20. YY. BAŞLARINDA DÜNYA TARİHİ VE DEVLETLERİN DURUMU

Cevapla
fermander
Mesajlar: 22
Kayıt: 19 Mar 2017 13:32
İletişim:

20 Mar 2017 12:36

Birinci Dünya Savaşı

1. Savaşın Nedenleri
1914’te başlayan savaş, o güne kadar dünya uluslarının yaşadığı en kanlı olay olmuştur. Bu savaş, toplumun tüm kesimlerini derinden etkilemiştir. Dört yıl boyunca dünyanın çeşitli bölgelerinde Avrupa savaş sanayisinin ürettiği yeni silahlar oluk oluk insan kanının akmasına neden olmuştur. Niçin dünya ulusları böylesine kanlı bir savaşın içine girmişlerdir?
Birinci Dünya Savaşı'nın genel nedenleri nelerdir?
Bu sorunun cevabını 19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da meydana gelen gelişmelerde
aramak gerekir. Bu gelişmeleri:
• Endüstri Devrimi ve Sömürgecilik,
• Silahlanma yarışı,
• Milliyetçilik,
• Bloklaşma olarak ayırmak olanaklıdır.
Endüstri Devrimi ve Sömürgecilik: 18. yüzyılın ikinci yarısına kadar Avrupa’da temel zenginlik kaynağı topraktı. Bunu el sanatları ve ticaret izliyordu. Rönesans’ın getirdiği akılcı uygulamalar bilimi inancın dar kalıplarından çıkararak gözlem ve deneyin etkisi altına sokması, Avrupa’da önemli gelişmelere yol açtı. Tarım teknolojisinde yapılan yeniliklerle üretimde büyük artışlar sağlandı. Bilim adamları insan ve hayvan emeğinin yanında buhar gücünden de yararlanmanın yollarını araştırdı ve buharlı makinalar üretim alanına sokularak elle üretim devri kapandı, fabrikasyon üretim devri başladı. Havagazı, elektrik ve petrolün de sanayide kullanılması Avrupa’daki üretimi artırırken hammadde bulma ve üretileni satma sorunlarını ortaya çıkardı. İşte, bu iki olgu, Avrupa’nın güçlü devletlerini sömürgeleri elde tutma, yeni sömürgeler elde etme yarışına soktu. 19.yüzyılın son çeyreğinde Afrika’nın%11’i Pasifik adalarının %57’i sömürgeleştirilmiş iken yirminci yüzyılın başında Afrika’nın%90’ı Pasifik adalarının %99’u sömürgeleştirilmiştir.

Büyük Devletler dünyanın hangi bölgelerini sömürgeleştirmişlerdir?
Birinci Dünya Savaşı öncesinde yaklaşık olarak yeryüzü yuvarlağının yarısı Avrupalı Devletlerin kontrolü altında bulunuyordu. Avrupalı devletler içinde en büyük sömürgeye sahip devlet İngiltere’ydi. Üzerinde güneş batmayan bu imparatorluğun Mısır, Sudan, Nijerya, Hint Yarımadası, Seylan, Çin Hindi dışındaki Güney Doğu Asya ülkeleri, Yeni Zelanda, Avusturalya, Kanada v.s. ülkeler onun denetimi altındaydı. O’nu Fransa izliyordu. Fas, Tunus ve Cezayir’i Osmanlı Devleti’nden alan Fransa, Çin Hindi’ni ve Afrika’nın çeşitli yerlerini sömürgeleştirmişti. Avrupa’nın üçüncü güçlü ülkesi Rusya ise Kafkaslara, Mançurya’ya doğru ilerleyerek egemenlik alanını genişletmiştir. Rusya, diğer ülkelerden farklı bir yaklaşımla hareket ederek girdiği toprakları fiili işgali altında almıştır. İtalya ve Almanya’nın birliğini sağlaması, Avrupa’lı devletlerin kendi aralarında kurdukları sömürgeci düzene ters düşmüştür. Zira, bu iki devlet de diğerleri gibi büyük devlet olabilmek için sömürgeye ihtiyaç duyuyordu. Nitekim, İtalya, Osmanlı Devleti’nin kuzey Afrika’daki son toprağına göz koymuş ve 1912’de bu toprakları ele geçirmiştir. Almanya ise, Afrika içlerinde bazı toprakları sömürgeleştirmiştir. Ayrıca Pasifikte bazı adalar üzerinde egemenliğini kurmuştur. Belçika, Kongo Irmağı boyunda, sömürgeler oluşturmuştu. Portekiz ve Hollanda’nın da, Afrika’nın ve Asya’nın çeşitli yerlerinde sömürgeleri vardı.
Yukarıda adı geçen yerler tam sömürgeleştirilmiş yerlerdi. Bunun yanında Çin, İran ve Osmanlı İmparatorluğu gibi yarı sömürge durumuna getirilmiş yerler de vardı. Avrupa’nın bu güçlü devletlerinin Birinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’nın dışına yatırdıkları sermaye de çok artmıştı. Savaş öncesinde İngiltere, Fransa ve Almanya’nın dış yatırım toplamı120-160 milyar altın frank olarak tahmin ediliyordu. Bunun %45’i İngiltere’ye, %25’i Fransa’ya, %13’ü Almanya’ya aitti. Büyük devletler sömürgelerinin hammaddelerini ve ucuz insan gücünü kendi ulusal sanayilerini ve refah düzeylerini artırmak için kullanırken aynı zamanda oraları pazar olarak da kullanıyorlardı. Dolayısıyla, sömürgeci devletler, sömürgelerinin el değiştirmesine izin vermeyeceklerini söylüyorlardı.
Almanya hangi nedenlerle aşırı boyutta silahlanmıştır?
Silahlanma Yarışı: Almanya bağımsızlığını korumak ve sömürge yarışında pay sahibi olabilmek için silahlanmanın zorunlu olduğuna inandı. Fransa’yla, Rusya’nın anlaşması üzerine Almanya, asker sayısını artırdı (1892). Balkan Savaşları’ndan sonra asker sayısını çoğaltıcı, orduyu modernize etmeye olanak sağlayıcı yasaların çıkarılmasına hız verildi. Bu, Fransa’yı kaygılandırdı. O da, askeri bir yasa hazırlayarak asker sayısını artırdı. Askerlik süresini uzattı, ordusunu modernize etti. Rusya ve Avusturya-Macaristan’da da benzer kararlar alındı ve uygulamaya geçildi. İngiltere ise, önce donanmasını güçlendirmeye yöneldi. Zira, kendisi bir ada devletiydi. 1904 yılında donanmasını yeniden düzenledi. “Drednot” adı verilen yeni bir gemi yaptı. 1908’den sonra kara ordusunu da güçlendirici önlemler aldı. Silahlanma yarışının tehlikeleri kısa sürede ortaya çıktı. İngiltere, bu gibi parçalayıcı bir politika izlemesi bu girişimi başarısız kıldı. Dolayısıyla, silahlanma hızla devam etti. Silahlanma yarışı sürerken, Genelkurmayların da siyasal iktidarı etkileme güçleri arttı. Bu da savaşa giden yolu kısalttı.
Milliyetçilik: Fransız İhtilâli’nin başarıya ulaşmasından sonra, her ulusun kendi ulusal devletini kurma düşüncesi hızla Avrupa’ya yayıldı. İmparatorluklarda kaynaşmalar, hatta parçalanmalar başladı. Kendi ulusal devletlerini kurma düşüncesiyle başlayan milliyetçilik, giderek “devletin gücünü artırma, itibarını yükseltme”biçimine dönüştü. Bu da, devletler arasındaki çelişkileri artırdı, savaşa giden yolu kısalttı.
Bloklaşma: Avrupa’daki bloklaşma yarışını, Almanya başlattı. Zira ünlü Alman devlet adamı Bismark, Fransa’nın Almanya’ya karşı duygularını çok iyi biliyordu. Bu nedenle Almanya’nın gücünü artırabilmesi için Fransa’yla yakın bir gelecekte savaşa girmeme politikası izledi. Fransa’yı diğer Avrupa devletlerinden uzak tutmak istedi.
İlk bloklaşma hangi ülkeler arasında gerçekleştirilmiştir?
Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile anlaştı. Bu anlaşmanın kendine zarar vereceğinden korkan Rusyada, Almanya ile ittifaka yöneldi. Neticede tarihe Üç İmparatorlar Birliği olarak geçen bir antlaşma yapıldı. Ancak bu birliktelik uzun ömürlü olamadı. Zira Rusya ve Avusturya-Macaristan’ın Balkanlarda büyümek istemesi bu birlikteliği parçaladı. Fakat 1882’de Almanya-Avusturya-Macaristan ve İtalya bir araya gelerek üçlü ittifakı oluşturdular. Almanya’nın güçlenmesinden kaygı duyan Fransa ise Avrupa’da ittifak arayışı içine girdi. 1894’te Rusya ile anlaşmıştır. Fransa ile İngiltere 1904’te aralarındaki anlaşmazlığı sona erdirerek yeni bir antlaşma imzaladılar. Onu 1907’de İngiltere ile Rusya arasında imzalanan anlaşma izledi. Böylece Avrupa’da Üçlü İtilaf adı verilen yeni
bir blok doğmuş oldu.
Üçlü itilaf blokuna hangi ülkeler katılmıştır?
Almanya’nın öncülüğünde Üçlü İttifakın kurulması Avrupa’yı ikiye böldü. Bu bloka karşı Fransa, Rusya ve İngiltere de bir araya gelerek Üçlü İtilaf Blokunu oluşturdu. Artık Avrupa’da, Balkanlar’da ve Afrika’da meydana gelen olaylarda devletler değil bloklar yüzyüze gelmeye başladı. Bu da Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasında önemli rol oynadı.

2. Savaşın Başlaması
Birinci Dünya Savaşı'nı başlatan olay nedir?
Patlamaya hazır bir barut fıçısı haline gelen Avrupa, nihayet 1914 yazında patladı. Avusturya Macaristan’ın izlediği politikayı ulusal çıkarlarıyla bağdaştıramayan Sırbistan, sürekli olarak Avusturya-Macaristan’ın egemenliği altında yaşayan Sırpları kışkırtıyordu. Avusturya-Macaristan’ın Osmanlı Devleti’nden aldığı Bosna- Hersek’teki Sırp faaliyetleri ise daha da yoğundu. Nitekim Kara El Örgütü’ne bağlı Gabriyel Prencip adlı bir Sırp milliyetçisinin 28 Haziran 1914’te Saraybosna’da Avusturya-Macaristan Veliahdını öldürmesi, siyasi gerginliği artırdı. Avusturya- Macaristan Hükümeti, suikasdı işleyenlerin yakalanıp cezalandırılmasını, Avusturya-Macaristan’a yönelik zararlı Sırp faaliyetlerinin durdurulmasını, bu faaliyetleri yapan derneklerin kapatılmasını içeren bir ültümatomu Sırbistan Hükümeti’ne verdi. Sırbistan bu ültümatomdaki bazı noktaları kabul ederken bazılarına da kaçamak cevap verdi. Çünkü, O Rusya’ya güveniyordu. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu 25 Temmuz 1914’te Sırbistanla ilişkilerini kesti. 26 Temmuz da Sırbistan seferberlik
ilân etti. Bunun üzerine 28 Temmuz 1914’te Avusturya-Macaristan Sırbistan’a savaş ilân etti. Rusya ve Fransa, seferberlik işlemlerine başladı. Almanya, Rusya ve Fransa’ya seferberliğin durdurulması için ayrı ayrı ültimatom verdi. İki devlette bu ültimatomları reddetti. Almanya, Rusya’ya savaş ilân etti. (1 Ağustos 1924). Genelkurmay Başkanlığı’nın hazırladığı plan gereğince Belçika topraklarını geçen Alman askerleri 3 Ağustos’ta Fransa’ya saldırdı. 4 Ağustos 1914’te İngiltere Almanya’ya
savaş ilân etti. 6 Ağustos’ta da Avusturya-Macaristan , Rusya’ya savaş ilân etti. Böylece, Avusturya-Macaristan ile Sırbistan arasındaki savaş bir Avrupa Savaşı biçimini aldı.
Savaş, Avrupa Savaşı’na dönüştüğünde hangi blok daha güçlüydü?
Savaş başladıktan kısa bir süre sonra Alman Orduları, Fransız topraklarına girdi. Paris’in kuzeyindeki Marne nehrine kadar ilerledi. Fransız ordusu, Almanları burada durdurdu. Savaş, Eylül’ün ilk haftasında siper savaşı biçimine dönüştü. Doğuda, Avusturya-Macaristan orduları Ruslar’a karşı başarılı olamadı. Sırbistan’daki milliyetçiliği körüklediler. Sırp direnci arttı. Alman orduları bu cephede de başarılı savaşlar yaptı ve Rusları yenilgiye uğrattı. Denizler de ise, İngiltere başarılı oldu.

3.Savaşın Genişlemesi
Batı Cephesi (Birinci Dünya Savaşı)
1914 yılı
Almanya’nın savaş stratejisi, Schlieffen Planı’na dayanmaktadır. Bu plana göre; seferberliğini iki haftada tamamlayabilecek olan Fransa 39 günde savaş dışı bırakılacak ve müteakiben doğu cephesine dönülerek seferberliğini geniş coğrafyası içerisinde en az altı haftada ve güçlükle tamamlayacağı değerlendirilen Rusya'ya taarruz edilecekti. Batı Cephesi savaşları 4 Ağustos 1914 tarihinde Alman ordularının Belçika’ya saldırmasıyla başlamıştır. Ancak Belçika ordusu hiç umulmadık bir direnme gösterdi. Alman birlikleri Liege kentini, planlandığı gibi 24 saat sonunda değil, 13 günlük çatışmanın ardından ele geçirip Fransa içlerine ilerlemek zorunda kaldılar.Fransa topraklarında ilerleyen Alman orduları, Paris’e 70 km. kala, Marne nehri geçişlerinde sert bir Fransız direnişiyle karşılaştılar. 6-12 Eylül tarihlerindeki, I. Dünya Savaşı’nın en kanlı savaşlarından olan Marne Savaşı ardından Batı Cephesi’nde hatlar kilitlenmiştir. İki taraf da siperlere yerleştiler ve defalarca yenilenen karşılıklı taarruzlardan bir sonuç elde edemediler.
1915 yılı
Siperden sipere karşılıklı taarruzlar 1915 yılı boyunca da yenilenmiştir. Her iki taraf açısından da ağır kayıplara karşın cephe hattında sonuç alıcı bir değişme olmamıştır. 1915 yılı Batı Cephesi savaşlarının önemli bir yanı da ilk kez zehirli gaz kullanılmış olmasıdır. İtilaf Devletleri Mayıs 1915 ve Eylül 1915’te Alman cephesine yaptıkları saldırılarda başarısız olmuşlardır. 1916 yılına gelindiğinde Batı cephesinde önemli bir değişiklik olmadı.
1916 yılı
Rusya’nın askeri gücünün artık zayıflamış olduğunu düşünen Alman Genel Kurmay Başkanı Erich von Falkenhayn, önemli ölçüde takviye ettiği kuvvetlerle Verdun üzerinden genel bir taarruz başlattı. 21 Şubat 1916 tarihinde başlayan Verdun Savaşı 24 km.lik dar bir cephe hattından yoğun bombardımanla başlatılmıştır. Başlangıçta Fransız birliklerinde dağılma belirtileri ortaya çıkmışsa da Mareşal Petain yeni yollar açtırarak cepheyi sürekli olarak cephane yönünden desteklemiştir. Fransız topçu bataryalarının sürekli ve etkili ateşi, Alman ilerlemesini güçleştirmiş, sonunda ise durdurulmasında önemli unsur olmuştur. I. Dünya Savaşı'nın en kanlı savaşlarından olan Verdun Savaşı, taraflara toplam 650 binin üzerinde kayba malolmuştur.
Haziran ayı sonuna kadar Alman birlikleri yine de düzenli ama ağır da olsa ilerleme kaydetmişlerdi. Ancak Fransız ve İngiliz Yurtdışı Sefer kuvvetinin Somme ırmağı kıyılarında başlattıkları karşı taarruz, Alman ilerlemesini durdurmuştur. Dört ay süren Somme Savaşı’nda Alman birlikleri eski mevzilerine çekilmek zorunda kalmışlardır. Ağır kayıplarla sonuçlanan Somme Savaşları da Alman kuvvetlerini Fransız topraklarından çıkartmakta beklenen başarıya ulaşmamıştır.
1917 yılı
1916 yılında yaşanan başarısızlıklar üzerine R.G. Nivelle Fransız Orduları Başkomutanlığına atandı. Nivelle, Fransız ordularının baş rolü oynayacağı bir genel karşı saldırıyla Almanları Fransa topraklarından çıkartmayı öngören bir savaş planı önermiştir. İngiliz birliklerince cephenin kanatlarından yapılacak tespit taarruzlarının hemen ardından Fransız birliklerinin cephenin merkez bölümünde başlatacakları bir karşı taarruz planıdır bu. Plan konusunda İngiliz hükümetiyle mutabakat ancak Nisan ayı sonlarında sağlanabildi. Bu arada Almanlar ise merkez bölgeyi takviye ettiler ve bir miktar geri çekilerek boşalttıkları bölgeyi mayınladılar. Neticede Fransız saldırısı ağır kayıplara karşın başarısız olmuştur.
Temmuz ayında İngiliz birliklerinin başlattıkları saldırılar, cephe hattında kayda değer bir değişme yaratmadığı gibi 250 bin kayba yol açmıştır. Orduda, yer yer ayaklanmalara kadar varan huzursuzlukları bastıran General Petain’in yürüttüğü taarruzlar ise bazı stratejik noktaların ele geçirilmesiyle sonuçlanmıştır.
Amerika Birleşik Devletleri hangi nedenlerden dolayı savaşa girmiştir?
Savaş başladığı zaman İngiltere, donanmasına dayanarak Almanya’yı abluka altına aldı. Bu durum, Alman ticaretine büyük bir darbe vurdu. Bunun üzerine, Almanya Denizaltı Savaşını başlattı. İngiltere’ye mal götüren tüm gemilere ateş açtı. Bu arada birçok gemi battı ve birçok insan öldü. Ölenlerin arasında Amerikalıların da olması Amerikan halkının tepkilerine yol açtı. Alman denizaltılarının faaliyetleri Amerikan ticaretini de engelliyordu. Amerikan Başkanı Woodrow Wilson, Alman denizaltılarının Amerika’yı savaşa süreklemesinden korkuyordu. Bu nedenle, savaşı barışçı yollardan bitirmek amacıyla 1916 yılında bazı girişimlerde bulundu. Bu durum, Denizaltı Savaşı’nı bir süre engelledi. İki grubun birbirine kabul edemeyeceği barış önerileri sunması savaşın sürdürülmesineneden oldu. Wilson’un ortaya attığı “zararsız barış” görüşü İtilaf Devletleri’nce de olumlu bulundu. Avusturya-Macaristan da barış yapılmasını istiyordu. Fakat, Almanya’nın ara verdiği Denizaltı savaşını yeniden başlatması Amerika’yla Almanya’nın diplomatik ilişkilerinin kesilmesine neden oldu. Amerikan Kongresi, Amerikan ticaretinin korunabilmesi için ticaret gemilerinin top taşımasını kararlaştırdı. Bu sırada, Almanya’nın Meksika’yı Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı kışkırtması
Amerikan halkının tepkisine yol açtı. 6 Nisan 1917’de Amerika resmen savaşa girdi. Almanya, Amerikan orduları Avrupa’ya gelmeden Fransız ve İngiliz ordularını savaş dışı etmek için bazı planlar hazırladı. Fakat, yaz başında Almanya’nın yapacağı askeri harekatın savaşın kaderini değiştirici bir sonuç doğurmayacağı anlaşıldı. Temmuz 1918 ortalarında İtilâf Devletleri’nin saldırısı yorgun Alman askerleri üzerinde yıpratıcı etkiler yarattı. Lüdendorf’un “Alman ordusunun kara günü” olarak nitelendirdiği 18 Ağustos 1918 saldırısından sonra Almanya daha fazla yıpranmadan barış görüşmelerine başlanılmasının uygun olacağını kararlaştırdı. 30 Ağustos’ta Avusturya-Macaristan savaşa devam edemeyeceğini bildirdi. Avusturya-Macaristan’ın bu tavrı Almanlarca hoş karşılanmadı. Ancak, bundan çok kısa bir süre sonra 8 Eylül’de Alman askeri yetkilileri barış yapılması için gerekli işlemlere başlanmasını Başbakandan istediler. Avusturya-Macaristan, 15 Eylül’de bir konferans toplanarak barış görüşmelerine başlanmasını belirtti. Avusturya-Macaristan’ın bu girişimi Bulgaristan’ı korkuttu. Nitekim İtilâf Devletleri orduları, 15 Eylül 1918’de başlattıkları Makedonya saldırısına karşı koyamayan Bulgaristan barış istemek zorunda kaldı ve 29 Eylül 1918’te bir mütareke imzalayarak Birinci Dünya Savaşı’ndan ayrıldı. Almanya’yla bağlantısı kopan Osmanlı Devleti’nin durumu güçleşti. Güney cephesinde de başarısızlığa uğrayan Osmanlı Devleti de 30 Ekim 1918’de imzaladığı Mondros Mütarekesi’yle savaştan ayrıldı. Avusturya-Macaristan 3 Kasım 1918’de, Almanya ise 11 Kasım 1918’de birer mütareke imzalamak zorunda kaldılar. Böylece Birinci Dünya Savaşı da sona ermiş oldu. Birinci Dünya Savaşı’nı sona erdirmek için yapılan girişimlerde Amerikan Başkanı Wilson’un görüşlerinin etkili olduğu görülmektedir. Zira, Wilson’a göre, savaşın sonunda yenen ve yenilen devletler birbirinden toprak taleb etmez, savaş tazminatı ödenmez ise, gizli diplomasiye son verilirse,barışı korumak için uluslararası bir örgüt kurulursa, sınırlar milliyet ilkesine göre çizilirse, uluslararası ticarette herhangi bir kısıntıya gidilemezse, demokratik düzenler kurulursa, savaşın tahribatı giderilebilir ve yeni bir savaşın çıkması da önlenirdi. Wilson’un bu düşünceleri mütarekelere yansımıştır.
1918 yılı
İtilaf Devletleri açısından Batı Cephesi’nde 1918 yılının ilk aylarındaki temel sorun, Alman kuvvetlerinin Doğu Cephesi’nden aktardıkları kuvvetler karşısında, Amerikan birlikleri kıtaya ulaşıncaya kadar direnebilmektir.
Alman saldırısı 21 Mart 1918 tarihinde başlatılmıştır. Kısmı başarılar sağlayan Alman taarruzları, Temmuz ayı ortalarında Fransız birliklerinin hafif tankların desteğinde giriştikleri karşı saldırılarla durmuş, hemen ardından da düzensiz bir geri çekilmeye dönüşmüştür.
Eylül ayında Amerikan birliklerinin de katıldığı bir harekat planlanmıştır. Bu plana göre İtilaf Orduları dört kol üzerinden saldırıya geçerek Alman cephesinin geri bağlantısını keseceklerdir. Çeşitli nedenlerle bu amaca ulaşılmamış olmasına karşın harekat Alman Genel Kurmayı üzerinde savaşın geleceği ile ilgili genel bir umutsuzluk yaratmıştır. 3 Ekim 1918 tarihinde ABD ile gizli ateşkes görüşmelerine başlanmıştır.
Doğu Cephesi
Doğu Cephesi Birinci Dünya Savaşı'nda Orta ve Doğu Avrupa'da yer alan sahnelerden biridir.Rusya'nın Almanya'nın Prusya bölgesine yaptığı saldırıyla başlar. Ruslar bu saldırıda ağır bir yenilgi alır fakat Almanların bu cepheyi desteklemek için batı cephesinden 2 kolordu ve 1 süvari tümeni çekmesi sonucu batıda Alman ilerlemesi yavaşlar. Rusların bu yenilgisinden sonra Almanya saldırıya geçmiştir. Bu sırada bir Rus ordusu da Avusturya-Macaristan'a saldırmış ve Lvov'u almıştır. Bu cephe 1914'ten 1917'ye kadar Almanların ilerlemesi ve Prusya'nın geri kalanıyla Polonya'nın Rusların elinde buluna kesimini alması ve Litvanya,Livonya bölgelerini alması ve Petersburg'a yaklaşmasıyla devam eder. Bu zamanda Avusturya'da süren savaş ise Rusya'nın biraz üstünlüğüyle devam etmiştir. Rusya'da iç savaş çıktığından dolayı bu cephe kapanmıştır.
Bulgaristan hangi nedenlerden dolayı savaşa girmiştir?
İtalya’dan sonra sıra Bulgaristan’a geldi. Her iki taraf da Bulgaristan’ı kendi yanına çekmek istiyordu. Zira, Üçlü İttifak Devletleri, Bulgaristan’ı kendi yanlarına çekerse Osmanlı Devleti’yle daha iyi bağlantı kurabilecek ve Osmanlı Devleti’ne daha kolayca yardım yapabilecekti. Üçlü İtilâf Devletleri ise, Bulgaristan’ın kendi yanlarına çekilmesiyle Balkanlardaki güç dengesinin kendi lehlerine döneceğini hesaplıyorlardı. Bulgaristan ise, II. Balkan Savaşı’nda kaybettiği toprakları yeniden nasıl alabileceğinin hesaplarını yapıyordu. Bu sırada, İtilâf Devletleri’nin Çanakkale’ye saldırıları başladığı için Bulgaristan bu saldırıların sonuçlanmasını kendi ulusal çıkarlarına uygun gördü. Osmanlı ordusunun direnişi İtilâf Devletleri’nin saldırısını başarısız kılıyordu. İşte bu durum, Bulgarları Almanlarla görüşmeye itti ve 6 Eylül 1915’te Almanya, Avusturya-Macaristan’la bir andlaşma imzaladı. Ekim 1915’te, Sırbistan’a saldırarak O da savaşa katılmış oldu.
1916 yılında Verdün Muharebesi sonrası harekete geçen Rusya , Nisan ayı sonlarından itibaren Galiçya cephesinde 150 kilometrelik bir kesimde geniş bir taarruza geçti. Bu taarruz Avusturyalıları zor duruma soktu. Almanya bir kısım kuvvetlerini buraya gönderdi. Bu da yetmeyince yaklaşık 33.000 kişilik bir Türk kuvveti bu cepheye gönderildi. Galiçya’da çok çetin muharebeler oldu. Avusturya’nın 100 km gerilemesine yol açtı.
Bulgaristan gibi toprak talebi olan Romanya’da Transilvanya, Bukovina ve Banat karşılığında İtilaf Devletleri yanında 28 Ağustos 1916’da savaşa katılmıştır. Romanya, 17 Ağustos 1916'da bir anlaşma imzalayarak İtilaf Devletleri'nin yanında savaşa girdi. 28 Ağustos'da Avusturya'ya saldırdı. Bunun üzerine İttifak Devletleri de Romanya'ya savaş açtı. Almanya Başkomutanlık Karargahı'nda yapılan toplantıdan sonra, 23 Tümenlik bir kuvvetle İttifak Devletleri Romanya'ya taarruz etti. Bu kuvvet içinde, Türklerin 6. Kolordu'ya mensup 15. , 25. ve 26. Tümenleri bulunuyordu. İttifak kuvvetleri, 1917 Ocak ayının ilk haftasına kadar bütün Romanya'yı ele geçirdi. Ancak Romanya Rusya’nın savaştan çekilmesinden sonra yalnız kaldığı için 1917 ilkbaharında mütareke yapmak zorunda kalmışsa da İtilaf devletlerinin zaferi Romanya’yı kurtarmıştır. Türk tümenleri bu harekatta büyük başarı gösterdi. 6. Kolordu'nun 26.Tümen'i 1917 yılı ortalarında Filistin'e kaydırıldı. Rus İhtilali'ne kadar Romanya'da kalan 6. Kolordu, 42.000 kişilik mevcudundan 19.100 şehit verdi. Meşhur Galiçya cephesi buradadır. Bükreş Türk şehitliğinde 500 kadar şehit yatmaktadır.
Sırbistan'ın İttifak Devletlerince işgal tehlikesi belirince, bir Fransız tümeni Çanakkale'den getirilerek, 5 Ekim 1915'te Selanik'te karaya çıkarıldı. Bir İngiliz tümeniyle bir Fransız tugayı da daha sonra bu birliğe katıldı. Böylece Makedonya cephesi açılmış oldu. 20. Türk Kolordusu ile birtakım Alman ve Bulgar birlikleri İngiliz ve Fransızların karşısında yer aldı. 1916 yılında İngiliz, Fransız ve Sırp askerlerinin sayıları 250.000'e ulaşınca 10. Türk Kolordusu da 17 Kasım 1916'da cepheye geldi. 10 Aralık 1916'da Yb.Şükrü Naili Gökberk komutasındaki 50.Tümen Drama civarında düşmanla savaştı. Cephedeki küçük taarruzların yanında en önemli olay, 11 Aralık 1916'da, Manastır'ın İtilaf Devletleri'nin eline geçmesidir.1917 yılı küçük muharebelerle geçti Türk Kuvvetleri Kavala-Serez hattında savaştı.
27 Haziran 1917'de Yunanistan İtilaf Devletleri safında savaşa girdi. 29 Mayıs 1918'de İngiliz, Fransız, Yunan ve Sırp kuvvetleri büyük bir taarruz başlattı. Bulgar ordusu yenildi. 29 Eylül'de Bulgaristan, Selanik Ateşkes Antlaşmasını imzalayıp, savaştan çekildi. Topraklarından İtilaf Devletleri'ne ait askeri birliklerin geçmesine de izin verdi. İtilaf Devletleri üç koldan Balkanlar'da ilerlemeye başladı. Bu kollardan biri İstanbul'u hedef almıştı.
Rusya'da iç savaş çıktığından dolayı bu cephe kapanmıştır. İktidara gelen Bolşevikler İttifak Devletleri ile 3 Mart 1918 tarihinde Brest-Litowsk antlaşmasını imzaladılar. Buna göre Sovyetler Polonya, Litvanya, Courlande, Estonya ve Litvanya’dan çekiliyordu. Kars, Ardahan ve Batum’u Osmanlı Devletine iade ediyordu.
Afrika Cephesi
Afrika Cephesi, Birinci Dünya Savaşı sırasındaki Afrika'ya dağılmış Alman sömürgeleri ile İtilaf devletleri arasındaki savaşları kapsar. Savaşlar, Afrika'nın genelini etkilemekten çok, sadece Alman sömürgeleri etrafında gerçekleşmiştir.Afrika Cephesi üç alt cephe içerisinde incelenir. Bu cepheler, Doğu Afrika, Batı Afrika ve Güney Batı Afrika olarak adlandırılır.
Batı Cephesi
Batı Afrika'daki Alman sömürgeleri Togo ve Kamerun, Almanya'nın Avrupa'daki savaşa destek olmak için sömürgelerindeki askerleri çekmesi üzerine, savunmasız kaldı. İngiltere'nin ve Fransa'nın, bu fırsatı değerlendirerek yaptıkları saldırılar sonucunda Togo 26 Ağustos 1914'te, İtilaf Devletleri'ne teslim oldu. Kamerun'da daha iyi bir direniş gösteren Almanlar, Belçika'nın, kendi sömürgesi olan Kongo'daki birlikleriyle İtilaf Devletleri'nin yanında savaşa girmesiyle, 18 Şubat 1916'da Kamerun'u terk ederek tarafsız İspanyol sahası Rio Muni'ye sığındılar.
Güney Batı Cephesi
Güney Batı Afrika'daki Alman Sömürgesi Namibya, çok geniş ve kurak bir araziye sahipti. Bölgede 3000 kadar Alman askeri ile 7000 kadar erkek Alman yerleşimci bölgedeki Alman ordusunun tamamını oluşturmaktaydı. Daha çok başkent Windhoek çevresine toplanmış olan Alman birlikleri, yerli halklar tarafından da desteklenen İngiliz kuvvetleri karşısında uzun süre direnemediler ve 12 Mayıs 1915'te teslim oldular. Bu tarihten sonra Güney Batı Afrika, 70 yıl boyunca Güney Afrika Cumhuriyeti'nin etkisi altında kalmıştır.
Doğu Cephesi
Almanlar, bugünkü isimleriyle Tanzanya, Burundi ve Ruanda devletlerini kapsayan toprakları işgal ederek Alman Doğu Afrika'sını kurmuşlardı. Avrupa'ya kaydırılan askerlere rağmen, İngilizler Birinci Dünya Savaşı'nın resmen bittiği 11 Kasım 1918 tarihinden ancak 2 hafta sonra bölgeye tamamen hakim olabilmiştir.Doğu Cephesinde Albay Lettow-Vorbeck komutasındaki Alman birlikleri, birbiri ile temasta kalan küçük birlikler halinde örgütlenerek İngiliz güçlerine karşı gerilla savaşı taktikleriyle dört yıl boyunca başarılı bir şekilde direndi. Salgın hastalıkların da vurduğu İngiliz kuvvetleri, verdikleri ciddi kayıplara karşın çatışmaya devam edip bölgedeki önemli merkezlere ve demir yollarına hakim olabildiler. Buna karşılık Albay Lettow-Vorbeck komutasındaki gerillalar ancak kendilerine Almanya'nın teslim olduğu haberi ulaşınca savaşmayı bıraktılar.Lettow-Vorbeck, bu savaştaki başarılarından dolayı generalliğe terfi etmiştir.
Savaşın Sonuçları
Afrika Cephesi'nin sonunda Almanya az sayıdaki sömürgesini de İngiltere, Fransa ve Güney Afrika Cumhuriyeti'ne kaptırmıştır. Bu topraklar bağımsızlıklarını ancak 1960'lı yıllarda kazanmıştır. Namibya, bağımsızlığını kazanan son devlet olarak, Güney Afrika Cumhuriyeti'nden ancak 1988 yılında ayrılabilmiştir.
Asya ve Pasifik Cephesi
Japonya: Asıl amacı Asya ve Büyük Okyanusta daha fazla toprak ele geçirerek hızla genişleyen sanayisi için hammadde sağlamaktır. Kendi anakarasına en yakın ve en verimli topraklar Alman sömürgesi durumunda olduğu için savaşın İtilaf devletlerine döndüğü anda Almanya'ya savaş ilan etmiştir. Japon donanması Pasifikteki Alman sömürgeleri olan Caroline , Marianne ve Marshall adalarını işgal etti. Bu suretle Japonya savaşını 1914 Kasımında bitirmiş oldu. 3 Ağustos 1914'te açılan cephe, 1914 Kasımında Versailles Antlaşması'yla kapanmıştır.
Atlantik Cephesi
Birinci Dünya Savaşı'nda Atlantik Cephesi, genelde Britanya Adaları ve Atlantik Okyanusu'nda geçen deniz muharebelerinden oluşur. Birleşik Krallık, nüfusunu beslemek ve savaş endüstrisini desteklemek için ithalata bağımlıydı; Alman donanması bu bağı kesmek için denizaltılar ile bir blok uygulamaya çalıştı.1917 yılından itibaren İngiliz ve Fransız deniz ablukasına karşı Almanya'nın giriştiği denizaltı savaşı, Kuzey Atlantik'de Amerikan ticari ve yolcu gemilerini de hedef almaya başlamış, Amerika'nın Avrupa ticaretine katlanılmayacak ölçüde zarar vermeye başlamıştır. Diğer taraftan Almanya'nın Meksika hükümetini ABD'ye savaş açmaya teşvik etmesi de ABD'nin Avrupa'daki savaşa katılmasında etken olmuştur. Dünya siyasetinde etkin güç olmak isteyen ABD,Almanya'nın kışkırtıcı politikaları ABD’nin Monroe Doktrinine göre bir Avrupalı devlet tarafından tehdit edilmesi anlamına geliyordu. ABD savaşa girmeden önce Wilson İlkeleri'ni sunup,kabul edilince ABD 2 Nisan 1917’de Almanya’ya savaş ilan etti. ABD'nin savaşa katılmasıyla Batı Cephesi'nde güçler dengesi Almanya'nın aleyhine dönmüş ve ağır baskılar sonucu Alman topraklarına kadar geri çekilmesine yol açmıştır.
Savaşın Sonuçları
Afrika Cephesi'nin sonunda Almanya az sayıdaki sömürgesini de İngiltere, Fransa ve Güney Afrika Cumhuriyeti'ne kaptırmıştır. Bu topraklar bağımsızlıklarını ancak 1960'lı yıllarda kazanmıştır. Namibya, bağımsızlığını kazanan son devlet olarak, Güney Afrika Cumhuriyeti'nden ancak 1988 yılında ayrılabilmiştir.
3.1. Osmanlı Devletinin Savaşa Girişi ve Savaştığı Cepheler
28 Haziran 1914’te Avusturya Macaristan veliahdının öldürülmesi üzerine savaş başladı. Savaş başladığı zaman Osmanlı Devleti’nin askeri ve ekonomik gücü oldukça zayıflamıştı. Kısa süre önce İtalya daha sonra Balkan Devletleriyle yaptığı savaşları kaybetmişti. Bu savaşlar gerek maddi gerekse insan kaybı bakımından toplumu derinden etkilemişti. Halk bitkin, yorgun, umutsuz ve yoksuldu. Kaybedilen toprakların acısını unutamıyordu. Halk savaşlardaki yenilginin ve toprak kayıplarının nedenini Osmanlı Devletinin Avrupa’da oluşan blokların dışında kalışında aradığı için yalnızlık duygusundan kurtulmanın yollarını bulmaya yöneldi. Savaş öncesinde İngiltere’yle, Fransa’yla, Rusya’yla bir ittifak andlaşması ortamı aradı ise de olumlu bir sonuç alamadı. Savaşın başlamasına kadar Almanya’da Osmanlı Devleti bir ittifaka girişmekten kaçındı. 2 Ağustos 1914 yılında gizli bir anlaşma imzalandı.
Almanya, Osmanlı Devleti'ni hangi nedenlerden dolayı savaşa sürüklemiştir?
Böyle bir antlaşma yapılırken Almanya’nın amaçlarını şöyle sıralayabiliriz: Osmanlı Devleti’nin stratejik konumundan, gözü pek Osmanlı askerinden yararlanmak, savaşı geniş cephelere yayarak Üçlü İttifak devletlerinin askeri gücünü dağıtmak, Osmanlı Devleti’nin bu savaşa cihat savaşı görünümü kazandırarak Üçlü İtilâf Devletleri egemenliği altında bulunan tüm İslâmları bu savaşta Osmanlı Devleti’nin yanına çağırmak bir, fetva yayınlatıp Üçlü İtilâf Devletleri’nin sömürgelerinde isyan çıkartarak onları zor durumda bırakmaktı.
Osmanlı Devleti hangi nedenlerden dolayı savaşa girmiştir?
Osmanlı Devleti’nin amaçları ise, üçlü ittifak grubunu oluşturan devletlerin yardımı ile yakın dönemde kaybettiği, halkın çoğunluğunu Türk ve Müslümanların oluşturduğu toprakları yeniden kazanmak, içine düştüğü yalnızlık duygusundan kurtulmak, Kafkaslar ve İran üzerinden Orta Asya’ya ulaşarak Turan İmparatorluğunu kurmak, halifeye sarsılan otoritesini yeniden kazandırmak, azınlıkların elindeki ekonomiyi Türklerin eline geçirmekti. Osmanlı Devleti'nin bu amaçları tek başına gerekleştirmesinin zor olduğunu gören İttihatçılar, Avrupa’da ki yeni gelişmelerden yararlanmak istediler. Her ne kadar Osmanlı Devleti savaş başladığında tarafsızlığını ilân etmiş ise de sınırlarının güvenliğini korumak için seferberlik ilân etmiş, dolayısıyla savaşa hazırlanmaya
başlamıştır.
Osmanlı Devleti, hangi olayla savaşa girmiştir?
Osmanlı yöneticileri savaşa giriş konusunda kararsızdılar. Ancak bu sırada Almanya’nın Akdeniz’de bulunan iki gemisi Osmanlı Devletinin karasularına girdi (16 Ağustos 1914). Tarafsızlığı bozan bu girişim İtilâf Devletleri tarafından protesto edilmiştir. Ancak hükümet sözde bir andlaşmayla bu gemileri satın aldığını belirterek tepkileri önlemiştir. Bu gemilerin de içinde bulunduğu bir grup Osmanlı Donanması ,Başkomutan ve Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın ve Donanma Nazırı Cemal Paşa’nın emriyle tatbikat için Karadeniz’e açılmış 28-29 Ekim 1914’te Rus kıyılarını topa tutarak bir oldu bitti yaratıp Osmanlı Devleti’ni savaşın içine atmıştır. Osmanlı Devleti yöneticileri Rusya’yla
Osmanlı Devleti arasında çıkacak bir savaşı önleyecek bazı girişimlerde bulunmuş ise de başarılı olamamıştır. Rusya başta olmak üzere diğer İtilâf Devletleri Osmanlı Devleti’ne karşı savaş ilân etmişlerdir. Osmanlı padişahı da 14 Kasım 1914’te bir cihat fetvası yayınlayarak tüm Müslümanları Osmanlı Devleti’nin yanında yer almaya çağırmıştır.
3.2. Kafkas Cephesi
Kafkas cephesi hangi amaçla açılmıştır?
İttihat, Terakki yönetiminde etkin olan kimi güçler Pantürkizmi gerçekleştirmek için bu savaşı bir araç olarak görüyordu. Bunlardan biri de Enver Paşa idi. Rusya ile savaş başlayınca doğruca Erzurum’a giderek Üçüncü Ordunun komutanlığını üzerine aldı. Savaşı zamansız bulan kimi komutanları görevinden aldıktan sonra orduya saldırı emri verdi. 22 Aralık 1914’te başlayan Osmanlı saldırısı başarılı olamadı. Gerekli eğitim, silâh ve cephaneden yoksun Osmanlı askeri soğuk, hastalık yüzünden büyük kayıplara uğradı. Ocak ayının ilk haftasında yenildiğini anlayan Enver Paşa, İstanbul’a döndü. Bir süre cephelerde ciddi hareketler olmadı. 1915 yılı yazında Rus saldırıları yeniden başladı ve 1916 Şubatında Erzurum, Muş, 3 Martta Bitlis, 19 Nisan da Trabzon ve 25 Temmuz da da Erzincan Rus işgaline uğradı. Böylece büyük umutlarla başlatılan Kafkas taarruzu tam bir çöküntüyle sona ermiş oluyordu.
Rusya, hangi antlaşmayla savaştan çekilmiştir?
Rusya’da 1917 de Çarlık yönetimine karşı başlatılan ihtilal kısa süre sonra sosyalist bir içerik kazandı. Sosyalister savaşı sona erdirdiler. Bunun için ilhaksız ve tazminatsız bir barış yapılması konusunda Almanya’yla görüştüler. Bu görüşmeler sonunda da 3 Mart 1918’te Brest-Litowsk Anlaşması yapılarak Rusya savaş alanından ayrıldı.
Osmanlı Devleti Brest-Litowsk Anlaşmasıyla Rusya’nun işgal ettiği tüm yerlerin boşaltılmasını sağladığı gibi 1878 Berlin Anlaşması’yla Rusya’ya bırakılan Kars, Ardahan ve Batumu’da yeniden kazanmış oluyordu. Bu anlaşma ile Ruslar, Kafkasları boşalttılar. Onların boşalttığı yerleri Osmanlı ordusu doldurdu. Fakat bir süre sonra İttifak Devleti yenilince, Osmanlı Devleti'nin ele geçirdiği Kafkas toprakları İtilâf Devletleriyle sorun olmaya başladı. İtilâf Devletleri Brest-Litowsk’i geçersiz saydılar.
Osmanlı Devleti’ni Paylaşma Tasarıları

İtilaf Devletleri I.Dünya Savaşı devam ederken Osmanlı Devleti’ni yaptıkları gizli antlaşmalarla paylaşmışlardır.1915 Londra,1916 Sykes-Picot,1917 Saint Jean De Maurienne antlaşmalarıyla Osmanlı toprakları şu şekilde paylaşılmıştır: İngilizler’a,Ürdün ,Orta ve Güney Irak,Hayfa ve Akka limanları Fransızlar’a,Mersin’in batısından başlayarak Kilikya,Sivas,Elazığ,Diyarbakır ve oradan Mardin’e ve oradan Akka’ya kadar Suriye ve Lübnan bölgesi İtalyanlar’a,İzmir’in kuzeyinden başlayarak Ege,Mersin’e kadar Akdeniz,Konya-Kayseri çizgisine kadar İç Anadolu Ruslar’a,Trabzon dahil olmak üzere Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu’nun bazı bölümleri,Boğazlar bırakılıyordu.Filistin serbest bölge olarak kabul ediliyordu.
Rusya savaştan çekilirken bütün gizli antlaşmaları da açıklamıştı.Rusya savaştan çekildikten sonra Rusya’ya bırakılan Doğu Anadolu’da bir Ermeni Devleti kurulması düşünülmüştür.Boğazlarda ortak denetime tabi tutulmaya karar verilmiştir.Daha önce İtalya’ya bırakılan İzmir ve çevresi Paris Konferansı’nda Yunanistan’a bırakılmış,Fransızlara bırakılan Kuzey Irak’ta İngilizler’e bırakılmıştır. Böylece paylaşma tasarılarında bazı değişiklikler yapılmış oldu.

