kentsel bölgelerde ise %30'a yükseldiğini belgelemektedir.
Bu gelişmelere koşut olarak, kamu kesimi sosyal harcamaları büyük bir daralma içine itilmiş ve kamu kesimi maliye politikası “faiz dışı fazla” hedeflerine ulaşmaktan ibaret kılınmıştır. TC Merkez Bankası ise gerek gayrı safi rezerv kayıpları, gerekse net döviz pozisyonunun eksi değerler alması sonucunda döviz piyasalarına etkili müdahalelerde bulunamaz duruma düşmüş, yapabileceği müdahaleler ise IMF tarafından engellenmiştir. Öte yandan TCMB enflasyonla mücadele ve siyasetten bağımsızlık gerekçeleriyle Kasım 2001’den itibaren doğrudan ve dolaylı olarak kamu kesimine ödünç kaynak sunamaz duruma getirilmiş, böylece para otoritesinin reel ekonomiye müdahale edebileceği önemli bir politika aracı elden çıkartılmıştır.
Bu açılardan bakıldığında, 2001 yılı kriz idaresinin asıl hedefinin ekonomik ve toplumsal yapıda kuralsızlaştırmaya yol açan bir dizi yapısal dönüşüm aracılığıyla, ülkemizin geleceğini bütünüyle piyasa güçlerinin denetimsiz ve başıboş işleyişine terk etmeyi amaçladığı görülmektedir. Bunun da ötesinde, özelleştirmeler, üst kurullar, yönetişim ve “yabancı sermayeyi teşvik” aldatmacası altında ülkemizin stratejik sektörlerinin terk edilmesi ve yer üstü ve yeraltı kaynaklarının giderek çok uluslu şirketlerin güdümüne bırakılması hedeflenmektedir. Nitekim Şubat 2001-Şubat 2002 arasında kalan bir yıllık dönemde, bazı teknik yasalar hariç tutulursa, 65 civarında yapısal düzenleme yapılmıştır. Bunların yaklaşık yarısı doğrudan doğruya "yapısal uyarlama" kapsamı içindedir.
18 Ocak 2002 tarihinde IMF’ye sunulan ve 4 Şubat’ta onaylanan yeni Niyet Mektubu da bu amaçları sürdürmekte ve Türkiye’nin dünya ekonomisiyle düşük vasıflı emek yoğun teknolojiler ile çalışan bir çevre ekonomisi biçiminde bütünleştirilmesi amacını sürdürmektedir. Niyet Mektubu’nda somutlanan makroekonomik hedefler, 2001 kriz idaresi altında sürdürülmüş olan hedeflere görece daha düşük büyüme, daha yüksek enflasyon, daha yüksek reel faizler ve daha yüksek dış borçlanmayı öngörmekte ve bunun da ötesinde, bir dizi yapısal dönüşüm altında Türkiye’yi uluslararası sermayenin açık sömürüsüne terk etme amacını sürdürmektedir.
18 Ocak 2002 tarihli Niyet Mektubu’nda somutlanan makroekonomik hedefler, GEGP’de öngörülen yaklaşımı esas olarak benimsemektedir. Ancak bir farkla: Niyet Mektubu’nda esas alınan kamu kesimi faiz dışı fazla hedefleri aynen korunmasına karşın, makroekonomik genel denge artık daha yüksek enflasyon, daha yüksek reel faizler ve daha düşük büyüme oranları ile sağlanabilmektedir.
GEGP ve Niyet Mektubu’nun enflasyon hedefleri, yeni programın çok daha yüksek fiyat artışlarını kabul etmek zorunda kaldığını belgelemektedir. GEGP’nin 2002 öngörüleri TEFE’de %16,6, TÜFE’de %20 olarak planlanmış idi. Niyet Mektubu’nun 2002’ye ait enflasyon hedefleri ise sırasıyla %31 ve %35’tir.
Bütün bu saptamalara ek olarak, Niyet Mektubu’nda somutlanan dış ekonomik ilişkilerin Türkiye ekonomisinin dışa bağımlılığını artırıcı öğeler içerdiği gözlenmektedir.Türkiye’nin 2002’deki brüt dış borcunun gayrı safi milli hasılaya oranı, Niyet Mektubu’nda %71,7 olarak planlanmıştır. Oysa aynı hedef GEGP’de %59,6 olarak belirlenmiş idi. Niyet Mektubu, dış borçlanma temposunu değiştirmeden korumakta ve programın nihai yılı olan 2004’te dış borç-GSMH oranını %63,3 ile ancak 2001 düzeyine geri getirmeyi hedefleyebilmektedir. Benzer şekilde kamu sektörü net dış borcunun GSMH’ye oranı 2002’de %35 olarak planlanmakta ve 2004’te %28’e indirileceği öngörülmektedir. Oysa aynı oran GEGP metninde 2002 için %28 idi. Dolayısıyla Niyet Mektubu, GEGP’nin kamu kesimi net dış borçlanması 2002 hedefini ancak iki yıl sonra, 2004’te gerçekleştirmeyi taahhüt edebilmektedir.
Sonuç olarak, Niyet Mektubu’nun makroekonomik dengeleri sağlamadaki tek aracının 2002 sonrasında milli gelire oran olarak %6,5 düzeyinde tutturmayı planladığı kamu kesimi faiz dışı fazlası hedefinde somutlandığı görülmektedir. Ancak, Niyet Mektubu’nda öngörülen makroekonomik hedefler, bu politikanın GEGP’ye görece daha yüksek enflasyon, daha yüksek reel faizler, daha düşük reel büyüme ve daha yüksek dış borçlanma sayesinde sürdürülmeye çalışılacağını belgelemektedir.

2003 Başında Türkiye Ekonomisi ve AKP’nin Programı Üzerine Değerlendirmeler
3 Kasım 2002 genel seçimi sonucunda Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) tek başına iktidara geldi. Seçimlerin sonrasında açıklanan Acil Eylem Planı ile 23 Kasım’da duyurulan 58. Hükümet Programı, özü itibariyle IMF-Dünya Bankası ikilisinin güdümünde sürdürülen neoliberal iktisat politikalarının Türkiye’nin dışa bağımlılığını artırıcı, dış şoklara dayanıksız, zayıf ve taşeronlaştırılmış bir ekonomi yaratma projesinin devamı niteliğindedir.
