İnkilap Tarihi Tüm üniteler ders özeti ATA AÖF

Cevapla
ATAAÖF
Mesajlar: 173
Kayıt: 03 Eki 2018 13:45
İletişim:

03 Eki 2018 14:07

ÜNİTE 1
ATATÜRK İLKELERİ DERSİNİN OKUTULMA AMAÇLARI
6 Kasım 1981 tarih ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 4. ve 5. maddeleri gereğince, yüksek öğretim kurumlarında, eğitim ve öğretim süresince, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi adı altında zorunlu bir ders olarak kabul edilmiştir

Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi dersinin en temel amacının, Türk İnkılâbı’nın ruhunu ve hedeflerini kavrayarak geliştirecek yeni nesiller yetiştirmek, modern Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin doğuşunu ve gelişme evrelerini öğretmek ve Türk gençliğini Atatürkçü Düşünce Sistemi doğrultusunda yetiştirmek olarak ifade edilebilir.

ATATÜRK İLKE VE İNKILAPLARI İLE İLGİLİ TEMEL KAVRAMLAR
İNKILAP: İnkılâp sözcüğü gelişmeye, tekâmüle doğru bir değişikliği ifade eder. Bir başka tanıma göre de inkılâp; Tüm kurumları, devlet biçimi ve sosyal yapısı, ekonomik ilişkileri eskimiş, yaşam biçimi gelişemeyen bir sosyal-ekonomik-siyasi düzenin ani olarak yıkılıp, yerine yeni bir dünya görüşünün ürünü olan gelişme, yaşama imkânı bulunan bir düzenin kuvvet yoluyla gelmesidir.
İHTİLAL : mevcut düzeni parçalamaya, düzeni dağıtmaya yönelik bir anlam ifade eder
İSYAN : toplum içinde belirli bir grubun veya herhangi bir teşkilatın sınırlı amaç ve hedefini gerçekleştirmek üzere devlete karşı başkaldırma hareketidir.
DARBE : Devletin emri altındaki resmi kuvvetlerden birinin ani olarak anayasal olmayan yollarla mevcut hükümeti devirmesi ve iktidara el koymasıdır.
REFORM : Toplumda ihtiyaçlara cevap veremeyen kurumların yeniden düzenlenmesidir
RÖNESANS : Anlam bakımından yeniden doğuşu ifade eder. Bilimde, sanatta, fikirde, edebiyatta yeniden doğuş demektir.
TEKAMÜL(EVRİM) : Tekâmül yavaş yavaş (tedricen) gelişmeyi çağrıştırır. İnkılâpta olduğu gibi hızlı bir değişiklik yoktur
ÇAGDAŞLAŞMA (MODERNLEŞME _ BATILALAŞMA ) : Bir başka ifadeyle; çağın gelişmiş kurumlarına, gelişmiş uygarlık düzeyine ulaşabilmek için gerekli olan ekonomik, toplumsal, psikolojik, siyasal değişmeyi gerçekleştirmek demektir.