3.3. Çanakkale Cephesi
Çanakkale Cephesi hangi nedenlerden dolayı açılmıştır?
Birinci Dünya Savaşı süresince Osmanlı Devleti açısından son derece hayati önem taşıyan bir cephedir. İttifak Devletleri arasında en zayıfı Osmanlı Devleti olduğu gibi, İtilâf Devletleri arasında da Rusya’ydı. Rusya’nın diğer İtilâf Devletleri’yle bağlantısını sağlayan en kısa yol Osmanlı kontrolü altında idi. Osmanlı Devleti’nin savaşa girişi ile bu yol kapatılmış, Rusya’ya yardım gönderilmez olmuş, Rusya’daki sorunlar artmıştı. Rus çarının isteği üzerine, İngiltere savaş meclisi, 13 Ocak 1915’te Çanakkale Boğazı’nın açılması için gerekli önlemlerin alınmasını kararlaştırdı. Osmanlı Hükümeti daha savaşa fiilen katılmadan önce Çanakkale Boğazı’nın girişine mayın dökmüştü. İngilizlerin Boğaz’a, ilk saldırısı Kasım 1914 yılı başlarında oldu. Ancak bu keşif hareketi niteliğinde olduğu için önemli bir çarpışma olmadı. İngiliz-Fransız ortak gemilerinden oluşan bir İtilâf Devletleri donanması 19 Şubat 1915’te Çanakkale kıyılarına karşı büyük bir saldırıya geçti. Büyük çarpışmalar başladı. 18 Mart 1915’te yapılan şiddetli deniz savaşında 7 zırhlısını kaybeden İtilâf Devletleri Çanakkale’nin denizden geçilemeyeceğini anlayarak geri çekilmek zorunda kaldı. Fakat Boğaz’ı geçmekten vazgeçmedi. Yeni bir durum değerlendirmesi yapılarak karaya asker çıkarılmasına karar verdiler. 25 Nisan 1915’te Gelibolu Yarımadası’na asker çıkardılar. Ancak uzun ve yıpratıcı olan bu savaşlarda İtilâf Devletleri amaçlarına ulaşamıyorlardı. 19. Tümen Komutanı Mustafa Kemal’in yerinde ve zamanında aldığı bilinçli önlemler İtilâf Devletleri’nin yenilmesine yol açtı. 6-7 Ağustos 1915’te Anafartalar’da yapılan göğüs göğüse çarpışmalar savaşın kaderini değiştirdi. 40.000 asker kaybeden İngilizler Çanakkale’yi geçemeyeceklerini anladılar. Nihayet 1915 yılı sonlarında Çanakkale’den geri çekilmeyi kararlaştırdılar. Ocak 1916’da hiç bir amacını gerçekleştiremeyen buna karşın yüz binlerce insanın ölümüne neden olan İtilâf Devletleri donanması geri çekildi. Böylece Çanakkale cephesi sona erdi.
Çanakkale cephesi'nin sonuçları ne olmuştur?
Çanakkale cephesinin doğurduğu sonuçları özet olarak şöyle sıralayabiliriz. Rusya’daki iç gelişmeler yoğunlaşmış ve ihtilâle doğru gidiş hızlanmıştır. İtilâf Devletleri büyük bir prestij kaybına uğramış, Osmanlı Devleti’nin ülkesini korumak için her türlü özveride bulunabileceği anlaşılmış, Bulgaristan’ın savaşa girişi sağlanarak Almanya’yla Osmanlı Devleti arasındaki yardımlaşma daha da artmıştır.
3.4. Irak ve Kanal Cephesi
Irak cephesi niçin açılmıştır?
Mısırı ele geçirerek Hindistan yolunu güvence altına alan İngilizler, Musul ve Kerkük’teki petrol yataklarına da göz koymuştu. Bunun için Basra’ya asker çıkardılar ve Bağdat’a doğru yürüdüler. Ancak Küt-ül Amare’de yenildiler. İngiliz General Charles Towshend ile birlikte 13.000 İngiliz askeri de esir alındı (29 Nisan 1916). Osmanlı Hükümeti bu başarıdan yeterince yararlanamadı. İngilizler yedek güçlerle cepheye yaptıkları saldırılar sonucunda (11 Mart 1917’de) Bağdat’a direnmeyle karşılaşmadan girdiler. Musul dışında Irak’ın büyük bir bölümü İngiltere’nin eline geçti.
Kanal cephesi niçin açılmıştır?
Almanya genelkurmayının belirttiği hedefler doğrultusunda savaştığı anlaşılan Osmanlı ordusu Filistin üzerinden Süveyş Kanalına doğru bir hareket başlattı. Cemal Paşa’nın komutasında başlatılan bu hareketin amacı İngiltere‘nin Hindistan’la ilişkisini kesmek, Mısır’ı daha sonra da diğer Afrika topraklarını Osmanlı yönetimine almak, Pan-İslamizmi gerçekleştirmekti. Cemal Paşa, bu hedefe ulaşabilmek için Şam’a geldikten sonra ciddi reformlara girişti. Ancak onun bu reformlarını Arap ulusalcılığının gelişmesine engel gören Araplar karşı çıktılar. Bunun üzerine Cemal Paşa sert önlemler almak zorunda kaldı. Bu önlemler İngiltere’nin de kışkırtmasıyla Osmanlı aleyhine bir akım yarattı.
Cemal Paşa Ocak 1915’te Sina Çölünü geçerek Mısır’a girmeye çalışırken, Mısır’da İngiltere’ye karşı bir isyan hareketi oluşacağını sanıyordu. Ancak İngiltere, Mısır’a bağımsızlık vaad ederek bu kritik ortamı geçiştirmişti. O nedenle Süveyş Kanalına taarruz ettiğin yenildi. İngilizlerle bir andlaşma yapan Mekke Emiri Hüseyin’in Osmanlı ordusuna arkada saldırması İngiltere’nin işini daha da kolaylaştırdı ve Osmanlı orduları Suriye içlerine çekilmek zorunda kaldılar (1918). Mustafa Kemal’in aldığı önlemlerle daha fazla zayiata uğramadan bir kısım Osmanlı ordusu Halep ve Hatay’a çekildi.

3.4. Osmanlı Devletinin Savaştan Ayrılması
Osmanlı Devleti hangi antlaşmayla savaştan ayrılmıştır?
Amerika Birleşik Devletlerinin İtilaf Devletleri yanında savaşa girmesi I.Dünya Savaşı’nın gidişatını değiştirdi. Diğer devletler gibi Osmanlı Devleti de bu olaydan etkilendi.1918 yılı yazı ve sonbaharındaki askeri hareketlerde İttifak Devletleri büyük güç kaybına uğrayarak geri çekildiler. 1918 Eylül’ün ikinci yarısında Bulgar cephesi yarıldı ve 29 Eylül’de Bulgaristan mütareke imzalamak zorunda kaldı. Almanya barış istedi. Arkasından Osmanlı Devleti mütareke talebinde bulundu. Mütarekenin yapılabilmesi için hükümet değişikliği gerekiyordu. Zira savaşan bir hükümetle barışınyapılamayacağı kanısı vardı. Bu nedenle Talat Paşa Hükümeti istifa etti (7 Ekim) yerine İzzet Paşa Hükümeti kuruldu (14 Ekim 1918). İzzet Paşa Hükümeti savaşı sona erdirmek için büyük çaba gösterdi. Küt-ül Amare’de Türk ordusunca tutsak alınan general Towsnhend’in da yardımıyla İngiliz General Calthorpe’la ilişki kuruldu. Hükümet 26 Ekim 1918 Bahriye Nazırı Rauf Bey’in başkanlığında bir heyeti Mondros’a gönderdi. Londra’da hazırlanarak Mondros’a gönderilen “Mütareke” metni Osmanlı temsilcilerine iletildi. Osmanlı temsilcileri, bu metin üzerinde bazı değişiklikler yapmak istedilerse de başarılı olamadılar. Wilson ilkeleri doğrultusunda hazırlandığı izlenimini veren fakat yoruma açık hükümleriyle Osmanlı Devleti’nin varlığını ortadan kaldırıcı nitelikler taşıyan mütareke metni 30 Ekim 1918’de imzalandı. Mondros Mütarekesiyle Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’ndan ayrıldı. Ancak fiili olmasa da kimi uygulamaları bakımından bu mütarekeyle birlikte Osmanlı İmparatorluğu bağımsızlığını da yitiridi. Ülke yer yer İtilaf Devletleri’nin işgaline uğradı. Bu ülkede yeni bir savaşı başlattı. Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde verilen ve Milli Mücadele olarak tarihe geçen bu savaş sonunda yeni bir Türk devleti kuruldu.
4. Savaşın Sona Ermesi
Savaşın kaderini değiştirecek gelişmeler 1917 yılında yaşandı. 1917’ye kadar yıpratıcı siper savaşları her iki grubu da bir hayli yormuştu. Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesiyle Rusya’nın diğer İtilâf Devletleri’yle bağlantısı kopmuştu. Yokluklar, sıkıntılar artmış ve Rusya’da bir ihtilal hareketi başlamıştı. İhtilalin yarattığı otorite boşluğunu iyi değerlendiren Bolşevikler, Çarlık yönetimine son vererek Marksist ilkelere dayalı yeni bir yönetim kurduklarını açıkladılar. Rusya’da bir iç savaş başladı. Rus sosyalistleri, devlet yönetimini ile geçirebilmek için ilhaksız ve tazminatsız bir barış planı ortaya attılar. 3 Mayıs 1918’de imzaladıkları Brest-Litowsk andlaşmasıyla Birinci Dünya Savaşı’ndan çekildiler. Almanya, büyük topraklara sahip oldu. Rusya’nın bu savaştan çekilmesi Üçlü İttifak Devletleri’ni sevindirdi. Ancak, onun bıraktığı boşluk çok kısa süre içerisinde son derece güçlü, yıpranmamış Amerika Birleşik Devletleri tarafından dolduruldu.
Savaşın sonuçları ne olmuştur?

Birinci Dünya Savaşı’nın faturası oldukça ağır olmuştur. 10 milyon insan ölmüş 21 milyon insan da yaralanmıştır. Örneğin, savaşta görev alan Oxford Üniversitesi öğrencilerinin % 20’si ölmüştür. Harcamalar 208 milyar dolara ulaşmıştır. Savaşan ülkelerin taşınır ve taşınmaz mallarına verilen zarar ise 30 milyar dolar olmuştur. Savaş, ekonomik bakımdan Avrupa’yı çökertmiş Amerika ve Japonya’yı güçlendirmiştir. İşsizlik artmış, yok olan evler ve iş merkezleri sosyal bunalımlara yol açmış, kadının iş yaşamındaki etkinliği çoğalmıştır. Bu durum devletin ekonomiye müdahalesini artırmıştır. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu küçük devletlere ayrılmıştır. Almanya ve Rusya’nın yönetim biçimleri ise değişmiş, toprakları küçülmüştür.
1-Savaş sonunda siyasi üstünlük Avrupa’dan Amerika’ya geçmiştir. 2-Avrupa’da İngiltere ve Fransa’nınağırlığı artmıştır. 3-Yeni devletler kurulmuş, Avrupa’nın haritası değişmiştir. 4-Almanya sömürgelerini kaybetti. 5-Milletler Cemiyeti kuruldu. 6-Almanya’ya ağır bir antlaşma imzalatılması ve Fransa’nın baskıları II.Dünya ya Savaşı’na ortam hazırladı. 7-Avrupa’da demokrasi güç kazandı. 8-İmparatorluklar yıkıldı.
Wilson İlkeleri ve Paris Barış Konferansı

A.B.D’nin savaşa girmesinden sonra Cumhurbaşkanı Wilson, gelecekte yapılacak barışın esaslarını tespit etti.(8 Ocak 1918)İtilaf Devletleri, Amerika’ya ihtiyaçları olduğundan bu ilkeleri kabul ettiklerini ilan ettiler.Bu ilkelere göre;
-Galip devletler,yenilen devletlerden toprak ve savaş tazminatı almayacaklar.
-Gizli antlaşmalara son verilerek antlaşmalar açık yapılacak.
-Ekonomik engeller kaldırılacak, devletlerarası eşitlik sağlanacak.
-Silahlanma yarışı sona erecek-İşgal edilen Rus toprakları boşaltılacak, Belçika yeniden kurulacaktı.
-Alsas-Loreine Fransa’ya geri verilecekti -Milletler Cemiyeti kurulacaktır. -Boğazlar her devlete açık
olacaktır.
-Osmanlı Devleti’nin Türk bölgelerine kesin egemenlik hakkı tanınacak, diğer bölgeler kendi geleceklerini kendileri tespit edecekler.
I. Dünya savaşı'nı sona erdiren antlaşmaların hazırlandığı uluslararası bir konferanstır. Müttefik, kısmen müttefik ve ortak devlet gibi farklı gruplara ayrılmış 32 devletin temsilcileri katılmıştır. Bu devletler, İttifak Devletleri ile savaşmış veya onlara savaş ilan etmiş devletlerdi. Konferans 18 Ocak 1919'de, yani Alman İmparatorluğu'nun kuruluşunun yıldönümü günü açıldı.
Konferansın kararlarına hakim olan devletler ise; İngiltere, Fransa, ABD ve İtalya idi. Bu devletlerin başbakan ve dış işleri bakanlarından oluşan bir "Büyük Dörtlü" kuruldu. Fakat konseye en çok İngiltere ve Fransa hakim oldu. Konseye bizzat katılan Wilson'un temel düşüncesi, uluslararası ilişkilerde barışı ve güvenliği sağlayacak ve onu sürekli kılacak bir Milletler Cemiyeti'nin kurulmasıydı. Buna karşı İngiltere ve Fransa'nın düşüncesi ise, barıştan çok barış düzeninde kendi milli menfaatlerinin en iyi şekilde gerçekleşmesini sağlayacak durum ve şartların oluşturulmasına yönelikti. Özellikle Fransa'nın amacı; Almanya'nın her yönüyle etkisiz hale getirilmesini sağlamaktır, İngiltere; Alman donanmasını ortadan kaldırmayı ve Almanya'nın Avrupa'nın statükosunu tekrar bozmasını önleyecek tedbirleri almayı istiyordu. İtalya, konferansta fazla dikkate alınmadı ve etkili olamadı.
İngiliz Başbakanı David Lloyd George ve Fransa Başbakanı Georges Clemenceau, Wilson'un Milletler Cemiyeti talebini ve cemiyetin statüsünü hemen kabul ederek Woodrow Wilson'u ABD'ye göndermeyi başardılar. Müteakiben de dünyanın yeni statükosunu ve onun prensiplerini kendi düşünce ve menfaatlerine göre şekillendirdiler. İtilaf Devletleri Wilson ilkelerine karşı ‘’Manda Sistemi’’ni bulmuşlardır. Buna göre,bağımsız olma kabiliyetine sahip olmayan uluslar Milletler Cemiyeti tarafından yönetilecekti.Milletler Cemiyeti,kendi adına büyük bir devleti bu işle görevlendirecekti
Bu konferansta üzerinde anlaşılan antlaşmalar farklı tarihlerde imzalanmıştır. Almanya ile 28 Haziran 1919 tarihinde Versay Antlaşması, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile 10 Eylül 1919 tarihinde St. Germain Antlaşması, Bulgaristan ile 27 Kasım 1919 tarihinde Neuilly Antlaşması ve Osmanlı Devleti'yle 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması ve Macaristan ile 4 Haziran 1919 tarihinde Trianon Antlaşması imzalanmıştır.
Nöyyi Antlaşması
Neuilly Antlaşması, I. Dünya Savaşı ardından savaştan galip çıkan İtilaf Devletleri'yle İttifak Devletleri arasında düzenlenen Paris Barış Konferansı'nda öngörülen antlaşmalardan biridir. İtilaf Devletleri'yle Bulgaristan arasında 27 Kasım 1919 tarihinde imzalanmıştır.Bu antlaşmaya göre Bulgaristan topraklarından bir kısmını Sırp-Hırvat-Sloven Krallığına, Güney Dobruca'yı Romanya'ya, Gümülcine ve Dedeağaç'ı Yunanistan'a bırakmıştır. Antlaşma ayrıca Bulgaristan ordusunun 20 bin kişiyi aşamayacağı hükmü getirmektedir.
St. Germain Antlaşması
St. Germain Antlaşması, 10 Eylül 1919 tarihinde İtilaf Devletleri ile Avusturya arasında imzalanan ve I. Dünya Savaşı'nın ardından Avusturya-Macaristan İmparatorluğu topraklarının yeniden düzenlenmesini deklare eden antlaşmadır.Bu antlaşmayla Avusturya-Macaristan İmparatorluğu toprakları içindeki Avusturya, Macaristan, Yugoslavya ve Çekoslovakya'nın bağımsızlığı tanınmaktadır. Yine bu antlaşmaya göre, Bukovina Romanya'ya, Galiçya Polonya'ya, Hırvatistan Yugoslavya'ya, Tirol ve Trieste İtalya'ya bırakılmaktadır. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu topraklarının bu antlaşmayla yüzde 85'i dağılmıştır.Ayrıca Versay Antlaşması'ndaki ana fikirlerden biri de bu antlaşmada yer almış, Avusturya ordusu, 30 bin kişi olarak sınırlanmıştır. Antlaşma, gelecekte Almanya ile birleşme yönündeki gelişmeleri de engellemiş, bunu Milletler Cemiyeti'nin onayına bağlamıştır.
Versailles Barış Antlaşması
Versay Barış Antlaşması, Birinci Dünya Savaşı sonunda İtilaf Devletleri ile Almanya arasında imzalanan barış antlaşmasıdır. 18 Ocak 1919'da başlayan Paris Barış Konferansı'nda müzakere edilmiş, 7 Mayıs 1919'da son metin Almanlara deklare edilmiş, 23 Haziran'da Alman Parlamentosu'nca kabul edilmiş ve 28 Haziran'da Paris'in Versay banliyösünde imzalanmıştır.İçerdiği ağır koşulladan ötürü Versay Antlaşması Almanya'da büyük tepkiye yol açmış ve "ihanet" olarak kabul edilmiştir. Birçok tarihçi Almanya'da 1920'lerde yaşanan ekonomik ve siyasi istikrarsızlığa, Nazi Partisi'nin iktidara gelişine ve İkinci Dünya Savaşına nihai olarak Versailles Antlaşmasının neden olduğu düşüncesindedir.
Antlaşmanın Hazırlanışı

Soldan sağa, Britanya başbakanı David Lloyd George, İtalya başbakanı Vittorio Orlando, Fransa başbakanı Georges Clemenceau, ABD başkanı Woodrow Wilson, Paris Barış Konferansı'nda Alman hükümeti 1918 yılının Ekim ayında, dönemin A.B.D. başkanı Woodrow Wilson'un adil bir barış için önermiş olduğu ondört maddeyi kabul ettiğini bildirmiş, Başkan'dan bu çerçevede bir antlaşmaya gidilmek üzere ateşkes sağlanması yönünde girişimlerde bulunmasını talep etmişti. Bu ondört maddenin dokuz maddesi yeni toprak düzenlemeleriyle ilgilidir. Ancak savaşın son yılında gerek İngiltere, Fransa ve İtalya arasında, gerekse de bu ülkelerle Romanya ve Yunanistan arasında imzalanmış olan gizli antlaşmalar daha farklı bir toprak düzenlemesini gerektirmekteydi.
Paris Barış Konferansı'nda "Dört Büyükler" olarak bilinen İngiltere Başbakanı David Lloyd George, Fransa Başbakanı Georges Clemenceau ve İtalya Başbakanı Vittorio Orlando etkin olmuş ve Versay Antlaşması'nın maddeleri taslak haline getirilmiştir. Bu taslakla ateşkes görüşmeleri sırasında verilen güvenceler arasındaki uyumsuzluk Alman heyetince protesto edilse de Alman Meclisi antlaşma şartlarını 9 Temmuz 1919'da, Almanya üzerinde abluka kalkmadığı ve başka yapılacak bir şey olmadığı için, onayladı.
Genel hatlarıyla, 10 Ocak 1920'de yürürlüğe giren Versay Antlaşması, Bismarck (Bismark)ın kurduğu Almanya'yı yıkıyor ve yeni bir Avrupa düzeni kuruyordu. Almanya, Alsas-Loren'i Fransa'ya, Eupen (Öpen), Malmedy (Malmedi) ve Monschau (Monşo) nun bir bölümünü Belçika'ya, Memel'i yeni kurulan Litvanya'ya, Doğu Şilezya ve Batı Prusya'nın bir bölümünü Polonya'ya, Yukarı Şilezyanın bir parçasını Çekoslavakya'ya bırakıyordu. Dantzig (Danzig) serbest şehir oluyor ve Milletler Cemiyetinin himayesine terkediliyordu. Saar (Sar) bölgesi Fransa'ya bırakılmakta, bölgenin esas kaderi ise onbeş yıl sonra yapılacak halk oylaması ile belirlenecekti. Almanya, Ren kıyılarındaki ve Helgoland'da mevcut tahkimatları yıkacaktı.
Almanya'nın, Çin'deki hakları ve Büyük Okyanus'taki adaları Japonya'ya devredildi. Almanya, Avusturya ile birleşmemeyi taahhüt etmekte; ayrıca Avusturya, Çekoslavakya ve Polonya'nın bağımsızlığını tanımaktaydı. Tarafsızlığı savaş içinde çiğnenen Belçika'nın hukuki bakımdan da tarafsızlığı kaldırılmakta, Almanya da bunu kabul etmekte idi. Almanya, mecburi askerliği kaldırıyor, en çok 100 bin kişilik bir ordu bulundurmak yetkisine sahip oluyordu. Ayrıca, Almanya denizaltı ve uçak da yapamayacaktı. Bütün gemilerini de İtilaf Devletleri'ne teslim edecekti. Almanya, ödeme kabiliyetinin çok üstünde bir tamirat borcu ile de yükümlü tutuluyordu. Almanya, ekonomik ve siyasi bakımdan ağır yükümlülükler altında idi. Birçok Alman da yeni kurulan devletlerin sınırları içinde kalmıştı. Bu durumun doğal bir sonucu olarak azınlık meselesi, Barış Antlaşmasının uygulanması ile ortaya çıkmıştır.
Antlaşma Hükümleri
Almanların "Diktat" adını verdikleri 440 maddelik barışın esas noktaları şöyledir:
a. Sınırlar: Almanya, Belçika'ya Eupen, Malmedy ve Moresnet bölgelerini; Fransa'ya Alsas ve Loren'i veriyordu. Saar bölgesi Milletler Cemiyeti yönetimine bırakılıyor, nihai durumu 15 yıl sonra plebisitle belirleniyordu. Polonya'ya Poznan ve Batı Prusya verildi. Danzig koridoru serbest bölge olacaktı ve Milletler Cemiyeti himayesi altına girecekti. Yukarı Silezya'da plebisit yapılacaktı. 1920'de yapılan plebisit sonunda, buranın doğu yarısı Polonya'ya verildi.
b. Siyasî Hükümler: Belçika'nın tarafsızlığı kaldırıldı. Ren Nehri'nin doğu ve batı kıyılarında 50 km. lik bir alan askerden arındırıldı. Almanya'nın Avusturya ile birleşmemesi taahhüt altına alındı. Almanya; Avusturya, Çek-Slovakya ve Polonya'nın bağımsızlığını tanıdı.
c. Sömürgeler: Almanya tüm denizaşırı topraklarından vazgeçti. Bu topraklarda Milletler Cemiyeti'nin kontrolunda yeni sömürgecilik rejimlerinin kurulması kararlaştırıldı. Togo ile Kamerun İngiliz-Fransız mandasına; Tanganyika İngiltere mandasına; Ruanda-Urundi Belçika mandasına; Güney-Batı Alman Afrikası Güney Afrika Birliğine; Mariana, Marshall ve Caroline adaları ile Çin'deki Kiaochow Japonya'ya; Yeni Gine'nin Almanya'ya ait olan yarısı ve Solomon Adaları Avustralya mandalarına bırakıldı.
d. Silahsızlanma: Almanya'nın ileride yeniden askeri bir tehdit olmasını önlemek adına bir dizi düzenlemeye gidildi.
• Almanya'da zorunlu askerlik kaldırıldı.
• Alman ordusu 100.000 kişiye indirilerek Genelkurmay örgütü kaldırıldı.
• Deniz kuvvetleri 15.000 personelle sınırlandırıldı.
• Uçak, denizaltı, zırhlı araç ve tank yapması yasaklandı.
• Silah üretimi, dış alım-satımı (ithalat-ihracat) yasaklandı.
• Zehirli gaz üretmesi ve bulundurması yasaklandı.
e. Tamirat Borçları: Savaş tazminatı olarak 1921 yılı itibari ile 56 Milyar Dolarlık bir mali yük getirildi. Ancak aynı yıl bu borç 33 Milyar Dolara indirildi. Bu miktarlar Almanya'nın ödeme gücünün çok üstünde idi ve borçlanma Almanya'yı ekonomik yıkıma mahkum etti.
Triyanon Antlaşması
Triyanon Antlaşması müttefikler ve ilgili ülkelerle Macaristan arasında Versay'da ki görkemli Trianon Sarayı'nda imzalandı. I. Dünya Savaşı'ndan önce Avusturya-Macaristan İmparatorluğu iken, savaş sonunda Avusturya'dan ayrılan Macaristan savaşın sorumlusu olarak kabul edildi. Bu yüzden, Çekoslovakya'ya Slovakya ve Karpataltı Rutenyası (bugün Zakarpatskaya adıyla Ukrayna'nın bir ili)'nı, Romanya'ya Transilvanya bölgesini ve Banat bölgesinin büyük bölümünü, Avusturya'ya Burgenland (Plebisitte Macaristan'da kalan bölge merkezi Sopron hariç) bölgesini, Fiume'yi İtalya'ya, Hırvatistan, Prekomurje, Medimurje, Voyvodina ve Banat bölgesinin bir kısmını Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı'na (sonradan Yugoslavya), Slovakya'nın Galiçya sınırındaki küçük bir bölgeyi Polonya'ya bırakmak zorunda kaldı. Ağır bir savaş tazminatı ödeme yükümlülüğüne girdi.
Sevr Antlaşması
Hazırlık Süreci
Dünya Savaşı galiplerinin savaş sonrası dünya düzenini belirlemek için topladıkları Paris Barış Konferansı 18 Ocak 1919'da açıldı. 7 Mayıs 1919'da Alman ve Avusturya-Macaristan barış koşulları açıklandı. Almanya ile Versailles Antlaşması 28 Haziran'da, Avusturya ile Saint-Germain-en-Laye Antlaşması 10 Eylül'de Macaristan`la Triannon Antlaşması ve Bulgaristan`la Neuilley Antlaşması imzalandı. Türk barışının da diğerleri ile birlikte 1919 Mayıs'ında açıklanması beklenirken, görüşmeler belirsiz bir geleceğe ertelendi. Bunun nedenleri bugüne dek yeterince aydınlatılamamıştır.
İtilaf Devletleri Yüksek Konseyinin 7 Mayıs'ta aldığı karar uyarınca 15 Mayıs'ta İzmir Yunanlılar tarafından işgal edildi. Bu olay tüm Türkiye'de güçlü bir ulusal tepkiye yol açtı. 6 Eylül'de toplanan Sivas Kongresi'nden sonra İstanbul'daki Osmanlı hükümeti, ülke üzerindeki idari ve askeri denetimini kaybetti. Sivas ve daha sonra Ankara'da, Mustafa Kemal Paşa yönetiminde bir ulusal direniş hükümeti kuruldu. Anadolu hükümeti, olumsuz şartlarda bir barış antlaşmasını kabul etmeyeceğini bildirdi ve direniş hazırlıklarına girişti.
İtilâf Devletleri 18 Nisan 1920'de San Remo Konferansı'nda Osmanlı Devleti'ne uygulanacak barış şartlarını hazırladılar. 22 Nisan'da Osmanlı Hükümetini Paris'te toplanacak barış konferansına davet ettiler. Padişah, eski sadrazam Ahmet Tevfik Paşa'nın başkanlığında bir heyeti Paris'e gönderdi. Ertesi günü Ankara'da toplanan Büyük Millet Meclisi, 30 Nisan günü taraf devletlerin dışişleri bakanlıklarına gönderdiği bir yazıyla İstanbul'dan ayrı bir hükümetin kurulduğunu bildirdi.
Paris'te barış şartlarını öğrenen Ahmet Tevfik Paşa, İstanbul'a gönderdiği telgrafta barış şartlarının "devlet mefhumu ile kabil-i telif olmadığını" [devlet kavramı ile bağdaşmadığını] bildirerek görüşmelerden çekildi. Bunun üzerine 21 Haziran'da İtilaf Devletleri Osmanlı Devletinin direnişini kırmak için, İzmir'de bulunan Yunan kuvvetlerini Anadolu içlerine sürmeye karar verdi. Balıkesir, Bursa, Uşak ve Trakya kısa sürede Yunan ordusu tarafından işgal edildi.
Ege felaketi üzerine 22 Haziran'da İstanbul'da toplanan Saltanat Şurası, Paris'e Sadrazam Damat Ferit Paşa başkanlığında ikinci bir heyet göndermeye karar verdi. Eski maarif nazırı (milli eğitim bakanı) Hadi Paşa, eski Şura-yı Devlet (Danıştay) reisi Rıza Tevfik Bey ve Bern Sefiri Reşat Halis Bey'den oluşan bu heyet, 10 Ağustos 1920'de Sevr Antlaşması'nı imzaladı. Ankara'daki Büyük Millet Meclisi antlaşmayı sert bir bildiri ile kınadı.
Antlaşmanın yürürlüğe girmesi için önce Meclis-i Mebusan'ın antlaşmayı görüşüp kabul etmesi, sonra da imzalamak üzere Vahdettin'e göndermesi gerekiyordu. Fakat antlaşma imzalandığı tarihte Meclis-i Mebusan kapalı olduğundan antlaşma mecliste görüşülemedi ve padişahın önüne gelmedi.[1] Dolayısıyla antlaşma hiçbir zaman yürürlüğe girmedi.
İtilaf Devletleri'nin bakışı
İtalya antlaşmadan hoşnutsuzluğunu açıkça bildirerek Osmanlı'dan yana tavır aldı. Fransa hükümeti antlaşmadan dolayı parlamentoda ve şekilde eleştirildi. ABD zaten bu sırada iç politik gelişmeler nedeniyle her türlü uluslararası girişimden çekilmişti. İtalya ile Fransa’nın onaylamamasının asıl nedeni ise İzmir’in Yunanlılara verilmesidir.
Antlaşma Hükümleri
1. Sınırlar (madde 27-36): Edirne ve Kırklareli dahil olmak üzere Trakya'nın büyük bölümü Yunanistan'a, Ceyhan-Antep-Urfa-Mardin-Cizre kent merkezleri Suriye'ye bırakılacak, İstanbul Osmanlı Devleti'nin başkenti olarak kalacak;
2. Boğazlar (madde 37-61): İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizi silahtan arındırılacak, savaş ve barış zamanında bütün devletlerin gemilerine açık olacak; Boğazlarda deniz trafiği on ülkeden oluşan uluslararası bir komisyon tarafından yönetilecek; komisyon gerekli gördüğü zaman Müttefik Devletlerin donanmalarını yardıma çağırabilecek;
3. Kürt Bölgesi (madde 62-64): İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerinden oluşan bir komisyon Fırat'ın doğusundaki Kürt vilayetlerinde bir yerel yönetim düzeni kuracak; bir yıl sonra Kürtler dilerse Milletler Cemiyeti'ne bağımsızlık için başvurabilecek;
4. İzmir (madde 65-83): Yaklaşık olarak bugünkü İzmir ili ile sınırlı alanda Osmanlı devleti egemenlik haklarının kullanımını beş yıl süre ile Yunanistan'a bırakacak; bu sürenin sonunda bölgenin Osmanlı veya Yunanistan'a katılması için plebisit yapılacak;
5. Ermenistan (madde 88-93): Osmanlı Ermenistan Cumhuriyetini tanıyacak; Türk-Ermeni sınırını hakem sıfatıyla ABD Başkanı belirleyecek (Başkan Wilson 22 Kasım 1920'de verdiği kararla Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis illerini Ermenistan'a verdi.)
6. Arap ülkeleri ve Adalar (madde 94-122): Osmanlı savaşta veya daha önce kaybettiği Arap ülkeleri, Kıbrıs ve Ege Adaları üzerinde hiçbir hak iddia etmeyecek;
7. Azınlık Hakları (madde 140-151): Osmanlı din ve dil ayrımı gözetmeksizin tüm vatandaşlarına eşit haklar verecek, tehcir edilen gayrimüslimlerin malları iade edilecek, azınlıklar her seviyede okullar ve dini kurumlar kurmakta serbest olacak, Osmanlı'nın bu konulardaki uygulamaları gerekirse Müttefik Devletler tarafından denetlenecek;
8. Askeri Konular (madde 152-207): Osmanlı'nın askeri kuvveti, 15.000'i jandarma olmak üzere 50.000 personelle sınırlı olacak, Türk donanması tasfiye edilecek, Marmara Bölgesinde askeri tesis bulunduramayacak, askerlik gönüllü ve paralı olacak, azınlıklar orduya katılabilecek, ordu ve jandarma Müttefik Kontrol Komisyonu tarafından denetlenecek;
9. Savaş Suçları (madde 226-230): Savaş döneminde katliam ve tehcir suçları işlemekle suçlananlar yargılanacak;
10. Borçlar ve Savaş Tazminatı (madde 231-260): Osmanlı'nın mali durumundan ötürü savaş tazminatı istenmeyecek, Türkiye'nin Almanya ve müttefiklerine olan borçları silinecek; ancak Türk maliyesi müttefikler arası mali komisyonun denetimine alınacak;
11. Kapitülasyonlar (madde 260-268): Osmanlı'nın 1914'te tek taraflı olarak feshettiği kapitülasyonlar müttefik devletler vatandaşları lehine yeniden kurulacak;
12. Ticaret ve Özel Hukuk (269-414): Türk hukuku ve idari düzeni hemen her alanda Müttefikler tarafından belirlenen kurallara uygun hale getirilecek; sivil deniz ve demiryolu trafiği Müttefik devletler arasında yapılan işbölümü çerçevesinde yönetilecek; iş ve işçi hakları düzenlenecek; eski eserler kanunu çıkarılacak vb.
Antlaşma bir yanda Britanya İmparatorluğu, Fransa, İtalya, Japonya, Belçika, Yunanistan, Hicaz Krallığı, Portekiz, Romanya, Ermenistan, Polonya, Sırp-Hırvat Cumhuriyeti ve Çekoslovakya ile, diğer yanda Osmanlı Devleti arasında imzalandı. ABD ve Rusya imza atmadılar.
Antlaşmanın Özellikleri
Sevr Antlaşması, öteki savaş sonu antlaşmaları, özellikle Versailles Antlaşması ve Avusturya-Macaristan'ı parçalayan Saint-Germain Antlaşması, b. Wilson İlkeleri'nde dile getirilen milliyet ilkesi, c. Müttefik devletler arası rekabetler bağlamında daha iyi değerlendirilebilir.
Antlaşma ile, nüfus çoğunluğu Türk olan yerlerin hemen hepsi (daha önce Balkan Savaşı'nda yitirilen Batı Trakya dışında) Türkiye'ye verilmiştir . Nüfus çoğunluğu Kürt olan bölgenin durumu belirsiz bırakılmıştır. Çoğunluğu Türk olan, ancak nüfus değişimi sonucu Rum nüfusun artması beklenen İzmir'in durumu da belirsizdir. Türk-Ermeni sınırının çizimi ertelenmiştir.
Padişahın şahsında simgesel bir egemenlik korunsa da, uygulamada Türkiye İtilaf devletlerinin ortaklaşa yöneteceği bir sömürge durumuna getirilmiştir. Burada dikkati çeken, müttefik devletler arasında gözetilen dengelerdir. Bir dizi önlemle, taraflardan herhangi birinin Türkiye üzerinde tek yanlı egemenlik kurmasının önüne geçilmiştir. Türkiye'nin yoğun Türk nüfusu barındıran Bulgaristan'la ilişiği koparılmıştır. Yunanistan'la Türkiye arasında Oniki Adalar yoluyla örülmüş olan İtalyan duvarı varlığını korumuştur.
B-Rusya İmparatorluğu’nun Sonu ve SSCB’nin Kurulması

Lenin, Markstan aldığı fikirleri pratiğe aktarırken milletler arası mücadeleyi milletler üstü sınıf mücadelesine çeviriyordu. Lenin’e göre milletler arasındaki mücadele kapitalist emperyalizmin bir oyunuydu. Tüm emekçilerin çıkarlarını zedeleyen bu oyunu ancak tüm halkların emekçileri emperyalistlere karşı birleşerek bozabilirlerdi. O günkü Rus toplumunda büyük kabul gören bu fikirler milletler meselesini çok değişik bir platforma taşıyacaktı. Lenin esas mücadeleyi Çarlık rejimine karşı yürütüyordu. Çarlığı ortadan kaldırabilmek için mümkün olan her türlü birleştirici hareketi destekliyor, yönlendiriyor, kısacası amacına ulaşmak için fevkalade pragmatik davranıyordu.
Lenin ve lideri olduğu Bolşevikler bir taraftan Çarlığa karşı mücadele ederken, diğer taraftan da yeni kurulacak devlet konusunda fikirler ortaya koyuyorlardı.
Başlangıçta (1895) sınıfsal bir yaklaşımla “Bütün dünya proleterleri birleşin!” sloganıyla proleter enternasyonalizmi savunan Lenin ve Bolşevikler, 1900’lü yılların başında İmparatorluğun farklı milletleri için kısmî bir “kendi kaderini tayin hakkı”nı kendilerine temel slogan olarak seçtiler. Bu dönemdeki eserlerinde Lenin, her milletin kendi devletini kurabilmesini ya da hangi devlet içerisinde olmak istiyorlarsa, onu serbestçe seçebilmeleri gerektiğini ifade eder ve bu doğrultudaki her türlü faaliyeti desteklemeyi Rusya Sosyal Demokratları’na tavsiye eder.
Seçilecek devlet şekli konusunda 1900’lü yıllarda kısmî bir özerklik (avtonomiya) içeren merkezî devlet yanlısı olan Lenin, federalizmi şiddetle reddediyordu. S.G. Şaumyan’a yazdığı mektupta (Kasım 1913) Bolşeviklerin federasyon düşüncesinin karşısında olduklarını ve Rusya için federatif devlet modelinin kabul edilemez olduğunu ifade eder: “Demokratik merkeziyetçilik uygun olan alanlarda özerkliği (avtonomiya) kapsamaktadır. Fakat özerklikten farklı olarak Rusya için federasyon talebi ülkenin merkeziyetçiliği ve ekonomik gelişimi ile çelişmektedir… Biz prensip olarak federasyonun karşısındayız, çünkü o ekonomik ilişkileri zayıflatmakla beraber tek devlet için işe yaramaz bir tiptir” . Lenin’e göre özerklik, federasyondan farklı olarak Rusya’nın tek, merkezcil-demokratik devlete dönüşmesine engel olmamaktadır.
Fakat, 1910’dan sonra Finlandiya, Ukrayna, Kafkas Ötesi, Türkistan’ın ulusal hükümetlerinin ve Beyaz Rusya, Ukrayna, Litvanya, Letonya ve Estonya’nın ulusal burjuvazilerinin talepleri karşısında Lenin eski görüşünü değiştirip, Rusya için gelecekteki devlet modelinin federatif model olabileceğini kabul etmek zorunda kaldı . Federatif model 1917 Temmuz’unda yapılan I. Bütün Rusya Sovyetleri Kongresi’nde “Rusya, özgür cumhuriyetlerin birliği olsun“ kararıyla hukukî kesinlik kazanmış oldu.
Federatif modele yakınlaşma ile beraber Lenin, daha önce savunduğu ulusal-kültürel özerklik (natsionalno-kulturnaya avtonomiya) fikrini reaksiyoner bir şekilde reddedip milletler meselesinin çözümü için self-determination prensibinin ısrarlı savunucusu oldu. Lenin’in; “Rusya’nın sosyal-demokratları propogandalarında bütün ulusların kendi ayrı devletlerini kurmaları ya da içerisinde yaşamak istedikleri devleti seçmede özgür oldukları hususlarında ısrarcı olmalıdırlar” sözleriyle uluslara bağımsızlık vadediyordu. Ulusların bağımsızlık isteklerine bu derece destek olmak Çarlığı yok etme gayretinden başka birşey değildi.
Birinci Dünya Savaşı, Rusya'da büyük bir yokluk ve sefalete yol açtı. Boğazların kapalı oluşu yüzünden dış yardım alamıyordu. 1916-1917 kışı ise çok sert geçmiş, açlık ve yakacak, giyecek bulunamaması, bütün Rusya'yı etkilemişti.
Ve 1917 Şubatında ilk ihtilal patlak verir. 8 Mart 1917'de, Petersburg'da gösteriler başladı. Grevler yaygınlaştı. 12 Mart'ta "İşçilerin ve Askerler'in Sovyeti" kuruldu. Komutanlar da Çar'a, tahttan ayrılmasını öneriyorlardı. 15-16 Mart'ta Çar, tahttan ayrıldı. Devrimci Hükümet kuruldu.Nisan'da Petersburg'a gelen Lenin, "Ekmek, barış, özgürlük" sloganıyla geniş kitlelerin desteğini sağladı. Devrimci Sosyalistlerden Harbiye Bakanı Kerensky'nin Temmuz'da Alman Cephesi'nde taarruzu başarısızlıkla sonuçlanınca, yeni ayaklanmalar patlak verdi.
Bolşeviklerin lideri Lenin kaçtı ve Trotsky tutuklandı. Hükümet düştü, Kerensky, Başbakan oldu ve 14 Eylül 1917'de de cumhuriyet ilan edildi. Artık ülkenin iç durumu iyice karışmıştı. Hükümet hala savaştan vazgeçmemekle en büyük hatasını yaptı.
Köylülerin ayaklanması ile tüm Rusya karıştı. Bundan yararlanan Bolşevikler (aşırıcılar), ordunun da devrime karışmasından yararlanarak, "Askeri Devrim Komiteleri" kurdular. 7 Kasım 1917'de hükümet darbesi ile Bolşevikler iktidarı ele geçirdiler ve 8 Kasım'da Lenin Petersburg'a geldi.
Rus Ortadoks monarşisinin etnik kökene bağlı olmayan uyrukluk prensibini sonuna kadar muhafaza edememesi, daha evrensel bir tip olan enternasyonalizm savunucusu bolşevik-komunist hareketin Çarlık rejimi karşısında başarı kazanmasına neden oldu. Bolşeviklerin zaferi bir imparatorluktan daha evrensel bir diğer imparatorluğa (SSCB) geçişi sembolize etti.
İhtilal Rusya İmparatorluğu’nun yapısında radikal değişiklikler medana getirdi: En başta proleterya ile ulusal burjuvazi yer değiştirdi. Bolşeviklerin iktidara gelmesiyle Rusya içinde kuvvetlenme umudunu kaybeden ulusal burjuvazi self-determination sloganı ile girişilen Rusya’dan ayrılma hareketlerinin öncüsü oldu. Bu dönemde Rusya (90’lı yıllarda olduğu gibi) ardı ardına gelen “bağımsızlık” ilanları karşı karşıya kaldı ve imparatorluk karttan evler gibi dağılmaya başladı . İhtilalin ardından ilk olarak Ukrayna bağımsızlığını ilan etti (7 Kasım 1917) ve Ukrayna Halk Cumhuriyeti adını aldı. Ardından Beyaz Rusya, Finlandiya, Polanya, Tuva, Moldovya, Kuzey Kafkasya, Kafkasötesi ve Baltık cumhuriyetleri bağımsızlıklarını ilan ettiler. 1917-1920 yılları arasındaki iç savaş ve beraberinde getirdiği sosyal çalkantılar Rusya’daki ulusal problemleri iyiden iyiye kızıştırdı. İhtilal ülkedeki ulusal haraketleri özendirerek merkezkaç eğilimleri güçlendirdi. Fakat iç savaşın kazanan tarafı olan bolşeviklerin ülkenin büyük kısmında “savaş komünizmi” rejimini uygulamaları Ruslar dahil bütün halkların ulusal kendi kaderini tayin etme süreçlerini kestirip dondurmuş oldu. Kurulan totaliter rejim bilinçli olarak denatsionalizasyon ve standartlaştırma politikalarını uygulamaya koydu.
İhtilalin ardından ideolojik, etnik ve coğrafî faktörlerin etkileri hesaba katılarak merkeze (Rusya Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti RSFSC)’ye bağlı özerk cumhuriyetler kuruldu ve statüleri 1918 RSFSC Anayasası’yla hukukî kesinlik kazandı. Rusya Federasyonu’nun kurulmasındaki temel hedef “milliyet meselesi”ni devlet eliyle çözmek idi. Bu nedenle dünya tarihinde ilk olarak ulusal temele dayalı federasyonlar kuruldu: RSFSC, SSCB ve Kafkas Ötesi Federasyonu . Takip eden beş yıl sonunda (1917-1922) parçalanmış Rus İmparatorluğu’nu daha geniş bir coğrafyada tekrar canlandıracak olan Sovyetler Birliği kurulur (30 Aralık 1922). Böylece kendisi de bir federasyon olan RSFSC aynı zamanda 15 birlik cumhuriyetinden oluşan bir başka federasyonun (SSCB’nin) üyesi olur (1922-1991).
SSCB dağılana kadar RSFSC içerisinde idarî-bölgesel taksimata bağlı olarak 6 kray , 49 oblast , 2 cumhuriyet değerinde şehir (Moskova ve S. Petersburg), ulusal temele dayalı 16 özerk cumhuriyet, 5 özerk oblast ve 10 özerk okrug bulunuyordu. 1990’a kadar devam eden 70 yıllık süre içerisinde SSCB hukukî olarak konfederasyona ait özellikler taşıyan (ki bu cumhuriyetlerin SSCB’den ayrılma hakları vardı) federasyon olsa da uygulamada Komünist Parti tarafından kontrol edilen aşırı merkezî-bürokratik yapısıyla üniter devlet görüntüsü vermiştir.
1924'te Lenin'in ölümünden sonra iktidarı eline geçiren Stalin, Sovyet Birliği'ni sanayileşmiş bir sosyalist ülke haline getirmek için ekonomik sorunları çözmeye çalışmıştır. Ancak, devletin askeri gücü olan Kızıl Ordu'nun silahlanmasını da ihmal etmemiştir. 1933'ten sonra Almanya'nın gelişmeye ve çevresini tehdit etmeye başlaması üzerine uluslararası alanda silahsızlanmayı savunmuştur. Sovyetler Birliği'nin önderlerine göre; kapitalist ve faşist devletler arasında çıkacak bir savaş sonucunda,her iki taraf yıpranacağından, dünyada sosyalizmin yayılması daha kolay olacaktır. Bu nedenle, yeni bir dış politika izleyerek, Almanlarla görüşmüşlerdir. Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı'ndan önce önemli ölçüde güçlenmiştir.
1990’a kadar geçen 70 yıllık sürede Rusya toprakları üzerinde ulusal hareketler ve bunları organize edebilecek milliyetçi kuruluşlar yaşam şansı bulamadılar, fakat bu, milliyetçiliğin tamamen üstesinden gelindiği anlamına gelmez. Zira, resmî ideolojiden farklı her türlü fikrin ve farklı oluşumun şiddetle bastırıldığı Stalin iktidarı döneminde bile Sovyet cumhuriyetleri ve diğer özerk birimlerde komünizm frazyolojisi ile kamufle edilmiş milliyetçi akımlar gizlice faaliyet imkanı bulabiliyorlardı. Gelişen süreç içerisinde Sovyetler Birliği halklarının görünüşteki mutlu birliktelikleri milliyetçi sloganların ağırlıkta olduğu protesto gösterileri ve mitinglerle sarsılmaya başladı. Bu eylemlerde Estonya ve Litvanyalılar bağımsızlık, Kırım Tatarları, İnguşlar, Mesket Türkleri ve Almanlar ulusal özerklik, Gürcüler, Aphazlar ve Ukraynalılar ulusal kültür ve dillerinin korunması, Kazaklar, Estonyalılar ve Aphazlar yerel olmayan halklar tarafından sömürülmeye son verilmesini ve nihayet Almanlar yurt dışına serbestçe çıkabilme hakkı istiyorlardı. Ülke geneline dağılan eylemler sonun başlangıcının ilk işaretcileri oldular.