Türkiye 2002 yılını reel ekonomik büyümenin artıya dönüştüğü ve enflasyonunda önemli gerilemelerin yaşandığı bir yıl olarak geçirmiştir. İlk üç çeyreğe ait veriler, 2002’de 2001’in eş dönemine görece GSYİH’nin sabit fiyatlarla %6,4 büyüdüğünü göstermektedir. Bu, 2001’de yaşanan ve GSYİH’nin %7,4 daralmasıyla somutlanan iktisadi krizin ardından gelen son derece olumlu bir gelişmedir. Ancak büyüme sürecinde toplam GSYİH’ye ilişkin bu gözlem GSYİH üzerine yapılan harcamaların niteliğine bakıldığında bir dizi olumsuzluğa işaret etmektedir.
Tablo 1’den görüleceği üzere, GSYİH’nın en önemli bileşeni olan Özel Nihai Tüketim Harcamaları 2002’nin ilk üç çeyreğinde %-1,9, %2,2 ve %2,6 ile çok sınırlı bir artış göstermiş ve 2002’nin ilk dokuz ayındaki ortalama artış hızı sadece %1,1 olmuştur. Benzer şekilde GSYİH’nın bir diğer önemli harcama unsuru olan Sabit Sermaye Yatırımları 2002’nin ilk üç çeyreğinde –bir kriz yılı olan—2001’in eşdeğer dönemine görece %5,7 daralmıştır. Özel sabit sermaye yatırımlarında söz konusu dönemdeki gerileme %10’u aşmaktadır. 2002’in ilk dokuz ayında ihracat gelirlerinde görece hızlı bir artış yaşanmasına karşın (ilk dokuz ay ortalaması %10,6), ithalatın da artma eğilimi içinde olması (%13,7) sonucu net ihracatın GSYİH’a katkısı negatif olmuştur.
O halde 2002’de yaşanan reel büyümenin kaynağı nereden gelmektedir? Tablo 2 bu konuda ipuçları vermekte ve 2002’nin ilk dokuz ayında yaşanan genişlemenin aslında ne derece sağlıksız bir büyüme içerdiğini belgelemektedir.



2 No’lu Tablo GSYİH’nin 2001 ve 2002’nin ilk üç çeyreği arasındaki net artışları reel olarak (sabit 1987 fiyatlarıyla) sunmaktadır. Buna göre, söz konusu dokuz aylık dönemde GSYİH sabit fiyatlarla toplam 5,3 trilyon TL artmıştır. Bu artışın %11,6’sı 616 milyar TL ile özel nihai tüketim harcamalarından; %6,9’u da 366 milyar TL ile devlet harcamalarından sağlanmıştır. Sabit sermaye yatırımları –1.0 trilyon TL ile GSYİH harcamalarında %18,8’lik bir daralma yaratmış; net ihracatın katkısı da –370 milyar TL (GSYİH’ye oran olarak %-6,9) olmuştur. Elimizdeki veriler 5,3 trilyon TL’ye ulaşan GSYİH’deki artışın 5,7 trilyon TL ile stok değişimlerine aktarıldığını göstermektedir. Yani GSYİH’deki artışın %107,3’ü –tamamından fazlası— stoklarda biriktirilmiştir. Dolayısıyla, 2002’deki reel büyüme halkın refahına yansımamış ve reel kişisel gelirlerde durgunluk yaşanırken ve sabit sermaye yatırımları gerilerken bütünüyle stok birikimine yönelen bir üretim artışı gerçekleştirilmiştir.


3 No’lu Tablo’da sergilediğimiz makroekonomik fiyatların seyri de milli gelirin ana unsurlarında yaşanan durgunluğun bir yansımasını vermektedir. DİE’ce açıklanan son verilere göre enflasyon 2002 yılında TÜFE’de %29,7, TEFE’de ise %30,8 olmuştur. Döviz kuru ise yıl sonu değeri itibariyle %13,2 düzeyinde aşınmıştır. Buna karşın 2002 boyunca reel ücretler gerilemesini sürdürmüştür. 2002’nin ilk üç çeyreğinde 2001’in eşdeğer dönemine görece imalat sanayii özel sektöründe reel ücretler %1,3, reel kazançlar ise %4,6 düzeyinde gerilemiştir. İmalat sanayii kamu sektöründe reel ücretler %3,8 artmış, buna karşılık üretimde çalışan başına reel kazanç %2,6 gerilemiştir. Daha uzun dönemli bir perspektif içerisinde reel ücretlerin konjonktürel iniş çıkışlara karşın sürekli olarak düşme eğilimini muhafaza ettiğini görmekteyiz. 1997 değerini 100 kabul edersek 2002.III itibari ile imalat sanayii ücretleri özel sektörde 87,9, kamu sektöründe 129,2, toplamda ise 92,5 endeks puanında gözükmektedir.
AKP hükümetinin ekonomik programının en önemli iki belgesi 16 Kasım tarihli Acil Eylem Planı ile 23 Kasım’da okunan Hükümet Programı’dır. AKP hükümetince 2003’ün ilk çeyreğine ilişkin maliye hedefleri de IMF gözetiminde sürdürülen “faiz dışı fazla yaratma” yoluyla “piyasa beklentilerinin olumlu kılınması” stratejisine devam edileceğini belgelemektedir. Nitekim, 2003’ün ilk çeyreğine ait hedefler, 2002 yılındakilerle karşılaştırıldığında AKP hükümetinin bütçe anlayışının da bir borç ödeme bütçesinden ibaret kaldığı anlaşılmaktadır. Örneğin geçici bütçe hedeflerine göre, faiz giderlerinin, toplam harcamalar içindeki payı %49 olarak tespit edilmiş durumdadır. Oysa söz konusu oran 2002’de %43 olarak hedeflenmiş, gerçekleşme düzeyi ise %46 olmuştur. Gene benzer şekilde, faiz giderlerinin vergi gelirlerine oranının 2002 sonu itibariyle %85 düzeyinde olması beklenirken, 2003 geçici bütçesinde bu oran %110 düzeyinde hedeflenmiştir. Bu arada, kamu yatırımlarının toplam harcamalar içindeki payı 2002’de %5 iken, 2003’ün bütçe hedefi %2’nin altına indirilmiş durumdadır.

2004 Yılı Başında Türkiye Ekonomisi
Türkiye ekonomisi 2003 yılının ilk üç çeyreğine ait verilere göre %4,5 oranında büyümüştür. Yıl sonunda millî gelirin ABD doları bazında 238,1 milyar dolara ulaşacağı öngörülmektedir. 2003 yılında enflâsyon bir önceki yıla kıyasla daha ılımlı gerçekleşmiş; fiyat artışlarının yıllık ortalaması TÜFE bazında %51,2’den %27,4’e; TEFE bazında ise yüzde 59’dan %28,5’e gerilemiştir. Fiyat hareketlerindeki bu yavaşlama devlet iç borçlanma senetleri (DİBS) faizlerine de yansımış ve DİBS bileşik faizinin ağırlıklı ortalaması %62,7’den %29,4’e düşmüştür. 2003 yılı ihracat gelirlerinde de önemli bir sıçramanın yaşandığı yıl olmuş ve ihracat gelirleri Ocak-Kasım dönemi itibariyle 46 milyar dolara ulaşmıştır. Ancak söz konusu dönemde ithalâtın da hızlı artış göstermesinin de etkisiyle cari işlemler açığı 4 milyar doları aşmıştır.