BASMACILAR HAREKETİve 1916-1924 TURKISTAN BAGIMSIZLIK SAVASI[1]

Bugünkü Ortaasya Cumhuriyetleri’nin bağımsızlık savaşımı, asal biçimini yirminci yüzyılın başlarında alır. Tüm Ortaasya topluluklarında başlayan bu karşıt-Bolşevik devinimin adı Basmacı Hareketi’dir. Aslında ulusal toplumculuk’un / milli sosyalizm’in en büyük savunucusu olan Mir Seyit Sultangaliyev’in de ışığı olan bu devinim yenilgiyle sonuçlanır. Bağımsızlıklar yetmiş yıl ertelenir.
Ulusal özerklik girişimlerinin, Sovyetler tarafından tıpkı domino taşları gibi yıkılması, Türkistan bağımsızlık ateşini söndüremez. Rus ve Sovyet karşıtları silahlanıp bağımsızlık için dağlara çıkar. Bu bağımsızlık devinimi, Ruslar tarafından dünyaya önemsiz bir olay gibi; Basmacılık / Basan-haydutluk edenlerin devinimi olarak tanıtılmaya çalışılır. Türkistan’daki bu ayaklanmanın asıl gücü köylülerdir. Sonrasında küçük tecimen ve sanatkârlar, din adamlarıyla yenilikçiler de katılır.
Fakat ayaklanma, önderleri olmasına karşın, merkezi örgütlenmeden yoksundu. 1918 yazına değin, devinimin önderliğini Ergaş Korbaşı yapar. Sonrasında Mir Muhammed Beg Hacı Koşakoğlu denetiminde sekiz bölge komutanlığı kurularak örgüt genişletilmeye çalışılır. Ulusal başkaldırıyı yöneten güçler, Kasım 1919’a değin Fergana’nın büyük bir kısmını denetim altına alırlar.
Sovyet yöneticileri, bunun karşısında önce beş kişilik bir başkaldırı yarkurulu, sonrasında üç kişilik Fergana Cephesi kurarak, Basmacıları bastıracak önlemler almaya çalışır. Bu yarkurullar ve Kızıl Ordu başarısız olunca Fergana’da askeri yönetim oluşturulur. Bu bölgeden sonra Buhara ve Hive’de hızla yayılan Basmacılık Hareketi’ni, Ruslar, eskiden olduğu gibi kısa sürede bastıracaklarını sanar. Ancak, karşıtına daha da kitlesel duruma dönüştüğü gibi Buhara ve Harezm üzerine gönderilen Sovyet birlikleri de başarısız olur.
Cüneyd Han ve diğerlerinin Harezm’de başladığı silahlı savaşımları bütün hızıyla sürer. Buhara’da ise Ulusalcı Yenilikçiler’in önderliğinde Sovyetlere karşı savaşım başlar. Bundan ötürü, üç merkezde gelişen başkaldırı, Sovyetlerin Türkistan’da varlığını tehlikeye sokar. Bunun için 3 Eylül 1919’da Türkistan Cephesi’ni açar. Cephe komutanlığına Frunze atanır. 22 Şubat 19920’de Taşkent’e gelerek Ulusal başkaldırıyı bastıracak tasarımlar yapmaya başlar.
Yeterli sayıda silah olmayışı Türkistan halklarının işlerini zorlaştırır, Kızıl Ordu karşısında ağır kayıplar verir. Yetke eksikliğini gidermek üzere Fergana’da 24 Eylül 1919’da Mehmed Emin Beğ başkanlığında Fergana Hükümeti kurulur. Silah yardımı için Afganistan’a ve İngilizlere elçiler gönderilir ise de, bir sonuç alınamaz. Ayrıca hükümetin oluşumuna karşın başkaldırıyı yöneten önderler arasında birlik sağlanamaz. Üstelik kabilecilik ve bölgecilik de işe girince; hedefe varmada yol alınamaz.
Tam bu sırada Enver Paşa’nın Türkistan’da görülmesi ve önderliği olurlaması, savaşıma yeni bir yön verir.
Enver Paşa, Eylül 1920’de Bakü’deki, “Doğu Milletleri Kongresi”nde; yeterli bilgi sahibi olduğu Türkistan Başkaldırısı’nın, Buhara’ya vardığında çok kritik bir aşamada olduğunu görünce ivedilikle savaşıma başlar. Büyük ordulara komuta eden Enver Paşa’nın başkaldırıya önder olarak katılması, tüm savaşımcılar tarafından sevinçle karşılanırken; başta Zeki Velidi, Buhara Emiri ile veziri ve bir kısım Sovyet yanlılarınca hoş karşılanmaz.
Tüm karşıolumlara karşın, Orta Asya İslam Devleti kurmak ereği ile ki, tüm Türkistan sınırlarıdır bu, Sovyetlere karşı savaşımı başlatır. 19 Mayıs 1922’de Sovyet hükümetine bir kesinuyarı / ültimatom vererek Kızıl Ordu’nun Türkistan’ı boşaltmasını ister. Sovyetlerin Türkistan’dan çekilmeyeceği anlaşılınca, savaş başlar. Top ve makineli tüfeklerden yoksun Enver Paşa’nın ordusunun ilk utkusu / zaferi Duşenbe’yi Ruslardan kurtarmak olur.
Ama üstün silahlara sahip Rus ordusu, 15 Haziran 1922’de Türkistanlı diğer önderlerin yardım etmemesinden ötürü ikinci savaşta Enver Paşa’yı yenilgiye uğratır. Buharalı önderlerin yardım istemini geri çevirmeleri, üstelik yardım etmek isteyen Afganlıları engellemeleri üzerine Enver Paşa, Duşenbe yakınlarındaki Belcuvan köyüne çekilir. 4 Ağustos 1922’de ansızın Rusların baskınına uğrayıp makineli tüfek ateşiyle şehit olur. Yirmi bin savaşçının gözyaşları içinde toprağa verilir. Onun ölümü üzerine Türkistan Bağımsızlık Devinimleri zayıflar. Diğer yönden Sovyetler, Türkistan’daki Kızıl Ordu birliklerini güçlendirir. 1923 yazından 1924 yazına değin başkaldırıya katılanların bölgeleri işgal edilir. Çarpışanların önemli bir kısmı kurşuna dizilir. Çok azı da, İbrahim Bey önderliğinde Afganistan’a kaçar ve 30 Mart 1931’de vatanına dönerek yeniden savaşıma katılır. 3–19 Nisan tarihleri arasında yapılan savaşları kaybedince, 23 Haziran 1931’de arkadaşları ile birlikte kurşuna dizilir.

C-GEÇİCİ BARIŞ

1919-1939 yılları arasında yaşanan olaylar dünyamızı adım adım bir dünya savaşına doğru sürüklemiştir. Zira, Birinci Dünya Savaşı sonunda yapılan antlaşmalar Avrupa'nın ve dünyanın güçler dengesini yeniden düzenlemişti. Avusturya-Macaristan, Alman ve Osmanlı İmparatorluklarının dağılması uluslararası alanda önemli boşluklar yaratmıştı. Bu imparatorlukların paylaşılması için yapılan antlaşmalar ve kurulan statü bir düzen sağlamamıştı. Barış antlaşmalarındaki haksızlık ve adaletsizlikler, başka bir büyük savaşın gerekçesi olarak görülmüştür. Bu nedenle antlaşmaların ilk yıllarından itibaren barışın sürekliliğini sağlamak üzere çeşitli önlemler alınmak istenmiştir.
Böylece, barış antlaşmaları harita üzerinde bir düzen yaratmakla beraber, milletlerarası hayatta istikrarsız ve sallantılı düzenin bütün iç unsurlarını kapsamıştır. Bunun içindir ki, barış 1929-30 yıllarına kadar bir takım kaynaşmalarla ancak korunabilmiş, fakat bu yıllardan sonra olaylar bir eğik düzey üzerinde hızla yuvarlanarak, 1939 da İkinci Dünya Savaşının sert kayasına çarpmıştır.

Almanya Meselesi
1) Fransa ve Almanya
Birinci Dünya Savaşı sonunda dört imparatorluğun yıkılmasının önemli sonuçlarından biri de, Fransa’nın kara Avrupasında kuvvetler dengesinde sivrilmiş olmasıydı. Bununla beraber, Çarlığın yıkılması, İngiltere’nin bir kıta devleti olmayışı ve Amerika’nın tekrar infirad politikasına dönmesi, Fransa’nın, güvenliği için duyduğu endişeden kendisini uzaklaştıramadı. Fransa Almanya’dan olduğu ağır intikamın, Almanya’da bir karşı-intikam duygusunu kışkırtacağını pek güzel anlamıştı. Bu sebeple, Almanya’dan duyduğu korku ve bu korku dolayısiyle ortaya çıkan güvenlik meselesi, 1919’dan itibaren Fransız dış politikasına egemen olan temel faktörler olmuştur. Fransa 1919 dan itibaren gelecekteki bir Alman saldırısına karşı tedbirler aramağa başlamıştır. Bu tedbirlerin başında “fizlk garantiler” geliyordu. Fransa daha barış konferansında, bir Alman saldırısını imkansız değilse bile etkisiz bırakacak maddi tedbirler peşinde koşmuş ve bunların en etkilisini de Ren bölgesini (Rheinland) Almanya’dan alarak kendi sınırları içine katmakta görmüştür. Fakat İngiltere ve Amerika, “yeni bir Alsace-Lorraine” meydana getirmekten korktukları için Ren Bölgesinin Almanya’dan ayrılmasına razı olmadılar. Bunun yerine Fransaya, bir Alman saldırısına karşı ortak garanti vermeyi teklif ettiler. Fransa Ren’i alamayınca bu teklife razı oldu ve 28 Haziran 1919 da, İngiltere, Amerika ve Fransa, bir Alman saldırısı halinde Fransaya askeri yardım vaadeden anlaşmaları imzaladılar. Lakin Amerikan Senatosu; hem Versay Antlaşmasını ve hem de bu anlaşmayı tasdik etmeyi reddedince, İngiltere’nin taahhüdü de yürürlüğe girmedi. Çünkü İngiltere Amerika ile birlikte ortak garanti vermişti. Bundan sonra İngiltere, 1922 Ocak ayında Fransaya, tek taraflı garanti vermeyi teklif etti. Fransa ise, İngiltere’nin askeri yardımını açık bir şekilde tesbit edecek bir konvansiyonun imzası şartiyle bu teklifi kabul edeceğini bildirdi. İngiltere bu kadar ileri gitmeye hazır değildi ve yaptığı teklifle Fransaya karşı şeref borcunu ödemişti. İngiltere Fransa ile bir ittifak imzalaması halinde, bunun bir Rus-Alman ittifakına sebep olmasından korkuyordu. Fransa, Almanyaya karşı İngiltere ile Amerikayı yanına alamayınca, Almanya etrafındaki küçük devletlerle ittifak antlaşmaları sistemi kurma yoluna gitti. Bunun için, daimi tarafsızlığına rağmen Almanya’nın saldırısına uğramış olan ve Almanyaya karşı Fransa kadar korku duyan Belçika ile 7 Eylül 1920 de bir ittifak imzaladı. İkinci ittifakı Polonya ile imzaladı. Polonya Almanya ve Rusya’dan toprak alarak kurulmuştu ve ayrıca Rusya’daki Bolşevik rejimle de bir savaş yapmıştı. Bu sebeple hem Almanya’dan ve hem de Rusya’dan çekiniyordu. Fransanın ittifak teklifi Polonya’nın bu korkusuna karşı bir garanti idi. Fransaya gelince, Alman tehlikesine karşı Rusya’nın yerine Polonyayı ikame etmek istedi. Fransa-Polonya Anlaşması 19 Şubat 1921 de imzalandı. Buna göre, taraflardan biri bir saldırıya uğrarsa, topraklarının korunması için alınacak tedbirler konusunda birbirlerine danışacaklardı. Fransa bundan sonra Küçük Antant devletleri denen ve Macaristan ile Bulgaristan’ın barış antlaşmalarına karşı duydukları hoşnutsuzluktan (revizyonizm) çekinen Çekoslovakya, Yugoslavya ve Romanya ile, bir saldırıya karşı birbirleriyle danışmayı öngören anlaşmaları imzalamıştır. Fransa-Çekoslovakya anlaşması 25 Ocak 1924 de, Fransa-Romanya anlaşması 10 Haziran 1926 da ve Fransa-Yugoslavya anlaşması da 11 Kasım 1927 de imzalanmıştır. Fransa’nın bu ittifaklar sistemi, 1815 den sonra Metternich’in almış olduğu tedbirlere benziyordu. Belçika, Polonya ve Küçük Antant devletleriyle yapmış olduğu bu anlaşmalarla modern bir Kutsal İttifak meydana getirmişti.
2) Almanya’nın İç Durumu
Savaşın sonunda kıta Avrupasında Fransa kesin bir üstünlüğe sahip iken ve yukarıda belirttiğimiz kombinezonlarla da bu üstünlüğünü daha da kuvvetlendirirken, Almanya, mütareke gününden itibaren, iç siyasal ve ekonomik durumu itibariyle, her gün biraz daha çöküntüye doğru gitmekteydi. 1918 Kasım ayının ilk günlerinden itibaren Almanya’nın çeşitli yerlerinde sosyalist ayaklanmaların çıktığını, Almanya’nın savaştan çekilmesini açıklarken belirtmiştik. Mütarekenin imzasından ve Cumhuriyetin ilanından sonra bu ayaklanmalar gittikçe arttı ve Almanya içerde tam bir keşmekeşe uğradı. Rusya’daki Bolşevik rejimin de kışkırtmasiyle komünistler de bu karışıklıklarda aktif bir rol oynuyordu. Bu ayaklanma on gün kadar sürdü ve 13 Ocakta hükümet kuvvetleri tarafından bastırıldı. Bu arada 19 Ocak 1919 da da Kurucu Meclis seçimleri yapıldı. Kurucu Meclis, küçük Weimar kasabasında toplanmayı uygun buldu. Yeni Alman anayasası 11 Ağustos 1919 da yayınlandı. Almanya Welmar anayasası ile ilk defa demokratik bir düzene kavuştuğu sırada Versailles Antlaşması ortaya çıktı. Versay demokrat devletler tarafından Almanyaya empoze edilmişti. Bu şekilde Alman demokrasisi, Almanya’nın hezimeti ve Versay barışı ile sıkı sıkıya bağlanmıştı. Lakin devletlerin demokrat Almanyaya zorla kabul ettirdikleri bu barış, sağ ve sol, bütün Alman kamu oyunda büyük tepki ile karşılandı. Özellikle Almanya’nın savaştan sorumlu ve suçlu tutulması ve Hindenburg, Ludendorff, Von Tirpitz, Bethmann-Hollweg gibi 895 önemli kişinin Müttefiklere tesliminin istenmesi bütün Alman milletini ayağa kaldırdı. Bu durum karşısında Müttefikler gerileyerek isteklerini birkaç önemsiz kişiye indirdilerse de, bu, 1920 Martında bazı generallerin bir sağcı hükümet darbesi yapmaları için bir fırsat oldu. Bu darbe bir yıl önceki solcu darbeye cevaptı. Askerlerin hükümet darbesiyle Dt. Wolfgang Kapp Berlin’e gelerek hükümeti ele geçirdi. Alman hükümeti Stuttgart’a kaçmak zorunda kaldı. Lakin bu darbe ancak birkaç gün devam edebildi. Halk ve ordu Kapp’ı desteklemediği gibi solcuların kışkırtmasiyle Berlin’de grevler çıktı. Dr. Kapp tutunamıyacağını anlayınca kaçtı. Lakin Alman hükümeti de darbeye katılanları cezalandırmaya cesaret edemedi. Alman demokrasisi bu şekilde sol ve sağdan gelen diktatörlük tehlikeleri içinde çalkanırken, ekonomik durum da günden güne bir kaosa gitmekteydi. Versay ile yükletilen amansız tamirat borcu, enflasyonun bir çığ gibi büyümesine sebep oldu. Üretim ve ekonomik hayat felce uğradı. Siyasal çalkantılar da ekonomik hayatı tahrip ediyordu. 1923 yılı ekonomik krizin en yüksek noktasını teşkil etti. 1923 Şubatında Berlin’de bir kilo et 3.400 Mark iken, Kasım ayında bu fiyat 280 milyar Mark idi. 1921 de bir Dolar 70 Mark iken, 1923 Kasımında bir Dolar 840 milyar Mark idi. Vergiler devlet masraflarının ancak % 2’ sini karşılıyordu. Solcuların kışkırtmasının da etkisiyle memlekette grevler artarken ve halk dükkanları yağma ederken, öte yandan Nasyonal-Sosyalist Partisinin lideri Adolf Hitler, hükümeti “Soyguncular Hükümeti” diye adlandırıyor ve “Diktatörlük istiyoruz” diye bağırıyordu. Ekonomik durum 1924’den itibaren yavaş yavaş düzelme işaretlerine kavuştu. Bunda tamirat borçlarının akla yatkın ve mantıki bir düzene sokulması büyük rol oynadı.
3) Tamirat Borçları
Versay Antlaşmasına göre, Almanya, Müttefik ve Ortak devletlerin sivil halkına ve mallarına yaptığı zararları da ödeyecekti ki, savaş tazminatının adı bu suretle Tamirat Borcu’na çevrilmiş olmaktaydı.Tamirat borcunu Müttefikler ve özellikle Fransa, Almanyayı adamakıllı ezmek için bir vasıta olarak görmüş ve bunun için de borçson derece yüksek tutulmuştu. Bu ise Alman milletinin Fransaya olan kızgınlığını şiddetlendirmekten başka bir şeye yaramadı. İki savaşarası devresinde Müttefiklerin hiçbir konferansı yoktur ki, tamirat borçları söz konusu olmasın ve her seferinde de bu borç biraz daha indirilmiş bulunmasın. Gerçekçi olmayan bu borçlar, sonunda, çok az bir ödeme ile sıfıra ulaştı. Tamirat borçlarını tesbit etmek için bir müttefikler arası komisyon kurulmuştu. Komisyon 1921 Ocak ayında borcun miktarını 56 milyar Dolar olarak tesbit etti. Almanya buna itiraz etti ve Komisyon Mayıs ayında borcu 33 milyar Dolara indirdi. Fakat bu da Almanya’nın ödeme kabiliyetinin çok üstündeydi. Buna rağmen Müttefik baskısı karşısında Almanya boyun eğdi ve Ağustos ayında 250 milyon Dolarlık ilk taksiti ödedi. Fakat, bu, bundan sonraki üç yıl içinde Almanya’nın para olarak ve tam olarak ödeyeceği son taksiti de teşkil etti. 1921 yılı sonunda Almanya, borçlarını ödeyemiyeceğini, kendisine beş yıllık bir tecil süresi tanınmasını istedi. İngiltere, Almanya’dan tamirat borcu alamıyacağını gördüğü için, bu isteği müsait karşıladı. Çünkü savaştan önce Almanya İngiliz ekonomisi için iyi bir pazardı. Halbuki şimdi böyle değildi. İngiltere Almanya’nın satın alma gücünün tekrar kurulmasını istiyordu. Fransa ise tamirat borçlarını Almanyaya muhakkak ödetmek istiyordu. Bu sebeple İngiltere ile Fransa arasında görüş ayrılığı çıktı. Borçların tecili konusunda yapılan görüşmeler 1922 yılı sonuna kadar sürdü. Fransa bir sonuç alamayınca, Belçika ile birlikte 1923 Ocak ayında Rhur bölgesini işgal etti. Rhur sanayiine de el koyup Almanyaya borçlarını bu şekilde ödetmek istiyordu. Rhur’un Fransa tarafından işgali, bir yandan İngiliz-Fransız münasebetlerini, bir yandan da Fransız-Alman münasebetlerini gerginleştirdi. Fransa ile Almanya arasında bir savaş havası esiyordu. Rhur’daki Almanlar pasif mukavemete başvurdular. Alman işçileri işlerini terkettiler. Demiryolu personeli Fransızlardan emir almayı reddettiler. Posta ve telgraf memurları Fransız ve Belçikalıların mektup ve telgraflarını göndermediler. Gönüllü Alman milisleri baltalama hareketlerine giriştiler. İngiltere ve Amerika, Fransa’nın bu hareketini tepki ile karşılamış ve kamu oyu Almanları destekliyordu. Fakat bu gelişmeler dolayısiyladır ki, Alman Mark’ı günden güne kıymetten düştü ve Almanya bir çöküntünün kenarına geldi. Bu ekonomik krizle birlikte Almanya’nın içinde de siyasal durum tekrar karıştı. Fransızlar Almanların mukavemetini kırmak için separatist hareketleri kışkırttılar. Bunun sonucu olarak Rhur bölgesinde bir Ren Cumhuriyeti kuruldu. Fransa Rhur’u Almanya’dan ayırmak istiyordu. Palatinat muhtariyetini ilan etti. Saksonya ve Thuringen’de separatist komünist hükümetler kuruldu. Bavyera’da 1923 Kasımında Hitler ve Ludendorf liderliğindeki Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi bir hükümet darbesine teşebbüs etti ve birkaç gün için hükümeti ele geçirdi. Fakat bu karşılıklı sertlik içinde hem Almanya ve hem de Fransa, zorlama ile isteklerini gerçekleştiremiyeceklerini anladılar. 1923 Eylülünde başbakanlığa gelen Gustav Stresemann pasif mukavemeti durdurdu. Fransa da baskı yoluyla Almanya’ya para ödetemiyeceğini gördü. Öte yandan İngiltere ile Amerika da araya girmişler ve bu meselenin çözümlenmesini istiyorlardı. Her iki devlet de birer komite kurarak Almanya için bir ödeme planı hazırladılar. Sonunda Amerikalı Charles G. Dowes’in ödeme planı,1924 Ağustosunda Londra’da imzalanan bir protokolla kabul edildi. Dawes Planı ile Almanya için toplam bir borç tesbit edilmemiş, sadece 250 milyon dolardan başlamak üzere ve artan bir miktarda yıllık taksitler belirtilmişti. Ayrıca, Almanyaya 200 milyon dolar borç verilecekti ki, bunun yarısını Amerika üzerine aldı. Nihayet, Daws Planına göre, Rhur da boşaltılacak ve Almanlara geri verilecekti. Dawes Planı, Almanyaya bir rahatlık getirdi. Yeni bir para sistemi ile ekonomisini düzeltti. Mark’ın kıymeti yükselmeye başladı. Üretim arttı ve Almanya’nın milletlerarası ticareti genişledi. “Made in Germany”, dünya ticaretinde yeniden alışılan bir isim oldu. Dawes Planı ile Fransız-Alman münasebetleri de düzeldi ve Lokarno’ya varan yolu açtı. Dawes Planı dört yıllık bir ödeme sistemi kabul etmişti. Bu sebeple 1929 yılında tamirat borçları meselesi yine ele alındı. Fransız-Alman münasebetleri artık iyi olduğundan meseleye iyi niyetle girildi. Fakat tartışmalar yine çetin oldu. Sonunda, 1930 Ocak ayında, Dawes Planının hazırlanmasında rol oynamış bulunan Owen D. Young’in hazırladığı Young Planı kabul edildi. Bu plana göre, Almanya yılda 391 milyon olmak üzere 22 taksit ödeyecekti ki, bunun tutarı 26 milyar dolar kadar yapıyordu. Fakat bu planı yürütmek mümkün olmadı. 1929-30 dünya ekonomik buhranı dolayısiyle Almanya borcunu yine ödeyemeyeceğini bildirdi. Bunun üzerine Amerika Cumhurbaşkanı Herbert Hoover’in teklifi üzerine, 1931 de, borçların bir yıl için tecili hususunda Hoover Moratoryumu kabul edildi. Lakin bu tecil de fayda etmedi. Çünkü dünya ekonomik buhranı bütün memleketleri sarsmıştı. Bu sebeple, 1932 Haziranında Tamirat Komisyonunun Lausanne’da yaptığı bir toplantıda, Almanya’nın son defa olarak 750 milyon dolar ödemesine ve borçların üzerinden sünger geçirilmesine karar verildi. Almanya’nın ödediği tamirat borcunun tutarı bu suretle ancak 5.5 milyar dolar oluyordu. Tamirat Borçları hikayesi de bu şekilde kapandı.
4-Locarno Antlaşması
1 Aralık 1925'te, Londra'da imzalandı.Birinci Dünya Savaşı'nı sona erdiren antlaşmalar ve Milletler Cemiyeti'nin kurulmasına rağmen Fransa'nın Almanya'dan gelebilecek muhtemel tehlikelere karşı endişeleri devam etti. Bu endişenin temel sebebi; Versay Antlaşması ve Fransa'nın Almanya'yı ekonomik bakımdan çökertmek için izlemiş olduğu tamirat borçları sorunu idi. Borçların tecili konusunda netice alınamayınca Fransa 1923'de Almanya'nın Rhur sanayi bölgesini işgal etti. Bu durum, tarafları tekrar savaş durumuna getirdi. Ancak, Amerika ve İngiltere gerginliği gidermek için aracılık teşebbüsünde bulundular. Sonunda Amerikalı Charles G. Daves'in ödeme planı, 1924 Ağustos'unda Londra'da imzalanan bir protokol ile kabul edildi. Daves Planına göre; Almanya'nın 250 milyon dolardan başlamak üzere ve artan miktarda yıllık taksitler halinde Fransa'ya ödeme yapması kararlaştırıldı. Buna karşılık Fransa'da Rhur bölgesini boşaltmayı taahhüt etti. Daves Planı dört yıllık bir ödeme sistemini içermekteydi. Bu sebeple 1929 yılında tamirat borçları tekrar gündeme geldi. Tartışmalar tekrar başladı ise de, 1930 Ocak'ında Young Planı kabul edildi. Bu plana göre; Almanya'nın yılda 391 milyon olmak üzere 22 taksitle 26 milyar Dolar ödeme yapması kararlaştırıldı. Ancak, 1929-1930 dünya ekonomik buhranı ödemeleri güçleştirdi. 1932'de yapılan bir toplantıda Almanya'nın toplam 750 milyon Dolar ödeme yaparak tamirat borçları sorununun sona ermesi kararlaştırıldı.
Almanya ve Fransa arasında ortaya çıkan tamirat borçları sorununun uzlaşmaya dönüşmesi iki ülke arasındaki ilişkileri olumlu yönde etkiledi ve bir güvenlik ortamı oluşturdu. Alman Hükümeti Şubat 1925'te Fransa'ya bir nota göndererek karşılıklı güvenlik paktı kurulmasını teklif etti. Bunun üzerine 5 Ekim 1925'te Fransa, Almanya, İngiltere, İtalya, Polonya, Belçika ve Çekoslovakya arasında İsviçre'de Locarno'da bir konferans toplandı. Konferansta hazırlanan antlaşma esasları l Aralık 1925'te, Londra'da imzalandı.
Devletleri savaştan korumak ve anlaşmazlıkların barışçı yollarla çözümlenmesini öngören Locarno Antlaşmasına göre:
a. Almanya, Fransa ve Belçika sınırlarının kesin ve sürekli olduğunu kabul ediyordu. Anlaşmazlık çıkması durumunda sorun Birleşmiş Milletler Cemiyeti'ne intikal ettirilecekti. İngiltere ve İtalya'da tespit edilecek statükonun kefili olacaklardı.
b. Tüm anlaşmazlıklar Barış yolu ile çözümlenecekti.
c. Bu antlaşma, Almanya'nın Milletler Cemiyeti'ne üye olmasıyla yürürlüğe girecekti. Almanya 1926'da Milletler Cemiyeti'ne üye oldu ve tekrar uluslararası işbirliğine girmiş oldu. Locarno Antlaşması ile Avrupa'da yeni bir dönem başlamış oldu. Ancak bu durum uzun sürmedi. 1929 dünya ekonomik bunalımı, Hitler ve Musolini faktörleriyle tekrar yeni ivmeler kazanmaya başladı. Üç tugaydan oluşan bir Alman tümeni, 7 Mart 1936 sabahı silahtan arındırılmış Ren bölgesine girmiştir. Aynı gün Hitler, [Reichstag]]'da yaptığı konuşmayla Almanya'nın kendini Lokarno Paktı'na bağlı saymadığını dünya kamuoyuna ilan etmiştir.
Dönemin Fransız Genel Kurmay Başkanı General Gamelin, Majino Hattı'nın bu bölgesine 13 tümenlik bir kuvvet yığmıştır. Ne İngiltere ne de Fransa, duruma bunun dışında bir tepki vermemişlerdir. Bu askeri manevraya karşın Hitler geri adım atmamış, Ren bölgesindeki durumu bir oldu-bitti'ye getirmiştir.

5-SOVYET RUSYA VE BATILILAR

Locarno Antlaşmalarının arifesinde dünya basınına da intikaleden ve İngiltere’nin güvenlik politikasını tesbit eden bir İngiliz memorandumunda şöyle diyordu: Avrupa bugün üç esaslı unsura bölünmüştür: Galipler, Mağluplar ve Rusya... Rusyaya rağmen ve belki de Rusya dolayısiyle, bir güvenlik politikası tesbit etmek zorundayız. 1925 de Avrupa’nın sakin bir havaya kavuştuğu bir sırada belirtilen bu görüş, Batılılar için daha Bolşevik İhtilalinin hemen ertesinden itibaren ortaya çıkmıştı. Bolşeviklerin 1918 Martında Almanya ile barış yapmaları, Müttefikleri önemli bir tehlike ile karşı karşıya bıraktı: Doğu cephesinde serbest kalan 40 tümenlik bir Alman kuvveti Batı cephesine sevk edilebilirdi.Rusya’nın kendi cephesini kendisinin tasfiye etmesi karşısında Müttefikler, kendileri Rusya’da bir cephe açmaya karar verdiler. Bu cepheye ayıracak kuvvetleri olmadığından bu konuda Birleşik Amerika ile Japonyaya dayanmak istediler. Fakat bu konuda da esaslı bir işbirliği ve anlaşma meydana gelmediğinden, Rusyaya yapılan müdahale gayet dağınık oldu. 1918 Martında İngilizler, Murmansk Sovyetinin Batılılara olan sempatik davranışından faydalanarak Murmansk’a bir kısım kuvvet çıkardılar. Uzakdoğuda da Japonlar Nisan ayı başında, küçük kuvvetlerle Vladivostok’a çıktılar. Ağustosta İngiliz ve Fransızlar, bolşevik aleyhtarı unsurlara dayanarak, Arkhangelsk limanını işgal ettiler ve Eylül ayında bunlara bir kısım Amerikan kuvvetleri de katıldı. Rusya’daki binlerce Çek esiri, 1918 ilkbaharında Vladivostok’a sevkedilirken, Doğu Sibirya’da ayaklanınca, 1918 Eylülünde Amerika ve Japonya binlerce kişilik bir kuvveti Doğu Sibiryaya soktu.
1918 Kasımında Almanya’nın mütarekeyi kabul etmesi ile Müttefikler için son derece zayıf olan Rus cephesinin önemi de kalmıyordu. Lakin özellikle Fransa’nın ısrarı ile, Rus cephesi için başka bir amaç ortaya çıktı. Bolşeviklerin daha önce yapmış oldukları self-determination vaadlerine dayanan milli azınlıklar bağımsızlık veya muhtariyet için ayaklanmışlardı. Öte yandan Çarlık taraftarı askerler de Rusya’da bir iç savaş çıkarmışlardı. Sibirya’da Amiral Kolchak, güney Rusya’da Denikine ve Wrangel Bolşeviklere karşı savaş yapmaktaydılar. Şimdi Müttefikler bu Bolşevik aleyhtarlarını destekleme yoluna gittiler. 1918 Aralık ayında Fransa Odesso’ya yeni kuvvetler çıkardı. Fakat Batılıların bu çabaları bir sonuç vermedi ve Bolşevikler 1921 yılında içerdeki bütün mücadeleleri kazanıp tasfiye ettiler. Müttefikler de Rusya’dan kuvvetlerini çektiler. Fakat Polonya meselesi Batılılarla Sovyet Rusya arasında daha çetin bir çatışma konusu oldu. Polonya barış antlaşmaları ile bağımsızlığını aldıktan sonra, 1772 Polonyasını gerçekleştirmek için ve Rusya’nın da içinde bulunduğu güçlüklerden faydalanarak, 1920 yılı başında Ukraynaya girmek istedi. Sovyetler buna karşı koydukları gibi, yaz ortalarında Varşovaya kadar geldiler. Polonya neredeyse gidecekti. Bunun üzerine İngiltere ve Fransa Polonya’nın yardımına koştular ve Varşova önünde Sovyetler ağır bir yenilgiye uğradılar. Sovyet Rusya ile Polonya arasında 19 Mart 1921 de yapılan Riga Barışı ile Polonya topraklarını daha da genişleterek bu savaştan ayrılıyordu. Polonya’nın doğu sınırları Paris barış konferansında Curzon Çizgisi ile tesbit edilmiş, lakin bu sınır Polonyalıları tatmin etmemişti. Riga Barışı Polonya’nın doğu sınırlarını şimdi bu çizginin çok daha doğusuna götürüyordu. Açıktır ki, Batılıların bu davranışı Sovyet Rusya’da bir korku ve endişe ve Batılıların kendisini ortadan kaldırmak istedikleri gibi bir kanı uyandırmıştı. Esasına bakılırsa, Sovyetler de;, Batılılara güven verememişlerdi. Lenin ve Bolşevikler ihtilali yaparken Barış sloganını bol bol kullanmışlar, fakat bu barış ile aynı zamanda bir Dünya Proleter İhtilali’ni de gerçekleştirmeyi düşünmüşler ve bu amaçla da 1919 Martında İİİ’üncü Enternasyonel’i (Comintern) kurmuşlardı. Batılıların müdahalesi, iç savaş, ekonomik güçlükler ve özellikle 1919-20 yıllarında Almanya ve Macaristan’da yapılan komünist hükümet darbelerinin başarısızlığı karşısında bu fikirden vazgeçip, komünizmi önce Rusya’da yerleştirerek (socialism in one country), “Sovyet bahçesini korumaya” karar verdiler. Komünizmi memlekette yerleştirebilmek için de, ekonomiyi ayağa kaldırmak, Batı ile ekonomik münasebetlere girmek ve Batı’dan ekonomik ve teknik yardım almak zorundaydılar. Bunun içindir ki, Sovyetler Batı ile münasebet kurmak için büyük çaba harcadılar. Batılılar bir süre Sovyet Rusyayı resmen tanımaktan kaçındılar. Fakat ortada bir gerçek vardı ve bu gerçeğe de gözlerini kapayamazlardı. Bu sebeple, ilk önce İtalya Ocak 1924 de ve onun arkasından da Şubat 1924 de İngiltere, Ekim 1924 de de Fransa yeni Sovyet rejimini tanıdılar. 1922 denönce ve sonra da diğer devletler tarafından tanınmıştır. Birleşik Amerika ancak 1933 yılında Sovyet rejimini resmen tanımıştır.

6) Sovyet Rusya ve Almanya: Rapallo

Sovyet rejiminin Batılılar tarafından tanınması Sovyet Rusyayı Batı ile normal diplomatik münasebetlere kavuşturmuş olmaktaydı. Lakin bu tanıma işi iki taraf arasında karşılıklı güvenin kurulması için yeterli olmadı. Sovyetler, 3’üncü Enternasyonal vasıtasiyle milletlerarası komünist hareketlerini ve Batılı memleketler komünist partilerini Moskova’dan idare etmekten hiçbir zaman vazgeçmedikleri gibi, Batılılar da, doktrini itibariyle kendi düzenlerini yıkma amacını güden Sovyet Rusyaya karşı bir türlü itimad duyamadılar. Bu durum, iki -savaş- arası devresinde Sovyetlerle Batılılar arasındaki münasebetlerin başlıca özelliğini teşkil eder. Buna karşılık Versay düzeninin ilk yıllarından itibaren, intikamcılığın ezikliği altında bulunan Almanya ile Avrupa toplumu dışında bırakılmış olan Sovyet Rusya arasında bir yakınlaşma, belirli bir şekilde ortaya çıkmıştır. Başlangıçta Almanya Sovyetlerle bir yakınlaşmayı düşünmüş değildi. Çünkü, mütarekeden itibaren Almanya’da kuvvetli bir şekilde ortaya çıkan komünist faaliyetlerinde Moskova’nın oynadığı rol Weimar Cumhuriyetinin gözünden kaçamazdı. Fakat 1920 yılından itibaren, Batılıların tamirat borçları dolayısiyle Almanyaya yönelttikleri sert muamele, Almanya’nın ümitlerini kırmış ve Alman kamu oyunda küçümsenemiyecek bir değişiklik meydana getirmiştir. 1922 Nisanında Cenova’da toplanan dünya ekonomik konferansı, Almanya ile Sovyetleri bir kader birliği içinde bıraktı. Bu konferansta Alman delegasyonu adeta bir kenara atıldığı gibi, Sovyetlerle Batılılar arasında da gergin bir hava ortaya çıktı. Batılılar, özellikle Fransa’nın ısrarı ile, Sovyetlerden, Çarlık Rusyasının borçlarını ödemesini ve Rusya’da devletleştirilen Batılılara ait malların tazmin edilmesini istediler. Sovyetler hiçbirini kabul etmediler. Almanların ve Sovyetlerin Cenova’da karşılaştıkları bu durum, ikisi arasında tabii bir yakınlaşma meydana getirdi ve Sovyetlerin teklifi üzerine başlayan görüşmeler sonunda, 16 Nisan 1922 de, Cenova yakınlarında Rapallo’da bir antlaşma imzalandı. Rapallo antlaşması, hükümleri itibariyle önemli değildi. İki taraf aralarında normal diplomatik münasebetleri kuruyorlar ve savaşın sonuçları itibariyle karşılıklı olarak her türlü iddialarından vazgeçiyorlardı. Fakat antlaşmanın siyasal önemi büyüktü. Versay Antlaşmasına imzasını koymayı reddedip istifa eden Dışişleri Bakanı Brockdorff-Rantzau’ın dediği gibi, bu antlaşma Almanya için, Versay’ın kötülüklerinin Moskova kanalı ile tashih edilmesiydi. Gerçekten, Cenova Konferansında Sovyet delegasyonunun sözcüsü Rakovsky, gazetecilerin bir sorusu üzerine “Versay Antlaşması mı? Ben böyle bir şey bilmiyorum” demişti. Sovyetlere göre, Rapallo, Versay aleyhtarı devletlerin Versay devletlerine karşı sessiz bir protestosu idi. Bundan başka, bu antlaşma “emperyalist devletler arasındaki bölünmeden” faydalanarak Sovyetleri yalnızlıktan kurtarıyordu. Rapallo Antlaşması Batılılar arasında büyük heyecana sebep oldu. Fransa ve Polonya, Sovyetlerden, antlaşmanın gizli hükümleri olup olmadığını sordular. Halbuki antlaşmanın hiçbir gizli hükmü yoktu. Sovyetler Rapollo’dan büyük bir hoşnutluk duymakla beraber, Almanya’nın Locarno Antlaşmalarını imzalamasını endişe ile karşıladılar. Almanya’nın Batı ile anlaşmasının Rapallo Antlaşmasını etkisiz bırakmasından korktular. Locarno Antlaşmalarına varan diplomatik müzakereler başladığı zaman, Dışişleri Bakanı Çiçerin, 1925 Mayısında Sovyetler Kongresinde verdiği bir söylevde, Almanya’nın Batılılarla bir garanti antlaşması imzalaması ve Milletler Cemiyetine girmesi halinde, Almanya’nın, eşyanın tabiatı icabı, Sovyetlerle olan münasebetlerini eskisi gibi devam ettirememek zorunda kalabileceğini bildirdi. Bununla beraber, Sovyetler, Almanyayı ellerinden kaçırmamak için iki yola başvurdular. Biri, Polonya ile münasebetlerini düzeltmek oldu. Çiçerin 1925 Eylülünde Varşovayı ziyaret etti. İkincisi, Sovyetlerin ısrarı üzerine, 24 Nisan 1926 da, Berlin’de yeni bir Alman-Sovyet Antlaşması imzaladı. Buna göre, taraflardan biri bir saldırıya uğrarsa, diğeri tam bir tarafsızlık güdecek ve bir devletler koalisyonu tarafından birine ekonomik ve mali sanksiyonlar uygulanacak olursa, diğeri buna katılmayacaktı. Esasen Almanya, Locarno Antlaşmaları sırasında, Sovyetlere karşı uygulanacak sanksiyonlara katılmıyacağını Batılılara kabul ettirmişti. Bu şekilde Sovyet Rusya, Almanya’nın Batı Blokuna katılıp kendisine cephe alması tehlikesini önlemiş oluyordu. Berlin Antlaşması, Almanya’da, Bismarck’ın 1887’deki Karşılıklı Teminat Antlaşmasına benzetilmiştir. Alman-Sovyet münasebetlerinin bu durumu, 1933 de Hitler’in iktidara geçmesine kadar devam edecek ve bundan sonra iki devletin münasebetleri ters bir dönüş aldığı zaman, Sovyetler Rapallo ruhu’nu özlemle anacaklardır.



7) Sovyetlerin “Saldırmazlık ve Tarafsızlık” Politikası :

Sovyetlerin Almanya ile imzaladıkları Berlin Antlaşması, kendilerini, ancak Almanya yönünden tatmin etti. Fakat İngiltere ve Fransa’nın Sovyet Rusyayı yıkmak istediği ve her an savaş açabilecekleri korkusu yakalarını bırakmadı. Locarno’yu, herşeyden önce kendilerine yönelmiş olan bir blok olarak gördüler. İkinci olarak, Sovyetler, Milletler Cemiyetini de kapitalist devletlerin bir “emperyalist bloku” olarak görüyorlar ve özellikle Milletler Cemiyeti Paktının 16’ıncı maddesinde öngörülen sanksiyonların Batılılar tarafından kendileri aleyhine kullanılmasından kuşkulanıyorlardı. Nihayet, İngiltere ve Fransa tarafından 1924 yılında tanınmasına rağmen, Sovyet Rusya ile İngiltere ve Fransa arasında normal ve güven verici münasebetler kurulamadı. Çarlık Rusyasının Fransaya olan borçları meselesi, Fransız-Sovyet münasebetlerinin gelişmesinde en büyük engel oldu. Fransa’nın, Sovyet Rusya’nın sınırlarında bulunan Polonya, Çekoslovakya ve Romanya ile yakından ilgilenmesi de Sovyetleri hoşnut bırakmıyordu. Buna karşılık Sovyet Rusya’nın davranışları da Batılılar için güven verici olmaktan uzak kaldı. Sovyet Rusya 1927 yılının sonuna kadar dünya ihtilali tasarılarından vazgeçmedi ve İİİ’üncü Enternasyonal Sovyet diplomasisinde, Sovyet Dışişleri Bakanlığından daha nüfuzlu bir durumda bulunuyordu. 1927 yılı sonunda Trotzky’nin Komünist Partisinden tasfiye edilmesinden sonradır ki, Sovyet Rusya dünya ihtilali tasarısını ikinci plana attı. Sovyet Rusya, Batılılardan duyduğu bu korku ile ve Locarno’ya karşı bir tepki olarak, etrafını çevreleyen devletlerle bir “saldırmazlık ve tarafsızlık” politikasına girişti. Önemli olan, kendisine komşu olan devletlerin Batılıların bir saldırısına alet olmaması ve Sovyet Rusya’nın Batılılardan herhangi biriyle çatışması halinde bu komşu devletlerin tarafsız kalmaları idi. Bu politikanın ilk uygulaması Türkiye ile oldu. Bu sırada Musul meselesinden ötürü Türk-İngiliz münasebetleri iyi değildi ve 1921 den beri Türkiye dış politlkasında Sovyet Rusya’ya önem veriyordu. Bunun sonucu olarak 17 Aralık 1925 de Paris’de Türkiye ile Sovyet Rusya arasında bir dostluk ve saldırmazlık paktı imzalandı. Buna göre, taraflardan biri saldırıya uğradığı takdirde diğeri tarafsız kalacak ve birbirlerine saldırmayacakları gibi, birbirleri aleyhine yönelen ittifak veya siyasal anlaşmalara katılmayacaklardı. Bu anlaşma karşısında İzvestiya gazetesinin, “Paris’te imzalanan antlaşma savaş amacı ile değil, fakat barış amacı ile yapılmış olması bakımından, Locarno aleyhtarı bir harekettir” demesi Sovyetler bakımından ilgi çekicidir. Sovyet Rusya, 1926 yılında Finlandiya, Estonya, Letonya, Litvanya, Polonya ve Romanya ile, 1927 de Fransaya, aynı şekilde tarafsızlık ve saldırmazlık paktları teklif ettiyse de, bunlardan sadece Litvanya ile 28 Eylül 1926 da bir antlaşma yapmaya muvaffak olabildi. Bunun üzerine Asya tarafına döndü ve 31 Ağustos 1926 Afganistanla ve 1 Ekim 1927’de de İran ile saldırmazlık ve tarafsızlık antlaşmaları imzaladı. Görüldüğü gibi, Avrupa’daki sınırlarını saldırmazlık yoluyla korumak için harcadığı çabalar başarısız kalmıştı. Bu durum Sovyetleri, barış ve silahsızlanma politikasının üstüne daha fazla düşmeye sevketti. 1928 Ağustosunda, savaşı milli politika vasıtası olmaktan çıkarma amacını güden Kellogg Paktı’na katılmaya davet edildikleri zaman, Sovyetler, bu Paktın silahsızlanmaya gereken önemi vermemiş olduğunu belirtmekle beraber, buna katılmakta tereddüt göstermediler. Fakat bu Paktın yürürlüğe girmesi için Birleşik Amerika’nın tasdik etmesi gerekiyordu. Sovyetler bunu beklemeden, Estonya, Letonya, Litvanya, Polonya, Dantzig Serbest Şehri, Türkiye ve İran ile imzaladıkları “Litvinov Protokolü” ile anlaşmayı hemen yürürlüğe soktular. Kellogg Paktı ve Litvinov Protokolü, tarafsızlık ve saldırmazlık antlaşmaları imzalamamış olan devletlerle Sovyet Rusya arasında, bu çeşit antlaşmaların yerini almış oluyordu. Çiçerin’in yerine Dışişleri Bakanlığına 1929 da Litvinov’un gelmesi, Sovyet dış politikasında kolektif güvenlik politikasını açacaktır. Fakat 1933 de Almanya’da Hitler’in iktidara gelmesi, Sovyet Rusya için büyük bir korku kaynağı olacaktır. Batılıların Hitler’e karşı gereken sertlikte bir politika izlememeleri, Sovyet Rusyayı, Batılıların Hitler’i Rusya üzerine saldırtmak istedikleri gibi bir şüphe içinde bırakacaktır.
Bolşeviklerin 1918 Martında Almanya ile barış yapmaları, İtilaf Devletlerini önemli bir tehlike ile karşı karşıya bıraktı : Doğu cephesinde serbest kalan 40 tümenlik bir Alman kuvveti Batı cephesine sevkedilebilirdi. Rusya’nın kendi cephesini kendisinin tasfiye etmesi karşısında Müttefikler ,kendileri Rusya’da bir cephe açmaya karar verdiler. Bu cepheye ayıracak kuvvetleri olmadığından bu konuda Birleşik Amerika ve Japonya ‘ya dayanmak istediler. Fakat bu konuda da esaslı bir işbirliği ve anlaşma meydana gelmediğinden Rusya’ya yapılan müdahale gayet dağınık oldu.

8-Milletler Cemiyeti'nin Kurulması
Birleşmiş Milletlerin kurulması hangi konferansta gündeme getirilmiştir?