Ödemeler dengesinin cari işlemlerine ilişkin Ocak-Kasım 2003 verilerini bir önceki yılın aynı dönemi ile karşılaştırdığımızda şu gözlemler yapılabilir: Bir yıl içinde cari işlemler açığı 200 milyon dolardan 4,2 milyar dolara yükselmiştir. Açığın büyümesine mal ticaret dengesindeki (-4,3 milyar dolarlık) çarpıcı bozulmayla, yatırım geliri (faiz ve kâr hareketleri) dengesindeki (-0,9 milyar dolarlık) daha ılımlı bozulma katkı yapmıştır. Buna karşılık hizmetler ticaret dengesindeki önemlice (+1,3 milyar dolar) düzelme dış açıktaki büyümeyi frenleyememiştir.
2002’de ve 2003’ün ilk yarısında gayrisafi yurt içi hâsıla artışlarında iç tüketim ve yatırım harcamalarının katkısının düşük olduğunu, buna karşın üretimi uyaran en büyük kalemin yabancıların harcamaları (ihracat) olduğunu görülmektedir. Ayrıca üretimin önemli bir kısmının stoka yapıldığı da dikkat çekmektedir. Bunun önemi şudur: stoka üretim yapıldıktan sonraki dönemde mal talebi artmazsa, sermayedarların stokları eritmek için üretimi şiddetle kısmaları ve bunun sonucu olarak da işsizliğin artması kaçınılmazdır.
Yurt içi harcamalarda gözlenen daralmanın en önemli nedeni, istihdamda ve reel ücretlerde yaşanan azalmadır. Türkiye’de özel tüketim harcamaları, 1987 sabit fiyatlarıyla, 2000 yılının Temmuz-Eylül dönemindeki seviyesine (2003’ün üçüncü dönemi dahil) bir daha ulaşamamıştır. Nitekim DİE’nin imalât sanayiinde tam kapasite ile çalışmama nedenlerini saptayan anketinde, 2002 III. döneminde işyerlerinin %47’si iç piyasadaki talep yetersizliğini belirtmiş iken, bu oran 2003’ün aynı döneminde %53’e yükselmiştir. Sonuç olarak istikrar adına sürdürülen daraltıcı politikalar, ülkemizin üretim kapasitesini büyük ölçüde yabancı piyasalara dönük üretmeye zorlamaktadır.

2005 Yılı Başında Türkiye Ekonomisi
Türkiye ekonomisi 2004 yılının ilk üç çeyreğine ait verilere göre %9,7 oranında büyümüştür. Bu dönem sonunda milli gelirin ABD doları bazında 283,9 milyar dolara ulaştığı görülmektedir. 2004 yılında enflasyon bir önceki yıla kıyasla gerilemesini sürdürmüş, fiyat artışlarının yıllık ortalaması TÜFE bazında %18,4'ten %11,1'e, TEFE bazında ise %25,5'ten %9,3'e gerilemiştir. 2004 yılı ihracat gelirlerinde de önemli bir sıçramanın yaşandığı yıl olmuş ve
ihracat gelirleri 62,7 milyar dolara ulaşmıştır. Ancak söz konusu dönemde ithalatın da hızlı artış göstermesinin etkisiyle cari işlemler açığı 15 milyar doları aşmıştır. Cari işlemler açığının temel bileşenini oluşturan dış ticaret açığının ise bir rekor kırarak 34 milyar dolar düzeyine sıçradığı görülmektedir.
2000'li yılları etkileyen bunalım öncesindeki son “normal” yıl sayılabilecek olan 1998'den 2004 sonuna kadar ekonomik büyümenin seyri, iki alt dönemde değerlendirilebilir: 1999-2000 ve 2001-2004. İlk alt dönemde GSYİH'nin yıllık ortalama artış hızı % 1,1, ikinci alt dönemde ise % 3,7 dolayındadır. 1999-2004 yıllarının tümü itibariyle GSYİH ve GSMH'nin ortalama büyüme hızları ise sırasıyla % 2,9 ve % 2,3 çevresindedir. Başka bir deyişle, 2002-2004'teki toparlanmaya rağmen, 1999 ve 2001'deki büyük olumsuz şokların etkisi henüz tam olarak giderilememiştir.
Büyümenin talep yanlı kaynakları ile ilgili aşağıdaki sonuçlar çıkartılabilir: (i) Gerek 1999-2000, gerekse 2001-2004 alt dönemlerinde büyümenin kaynakları, esas itibariyle, tüketim harcamaları ve özel üretici kesimdeki stok artışlarıdır. 2003 ve 2004 yıllarında özel yatırımların canlanması, henüz sabit sermaye oluşumunu ya da dış ticareti büyümenin “motoru” haline dönüştürebilmiş değildir. (ii) Stok artışlarının büyüme aritmetiğinde bu kadar etkili bir öğe haline dönüşmesinin akla yakın bir iktisadi açıklaması yoktur. Döneme damgasını vuran yüksek reel faizlere rağmen, stok artışlarının GSMH'nin %7-8'i çevresinde gerçekleştiği bir ekonomik konjonktür tasavvur edilemez. Öyle anlaşılmaktadır ki, son yıllarda ekonominin ithal girdiler açısından daha fazla dışa bağımlı duruma gelmesi ve sonuç olarak başta sanayi olmak üzere tüm sektörlerde (katma değer/gayrisafi üretim değeri) oranlarının gerilemesi, 1990'li yıllar sonundaki teknik katsayıları kullanmayı sürdüren DİE tarafından yeterince göz önünde bulundurulamamakta, böylece (gayrisafi üretim değerlerinden hareketle) GSMH artışı yüksek tahmin edildiğinde yatırım, tüketim ve net ihracattaki değişmelerle massedilemeyen nihai talepler, sanal talep öğeleri haline dönüşüp stok değişmelerine kalıntı olarak yansımaktadır.Daha zayıf bir başka olasılık ise DPT tarafından yatırımlar kadar yakından izlenmeyen özel tüketim harcamalarının düşük tahmini ve bu tahmin hatasının stok değişmelerine taşınmasıdır.