Birinci Dünya Savaşı sırasında Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Wilson, barışın korunması için bir uluslararası örgütün kurulmasını gündeme getirmişti.Nitekim, savaştan sonra toplanan Paris Barış Konferansı'nda uluslararası örgütlenmeyi gerçekleştirmek üzere gerekli girişimler başlatılmıştı. Konferansın 15 Ocak 1919 tarihli oturumunda Milletler Cemiyeti'nin kurularak barış antlaşmalarında yer alması kararlaştırılmıştır. Bu oturumda ayrıca oluşturulacak bir komisyonun da Milletler Cemiyeti'nin sözleşmesini hazırlaması istenmiştir. Böylece uluslararası barışın, kurulacak bir örgütle korunması konusunda önemli bir adım atılmıştır.

Birleşmiş Milletlerin kurulma amaçları nelerdir?
Oluşturulan komisyonun hazırladığı sözleşme (misak) 28 Nisan 1919'da Konferansın Genel Kurulu'nda kabul edilmiştir. Bu çalışma sonucu Milletler Cemiyeti kurulmuştur. Cemiyet'in sözleşmesinin başlangıç bölümünde genel amaçlar ve üyelerin yüklendikleri sorumluluklar sıralanmıştır. Buna göre:
• Savaşa başvurulmaması konusunda birtakım yükümlülüklerin kabul edilmesi
• Gizlilikten uzak, adaletli ve onurlu uluslararası ilişkilerin sürdürülmesi
• Hükümetlerin bundan böyle uluslararası hukuk kurallarına kesinlikle uyması
• Örgütlenmiş halkların karşılıklı ilişkilerinde adaletin korunması ve antlaşmalardan
doğan bütün yükümlülüklerin yerine getirilmesi.
Sözleşmenin diğer maddelerinde de üyelik, cemiyetin yapısı, barışın sürekliliğinin sağlanması, antlaşmalar, uluslararası ilişkiler vb. konulara yer verilmiştir.
Birleşmiş Milletler hangi etkenden dolayı başarılı olamamıştır?
Bu sözleşme, Paris Barış Konferansı'nda yenilen devletlerle yapılan antlaşmalara "Birinci Bölüm" olarak konulmuştur. Buna göre, Cemiyet'in sözleşmesi ilk olarak Versailles Barış Antlaşması'na sokulmuştur. Merkezi Cenevre olan Milletler Cemiyeti, uluslararası sorunların çözümlenmesinde bir odak olarak düşünülmüştür. Ancak, Cemiyet büyük devletlerin etkisi altında kaldığından karşılaşılan uluslar arası sorunları çözememiştir. Bu nedenle 1930'lu yılların başlarından itibaren durumu sarsılmış ve güven duyulan bir kurum olmaktan çıkmıştı.

9-TUNA VE BALKANLAR

A) Avusturya

St. Germain barışı ile Avusturya, sadece Alman unsuruna dayandığından, bir milli birliğe kavuşmuş ve bu da onun için küçümsenemiyecek bir avantaj teşkil etmiştir. Lakin ekonomik bakımdan St. Germain düzeni Avusturyayı bir ekonomik garabet haline sokmuştur.
Avusturyalılar bunun çaresini Almanya ile birleşmede (Anschluss) gördüler. Lakin Versay ve St. Germain antlaşmaları bunu yasaklamıştı. Üstelik Avusturyaya bir de tamirat borcu yüklenmişti. Avusturya’nın Anschluss niyeti ile karşılaşan Milletler Cemiyeti, tamirat borcundan vazgeçip Avusturya için bir yardım programı kabul etti.
Avusturya, 1922 Ekiminde İngiltere, Fransa, İtalya ve Çekoslovakya ile imzalamış olduğu Cenevre Protokolü ile, herhangi bir devletle bağımsızlığını tehlikeye düşürecek bir şekilde, ekonomik veya mali anlaşma yapmamayı taahhüt etti.
1929 ekonomik buhranı Avusturyayı iflasla karşı karşıya bırakınca, 1931 yılında Almanya ile bir gümrük birliğine gitmek zorunda kaldı. Hatta bu birleşmenin Protokolü de hazırlandı. Lakin özellikle Fransa’nın şiddetli itirazı ile karşılaştı. Fransa, Avusturya-Almanya birliğinin Küçük Antant’a karşı Orta Avrupa’da bir kuvvet olarak ortaya çıkmasından ve Orta Avrupa’da Almanya’nın ekonomik üstünlük sağlamasından korktu. 1933 de Almanya’da Nazi Partisi iktidara geçince, Avusturya Nazi Partisi vasıtasiyle Anschluss fikrini daha da kışkırttı ve nihayet 1938 de Avusturya’yı Almanya’ya ilhak etti.

B) Macaristan
Mütarekeden sonra Macaristan’ın da iç durumu karıştı. Michael Karolyi yeni Macaristan Cumhuriyetinin başbakanı idi. Lakin müttefiklerin baskısı ile Karolyi, Transilvanya’yı Romenlerin işgaline bırakmak zorunda kalınca 1919 Martında istifa etti. Bolşeviklerin de kışkırtmasiyle duruma işçi ve asker Sovyetleri hakim oldu ve Lenin ve Kerensky’in yakın arkadaşı Macar komünistlerinden Bela Kun Macaristan’ı bir Sovyet Cumhuriyeti olarak ilan etti. Amiral Horthy 1919 Kasımında Budapeşte’ye girerek komünist rejimi tasfiye etti. Amiral Horthy’nin komünistlere karşı bu başarısını Müttefikler de desteklediler. Lakin Trianon barışı Macarlar için bir şok oldu. Çekoslovakyaya Presburg’u ve Burgenland’ı da Avusturyaya vermekten daha çok, Yugoslavya’ya Hırvatistan ve Bosna-Hersek’i ve Romanya’ya da Transilvanya’yı bırakmak çok ağır geldi. Onun için Macaristan iki -savaş- arası devresinin en hararetli revizyonist devletlerinden biri oldu.
Macaristan, Küçük Antant’ın kendi etrafındaki çemberini kırmak için İtalya’ya dayandı. “Her iki milletin sayısız ortak menfaatlere sahip olması dolayısıyla”, İtalyan ve Macar hükümetleri 5 Nisan 1927 de bir dostluk antlaşması imzaladılar. 1933 de Hitler’in Almanya’nın dizginlerini eline alması sonucu Avrupa’da Almanya üstünlük kazanınca, Macaristan İtalya’dan fazla Almanya’ya dayanacaktır.

C) Çekoslovakya

Çekoslovakya 1918 Ekiminde ortaya çıkmıştır. Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun son saatlerinde İmparatorluk içindeki bütün milli azınlıklar ayaklanınca, Thomas Masaryk, Edouard Beneş ve Stefanik gibi Çek liderleri 18 Ekim 1918 de Paris’de Çekoslovak Milli Konseyini kurdular. Prag’daki milliyetçilerden Kramar da 28 Ekimde kansız ve başarılı bir ihtilalle Prag’a hakim olunca, Çekoslovakya’nın kurulması kolaylaştı. Prag ve Paris grupları arasında hiçbir çatışma olmadı ve Masaryk yeni Çekoslovak Devletinin Cumhurbaşkanı, Kramar başbakanı ve Beneş de Dışişleri Bakanı oldu. Masaryk 1935 de ölünce Cumhurbaşkanlığına Beneş getirildi. Çekoslovakya, iki - savaş- arası devresinde Avrupa’da demokrasiyi en mükemmel şekilde ve başarı ile uygulayan devletlerden biri oldu. Bunda, liderlerin olgunluğu, vatansever idaresi ve Çekoslovakya’nın bağımsızlık ve bütünlüğünü korumadaki samimi inançları büyük rol oynamıştır. Bununla beraber, Çekoslovakya içerde çeşitli problemlerden de yakasını kolaylıkla kurtaramadı. Bunların başında, bütün yeni küçük devletlerde olduğu gibi, ekonomik problemler geliyordu.
En kuvvetli azınlık olan Almanlar (Südetler bölgesinde) ile Çekler arasında tarihi bir nefret ve düşmanlık vardı. Almanlar, 1920 anayasası ile kendilerinin bir azınlık durumuna düşürülmesine tahammül edemedikleri gibi, Çekoslovakya’nın dış politikada Fransa ve Küçük Antanta dayanmasına da daima muhalefet etmişlerdir. Çekoslovakya için en büyük tehlike revizyonist Macaristan’dan yönelmekteydi. Çekoslovakya, ilk günden itibaren, Avrupa dengesinde şimdi üstünlük kazanmış olan Fransa’ya ve kader birliği içinde bulunduğu Küçük Antant’a sımsıkı sarılmış ve sonuna kadar da böyle kalmıştır. Yalnız, Almanya’da Hitler rejimi III’üncü Reich’ı milli sınırlara kavuşturmak için faaliyete geçince, Çekoslovakya bir yandan da Sovyet Rusya’ya dayanmaya başlamıştır. Alman tehlikesi karşısında Fransa ile Rusya arasında bir yakınlaşma olması, Çekoslovakya’nın bu yeni politikasını da kolaylaştırmıştır. Buna rağmen 1938’den itibaren Çekoslovakya parçalanmaktan kurtulamayacaktır. 15 Mart 1939 yılında Çekoslovakya Almanya tarafından işgal edilmiştir.

Ç)Yugoslavya

1918 Haziranında Korfu Paktını imzalayan Sısrbistan, Karadağ, ve Avusturya-Macaristan güney slav eyaletleri Yugoslavya’yı oluşturdular. Adriyatik’teki Fiume 1924’te İtalya’ya terk edildiğinden Yugoslavya’nın kıyı şehri kalmamıştı. Katolik Hırvatlarla Ortodoks Sırplar arasında geçimsizlik ikinci sorun oldu. 1931 Anayasası ile tek parti istemi kabul edildi ve memleketin adı Yugoslavya oldu. 1934’te Balkan Antantına katıldı. Stoyadinoviç zamanında Yugoslavya’nın Nazi Almanyası ve Faşist İtalya ile münasebetleri sıkılaştı. Hatta 1937’de Yugoslavya , Bulgaristan’la bir daimi dostluk antlaşması imzalandı.

D) Romanya
Romanya, İkinci Dünya Savaşından topraklarını en fazla genişleterek çıkan devletlerden biri oldu. Avusturya’dan Bukovina’yı, Macaristan’dan Banat’ı, Rusya’dan Besarabya’yı ve Bulgaristan’dan bir kısım Dobruca’yı aldı. Bu suretle Romanya, kendisine toprak kaybeden muhasım devletlerle sarılmış bulunmaktaydı. Bu ise Romanya’yı statükonun korunmasını savunan anti-revizyonist bir devlet yaptı ve Batılılara ve özellikle Fransa’ya kaydırdı.
Gerek Köylü, gerek Liberal Partileri Batılı taraftarı olduğu için, 1920’lerden itibaren Romanya Fransa tarafına kaymış ve Küçük Antant’ın sadık bir üyesi olmuştur. Küçük Antant Romanya’yı Macaristan’ın revizyonizmine karşı koruyan bir tedbirdi. Lakin Besarabya yüzünden Rusya ile de münasebetleri iyi değildi. Bu sebeple, kendisi gibi Rusya’dan çekinen Polonya ile de yakın münasebetlere girişti. 1921 de iki devlet arasında bir ittifak antlaşması imzalanmıştır. 26 Mart 1926‘da yapılan ikinci bir antlaşma ile bu ittifak yenilenmiş ve genişletilmiştir. 10 Haziran 1926 da Romanya Fransa ile de bir ittifak imzalamıştır. Bu ittifaklarla, sınırların barış antlaşmaları ile tesbit edilmiş bulunan statükosunun korunması amacı güdülmekteydi. Romanya’nın Polonya ve Fransa ile yapmış olduğu ittifaklar Rusya’ya yönelmişti. Küçük Antant ise kendisini Macaristan’a karşı korumaktaydı. Lakin Romanya için Bulgaristan tarafı boş kalmıştı. Romanya bu tehlikeye karşı 1921 Haziranında Yugoslavya ile bir ittifak yapmıştı. 1934 Balkan Antantı ile Romanya, Bulgaristan tehlikesine karşı, Yugoslavya’dan sonra Yunanistan ve Türkiye’yi de yanına aldı.

E) Bulgaristan

Bulgaristan Balkan devletleri içinde en kötü gelişmelerle karşılaşmış olan bir devletti. Hem ikinci Balkan savaşında ve hem de Birinci Dünya Savaşında yenilmiş ve her ikisinde de komşularına toprak kaybetmişti. Bu sebeple, bu kaybedilen topraklar savaştan sonra Bulgaristan’ın komşuları ile münasebetlerine egemen olmuş ve dolayısıyla da Bulgaristan barış antlaşmalarının kurduğu düzene karşı hoşnutsuzluk göstermiştir.
Bulgaristan’ın en iyi münasebetler içinde olduğu devlet Türkiye oldu. Lakin buna rağmen Bulgarlar Trakya üzerinde de istekler ileri sürmekten geri kalmadılar ve hatta bir de Trakya Komitesi kurdular. 1930 yılında Kral Boris’in İtalya Kralının kızı ile evlenmesi Bulgaristan ile İtalya arasındaki münasebetleri sıkılaştırdı. Bu durum Bulgar-Yugoslav münasebetleri üzerinde etkisiz kalmadı. 1930’dan itibaren Bulgar-Yugoslav münasebetleri iyileşmeye yüz tutmuş iken, bu durum Yugoslavya bakımından bir güvensizlik ve endişe konusu oldu. Kaybettiği toprakları alma düşüncesinde olan Bulgaristan Balkan Antantına katılmamıştır.

F) Yunanistan

Yunanistan’ın I.Dünya Savaşı’na katılması sırasında müttefikler Kral Konstantin’i hükümdarlıktan uzaklaştırmışlar ve yerine oğlu Aleksandır’ı getirmişlerdir. Yunan parlamentosu 1924 yılında cumhuriyet ilan etti. 1928 yılında başbakanlığa Venizelos getirildi ve 1932 yılına kadar iktidarda kalarak Yunanistan’ı istikrara kavuşturdu. 1930’dan itibaren Türk-Yunan ilişkileri düzelmeye başladı.Bu durum 1954 yılına kadar devam etti. Yunanistan özellikle İngiltere ile sıkı ilişkiler kurmuştur.

G) Küçük Antant

Birinci Dünya Savaşından sonra Tuna ve Balkanlar bölgesinin ilk önemli ittifak sistemi Küçük Antant olmuştur. Fransa’nın 1920 de Macaristan ile bir işbirliği düşünmesi Küçük Antant’ın kurulmasını çabuklaştırmıştır. Küçük Antant’ın kurulması teşebbüsü Çekoslovakya Dışişleri Bakanı Dr. Beneş’den gelmiştir.
Çekoslovakya ile Yugoslavya 14 Ağustos 1920 de aralarında bir ittifak yaptılar. Bu ittifaka göre, Macaristan’ın taraflardan birine saldırması halinde birbirlerinin yardımına koşacaklardı. Romanya bu ittifaka hemen katılmadı. Çünkü bu ittifakın Rusya ve Bulgaristan’ın bir saldırısı ihtimalini de kapsamasını istedi ve Çekoslovakya da bunu kabul etmedi. Fakat 1921 Martında eski İmparator Karl, Macaristan’da hükümdarlığı ele geçirmek için teşebbüste bulununca, bu durum Romanya’yı da korkuttu. Bu sebeple, Romanya ile Çekoslovakya arasında da 23 Nisan 1921 de bir ittifak imzaladı. Buna göre, iki taraf, sadece Macaristan’ın bir saldırısı halinde birbirlerine yardım etmekle kalmayacaklar, lakin Macaristan’a ait bütün gelişmelerde birbirlerine danışacaklardı. Bu ittifakı 7 Haziran 1921 de Romanya-Yugoslavya ittifakı izledi. Bu sonuncu ittifak antlaşması, sadece Macaristan’ı değil, diğerlerinden farklı olarak, bir Bulgar saldırması ihtimalini de kapsamaktaydı. Bu sonuncu antlaşmayı izleyen sekiz ay içinde üç devlet arasında askeri işbirliğini düzenleyen anlaşmalar da imzalanmıştır. Böylece Tuna bölgesinde kendiliğinden bir statükocu ve antirevizyonist blok ortaya çıkmış oluyordu. Bu gelişme Fransa’nın görüşünde de değişiklik yaptı ve Almanya’ya karşı anlaşmalar düzeninin korunmasında Fransa, Küçük Antant adını alan bu ittifaklar sistemine dayandı. 25 Ocak 1924 de Çekoslovakya, 10 Haziran 1926 da Romanya ve 11 Kasım 1927 de Yugoslavya ile imzalamış olduğu ittifak antlaşmaları ile Fransa Küçük Antant’ı kendisine bağladı ve bundan sonra Fransa ile Küçük Antant, bir blok halinde bütün milletlerarası gelişmelerde birlikte hareket ettiler. Fransa’nın Küçük Antant devletleriyle imzalamış olduğu ittifaklarda, antlaşmalarla tesbit edilen Avrupa düzeninin korunması, temel amaç olarak yer almıştır.

10) Baltık Memleketleri

A) Finlandiya
Finlandiya XII’ci yüzyıldan XIX’uncu yüzyılın başlarına kadar İsveç’in egemenliği altında yaşamıştır. 1807 Tilsitt Antlaşması ile Napolyon Rusya’yı Finlandiya üzerine serbest bırakınca, Rusya Finlandiya’yı işgal altına almıştır. Bolşevik İhtilali üzerine Finler de 1917 Aralık ayında bağımsızlıklarını ilan etmişler ve Bolşevik rejimi de bunu tanımıştır. Fakat bu, Bolşeviklerin bir taktiği idi. Çünkü 1918 Ocak ayında komünistler bir darbe ile Helsinki’de iktidarı ele geçirdiler. Bunun üzerine, Çarlık ordusunun Fin generallerinden Mannerheim komünistlere karşı dört aylık bir mücadele açtı ve sonunda komünistleri memleketten çıkarmaya muvaffak oldu. Krallık ilan edildi ve Alman prenslerinden Friedrich Karl von Hesse Kral oldu. Esasen Mannerheim’in bağımsızlık savaşında Almanlar kendisine yardım etmişlerdi. 1918 yılı sonunda Almanya da yenilince, Alman kuvvetleri memleketten çıkarıldı ve 1919 anayasası ile Finlandiya’da cumhuriyet ilan edildi. Ekim 1920 de yapılan Dorpat (yahut Tartu) Antlaşması ile Sovyet Rusya Finlandiya’nın bağımsızlığını tanıdı ve Doğu Karelia’yı Rusya’ya bırakarak Petsamo sıcak limanını sınırları içine kattı. Bundan sonra Finlandiya kendi iç ve ekonomik gelişmelerine yöneldi ve dış politikada bağımsız ve tarafsız bir politika izlemeye çalıştı. Lakin 1939 dan itibaren Nazi Almanyası ile Sovyet Rusya arasında bir rekabet konusu olacak ve 1940 başlarında Sovyet Rusya’nın işgali altına düşecektir. Esasen Rusya Finlandiya’nın peşini bırakmamış ve komünistler Finlandiya için bir mesele olmuştur. Bundan ötürüdür ki, Finlandiya 1931 yılında Komünist Partisini kanun dışı kılmıştır.

B) Estonya, Letonya, Litvanya

Baltığın bu küçük memleketleri uzun yüzyıllar, sırasiyle, Tötonların, Polonya’nın ve İsveç’in egemenliği altında kaldıktan sonra, Deli Petro zamanında Rus egemenliği altına düşmüşlerdir. Buralar halkının etnik orijini Almandı. Lakin bu topraklar 1915-18 arasında Alman işgali altına düştü. Almanya, yenilgi üzerine bu topraklardan çekilince, 1918 yılı sonunda, Estonya, Letonya (Latvia) ve Litvanya bağımsızlıklarını ilan ettiler.
Sovyet Rusya, iç savaştan sonra, yaptığı anlaşmalarla bu memleketlerin bağımsızlıklarını resmen tanıdı. Bunun için de, Estonya ile 1920 Şubatında Dorpat, Litvanya ile 1920 Temmuzunda Moskova ve Letonya ile de 1920 Ağustosunda Riga antlaşmalarını imzaladı. 1920-34 arasında Estonya’da 12 kadar siyasal parti var olmuş ve 18 kabine gelip geçmiştir.
Litvanyaya üç büyük komşusu olan Sovyet Rusya, Polonya ve Almanya ile devamlı bir çatışma içinde bulunmuş ve bu devletlere daima kafa tutmuştur. Litvanya’nın Sovyet Rusya ile meselesi, Sovyet rejimine duyduğu antipati idi. Büyük toprak sahipleri Sovyet aleyhtarlığının devamlı bayraktarlığını yapmışlar ve bu yüzden de ilk yıllarda iki taraf arasındaki münasebetler bir gerginlik havası içinde kalmıştır. Lakin Polonya ile Vilna meselesinin çıkması, Litvanya’nın Sovyetlere karşı davranışını yumuşatmış ve Sovyet Rusya’da da Dışişleri Bakanı Litvinov’un barışçı politikası dolayısiyle, 1926 Eylülünde iki taraf arasında saldırmazlık paktı imzalanmıştır. Vilna Litvanya’nın eski başkenti idi. Polonya-Rusya savaşı sonunda Ruslar yenilip buradan çekilince, buranın Litvanyaya geçmesi gerekmekteydi ve Milletler Cemiyeti de bunu düşünüyordu. Lakin 1920 Ekiminde Litvanya Polonyalılarından General Zeligowski Vilna’yı işgal etti. Bu işgale karşı Milletler Cemiyeti bir şey yapamadı ve bir milletlerarası Elçiler Konferansı da 1923 Martında Vilna’nın Polonya sınırları içine katılmasını kabul etti. Vilna, Litvanya-Polonya münasebetlerini zehirliyen bir konu olarak kaldı. Bundan sonra iki devlet birbirlerinin azınlıklarına karşı bir baskı kampanyası açtı. Hatta bu yüzden 1927 de iki devlet arasında neredeyse bir savaş bile çıkacaktır.
Litvanya’nın Almanya ile olan Memel limanı meselesi ise, Vilna meselesinin aksi yönde gelişti. Memel halkı Almandı ve Almanyaya katılmak istiyordu. Fakat Versay Antlaşması ile Memel Müttefiklere bırakılmıştı ve kaderini onlar tayin edeceklerdi. Litvanya bu kaderin tayinini daha fazla bekleyemedi ve Ruhr’un Fransızlar tarafından işgali sırasında Fransa Memel’deki askerlerini geri çekince, 1923 Ocak ayında, Litvanya da Memel’i işgal ile sınırları içine kattı. Müttefikler de bu işgali tanıdılar. Nüfusu Alman olan Memel’in Litvanya’ya kaptırılmasını Almanlar hiçbir zaman kabullenemediler. Onun içindir ki, Hitler iktidara geldikten sonra “bir millet, bir devlet” politikasını uygulamaya başladığı için, söz konusu edeceği ilk topraklardan biri de Memel olacaktır. Litvanya’nın iç durumuna gelince: Bu memlekette de demokrasi uzun yaşamadı. Hatta Estonya ve Letonya’dakinden daha kısa ömürlü oldu. 1926 Aralık ayında askerlerden Smetona ve Litvanya Üniversitesi tarih profesörlerinden Voldemaras bir darbe ile iktidarı ele aldılar ve bir diktatörlük kurdular. Bunlar 1928 Mayısında yeni bir anayasa ilan ettiler ki, bu anayasaya göre Litvanya’nın merkezi Polonya’nın elinde bulunan Vilna idi. 1929 Eylülünde, Cumhurbaşkanı Smetona, başbakan Voldemaras’ı da tasfiye ve 1930 da memleketten çıkararak, memleketin tek hakimi oldu.

11) Birleşik Amerika’nın İnzivaya Çekilmesi

Versay Antlaşması ve ona bağlı belgeleri ve özellikle Milletler Cemiyeti Paktını tasdik etmeği reddetmekle , Birleşik Amerika infirad siyasetine dönüyor ve inzivaya çekiliyordu.
1920 Kasımında yapılan başkanlık seçimlerini Cumhuriyetçiler kazandılar ve Warren H. Harding başkan oldu. Seçim ,Cumhuriyetçilerin infirad ve inziva politikasının kamuoyu tarafından da kabul ve desteklenmesini ifade ediyordu.
Birleşik Amerika Milletler Cemiyetine katılmamakla beraber, bu teşkilattan tamamen uzak kalmış değildir. Milletlerarası Daimi Adalet Divanına katıldığı gibi , Milletler Cemiyetinin barış ve silahsızlanma faaliyetleri ile ilgilenmiş ve bu mesellerin görüşmelerine gözlemciler göndermiştir.

12) Silahsızlanma Meselesi

a- Washington Deniz Silahsızlanma Konferansı

Bu antlaşmalardan birincisi Birleşik Amerika,İngiltere,Japonya ve Fransa arasında, ikinci antlaşma 6 Şubat 1922’de Birleşik Amerika, İngiltere,Japonya,Fransa,Belçika, Çin,İtalya, Hollanda ve Portekiz arasında imzalanan Dokuz Devlet Antlaşması’dır. Üçüncü antlaşma da, yine 6 Şubat 1922’de Birleşik Amerika,İngiltere,Japonya,Fransa ve İtalya arasında imzalanan Deniz Silahlarının Sınırlanması’na ait antlaşmadır.

b-Londra Deniz Silahsızlanma Konferansı

Bu konferansa Amerika, İngiltere ve Japonya’dan başka Fransa ve İtalya’da katıldı. Bu suretle deniz silahsızlanmasındaki çabalar büyük ölçüde başarı ile sonuçlanmış bulunmaktaydı. Fakat bu başarılı sonuç kısa ömürlü oldu.

c-Briand- Kellog Paktı

Fransız Dışişleri Bakanı Aristide Briand, ABD'nin Birinci Dünya Savaşı'na girişinin 10. yıldönümünde (1927) Avrupa'da, Fransa'ya özel bir prestij sağlamak amacıyla, ABD ile Fransa arasındaki ilişkilerde savaşı yasa dışı ilan eden karşılıklı bir taahhütte bulunulmasını önermiştir. ABD Dışişleri Bakanı Kellogg ise, Fransa'ya verdiği yanıtta, Amerika'nın sadece Fransa ile değil, bütün dünya devletleriyle böyle bir taahhüdün yapılmasından ve savaşın yasa dışı ilan edilmesinden yana olduğunu bildirmiştir. Kellogg'un bu önerisini kapsayan Briand-Kellogg Paktı, 27 Ağustos 1928'de ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Polonya, Belçika ve Çekoslovakya arasında imzalanmıştır. Briand-Kellogg Paktı ile, savunmaya dayanmayan savaş kanun dışı ilan edilmiş ve ülkelerarası ilişkilerde barışçı yollara başvurulması esas alınmıştır. Ancak, Pakt uzun ömürlü olmamış 1930'lardan sonra Almanya, İtalya ve Japonya'nın saldırgan tutumları, Pakt'ın işlevini ortadan kaldırmıştır.

d- Kara Silahsızlanma Meselesi

Milletler Cemiyeti, 1926 yılında, genel bir silahsızlanma konferansı hazırlamakla görevli olmak üzere bir silahsızlanma Konferansı Hazırlık Komisyonu kurdu.
Milletler Cemiyeti, İtalya’nın teklifi üzerine, 1931 yılı Eylülünde, devletlerin bir yıl için silahlanmalarını artırmamalarını öngören bir silahlanma mütarekesini kabul etmiş ve 54 devlet de bu mütarekeye katılmıştır. Silahsızlanma konferansı 2 Şubat 1932’de Cenevre’de açıldı. Lakin konferans , başarısızlığa mahkum bir şekilde başladı. Çünkü şimdi milletlerarası atmosfer çok değişmiş bulunuyordu. Uzakdoğu’da Japonya Mançurya’ya saldırmıştı. Dünya ekonomik buhranı bütün şiddetiyle hüküm sürüyordu.
Ekim 1933 Silahsızlanma Konferansının fiilen sonu olmuştur. Fakat 1935’e kadar yine bazı çabalar harcandı ise de bir sonuca ulaşılamadı.

D- ORTA DOĞUDA MANDA REJİMLERİ
Suriye ve Lübnan: San Remo konferansından bir ay önce, 1920 Martında, Şam’da bir eşraf kongresi toplanmış ve bu kongre Filistin ve Lübnan’ı da içine alan büyük Suriye krallığını ilan ederek, krallığa Hicaz Kralı Hüseyin’in oğlu Faysal’ı getirmişti. Lakin San Remo konferansı bunu tanımadı ve Filistin’i Suriye’den ayırdı ve Suriye ve Lübnan Fransız mandasına verildi. Fransa Suriye üzerinde kontrolünü kurabilmek için 90.000 kişilik bir kuvvet sevketmek zorunda kaldı. Çünkü Suriyelilerin uğradığı hayal kırıklığı halkın Fransızlara karşı mücadele açmasına sebep oldu. Bu ayaklanma karşısında Fransız Yüksek Komiseri General Gouraud, 1920 Temmuzunda Şam’a girdi ve Faysal’ı da tahtından kovdu. Bundan sonra Suriye Fransa’nın gayet sıkı askeri idaresi altına girdi. Fransa Suriye’nin kontrolunu eline aldıktan sonra,Arap muhalefetinin bütünlüğünü parçalamak için, Suriyeyi parçalama yoluna gitti. General Gouraud, Fransaya daha sadık ve Fransa ile tarihi bağları olan Lübnan topraklarını, Osmanlı İmparatorluğu zamanındakinin iki misline çıkararak Lübnan’ı Suriye’den ayırdı. Bu ise Arapların kızgınlığını büsbütün arttırdı. Gouraud, geri kalan Suriye topraklarını da eyaletlere ayırarak bir federal sistem kurdu. Fransa, Atraş ailesinin liderliği altında bulunan Dürzi’lerle de 1921 de bir anlaşma yaparak, Suriye federasyonu içinde Dürzi’lere bağımsızlık vaad etmişti. Gerçekten 1922 Nisanında Federasyon içinde Dürzilerin bağımsızlığını tanıdı. Fakat Gouraud’dan sonra Yüksek Komiser olan General Sarrail, bu anlaşmayı reddetti ve Atraş’ları tuzağa düşürerek tevkif etti. Bunun üzerine 1925 yazında Dürziler ayaklandılar. Bu ayaklanma, gerçek bir savaş halinde iki yıl sürdü. Sonunda Fransa ayaklanmayı bastırdı. Fakat uyguladığı politikanın hatasını da görmüştü. Bunun için 1926 Mayısında Lübnan’a ve 1930 Mayısında da Suriye’ye sözde bir bağımsızlık vererek her ikisini de Cumhuriyet olarak ilan etti. Fakat her iki memleketin anayasasında da, Fransa’nın manda rejimi çerçevesi içindeki yetkileri geniş bir yer alıyordu. Bu sebeple, her iki memlekette de milliyetçilerin Fransa’ya karşı mücadelelerinin arkası kesilmedi. 1936 da Faşist İtalya’nın Habeşistan’ı ele geçirmesi Akdeniz’de büyük bir İtalyan tehdidini ortaya çıkardığından ve Nazi Almanya’sı ile Faşist İtalya Ortadoğu memleketlerinde İngiltere ve Fransa aleyhine yoğun bir propagandaya giriştiklerinden, Fransa Suriye ve Lübnan’la münasebetlerini daha yumuşak bir formüle bağlamak için, 1936 Eylülünde Suriye ve 1936 Kasımında da Lübnan ile ittifak antlaşmaları yaparak her iki memleketten çekilmeyi kabul etti. Fakat İkinci Dünya Savaşı patladığında Fransa parlamentosu bu antlaşmaları hala tasdik etmemişti. Bu durum, savaş içinde ve savaş ertesinde Fransa-Suriye münasebetlerinde gerginlikler doğuracaktır.
Filistin: Araplar için bir başka hayal kırıklığı da, Filistin’in Suriye’den ayrılarak İngiltere’nin mandası altına konması ve İngiltere’nin de, Filistin’de bir Yahudi anavatanı kurulması için almış olduğu sempatik davranış oldu. Yahudilerin Filistin’de bir anavatana sahip olma faaliyetleri, yani Siyonizm hareketi, 1880’lerde Rusya’da ortaya çıkan Yahudi aleyhtarlığı (anti-semitizm) karşısında Rusya Yahudilerinin Filistin’e göç etmek zorunda kalmaları ile başlamış ve Budapeşte’li yahudi gazeteci Dr. Theodor Herzl’in 1896 da yayınladığı “Yahudi Devleti” (Judenstaat) adlı eseriyle hızlanmıştır. Herzl 1897 de Dünya Siyonist Teşkilatı’nı kurmuş ve Avrupa ve Amerika’daki nüfuzlu ve zengin Yahudiler, büyük devletler nezdinde teşebbüslerde bulunarak Filistin’de bir Yahudi devleti kurmak için çalışmışlardır. Siyonistler savaş sırasında Başkan Wilson’a da etki yapmışlar ve Wilson’un da Siyonizm davasına kazanılması, İngiltere’yi de bu davaya karşı sempatik ve destekleyici bir durum almaya götürmüştür. Bunun sonucu, Balfour Deklarasyonu adını alan belge, Yahudilerin anavatan davasında bir dönüm noktası olmuştur. İngiltere Dışişleri Bakanı Balfour, 22Kasım 1917 de, Siyonist Federasyonu Başkanı zengin bankacı Lord Rothschild’a gönderdiği bir mektupta İngiltere’nin Filistin’de bir Yahudi anavatanının kurulmasını kabul ettiğini resmen bildirmiştir. Bu deklarasyon, 1918 yılı içinde, sırasiyle, Fransa, İtalya ve Birleşik Amerika tarafından da kabul ve desteklenmiştir. Paris barış konferansında Emir Faysal, Halep’den Mekke’ye kadar uzanacak Arap İmparatorluğu içinde Balfour Deklarasyonuna uygun olarak, Yahudilere mahalli muhtariyet verileceğini bildirdiyse de, Faysal’ın bağımsız Arap devleti bile gerçekleşmedi. Buna karşılık, San Remo konferansında İngiltere’nin Filistin’in mandasını eline geçirmesi ve ilk günden itibaren Yahudilerin Filistin’e göç etmelerine göz yumması, Araplar üzerinde sert tepki yaptı. Araplarla Yahudiler arasında silahlı çatışmalar başladı. Bu çatışmaların en önemlileri 1921, 1929, 1933 ve 1937-39 yıllarında olmuştur. Almanya’da Hitler’in iktidara geçtikten sonra Yahudi düşmanlığı politikasına başlaması ile, Almanya ve İtalya da Filistin’deki Arapları Yahudilere karşı kışkırtmışlar ve Araplara, gizli olarak, para ve malzeme yardımında bulunmuşlardır. 1937 de başlayan çarpışmalar sırasında, 1938 yılında, 3.717 Arap ve Yahudi ölmüş bulunmaktaydı. 1937 de başlayan ayaklanma ancak 1939 Mayısında sona erdirilebilmiştir. Arapların tepkisinde rol oynayan etkenlerden önemli biri de, Filistin’e yapılan Yahudi göçleri olmuştur. Her ne kadar, İngiltere mandater devlet olarak bu Yahudi göçü için bazı sınırlamalar koymuş ise de, 1922 yılında 590.000 araba karşı 84.000 kadar olan Yahudi sayısının, 1932 de 770.000 araba karşılık 181.000’e yükselmesine engel olamamıştır. 1933-35 yılları arasında Filistin’e 134.540 Yahudi göç etmiştir. Bu ani Yahudi göçü, Kudüs Müftüsü Hacı Emin el-Hüseyni liderliğindeki Filistin Araplarını daha da korkutmuş ve bunun içindir ki 1937-39 çarpışmaları hepsinin en şiddetlisi olmuştur. Filistin’deki bu duruma bir çare bulmak ve Araplarla Yahudilerin bir arada yaşamalarını sağlamak amacı ile İngiltere Filistin için, 1930, 1931, 1937, 1938 ve 1939 yıllarında bazı planlar ortaya atmıştır. Mesela 1937 Peel Komisyonunun raporu Filistin’in Araplarla Yahudiler arasında taksimini, bu olmadığı takdirde, muhtariyete sahip kantonlara dayanan bir federal sistemin uygulanmasını tavsiye etmiştir. 1938 Woodhead Komisyonu raporu da taksimi tavsiye etmiş, lakin Filistin’de kurulacak Arap ve Yahudi devletleri arasında bir gümrük birliği kurulmasını ileri sürmüştür. İngiltere hükümeti taksim fikrini kabul etmediği gibi, kendisi tarafından ortaya atılan planlar da Yahudi ve Araplar tarafından reddedilmiştir. 1939 Şubatında Londra’da topladığı Yuvarlak Masa Konferansı da bir sonuç vermemiştir. Bunun üzerine, İngiltere, 1939 Mayısında yayınladığı bir planda, on yıl içinde Filistin’e bağımsızlık vereceğini bildirmiş ve Filistin’e Yahudi göçünü de beş yıllık bir sürede 75.000 sayısı ile sınırlamıştır. Göçün sınırlanması Yahudilerin hiç hoşuna gitmediği gibi, Araplar da bu planı tatmin edici bulmamışlardır. Filistin, İkinci Dünya Savaşına bu şartlar içinde girdi. Filistin meselesinin 1930’lardan itibaren şiddetlenmesinde, 1930 da Irak’ın ve 1936’da da Suriye’nin hukuken bağımsızlıklarını almasından sonra Filistin Araplarıyla yakından ilgilenmelerinin de önemli etkisi olmuştur.

Irak: San Remo konferansı ile Irak’ın manda idaresi de İngiltere’nin eline teslim edilmiştir. Yalnız San Remo konferansı 1916’dakiİngiliz-Fransız anlaşmalarında bir değişiklik yapmış ve Musul bölgesi de İngiltere’nin nüfuz alanı olarak kabul edilmişti. Yalnız Musul petrollerinden bir kısım hisse Fransaya veriliyor ve Fransa, Musul’dan Akdenize uzanacak bir pipe-line’ın Suriye topraklarından geçirilmesini kabul ediyordu. San Remo konferansı sırasında Irak esasen İngiliz askeri kuvvetlerinin idaresi altındabulunuyordu. Emir Faysal Fransızlar tarafından Suriye Krallığından indirilince, Irak halkının arzusunu gözönünde tutan İngiltere,1921 Ağustosunda yaptırdığı bir referandumla Faysal’ı Irak Krallığına geçirdi. Referandumda halk, hemen oyların ittifakı ile Faysal’ı Irak tahtına istemişti. Bundan sonra İngiltere, kabile reislerine para yardımında bulunmak ve onları vergiden muaf tutmak
suretiyle, feodal bir sisteme dayanarak memlekete egemen olmak istedi. Lakin bu idare şekli Iraklı aydınların şiddetli tepkisi ile karşılandı. Bu aydınlar iki gruba ayrılmıştı. Mekke Şerifi Hüseyinle birlikte Türklere karşı savaşan Nuri Said, Cafer Askeri ve Cemil Madfai gibi Faysal üzerinde nüfuzlu olanlar İngiliz taraftarıydılar. Buna karşılık, Yasin Haşimi, Hikmet Süleyman (Mahmut Şevket Paşa’nın kardeşi), Raşit Ali Geylani ve Kamil Çadırcı gibi Osmanlı Devletinde hizmet etmiş olan aydınlar İngiliz aleyhtarı idiler. Bunlar, İngiltere’nin Irak’daki nüfuzuna karşı mücadele etmek için 1930 da İhvan el-Vatani Partisini kurmuşlardır. Daha ilk günlerde beliren Irak milliyetçiliği karşısında İngiltere Irak’da manda sistemini uygulamaktan vazgeçerek, Irakla münasebetlerini antlaşmalar vasıtasiyle düzenlemek istemiş ve 10 Ekim 1922 de Irakla bir antlaşma imzalamıştır. Bu antlaşma İngiltereye Irak’ın iç ve dış işlerinin idaresinde geniş yetkiler vermekteydi. Bu antlaşma Irak milliyetçilerinin baskısını hafifletmeyince, 14 Aralık 1927 de, Irak üzerindeki kontrolunu biraz daha gevşeten ikinci bir antlaşma yaptı. Nihayet 30 Haziran 1930 Antlaşması ile Irak’a tam bağımsızlık verdi. Mamafih bu antlaşma ile İngiltere ile Irak dış politikada daima birbirlerine danışacaklar, bir saldırı halinde İngiltere Irak’a yardım edecek ve Irak ordusunu İngiltere yetiştirecekti. Her şeye rağmen, Irak oldukça kısa bir sürede bağımsızlığa kavuşmuş olmaktaydı. Bundan sonra, 1932 de Irak, Milletler Cemiyetine üye oldu. Kral Faysal 1933 de öldü ve yerine oğlu Gazi geçti. Gazi zamanında Irak’ın iç politikası bazı kaynaşmalar gösterdi. Türkiye’de ATATÜRK reformları Iraklı milliyetçileri de etkiledi ve sosyalizmi ve demokrasiyi savunan Ahali Partisi kuruldu. Bunu bir kısım subaylar da destekliyordu. Bu subaylardan General Bekir Sıtkı ve Hikmet Süleyman 1936 Ekiminde bir hükümet darbesi yaparak askeri bir diktatörlük kurdular. Bu askeri hükümet Türkiye taraftarıydı ve Türkiye ile yakın münasebetler kurarak 1937 de Saadabad Paktı’na katıldılar. Lakin, General Bekir Sıtkı Türkiye’de yapılan manevralara davetli olarak giderken, 1937 Ağustosunda Musul’da rakipleri tarafından öldürüldü. 1938’den itibaren Irak’ın idaresi hararetli bir İngiliz taraftarı olan Nuri Said’in eline geçti. Kral Gazi, 1939 Nisanında bir otomobil kazasında öldü. Oğlu İkinci Faysal küçük olduğundan, Prens Abdulllah başkanlığında bir naiblik idaresi kuruldu. Irak’ın içerde karşılaştığı önemli diğer meseleler, Kürt meselesi ile mezhep çatışmaları olmuştur. İ’inci Dünya Savaşının hemen ertesinde İngiltere, Kafkaslar, Türkiye, İran ve Irak üzerinde bir baskı aracı olarak bir kürt devleti kurmayı düşünmüş ise de, sonradan kendisi de bu fikri tehlikeli bularak terketmiştir. Lakin Türkiye ile Musul anlaşmazlığı sırasında, 1925 de, Doğu Anadolu’da bir kürt ayaklanmasını kışkırtmaktan da geri kalmamıştır. 1932’de de Irak’da bir kürt ayaklanması çıkmış ise de, şimdi Orta Doğuya iyice yerleşen, İngiltere buna cephe almış ve ayaklanmanın bastırılmasında lrak kuvvetlerine yardım etmiştir. Irak Milletler Cemiyetine üye olarak girerken Kürtlere azınlık haklarını garanti etmiştir. Mezhep mücadelerine gelince: Irak’da Müslümanlığın iki esas mezhebi vardı. Şiiler ve Sünniler. Şiiler Sünnilerden biraz daha fazlaydı. Lakin Kral Faysal’ın Sünni olması ve Sünnilerin daha iyi yetişmiş ve kültürlü olmaları sebebiyle idarenin yüksek kademelerini ellerine alması, lrak’da alttan-alta bir Şii-Sünni mücadelesine sebep olmuştur. Başka bir din meselesi de Süryanilerden doğmuştur. Süryaniler genel olarak güney Anadolu’danIrak’a göç etmişlerdi. Lakin Irak halkı tarafından hoş karşılanmadılar. Bunlara azınlık haklarının tanınmaması, 1933 de büyük bir Süryani ayaklanmasına sebep olmuşsa da, Irak hükümeti bu ayaklanmayı çok şiddetli bir şekilde bastırmıştır. Ürdün: Ürdün, Kral Faysal’ın Büyük Suriye Krallığına dahildi. Lakin Faysal Fransızlar tarafından Suriye’den çıkarılınca, 1922 Eylülünde Milletler Cemiyetinin kararı ile ayrı bir Ürdün Devleti kuruldu ve bu devlet İngiltere’nin mandasına verilerek başına Faysal’ın küçük kardeşi Abdullah getirildi. Ürdün’deki manda idaresi doğrudan doğruya Filistin’deki İngiliz yüksek komiserine bağlı idi. Ürdün’ün politika hayatı hemen hemen olaysız geçmiştir. Çünkü Ürdün’ün ekonomik kaynaklardan yoksunluğu, bu memleketi İngiltereye sıkı bir şekilde bağlanmak zorunda bırakmıştır. 1920’lerde yılda 100.000 Sterlin olan İngiltere’nin para yardımı, 1940’larda yılda 2 milyon Sterlin’e yükselmiştir. İngiltere Ürdünle münasebetlerini, manda rejimi yerine antlaşma münasebeti haline getirmeyi tercih etti ve 10 Şubat 1928 de İngiltere ile Ürdün Emiri Abdullah arasında bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşma İngiltere’nin Ürdün’deki yetkilerini çizmekteydi. Ürdün 22 Mart 1946 da İngiltere ile yaptığı bir ittifak antlaşması ile bağımsızlığını kazanmış ve Ürdün Emirliği, Ürdün Krallığı olmuştur. Lakin bu antlaşma Ürdünlüler tarafından hoş karşılanmadığından, 15 Mart 1948 de yapılan yeni bir antlaşma, 1946 antlaşmasının yerini almıştır. Bu antlaşmadan sonra Ürdün’ün yeni adı Haşimi Ürdün Krallığı olmuştur.

B) Mısır : Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşına katılması üzerine İngiltere, iki Osmanlı toprağı üzerinde egemenlik haklarını kurmuştur. Bunların birincisi, 5 Kasım 1914 de Kıbrıs’ın İngiltere İmparatorluğuna ilhak edilmesi olmuştur. İkincisi de 18 Aralık 1914 de Mısır üzerinde himaye kurmasıdır. Arabi Paşa’dan beri gelişmekte olan Mısır milliyetçiliği için, İngiltere’nin Mısır üzerinde himaye kurması büyük bir şok oldu. Savaş içindeki gelişmeler ise Mısır milliyetçiliğini daha da hızlandırdı. Savaş sırasında Mısır’ın İngiltere için askeri bir üs haline gelmesi ve İngiliz, Avusturya ve Yeni Zelanda askerlerinin adeta istilasına uğraması Mısırlıların gururlarına dokunduğu kadar, Başkan Wilson’un 14 Noktası da Mısırlıların bağımsızlık ümitlerini kuvvetlendirdi. Halbuki savaştan sonra Mısır’ın bu konudaki ümitlerinin hiçbiri gerçekleşmedi. Bunun üzerine Said Zaglül’ün 1919 başlarında kurduğu Vafd Partisi bütün memlekette ayaklanma ve gösterilere başvurarak, İngiltereye karşı milliyetçi hareketin öncülüğünü ele aldı. İngiltere Zaglul ile diğer Vafd liderlerini Malta adasına sürdü. Fakat bu olay, ayaklanmayı yatıştıracağı yerde, büsbütün şiddetlendirdi. Bu durum karşısında ingilizler Zaglul’ü ve arkadaşlarını serbest bırakarak, onlarla, bir antlaşma düzeni üzerinda görüşmelere girişti. İngiltere’nin Mısır üzerindeki sıkı kontrolundan vazgeçmemesi ve Vafd liderlerinin de tam bağımsızlıkta ısrar etmeleri dolayısiyle, görüşmeler olumlu bir sonuç vermedi. 1921 yılında yine ayaklanmalar çıktı. Vafd Partisi ile anlaşamıyacağını gören İngiltere, 28 Şubat 1922 de yayınladığı bir deklarasyonla, Mısır’ın bağımsızlığını ilan etti ve Hıdiv İ’inci Fuad da bu deklarasyonu kabul ile Kral (Melik) ünvanını aldı. İngiltere Mısır’ın bağımsızlığını ilan etmekle beraber, Mısır’ın Süveyş Kanalı’nın ve Mısır’daki yabancıların haklarının savunmasını üzerine alıyor ve Sudan üzerindeki kontrolunu elinde tutuyordu. Kral İ’inci Fuad’ın bu deklarasyonu kabul etmesi, Vafd liderliğindeki milliyetçilerle arasının açılmasına sebep oldu ve milliyetçiler mücadelelerini, İngiltere’den başka, Fuad’a da yöneltiler. Bu mücadelede Mısır halkı da Vafd Partisini destekledi. Çünkü 1923’ten 1930’a kadar yapılan bütün seçimleri Vafd Partisi kazandı. Kral Fuad Vafd ile mücadele edemiyeceğini görünce 1930 da parlamentoyu feshedip, monarşik diktatörlük kurdu. Bu arada İngiltere de 1927-28, 1929 ve 1930 da olmak üzere üç defa Vafd ile görüşmelere girişerek anlaşmaya çalıştı ise de başarı kazanamadı ve 1930 da görüşmeleri kesti. 1935 de İtalya’nın Habeşistan’a saldırması ve 1936’da da bu toprağı ele geçirmesi, gerek Kral Fuad’ın, gerek İngiltere’nin durumunda değişiklik meydana getirdi. Habeşistan’a yerleşen İtalya Nil’in kaynaklarına egemen oluyor ve dolayısiyle Mısır üzerinde bir tehlike yaratıyordu. Esasen İtalya ve Almanya Mısır’daki ve Orta Doğu’daki arap milliyetçilerini İngiltere ve Fransaya karşı devamlı olarak kışkırtmaktaydılar. 1935 yılı sonunda Kral Fuad 1923 anayasasını tekrar yürürlüğe koydu ve dört ay sonra da öldü. Yerine 16 yaşındaki oğlu İ’inci Faruk geçti. 1936 seçimlerini Vafd Partisi ezici bir çoğunlukla kazandı. Bu sefer Vafd ile İngiltere arasında yapılan görüşmeler olumlu sonuç verdi ve İngiltere ile Mısır arasında 26 Ağustos 1936 da bir ittifak antlaşması imzalandı. On yıl için imzalanan bu antlaşma ile İngiltere Mısır’dan çekiliyor, lakin kendisinin imparatorluk yolu olan Süveyş Kanalı’nda devamlı olarak asker bulundurmak hakkını alıyordu. Ayrıca, Mısır’ın bir saldırıya uğraması halinde İngiltere Mısır’ı savunacaktı. 1937 Mayısında Mısır’da kapitülasyonlar kaldırıldı ve Mısır Milletler Cemiyeti’ne üye oldu.

C) Arabistan : Yarımadası Birinci Dünya Savaşının ertesinde Arabistan yarımadasındaki en önemli gelişme Vahhabi devleti Suudi Arabistan’ın kurulması olmuştur. Müslümanlığın fanatik kolunu teşkil eden Vahhabiler, Suud ailesinin liderliğinde, yarımadanın batı kısmındaki Necd’e egemen bulunuyorlardı. Vahhabi’ler XİX’uncu yüzyılın başlarında Osmanlı Devletine karşı ayaklanmışlar ve Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa sekiz yıllık bir mücadeleden sonra Vahhabileri kontrol altına almaya muvaffak olmuştu. Lakin, Osmanlı İmparatorluğunun zayıflaması ile bu kontrol da zayıfladı ve Necd Sultanı Abdülaziz İbni Suud, XX’inci yüzyılın başından itibaren, komşu kabilelerle mücadele ederek topraklarını genişletmeye başladı. İngiltere 1915 Aralık ayında Abdülaziz ile yaptığı bir anlaşma ile, Necd’in hayırhah tarafsızlığı karşılığında, bu yeni sınırları tanıdı. İngiltere’nin arzusu, Abdülaziz’in İngiltereyi Basra’da rahatsız etmemesiydi. Savaşla beraber, Necd Sultanı Abdülaziz ile Mekke Şerifi Hüseyin arasında bir rekabet başladı. Hüseyin, İngiltere ile yaptığı anlaşmalara dayanarak 1916 Ekiminde kendisini “Arap Memleketlerinin Kralı” ilan edince, bu rekabet daha da şiddetlendi. Savaştan sonra, Hüseyin’in bir oğlunun Irak, diğer bir oğlunun Ürdün ve kendisinin de Hicaz Kralı olması, Haşimi ailesine arap dünyasında büyük bir ağırlık sağlıyordu. Abdülaziz bundan da hoşlanmadı. Nihayet, 3 Mart 1924 de Türkiye’de Hilafetin ilgası üzerine Hicaz Kralı Hüseyin’in 7 Mart 1924 de kendisini Halife ilan etmesi bardağı taşıran damla oldu. Abdülaziz 1924 Ağustosunda Hicaz’a savaş açtı. Ekim ayında Suud kuvvetleri Mekkeye girdi. Hüseyin, oğlu Ali lehine tahttan feragat ederek, İngilizlerln yardımı ile Kıbrıs’a kaçtı. 1931’de de öldü. Oğlu Ali Abdülaziz’e karşı bir süre dayandıysa da, 1925 Aralık ayında Cidde’nin de Suudların eline geçmesiyle bütün Hicaz Abdülaziz’in eline düşmüş oluyordu. Abdülaziz İbni Suud, 1926 Ocak ayında kendisini “Hicaz Kralı ve Necd Sultanı” ilan etti. 1932’de de bütün bu topraklar üzerindeki Suud egemenliği Suudi Arabistan Krallığı adını aldı. Hicaz’ın Suud egemenliği altına düşmesinden sonra Suudi Arabistan’ın Irak ve Ürdün ile olan münasebetleri, sınır anlaşmazlıkları yüzünden, bir süre iyi gitmedi. İbni Suud İngiltere’den çekindiğinden bu iki devlete karşı herhangi bir harekete girişmekten çekindi. Nihayet İngiltere’nin İbni Suud ile 20 Mayıs 1927 de Cidde anlaşması’nı imzalıyarak, Suud’u Necd Sultanı ve Hicaz Kralı olarak tanımasından sonra, Suud’un Ürdün ve Irak ile münasebetleri düzeldi. Suudi Arabistan ile Irak 2 Nisan 1936 da Arap kardeşliğine dayanan bir saldırmazlık antlaşması imzalamışlardır. Suudi Arabistan 1933 ve 1936 da Amerikan petrol şirketi Aramco’ya (Arabian-American Oil Company) petrol imtiyazları vermiştir ki, bu Birleşik Amerikan’ın Orta Doğu’ya girmesinin başlangıcını teşkil eder. Arap yarımadasında Osmanlı Devletine en fazla sadakat gösteren Yemen olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra Yemen’in bağımsızlığı fiili bir durum olarak ortaya çıkmıştır. Fakat savaş ertesinin ilk yıllarından itibaren Yemen İngiltere ile çatışmıştır. Savaş sırasında İngiltere’nin Yemen’e ait Hudeyde limanını işgal etmesi bu çatışmanın başlangıcını teşkil eder. Yemen İmam’ı Yahya 1925 yılında Hudeyde’ye taarruz edip burasını sınırları içine kattı ve İngiltere buna karşı koyamadı. Fakat İmam Yahya’nın bu sefer Aden üzerindeki emelleri iki devletin münasebetlerinin düzelmesini engelledi. İngiltere ile Yemen arasındaki bu durumdan İtalya faydalandı ve 2 Eylül 1926 da Yemen ile İtalya arasında bir dosluk ve ticaret antlaşması imzalandı. Bundan sonra İtalya-Yemen münasebetleri gayet iyi bir şekilde gelişti. İtalya Yemen’e silah yardımı ve teknik yardımda bulundu. Yemen ise İngiltere’ye karşı İtalya’yı oynama politikası izliyordu. İtalya Habeşistan’a yerleştikten sonra İtalya ile Yemen arasında 15 Ekim 1936 da 25 yıllık bir antlaşma daha imzalandı. Bununla Yemen, İtalyan doktor ve mühendislerine Yemen’de yerleşme hakkı veriyordu. Bu anlaşma ile İtalya, Kızıldeniz’in Hind Okyanusuna açılan kapısı olan Mendep Boğazına egemen bir hale geliyordu. Çünkü Boğazın öbür kıyısı Eritre de İtalya’nın elindeydi. Arap yarımadasında Suudi Arabistan Krallığının kuruluşu Yemen’i kuzeyden bir tehdit karşısında bıraktı. Bu sebeple Yemen 11 Şubat 1934 de İngiltere ile yaptığı bir dostluk antlaşması ile, İngiltere ile olan münasebetlerini düzeltme yoluna gitti. Bu antlaşma ile İngiltere ilk defa olarak Yemen’in bağımsızlığını resmen tanıyordu. İngiliz-Yemen antlaşmasından bir ay sonra Yemen ile Suudi
Arabistan arasında savaş patladı. Bu savaşta Yemen yenilince, kuzeydeki büyük komşusuna karşı daha yumuşak ve ihtiyatlı bir politika izlemeye başladı. Birinci Dünya Savaşında Yemen tarafsız kalmakla beraber İtalya-Almanya blokuna karşı daha sempatik bir durum aldı. Çünkü 1934 antlaşmasına rağmen, İngiliz-Yemen münasebetleri iyi bir çerçeveye girememişti.

Ç) İran : 1907 Anlaşması ile İran, İngiltere ile Rusya arasında nüfuz bölgelerine paylaşılmıştı. Rusya’da Çarlığın yıkılması üzerine, İngiltere tek başına İran üzerinde nüfuz kurma yoluna gitti ve İran’a 9 Ağustos 1919 da bir antlaşma imzalatmaya muvaffak oldu. Bu antlaşma ile İngiltere, İran’ın idare ve askeri teşkilatını düzenleme görevini üzerine alıyor ve ayrıca İran’a teknik ve mali alanlarda yardım vaadediyordu. Fakat bu antlaşma İran milliyetçilerini kızdırdı ve İran Meclisi antlaşmayı tasdik etmedi. İngiltere İran üzerinde baskı yapamadı, çünkü savaştan bıkan İngiliz kamu oyu, hükümetin Doğuda peşpeşe olaylarla karşılaşmasını istemiyordu. Sovyet Rusya’nın ilk yıllardan itibaren uygulamaya başladığı kendi sınırlarını çevreleyen devletlerle tarafsızlık ve saldırmazlık paktları imzalama politikası, İran’ı da içine aldı ve 26 Şubat 1921 de İran ile Sovyet Rusya arasında bir dostluk antlaşması imzalandı. Bu antlaşma ile Sovyetler İran’ı bağımsızlık ve toprak bütünlüğüne saygı göstermeyi taahhüt ediyorlardı. İngiltere’nin, yukarıda belirttiğimiz davranışı karşısında İran, bu antlaşma ile Sovyetlerle münasebetlerini yakınlaştırmayı tercih etti. Bu antlaşmanın özellikle 6’ncı maddesi önemlidir. Bu maddeye göre, bir üçüncü devlet veya onun müttefiki, Sovyet Rusya’ya karşı İran’ı tehdit eder veya İran topraklarını bir harekat üssü haline getirir ve İran da buna engel olamazsa Sovyet Rusya İran topraklarına askerini sokmak hakkını kazanıyordu. Tabii bu hüküm birinci planda İngiltere’ye yöneltilmişti. 1 Ekim 1927 de Sovyet Rusya ile İran arasında bir tarafsızlık ve saldırmazlık paktı da imzalanmıştır. Bu antlaşma da, 1921 antlaşmasının hükümlerini teyid etmiştir. 1923 yılında İran Harbiye Bakanı Ahmet Riza Han, bir hükümet darbesi yaparak başbakanlığı eline geçirdi. İran Şahı Ahmet’in dışarda bulunduğu bir sırada da, 1925 Ekiminde, Şah Ahmet’i tahttan indirerek, Kaçar ailesinin İran’daki egemenliğine son verdi. İran Meclisi Aralık 1925 de Ahmet Riza Han’ı İran Şehinşahı ilan etti. Riza Şah, son İran hükümdarı Muhammed Riza Pehlevi’nin babasıdır. Riza Pehlevi’nin bu hükümet ve monarşi darbeleri ile amacı kendisine örnek aldığı Atatürk gibi, İran’da geniş ve köklü reformlar yaparak memleketi batılılaştırmaktı. Gerçekten, İran’da pek çok reformları ve batılılaşma hareketlerini gerçekleştirdi. Din adamlarının nüfuzunu kıramamakla beraber, özellikle eğitim alanında birçok yenilikler yaptı. Eğitim sisteminde vatanseverlik, milliyetçilik ve batılı düşüncenin yerleşmesine önem verdi. Orduyu düzenledi ve iyi bir disipline soktu. Kapitülasyonları kaldırdı. Ekonomik alanda, devletin müdahalesi ile birçok işler yaptı. Atatürk ve Türkiye ile yakın ve samimi münasebetler kurdu. İran’ın dış politikasına gelince: 1921 ve 1927 antlaşmalarına rağmen Sovyet-İran münasebetleri iyi bir şekilde gelişmemiştir. Her ne kadar 1921-33 devresinde Sovyetler İran’ın dış ticaretinde en geniş yeri işgal etmiş iseler de, Sovyetlerin İran’daki komünist kışkırtma ve faaliyetleri İran’da bir güvensizlik doğurmuş ve siyasal münasebetlerin daha fazla gelişmesine imkan vermemiştir. Öte yandan, İran’ın İngiltere ile münasebetleri de güvensizlik havasından kurtulamamıştır. Üstelik Abadan petrolleri 1932 yılında İran ile İngiltere arasında şiddetli bir anlaşmazlık konusu olmuştur. Petrollerden daha yüksek bir hisse almak isteyen Riza Pehlevi, 1901 tarihli imtiyaz anlaşmasını feshedince, iki devletin münasebetleri gerginleşmiş ve İngiltere Basra körfezine donanma göndermiştir. Nihayet Milletler Cemiyetinin aracılığı ile anlaşmazlık çözümlenmlş ve 29 Nisan 1933 de İran ile Anglo-Persian Petrol Şirketi (APOC) arasında yapılan bir anlaşma ile, İran’ın petrollerden alacağı hisse arttırılmıştır. 1933 de Almanya’da Hitler’in iktidara geçmesi ve Hitler’in hem Batılılara ve hem de Sovyet Rusya’ya cephe alması üzerine, İran dış politikasını Almanya’ya kaydırdı. Almanya ile İran arasında ekonomik münasebetler de genişliyerek, Almanya, İran’ın dış ticaretinde Sovyet Rusya’nın yerini aldı. Almanya’nın 1941 de Sovyev Rusyaya saldırması üzerine, İran, İngiltere ile Sovyet Rusya’nın işgaline uğrayacaktır.

D) Afganistan: Afganistan 1880 Temmuzunda İngiltere ile imzaladığı bir anlaşma ile bu devletin nüfuz ve himayesi altına girmişti.1907 İngiliz-Rus anlaşması ile İngiltere Afganistan’daki bu durumunu Rusyaya da kabul ettirmişti. İ’inci Dünya Savaşından sonra Afganistan kendisini İngiltere’nin nüfuz ve vesayetinden kurtarmaya muvaffak oldu. Bir takım taht mücadelelerinden sonra 1919Şubatında Afganistan tahtına geçen Emir Amanullah koyu bir İngiliz düşmanıydı. Amanullah, Emir olur olmaz, 1919 Mayısında İngiltereye karşı Cihad-ı Mukaddes ilan edip, ordusu ile Hindistan’a yürüdü. Amanullah’ın hareketi İngilterere için tehlikeli bir dert oldu. Ancak 140.000 kişilik bir kuvvet kullandıktan ve 16 milyon İngiliz lirası harcadıktan sonra Amanullah’ı Hindistan’dan çıkardı. Fakat 8 Ağustos 1919 da yapılan Ravalpindi Antlaşması ile de, Afganistan’ın tam bağımsızlığını tanıyarak bu memleketten çekilmek zorunda kaldı. Amanullah bundan sonra Sovyetlere yaklaştı. 28 Şubat 1921 de Sovyet Rusya ile bir dosluk antlaşması imzaladı. Bu antlaşma ile Sovyetler, bir yandan Afganistan’ın bağımsızlığını tanıyorlar ve öte yandan da Afganistan’a her yıl bir milyon altın ruble yardımda bulunmayı kabul ediyorlardı. Amanullah Sovyetlere yaklaşmakla beraber, Afgan-Sovyetmünasebetleri düzenli blr şekilde gelişemedi. Sovyetlerin Türkistan, Uzbekistan, Türkmenistan, Hive ve Buhara’yı bolşevikleştirmek için kullanmış oldukları sert usuller, buralardaki Türk halkların ayaklanmalarına sebep oldu ve birçok Türkler Bolşeviklerden kaçarak Afganistan’a sığındılar. 1922 yılında Enver Paşa’nın liderliğinde çıkan bu ayaklanmalara Amanullah büyük bir ilgi gösterdi ve hatta kendi liderliği altında bir Orta Asya Konfederasyonu kurmak için harekete geçti. Tabiatiyle bu durum Sovyet-Afgan münasebetlerini bozdu. Fakat Enver Paşa öldürüldüğü gibi, Sovyetler de Orta Asya’da durumu kontrolleri altına aldılar. Bundan başka iki devlet arasında sınır anlaşmazlık ve çatışmaları da eksik olmadı. Bununla beraber, Sovyetler Afganistanla aralarını bozmamak ve ekonomik yardım yoluyla Afganistan’ı nüfuzları altına almak için özel bir çaba harcadılar. 10 Nisan 1927 de Sovyet Rusya ile Afganistan arasında da bir tarafsızlık ve saldırmazlık antlaşması imzalandı. Afgan hükümdarı Amanullah da, Riza Şah’ın İran’da yaptığı gibi, Atatürk’ü kendisine örnek alarak memleketi batılılaştırmak için 1923’den itibaren faaliyete geçti. Memlekette birçok reformlar yaptı. Özellikle eğitim ve kültür reformlarına önem verdi. Bu reformlar için Almanya ve Türkiye’den uzmanlar getirtti. Bunun sonucu olarak Afganistan ile Almanya arasındaki siyasal münasebetler de gelişti ve Sovyet nüfuzuna karşı Afganistan Almanyaya dayandı. Hitlerle beraber Almanya ile Afganistan arasındaki münasebetler daha arttı. Amanullah, 1926 da Emir’lik ünvanını bırakıp Kral ünvanını aldı. Lakin yapmış olduğu reformlar, memleketteki koyu dindarcılığın tepkisi ile karşılaştı ve 1928 Kasımında mollalar ve muhafazakar kabileler ayaklandılar. Amanullah memleketten kaçmak zorunda kaldı. Habibullah Gazi muhafazakar unsurların temsilcisi olarak idareyi eline aldı ve Amanullah’ın bütün reformlarını kaldırttı. Lakin Habibullah’ın idaresi de diktatörlüğe dayandığından, yeniden ayaklanmalar çıktı ve nihayet Muhammed Nadir Han 1929 Ekiminde Afganistan Krallığını eline geçirdi. Muhammed Nadir, genel olarak Amanullah’ın yolundan gitti. Yalnız, reformlara devam etmekle beraber, bunları mollaları ve dindarları ürkütmeden yaptı. Türkiye ve Almanya ile yakın münasebetlere o da devam etti. Muhammed Nadir, 1933 Kasımında şahsi düşmanlarından biri tarafından öldürüldü. Fakat
memlekette herhangi bir karışıklık çıkmadan, hükümdarlığı oğlu Muhammed Zahir Şah üzerine aldı. 1941 de İran’ın İngiltere ve Sovyet Rusya tarafından işgali üzerine Afganistan da bu iki devletin baskısı altında kaldı ve bu baskı üzerine memleketteki bütün Alman uzman ve teknisyenlerini çıkarmak zorunda kaldı. İİ’inci Dünya Savaşından sonra Afganistan tekrar Sovyet nüfuzu altına düşmüştür.
E-JAPONYA : MEİJİ RESTORASYONU

İlk Batılılar Japonya kıyılarına 16.yüzyılda Muromaçi döneminde ulaştılar. Ülkeye ateşli silahları tanıtan Portekizli tacirler 1543'te Japonya'nın güneybatısında küçük bir adaya yerleştiler. Sonraki birkaç yıl içinde bunları, Saint Francis Xaviar önderliğinde Cizvit misyonerleri ve İspanyol gruplar takip etti. Hollandalı ve İngiliz tacirler de Japon topraklarına yerleştiler.
Avrupalıların bu akınlarının Japonya üzerinde çok derin etkileri oldu. Bu misyonerler özellikle Japonya'nın güneyinde çok sayıda kişinin inanç değiştirmesine sebep oldular. Şogunluk Hrıstiyanlığın birlikte geldiği ateşli silahlar kadar patlayıcı bir potansiyel teşkil edebileceğini fark etti. Sonunda Hrıstiyanlık yasaklandı ve Togukava Şogunluğu, Nagasaki Limanı'ndaki küçük Dejima adası içinde yaşayan bir avuç Hollandalı tüccar, Nagasaki'de yaşayan Çinliler ve arasıra Kore Lee Hanedanlığı'ndan gelen resmi elçiler dışında yabancıların ülkeye girişini yasakladı. Yaklaşık 250 yıl boyunca Japonya'nın dış dünya ile tek bağlantısı bu insanlardı. 18. yüzyılın sonlarından itibaren açılma yönünde giderek artan baskılar 19. yüzyılın ortalarında meyvelerini verdi. 1853 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nin dört gemilik bir filosu Tokyo Körfezi'ne demir attı. Bir sonraki yıl aynı ziyareti gerçekleştiren Amerikan filosu bu ikinci ziyaretinde, bu kez iki ülke arasında bir dostluk anlaşmasına imza attı. Bunu, hemen Rusya, İngiltere ve Hollanda izledi. Bu Japonya'nın içe kapalı geçirdiği dönemin bittiğini haber veriyordu. Dört yıl sonra dostluk anlaşmasını ticaret anlaşmalarını izledi. Bu aşamada kervana Fransa da katıldı.
İkili anlaşmalar feodal dönemin de sonunu getirdi. Ülke önce kargaşaya sürüklendi. 10 yıl kadar süren kargaşanın ardından Tokugava Şogunluğu tarihe karışırken, 1868 tarihi itibariyle Meiji Restorasyonu dönemi başladı. Hakimiyet İmparatora geçti.
Meiji dönemi Japonya'nın modern tarihinin de başlamasını haber verir. Bu dönemde Japonya Batı'nın yüzyıllar içinde kurduğu modern sanayileri, politik kurumları, kısacası modern bir toplumu 20-30 yılda yaratıverdi. Başkent Kyoto'dan bir önceki başkent olan Edo'ya taşındı. Ancak adı Tokyo olarak değiştirildi. Tokyo, "doğu başkenti" anlamındadır. Yüzyılların birikimi çok geçmeden kendini gösterdi. Ülke her bakımdan gelişmeye ve genişlemeye başladı. Bu gerektiğinde savaş anlamına da geliyordu. 1894-1895 yıllarında Çin ile yapılan savaşı Japonya kazandı ve Tayvan'ı ele geçirdi. Japonya 1904-1905 yıllarında Rusya ile yapılan savaşı da kazandı Güney Sahalin'i eline geçirdi. Aynı yıl Kore'nin yönetimini aldı, bu ülke 1910'da ilhak edildi.Bundan iki yıl sonra da İmaparator Meiji öldü. Bundan sonraki dönemde ülke büyümesini sürdürmekle birlikte ekonomik durgunluklar, siyasi çalkantılar ülkeyi kaosa sürükledi.
Egemen güçler arasındaki çekişmeler, ülkeyi İkinci Dünya Savaşı'nın tam ortasına taşıdı. 1945 Ağustos'unda İmaparator'un emriyle halk silahlarını bıraktı, ülke teslim oldu. Ülke altı yıl kadar müttefiklerin kontrolünde kaldı. Bu dönemde ülkenin ekonomik ve toplumsal yapısını değiştirecek, reform nitelikli bir dizi yapılanmaya gidildi. Tarım alanları yeniden paylaştırıldı. Zaibatsu denilen aile şirketleri dağıtıldı. İşçilere ve kadınlara çeşitli haklar tanındı, 1947'de liberal bir anayasa ilan edildi. 1951 San Francisco Barış Antlaşması ile Japonya dış ilişkiler kurma hakkını yeniden kazandı. Bu tarihten itibaren yaklaşık 15 yılda ülke yeniden uluslararası rekabet gücüne ulaştı. 1964 Tokyo Olimpiyatları ülkenin uluslararası arenaya kabul edilişinin ve ülkenin yeniden ayağa kalkmasının tescili niteliğindeydi. Bütün dünyayı etkileyen sosyal olaylar Japonya'da kurumların geliştirilmesi sonucunu doğurdu. Bundan sonraki dönemin en önemli olayları ise 1972'de Okinava'nın Amerikan yönetiminden tekrar Japonya'ya geçmesi ve Çin ile bir uzlaşmaya varılmasıdır. Bu tarihten sonra Japonya özellikle uluslararası ekonomik ve mali piyasa v kuruluşların baş aktörlerinden biri haline geldi.
İMPARATOR MEİJİ DÖNEMİ
*Meiji ,japon imparatorudur. Meiji restorasyonu diye bilinen japonya'nın dışa açıldığı, batılı yaşama adapte olduğu dönemin imparatoru. küçük yaşta tahta geçmiştir, son samuray filminde konu edilen imparator kendisidir. abdulhamid'le diplomatik ilişkileri başlatmıştır. filmdeki gibi korkak görünüşlü değildir. ismi mutsuhito olup meiji diye anılır. *asıl adı mutsuhito. 1867-1912 arası japon imparator. ikinci abdülhamid gibi batılılaşmaya ve modernleşmeye çok önem vermiş bir hükümdar. beş maddelik ant'ı imzalamış:
*feodal toprak düzeninin kaldırılması : iltizamın kaldırılması gibi
*yeni okul sistemi kurulması: modern okullar
*kabine sistemi kurulması
*meiji anayasası
*parlemento kurulması
*meiji japonyasında batılı kıyafetlerinin kullanımı devlet memurları, askerleri ve saray mensupları için zorunlu hale getirlimiş, güçlü ordu, zengin ekonomi, medeniyet ve aydınlanma sloganları reform programını temsil hale gelmiştir.
*kıyafet değişikliği ilk bakışta fazla önemli gibi durmasa da aslında çok önemli bir değişikliktir. bu meiji japonyasında kıyafet değişikliği batılılaşma politikası olarak görülmüştür. kıyafet değişikliği olarak kimonoların değişime uğraması erkek kimonosunun kalkıp pantalon ceketin gelmesi, saçların değişime uğraması örnek verilebilir
yalnız kadınlardaki değişim erkeklere oranla biraz daha yadırganan bir kavram olmuştur. çünkü kadının bir anne ve ev kadını görüntüsü bu değişimle değişmiştir
*meiji japonyasında birey tam olarak hem tam japon hem de batılı formlarını ayrı ayrı bazen de aynı işlevler için kullanılmasından oluşan iki karakterlilik yaşamaktadır. fakat tam batılılık söz konusudur şöyle ki gündüz kimono giyen bir kadın akşam diskoda mini etek giymektedir ayrıca japon kıyafetleri resmi ve töresel törenlerde hala kullanılmaktadır.
F-1929 Dünya Ekonomik Bunalımı
1929'da başlayan (etkilerini ancak 1930 yılının sonlarında tam anlamıyla hissettiren) ve 1930'lu yıllar boyunca devam eden ekonomik buhrana verilen isimdir. Buhran, Kuzey Amerika ve Avrupa'yı merkez almasına rağmen, dünyanın geri kalanında da (özellikle de sanayileşmiş ülkelerde) yıkıcı etkiler yaratmıştır.
Büyük Bunalım en çok sanayileşmiş şehirleri vurmuş, bu kentlerde bir işsizler ve evsizler ordusu yaratmıştır. Bunalımdan etkilenen birçok ülkede inşaat faaliyetleri durmuş; tarım ürünü fiyatlarındaki %40-60'lık düşüş, çiftçileri ve kırsal bölge nüfusunu kötü etkilemiştir. Talebin beklenmedik düzeyde düşmesi nedeniyle madencilik alanı buhranın en fazla etkilendiği sektörlerden biri olmuştur. Büyük Bunalım farklı ülkelerde farklı tarihlerde sona ermiştir.
Büyük Bunalım Öncesi Yeryüzündeki Genel Durum
1929 Bunalımı temelde Amerika’da borsanın çöküşüne ithaf edilse de; o yıllarda yeryüzündeki ekonomik koşullara, krizin büyüklüğü ve etkisine bakıldığında Büyük Dünya Bunalımı adını almayı hak ettiği açıkça görülmektedir. Bunalım dünyada 50 milyon insanın işsiz kalmasına, yeryüzündeki toplam üretimin %42 oranında ve dünya ticaretinin de %65 oranında azalmasına neden olmuştur. 1929 yılına kadar dünyada oluşan diğer krizlere bakıldığında dünya ticaretinin en fazla %7 oranında düştüğü düşünülürse 1929 bunalımının ne derece etkili olduğu tahmin edilebilir.
Dünyayı bu denli etkileyen büyük bunalımı sebep ve sonuçları ile anlayabilmek için öncelikle I. Dünya Savaşı sonrasında dünyada oluşan ekonomik ve sosyal koşulları göz önünde bulundurmak gerekir.
I. Dünya Savaşı dolaylı ya da doğrudan tüm dünyayı etkilemekle beraber, savaş sonrasında oluşan dünya tablosundaki en önemli figürler gerek yaşadıkları değişimler gerek dünya ekonomisine etkilerinden dolayı Amerika, İngiltere ve Almanya oldu.
Savaşa kadar dünyada hegemonik güç sayılan İngiltere, kanayan bir ülke durumuna geldi. Savaş sonrası Amerika’dan alınan borçla yeniden kurulan altın standardıyla değer kazanan pound, İngiliz ihracatının azalmasına sebep oldu. Daha az ihracat daha fazla altının dışa akımına bu da yeniden borçlanmaya neden oldu.
O yıllarda Almanya ise Amerika’nın savaş sonrasında geri istediği tazminat sorunuyla karşı karşıyaydı. Ekonomisi durma noktasına gelen Almanya, tazminat sorununa çözüm olarak para basmayı denedi. Bu para Amerika tarafından kabul edilmediği gibi Almanya’da hiperenflasyona neden oldu. Daha sonra tazminat sorunu 1924 yılında Amerika’nın önerdiği Dawes Planı ile çözülmeye çalışıldı. Bu planda Amerika Almanya’ya yeniden yapılanması için kredi verecek; yapılanmasını tamamlayan Almanya daha sonra tazminatını ödeyecekti.
Büyük Bunalım Öncesi Amerikan Ekonomisi
Amerika ise 1924-29 yılları arasında bir stabilizasyon devresi geçirdi. Edindiği ihracat fazlası ile dünyanın net kreditörü konumuna geldi. Bu esnada ülkede otomobil, yapı, elektrik gibi yeni endüstriler gelişmeye başladı. Yeni gelişen endüstrilere talebin fazla olması borsanın spekülatif olmasına sebep oluyordu. Öyle ki 1928 yılında, Amerika verdiği kredileri New York Borsası için geri çekmek durumunda kaldı.
1920’lerde borsa dışındaki ekonomik göstergeler oldukça iyi durumdaydı. Üretim ve işlilik oranı yüksekti. Ücretler çok fazla yükselmiyordu ve fiyatlar istikrarlıydı. Bir çok insan hala aşırı derecede fakirdi ancak halkın büyük çoğunluğu hiç olmadığı kadar rahat ve varlıklıydı. Ancak o yıllarda Amerikalılarda minimum fiziksel eforu sarfederek zengin olma isteği hakimdi. İnsanların bu ruh hallerinin ve spekülasyonun ne derece hakim olduğunun kanıtı, 1926 yılında Florida’da meydana gelen gayri menkul patlamasıydı. Bu olay klasik bir spekülatif balonun tüm özelliklerini kendi içinde barındırıyordu.
Krizin Sebepleri
Büyük kriz öncesindeki atmosfere bir göz attıktan sonra krizin sebepleri ve gelişimi üzerinde durmak gerekir. Dünyayı etkileyen pek çok olay üzerinde olduğu gibi bu olayın da sebepleri üzerinde çok sayıda araştırmalar ve değişik yorumlar yapıldı ancak bunların genelinde yer alan ortak birkaç sebebi şöyle sıralayabiliriz:
Birincisi; Amerika’daki şirketlerin mali güçleriydi. 1870li yıllarda Amerika’da irili ufaklı pek çok şirket varken I. Dünya Savaşı’nın getirdiği zorluklar karşısında küçük şirketler birleşmek zorunda kalmış ve savaş sonrasında tekeller oluşturmuşlardır. Öyle ki 1929 yılına gelindiğinde Amerikan ekonomisinin %50’si üzerinde söz sahibi olan holding sayısı 200 kadardı. Bu da tek bir holdingin bile iflasının ekonomiyi sarsmaya yeteceğini gösteriyordu.
İkinci bir sebep de bankaların kötü yapılanmış olmasıydı. Bankaların sermaye esaslarını, rezerv ve kredi oranlarını belirleyen yasalar yoktu. Örneğin şirketlerin mali tablolarının güvenilirliğini sağlayan yasalar yoktu. Bu yüzden yatırımcı senedini aldığı firma hakkında yeterince bilgiye sahip olamıyordu. Yine ticari bankaları yatırım bankalarından ayıran yasalar da mevcut değildi.
Üçüncü bir sebebin de, başkan Hoover yönetiminin ekonomi alanındaki tecrübesizliği olduğu söylenebilir. Bu düşüncenin savunucularına göre başkan Hoover yönetimi 20lerde hüküm süren liberal ekonomi anlayışına göre ekonomiye devlet müdahalesi yapmamayı uygun görmüştü. Ancak 29 krizine müdahale etmemenin toplumsal maliyeti çok büyük olmuştu. Daha sonraları başkan müdahaleye karar verdiğinde ise hem çok geç olmuştu hem de müdahale başarılı değildi. Örneğin devlet bütçesini dengelemek için devlet harcamalarını kısması ve vergileri arttırmasının işsizliğe sebep olduğunu ve bunun da insanların satın alma gücünün azalmasına ve fiyatların düşmesine neden olduğu savunuldu. Hükümetin tecrübesizliğinin bir diğer göstergesi de altın standardına bağlı kalmakta ısrar edişiydi. Hükümet altına bağlı olmayan para basmayı reddederek sıkı bir para politikası izledi ve piyasada para bulunmayınca ekonomik faaliyetler durdu, reel sektör küçüldü. Bu da daha fazla işsizlik, daha az gelir demekti.
Vurgulanması gereken son sebep ise; başta da belirtildiği gibi Amerika’nın dünya üzerindeki net kreditör olmasıydı. Bunun yanında I. Dünya Savaşı sonrası Almanya ve İngiltere’den istediği tazminatların altın olarak ödenmesini talep ediyordu. Ancak yeryüzündeki altın stoğu yetersizdi ve varolan stoğu da zaten Amerika kontrol ediyordu. Bu sebeple de bahsedilen tazminatların ve kredilerin mal ve hizmet olarak ödenmesi denendi ancak bu da Amerika’nın kendi mal ve hizmet sektörünü vurdu. Son çare olarak gümrük duvarları koyma yoluna gidildi ancak bu da yalnızca dış ticareti küçülttü. Sonuçta Amerika hesapsızca vermiş olduğu kredileri geri alamadı.
Krizin Patlak Verişi: Kara Perşembe
New York Borsası 1928 yılının başından 29 yılı Ekim ayının başına kadar olan süreçte gittikçe yükseliyor ve yüksek fiyat/kazanç oranı getiriyordu. Ancak 3 Ekim 1929 tarihine gelindiğinde, yukarıda sayılan sebepler doğrultusunda borsanın ilerlemesi durmuş hatta birkaç büyük holdingin hisse senetleri düşmüştü. Bu düşüş 21 Ekim günü yabancı yatırımcıların kağıtlarını ellerinden çıkarmalarıyla hızlandı ve “Kara Perşembe” olarak anılan 24 Ekim 1929 Perşembe günü borsa dibe vurdu. 1929 yılının fiyatlarıyla 4.2 milyar dolar yok oldu. 29 Ekim 1929 gününün fiyatlarına bakıldığında bir yıl öncesinin karının bile sıfırlandığı görülür. 21-29 Ekim 1929 tarihleri arasındaki fark Dow Jones sanayi ortalamasının 328’den 230’a düştüğünü gösterir. Bu süreçte 4.000 kadar banka batmış, binlerce insanın mal varlığı yok olmuştur. Bu insanlar açlığa sürüklendi ve sebze ve meyve yetiştirip satarak yaşamaya çalıştılar. Piyasadaki para bir anda yok olduğu için insanlar ihtiyaçlarını karşılamada takas yoluna giderek bir nevi değiş-tokuş ekonomisine geri döndüler. İnsanlar maddi varlıklarıyla beraber sosyal konumlarını ve ruh sağlıklarını da kaybettiler. Bunalımın etkileri II. Dünya Savaşı’na kadar yaklaşık 10 yıllık bir periyodda devam etti.
Roosevelt ve "New Deal"
Amerikan halkı bu büyük çöküşün faturasını Hoover yönetimine çıkardı. Bir sonraki seçimde Hoover’ın başkan seçilmeyeceği aşikardı. Onun yerine adını verdiği programla ekonomik sistemde köklü değişiklikler vaadeden Roosevelt seçildi. Roosevelt “ New Deal” ı 1930-37 yılları arasında uygulama fırsatı buldu. Başa geldiği 1933 yılı bunalımın etkilerinin en fazla hissedildiği yıllardan biriydi. Ekonomide karlılık çökmüştü. Büyük bir talep eksikliği yaşanıyordu çünkü insanların satın alma gücü çok düşmüştü. Roosevelt böyle bir dönemde hem sosyal hem ekonomik anlamda bir reform niteliği taşıyan programıyla ve büyük yetkilerle başa geçiyordu. Amerikan ekonomisi tarihinde ilk kez devlet müdahalesine maruz kalıyordu.
Roosevelt işe bankacılık sektörüyle başladı. O sıralarda sektörde likidite düşük olduğundan altın ve döviz kuru bizzat başkanlık tarafından kontrol ediliyordu. İlk kez Merkez Bankası kuruldu. Mevduatlar devlet güvencesine alındı. Bankacılık sisteminin düzeltilebilmesi için 500 kadar yeni düzenleme yapıldı. Reel sektörde de karlılığın arttırılmasına karar verildi. Devlet kendi kontrolü altında olmak kaydıyla sanayicilerin yüksek fiyat uygulamalarına izin verdi ve yine bu amaca uygun olarak üretim sınırlandı. Talep sorunun çözmek için de, devlet yüksek sayılabilecek bir düzeyde minimum reel ücretleri belirledi. Çalışma saatleri azaltılarak işsizlik sorunu çözülmeye çalışıldı. Tarımda da bir takım yeni programlamalar yapıldı. Ancak bu programlar bazı yönlerden birbirleriyle çelişir durumdaydı. Devlet bir taraftan fiyatları yüksek tutmak için üretim kotası koyarken diğer taraftan da ne üretirlerse üretsinler belli yükseklikte bir fiyata bunları almayı vaad ediyordu. Bu da çiftçilerin daha fazla üretim yapmak istemelerine neden oluyordu. Roosevelt’in devlet harcamaları politikası ise bir denge politikasıydı. Devlet müdahalesine karşı olan sanayicileri küstürmemek için özel sektörün ilgilenmediği büyük yatırımlar gerektiren alanlarda harcama yapılıyordu. Bu sektörlerde açılan iş alanlarıyla da işsizliğin azaltılmasına ve talebin arttırılarak düşük talep sorununun çözülmesine çalışılıyordu.
Genel anlamda “New Deal” programına bakıldığında çok da başarılı bir program olmadığı görüşü hakimdir.Devlet harcamalarının ekonomiyi canlandırmaya yetmediği,devletin ekonomideki payının da artmadığı ve yeni yatırımların yetersiz kaldığı bilinir.
Bunalım Sonrasında Almanya
Depresyonu yenerek tam istihdama ulaşan ilk sanayi ülkesi, Almanya'dır. Almanya, enflasyonsuz orijinal finansman yöntemleriyle iç piyasayı canlandırmayı başarmıştır. Ancak dünya pazarları Almanya' nın ihracatına açık değildi. Alman fabrikalarına sürüm alanları temin etmek ve hammadde bulmak gerekiyordu. Güney Amerika, Orta Avrupa, Balkanlar ve Türkiye serbest dövizle mal almakta ve satmakta güçlük çekiyorlardı. Almanya,direkt serbest döviz transferi olmaksızın malın malla mübadelesini gerçekleştirmek imkanını sağlayan bir counter-trading modelini benimsedi serbest döviz piyasalarında ihracat mallarına uygun fiyatla alıcı bulamayan memleketlerin müşterisi durumuna geçti. Tarım ekonomilerinin ihracat mallarını yüksek bedelle satın aldı ve onlara kendi sanayi ürünlerini sattı. Planlama ve benzeri yöntemlere başvuran ABD ile Fransa gibi demokrasiler ılımlı çözümlere yönelirken, Almanya'da işsizler nazi totalitarizminin çılgınlıklarına kapıldılar. Böylece bunalım, İkinci Dünya Savaşı'nın başlıca nedeni olacaktı.
Türkiye'ye Etkileri
Türkiye 1929 bunalımı karşısında, kalkınmasını sağlayabilmek için ihracat ve ithalatını artırmak zorundaydı,Türkiye Cumhuriyeti bunu sağlayabilmek için çeşitli politikalar izledi.
Türkiye 1933' de dış ödemelerde uygulamasına başlanan kliring ve takas sistemini uyguladı. Bilindiği gibi, kliring sistemi malını alanın,malını alma ilkesine dayanır. Bu sistemde ithalat ihracata bağlandığından, ihracat teşvik edilmiş olur. Nitekim,Türk Hükümeti mümkün olduğu kadar bütün ülkelerle kliring ve takas anlaşması yapmaya çaba harcadı ve Türkiye ile ticaret ve ödeme anlaşması yapan ülkelerden,ithalata öncelik tanıdı. Ayrıca ihraç mallarının standardizasyonuna önem verilerek ,ihracat bu yönden de teşvik edildi 10 /06/1930 tarih ve 1705 sayılı Kanun ile Hükümete tedbir alma yetkisi verilerek,ihraç edilen fındık ve yumurtadan başlayarak ,ihraç mallarında kalite konturulüne gidildi. Önceleri çeşitli merciler tarafından yürütülen bu iş 1934' te kurulan Türkofis' e devredildi. Ofise,kontrol ve teftiş görevi yanında piyasa araştırmaları yapma uluslar arası ticaret ve ödeme anlaşmalarını hazırlama görevi de verildi.
Halen dünyada yaşanmış olan en büyük kriz 1929 Krizi’dir. Bu krizin dünyayı en az I. Ve II. Dünya Savaşları kadar etkilediği de açıktır. Büyük bunalımın yol açtığı 1930’lar dünya tablosuna bakıldığında ekonomik krizlerin bazen insanlık tarihini etkileyecek boyutlara varabileceği rahatlıkla görülebilir. Bu yüzden ekonomik krizlere yalnızca ekonomik değil aynı zamanda sosyal hatta politik bir olgu olarak da bakılmalıdır.