İlan edilen çarpıcı büyüme oranlarına rağmen, sıradan yurttaşın gündelik hayatındaki “iyiye gidiş”i fark etmiyor olması bu yanılgılar ile yakından ilgilidir. Ancak yapısal uyum programı uygulamalarını savunabilmek için başarı göstergelerine ihtiyaç duyan siyaset ve bürokrasi çevrelerinin bu vahim yanılgıyı düzeltmek için çaba harcamadığı görülmektedir.

2005 yılına ait bazı makro ekonomik veriler, aşağıdaki gibi sıralanabilir;

Mart 2006 itibariyle ihracatın ithalatı karşılama oranı: %62,3
Mart 2006 itibariyle Mart 2005’e göre sanayi üretim indeksi: %8,9…..
2006 yılı için hedeflenen enflasyon oranı, %5’tir. .(Bu gibi verilerin güncelliğini koruyabilmesi için periyodik olarak ‘tuik.gov.tr’ adresinden takip edilmesi önerilir. )

Genel Değerlendirme: Türkiye’de 1980 Sonrası Uygulanan Neoliberal Politikalar:

1980 Dönüşümü
Türkiye’de genel ekonomi politikalarında 1980’de meydana gelen köklü değişiklik, sonrasındaki ve günümüze kadar geçen 25 yıllık dönemin temellerini atmıştır. Serbest piyasa ekonomisinin tüm gereklerini yerine getirmeye çalışan Türkiye bu çerçevede, kalkınma – sanayileşme hedeflerinden ödün verme pahasına gelişmiş ülkelerin ve onların temsilcisi olan IMF gibi uluslararası (ulus-ötesi) kuruluşların önerileri ve istekleri doğrultusunda gerekli yasal, stratejik, kurumsal adımları bir bir atabilmiştir. Piyasaların liberalizasyonu, dış ticarette kota ve diğer engellerin kaldırılması, devletin küçültülmesi ve özelleştirme ve yabancı sermayeye kapıların ardına kadar açılması olarak özetlenebilecek olan neo-liberal iktisat politikaları bu dönemde “başarıyla” uygulanmıştır. Bu politikaların diyeti ise; gelir dağılımının daha da bozulması, yoksulluk ve işsizliğin artması, daraltıcı maliye ve para politikaları sayesinde iç talebin ve yatırımların kısılması, ülke kaynaklarının öncelikle iç ve dış borç ödemelerine tahsisi olmuştur.
Tüm dünyayı etkileyen 1974 Petrol Krizi, sistemin kendini gözden geçirmesini zorunlu kılmıştır. “Kapitalizmin Altın Çağı” olarak nitelendirilen 1946 – 1973 dönemi, diğer bir ifade ile Bretton Woods Dönemi son bulmaktadır. Uluslararası sermaye ve gelişmiş ülkeler yeni gelişen teknolojiler ile krizden çıkmanın yolları ararken, bir diğer taraftan krizi gelişmekte olan ve azgelişmiş ülkelere ihraç etmeyi de başarabilmişlerdir. IMF ve Dünya Bankası da strateji değişikliğine giderek tüm dünyada özellikle 1980 sonrasında etkili olacak uygulamalarını başlatmışlardır: Ekonomik istikrar ve yapısal uyum vaadiyle finans kapitale mutlak bağımlılık.
1974 sonrasında petrol fiyatlarındaki artışın Türkiye ekonomisine etkileri gecikmeli olarak ortaya çıkmıştır. Sürekli bir seçim konjonktürü içinde, kısa dönemli borçlanma kanallarını sonuna kadar zorlayarak ertelenen ekonomik bunalım, zamanında planlı ve rasyonel anti-kriz önlemleriyle hafif bir şekilde atlatılabilecekken üç yıl sonrasında çok daha şiddetli yaşanmıştır. 1977’ye gelindiğinde bir çok piyasada kuyruklar ve karaborsalar oluşmuştur. Genel fiyat düzeyi 1978’de yüzde 53, 1979’da yüzde 64 artmıştır. 1978 Şubatında 25 TL. olan Doların resmî döviz kuru, 1979 Haziranında 47 TL.’ye çıkarılmıştır. Devalüasyon, Türkiye ekonomisi için olağan bir ayarlama halini almıştır. Yine de bu dönemdeki devalüasyonlar, IMF tarafından yetersiz uygulamalar olarak değerlendirilmiştir. Çünkü IMF modelinin standart unsurları olan; fiyatlar serbest bırakılırken ücretler ve tarımsal desteklemenin dondurulması ve toplam talebin parasal önlemlerle daraltılması gibi uygulamalar henüz Türkiye’de hayata geçirilmemiştir. Üstelik 1976 - 79 döneminde, tüketici fiyatlarına göre hesaplanan reel ücretler yüzde 45 oranında artış göstermiştir.
1979 yılının sonunda Başbakan S.Demirel’e T.Özal tarafından sunulan raporda, “24 Ocak Kararları” olarak anılacak olan istikrar programının esasları ve gerekçeleri savunulmaktadır. Bu raporda, yüksek reel ücretlerle ihracat yapılamayacağı ve bu nedenle ücretleri baskı altına alacak önlemlerin mutlaka bulunması gerektiği belirtiliyordu. Böylece 24 Ocak Kararları”nın istendiği gibi uygulanabilmesi, 12 Eylül Darbesi’nin ekonomik gerekçesi olarak ifade edilebilir.
1980 Dönüşümünün Türkiye’de iki yönü vardır; hem kalkınma stratejisi değişikliği hem de ekonomik paradigma değişikliği. Aradan geçen 25 yıldan sonra kolaylıkla söylenebilir ki; ihracata yönelik kalkınma stratejisi başarılı olamamıştır. Diğer taraftan yeni ekonomik paradigma, yani neo-liberalizm, tüm dünyadaki gelişmelere paralel olarak Türkiye’de de etkili olmuş ve geçen sürede yerleşmiştir. Neo-liberalizm paradigması ile ulusal kalkınmacılık birbirini dışlayan olgulardır. Ulusal piyasalar serbestî ilkesi çerçevesinde programlı bir biçimde dışa açıldığında, rekabet gücü olmayan ulusal üreticiler, sanayiciler Pazar paylarını yitirirler. Diğer taraftan, planlı – programlı bir teknoloji geliştirme stratejisi, bebek endüstrilere enerji ve hammadde teşvikleri ve ılımlı bir gümrük rejimi, ulusal kalkınmacılığı destekleyen temel unsurlar olarak gösterilebilir. Oysa Türkiye’de 1980 sonrasında ülke kaynakları, yukarıda dillendirilen kalkınma stratejisinin finansmanı için değil; IMF’nin ve Dünya Bankası’nın empoze ettiği istikrar ve yapısal uyum politikaları çerçevesinde iç ve dış borçların finansmanı için kullanılmıştır.
24 Ocak Kararları’nın temel unsurları şunlardır; devalüasyonlar, KİT zamları ve fiyat denetimlerinin kaldırılması. Reel devalüasyonlar ve esnek kur sistemi sayesinde ihracatın artırılması hedeflenmiştir. Bu hedef doğrultusunda iç talebin kısılması gerekmektedir. Hükümetler, ucuz kredi ve vergi iadesi gibi teşvikler ile ihracatçı firmaları desteklemişlerdir. Çıkarılan yasalar ve getirilen yasaklar sayesinde reel ücretler hızla aşınmıştır. 1980 yılında, bir önceki yıla göre reel ücretlerin yüzde 23 azalmıştır. İhracat teşviklerine paralel olarak serbest ithalat rejimi de zorunlu olmuştur. İhracatçı sektörlerin enerji ve yatırım mallarında ithal bağımlısı olması ithalatı hızla artırmıştır. KİT’lere yapılan zamlar ve genel olarak fiyatların serbest bırakılması ile ülkenin ithal tüketim malları cenneti olması birbirini tamamlayan unsurlardır.
İhracata dayalı kalkınma stratejisi, 1980 öncesinde âtıl duran kapasitelerin kullanılması sayesinde başlarda büyüme hedeflerini yakalayabilmiştir. Bu dönemde aynı zamanda tarımsal destekleme alımlarının daraltılması ile iç ticaret hadleri tarım sektörü aleyhine seyretmiştir. Reel ücretler sürekli aşınmıştır. Neo-liberalizmin ilk (görece) küçük krizleri 1982 ortalarında görülmeye başlanmış; bankerler ve hayali ihracat skandalları patlak vermiştir.
Bu dönemde devletin vergi gelirleri giderek azalmıştır. Servet beyannamesi 1984’te kaldırılmış ve böylece gelir vergisi toplam vergi gelirleri içinde önemini yitirmiştir. 1985 yılında getirilen KDV ile de vergi gelirleri dar gelirlilere dayandırılmış, bu durumda da toplam vergi gelirleri mutlak olarak azalmıştır. Bir bakıma devlet, diğer gelir edinme yöntemi olan borçlanmaya kendini mecbur bırakmıştır.
İç borçlanma mekanizmasının kendisi, gelir dağılımını yeniden düzenleyen bir uygulama iken; izlenen vergi politikası da aynı yönlü gelir transferini hızlandırmaktadır. Yerli sermayedarlar, yatırımlar yaparak kâr gelirlerini artırmayı değil, devlete borç vererek faiz gelirlerini artırmayı yeğlemişlerdir. Reel faiz hadlerinin çok yüksek olması, bir taraftan borç vermeyi özendirirken, diğer taraftan yatırımların finansmanı için gerekli kredilerin maliyetini artırmaktadır.
İç ve dış borç gereksiniminin diğer nedenleri ise şöyle sıralanabilir: KİT’lerin finansman açıkları, seçim dönemlerinde uygulanan popülist politikalar, rüşvet, yolsuzluk ve siyasî – bürokratik yozlaşma, savunma harcamalarının fazlalığı; bir de önceki borçların ödenebilmesi.
Dönüşümün Tamamlanması: 1989 Katkısı
1980 Dönüşümü’nün ikinci halkası ise 1989’da çıkarılan 32 Sayılı Karardır. Sermayenin serbest dolaşımı veya finansal liberalizasyon olarak ifade edilen bu değişim, Türkiye ekonomisinin sonrasındaki on beş yılına damgasını vurmuştur. Sıcak para girişlerinin kontrol edilmemesi ve vergilendirilmemesi, 1990’lı yılların “kriz – IMF – kriz” kısır döngüsünü tetiklemiştir.
1989’dan sonra, gelişen işçi hareketlerinin ve seçim popülizminin etkisiyle reel ücretlerde önemli yükselmeler olmuştur; ki bu artış sonraki yıllarda fazlasıyla geri alınacaktır. Özellikle kamu sektöründeki ücret artışları KİT’lerin malî krize sürüklenmesinin nedenlerinden biri olmuştur. Diğer bir neden de, hükümet tarafından KİT’lere yönelik hazine desteğinin çekilmesidir. Bu durumda KİT’ler iç borçlanmaya yönelmek zorunda kalmıştır. 1990’ların başında KİT sistemi, yatırımların kısılmasına rağmen önemli miktarda katma değer üretiyor; ama ürettiği katma değerin tümü borç finansmanına ve ücretlere gidiyordu. Böylece KİT’lerde özelleştirme zorunluluk olarak gösterildi. Özelleştirilme uygulamaları uzun yıllara yayılırken; sırasını bekleyen kuruluşlar, “uzun vadeli yönetim, işletmecilik ve reform perspektifinden yoksun bir biçimde bitkisel hayata terkedilmişlerdir.” 1990 – 2002 yılları arasında özelleştirme uygulamaları sonucunda elde edilen gelir sadece 7 milyar Dolardır. Bu durumda özelleştirmenin devletin kaynak gereksinimine kayda değer bir katkı sağlamadığı söylenebilir.
1989’dan sonra iç borçlanmanın döndürülmesi artık maliye politikasının tek hedefi haline gelmiştir. Yüksek faiz oranları ile borçlanan devlet, bu borcun finansmanı için giderek artan oranlarda borçlanmak zorunda kalmıştır. 1999 yılında IMF programının ana hedefi olarak açıklanan ve hükümetlerin ekonomi politikalarının omurgasını oluşturan faiz dışı bütçe fazlası, borçların sürdürülebilirliğinin zorunlu koşulu olarak dayatılmıştır.
Faiz dışı bütçe fazlası hedefi, 1998 yılında IMF ile yapılan Yakın İzleme Anlaşması’nda gündeme geldi. 1999 yılında yapılan 17. Anlaşma ile de ekonomi politikaları içindeki önemi arttı. İç borcun çevrilebilmesi amacıyla GSMH’nin yüzde 6,5 – 7’sine eşit bir faiz dışı fazlanın verilmesi gayreti, aynı zamanda maliye politikası araçlarının etkinsizleştirilmesi anlamına gelmekteydi. IMF programlarının genel hedefi, “istikrar”ın sağlanması olarak özetlenebilir. İstikrar sağlanınca piyasalara güven artacak, faiz hadleri düşecek, tüketim ve yatırım talebi yükselecek ve böylece büyüme hedefine ulaşılacaktır. İstikrarın temel göstergesi ise faiz dışı bütçe fazlası olarak görülmektedir. Faiz dışı bütçe fazlası için, yeni vergiler getirilmiş, başta sağlık ve eğitim olmak üzere sosyal harcamalar kısılmış, kamu yatırımları azaltılmış ve özelleştirme gelirlerinin artırılması amaçlanmıştır.