G- Birinci Dünya Savaşı'ndan Sonra Meydana Gelen Siyasal Gelişmeler

Bazı Büyük Devletlerde Rejim Değişikliklerinin Meydana Gelmesi
İtalya'da Faşist Rejimin Kurulması
Faşist Parti, hangi siyasal, toplumsal ve ekonomik ortamda kurulmuştur?
İtalya, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra büyük bir ekonomik çöküntü içine girmişti. Savaşta istediklerinin çoğuna kavuşamamıştı. Ülkede sosyalizm ve komünizm gibi akımlar güçlenmişti. Bunun yanında toplumsal ve ekonomik sorunların giderek artması, 1919'da Benito Mussolini önderliğinde kurulan Faşist Parti'nin büyümesine de yol açmıştı. Paris Barış Konferansı'nda küçük düşürüldüğü öne sürülen İtalya'yı güçlendireceğini, Roma İmparatorluğu'nu yeniden kuracağını ve ülkedeki sol muhalefetle mücadele edeceğini belirten Faşist Parti, 28 Ekim 1922'de Napoli'den Roma üzerine yürüyerek büyük bir atılım gerçekleştirmiştir. Faşist Partisi'nin "Kara Gömleklileri" tarafından gerçekleştirilen bu olay üzerine hükümet istifa etmiş ve başbakanlığa Mussolini getirilmiştir.
Faşist yönetimin iç ve dış politikadaki amaçları nelerdir?
Mussolini'nin kurduğu faşist yönetim, aşırı ulusalcılığı (milliyetçiliği) esas aldığından, kısa bir süre sonra demokrasiyi ortadan kaldırmıştır. Ülkedeki diğer ırklardan olan kişileri zorla İtalyanlaştırmaya çalışmıştır. Roma İmparatorluğu'nun yeniden kurulması için de, Akdeniz çevresinde sömürgeler elde etmeye yönelmiştir. Mussolini'nin Anadolu'yu da içine alan bu yayılma politikası, Türk-İtalyan ilişkilerinde gerginlik yaratmıştır. Ancak, İtalya'daki faşist yönetim 1930'lu yıllarda taleplerini arttırarak saldırgan politikasını sürdürmüştür.
Almanya'da Nazizmin Kurulması
Almanya'nın Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra siyasi, toplumsal ve ekonomik
yapısı nasıldır?
Almanya, Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkması nedeniyle 1918'den sonra büyük çapta iç sorunlarla karşı karşıya gelmişti. 1918 yılının Kasım ayı başlarında çıkan bir askeri ayaklanma sonucu İmparatorluğa son verilmiş ve cumhuriyet ilan edilmişti. Sosyalist ve komünist hareketler de büyük bir atılım içine girmişlerdi. Bu önemli siyasal değişiklik, Almanya'nın karşı karşıya bulunduğu siyasi, sosyal ve ekonomik sorunları çözememişti. Hatta, sorunları daha da arttırmıştı. Özellikle, 28 Haziran 1919'da ağır koşullar taşıyan Versailles Antlaşması'nın imzalanması, siyasi yelpazenin sağında ve solunda bulunan tüm Almanların tepkisine yol açmıştı. Alman kamuoyu, barış antlaşmasının gerektirdiği ödemelerin yapılmasını, savaş donarımları nedeniyle Danimarka'ya bırakılan Schleswig'in elde çıkarılmasını, Eupen ve Malmedy'in Belçika'ya verilmesini büyük bir öfkeyle izlemiştir. Buna karşılık, Cumhuriyet yönetiminin iç ve dış politikadaki başarısızlığı, ekonomik önlemler almadaki yetersizliği işsizlik sorununu büyütmüştü. 1922 yılında Alman Markı'nın değerinin düşmesi halkın yaşamını zorlaştırmıştı. Örneğin, bir somun ekmek alabilmek için milyonlarca marka ihtiyaç duyulmuştur. Bu arada Fransızların 1923 yılında, savaş tazminatının ödenmemesini bahane ederek Ruhr bölgesini işgal etmesi, kamuoyunun Versailles Antlaşması'na olan tepkisini daha da çoğaltmıştır.
Alman Nasyonal-Sosyalist İşçi Partisi'nin iç ve dış politikadaki amaçları nelerdir?
İşte, bu toplumsal ve ekonomik çalkantılar içinde Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra terhis edilen onbaşı Adolf Hitler, 1919'da küçük bir siyasal topluluk olan Alman İşçi Partisi'ne üye olmuş ve liderliğini ele almıştır. Hitler, 24 Şubat 1920'de Münih'te ilk kitle toplantısını gerçekleştirerek Parti'nin programının esaslarını belirlemiştir. Bu toplantıda Parti'nin adını Alman Nasyonal-Sosyalist İşçi Partisi (Nazi Partisi) olarak değiştirerek aşırı ulusalcı (milliyetçi) ve ırkçı bir politika benimsemiştir. Zengin sermaye kesiminin desteğini arkasına alan Hitler, örgütlenmeye hız vermiş ve taraftarını arttırmaya çalışmıştır. Bununla birlikte, işsizliğe çare bulunacağını, Almanya'nın büyümesini sınırlayan Versailles Antlaşması'nın ortadan kaldırılacağını ve şiddetli bir şekilde Yahudi düşmanlığının körükleneceğini öne sürerek güçlenmeye devam etmiştir.
Alman Nasyonal-Sosyalist İşçi Partisi 1930 seçimlerinde başarılı olduktan sonra, 1932 seçimlerinde de Alman Parlamentosu'nun (Reichstag) 608 üyeliğinden 230'unu kazanarak, ülkenin en büyük partisi haline gelmiştir. Bu siyasal gelişmelerden sonra Cumhurbaşkanı Hindenburg, 30 Ocak 1933'te Hitler'i Başbakanlığa atamıştır. Böylece, demokratik bir ortamda ırkçı söylemler benimseyen Nasyonal-
Sosyalist İşçi Partisi iktidara gelmiştir. Öteden beri Alman liberalleri, sosyalistleri ve komünistleri, nasyonal sosyalizmin (nazizm) bir zafer kazanabileceğine inanmamışlardı. Ancak, 30 Ocak 1933 akşamı Hitler'in başbakanlığını kutlayan "kahverengi gömlekli" nazizm yanlısı gençler, "yozlaşmış burjuva kültürü" olarak nitelendirdikleri Sigmund Freud'un psikanaliz metinlerini, Thomas Mann'ın, Jack London'ın, Ernest Hemingway'in, Marx'ın, Engels'in ve Albert Einstein gibi değişik siyasal görüşteki yazarların kitaplarını yakarken acı gerçekle yüzyüze gelmişlerdir.
Hitlerin kurduğu Nazizmin uygulamaları nelerdir?
Hitler, 3 Şubat 1933'te Alman ordusunun komutanlarıyla yaptığı görüşmede iç ve dış politikaya yönelik düşüncelerini açıklamıştır. Hitler'e göre, ilk yapılması gereken politik güçün tekrar ele geçirilmesiydi. Buna göre iç politikada; halihazır durumun tam tersine döndürülmesi, amaca aykırı düşen herhangi bir düşünce tarzının faaliyetine göz yumulmaması, kendiliğinden bu yola dönmeyenin zorla bu yola getirilmesi, marksizmin kökünün kurutulması, gençliğe ve halka savaşın tek çözüm olduğu fikrinin yerleştirilmesi ve en sert şekilde otoriter devlet yönetiminin sağlanması gerekiyordu. Dış politikada ise; Versailles Antlaşması'nın ortadan kaldırılması ve bunun için müttefikler sağlanması yoluna gidilmesi gibi amaçlar belirlenmişti. Hitler, bu amaçlarına ulaşmak ve kendisine bağlı bir parlamento oluşturmak için meclisi feshederek seçimlere gitmiştir. Fakat, 5 Mart 1933'te yapılan seçimlerde Nasyonal Sosyalist Parti (Nazi Partisi) çoğunluğu elde edememiştir. Ancak, Hitler baskıyla Alman Parlamentosu'ndan (Reichstag'tan) dört yıl süreyle olağanüstü yetkiler almıştır. Böylece, Hitler diktatör olma konusunda önemli bir adım atmıştır. İlk iş olarak sendika ve siyasal partileri kapatmıştır. Kendisi gibi düşünmeyen kişileri ya öldürtmüş ya da toplama kamplarına göndermiştir. 2 Ağustos 1934'te Devlet Başkanı von Hindenburg'un ölümü üzerine bu makamı da şahsında birleştirerek "Führer" olmuştur. Tüm bu gelişmelerin sonucunda Almanya'da tek partili totaliter devlet kurulmuş olmaktaydı.
Hitler, totaliter devleti anlayışını yerleştirdikten sonra Almanya'nın sınırları dışında kalmış bulunan bütün Almanların birleştirilmesini ve bir tek devlet altında toplanmasını, doğuda "yaşam alanı" oluşturulmasını esas almıştır. Amaçlarına ulaşmak için Versailles Antlaşması'nın sınırlayıcı hükümlerini ortadan kaldırmış, Alman ordusunun toplam kuvvetini arttırmış, Locarno Antlaşması'ndan ayrılmış ve askersiz bölge olan Ren Bölgesini işgal etmiştir. Almanya'da Nasyonal Sosyalist Parti'nin iktidara gelmesi ve statükonun değiştirilmesine yönelik faaliyetlerde bulunması, devletler arasında yeni ve önemli anlaşmazlıklar ortaya çıkarmıştır.
Japonya
Japonya, 1920'li ve 1930'lu yıllarda Uzakdoğu'nun en güçlü devleti idi. Özellikle 1930'lardan sonra militarist bir anlayışla yönetilen Japonya, yayılmacı bir politika izlemeye başlamıştı. 1931'de Mançurya'yı işgal ettikten sonra Çin'e yönelmiştir. Nitekim, 1932'de Çin'le savaşa tutuşarak, bu ülkenin orta bölgelerine doğru ilerlemeye başlamıştır. Japonya'nın yayılmacı politikası, Uzakdoğu'daki güçler dengesini alt-üst etmiştir. Bu bölgede çıkarları olan İngiltere ve A.B.D. gibi devletler, Japonya'nın bu tutumuna seyirci kalmışlardır. Ancak, Japonya'nın 1937'de Çin'e ikinci kez saldırmasından sonra, bu ülkeye karşı çıkmışlardır. Japonya'yı durdurmak için Çin'e yardıma başlamışlardır. Fakat, Uzakdoğu, Japonya'nın emperyalist tutumu nedeniyle kendisini İkinci Dünya Savaşı'na girmekten kurtaramamıştır.

H-İki savaş arası dönemde dünyada meydana gelen bilimsel, teknolojik ve kültürel gelişmeler

1920
Soğutucular gündelik yaşamda.Üretilmeye başlayan elektrikli buzdolapları yiyeceklerin saklanmasında yeni bir çığır açtı. ABD’de düzenli radyo yayınları başladı.Aynı yıl ingiltere’de de radyo yayınları başlamıştı.
1921
Hermann Rorschach,kendi adıyla anılan ve yansıtma tekniğine dayanan psikolojik testler uygulamaya başladı.
Kanadalı bilim adamları Frederick G. Banting ve Charles H. Best, pankreas özütünden insülin elde ettiler.Bu buluş,şeker hastalığı tedavisinde çığır açtı.
Robot sözcüğü ilk kez kullanıldı.Çek oyun yazarı Karel Capek, Rossum’s Universal Robots (Rossum’un Evrensel Robotları) adını verdiği oyununda verilen emirleri düşünmeden yerine getiren makineleşmiş insanlardan söz ediyordu. Robot sözcüğü Çek dilinde angarya iş anlamına geliyordu.
1922
Tutankamon’un mezarı bulundu. Mumyanın bulunduğu odaya ilk kez ingiliz kazıbilimci (arkeolog) Howard Carter girdi. Mısır’da 19. sülale döneminde "Amarna kralları" olarak bilinen Ahenaton, Smenhkare,Tutankamon ve Ay’ın adları firavunlar listesinden silindiği için mezarın yeri unutulmuştu.Bu sayede özgün haliyle, bozulmadan bulunan mezar, birçok arkeolojik bulgu sağladı.
1923
Arthur Compton, X ışınlarının elektronlarla çarpışması durumunda dalga boylarının değiştiğini belirleyerek bunun nedenini açıkladı.Bu buluş elektromanyetik dalgaların hem dalga hem de parçacık niteli¤i taşıyan ikili yapısına ilişkin görüşü doğrulamıştır.
İsviçreli psikolog Jean Piaget,çocukların derslerde yaptığı yanlışların gelişigüzel olmadığını, belli yaş gruplarında özgün yanlışların yapıldığını ortaya koydu.Böylece çocuğun yetişkinliğine değin bir dizi zihinsel gelişim evresinden geçtiği sonucuna ulaştı.
1924
Fransız fizikçi Louis de Broglie, ışığın hem dalga hem de parçacık davranışı gösterdiğini kanıtlayan deneysel bulgulardan yola çıkarak, parçacıkların da parçacık özelliklerine ek olarak dalga özelliklerine sahip olabileceği düşüncesini ileri sürdü.
1925
Alman fizikçi Werner Heisenberg, kuantum mekaniğinin matris biçimini geliştirdi.Heisenberg tutulduğu saman nezlesi nedeniyle dinlemeye çekildiği Helgoland adasında, harmonik olmayan salınıcıda kesikli enerji durumlarının açıklanmasıyla ilgili bir problemi çözerek atomun kuantum mekaniğinin geliştirilmesine yönelik programlı araştırmaların başlangıcını oluşturdu.
1926
Robert Goddard ilk başarılı roket deneyini gerçekleştirdi.Massachussets’e bağlı Auburn kenti yakınlarında bir çiftlikte gerçekleştirdiği deneyde, Goddard’ın bir rampadan ateşlediği sıvı yakıtlı roket 30 m yükseldi ve 2,5 saniye havada kalarak 60 metre yol aldı.
Rus bilim adamı Vlademir Vernadski, canlı süreçlerin atmosfere katkılarını inceledi ve atmosferdeki azot, oksijen ve karbondioksiksitin canlılarca üretildiğini belirledi. Biyosfer kavramını ortaya atan da Vernadskidir.
1927
George Paget Thomson, bir elektron demetinin kristal yapılı bir maddeden geçerken kırılıma uğradığını belirledi.Böylece Louis de Broglie’nin,bir parçacığın, Planck sabitinin parçacık momentumuna bölünmesiyle elde edilen dalgaboyunda bir dalga davranışı göstereceği yolundaki öngörüsünü doğruladı.
Büyük patlama kuramı ortaya atıldı. Belçikalı gökbilimci Georges Lemaître’in
ortaya attığı kurama göre evren başlangıçtaki bir "süperatomun" genleşmesi sonucu oluşmuştur. Bu kuram sonradan George Gamov tarafından geliştirildi.
Sesli sinema filmi yapıldı.1895 yılında Lumiere kardeşlerin ilk filmi göstermelerinden beri sessiz sinema gündemdeydi.1927’den sonraysa sessiz filmler yerlerini yavaş yavaş sesli filmlere bıraktılar.
1928
C vitamini keşfedildi.Özellikle uzun gemi yolculuklarında ortaya çıkan ıskorbit hastalığının tedavisinde C vitaminin etkili olduğu anlaşıldı.
Alexander Fleming, penisilini buldu.Bu antibiyotik ilaçla tedavide yeni bir dönem başlattı.
1929
Ünlü gökbilimci Edwin Hubble, Evren’in genişlediği fikrini ortaya attı.Hubble’a göre Evren, gökadaların birbirlerinden uzaklaşma hızları ile birbirlerine olan uzaklıkları arasındaki oran sabit kalacak şekilde genişlemektedir.
1930
Plüton gezegeni keşfedildi. Astronom Clyde Tombaugh, Lowell gözlemevinde çalıştığı sıralarda çektiği bir dizi fotoğrafta küçük gezegenlerden daha yavaş hareket eden bir gökcismi saptadı.Bu gök cismi uzun süredir orada olduğundan kuşku duyulan Plüton gezegeniydi..
İngiliz fizikçi Paul Dirac,antimadde kavramını ortaya attı.Dirac, elektronların enerji düzeyleri konusundaki çalışmaları sırasında elektronun karşıt parçacığının varlığını ileri sürdü.Bu çalışma, elektrik yükü dışında her yönüyle elektronun özdeşi olan bir parçacığın laboratuarda üretilmesiyle sonuçlandı. Bu maddeye pozitron adı verildi.
1931
Alman bilim adamı Ernst Ruska ilk elektronik merceği geliştirdi.Bu mercek elektronları ışık gibi odaklayan bir elektro mıknatıstan oluşuyordu.Ruska, seri halde birkaç elektron merceği kullanarak ilk elektron mikroskopunu 1933 yılında yaptı.
Avusturyalı fizikçi Wolfgang Pauli, nötrinoların varlığı tezini ileri sürdü. Pauli, Nötrinonun varlığını, radyoaktif beta bozunumuna ilişkin varsayımla enerjinin ve momentumun korunumu yasalarının uyum içinde olmasını sağlamak amacıyla öngörmüştü.Nötrino adı bu parçacığa ünlü italyan fizikçi Enrico Fermi tarafından verildi.
Karl Jansky, Güneş Sistemi’nin dışından gelen radyo dalgaları keşfetti. 1928 yılında New Jersey’de bulunan Bell Laboratuarlarında çalışmaya başlayan Jansky, burada telefon haberleşmesini etkileyen çeşitli parazitlerin kaynağını araştırmakla görevlendirildi.Yönlendirilebilir doğrusal bir anten kurarak biri dışındaki tüm girişim kaynaklarını belirledi.Aylar süren çalışmalardan sonra 1931’de, bir türlü saptanamayan bu girişim kaynağının yıldızlar olduğunu buldu.Birkaç ay sonra da bu kaynağın Yay takımyıldızı doğrultusunda olduğunu keşfetti.
1932
James Chadwick atomun içinde elektrik yükü olmayan bir parçacık olduğunu keşfetti.Bu parçacığa nötron adını verdi. ABD’li bir fizikçi olan Edwin Herbert Land,fotoğrafların banyo ve baskı işlerinin tek aşamada yapılmasını sağlayan bir yöntem geliştirdi.Bu çalışmaları sonucunda geliştirdiği ve Polaroid 3 kâğıdı olarak adlandırdığı kutuplayıcı kısa sürede yaygın kullanım alanı buldu.
1933
A. N. Kolmogorov, olasılıklar hesabının aksiyomatik kuramının temellerini attı. Bu, günümüzde de kullanılan olasılık kuramının başlangıcıdır.
1934
ABD’li kimyacı Wallace Carothers naylonu buldu. 1938’de ticari üretimine geçilen naylon, bileşim yoluyla hazırlanan ilk sentetik polimer lifi olmuş ve yapay elyaf sanayisinin doğuşunu hazırlamıştır.
Frederick ve Irene Joliot-Curie, çeşitli elementleri polonyum atomundan salınan alfa parçacıkları (artı yüklü helyum çekirdekleri) bombardımanına tutarak ilk yapay radyoaktifliği elde ettiler.
1935
Japon fizikçi Hideki Yukawa, atom çekirdeğindeki parçacıkları birarada tutan kuvvetin taşıyıcısı olarak mezon adlı parçacığın varlığını öngördü, bu parçacığın niteliklerini kuramsal olarak belirledi.
ABD’li deprembilimciler Charles Richter ve Beno Gutenberg, deprem ve öteki sismik olayların büyüklüklerini belirlemek için bir ölçek hazırladı.
Radarın bulunuşu.ingiliz bilim adamı Robert Alexander Watson-Watt,uçaklara radyo dalgaları gönderip, yansıyan dalgayı alarak ve dalgaların gidiş dönüş süresini ölçerek uçağın varlığını ve uzaklığını 110km mesafeden belirleyebilen bir sistem geliştirdi. Bu, o güne değin yapılmış ilk pratik radar sistemiydi.
1938
Fisyonun bulunuşu. Otto Hahn,Strassman’la birlikte uranyumun ürünlerinden birinin,daha hafif olan radyoaktif baryum elementi olduğunu buldular ve bunun, uranyum atomunun daha hafif iki atoma bölündüğünü kanıtladığını anladılar.
1939
Igor Sikorsky,1939 yılının başında yapımına başladığı VS-300 helikopterinin yapımını eylül ayında bitirdi ve ilk başarılı helikopter uçuşunu gerçekleştirdi.
DDT (diklorodifeniltrikloroetan) ilk kez böcek ilacı olarak kullanıldı.ilk kez
1874 yılında üretilen DDT’ nin böcek öldürücü etkisi ilk kez isviçreli kimyacı Paul Hermann Müller tarafından keşfedilmiştir.Bu ilacın kullanımı ileriki yıllarda çevreye ve insanlara da zarar verdiği gerekçesiyle yasaklanacaktır.

Albert Einstein (14 Mart 1879 - 18 Nisan 1955) , Yahudi asıllı Alman teorik fizikçi.
20. yüzyılın en önemli kuramsal fizikçisi olarak nitelenen Albert Einstein, Görelilik kuramını (diğer adları ile İzafiyet Teorisi ya da Rölativite Kuramı) geliştirmiş, kuantum mekaniği, istatistiksel mekanik ve kozmoloji dallarına önemli katkılar sağlamıştır. Kuramsal fiziğine katkılarından ve fotoelektrik etki olayına getirdiği açıklamadan dolayı 1921 Nobel Fizik Ödülü'ne layık görülmüştür. (Nobel Ödülü'nün ve Nobel Komitesi'nin o zamanki ilkeleri doğrultusunda, bugün en önemli katkısı olarak nitelendirilen Görelilik kuramı fazla kuramsal bulunmuş ve ödülde açıkça söz konusu edilmemiştir.)
Buluşları
Einstein'ın fizik alanındaki çalışmaları modern bilimi büyük ölçüde etkiledi.
Bu teori üç bölüme ayrılır:
1. Newton mekaniğinin yasalarını değiştiren ve kütle ile enerjinin eşdeğerli olduğunu öne süren Özel Görelilik (1905);
2. Eğrisel ve sonlu olarak düşünülen dört boyutlu bir evrene ait çekim teorisini veren Genel Görelilik (1916);
3. Elektro-manyetizma ve yerçekimini aynı alanda birleştiren daha geniş kapsamlı teori denemeleri.
İlk iki teorinin geçerliliği atom fiziği ve astronomi alanında yapılan deneylerle çok başarılı bir biçimde sınanmıştır; çağdaş fiziğin temel taşları arasında yer alırlar. Einstein atom ile ilgili olarak: "Ben atomu iyi bir şey için keşfettim, ama insanlar atomla birbirlerini öldürüyorlar." demiştir.
SANAT
Fotoğraf:

Teknolojik gelişmelerin sanat dünyasına bir diğer önemli etkisi de ‘fotoğraf’ın bulunuşu olmuştur. 1820’lerde Fransa’da icat edilen fotoğraf, 1850’lerde ticari bir iş haline geldi. Burjuvazinin küçük portre resimlere olan büyük ilgisi, fotoğrafın gelişimine zemin oluşturdu. Önceleri fotoğrafın, sanatın yerini aldığını düşünen sanat çevrelerinin bir kısmı, fotoğrafa şiddetle karşı çıktı. Mesela Ingres, bu gelişmeyi, sanat alanının endüstriyel ilerleme tarafından istila edilişi olarak yorumladı. Fotoğraf, gerçekliğin kitlesel biçimde yeniden üretimi ise resim ne işe yarayacaktı? Yine de akademik çevreler, tek vücut halinde bir düşmanlık içine girmediler, bilimi ve ilerlemeyi kabul ettiler. Bazıları ise fotoğrafın resim sanatına katkısı bulunduğunu, resmin nesnelerin salt mekanik kopyalarından farklı bir hal alacağını savundular. 1962 yılında, Paris’te bir firma, korsan fotoğraf basmaktan mahkemelik oldu. Mahkeme ise, korsan fotoğraf basımının, ‘sanatsal mülkiyetin’ çoğaltılması anlamına geldiğini yönünde karar verdi. Sonuç olarak fotoğraf, mahkeme kararıyla bir sanat dalı olarak ilan edildi.
Fotoğrafın empresyonizm üzerinde büyük etkisi oldu. Artık görüntü, tüm gerçekliğiyle anlık olarak dondurulabiliyordu ve ressamların artık belgesel nitelikli resimler yapmalarına gerek kalmamıştı. Bunun üzerine, akademik sanata da karşı çıkan empresyonistler, fotoğrafın yapamayacağı bir şey yapmayı tercih ettiler ve resmi, insan duyum ve algılarının dışa vurumu olarak gördüler. (Bkz: Claude Monet, Rouen Katedrali)
Fotoğraf, aynı zamanda resmin, izleyici gözündeki anlamını da değiştirdi. Resim, bulunduğu mekanla da anlam kazanan, aynı anda iki yerde görülmesinin olanaksız olduğu ve dünya üzerinde bir tane olduğu bilinen bir şeydi. Bunlar, fotoğrafla değişti, resim artık evlere girmeye başladı, günlük hayatın bir parçası oldu.
Fotoğrafın bulunuşu, sanatçıların ve izleyicilerin bakış açısını da değiştirdi. Görünen nesneler, farklı anlamlara gelebilmeye başladı ve bu da resime yansıtıldı. Mesela Empresyonizmde nesneler birbirleriyle sürekli alışveriş içerisindedirler ve hareketlidirler. Kübistlere göre ise görünenler, tek bir gözün karşısına çıkabilecek şeyler değildir, resim, bir nesnenin çevresindeki tüm noktalardan alınabilecek görünümlerin toplamından oluşur.
Sinema:

Sinema, daha sonrasında televizyon ve video aracılığıyla, 20. yüzyıl sanatına büsbütün egemen olan gelişmelerin en önemlilerindendir. Tarihte ilk kez, hareketin görsel sunumu, dolaysız, canlı icraatten özgürleşti. Yine, tarihte ilk kez öykü, drama veya gösteri, zamanın, mekanın ve seyircinin fiziksel doğasının dayattığı kısıtlamalardan kurtuldu. Fransızlar tarafından icat edilen hareketli fotoğraf, 1890’a kadar teknik açıdan mümkün hale gelemedi. Kısa filmler ilk kez, 1895-96 yıllarında, hemen hemen aynı anda Paris, Londra, ; Berlin, Brüksel ve New York’ta gösterime girdi. Bundan sonra ise, sinemanın etkisi olağanüstü oldu. 1910’lara gelindiğinde ABD nüfusunun yaklaşık %20’si, her hafta gösterime konulan kısa filmleri seyrediyordu. Amerikan film endüstrisi, “beş sentlik” haftalık gösterimlere büyük yatırımlar yaparken inanılmaz kazançlar sağladı. Sinemanın bu başarısı, öncelikle, film piyasasının alt ve alt/orta sınıf halk kitlesini hedef alarak, onları karlı bir biçimde eğlendirmek dışında başka hiçbir şey amaçlamamasından ileri geliyordu. Avrupa sosyal demokrasisi ise sinemanın bu başarısını, kaçış arayışındaki lümpen proleteryanın bir sapması olarak niteledi. Göçmenler ve işçilerin beş sentleriyle servetler edinen Hollywood, 1930’lara kadar sanatsal bir mesaj taşımayan olağanüstü bir araç yaratmış oldu. Üstelik filmler sessiz olduğu için dil engeline takılmadan dünya pazarını rahatlıkla sömürmesini sağladı. Amerikan sinemasının tersine Avrupa sineması, daha elit tabakalara yönelmeyi seçmiş olsa da 1914’lere kadar sanatçıların ilgi duyduğu pek söylenemez. Ancak savaşın ortalarında, sanatçıların ciddi biçimde ilgilenmeye başladıkları sinema, 20. yüzyıl sanatını derinden etkiledi.

I- 1923- 1938 YILLARI TÜRKİYE CUMHURİYETİ DIŞ POLİTİKASI

1-Milli Mücadele Dış Münasebetler (1919-1923)
a-Afganistanla İlişkiler:Milli mücadelemizi heyecanla izleyen Müslüman Afganlılar,yeni Türk Devleti’ni tanımakla,hem kendilerini ezen İngiliz emperyalizmine karşı güçlenmeyi,hem de bir dayanışma gereğini yerine getirmeyi düşündüler.1Mart 1921’de imzalanan Türk-Afgan Dostluk Antlaşması ile,taraflar birbirlerine diplomatik açıdan yardımla yükümleniyorlar;Afganistan yeni Türk Devleti’ni tanıyor ve Milli mücadeleyi destekliyordu. Ayrıca Hint Müslümanları da milli mücadeleyi maddi ve manevi olarak desteklemişlerdir.
b-Rusya ile İlişkiler: I.Dünya Savaşı’ndan çekilen Rusya,yapılan ihtilali yerleştirebilmek için türlü sorunların çözümü ile uğraşıyor,bu arada Çarlık rejimini hala destekleyen geniş çevrelerle önemli bir iç savaş da yürütüyordu. Ortak düşmana karşı mücadele TBMM ile Rusya’yı yakınlaştırmıştır. Ayrıca Rusya,batılıların Andolu’ya ve Boğazlara yerleşmelerinden kuşku duyuyordu. Siyasi yalnızlıktan kurtulmak isteyen ve desteğe ih -tiyacı olan TBMM’de Rusya’ya yanaşmıştır. Moskova büyükelçiliğine Ali Fuat Cebesoy atandı. Ardından Dış işleri Bakanı Bekir Sami Bey başkanlığında bir heyet Moskova’ya gönderildi(11 Mayıs 1921).İlk başlarda şüpheli tavırlar göstermeye başladılar. Ruslar Milli mücadelenin komünist bir ihtilale dönüşmesini umuyorlardı. Bunu sezen Mustafa Kemal arkadaşlarına Komünist Partisi’ni kurdurmuştur. Bu yakınlaşma daha sonra Moskova ve Kars antlaşmalarının yapılmasında etkili olacaktır.
c-Fransa İle İlişkiler: Güney illerini İngilizlerden teslim alan Fransızlar,yanlarında Ermenileri getirdikleri için halktan büyük tepki görmüşler bazı illerden çıkarılmışlar ve büyük kayıplar vermişlerdir. I.İnönü Muharebesi’nden sonra yapılan Londra Konferansı’nda sonuç alınmasa da ,Türk –Fransız münasebetleri gittikçe gelişti. Sakarya Muharebesi’nden sonra iki ülke arasında Ankara Antlaşması imzalandı.
d-İtalya ile İlişkiler:İtalyanlar,İzmir ve çevresi Yunanlılara verildiği için İngilizlere küskündüler. Bu sebeple milli mücadeleye fazla karşı çıkmadılar. II.İnönü Muharebesi’nden sonra Anadolu’yu boşaltmaya başladılar. Bazı ekonomik ayrıcalıklar istedilerse de TBMM kabul etmedi.
e- İngilizlerle ile İlişkiler:Milli mücadeleye en fazla direnen ve Yunanlıları sonuna kadar destekleyen tek devlet İngiltere idi. İtalyanların ve Fransızların çekilmesinden sonra yalnız kalan İngiltere,Büyük Taarruz’dan sonra
daha fazla dayanamamış ve Mudanya Mütarekesi’nin imzalanması ile direnmekten vazgeçmiştir.


2-Geçici Barış Devrinde Türkiye (1923-1930)

Doğulu Devletlerle Münasebetler

Türkiye’nin Doğulu devletler içinde ilk ve yakın münasebetler kurduğu devlet Afganistan olmuş ve iki memleket arasındaki münasebetler daima iyi gelişmiştir. Türkiye ile Afganistan arasında ilk resmi münasebetleri kuran belge, 1 Mart 1921 de Moskova’da imzalanmış olan Dostluk Antlaşması olmuştur. Milli Mücadele sırasında kurulan bu dostluk, Türkiye Cumhuriyetinin milletlerarası münasebetlerdeki yerini almasından sonra daha da gelişmiş ve Atatürk’ün reformları Afganistan’ın Batılılaşma hareketlerinde başlıca ilham kaynağını teşkil etmiştir. Bunun içindir ki, daha Cumhuriyetin ilk günlerinden itibaren Afganistan Türkiye’den öğretmen, subay ve doktor gibi teknik uzmanlar getirtmiş ve ayrıca Türk üniversitelerine öğrenciler göndermiştir. Rusya ile İngiltere arasında daima nüfuz mücadelelerine konu teşkil etmiş olan Afganistan, İ’inci Dünya Savaşından sonra bu tehlikenin yeniden canlanması ihtimaline karşı adeta Türkiye’de bir dayanak aramıştır. 1928 yılı Mayısında Afganistan Kralı Amanullah Türkiyeyi ziyaret etmiş ve 25 Mayıs 1928 de Ankara’da Türk-Afgan Dostluk ve İşbirliği Antlaşması imzalanmıştır. İki devlet arasında “ebedi” dostluk kuran bu antlaşma, esası itibariyle 1921 Antlaşmasından pek farklı değildir. 1928 Kasımında Amanullah’ın hükümdarlıktan düşürülmesi Türk-Afgan münasebetleri üzerinde radikal bir değişiklik meydana getirmiş değildir. İki taraf arasındaki münasebetler samimiyet ve dostluğunu muhafazaya devam etmiştir. Yalnız Almanya’da Nazi Partisinin iktidara gelmesinden sonra Afganistan, Sovyet ve İngiliz tehlikelerine karşı Almanyaya daha fazla dayanmış ve teknik yardım konusunda Almanya Afganistan için daha kuvvetli bir kaynak teşkil etmiştir. Şüphesiz, Türkiye ile Nazi-Almanyası arasında doğrudan doğruya bir çatışma mevcut olmaması da bunda önemli rol oynamıştır. İran ile münasebetlere gelince: Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Türk-İran münasebetleri herhangi bir gelişme göstermemiştir. Bunun da sebebi, siyasal nitelikte olmaktan ziyade, Türk-İran sınırında eksik olmayan anlaşmazlıklar ve olaylardır. Bu olaylar, esasında her iki tarafın da, sınır bölgesinde yaşayan kabile ve aşiretler üzerinde sıkı ve yeterli bir kontrol kuramamış olmalarından doğmaktaydı. Türkiye Musul meselesini tasfiye edip Türk-İran sınırını kesin şekline ulaştırdıktan sonra, Türkiye ile İran arasında da, sınır meseleleri konusunda 22 Nisan 1926 da bir Güvenlik ve Dostluk Antlaşması imzalanmıştır. Fakat bu antlaşma sınır meselelerine kesin olarak son verecek kadar yeterli olmadı. Sınır olayları huzursuzluk konusu olmaya devam etti ve hatta bir ara iki devletin münasebetleri adamakıllı gerginleşti. Fakat iki tarafın da iyi niyeti üstün geldiğinden 1928 Haziranında imzalanan bir protokolla 1926 antlaşması daha etkili bir hale getirildiği gibi, 23 Ocak 1932’de de bir Uzlaşma, Adli Tesviye ve Hakem Antlaşması imzalandı ve sınır da kesin olarak tesbit edildi. Bu antlaşmadan sonra ki, Türkiye ile İran arasındaki münasebetler gerçekten bir yakınlık, dostluk ve samimiyet içine girmiştir. 1934 Haziranında İran hükümdarı Riza Şah Pehlevi Ankarayı ziyaret etmiş bu ziyaret samimi gösterilere vesile olmuş ve Riza Şah ile Atatürk arasında kişisel dostluk dahi kurulmuştur. Türkiye’nin Orta Doğu’nun Arap memleketleriyle münasebetlerinde belirli bir gelişme söz konusu olmamıştır. Bu memleketler, manda rejimi altında Batı sömürgeciliğine konu teşkil ettikleri için, resmi münasebetler Türkiye’nin İngiltere ve Fransa ile olan münasebetlerinin etkisi altında kalmıştır. Öte yandan, Atatürk’ün Hilafet’e son vermesi ve din alanında yapmış olduğu reformlar bu memleketlerin fanatik çevrelerinde Türkiyeye karşı bir antipatiye sebep olmuştur. Fakat buna karşılık, yine bu memleketlerin İngiltere ve Fransaya karşı bağımsızlık mücadelesini yürüten aydınları için, Türk Milli Mücadelesi ve Atatürk en kuvvetli örnek ve desteği teşkil etmiştir. Mesela, Irak’da 1936 Ekiminden General Bekir Sıtkı ve Hikmet Süleyman’ın yaptıkları hükümet darbesi böyle olmuş ve bu askeri hükümet kısa ömrü içinde Türkiye ile gayet yakın münasebetler kurmuştur. 3 Buhranlar Devrinde Türkiye 1931-1939 Yukarıdanberi yaptığımız açıklamalar göstermektedir ki, 1923-1930 devresinde Türkiye’nin bütün dış politika faaliyetleri, yeni bir kurtuluşun ortaya çıkardığı meseleleri çözümlemek ve yeni Türkiyeyi milletlerarası çevrede istikrarlı bir düzene oturtmak amacına yönelmiştir. Türkiye yedi yıl bu meselelerle uğraşmış ve nihayet, 1930 yılından itibaren gerçekleştirmek istediği bu düzene kavuşmuştur. Fakat Türkiye bu meselelerden yakasını kurtardığı zaman, milletlerarası münasebetler 1931 yılından itibaren bir buhran devresine giriyor ve özellikle Avrupa’da patlak veren buhranlar ister istemez Türkiyeyi de etkisi altına alıyordu. Bu durum karşısında Türkiye’nin izlediği dış politika gerçekten ilgi çekicidir. Açıktır ki, Lozan Antlaşması Milli Misak’ın gerçekleşmesinde eksiklikler meydana getirmiştir. Revizyonist Avrupa devletlerinin yaptığı gibi, Türkiye bu buhranları bencil çıkarlar için sömürme yoluna gitmemiş, aksine kollektif barış ve güvenliğin hararetli bir savunucusu olarak, anti-revizyonist bir politika izlemiştir. 1935-1936’dan itibaren İtalya’nın Doğu Akdeniz’de ortaya çıkardığı tehlike karşısında da, bu politikaya daha fazla bağlanarak, barışın korunmasında ve saldırganlara karşı tedbir alınmasında Batılılarla işbirliğine özellikle önem vermiştir.

Atatürk,”Yurtta sulh,cihanda sulh” ilkesi doğrultusunda dünya ülkeleri ile siyasi,sosyal veekonomik ilişkilere girişmiştir.Türkiye’ye medeni devletler arasında layık olduğu yere çıkartmaya gayret etmiştir.




1-NÜFUS MÜBADELESİ

Lozan Antlaşması’na göre,İstanbul’daki Rumlar ile Batı Trakya’daki Türkler dışında, Türkiye’de yaşayan Rumlarla,Yunanistan’daki Türkler karşılıklı yer değiştireceklerdi.Fakat yerleşik”etabli”kavramı konusunda uyuşmazlık çıktı. Yunanistan 30 Ekim 1918’den önce İstanbul’da bulunan her Rum’un yerleşmiş sa- yılmasını istiyordu. Türk hükümeti ise İstanbul’a yerleşmenin Türk kanunlarına göre olacağını ileri sürerek Yunan isteğine karşı çıktı.Türk tarafı İstanbul için “etabli” deyiminin burada sürekli oturanlar için geçerli olduğunu belirtirken,Yunanistan 30 Ekim 1918’den önce geçici de olsa İstanbul’a gelip burada kalanları da mübadele den ayrı tutmak istiyordu.
Anlaşmazlık Uluslar arası Adalet Divanı’na götürüldü ise de,divan bu anlaşmazlığı çözüm leyemedi. Bunun üzerine Türk-Yunan ilişkileri gerginleşti. Yunan Hükümeti Batı Trakya’daki Türk mallarına el koyunca, Türk Hükümeti’de İstanbul’daki Rumların mallarına el koydu.
İtalya’nın Akdeniz’de yayılmacı bir güç olarak ortaya çıkması Türk-Yunan ilişkilerini düzeltti. 10 Haziran 1930’da yapılan antlaşma ile sorun çözümlenmiştir .Anadolu’da yaşayan İstanbul dışındaki Rumlar ile İstanbul’a 1912’den sonra gelen Rumlar Yunanistan’a, Batı Trakya dışında Yunanistan’ın değişik bölgelerinde yaşayan Türkler de Türkiye’ye göç etmişlerdir. Kıbrıs meselesinin başlangıcı olan 1954 yılına kadar Türk-Yunan ilişkileri iyi gitmiştir.

2-YABANCI OKULLAR SORUNU

Lozan Antlaşması’na göre,yabancı okullar Türk kanunlarına ve diğer okulların bağlı oldukları tüzük ve yönetmelik hükümlerine uyacaklardı. Türk hükümeti bu okullardaki eğitim ve öğretim faaliyetlerini düzenleyecekti.
Türk hükümeti,bu okullardaki Türk dilinin,tarih ve coğrafya derslerinin Türk öğretmenler tarafından okutulması ve bu okulların Türk müfettişler tarafından denetlenmesi esasını bir yönetmelikle sapta mıştı.Bazı okullar bu esasa uymak istemediler. Ayrıca Fransa bu okullar üzerinde Milli Eğitim Bakanlığı’nın denetim hakkı olmasını da tepki ile karşıladı.Fakat hükümeti bu konuda geri adım atmadı. Hatta bazı okullar kapatıldı.Geri kalanlarda kapatılma tehlikesi karşısında hükümetin isteğini kabul etmek zorunda kaldılar.

3-IRAK SINIRI VE MUSUL SORUNU

Lozan Antlaşması’nda Irak sınırı antlaşmanın imzalanmasından sonra, 9 ay içerisinde çözümlenecekti. Şayet çözülemezse Milletler Cemiyetine gidilecekti.1924 yılında İstanbul’da İngilizlerle ilk kez görüşmelere başlandı. Bu görüşmelerde İngilizler Musul dışında Hakkari’nin de Irak sınırı içine alınmasını istediler. Ekim 1924’e gelindiğinde durum savaşa yol açacak bir konuma gelmişti. Bu sırada, İngilizlerin teşvik ettiği Şeyh Sait İsyanı’da Türk tarafını meşgul etmiş elini kolunu bağlamış ve yapılabilecek bir askeri harekatı engellemiştir. Sonunda, Lozan Antlaşması hükümleri uyarınca sorun Milletler Cemiyeti’ne götürüldü. Ancak burada İngiltere’nin etkinliği söz konusu idi. Musul Irak’a bırakılmıştır.
Sonuçta 5 Haziran 1926’da sorunu kesin olarak çözen antlaşma Ankara’da imzalandı. Buna göre;Musul,İngiliz mandasındaki Irak’a bırakıldı. Irak hükümeti Musul petrollerinin % 10’unu 25 yıl süreyle Türkiye’ye verecekti. Türkiye daha sonra 500 bin sterlin karşılığında bu hakkından da vazgeçmiştir.14 Aralık 1927’de İngiltere, Irak üzerindeki mandasını kaldırmıştır.

3- Buhranlar Devrinde Türkiye (1931-1939)

4-MİLLETLER CEMİYETİ VE TÜRKİYE’NİN GİRİŞİ

10 Ocak 1920’de Cenevre’de kurulan Milletler Cemiyeti,tüm dünya ülkelerinin barış ve dostluk içinde yaşamalarını temin etmeyi ve yeni bir savaşın çıkmasını önlemeyi hedeflemekteydi. Ancak, Milletler Cemiyeti bir süre sonra kuruluş amacından uzaklaşarak büyük devletlerin çıkarlarını koruyan bir merkez halini almıştır.1930’dan sonra milletler arası işbirliğinin önemi daha çok hissedildiğinden Milletler Cemiyetine ilgi de artmıştır. Türkiye, Milletler Cemiyeti’nin pek faydalı işler yapacağına inanmamasına rağmen ,dünya barışına katkıda bulunmak amacıyla bu cemiyete girdi (18 Temmuz 1932 ).

5-BALKAN ANTANTI

1933 yılından sonra Faşist İtalya ve Nazi Almanyası’nın güçlenmeye başlaması Balkan devletleri arasında büyük bir endişe doğurdu.İtalya’nın Balkanlar’da,Almanya’nın da genel olarak Doğu Avrupa’da çıkarları vardı.Bu nedenle Balkan devletleri ufak tefek anlaşmazlıkları bir tarafa bırakarak birbirleri ile anlaşmış Türkiye ve Yunanistan’ın yanında yer almaya karar verdiler.Sonuçta 9 Şubat 1934’te Türkiye,Yunanistan,Yugoslavya ve Romanya arasında Atina’da Balkan Antantı imzalandı.Arnavutluk İtalya’dan çekindiği için, Bulgaristan’da I.Dünya Savaşı’nda imzaladığı Neully (Nöyyi) Antlaşması’nın verdiği eziklikle pakta katılmadı.Çünkü Bulgaristan kaybettiği toprakları tekrar kazanabilmek için fırsat kollamaktaydı.
Balkan Antantı’nın esası;sınırların güvence altına alınması,ekonomik ve siyasal işbirliği, anlaşmazlıkların görüşme yolu ile çözümlenmesi ve müşterek yararların üstün tutulması gibi,barış ve karşılıklı saygıya dayanıyordu.Balkan Antantı ile taraflar sınırlarını karşılıklı olarak garanti ettikleri gibi,birbirlerine danışmadan herhangi bir Balkan Devleti ile birlikte bir siyasi harekette bulunmamayı da taahhüt ediyorlardı.
Almanya ve İtalya’nın etkisiyle Yugoslavya ve Bulgaristan arasında bir antlaşma imzalanması paktı yaralamıştır.II.Dünya Savaşı’nın başlaması ile pakt dağılmıştır.

6-MONTRÖ (MONTREUX) BOĞAZLAR SÖZLEŞMESİ
1930’lı yıllara kadar Milletler Cemiyetinin çabalarına rağmen silahsızlanma görüşmelerinden bir sonuç alınamamıştı.Fakat,dünya tersine bir gidişle özellikle 1933 yılından sonra bir silahlanma yarışı na girmişti.Örneğin,İtalya’nın Habeşistan’a,Japonya’nın Mançurya’ya saldırmaları,Milletler cemiyetinin etkisini azaltıyordu.Buna ek olarak Boğazlar komisyonu üyesi İtalya,On İki Ada’yı tahkim etrmiş, Japonya,Milletler Cemiyeti’nden çekilmişti.Bütün bu gelişmeler,Boğazlar üzerinde kurulan dengenin Türkiye aleyhine bozulması na neden oldu.Türkiye 23 Mayıs 1933’te Londra Silahsızlanma Konferansı’ndan itibaren,Boğazlar statüsünün yeniden düzenlenmesi için girişimlerde bulunmuştur.Bu girişimler sonucunda 22 Haziran 1936’da İsviçre’nin Montrö şehrinde bir konferans toplanmasına sebep olmuştur.Sonuçta da 20 Temmuz 1936’da Montrö Antlaşması imzalanmıştır.
Montrö Boğazlar Sözleşmesi,Türkiye,İngiltere,Fransa,Sovyetler Birliği, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan,Yugoslavya,Japonya tarafından imzalanmıştır. İtalya ise 2 yıl sonra kabul etmiştir.
Bu sözleşmeye göre;
-Boğazlar komisyonu kaldırılarak,vazifeleri tamamıyla Türk devletine verildi.
-Boğazlarda askersiz bölüm kaldırılarak,Türklerin buralarda diledikleri kadar kuvvet bulundurmaları ve tahkimat yapmaları kabul edildi.
-Ticaret gemilerinin boğazlardan geçişi serbest bırakıldı.
-Savaş gemilerinin boğazlardan geçişine kısıtlamalar getirildi.
-Herhangi bir anda Karadeniz’de mevcut olabilecek donanmalara savaş gemileri zaman ve ağırlıkları bakımından sınırlandırıldılar.
Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile Türkiye büyük bir siyasal zafer kazanmıştır.Çünkü,Türkiye’nin Boğazlarda asker bulundurması ile Doğu Akdeniz’deki durumumuz güçleniyor,Uluslar arası dengede önemimiz artıyor,dünya devletleri ile dostluğumuz daha da değer kazanıyordu.Bu sözleşme Türk-Sovyet ilişki- erinde de ayrılığın ilk adımıdır.Çünkü Türkiye,İngiltere yanlısı bir politika izlemeye başlamıştır.
7-SADABAT PAKTI

Türkiye,İran,Irak ve Afganistan arasında Tahran’da 8 Temmuz 1937’de imzalanan Sadabat Paktı İtalya’nın doğu ülkelerini hedef tutan istila politikasından ve bu politikanın meydana getirdiği endişe- den doğmuştur.
Paktın esası karşılıklı saygı esasına dayanıyordu. Pakta katılan devletler birbirlerinin iç işlerine karışmayacaklar,ortak yararları üstün tutacaklar,saldırgan girişimlerde bulunmayacaklar ve Milletler Cemiyeti’ne karşı saygılı olacaklardı.Devletler,sınırların korunmasında saygı göstermeyi ve saldırıyı hedef tutan bir oluşuma girmemeyi taahhüt etmişlerdi.
8-HATAY SORUNU

20 Ekim 1921’de imzalanan Ankara Antlaşması ile Fransızlar Adana,Maraş,Urfa ve Antep’ten çekildiler.İskenderun ve Antakya’yı içine alan Hatay bölgesi ise Fransızlara bırakıldı. Ankara Antlaşması,İskenderun Sancağı’nı Suriye’den ayırarak ayrı bir statüye bağladı.Buna göre,o zamanki deyimi ile “sancak” Türk kültürüne bağlı kalacak,okullarda Türkçe öğretim uygulanacak ve Türk parası geçerli olacaktı.
8 Eylül 1936’da yapılan antlaşma ile Fransa,Lübnan ve Suriye üzerindeki manda idaresi- ni sona erdirmiştir.Bu ortamda Türkiye 6 Ekim 1936’da Milletler Cemiyetine ve 9 Ekim 1936’da Fransa’ya verdiği nota ile Hatay bölgesine verilecek geniş otonomdan sonra,bağımsızlık talebinde bulundu.Fakat Fransa Hatay’ın Suriye’de kalmasından yana idi.Bu ortamda Türkiye,sorunu Milletler Cemiyetine götürdü.(Aralık 1936).Milletler Cemiyeti’nin önerisi ile Türkiye-Fransa ikili görüşmeleri başladı.Türkiye ile Fransa,1937’de anlaştılar.Bir anayasa hazırlandı ve 15 Temmuz 1938’de Hatay’da milletvekilliği için seçim yapıldı.1 Ağustos’ta seçim sonuçları açıklandı.6 Eylül 1938’de Hatay Cumhuriyeti kuruldu.23 Haziran 1939’da Hatay’ın Türkiye’ye katılmasına imkan veren,Türk-Fransız antlaşması imzalandı.29 Haziranda da ,Hatay Meclisi’nin aldığı kararla Hatay,Türkiye’ye katıldı (30Haziran 1939).
Hatay’ın bağımsızlığı ve Türkiye’ye katılması için büyük çaba gösteren Atatürk,hayatının son aylarında sağlığını bile dikkate almadan tüm vaktini bu sorunun çözümlenmesine ayırmış ve mücadele etmiştir.