Tüm bunlar sayesinde elde edilen fazla, büyümenin finansmanı için değil, aksine borçların ödenmesi için kullanılmıştır. Sadece “güven” gibi soyut bir kavramla yatırım ikliminin oluşmadığı açıktır. “İstikrar”a kavuşmak, borçların geri ödemelerinin garanti altına alınması açısından başarılmıştır. IMF uygulamalarının mekanizması işlediğinde düşeceği iddia edilen reel faizler hiçbir zaman yatırımları teşvik edecek bir düzeye inmemiştir. Tam aksine IMF, yabancı sermayedarların arbitraj kazançlarını garanti altına almak için reel faiz hadlerini yüksek düzeyde tutmaya uğraşmaktadır. Enflasyonun gerilemesine paralel olarak düşmesi beklenen reel faizler hâlâ yüksek düzeylerdedir.
1989’dan sonra finansal krizlere açık hale gelen Türkiye ekonomisi, 1994 ve 2001’de ağır, 1998 - 1999’da hafif krizlerle sarsılmıştır. Her üç krizde de belirleyici neden, öncesinde yüksek arbitraj beklentisi ile ülkeye giren sıcak paranın, ani bir şekilde ve büyük miktarlarda ülkeyi terk etmesidir. Sıcak paranın genel karakteristiği kolay yer değiştirebilir olmasıdır. Aynı zamanda Türkiye’de büyüyen cari açıklar, bankacılık sisteminde artan riskler ve siyasî belirsizlikler bu tersine eğilimi güçlendiren faktörler olmuşlardır. Yabancı sermayenin tersine dönüş biçiminde ülkeyi terk eden miktarının millî gelire oranı 1994 yılında yüzde 11,9, 1998 yılında yüzde 4 ve 2001 yılında yüzde 15,1’dir. Sermaye hareketlerindeki tersine dönüşün, bu büyüklüklere ulaşmasından kaynaklanan şokun, ekonomiyi çok derin bir krize sürüklemesi kaçınılmazdır. Ülkenin “kriz – IMF – kriz” kısır döngüsüne girmesi ise, krizden çıkış çabalarının IMF kredilerine bağlanmasıyla tamamlanır. 1999 – 2002 yılları arasında IMF’den 20,5 milyar Dolar kredi kullanılmıştır.
1989 yılından itibaren, Türkiye’nin dış borç yapısının da giderek bozulduğu görülmektedir. 1989 yılında toplam dış borç 41,7 milyar Dolarken, 2003 yılı başında bu miktar 133,2 milyar Dolara yükselmiştir. Dış borçlanma, eğer sadece cari işlem açığının finansmanı için gerekli olsaydı; Türkiye’nin bu dönemde 21,2 milyar Dolar borçlanması yeterli olacaktı. Oysa mevcut dış borç yükü ve bunun döndürülmesi için atılan her adım, ülkenin dışa bağımlılığını kalıcılaştırmaktadır. Dış borç mekanizması, böylece gelişmiş ülkelere doğru bir gelir aktarım mekanizmasına dönüşmüştür.

EK 1: Son on – on iki yıldaki dönüşümün temel nedenleri:
(i) Türkiye’nin sermaye hareketleri, ticaret ve son tahlilde üretim bakımından kuralsız bir şekilde uluslararası sermayeye eklemlenmesi ve bunun sonucunda dış şoklara açık, kırılgan bir ekonomik yapıya bürünmesi;
(ii) kamu iç borçlarının arttırılması ve kamu açıklarının vergiler yerine, yerli ve yabancı özel sermayeye kaynak aktaran hazine bonosu ve devlet tahvilleriyle finansmanı yoluna gidilmesi;
(iii) ekonominin giderek daha fazla kısa vadeli sermaye hareketlerinin anarşik ortamına terk edilmesi ve bir ulusun parasının değerinin temel dayanağı olan TCMB’nin faaliyetlerinin daraltılarak, basit bir muhasebe kurumuna dönüştürülmesi;
(iv) özelleştirmeler yoluyla kamu işletmeciliğinin tasfiyesi ve bu sürecin sonucunda yaşanan yüksek oranlı işten çıkarmalar;
(v) işgücü piyasalarının esnekleştirilmesi, formel işgücü yerine daha fazla oranda kayıt dışı enformel emeğin istihdamı yoluna gidilmesi; norm kadro ve esnek çalışma uygulamalarıyla istihdamın daraltılması; kamu sektöründe etkinlik söylemi yardımıyla çalışanların işlerine son verilmesi ve sendikal faaliyetlerin daraltılması;
(vi) eğitim, sağlık gibi kamu hizmetleri daraltılarak, bu hizmetlerin giderek daha büyük oranda özel sektöre devredilmesi ve yalnızca “parası olanların alabileceği” piyasa hizmetleri mantığına büründürülmesi;
(vii) küçük ve orta ölçekli işletmelerin, hiçbir stratejik planlamaya tabi tutulmaksızın piyasanın hükmüne terkedilmesi ve böylelikle bu işletmelerin, büyük sermayenin uluslararası sermayeye eklemlenme sürecinde taşeron ucuz işgücü depolarına dönüşmesi;
(viii) merkezi devletin yetki alanlarının parçalanarak “adem-i merkeziyetçilik” söylemiyle kamu hizmeti planlamasının ortadan kaldırılması;
(ix) 1980’li yılların “prensleri” ile başlayan, kamu faaliyetlerini bir işletmecilik alanı olarak gören kamu işletmeciliği okuluyla devam eden ve yönetişim (governance) söylemleriyle pekiştirilen IMF ve Dünya Bankası güdümlü bir elitin kamu bürokrasisine egemen olması;
(x) “kamunun şeffaflığı” sloganı ve “yönetişim” uygulamaları yardımıyla ulus devletin her türlü tasarruf ve denetim hakkının uluslararası kuruluşların denetimine açılması;
(xi) uluslararası mal ticaretini serbestleştirmeye yönelik olarak imzalanan anlaşmalar (GATT-The General Agreement on Tariffs and Trade), hizmet ticaretini serbestleştirmeye yönelik anlaşmalar (GATS-The General Agreement on Trade in Services), fikri mülkiyet haklarına yönelik anlaşmalar (TRIPS- Trade-Related Aspects Of Intellectual Property Rights), Gümrük Birliği Anlaşması, Avrupa Birliği’ne üyelik şartı vb anlaşmaların getirdiği yükümlülüklerle yerel hukuk sisteminin uluslararası hukuka bağlanması; Dünya Ekonomik Forumu, Dünya Ticaret Örgütü, Gümrük Birliği, Avrupa Birliği gibi uluslararası niteliğini yitirip, küresel elitleri eliyle ulusüstü hale gelmiş örgütlerin önayak olduğu “Yatırım İklimi Yasaları” ve çok taraflı anlaşmalarla, kapitalizmin, tüm dünyayı tek bir pazar gibi kurgulama ihtiyacına hizmet eden yeni bir yönetsel ve hukuki sistemin kendisini dayatması; kamu gücü ve kamu yararını gözeterek kamu adına faaliyet gösteren ulusal mahkemelerin (özellikle uluslararası ticaret konusu olan anlaşmazlıkların çözümü konusunda) uluslararası tahkim yoluyla işlevsizleştirilmesi, ulusal hukuk sisteminin sadece adi ve siyasi suçları yargılayan bir yapıya indirgenerek içinin boşaltılması;
(xii) toplumun her kesiminin açıklıkla gözlemlediği “yolsuzluk” uygulamalarında hedef olarak sadece kamu kuruluşlarının seçilmesi; bu sürecin gerçek failleri olan mafya çok uluslu şirketler, güdümlü burjuvazi ile ahlaki yozlaşmayı yansıtan medyanın bu yolla aklanması;
(xiii) tüm bu dönüşümler olurken medyanın yoğun ideolojik bombardımanı ile Türkiye halkının bilincinin parçalanması, bir pop kültürün topluma giderek egemen olması.