2. ÜNİTE: İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
1.Statükonun Bozulması ve İkinci Dünya Savaşı'na Yol Açan Olaylar

1.1. Almanya'nın Versailles Barış Antlaşması'nı Bozma Çabaları
Hitler, Versailles Barış Antlaşması'nı hangi uygulamalarıyla bozmuştur?
Hitler, muhaliflerini tasfiye ettikten sonra tüm dikkatini Versailles Barış Antlaşması'nı bozmaya yöneltmiştir. Bu yönde attığı ilk adım, 1934 yılında Avusturya'daki Nazileri kullanarak bu ülkenin ilhak edilmesi girişimidir. Ancak, Avusturya'daki Nazilerin gerçekleştirdiği hükümet darbesi başarısızlıkla sonuçlanınca ilhakı gerçekleştirememiştir. Fakat, Hitler'in temel hedefi Versailles Barış Antlaşması'nı yıkmak ve emperyalist yayılmacılık olduğundan bu çabalarından vazgeçmemiştir.
Nitekim, bu antlaşmanın önemli sorunlarından biri olan Saar Bölgesi'ni 1 Mart 1935'te silah kullanmadan Alman sınırlarına dahil etmiştir. Hitler, özellikle Versailles Barış Antlaşması'yla getirilen silahlanma yönündeki kısıtlamaları kaldırmak istemiştir. Bu çabalarını sürdürürken bir yandan da silahlanma faaliyetine girişmiştir. 4 Ekim 1933'te Silahsızlanma Konferansı'ndan ve Milletler Cemiyeti'nden çekilerek kara, deniz ve hava kuvvetlerini güçlendirmeye çalışmıştır. Gerek asker sayısını arttırmaya gerekse modern silah, araç ve gereç yapımına önem vermiştir.
Almanya'nın silahlanma politikası İngiltere ve Fransa'yı endişelendirmiştir. Bu ülkeler de silahlanmaya başlamışlardır. Bunun üzerine Hitler, 16 Mart 1935'te Alman halkına yayınladığı bir demeçte, Versailles Barış Antlaşması'yla Almanya'ya dayatılan silahlanma kısıtlanmasını tanımadığını ifade etmiştir. Hatta, Alman Hükümeti'nin de "Alman Reich'ının bütünlüğünü korumak", Almanya'ya karşı "uluslararası saygıyı sağlamak" ve genel barışın garantisi olmak üzere, zorunlu askerlik sistemini getirdiğini açıklamıştır. Aynı gün yayınlanan bir yasayla da Alman Ordusu teşkilatında önemli değişiklikler yapmıştır. Böylece, Almanya Versailles Barış Antlaşması'nın en önemli hükümlerinden biri olan silahlanma hükmünü tek taraflı olarak feshetmiştir. Versailles Barış Antlaşması'nı ortadan kaldırmaya kararlı olan Almanya, 7 Mart 1936'da askersiz hale getirilmiş bulunan Ren bölgesine asker göndermiştir. Fransa karşılık vermek istemişse de bu oldu-bittiyi kabul etmek zorunda kalmıştır.
Hitler'in amaçlarından biri de Avusturya'nın Almanya topraklarına katılması idi. Daha önce ilhak konusunda başarısız olan Hitler, koşulların olgunlaşması üzerine
11 Mart 1938'de Alman Ordularını Avusturya'ya göndererek bu ülkeyi işgal etmiştir. 12 Mart 1938'de Viyana ele geçirildikten sonra, 13 Mart'ta da Almanya ile Avusturya'nın birleştiği açıklanmıştır. Bu olay Avrupa'nın güçler dengesini bozarak, Almanya'yı öne çıkartmıştır.

1.2. İtalya'nın Habeşistan'ı İşgal Etmesi

XIX. yüzyılın sonlarında siyasal birliğini tamamlayan İtalya, vakit yitirmeden sömürgecilik
faaliyetlerine başlamıştı. Bu bağlamda Habeşistan'ı ele geçirmek istemişse de başarılı olamamıştı. Ancak, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra nüfusun hızla artması, endüstrinin hammaddeye gereksinim duyması ve 1929 dünya ekonomik bunalımından sonra ülkenin sarsılması, İtalya'nın tekrar el değmemiş zenginliklere sahip bulunan Habeşistan'la ilgilenmesine yol açmıştır. Öte yandan, İngiltere'nin de Habeşistan'ın Tuna Gölü bölgesini ele geçirmek istemesi, İtalya'nın bu ülkeyi kendi topraklarına katma isteklerini kamçılamıştır.
İtalya lideri Mussolini, 1930'lu yıllarda, Japonya'nın Mançurya'ya saldırması, Almanya'nın
da Versailles Barış Antlaşması'nı geçersiz kılması karşısında Milletler Cemiyeti'nin tepki göstermemesini fırsat bilerek harekete geçirmiştir. 3 Ekim 1935'te İtalyan uçakları Kuzey Habeşistan'daki Adowa ve Adigrat şehirlerini bombardıman ederek Habeşistan'ı işgale başlamışlardır. Milletler Cemiyeti işgalin sona erdirilerek barışın sağlanmasını istemişse de başarılı olamamıştır. Ancak, İngiltere, Habeşistan'daki çıkarları nedeniyle tepki gösterebilmiştir. Bu ülkeyi de Fransa, Almanya ve A.B.D. frenlemiştir. Milletler Cemiyeti'nin etkili olamaması ve büyük devletlerin ortak bir cephe kuramaması, politik koşullar bakımından İtalya'nın işini kolaylaştırmıştır. İtalyanlar engellenemediği gibi, Habeşistan'a askeri yardım da yapılamamıştır. Habeşistan halkı cılız bir direniş gösterebilmişse de başarılı olamamışlardır. Nihayet, İtalya, 9 Mayıs 1936'da Habeşistan'ı ilhak ettiğini ilan etmiştir. İtalyan Kralı'nın da aynı zamanda Habeşistan Kralı olduğu belirtilmiştir. Habeşistan işgali, 1930'lu yıllarda statükonun bozulmasına yol açan önemli olaylardan biri olmuştur.

1.3. Berlin - Roma - Tokyo Mihveri'nin Kurulması
İtalya'nın Habeşistan'ı ele geçirmesinin sonuçlarından biri de, Nazi Almanyasının ve Faşist İtalya'nın birbirine yaklaşması ve uluslararası politikada güç birliğine gitmeleridir. Nitekim, 1936 yılında İtalya ve Almanya arasında birçok karşılıklı ziyaretler yapılmıştır. İki devlet birbirlerini her konuda desteklemeye başlamışlardır. Mussolini 1 Kasım 1936'da Milano'da verdiği bir söylevde, bunu tüm çıplaklığıyla ortaya koymuştur: "Berlin - Roma çizgisi bir taksim çizgisi olmayıp, işbirliği ve barış isteyen bütün Avrupa devletlerinin etrafında toplanabileceği bir mihverdir" demiştir.

Anti-Komintern Pakt
Bu tarihlerde Avrupa'da bu gelişmeler olurken, Sovyetler Birliği de, Alman nazizminekarşı silahlanmasını hızlandırmıştı. Buna karşılık Almanya'da, bir taraftan Sovyetler Birliği'ne karşı pozisyonunu güçlendirmeye çalışırken, diğer taraftan da Japonya'ya yaklaşmaya başlamıştır. Nitekim, 1936 yılının ortalarından itibaren Almanya ve Japonya, Sovyetler Birliği'ne karşı birleşmişlerder. Bu gelişmelerin sonucunda Almanya ve Japonya, 25 Kasım 1936'da Berlin'de "Anti-Komintern Paktı"nı oluşturmuşlardır. Pakt, açık ve gizli olmak üzere iki kısımdan oluşmaktaydı. Açık kısma göre, taraflar Komünist Enternasyonalinin (Komitern) faaliyetleri ve buna karşı savunma önlemleri hakkında birbirlerine danışacaklar ve temas halinde bulunacaklardı. Ülkelerindeki komünist faaliyetlerine karşı sert önlemler alacaklar ve bu konudaki işbirliğini sağlamak için de devamlı bir komite kuracaklardı. Gizli kısma göre de, taraflardan biri Sovyetler Birliği'nin herhangi bir saldırısına uğrarsa, ortak çıkarları korumak için alınacak önlemler hakkında birbirlerine danışacaklardı. Ayrıca, birbirlerine haber vermeden Sovyetler Birliği ile hiçbir siyasal anlaşma yapmayacaklardı. Pakt'ın süresi Üçüncü Enternasyonal'in devamı süresince olacaktı. Bu Pakt ile, Almanya ve Japonya arasında siyasi rejim temeline dayalı bir ittifak yapılmış ve bununla "Berlin-Tokyo Mihveri" kurulmuştur. Yayılmacılık konusunda Almanya'dan ve Japonya'dan geri kalmayan İtalya da, 5 Kasım 1937'de Roma'da imzalanan bir antlaşmayla Anti-Komintern Paktı'na katılmıştır. Böylece, İkinci Dünya Savaşı'na giden süreçte önemli bir dönüm noktası olan "Berlin-Roma-Tokyo Mihveri" oluşturulmuş olmaktaydı.

1.4. Almanya'nın Avrupa'nın Siyasi Haritasını Değiştirmeye Yönelik Çalışmaları
Hitler, 13 Mart 1938'de Avusturya'yı ilhak ettikten sonra "bir ulus, bir devlet" politikasını tam anlamıyla gerçekleştirebilmek amacıyla, Çekoslovakya'yı ele geçirmenin yollarını aramıştır. Zira, Çekoslovakya'nın Südetler bölgesinde 3.5 milyon Alman yaşamaktaydı. Hitler, burayı Almanya topraklarına katmak için bu ülkedeki Nazilerin çıkardıkları karışıklıklardan yararlanma yoluna gitme isteğindeydi. Nitekim, Çekoslovakya sınırına asker yığarak amacına ulaşmaya çalışmıştır. Almanya'nın bu saldırgan tutumu karşısında İngiltere Başbakanı Chamberlain 15 Eylül 1938'de Almanya'da Hitlerle görüşerek soruna çözüm bulmaya çalışmıştır. Hitler, görüşmede Südet Almanları üzerindeki isteklerinden vazgeçemeyeceğini ve gerektiğinde savaşı göze alacağını açıklamıştır. Almanya'nın yayılmacılığı karışısında İngiltere ve Fransa savaş hazırlıklarına başlamıştır. Sovyetler Birliği ise, Çekoslovakya'ya yardım edeceğini belirtmiştir. Buna karşılık İtalya da, Almanya'yı desteklediğini ifade etmiştir. Böylece, Avrupa genel bir savaşla karşı karşıya gelmiştir.

Münih Konferansı
Sorunun gittikçe tırmanması üzerine İngiltere Başbakanı Chamberlain'ın önerisi üzerine Almanya, Fransa, İtalya ve İngiltere arasında 29 Eylül 1938'de Münih Konferansı toplanmıştır. Bu konferansta; Südet bölgesinin Almanya'ya verilmesine, Çekoslovakya'nın yeni sınırlarının saptanması için bir uluslararası komisyonun kurulmasına, saptanan sınırın uluslararası güvence altına alınmasına ve Almanya ile İngiltere'nin birbirlerine karşı savaşmayacaklarına dair noktalar üzerinde durulmuştur.
Almanya, Südet bölgesini almakla egemenlik alanını genişletmişti. Ancak, bunu yeterli görmemiş ve İngiltere ile Fransa'nın şiddetli karşı çıkmalarına rağmen, 15 Mart 1939'da ordusunu Prag üzerine göndererek Çekoslovakya'yı işgal etmiştir. Sovyetler Birliği ve Fransa, Almanya'ya bir nota vererek olayı protesto etmişlerdir. Almanya bu protestoları dikkate almadığı gibi bu kez de 23 Mart 1939'da Litvanya sınırları içinde bulunan Memel'e saldırmış ve ele geçirmiştir.

Almanya’nın Polonya’yı işgali

Adım adım ilerleyen Almanya, "doğuya doğru genişleme" politikası uyarınca, bir Orta Avrupa ülkesi olan Polanya'ya göz dikmiştir. Ve bu ülkeden Dantzing bölgesini istemiştir. Bu amacını gerçekleştirmek için Polonya'ya baskı yapmaya başlamıştır. Bunun üzerine İngiltere ve Fransa, 31 Mart 1939'da Polonya'ya garanti vermişlerdir. Polonya'nın bağımsızlığı tehdit edilir ve Polonya da buna karşı koyarsa, İngiltere ve Fransa bütün güçleriyle Polonya'ya yardım edeceklerdi. Batılı büyük devletlerin Almanya'ya karşı koyması, iki taraf arasındaki ilişkileri gittikçe daha da gerginleştirmiş ve savaşın çıkmasını bir an meselesi haline getirmişti. Nitekim, 11 Nisan 1939'da Alman ordularına verilen talimatta, 1 Eylül'de Polonya'nın işgal edilmesi için tüm hazırlıkların yapılması istenmiştir.

1.5. İtalya'nın Arnavutluk'u İşgal Etmesi

Almanya'nın kısa bir süre içerisinde egemenlik alanını genişletmesi, İtalya'nın faşist lideri Mussolini üzerinde olumsuz bir etki bırakmıştı. Bu nedenle, Mussolini kendi gücünü göstermek ve Dalmaçya kıyılarında üstünlük kurmak için Arnavutluk'u işgal etmeye karar vermiştir. Bu kararını 5 Nisan 1939'da Almanya'ya bildirmiş ve destek istemiştir. Almanya, Mussolini'nin bu girişimini şiddetle destekleyeceğini açıklamıştır. Bari ve Brindizi limanlarında hazırlanan İtalya donanması ve askerleri, 7 Nisan 1939'da Arnavutluk'u işgale başlamışlardır. Kısa bir süre içinde Arnavutluk, İtalya'nın egemenliği altına girmiştir. Bu olayla, Doğu Akdeniz ve Balkanların statükosu ağır bir tehdit altına girmiştir.

1.6. Sovyetler Birliği-Almanya Saldırmazlık Paktı

İtalya'nın Arnavutluk'u işgal etmesi İngiltere ve Fransa tarafından büyük tepkiyle karşılanmıştı. Bu sert tutum İtalya'yı daha fazla Almanya'ya itmişti. Nitekim, 22 Mayıs 1939'da, Almanya ve İtalya arasında "Çelik Pakt" adı verilen bir ittifak imzalanmıştı. İngiltere de, Almanya ve İtalya'nın gelecek genişleme girişimlerine göz yummayacağını göstermek için Polonya, Romanya ve Yunanistan'a askeri güvence vermiştir.
Bu arada, Sovyetler Birliği de, Batılı müttefiklerin kendisini herhangi bir saldırı karşısında savunmasız bırakacağı duygusuna kapılmıştı. Bu nedenle, 17 Nisan 1939'da Almanya'ya başvurarak, ideolojik farklılıkların iki devlet arasındaki ekonomik ilişkileri engellememesi gerektiğini söyleyip, bu ilişkileri geliştirmek istemiştir. Hitler, Sovyetler Birliği'nin bu yaklaşımına olumlu yaklaşmıştır. Ancak, Sovyetler Birliği'nde Dışişleri Bakanlığına Molotov'un getirilmesi gelişmelere yeni boyutlar kazandırmıştır. Molotov, Moskova'daki Alman büyükelçisine siyasal bir anlaşma yapılmasının daha uygun olacağını belirtmiştir. Bunun üzerine her iki ülke kendi çıkarları doğrultusunda bir "saldırmazlık paktı" yapılması hazırlıklarına girişmiştir. Nihayet, 23 Ağustos 1939'da "Sovyetler Birliği-Almanya Saldırmazlık Paktı" imzalanmıştır. Pakt'a göre; taraflar birbirlerine saldırmayacaklar, taraflardan biri üçüncü devletle savaşa tutuşursa, diğer taraf bu üçüncü devlete hiçbir şekilde yardım etmiyecekti. Ortak çıkarlar konusunda birbirleriyle ilişki kuracaklardı. Pakt, on yıl yürürlükte olacaktı.
Bu paktın sonucunda, Sovyetler Birliği'nin, İngiltere'nin ve Fransa'nın askeri heyetleri arasında bir süreden beri sürdürülen görüşmeler de sona erdirilmiştir. İngiltere, Pakt'a karşılık 25 Ağustos 1939'da Almanya'nın ele geçirmek istediği Polonya ile bir ittifak antlaşması yapmıştır. Tüm bu siyasal gelişmeler, dünyayı yeni bir dünya savaşının eşiğine getirmişti. Zira, devletler bloklaşmaya başlamış ve blokların birbirleriyle olan ilişkileri kopma noktasına gelmişti.
2. Savaşın Başlaması ve Yayılması
2.1. Almanya-Polonya Savaşı ve Polonya'nın Paylaşılması
İkinci Dünya Savaşı hangi olayla başlamıştır?
Almanya, Sovyetler Birliği ile saldırmazlık paktı imzaladıktan sonra, Polonya üzerindeki baskısını arttırmıştır. 29-30 Ağustos 1939'da Dantzing serbest şehrinin kendisine verilmesini, Koridor bölgesi için plebisit yapılmasını, seferberliğin kaldırılmasını ve bu konuları görüşmek üzere bir Polonya temsilcisinin 30 Ağustos günü Berlin'de bulunmasını istemiştir. Polonya, bu istekleri kabul etmekle birlikte, temsilcisinin istenilen tarihte Berlin'e gitmemesi üzerine Almanya harekete geçmiştir. Alman birlikleri, 1 Eylül 1939'da savaş ilan etmeksizin Polonya'yı işgale başlamıştır. İngiltere ve Fransa, Almanya'dan işgalin sona erdirilmesini ve birliklerini Polonya'dan geri çekmesini istemiştir. Ancak, bir yanıt alamadıkları için 3 Eylül 1939'da Almanya'ya savaş ilan etmek zorunda kalmışlardır. Böylece dünyayı altı yıl boyunca kasıp kavuracak İkinci Dünya Savaşı başlamıştır. Almanya, 28 Eylül'de Polonya'nın en önemli kentlerinden biri olan Varşova dahil olmak üzere ülkenin büyük bölümünü ele geçirmiştir. Polonya'nın işgale uğraması Sovyetler Birliği'ni harekete geçirmiştir. Bu ülke, Almanya ile yaptığı saldırmazlık paktında kendisine ayrılan Polonya topraklarını işgale başlamıştır. Bunun üzerine Almanya ve Sovyetler Birliği, 28 Eylül 1939'da Moskova'da ek bir antlaşma yaparak, Polonya'yı aralarında paylaşmışlardır. Sovyetler Birliği, Polonya'nın doğusunu, Almanya'da Varşova dahil batısını almıştır.
2.2. Sovyetler Birliği'nin Baltık Ülkelerini Ele Geçirmesi Sovyetler Birliği, Baltık ülkelerini ele geçirirken nasıl bir strateji izlemiştir?
Sovyetler Birliği, Birinci Dünya Savaşı sonunda kaybettiği Baltık topraklarını tekrar ele geçirmek için bu bölgeye yönelmiştir. 27 Eylül 1939'da Estonya'dan kendisine deniz ve hava üsleri verilmesini istemiştir. Bu isteğin geri çevirilmesi halinde, ülkenin işgal edileceğini bildirmiştir. Bunun üzerine, Estonya, Sovyetler Birliği ile 28 Eylül 1939'da karşılıklı yardım antlaşması imzalamak zorunda kalmıştır. Sovyetler Birliği, bu antlaşmayla Estonya'da deniz, kara ve hava üslerine sahip olduktan sonra, 5 Ekim'de Letonya, 12 Ekim 1939'da Litvanya ile imzaladığı karşılıklı yardım antlaşmalarıyla, bu ülkelerde de üsler elde etmiştir. Baltık Denizi'nin doğu kıyılarını nüfuzu altına alan Sovyet Birliği, Finlandiya'dan da üsler istemeye başlamıştır. Sovyetler Birliği, Finlandiya'nın istekleri kabul etmemesi üzerine, 30 Kasım 1939'da bu ülkeye saldırmıştır. Finliler, ülkelerini başarıyla savunmuşlardır. Ancak, Finlandiya, uluslararası alanda yalnız kaldığından barış görüşmelerini kabul etmek zorunda kalmıştır. 12 Mart 1940'da Sovyetler Birliği-Finlandiya Barış Antlaşması imzalanmıştır. Finlandiya bağımsızlığını korumakla birlikte, Sovyetler Birliği, bu ülkeden önemli ölçüde toprak kazanmış, üs kurma hakkı elde etmiştir. Bu olayla, Sovyetler Birliği, Baltık kıyılarına iyice yerleşmiştir.

2.3. Almanya'nın Danimarka ve Norveç'i İşgal Etmesi
Almanya'nın Danimarka ve Norveç'i işgal etmesindeki amacı nedir?
Almanya, Fransa'ya saldırmadan önce, stratejik yönden önemli olan Danimarka ve Norveç'i ele geçirmeye çalışmıştır. Hitler Almanyası, İngiliz donanmasının Norveç kara sularında bulunan bir Alman gemisine saldırmasını bahane ederek, 9 Nisan 1940'da Danimarka ve Norveç'i işgal etmeye başlamıştır. Danimarka kısa bir direnmeden sonra teslim olmuş, Norveç de, Nisan ayının sonuna kadar karşı koymasına rağmen, Almanların işgalinden kurtulama- mıştır. Norveç Kralı ve hükümeti Londra'ya kaçtı. Hitler, bu işgallerle, Büyük Alman Devleti'nin yanısıra büyük bir Cermen İmparatorluğu amacına da yönelmiştir.

2.4. Batı Cephesi'nin Açılması
Almanya, Norveç ve Danimarka'yı işgal ederek doğusunu ve kuzeyini güvenlik altına aldıktan sonra, Batı'ya, Fransa üzerine yönelmiştir. Nitekim, 10 Mayıs 1940 sabahı Alman Orduları Hollanda, Belçika ve Lüksemburg'a saldırmaya başladılar. Lüksemburg hemen işgal edilmiştir. Hollanda ve Belçika kendilerini savunmalarına rağmen, Hollanda 15 Mayıs 1940'da, Belçika da 28 Mayıs'ta teslim olmak zorunda kalmıştır. Bu başarılardan sonra Almanlar, bir yandan İngiliz ve Fransız güçlerini Manş kıyılarında çember içine alırken, bir yandan da Paris üzerine yürümeye başlamışlardır. Bu arada, Almanya'nın kesin olarak başarılı olacağına inanan İtalya da, 10 Haziran 1940'da Fransa'ya savaş ilan ederek, İkinci Dünya Savaşı'na katılmıştır. Almanya, bu olumlu gelişmeler sonucunda 14 Haziran 1940'da Paris'e girmiştir. Bunun üzerine Fransa'da hükümet değişikliği olmuş, Mareşal Petain başkanlığında
kurulan yeni hükümet, 22 Haziran 1940'da Compiegne'de Almanlarla mütareke imzalamıştır. Bu mütarekeye göre; Fransız Ordusu silahsızlandırılarak tutsak edilmiş, Fransa'nın bütün batı kıyıları, kuzeyi ve doğusu Alman işgaline bırakılmıştır.

Fransa'nın işgal edilmesinden sonra nasıl bir direniş hareketi başlatılmıştır?
Vichy'ye taşınmış olan yeni Fransız Hükümeti, Almanya yanlısı bir politika izlemiştir. Ancak, Londra'da askeri ateşe olarak bulunan General de Gaulle, Fransız Hükümeti'ni tanımadığını açıklayarak, anavatan toprakları dışında bir direniş gücü oluşturmaya çalışmıştır. Nitekim de Gaulle, Fransa'nın Alman işgalinden kurtarılması için büyük çaba harcayacaktır. Almanya, Fransa'yı savaş dışı bıraktıktan sonra İngiltere'ye yönelmiştir. Ancak, Almanların, çetin İngiliz direnişi karşısında, İngiliz adalarında hava üstünlüğünü ele geçirememesi ve kış mevsiminin gelmesi üzerine bu ülkenin işgalinden vazgeçmişlerdir.Bundan sonra, Batı cephesinde Normandiya çıkarmasına kadar, hava savaşları ve Fransız direniş gruplarının eylemleri etkili olmuştur.

2.5. Kuzey Afrika Cephesi
İtalya'nın Kuzey Afrika'da cepha açması, İngiltere'yi nasıl etkilemiştir?
İtalya'nın 10 Haziran 1940'da Fransa'ya savaş ilan ederek İkinci Dünya Savaşı'na katılması, İngiltere'nin güç durumda kalmasına yol açmıştı. Zira, İtalya, Kuzey Afrika'da stratejik bir öneme sahip olan Libya'yı elinde bulunduruyordu. Ayrıca, Akdeniz'de bulundurduğu donanma ile İngiltere'nin sömürgeleriyle bağlantısını önemli ölçüde kesmekteydi. Bu bakımdan, stratejik ve ekonomik yönlerden önemli bir alan olan Kuzey Afrika'nın tümüyle ele geçirilmesi, savaşın gidişatını değiştirilebilecekti. Kuzey Afrika'yı ısrarla ele geçirmek isteyen İtalya, Libya'da topladığı 200 bin kişilik bir orduyla, 13 Eylül 1940'da Mısır'a saldırmıştır. Ancak, kısa bir ilerlemeden sonra durdurulmuştur. Mısır'daki İngiliz kuvvetleri takviye alarak güçlendikten sonra 8 Aralık 1940'da karşı saldırıya geçmiştir. Nitekim, Şubat 1941'de Bingazi, Nisan 1941'de de İtalya'nın elinde bulunan Eritre ve Habeşistan'ı işgal etmiştir.
Kuzey Afrika Cephesi'nde olaylar nasıl gelişmiştir?
İtalya'nın ard arda başarısızlığa uğraması üzerine, Almanya, 1941 yılının Mart ayında Kuzey Afrika savaşlarına katılmıştır. General Rommel komutasındaki Alman orduları, İngilizler karşısında başarı kazanarak İskenderiye yakınlarına kadar ilerlemişlerdir. Ancak, 1942 yılının Ekim ayından itibaren İngiliz karşı saldırısı üzerine Mihver devletleri gerilemeye başlamışlardır. Müttefik devletlerin de Kuzey Afrika'ya asker göndermeleriyle yapılan savaşlar sonucu, Mihver devletleri yenilmişler ve 1943 yılının Mayıs ayında teslim olmuşlardır. Böylece, Müttefikler, Kuzey Afrika savaşlarında başarı kazanarak Akdeniz'in güney kıyılarına egemen olmuşlardır.

2.6. Balkan Cephesi
Fransa'nın yenilmesinden sonra, 27 Eylül 1940'da İtalya, Japonya ve Almanya arasında
Üçlü Pakt denilen bir ittifak antlaşması imzalanmıştı. Bu Pakt'la, Almanya ve İtalya Avrupa'da; Japonya'da Uzak Doğu'da istilaya dayalı "yeni düzenler" kuracaklardı. Nitekim, Almanya, Avrupa'daki bazı küçük devletleri anlaşmalarla egemenliği altına almaya başlamıştır.
Bununla birlikte, Almanya, kısa vade de Sovyetler Birliği ile bir çatışmayı da göze almamıştır. Hatta, bu ülkeyi Üçlü Pakt'a alarak dünyanın paylaşılmasına onları da ortak etmek istemiştir. Bu amaçla, 12-13 Kasım 1940'da Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov Berlin'e davet edilmiştir. Ancak bu görüşmelerde, Hitler, Sovyetlere İran ve Hindistan'ı alarak Hint Okyanusuna çıkmalarını önermiştir. Oysa, Sovyetler Birliği, Finlandiya, Bulgaristan ve Boğazlar'a dayalı olarak çeşitli isteklerde bulunmuştur. Görüşmelerin başarısızlığa uğraması nedeniyle Sovyetler Birliği ve Almanya'nın arası açılmaya başlamıştır.
Almanya'nın Balkanlara yönelmesindeki temel amaç nedir?
Öte yandan Almanya, İngiltere'yi kısa sürede yenemiyeceğini anlamış, bu nedenle, geniş doğu topraklarını ele geçirerek, hammadde stoklarını arttırmanın yollarını aramaya başlamıştır. Bu yolla, İngiltere'yi yıpratmayı hedeflemiştir. Almanya, bu amaçlarına ulaşmak için öncelikle, Orta Avrupa ve Güney-Doğu Avrupa topraklarını ele geçirmeye çalışmıştır. 20 Kasım 1940'ta Macaristan'ı, 23 Kasım 1940'ta Romanya'yı ve 24 Kasım 1940'ta da Slovakya'yı zorla Üçlü Pakt'a almıştır. Bulgaristan da, karşı koymasına rağmen 1 Mart 1941'de Üçlü Pakt'a katılmak zorunda kalmıştır. Tüm bu gelişmeler üzerine, Yugaslavya, 6 Nisan 1941'de Sovyetler Birliği
ile bir dostluk antlaşması imzalamıştır. Ancak, Almanya, antlaşmanın yapıldığı gün Yugoslavya'yı işgal etmeye başlamış ve 17 Nisan 1941'de de teslim almıştır. Almanya, Yugoslavya'yı İtalya, Macaristan ve Bulgaristan arasında paylaştırmıştır. Fakat, Tito'nun önderliğindeki komünistler ile Mihailoviç'in önderliğindeki ulusalcılar, Almanlarla şiddetli bir gerilla savaşına girişmişlerdir. Bu arada, Mussolini de, Hitler'e bilgi vermeden Yunanistan'ı işgal etmek istemişti. Bunun için, 28 Ekim 1940'da Yunanistan'a ultimatom vererek, bu ülkeden üsler istemişti. Ancak, red edilince Arnavutluk'taki İtalyan kuvvetlerini Yunanistan'a saldırtmıştır. Fakat, İtalyan kuvvetleri başarısızlığa uğramıştır. İşte, bu gelişmelerden sonra, 6 Nisan 1941'de Almanya'nın Bulgaristan'daki kuvvetlerini Yunanistan'a girmeye başlamıştır. Yunanlılar, kendilerini savundularsa da, 25 Nisan'da Atina, 31 Mayıs 1941'de de Girit paraşütcü Alman birlikleri tarafından işgal edilmiştir. Daha sonra da bütün Ege Adaları ele geçirilmiştir. Böylece, Almanlar, Balkanlar da kısa süre içinde önemli başarılar elde etmişlerdir.
2.7. Almanya - Sovyetler Birliği Savaşı
Almanya, Sovyetler Birliği'ni işgal ederken nasıl bir strateji izlemiştir?
Almanya'nın kısa bir süre içinde çeşitli cephelerde büyük başarılar elde etmesi, Hitleri daha büyük amaçlar belirlemesine ve gerçekleştirmeye yöneltmiştir. Nitekim, Almanlar, 22 Haziran 1941'de savaş ilan etmeksizin Sovyetler Birliği'ne saldırmıştır. Alman Ordusu üç koldan Sovyetler Birliği'ne taarruz etmişti. Güney kolu kısa bir süre içinde Odesa'yı ve Kiev'i almış, Kırım ve Sıvastopol'u kuşatmış ve Rostov'a ulaşmıştı. Orta kesim ordusu ise, Smolensk'i ele geçirerek Moskova'ya yönelmişti. Kuzey ordusu da, Baltık ülkelerinden hareket ederek Leningrad üzerine yürümüştü. Ancak, Sovyet halkının direnişi üzerine Almanlar, Leningrad'ta durdurulmuştur. Almanlar yoğun bir saldırı düzenlemesine rağmen Moskova'yı alamamışlardır. Bunda kış mevsiminin gelmesi ve Alman ordusunun kış koşullarına göre organize edilememesi de etkili olmuştur.
Sovyetler Birliği'nin işgal edilmesi, güçler dengesini nasıl değiştirmiştir?
Almanya'nın Sovyetler Birliği'ne saldırması üzerine, Sovyetler ile İngilizler arasında 12 Temmuz 1941'de Ortak Hareket Antlaşması imzalanmıştır. Bununla iki devlet, Almanya'ya karşı birbirini desteklemeyi, bütün güçleriyle birbirlerine yardım etmeyi ve Almanya ile ayrı ayrı mütareke ve barış antlaşması imzalamamayı kararlaştırmışlardır. Bununla birlikte, 4 Aralık 1941'de Sovyetler Birliği ve Polonya arasında Dostluk ve Yardım Paktı adı verilen bir antlaşma imzalanmıştır. Bu antlaşmaların yapılması ve A.B.D.'nin savaşa girmesinden sonra, İngiltere ve Sovyetler Birliği arasında 26 Mayıs 1942'de bir ittifak antlaşması yapılmıştır. Antlaşmada; İngiltere ve Müttefiklerinin Sovyetler Birliği - Almanya savaşına katılması, savaş sonunda barışın korunması için birlikte hareket edilmesi, A.B.D. ile sıkı işbirliği yapılması ve karşılıklı her türlü yardım yapılması gibi noktalara yer verilmişti.
Sovyetler Birliği, İngilizlerle ittifak antlaşması yaptıktan sonra hangi değerleri öne çıkarmıştır?
Bu antlaşmayla müttefikler, Sovyetlerin Doğu Avrupa'da Almanları durdurması ve baskı altına almasını hedeflemişlerdir. Sovyetler Birliği de, Alman saldırılarına karşı önemli sayılacak siyasi ve askeri destek sağlamıştır. Bununla birlikte, Sovyet lideri Stalin de, Alman saldırılarını durdurmak için kapitalist ülkelerdeki düzeni yıkmayı hedefleyen Üçüncü Enternasyonelin lağv edilmesini sağlamış, Bolşevik ilkeleri bir yana bırakmış, ulusalcılığı ve dini ön plana çıkarmıştır. Halkı da, faşizmle mücadeleye çağırmıştır. Sovyet yöneticileri, içte ve dışta sağladıkları destekle uzun süre Alman kuşatmasına karşı koymuşlardır.

2.8. A.B.D.'nin Savaşa Girmesi
A.B.D., İkinci Dünya Savaşı'nın başlarında nasıl bir politika izlemiştir?
A.B.D., Avrupa'da başlayan savaş karşısında tarafsız kalmıştı. Ancak, Müttefik devletlere değişik zamanlarda askeri yardımlarda da bulunmuştur. Bununla birlikte, İkinci Dünya Savaşı'nın çıkmasıyla A.B.D. ve Japonya arasındaki ilişkiler de gerginleşmeye başlamıştı. Zira, Uzakdoğu'da Japonya ve A.B.D.'nin çıkarıyla çatışmaktaydı. Japonya, 1937'de başlattığı Çin Savaşı'nı sürdürmekte kararlı idi. A.B.D.'de Çin'e mali yardımda bulunarak, Japonya'nın yayılmacılığını önlemek istemiştir.
A.B.D. hangi olayla savaşa girmiştir?
Tüm bu gelişmelerin yanında, Japonya'daki militarist yönetim, Almanların Rusya'da ilerlemesinden ve Anglo-Saksonların Pasifik'te zayıf bulunmasından cesaret alarak, eskiden beri özlemini duyduğu Büyük Pasifik İmparatorluğu'nu kurmak için harekete geçmiştir. Nitekim, Japonya, 7 Aralık 1941'de Hawaii Adalarında Pearl Harbour'da demirli bulunan Amerikan Pasifik donanmasına saldırmış ve bu donanmanın büyük kısmını yok etmiştir. Bu olayın sonucunda Japonya, 8 Aralık günü A.B.D. ve İngiltere'ye, 11 Aralık'ta da Almanya ve İtalya, A.B.D.'ne resmen savaş ilan etmiştir. Hatta, dünyanın değişik bölgelerinde bulunan birçok devlet de, içinde bulundukları bloklara uygun, birbirleriyle savaşa girmişlerdir. Böylece, savaş tam bir dünya savaşına dönüşmüştür.
Japonya, savaşın ilk anlarında büyük başarılar kazanmışlardır. Pasifik'te birçok bölgeyi ve Hindiçini'ni işgal etmişlerdir. Ancak, Müttefikler, 1942 yılının sonlarında Japonya'nın yayılmasını durdurmuşlardır. A.B.D., 12-13 Kasım 1942'de Salomon adaları açıklarında Japonya donanmasını ilk büyük yenilgiye uğratmıştır. Bu olayla, Uzakdoğu'da savaş Japonya'nın aleyhine dönmeye başlamıştır.

3. Savaş Sırasında Önemli Siyasal Buluşmalar
3.1. Atlantik Bildirisi
Almanya'nın Sovyetler Birliği'ne saldırması, bunun üzerine Sovyetler Birliği'nin de 12 Temmuz 1941'de İngiltere, 1 Ağustos'ta da A.B.D. ile birer antlaşma imzalaması savaşın gidişatında önemli bir dönüm noktası oluşturmuştur. A.B.D. Başkanı Roosevelt ve İngiltere Başbakanı Churchill, 1941 yılının Ağustos ayının başlarında savaşla ilgili gelişmeleri görüşmek üzere Atlantik'te (Atlas Okyanusu'nda) bir savaş gemisinde biraraya gelmişlerdir.

Atlantik Bildirisi'nde hangi ilkelere yer verilmiştir?
Roosevelt ve Churchill, görüşmelerden sonra, 14 Ağustos 1941'de "Atlantik Bildirisi" adı verilen bir metin yayınlamışlardır. Bildiride iki devlet; topraklarını genişletmek istemediklerini, her ulusun kendi istediği hükümet şeklini seçme hakkına uyacaklarını, küçük-büyük tüm devletlerin aynı koşullar altında dünya ticaretine katılmalarını istediklerini, Nazi diktatörlüğünün tam olarak yıkılmasından sonra, bütün ulusların sınırları içinde güvenle yaşama olanağı sağlayacak bir barışın yapılmasını, böyle bir barışla bütün insanlara engel çıkartılmadan bütün deniz ve okyanuslarda dolaşma olanağının sağlanmasını ve bütün ulusların kuvvet kullanmaktan vazgeçme yolunu tutmaları gerektiğine inandıklarını belirtmişlerdir. Görüldüğü gibi, bildiriye özgürlük ve demokrasi ilkeleri yön vermiştir. A.B.D.'nin savaşa katılmasından sonra, Almanya'ya karşı savaşa giren 26 devletin de imzasıyla, 1 Ocak 1942'de, Atlantik Bildirisi esas olmak üzere "Birleşmiş Milletler Bildirisi" yayınlanmıştır. Bu bildiride, Atlantik Bildirisi'ndeki ilkeler aynen kabul edilmiştir. Ayrıca, zafer elde edilinceye kadar işbirliği yapılacağı açıklanmıştır. Böylece, savaştan sonra kurulacak olan Birleşmiş Milletler Örgütü'nün nüvesi oluşturulmuştur.

3.2. Kazablanka Konferansı
Kazablanka Konferansı'nda hangi konular üzerinde durulmuştur?
A.B.D. Başkanı Roosevelt ve İngiltere Başbakanı Churchill arasında, 14-24 Ocak 1943 tarihleri arasında Kazablanka kentinde yapılmıştır. Sovyet lideri Stalin de davet edilmişse de katılamamıştır. Bu konferansta, A.B.D. kuvvetlerinin, 1942 yılının Kasım ayında Fas ve Cezayir'e çıkması üzerine, Kuzey Afrika savaşlarının gidişatı ve sonrası hakkında stratejik ve diplomatik sorunlar ele alınmıştır. Konferansın sonunda; Sovyetler Birliği üzerindeki baskıyı hafifletmek için Sicilya'ya çıkartma yapılması, Balkanlarda ikinci bir cephenin açılması, bunun için de Türkiye'nin savaşa katılmasını sağlamak üzere hazırlıklara girişilmesi, Mihver
Devletleri'nin kayıtsız şartsız teslimine kadar mücadeleye devam edilmesi gibi kararlar
alınmıştır.
3.3. Washington Konferansı
12-16 Mayıs tarihleri arasında Roosevelt ve Churchill arasında gerçekleştirilen konferansta, savaş sorunları görüşülmüştür. İtalya'nın işgal edilmesi, Türk hava alanlarından yararlanılması, ikinci cephenin Fransa'da açılması, savaş sonrasında kurulacak barışın korunması sorumluluğunun A.B.D., İngiltere, Sovyetler Birliği ve Çin'e verilmesi kararlaştırılmıştır.
3.4. Quebec Konferansı
Quebec Konferansı'nda hangi öneriler kabul edilmemiştir?
Roosvelt ve Churchill, 14-24 Ağustos 1943 tarihleri arasında Kanada'nın Quebec kentinde tekrar biraraya gelmişlerdir. Görüşmelerde, Almanya'nın silahsızlandırılmasını ve kontrol altına alınmasını öngören bir plan kabul edilmiştir. Ayrıca, Churchill, Türkiye'nin savaşa sokulmasını ve ikinci cephenin Balkanlarda açılmasını önermiştir. Ancak, bu öneriler kabul görmemiştir. Daha önce, Fransa'da açılması planlanan ikinci cephenin Normandiya kıyılarında olmasına ve bunun hazırlanması sorumluluğunun da A.B.D.'ne bırakılmasına karar verilmiştir.
3.5. Moskova Konferansı
Moskova Konferansı'nda hangi kararlar alınmıştır?
Bu konferansta; A.B.D., İngiltere, Sovyetler Birliği ve Çin dışişleri bakanları 19 Ekim 1943'te Moskova'da Kremlin Sarayı'nda biraraya gelerek, savaşta meydana gelen son gelişmeleri görüşmüşlerdir. Konferans, 1 Kasım'da yayınlanan ortak bildirilerle sona ermiştir. Bildirilerde; Müttefik devletlerin düşmanın kayıtsız-koşulsuz teslim olmasından sonra, barışı sürdürebilmek için bütün barış seven devletlerin eşit haklarla katılabilecekleri bir örgüt kurulmasına, İtalya'daki savaş suçlularının mahkemeye verilmesine, Avusturya'nın savaştan sonra bağımsız bir devlet olmasına ve Alman savaş suçlularının yargılanmak üzere ilgili devletlere teslim edilmesine karar verildiği açıklanmıştır.
3.6. Kahire Konferansı
Kahire Konferansı'nda hangi kararlar alınmıştır?
22-26 Kasım 1943'te Roosevelt, Churchill ve Çin Devlet Başkanı Çan-Kay,Şek'i arasında yapılan konferansta, Uzakdoğu'daki savaş gelişmeleri ele alınmıştır. Ayrıca, savaş sona erdiğinde Japonya ile yapılacak barışın esaslarının neler olması gerektiği üzerinde durulmuştur. Ancak, bu konularda kesin bir sonuca varılamamıştır. Bununla birlikte, konferansa katılan üç devlet, 26 Kasım 1943'te yayınladıkları ortak bildiride; Japonya'yı Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra ele geçirmiş olduğu bütün toprakları boşaltmaya zorlamak, Kore'nin bağımsızlığının tanınması gibi konularda da hemfikir olduklarını belirtmişlerdir.
3.7. Tahran Konferansı
Tahran Konferansı'nda hangi kararlar alınmıştır?
İran, 1941 yılında Sovyet Birliği'ne kolay yollardan yardım ulaştırabilmek için İngilizler ve Sovyetler tarafından işgal edilmişti. Stalin, üç büyük Müttefik devlet adamının buluşmaları gündeme gelince, Kızıl Ordu birliklerinin işgali altında bulunmayan bir yere gitmeyeceğini açıklamıştır. Bunun üzerine, Roosevelt, Churchill ve Stalin, Tahran'da biraraya gelmişlerdir. 28 Kasım-1 Aralık 1943 tarihleri arasında yapılan konferansta; İran'a yardım yapılması, Türkiye'nin savaşa sokulması, Yugoslavya'daki direnişçilere her türlü desteğin verilmesi, Normandiya'da ikinci cephenin açılması, Polonya sınırının saptanması, kesin zafere kadar savaşın birlikte sürdürülmesi ve savaştan sonra barışın korunması için bir uluslararası örgütün
kurulması kararlaştırılmıştır.
3.8. Yalta Konferansı
Fransa, 6 Haziran 1944'de Normandiya çıkarmasından sonra Alman işgalinden kurtarılmıştı. Bundan sonra, Almanya'nın teslim olması gündeme gelmişti. Bu durumda, hem gelecek barış hakkında daha esaslı bir anlaşmaya varmak, hem de Sovyetler Birliği'nin Japonya'ya savaş açmasını sağlamak amacıyla üç büyük Müttefik devlet başkanı 4 Şubat - 11 Şubat 1945'te Kırım'ın Yalta kentinde biraraya gelmişlerdir. Roosevelt, Churchill ve Stalin, Yalta Konferansında; Sovyetler Birliği'nin Almanya teslim olduktan sonra Japonya'ya savaş açması ve buna karşılık daha önce bu devlete bıraktığı toprakları ve Kuril adalarını alması, Sovyetler Birliği'nin Çin ile bir dostluk ve ittifak antlaşması imza etmesi, üç büyük Müttefik devletin ordularının Almanya'nın birer bölgesini işgal etmesi, merkezi Berlin olmak üzere her üç devletin komutanlarından oluşan bir "Merkez Kontrol Komisyonu" nun kurulması, Fransa'nın da Almanya'ya işgal birlikleri göndermesi, Alman militarizmi ve nazizminin yok edilmesi, Almanya'nın savaş tazminatı ödemesi ve Birleşmiş Milletler Örgütü'nün kurulması için 25 Nisan 1945'te San Fransisco'da bir konferans toplanması gibi konular üzerinde durmuşlardır.
Yalta Konferansı, Müttefik Devletler üzerinde ne gibi etki yaratmıştır?
Yalta Konferansı, üç büyük Müttefik devlet arasında öteden beri süregelen anlaşmazlığı belirginleştirmiştir. Roosevelt, Birleşmiş Milletler Örgütü konusunda alınan karardan memnun kalmıştır. Ancak, Churchill, Sovyetler Birliği'ne çok fazla ödün verildiğini düşünmüştür. Müttefikler arasındaki bu farklı tutum ve davranışlar, savaş sırasında meydana getirilmiş olan ittifakın yara almasına yol açmıştır. Hatta, Müttefikler arasında işbirliğini sona erdirmiştir. Ancak, ideolojileri ve devlet yapıları farklı üç büyük Müttefik devlet, savaş tümüyle sona ermediği için bir süre daha birlikte hareket etmişlerdir.
3.9. Potsdam Konferansı
Almanya'nın teslim olmasından sonra, Avrupa'da ortaya çıkan sorunları görüşmek üzere, üç büyük Müttefik devlet, 17 Temmuz - 2 Ağustos 1945 tarihleri arasında Berlin yakınlarında Potsdam'da bir toplantı yapmışlardır. Potsdam Konferansı'nda A.B.D.'ni (Roosevelt 12 Nisan 1945'te öldüğü için yerine geçen) Başkan Yardımcısı Harry S. Truman, İngiltere'yi konferansın ilk günlerinde Churchill ve daha sonra (Churchill, 1945 yılı Temmuz ayında yapılan genel seçimi kaybettiği için) İşçi Partisi lideri ve yeni Başbakan Clement Attlee, Sovyetler Birliği'ni de Stalin temsil etmişlerdir. Konferansın en önemli konusunu barışın nasıl sağlanacağı oluşturmuştur. Bilindiği gibi, Almanya, Müttefikler tarafından dört bölgeye ayrılmış ve her bölge bir Müttefik devlet tarafından işgal edilmişti. Ancak, bu bölgelerin sınırları kesin olarak saptanamamıştı. Ayrıca, Müttefik devletler, gerek Almanya, gerek Avrupa'nın çeşitli sorunları konusunda farklı görüşlere sahip olmuşlardır. Bu nedenle, Müttefikler, A.B.D. ve İngiltere bir tarafta, Sovyetler Birliği de diğer tarafta olmak üzere
ikiye ayrılmışlardı.
Postdam Konferansı'nda Almanya'nın geleceği hakkında ne gibi kararlar alınmıştır?
Üç büyük Müttefik Devlet, anlaşmaya vardıkları konularda, konferansın bitiş tarihi
olan 2 Ağustos 1945'te bir deklarasyon yayınlayarak açıklamışlardır. Buna göre;
• Almanya'nın kontrolünün A.B.D., İngiltere, Sovyetler Birliği ve Fransa işgal
bölgelerinin komutanları aracılığıyla yapılması,
• Almanya'nın silahsızlandırılması ve askerlikten arındırılması,
• Almanya silahlı kuvvetlerinin, Nazi birlik ve örgütlerinin tümüyle kaldırılması,
• Alman savaş endüstrisinin ortadan kaldırılarak yeniden düzenlenmesi ve
Alman ekonomisinin Müttefikler tarafından kontrol edilmesi,
• Savaş suçlularının tutuklanması ve kontrol edilmesi,
• Almanya'nın savaş tazminatı ödemesi,
• Almanya'da demokratik bir düzenin kurulması,
• Barışla ilgili düzenlemelerin yapılması için A.B.D., İngiltere, Sovyetler Birliği,
Çin ve Fransa dışişleri bakanlarından oluşan bir "Dışişleri Bakanları Konseyi"
nin kurulması,
• Oluşturulan konseyin Romanya, Bulgaristan, Macaristan ve Finlandiya barış
sözleşmelerini hazırlamakla yükümlü olması.
Postdam Konferansı'nda Türkiye hangi konuyla ilgili olarak ele alınmıştır?
Potsdam Konferansı'nda bu ana konuların yanısıra; Sovyet Birliği'nin Japonya'ya savaş açması, Avusturya ve başkenti Viyana'nın dört işgal bölgesine ayrılması, İtalya ile koşulları ağır olmayan bir şekilde barış yapılması, İran'ın derhal boşaltılması, Sovyetler Birliği'nin Boğazların Türkiye ile birlikte kendi kontrolüne verilmesine karşılık, Boğazlardan geçişin tam serbest olması gibi konular da tartışılmıştır. Konferans'ta alınan kararlar ve tartışılan konular, Avrupa'nın siyasi, sosyal ve askeri geleceğinin belirlenmesinde önemli olmuştur. Yapılacak barış antlaşmalarının temel koşullarını da belirlemiştir. Potsdam Konferansı, üç büyük Müttefik Devletin İkinci Dünya Savaşı'nda yaptıkları son büyük konferans olmuştur. Bu konferans, bu devletler arasındaki anlaşmazlığı arttırmış ve dünya başlıca iki nüfuz alanına veya iki bloka ayrılma dönemine girmeye başlamıştır.

4. Savaşın Sona Ermesi
4.1. Avrupa'da Savaşın Sona Ermesi
4.1.1. İtalya'nın Savaştan Çekilmesi
Müttefik Devletler, Mareşal von Rommel'in komutasındaki Alman birliklerini Elalameyn önünde durdurmuştur. Bunun üzerine, İngilizler, Mareşal Montgomery'in emri altındaki birliklerle 1942 yılının Ekim ayında karşı saldırıya başlamış ve Alman von Rommel'i ard arda yenilgiye uğratmıştır. 8 Kasım 1942'de de, General Eisenhower yönetimindeki Amerikan ve İngiliz birlikleri Kuzey Afrika'da karaya çıkmış ve kısa sürede bu bölge ele geçirilmiştir.
İtalya'nın yenilmesi iç politikasında ne gibi değişiklikler yaratmıştır?
Müttefikler, bu gelişme üzerine, İtalya'yı işgal etmek ve Mihver Devletlerine karşı güneyden bir cephe açmak için 10 Temmuz 1943'te İtalya'nın kuzeyine doğru ilerleyerek bu ülkeyi işgal etmişlerdir. Bunun üzerine, gerek İtalya'nın savaşın başlangıcından itibaren ard arda başarısızlığa uğraması, gerek ülkenin işgal edilmesi, halkın rejime karşı bir hoşnutsuzluk duymasına yol açmıştı. Nitekim, 24 Temmuz 1943'te toplanan Büyük Faşist Konseyi, Mussolini'yi iktidardan düşürmüştür. Yeni hükümetin başına Mareşal Bodoglio getirilmiştir. Mareşal Bodoglio'nun yaptığı ilk iş, Mussolini'yi hapsetmek ve Faşist Partisi'ni lağv etmek olmuştur. İtalya yöneticileri, bu gelişmelerden sonra 3 Eylül 1943'te Müttefiklerle bir mütareke yaparak savaştan çekilmiştir. 13 Ekim 1943'te de Almanya'ya savaş ilan etmişlerdir.
İtalya'nın savaştan çekilmesi, Almanya'yı alabildiğine zor durumda bırakmıştır. Akdeniz bölgesi, Müttefiklerin egemenliği altına girmiş ve Yunanistan ile Yugoslavya'da Almanlara karşı ulusal kurtuluş hareketleri büyük ivme kazanmıştır.
4.1.2. Almanya'nın Teslim Olması
Müttefik Devletler, 1944 yılında hava üstünlüğünü sağlamışlardı. Özellikle de, 6 Haziran 1944'te Fransa'nın Normandiya kıyılarına çıkarma yaparak "ikinci cephe" yi açmışlardır. 9 Ağustos 1944'te Paris'i Alman ordularından kurtarmışlardır. Fransız direniş hareketinin ünlü ismi General de Gaulle, hükümet kurarak Fransa'ya yeniden hayat kazandırdı. Bu askeri gelişmeler üzerine Almanya için kurtuluş olanağı kalmamıştı. Doğudan ve batından Müttefik Devletler tarafından işgal edilmeye başlanmıştır. Hitler, Müttefikler, Berlin'e girdikten sonra 30 Nisan 1945'te intihar ederek, yerini Amiral Doenitz'e bırakmıştır. Berlin, 2 Mayıs 1945'te ağırlıklı olarak Sovyet askerlerinin yeraldığı Müttefikler tarafından tamamıyla ele geçirilmiştir. 4 Mayıs'ta Hollanda, Kuzey-Doğu Almanya ve Danimarka'daki Alman orduları teslim olmuşlardır. Bunun üzerine, 7 Mayıs 1945'te Alman delegeleri Reims kentindeki Eisenhower'in ana karargahında Almanya'nın kayıtsız-şartsız teslim belgesini imzalamışlardır.
Almanya'nın teslim olmasından sonra Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi'nin ileri gelenlerinin
büyük bir kısmı kaçmış, bir kısmı da Müttefikler tarafından yakalanmıştır. Böylece, beş buçuk yıl Avrupa'yı kan ve gözyaşına boğan savaş Avrupa coğrafyasında sona ermiştir.
4.2. Uzakdoğu'da Savaşın Sona Ermesi: Japonya'nın Teslim Olması
Müttefikler, 1942 yılında Pasifik'te Japon yayılmasını durdurmuşlardır. 1943 ve 1944 yıllarında da deniz ve hava üstünlüğünü ele geçirmişlerdir. 1945 yılının başlarından itibaren Japonya'nın işgali altında bulunan Çin, Endonezya ve Pasifik'te çeşitli yerlerde saldırıya geçmişlerdir.
Japonya'nın teslim olmasını hızlandıran olay nedir?
Müttefik güçleri, Japonya'ya son darbeyi Temmuz-Ağustos 1945'te vurmuşlardır. Nitekim, A.B.D. 9-10 Temmuz 1945'te Japonya'nın başkenti Tokyo'yu havadan bombalamıştır. Japonya'nın gücü tükenmiş olmasına rağmen, Müttefiklerin teslim olma önerisini geri çevirmiştir. Bunun üzerine A.B.D., Japonya'yı kayıtsız-şartsız teslim olmaya zorlamak için, 6 Ağustos 1945'te ilk atom bombasını Hiroshima'ya, ikincisini de 9 Ağustos 1945'te Nagasaki'ye atmıştır. Sovyetler Birliği, 13 Nisan 1941'de Japonya ile tarafsızlık antlaşması imzalamasına rağmen, teslim olma noktasına gelen bu ülkeye 8 Ağustos 1945'te savaş ilan etmiş ve Mançurya'yı işgale başlamıştır.
Japonya, 10 Ağustos 1945'te yenilgiyi kabul ettiğini A.B.D.'ne bildirmiştir. Yapılan görüşmeler sonucu 2 Eylül 1945'te Tokyo Koyu'nda demirli bulunan A.B.D.'ne ait Missouri adlı savaş gemisinde Japonya'nın teslim belgesi imzalanmıştır. Bu olayla da Uzakdoğu'da savaş sona erdiği gibi, yaklaşık kırk milyon insanın hayatına mal olan İkinci Dünya Savaşı da Müttefiklerin zaferiyle bitmiştir.
Özet
Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda imzalanan barış antlaşmaları sorunları çözmemiş ve yeni sorunları ortaya çıkarmıştır. Güçler dengesi yeniden biçimlenmişti. Dünya barışının korunması amacıyla, Milletler Cemiyeti kurulmuş, Avrupalı büyük ülkelerin de yer aldığı bazı Avrupalı devletler karşılıklı güvenliğin sağlanması için Locarno Antlaşmasını, A.B.D. ile Fransa Dışişleri Bakanlarının öncülüğünde de savaşı yasa dışı ilan eden Briand- Kelogg Paktı imzalanarak yürürlüğe sokulmuştu. Ancak, barışın korunmasına yönelik bu çabalar yeterli olmamıştır. İtalya'da faşist rejiminin kurulması ve bu rejimin yayılmacılığa yönelmesi, Almanya'da Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi'nin iktidara tırmanarak Versailles Barış Antlaşması düzenini ortadan kaldırmaya çalışması ve Büyük Germen İmparatorluğunu kurmak istemesi, Japonya'nın da Uzakdoğu'da güçler dengesini alt-üst ederek militarist temellere dayalı bir imparatorluk kurma tutumuna girmesi, İkinci Dünya Savaşı'nın çıkmasına yol açan en önemli gelişmeler olmuştur. Almanya, İtalya ve Japonya'nın katılımı ile Anti Komintern Paktı'nın kurulması, İkinci Dünya Savaşı'na giden süreçte önemli bir dönüm noktası olmuştur. "Berlin-Roma-Tokyo Mihveri" dünyanın savaşın eşiğine getirmiştir. İkinci Dünya Savaşı, Alman birliklerinin 1 Eylül 1939'da Polonya'ya saldırısıyla başlamıştır. Bu olay üzerine İngiltere ve Fransa, Almanya'ya savaş ilan etmişlerdir. Sovyetler Birliği, Baltık ülkelerini ele geçirmiştir. Almanya ise, Norveç ve Danimarka'yı işgal ettikten sonra, Avrupa içlerinde ilerleyerek Hollanda, Belçika ve Fransa'yı işgal ederek, bu ülkeleri kendi topraklarına katmıştır. Bununla birlikte, Almanya ve İtalya, Kuzey Afrika'da da yayılmaya çalışmışlardır. Japonya'nın da, A.B.D.'ni bir ani baskınla savaşa sürüklemesi sonucu, savaş tüm dünyaya yayılmıştır. Mihver Devletleri'nin yayılmacılığına karşı İngiltere, Sovyetler Birliği ve A.B.D. ittifak yapmışlardır. Müttefik Devletler, gerek savaş sırasında gerçekleştirdikleri siyasal buluşmalarla gerek ordularını seferber ederek, Mihver Devletlerini yenilgiye uğratmışlardır. Mihver Devletlerinin tüm cephelerde teslim olmasıyla, dünyaya beş buçuk yıl felaket yaşatan İkinci Dünya Savaşı sona ermiştir

4.3.İkinci Dünya Savaşı’nın sonuçları

2 Eylül 1945’te dünya, insanlık tarihinin altı yıl süren en ağır çatışmasından altüst olmuş olarak çıktı. Yıkım ve kayıplar çok önemliydi, yaşanan sarsıntı çok derindi ve yeni bir başlangıç umudu savaş boyunca yaşanan şokla doğru orantılıydı. İkinci Dünya Savaşı, 1930’lu yıllarda uluslararası siyaset sahnesine hakim olan Avrupa güçlerinin çöküşünü hazırlamıştı. Toplama kamplarının ve Holokostun ortaya çıkması, Japonya’ya karşı atom bombasının kullanılması insanları ciddî ahlakî sorularla karşı karşıya bırakmıştı. Tüm umutlar galip devletler, özellikle de hakim iki yeni güç, yani Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği arasında sağlanacak birliğe bağlanıyordu.

Ölüler ve yıkıntılar
İnsan kayıplarının ağır bilançosu
Savaşın hemen ertesinde ilk göze çarpan, insan kayıplarının boyutları oldu. Avrupa ve Asya’da, çarpışma ve bombardımanlarda en az 45 milyon insan hayatını kaybetmişti. Bunlara Holokost kurbanları ve genel sağlık koşullarının bozukluğu nedeniyle ölen¬ler de eklenince, İkinci Dünya Savaşı 60 milyona yakın insanın ölümüyle sonuçlanmış oluyordu.
Büyük yıkımlar
Savaş, ardında boyutlarının 2 trilyon dolara ulaştığı tahmin edilen maddî zarar bırakmıştı. Alman kentlerinin % 70’i yerle bir olmuştu. Yugoslavya’da, binaların % 20’si yıkılmıştı. Avrupa’da, fabrikaların, limanların ve demiryolu hatlarının yıkılmış olması üretimi ve ticareti olumsuz yönde etkiliyordu. Tarım ve sanayi üretimi 1939’a göre % 30 ile 70 arasında düşüş göstermişti.

Ölüm ve yıkımların nedenleri
Bu ağır bilançonun üç önemli nedeni vardı:
- Bu savaşta, çarpışmalara 1914-1918 savaşından üç kat daha fazla asker katıldı. Esas olarak Avrupa’yla sınırlı kalan 1914-1918 savaşıyla karşılaştırıldığında, bu savaş gerçek anlamda bir dünya savaşı oldu. Hava bombardımanları ve çarpışmaların şiddeti yıkım¬ların büyüklüğünü açıklar.
- Sivil halklar hava savaşının tam içinde yaşadılar. Almanya’da, insanî kayıplar›n yarısını sivil halktan ölenler oluşturuyordu. Karne uygulaması ve işgal edilen ülkelerin ta¬lan edilmesi, zayıf düşen sivil halkın ölüm oranını fazlasıyla artırdı ve verem gibi has¬talıkların yeniden ortaya çıkmasına neden oldu.
- Son olarak, savaş topyekûn bir savaştı: işgal altındaki Avrupa’da ya da Çin’de, sivil halktan esir alınanlar topluca öldürüldü ya da bazı kasabaların halkları bulundukları bölgelerde katledildi. Nazizm, muhaliflerini düzenli biçimde ortadan kaldırmak üzere toplama kamplarını kullandı, toplu öldürme kamplarında Yahudilerin tamamını yok et¬meyi hedefledi. Bu düzenin yaklaşık 10 milyon sivil kurbanından 5,5 - 6 milyonu Yahu¬diler oldu.
Kıtlık
a. Yenilen ülkelerde
Yaşamak için normal bir insanın bir günde alması gereken kalori mik¬tarı 2.000 olarak belirlendiği halde, yokluk döneminde Almanlar için bu rakam ortalama 700 ile 800 arasında değişiyordu. [...] 1946 yılının sonunda, yalnızca Hamburg’daki hastaneler açlık nedeniyle ödem geçiren 10.000 hasta tedavi etmişti.
b. Galip ülkelerde
İngiltere bugün gereksinim duyduğu gıda maddelerini, sanayii için gerekli hammaddeyi istediği gibi satın alamıyor. Bunun için gerekli olanaklara sahip değildi. Savaş yılları boyunca, ülke dışında o kadar çok yatırım tasfiye etmesi ve o kadar çok borçlanması gerekti ki, 1938 yı¬lı rakamlarına göre ithalatın %23’ünü tek başlarına karşılayan gelir¬lerinin bir ağırlığ kalmadı...
Manevî sarsıntının boyutları

İkinci Dünya SavaşI’nın sonunda, daha önce eşine benzerine rastlanmamış bir ma¬nevî sarsıntı yaşandı. Uluslararası anlaşmalar ve insan hakları daha önce hiç böylesine ayaklar altına alınmamıştı. Savaş esirleri ile ilgili uluslararası sözleşmelere Almanlar da, Sovyetler de, Japonlar da uymadı. Müttefik ordularının Polonya ve Almanya’daki ya da Pasifik’teki ilerleyişi, Nazi ve Japon kamplarının kurtarılmasını da beraberinde getirdi. Nazi toplama kamplarında yaşanan dehşetin ve SS doktorlar ya da Mançurya’da Japon¬lar tarafından esirler üzerinde uygulanan sözde tıbbî deneylerin ortaya çıkarılması dün¬yayı derinden sarstı.
Japonya’ya karşı atom bombası kullanılması zihinlerde kuşkular uyandırdı: Bir bomba, tek başına bir bombardıman uçağı filosunun öldürebileceği kadar insanı öldü¬rüyordu. İnsan artık bütün insanlığı yok edebilecek olanaklara sahipti. Fransız düşünü¬rü Albert Camus’nün daha 1945 ağustosunda sözünü ettiği atom bombası korkusunun başlangıcıydı bu.
Bu tür manevî sarsıntılar, insanları değerlerinin kırılganlığı konusunda sorular sor¬maya yöneltti. Müttefikler, Mihver devletlerinin sorumlularını yargılamaya daha 1943’te karar vermişlerdi. 1945 kasımından 1946 ekimine kadar, 6 Nazi örgütü ve Nazi rejiminin 22 yöneticisi Nürnberg’de toplanan uluslararası bir mahkeme tarafından yar¬gılandı. Bunlar, komplo düzenlemek, barışı yıkacak eylemlerde bulunmak, savaş suçu işlemek ve bunların yanısıra, yepyeni hukuksal bir kavram olan insanlık suçu işlemek¬le suçlanıyorlardı. Benzer bir mahkeme de, Tokyo’da 1946’da Japon yöneticileri yargıla¬mak için kuruldu.

4.4 Birleşmiş Milletler
Birleşmiş Milletler , 24 Ekim 1945'te kurulmuş dünya barışını, güvenliğini korumak ve uluslar arasında ekonomik, toplumsal ve kültürel bir iş birliği oluşturmak için kurulan uluslararası bir örgüttür. Birleşmiş Milletler kendini "adalet ve güvenliği, ekonomik kalkınma ve sosyal eşitliği uluslararasında tüm ülkelere sağlamayı amaç edinmiş global bir kuruluş" olarak tanımlamaktadır. Uluslararası İlişkilerde, kuvvet kullanılmasını ilk olarak evrensel düzeyde yasaklayan ilk antlaşma BM Sözleşmesidir.
Örgütün, kurulduğu yıllarda 51 olan üye sayısı şu an itibariyle üyeliği kaldırılan Vatikan ve değiştirilen Çin Halk Cumhuriyeti son katılan üye Karadağ dahil 192'ye ulaşmıştır. Türkiye kurucu üyeler arasında yer almaktadır. Örgütün yönetimi New York'ta bulunan genel merkezinden yürütülür ve üye ülkelerle her yıl düzenli olarak yapılan toplantılar yine bu genel merkezde gerçekleştirilir.
Örgüt yapısal olarak idari bölümlere ayrılmıştır; Genel Kurul, Güvenlik Konseyi, Ekonomik ve Sosyal Konsey, Yönetim Konseyi, Genel Sekreterlik ve Uluslararası Adalet Divanı. Örgütün en göz önündeki merciisi Genel Sekreterdir.
Birleşmiş Milletler fikri ilk olarak, II. Dünya Savaşı'nın bitiminde savaşın galibi ülkeler tarafından, ülkeler arasındaki anlaşmazlığı ortadan kaldırarak ileride meydana gelebilecek ve kendi güvenliklerini tehdit edebilecek bir savaşın önüne geçebilmek amacıyla ortaya atılmıştır. Örgüt yapısının halen bu amacı koruduğunu BM Güvenlik Konseyi'nin varlığı ve çalışmalarıyla ortaya koymustur. Güvenlik Konseyi her türlü kararı veto yetkisine sahip beş ülkeden oluşmaktadır. Bu ülkeler ABD, Rusya, Çin Halk Cumhuriyeti, Birleşik Krallık ve Fransa'dır.
Kuruluşu
BM kuruluş anlaşmasının imzalanması
Birleşmiş Uluslar (United Nations) terimi ilk olarak Franklin D. Roosevelt tarafından 2. Dünya Savaşı sırasında müttefik ülkeler için kullanılmıştır. İlk resmi kullanımı ise 1 Ocak 1942 yılında Birlemiş Milletler'in beyannamesinde ve Atlantik Bildirisi ndedir. Bu tarihten sonra müttefik devletleri kendilerini "United Nations Fighting Forces" olarak adlandırmışlardır.
Birleşmiş Milletler fikri Moskova, Tahran ve Kahire'de müttefiklerin toplantıları sırasında 1943 yılında çıkmış olup Fransa, Çin, İngiltere, ABD, SSCB'nin temsilciliğiyle oluşmuştur. Bu ve bundan sonraki konuşmalar örgütün amaçları, üye alımları ve yapısını belirlemek amacıyla olmuştur.
27 Nisan 1945 yılında, Birleşmiş Milletler müzakereleri uluslararası anlamda San Francisco'da başlamıştır. Hükümetlerin yanı sıra, bazı farklı örgütlerde bu müzakelere katılmıştır.
Örgüt Yapısı
Genel Kurul
Genel Kurul, üye devletlerden oluşur. Her üyenin Genel Kuruldaki temsilcileri 5 kişiden çok olamaz. Genel Kurulun Görevleri Şunlardır:
• Silahsızlanma ve silah denetimi konusunda önerilerde bulunmak.
• Barış ve güvenliği etkileyecek görüşmeler yapmak, her konuda önerilerde bulunmak.
• Ülkeler arasındaki iyi ilişkileri bozucu sorunların, barışcıl yollarla çözümü için önerilerde bulunmak.
Güvenlik Konseyi
Siyasal alanda bir yürütme organıdır. Konseyin 5 daimi üyesi olan ABD, Çin, İngiltere, Fransa, Rusya'nın veto hakkı bulunmaktadır. 10 geçici üye ise iki yıllık bir süreç için seçilirler. Seçimlerinde coğrafi denge esas alınır. 15 üyesi olan bu kurulun görevleri şunlardır:
• Birleşmiş Milletler'in amaç ve ilkelerine uygun biçimde barış ve güvenliği korumak.
• Uluslararası bir anlaşmazlığa yol açabilecek her türlü çekişmeli durumu soruşturmak.
• Uluslararasında çekişmeli konularda anlaşma koşullarını önermek.
• Silahlanmayı denetleyecek planlar hazırlamak.
• Barışa karşı bir tehlike veya saldırı olup olmadığını araştırarak, izlenecek yolu önermek.
• Saldırganlara karşı askeri birlikler kurularak önlemler almak.
Ekonomik ve Sosyal Konsey
Genel kurulca seçilen 54 üyeden oluşur. Üyelikleri sona erenler yeniden seçilebilirler. Başlıca görevleri şunlardır:
• Birleşmiş Milletler'in ekonomik ve sosyal çalışmalarını yürütmek.
• Uluslararası ekonomik, sosyal, kültürel konularda raporlar hazırlamak.
Konseye bağlı başlıca kuruluşlar şunlardır:
• Ticaret ve Kalkınma Konferansı
• Çocuklara Yardım Fonu
• Mülteciler Yüksek Komiseri Ofisi
• Dünya Gıda Konseyi
• Dünya Gıda Programı
• Eğitim ve Araştırma Enstitüsü
• Kalkınma Programı
• Silahsızlanma Araştırmaları Enstitüsü
• Sinaî Kalkınma Örgütü
• Çevre Sorunları Programı
• Birleşmiş Milletler Üniversitesi
• Birleşmiş Milletler Özel Fonu
• Sosyal Kalkınma Araştırma Enstitüsü
• Kadının İlerlemesi İçin Uluslararası Araştırma ve Eğitim Enstitüsü
Uluslararası Adalet Divanı
Uluslararası Adalet Divanı, Birleşmiş Milletler'in yargı organıdır. Ülkeler, istedikleri davayı Adalet Divanı'na götürürler. Divan 15 yargıçtan oluşur. Yargıçlar, Genel Kurul ve Güvenlik Konseyi'nce seçilirler. Görev süreleri dokuz yıldır. Divanda bir devletten iki yargıç bulunamaz. Uluslararası Adalet Divanı, Hollanda'nın bir kenti olan Lahey'dedir.
Dil
Arapça, Çince, Fransızca, İngilizce, İspanyolca ve Rusça örgütün resmî dilleridir.
Genel Sekreterlik
Genel Sekreterlik, Birleşmiş Milletler'in öbür organlarının çalışmaları için gerekli ortam ve koşulları sağlar. Ortaya konan program ve politikaları uygular. Uluslararası barış ve güvenliği bozucu olaylar konusunda raporlar hazırlayıp Güvenlik Konseyi'ne sunar.

İnsan Hakları Bildirisi (İngilizce: Universal Declaration of Human Rights ya da kısaca UDHR), Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu'nun Haziran 1948'de hazırladığı ve birkaç değişiklik yapıldıktan sonra 10 Aralık 1948'de, Genel Kurulun Paris'te yapılan oturumunda kabul edilen bildiridir. 30 maddeden oluşur. İmzalanmasında, II. Dünya Savaşı'ndan sonra devletlerin, bireylere tanınan hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması konusunda birleşmesi de etkili oldu. Eleanor Roosevelt bu beyannameyi "Bütün insanlık için bir Magna Carta (Magna Karta)" olarak tanımladı. Beyannamenin imzalandığı 10 Aralık, Dünya İnsan Hakları Günü olarak kutlanır.
Bildirinin hazırlanması ve imzalanması
Önemi ve içeriği
Bu bildiriyle, yalnızca demokratik anayasalarla tanınan temel medeni ve siyasi haklar değil, ekonomik, toplumsal, kültürel haklar da genel tanımlarla belirli hale gelmiştir. İlk grup haklar arasında, yaşama, özgürlük ve kişi güvenliği gibi haklarla birlikte, keyfi tutuklama, hapis ve sürgünden korunma, bağımsız ve tarafsız mahkemelerde adil ve kamuya açık olarak yargılanma hakkı ile düşünce, vicdan, din, toplanma ve örgütlenme özgürlükleri bulunur.
Sosyal güvenlik, çalışma, eğitim, toplumun kültürel yaşamına katılma haklarıyla bilimsel ilerlemenin ürünlerinden yararlanma hakkı ise, bildiriyle getirilen yeniliklerdendir.
Genel hatları
İnsan: Bütün insanlar özgür, onur ve hakları yönünden eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler. (madde 1)
İnsan haklarının özellikleri:Herkes, ırk, renk, cins, dil, din, siyasal ya da her hangi bir başka inanç, ulusal ya da toplumsal köken, varlıklılık, doğuş ya da herhangi bir başka ayrım gözetilmeksizin bu Bildirge'de açıklanan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir. Bundan başka, ister bağımsız ülke uyruğu olsun, isterse bağımlı, özerk olmayan ya da başka bir egemenlik kısıtlamasına bağlı ülke uyruğu olsun, bir kişi hakkında, uyruğu bulunduğu devlet ya da ülkenin siyasal, adli ya da uluslararası durumu bakımından hiçbir ayrım gözetilmeyecektir(madde 2). Ayrıca bu haklar hiçbir şekilde başkalarına ya da kurumlara aktarılamaz.
İnsan Hakları:En başta yaşam ve özgürlük olmak üzere sağlık, eğitim, yiyecek, barınma ve toplumsal hizmetler de içinde olmak üzere sağlığına ve esenliğine uygun bir yaşam düzeyine kavuşma; yasanın koruyuculuğundan eşit olarak yararlanma; Barışçıl amaçlar için toplanma ve dernek kurma; evlenme, mal ve mülk edinme; çalışma, işini seçme özgürlüğü; din, vicdan düşünce ve anlatma özgürlüğü hakları İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin temellerini oluşturur.
Maddelerde Kesinlik:Bu Bildirge'nin hiçbir unsuru, içinde açıklanan hak ve özgürlüklerin bir devlet, topluluk ya da bireyce ortadan kaldırılmasını amaçlayan bir etkinlik ya da girişime hak verir biçimde yorumlanamaz(madde 30)
1948 sonrası
İnsan Hakları Bildirisi kabul edildikten sonra insan haklarını geliştirme koruma ve uygulama konusunda yeni anlaşmalar yapılmış ve bildiriler yayımlanmıştır. Bunlardan belli başlı olanlar:
• Birleşmiş Milletler, Kadınların Siyasi Haklarına İlişkin Sözleşme 20 Aralık 1952
• Çocuk Hakları Bildirgesi 20 Kasım 1959
• Avrupa Sosyal Haklar Sözleşmesi 18 Ekim 1961
• Afrika İnsan ve Halklarının Halkları Şartı 26 Haziran 1981
• Birleşmiş Milletler, Yargı Bağımsızlığına Dair Temel Prensipler 29 Kasım 1985
Genel Kurulunun 9 Aralık 1948 tarihli ve 260 A (III) sayılı Kararıyla kabul edilmiş ve imzaya ve onaya veya katılmaya sunulmuştur.
Birleşmiş Milletlerin ‘Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi
Bu sözleşme 12 Ocak 1951 tarihinde kabul edilöiştir.Başlangıç bölümünde : “ Sözleşmeci Taraflar,
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun 11 Aralık 1946 tarihli ve 96(I) sayılı kararında soykırımın, Birleşmiş Milletlerin ruhuna ve amaçlarına aykırı olan ve uygar dünya tarafından lanetlenen, uluslararası hukuka göre bir suç olarak beyan edilmesini dikkate alarak, tarihin her döneminde soykırımın insanlık için büyük kayıplar meydana getirdiğini kabul ederek,insanlığı bu tür bir iğrenç musibetten kurtarmak için uluslararası işbirliğinin gerekli olduğuna kanaat getirerek “ ifadesinden sonra maddeler açıklanmaktadır. 19 maddeden oluşmaktadır.

5. 1 İkinci Dünya Savaşı'nda Türkiye'nin Politikası
Türkiye'nin Fransa ve İngiltere'ye yakınlaşmasının nedenleri nelerdir?
Genç Türkiye'nin yöneticileri, Osmanlı İmparatorluğu'nun Birinci Dünya Savaşı'na sürüklenerek nasıl ortadan kalktığını, Türk Ulusu'nun nasıl yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını unutmamışlardı. Bu nedenle, ülkeyi yeni bir savaşın dışında tutmaya çalışmışlardır. Ancak, Almanya'nın 1930'lu yıllarda komşularına saldırması, İtalya'nın 7 Nisan 1939'da Arnavutluk'u işgal etmeye başlaması karşısında tedirgin olmuşlardır. Bunun üzerine Türkiye, İngiltere ve Fransa'ya yakınlaşmıştır. Nitekim, 12 Mayıs 1939'da Türkiye ve İngiltere arasında, Türk-İngiliz Yardım Deklarasyonu, 23 Haziran 1939'da da benzer bir antlaşma Türkiye ve Fransa arasında imzalanmıştır. Türkiye, bu antlaşmaları Alman nazizmine ve İtalyan faşizmine karşı yapmasından dolayı, Sovyetler Birliği'nin bir zorluk çıkarmıyacağını düşünmüştür. Fakat, 23 Ağustos 1939'da Almanya-Sovyetler Birliği Dostluk Antlaşması'nın yapılması ve Polonya'nın Almanya tarafından işgal edilmesi, Türkiye'yi bir tehdit altında bırakmıştı. Hatta, Sovyetler Birliği'nin Karadeniz'e kıyısı bulunmayan devletlerin savaş gemilerinin boğazlardan geçirilmemesini ve boğazlarda Sovyet askeri bulundurmak istediğini Türkiye'ye bildirmesi tehlikenin boyutlarını arttırmıştır. Türkiye, bu gelişmeler üzerine İngiltere ve Fransa ile eski antlaşmalarını açık bir ittifaka dönüştürmeye çalışmıştır. 19 Ekim 1939'da Türkiye, İngiltere ve Fransa, Ankara'da karşılıklı yardım antlaşması imzalamıştır. Buna göre;
• Bir Avrupa devletinin Türkiye'ye saldırması ve savaş çıkması halinde Fransa ve İngiltere'nin Türkiye'ye yardım etmesi,
• İngiltere ve Fransa bir Avrupa devletinin saldırısına uğrarsa, Türkiye'nin bu iki devlet yararına tarafsızlık politikası izlemesi,
• Bu antlaşmanın uygulanması sonucunda tarafların savaşa girmesi halinde, mütarekenin ve barışın birlikte imza edilmesi gibi.
Türkiye bu antlaşma ile, Sovyetler Birliği'nden tamamıyla ayrılmış ve Batılı devletlere
yakınlaşmıştır. Türkiye, savaşın tüm dünyada genişlediği bir dönemde, 18 Haziran 1941'de Almanya ile on yıl süreli bir dostluk antlaşması yaparak manevra yapma alanını genişletmiştir. Fakat, bu tarihlerde Almanya'nın Sovyetler Birliği'ne saldırması dengeleri alt-üst etmiştir. Bu kez de Sovyetler Birliği, Türkiye'nin savaşa girmesini istemiştir. Nitekim, 30-31 Ocak 1943'te Churchill ve İsmet İnönü, Adana'da buluşarak Türkiye'nin savaşa girip girmeme konusunu tartışmışlardır. Adana Konferansı da denilen bu buluşmada, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Türkiye'nin savaşa girecek silah ve malzemeye sahip olmadığını ve İngiltere'nin bu donatımı tamamlaması halinde savaşa gireceğini ileri sürmüştür. Savaş devam ettikçe Müttefik Devletlerin Türkiye'yi savaşa sokma konusundaki ısrarlarını arttırmışlardır. Nitekim, İsmet İnönü, Roosevelt ve Churchill, 4-6 Aralık 1943'te İkinci Kahire Konferansı'nda biraraya gelerek, Türkiye'yi savaşa sokma konusunu tartışmışlardır. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Türk Ordusunun donatımının tamamlanması halinde 1945 yılının Şubat ayında savaşa girileceğini belirtmiştir. Türkiye, savaşın Almanya'nın aleyhine gelişmeye başladığı dönemde 2 Ağustos 1944'te Almanya ile siyasal ilişkilerini kesmiştir. 23 Şubat 1945'te de Almanya ve Japonya'ya savaş ilan etmiştir. Türkiye, bu tutumuyla da Birleşmiş Milletlerin kurucu üyeleri arasında yer almıştır. Kısaca, Türkiye, İkinci Dünya Savaşı'nda tarafsız bir politika izlemiş, fakat bu politikasını
denge esasları üzerine oturtmuştu.

5.2 Seferberliğin bedeli

A. Gerileyen ekonomi
Savaş sırasında Türkiye, savaştan önce girişmiş olduğu iktisadi büyüme hamlesini sürdüremedi. Savaş boyunca dış ticaret fazlası dolayısıyla ülkenin altın ve döviz re¬zervleri önemli miktarda arttı. Ancak bu artışın ülke ekonomisine önemli ve kalıcı bir katkısı olmadı. Bunun bir nedeni, demiryolu yapımı veya yeni sanayi işletmeleri gibi yatırımlar için gereken ithalatın savaş yüzünden yapılamamasıydı. Böylece, İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı uygulanamadığı gibi, daha önce kurulmuş sanayi de, gene ithalat ya¬pılamadğı için, geriledi. Savaş bittiğinde Türkiye ekonomisi, 1934’te bulunduğu gelişme düzeyinin altına düşmüştü.
B. Tarımda küçülme
Ülke ekonomisinin gerilemesinde tarımın rolü de büyüktür. Hattâ oransal olarak sa¬vaş döneminin en önemli gerilemesi tarımda görülür. Bunun başlıca iki nedeni vardır. Birinci neden, savaş boyunca bir milyon civarında kişinin silâh altında olmasıdır. Nü¬fusunun % 80’inden fazlası kırsal kesimde yaşayan ve tarım üretiminin hâlâ ilkel tek¬niklerle sürdürüldüğü bir ülkede bu durum, daha çok el emeğine dayanan tarım üreti¬minin düşmesi demek oluyordu. Nitekim üretim düşmekle kalmadı, ekilen toprakların da önemli bir bölümü âtıl kaldı. Savaşın başlangıcından sona erdiği yıla kadar Türki¬ye’nin buğday üretimi neredeyse yarı yarıya düştü.
Tarımsal üretimdeki düşüşün ikinci bir nedeni de, yönetimin uyguladığı satın alma politikasıdır. Savaş başladığında özel herhangi bir önleme başvurmayan Türkiye, 1940 yılının başlarında çıkarılan Millî Korunma Kanunu’na dayanarak üreticileri tedirgin eden bir dizi uygulamaya girişti. Tahıl ürününün, yerinde tüketim ve tohumluk için ye¬terli miktar ayırıldıktan sonra kalanının Toprak Mahsulleri Ofisi’ne satılması zorunlu¬luğu getirildi. Satışlar hükümetin belirlediği ve zamanla piyasa fiyatlarının çok altın¬da kalan fiyatlardan olacaktı. Bu karar küçük toprak sahiplerini çok zor bir duruma dü¬şürdü, çünkü herşeyin fiyatının arttığı bir ortamda, fiyatı sabit kalan ve miktarı da za¬ten düşük olan ürünleriyle geçinemez oldular. Bunların hepsi, iş bulmak için kentlere göç ederken tarlalarını zengin komşularına satmıyorlar, böylece ekilen alanın küçülme¬sine katkıda bulunuyorlardı.
Savaş sırasında Türkiye köylülüğünün çektiği ekonomik sıkıntının bir başka göster¬gesi de, nüfus artış hızındaki gözle görülür yavaşlamadır.
C. Yatırımların yeni çehresi
Olanaksızlıklar nedeniyle doğrudan doğruya ekonomi alanında yapılamayan devlet harcamalarının bir bölümü, savaş sırasında insan faktörünün geliştirilmesine ayırıldı. Örneğin, 1939-1945 döneminde eğitime yapılan yatırımlar, aynı alanda Cumhuriyet’in ilânından savaşın çıktığı yıla kadar yapılmış olan toplam yatırımdan daha fazla oldu.
Toplumsal sorunlar
Darlık yıllarında...
Hükümetin 1941 başından itibaren uyguladığı satın alma politikası nedeniyle iki so¬run çıktı ortaya: Büyük kentlerin iaşesi ve karaborsa. Tahıl ürününün düşük fiyatlar nedeniyle hükümete teslim edilmeyip el altından satılması, önce ordusunu sonra da memurlarını beslemeyi düşünen iktidarın belediyelere yeterince un verememesi gibi bir sonuç yarattı. Böylece 1942 yılında büyük kentlerde karne uygulamasına geçildi. Bu uygulamayla birlikte hükümet, daha küçük yerleşim birimlerinde oturabilme imkânı olanları propaganda yoluyla yer değiştirmeye teşvik etti. Un darlığı nedeniyle, kentler¬de ayrıca pasta, poğaça, kurabiye ve her çeşit börek gibi yaygın yiyecekler de vitrinler¬de görünmez oldu.
Vergi yükü
İkinci Dünya Savaşı dönemi, Türkiye’de ayrıca bir vergi adaletsizliği dönemidir. Za¬ten geçim sıkıntısı çeken halk, gönderdiği mektup için bile dolaylı vergi veriyordu. Ama biri tarım sektörünü, diğeri de sanayi ve ticaret sektörünü ilgilendiren iki yeni vergi, sa¬vaş sırasında Türkiye halkının büyük bir bölümünün CHP iktidarından soğumasına ne¬den oldu.
Savaşa girme olasılığı nedeniyle rezervlerini kullanmamaya gayret eden iktidar, en¬flasyon istemediği için de para basmıyordu. Nakit para gereksinimini karşılamak için iç borçlanmaya gidildi, ama 1941 yılı haziranında çıkartılan tasarruf bonoları yeterli olma¬dı. Bunun üzerine, biraz da fırsatçılığı cezalandırmak için, 1942 kasımında Varlık Ver¬gisi Kanunu çıkarıldı. Gerek tahakkuk ettirilen miktarların tespit biçimi gerekse itiraz hakkı tanınmaması nedeniyle, Varlık Vergisi tümüyle hukuk dışı bir vergiydi. Ayrıca bu uygulamanın, resmen azınlık olarak tanımlanmasalar da, tam anlamıyla ülke insanı muamelesi de görmeyen gayrimüslimlere, müslümanlara oranla daha ağır bir vergi yükü tahakkuk ettirildiği için, ciddî bir ayrımcılık boyutu vardı.

3. ÜNİTE: SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ
SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ
BİRİNCİ BÖLÜM
Soğuk Savaş, Sovyet Bloğu ülkeleri ile Batılı güçler arasında 1945'den 1990'a kadar devam etmiş olan uluslararası siyasi ve askeri gerginlik.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Doğu ve Batı bloklarının zaman zaman savaş çıkarma tehditleri; bütün dünyada gerginlik yaratmıştır. Bu dönemde, insanlarda nükleer kıyamet paranoyası doğmuş, dünya devletleri ise bu iki bloktan birinin yanında yer almaya çalışmışlardır. Gerginlik hiçbir zaman "taraflar arasında" sıcak savaşa dönüşmemiş olsa da taraflar her anlamda birbirlerini yıpratmaya çalışmışlardır. Genel kabule göre, soğuk savaş Sovyetler Birliği'nin dağılması ve Berlin Duvarı'nın yıkılması ile sona ermiştir.

DÖNEMİ ŞEKİLLENDİREN FAKTÖRLER
II. Dünya Savaşı tarihin gördüğü en yıkıcı savaşlardan biri olmuştur. Ülkeler yanmış, yıkılmış ve milyonlarca insan ölmüştü. Milletler arası mücadeleler, büyük devletlerin çatışması ve mahalli savaşlar, insanlığı zaman zaman üçüncü bir dünya savaşının eşiğine kadar getirmiştir. Böyle bir sıcak savaş patlak vermemiştir, fakat barış da olmamıştır. Dünya bir “soğuk savaş” atmosferi içinde, heyecanlı on beş yıl geçirmek zorunda kalmıştır.
Nasıl ki, I. Dünya Savaşından sonraki dünya, 19. yüzyılın dünyasından çok farklı olmuş ise, 1945’ten sonraki dünya da, 1918 in dünyasından çok farkı bir yapıda olmuştur. Bu farklılıklar ve ve yeni dünyamızı şekillendiren faktörleri şu noktalarda toplamak mümkündür.
1) Bir kere, II. Dünya Savaşından sonra ortaya çıkan ve bu güne kadar devam eden milletler arası politikanın yapısı çok değişmiştir. Savaştan sonra dünya politikasına iki yeni kuvvet, Süper- Devlet adı verilen, Birleşik Amerika ile Sovyet Rusya hakim olmuştur ve bu iki kuvvetin üstünlüğü günümüzde de devam etmektedir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra milletler arası politikanın yapısı değişmiş ve ikili bir yapı ortaya çıkmıştır.
2) Sovyet Rusya’nın sivrilmesinin bir mühim neticesi de, ilk defa olarak milletler arası münasebetlere doktrin ve ideoloji unsurunun girmesidir. Sovyet sistemi, dünya proleter ihtilali gibi, komünizmi bütün dünyada hakim kılmak isteyen bir doktrine dayandığından, savaştan sonra Sovyet dış politikası tamamen bu hedefe yönelmiş ve bu da milletlerarası politikaya doktrin ve ideoloji unsurunun girmesine sebep olmuştur.
3) Günümüz dünyasının en mühim gelişmelerinden biri de, sömürgeciliğin tasfiyesidir. Bir-iki yer istisna edilirse, Asya ve Afrika’daki sömürgelerin hepsi bugün bağımsız olmuşlardır. 1956 yılında Afrika’da bağımsız devlet sayısı 6 iken, bugün bunların sayısı 50 yi aşmaktadır.
Sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanmaları ise, daha ileride göreceğimiz üzere, milletler arası politikaya Üçüncü Blok , üçüncü dünya veya Bağlantısızlar Blok’u denen yeni bir kuvvetin girmesi neticesini vermiştir.
4) II. Dünya Savaşı’nın en mühim neticelerinden biri de, milletler arası politikanın “alan genişlemesi”dir. 1945’e gelinceye kadar, milletler arası münasebetlerin yoğunlaştığı başlıca alan Avrupa idi. Halbuki bugün artık böyle değildir. Çin Halk Cumhuriyeti ve Hindistan gibi geniş ülkeli ve kalabalık nüfuslu iki ülkenin ortaya çıkışı ve Japonya’nın Asya’da büyük bir ekonomik kuvvet olarak tekrar sivrilmesi ile Asya gayet mühim bir milletlerarası politika alanı haline gelmiştir. Nihayet, Üçüncü Dünya Ülkelerine de Asya- Afrika- Latin Amerika grubu dendiğini de unutmayalım.
5)Milletlerarası münasebetlerin alan genişlemesi, sadece dünyanın düzeyi üzerinde olmayıp, günümüzde bu münasebetler yukarıya doğruda bir alan genişlemesi yaparak, uzaya intikal etmişler. Bir zamanlar nasıl sömürge sahibi olmak büyük devlet olmanın şartı gibi telakki edilmiş ise, şimdide uzayın derinliklerine el atabilmek, büyük kuvvet olmanın şartı gibi görünmektedir.
6)Günümüz dünyası’nın, bilhassa II.Dünya Savaşından sonra ortaya çıkan en mühim meselelerinden biri de, ekonomik meselelerdir. Denebilir ki, tarihin hiçbir döneminde ekonomik meseleler, milletlerarası münasebetlerde bugünkü kadar ağırlık kazanmıştır. Bugün bütün dünya ülkeleri, siyasal kuvvet dengesi, güvenlik ve barış gibi meselelerden beklide çok daha fazla olarak, ekonomik kalkınma, ferah, daha iyi bir yaşama seviyesi gibi meselelerle yoğun bir şekilde meşgul olmaktadırlar.
Cevapla
  • Benzer Konular
    Cevaplar
    Görüntü
    Son mesaj
  • Bilgi
  • Kimler çevrimiçi

    Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 7 misafir