EK 2: AKP’nin Acil Eylem Planı ve Hükümet Programı belgelerinde Türkiye toplumuna vaaddettiği çözüm önerileri ana hatlarıyla şunlardır:

1) Acil Eylem Planı’nda, doğrudan yabancı yatırımların özendirileceği belirtilmektedir. Bu öneri, geçmiş hükümetlerin ekonomideki büyüme için topluma taahhüt ettikleri politika önermelerinin devamı niteliğindedir ve IMF-Dünya Bankası çözüm önerileriyle uyumludur. Kalkınmayı, çok uluslu şirketlerde gören bu anlayış, bütünüyle neoliberal ideolojik öncüllerle hareket etmektedir ki, son 20 yıldır Türkiye’de hükümetler hep bu tür öncüller içerisinde olmuştur. Doğrudan yabancı yatırımlar, sanıldığının aksine ülkede iş olanağı yaratacak yeni yatırım fırsatları doğurmamakta; bu süreç, ülkedeki mevcut yatırımların da çok uluslu şirketler tarafından ucuza ele geçirilmesi şeklinde işlemektedir. Anlaşılan AKP hükümeti de neoliberal bir duyarlılık sergileyerek doğrudan yabancı yatırımlara isnat edilen “kalkınmanın motoru” şeklindeki temel yargıdan kopmak için herhangi bir neden görmemektedir.
2) AKP’nin programı, serbest piyasanın daha iyi işlemesi için gerekli koşulların sağlanarak, ekonomideki etkinlik ve verimliliğin artırılacağı, bu amaçla özelleştirmelere hız verileceği sözünü vermektedir. Nitekim 13 Ocak tarihinde açıklanan özelleştirme takvimi AKP’nin tüm kamu varlıklarını haraç-mezat elden çıkarma niyetini açıkça göstermektedir. AKP’nin bu tercihi de 1980’li yıllardan beri süregelen neoliberal ideoloji temelli talan ekonomisinin yeniden icadından başka birşey değildir. Bu da, toplumun kurucu öznesi olarak “özel sektörü” görme ve ulusal kaynaklar üzerindeki toplumun kollektif çıkarı ve denetimini özel çıkar gruplarına terk etme anlamına gelmektedir. AKP özelleştirme programında Türkiye’nin doğal kaynakları arasında ayrıcalıklı bir yere sahip olan bor işletmelerinin öncelikli bir yere sahip olduğu görülmektedir. Bu işletmelerin özerk bir yapıya kavuşturulacağı, yani uluslararası sermaye ve piyasaların denetimindeki üst kurullaşma sürecine terk edileceği anlaşılmaktadır. Benzer şekilde, madencilik sektörünün tümünde özelleştirme çalışmalarının hızlandırılarak, kamuya ait ruhsatlı maden alanlarının tedricen özel sektöre devredileceği programda açıkça belirtilmektedir. Hükümet tarafından yapılan açıklamalar kaygı verici niteliktedir. İMKB ve Milli Piyango İdaresi gibi kuruluşların özelleştirme kapsamına alınacağının açıklanması, hükümetin bu konuda ne kadar ileri gidebileceğini göstermektedir. Kaldı ki, özelleştirmelerden elde edilen gelirlerin devlet borçlarının kapatılması ve faiz dışı fazlayı koruyabilmek amacıyla kullanılacak olması (Hükümet Programı sf. 10; 19) özelleştirmenin temel amaçları arasında görülen, “verimsiz kamu işletmelerinin kamuya yük olmaktan çıkartılması” ve “sermayenin tabana yayılması” gibi saiklerden tamamiyle uzak bir amaca yönelik olarak yürütüldüğünün açık göstergesidir. Hükümetin özelleştirme programı, “bakkala borcunu ödemek için evden eşya satan aile reisleri”nin davranış kalıplarını çağrıştırmaktadır.
3) Program, devlet personel rejiminde köklü bir reformu gerçekleştirmeyi ve bu amaçla bütün kamu kurum ve kuruluşlarında “norm kadro” uygulamasına geçileceğini öngörmektedir. Benzer işe benzer statü ve maaş vaad eden programın bu açıdan asıl amacı “esnek çalışma usullerinin” kamu çalışma alanına yerleştirilmesidir. Programın topluma bu vaadi de geçmiş programların devamı niteliğindedir. Unutulmamalıdır ki, Kemal Derviş tarafından IMF’ye verilen Şubat 2002 Niyet Mektubu’nda 45,800 kamu işçisinin “atıl istihdam” olarak saptanması da yapılan “norm kadro çalışmaları”nın ürünüydü. Devleti bir şirket gibi yönetmeyi hedefleyen bu politikaların kullandığı tılsımlı kavramlar “esnekleşme” ve “yönetişim”dir.
4) Özellikle Dünya Bankası güdümlü tüm programlara yansıyan “yönetişim” anlayışı, kamu erkinin yanında özel sektör ve devlet dışı kuruluşları karar alma sürecine katmayı vaad etmekte; bu yolla toplumsal demokrasiye ve katılıma olanak sağlanacağını iddia etmektedir. Bu kavrayışta söz edilen toplumsal katılımın öznesi “yurttaş” değil, “özel sektör kuruluşları” ve “uluslararası denetim şirketleri”dir. Adeta Sovyetler Birliği’ndeki “İşçi Sınıfı Diktatoryası” (devlet + işçi sınıfı + sivil toplum örgütleri) formülünü andıran yukarıdaki formül, devlet idaresinde açık sınıf tercihinin de bir yansımasıdır. AKP’nin programı yönetişim kavramı çerçevesinde geliştirilen bu neoliberal sentezi hedefleyerek kamu alanının yeniden düzenleneceğini öngörmektedir. Bu amaçla program, “kamu yönetiminde toplam kalite ve yönetişim ilkelerinin hayata” geçirilmesinin ve bu konuda bir “Çerçeve Yasanın” çıkarılmasının sözünü vermektedir.
5) Acil Eylem Planı’nda öne çıkan bir başka düzenleme de “Kamu Mali Yönetimi” alanında yapılacak olan düzenlemelerdir. Bütçe birliğinin sağlanması ve kuruluşlara bütçe uygulamalarında daha fazla esneklik ve saydamlık vaadleriyle planlanan “Muhasebe-i Umumiye Kanunundaki değişiklikler” ve “Sayıştay’ın denetim yetkisinin Cumhurbaşkanlığı, TBMM ve üst kurullar dahil olmak üzere tüm kamu kurum ve kuruluşlarını kapsayacak şekilde genişletilmesi” gibi olumlu bir iddiadan yola çıkılmakta, ancak bu iddia bu noktada kalmamakta, “kamunun şeffaflaştırılması” söylemi ve yönetişim uygulamaları çerçevesinde Sayıştay’ın da uluslararası denetime açılması gündeme gelmektedir. Bu süreç, klasik kamu bürokrasisi sistemindeki son kalıntılar olarak görülebilecek olan Maliye Bakanlığı ve Sayıştay’ın da uluslararası kuruluşlar güdümlü yeni bürokrat elitle uygun bir çizgiye çekilmesinin taşlarını döşemektedir. Yani Hazine Müsteşarlığı’nın Maliye Bakanlığı’ndan koparılması ile başlayan ve üst kurullaşma ile süren “uluslararası kuruluşlara tabi bürokrat yaratılması projesi” son aşamasına ulaşmış olacaktır. Klasik bürokrat yapılar, uluslararası kuruluşların denetimine tabi kılınarak bu kuruluşlardaki bürokratik yapılar ve devletin denetim erki de büyük oranda uluslararası kuruluşların etkisi altına terk edilmiş olacaktır.
6) Geniş halk kitlelerinin temel insani taleplerini temsil eden ve tüm eksikliklerine rağmen ağırlıkla bir kamu hizmeti olarak sürdürülen sağlık hizmetlerinin, yine etkinlik ve kalite söylemi yardımıyla özel sektöre devredilmesi öngörülmektedir. Programda yer alan, “herkesin temel sağlık ihtiyacını özel sektörle işbirliği yaparak yerine getirme” ifadesi bu anlayışın örtülü bir dışavurumudur. Programın asıl hedeflerini ise yıllardır uygulanmakta olan sağlık ocağı sisteminin yerine aile hekimliği sisteminin getirilmesi, sağlık hizmetlerinde özel sektörün teşvik edilmesi ve yoksullara yardım götürülmesi gibi IMF ve Dünya Bankası patentli sosyal politika önerileri oluşturmaktadır. Özellikle yoksullara yardım götürülmesi gibi öneriler son yıllarda IMF ve Dünya Bankası patentli programların ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bu yolla, IMF programının yarattığı sosyal riskler giderilmeye çalışılmakta, sosyal bir sübap sistemi inşaa edilmektedir.
7) Bu tür güçlü neoliberal söylemleri temel alan program, Türkiye halkına istihdam ve büyüme açısından gerçekçi hiçbir taahhütte bulunmamaktadır. Reel ekonominin büyümesi basitçe bir güven ortamı tesisi algılayışına terk edilmekte, ne anlama geldiği tam olarak belli olmayan “şeffaf, adil, yerinden ve etkin bir destekleme sistemi”nin oluşturulmasından söz edilmektedir. Hemen tüm programlarda yer alan bu tür genel ifadeler bir kalkınma stratejisi değil bir “boş söylem”den ibarettir.
8) Hükümetin reel sektöre yönelik çözüm önerileri incelendiğinde, ulusal sanayinin taşeronlaştırılmaya çalışıldığı görülmektedir. Bu süreç, yeni bir özelleştirme stratejisiyle tüm KİT sisteminin tasfiye edilmesini, yabancı yatırımlara özel destekler sağlanmasını, teşvik belgesi olmaksızın yatırımları destekleyen bir yapının oluşturulmasını ve yatırımcılara bedelsiz arsa tahsisini temel alan bir model önermektedir. Bu model yabancı sermaye öncülüğünde, ihracata yönelik, dolayısıyla işçi ücretlerinin baskılanması temelinde ve KOBİ’lerin taşeronluğunda bir sanayileşme stratejisinin tekrar gündeme getirilmesinden başka birşey değildir. Nitekim, “özel sektör ile işbirliği içinde ihracata dönük stratejik planlama yapılacak. İhracatçı firmaların girdi maliyetlerini düşürmeye yönelik çalışmalar yapılacak” şeklinde bir ifadenin Acil Eylem Planı’nında yer alması bu öngörüyü doğrular niteliktedir.
9) AKP Hükümet Programı, ekonominin kırılgan maliye ve finansal yapısını dönüştürecek bir perspektiften yoksundur. Nitekim, Hükümet Programı’na göre (sf. 9)
hükümetin uygulayacağı maliye politikasının temel önceliği mali disiplini sağlayarak, borç stokunu sürdürülebilir seviyeye indirmek ve makroekonomik istikrarı koruyacak faiz dışı fazlalığı vermektir... Kamu borç stoku kabul edilebilir ve sürdürülebilir seviyeye indirilecektir.
Bunu sağlamak için alınacak tedbirler ise 2001 boyunca IMF gözetiminde uygulanmakta olan programın temel ilkeleri ile tıpatıp aynıdır:
Bunu sağlamak için, faiz dışı dengede fazla verilmeye devam edilecek, özelleştirme hızlandırılacak, ilave gelir kaynakları bulunacak, ekonomide istikrarlı bir büyüme sağlanacak ve reel faiz oranlarının hızla makul düzeylere gerilemesi için gerekli güven ve istikrar ortamı oluşturulacaktır. (sf.9)
Cevapla
  • Benzer Konular
    Cevaplar
    Görüntü
    Son mesaj
  • Bilgi
  • Kimler çevrimiçi

    Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 4 misafir