TÜRK İNKILABI ‘NIN ÖZELLİKLERİ VE ATATÜRK ÜN INKILAP ANLAYIŞI
Türk İnkılâbı, bir diriliş ve yenilik hareketidir
Türk milleti siyasi ve hukuki olarak millî egemenliğe dayalı modern bir devlet, sosyal yönüyle de ileri ve medeni bir toplum olma tercihini Türk İnkılâbıyla gerçekleştirmiştir.
Milli varlığını sürdürmesi için bireyleri arasında ortak bağ din ve mezhep yerine Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı ortak kimliği ile toplum birbirine bağlanmıştır. Türk İnkılâbıyla devlet ve toplum alanlarında çağdaş uygarlık prensipleri esas alınmıştır
Atatürk’e göre inkılâp, “Türk milletini son asırlarda geri bırakmış olan kurumları yıkarak yerlerine milletin en yüksek uygar gereklere göre ilerlemesini sağlayacak yeni kurumları koymuş olmaktır.”
Atatürk’ün inkılâpları ne kadar önemseyip değer verdiğini, kendisinin şu sözleri en güzel şekilde anlatmaktadır: “İnkılâp güneş kadar parlak, güneş kadar sıcak ve güneş kadar bizden uzaktır. İstikametimi daima o güneşe bakarak tayin eder ve öylece ilerlerim. Parlaklığı ve sıcaklığı ilerlememe müsaade edinceye kadar ilerlerim. Tekrar ilerlemeğe devam etmek üzere dururum, tekrar o güneşe bakarak istikamet alırım.”
ÜNİTE 2: OSMANLI DEVLETİNİN ÇÖKÜŞ SÜRECİ
Osmanlı Devleti ‘nin Devlet Ve Toplum Yapısı
Ünlü İngiliz Tarihçi Arnold Toynbee’nin ifadesiyle Osmanlı Devleti, tarihe yön vermiş, iz bırakmış birkaç devletten biriydi.
XIV. yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya çıkan Osmanlı Devleti, yönünü diğer beyliklerin aksine Bizans’a çevirmiş, doğru siyasi, askerî ve içtimai politikalar takip etmek suretiyle de hızla büyüyerek dünyanın en büyük yüz ölçümlü ve en uzun süreli yaşayan devletleri arasına girmeyi başarmıştı
Stefanos Yerasimos’a göre cevap verilmesi gereken soru şudur: “Nasıl oldu da Osmanlılar, hepsi hemen aynı tabandan yola çıkan bir düzine beylik arasından sıyrılıp bir imparatorluk hâline gelebildiler?” Bu soruya verilecek cevap şudur: Osmanlı Beyliği’nin Batı’ya yönelmeden önce Bizans’tan başlayan bilinçli eylem stratejisidir.
Bu strateji, kısa zamanda hem Hristiyan hem de İslam dünyasında onun prestijini artırmıştı. Osmanlı Beyliği’nin devletleşme ve prestij mücadelesi elbette yalnız bilinçli “fetih” eylemiyle izah edilemez. Bunun yanında beylikten devlete uzanan çizgide onun sahip olduğu devlet ve toplum yapısı da bu büyümenin en önemli kodlarındandı.
Osmanlı Devleti’nde siyasi-idari sistemin başında padişah vardı. Padişah, kuruluşundan yıkılışına kadar hep Osmanlı soyundan gelmişti. Padişahlar; “Bey”, “Gazi”, “Sultan”, “Han”, “Hüdavendigâr”, “Emir”, “Hünkâr”, “Hakan” gibi hem İslamî, hem de eski Türk Devlet geleneklerinden gelen sıfatları kullanmışlardı.
Osmanlı Devleti’nde “padişahlık” babadan oğula geçerdi. “Saltanat” sistemi de denilen bu yapıda ülke, padişah ve ailesinin ortak malıdır ve Türk veraset sistemi gereğince bütün aile üyeleri hak sahibi idi. Eski devirlerden beri Türk devletlerinde hakanı seçecek bir gelenek yerleşmemişti. Zaman zaman veliaht tayini, büyük veya küçüklerin tayini gibi teamüllerle olmuştu. Fakat esas olan daima tahtın ilahi takdire açık tutulmasıdır. Bu telakki karşısında bütün diğer adet ve teamüller hükümsüz kalmıştı. Hanedandan biri tahtı ele geçirdi mi artık onun meşruiyeti nazari ve hukuki bakımdan bir mesele olmamaktaydı.
MONARŞİ : siyasi iktidar tek bir elde toplanmış; padişah ve kral kendi ülkelerinin kaderinin temel belirleyicisi durumunda olmuştur. Tüm gücün tek bir elde toplandığı bu durum “mutlak monarşi” olarak anılır
Osmanlı Devleti, evvela bir İslam devletiydi
Devlet sisteminde reaya (halk) Allah’ın padişaha emanetiydi.
ülkede yaşayan bütün Müslümanlar eşitti, sınıf ayrımı yoktu ve topluluklar şeriat kurallarına göre idare edilirdi.
. Yöneticilere yüklenen bu sorumluluk karşısında Müslümanlar da Halifeye-Sultana mutlak itaat etme mecburiyetindeydi. Büyük coğrafyada uzun yıllar padişahı hiç görmeseler bile ona karşı derin muhabbetin sırrı bu ilişkideydi.
Osmanlı padişahları, teorik olarak mutlak yetkilere sahipti. Toprak ve kullar üzerinde tasarruf hakkına sahip olmasına rağmen, uygulama aşamalarında yetkileri kısıtlayan unsurlar da vardı. İslam hukuku, padişahın mutlak gibi görünen egemenliğini sınırlayan ilk unsurdu.
tebaanın canı ve malı üzerindeki tasarruf hakkını sınırlayan ikinci güç de örftü.
Osmanlı Devleti’nde yapı, toprak sistemine göre şekilleniyordu. Osmanlı’da toprak, hem sosyo-ekonomik hayatın hem de ordunun kaynağı idi. Bunun için ülke toprakları gelirine göre timarlara ayrılmıştı. Timarlar, savaşlarda yararlılık gösteren askerlere verilirdi. O da toprağı köylüye kiralardı. Böylece kira bedeli ve vergi alınırdı. Timarlı Sipahi elde ettiği bu gelire karşılık, gelirine göre belirli bir oranda asker yetiştirmek ve savaşa katılmakla yükümlüydü.
Timar sahipleri, mirî toprakları devlet namına tasarruf ederlerdi. Köylü onu efendisi olarak tanır ve hürmet ederdi. Timar sahibinin ise köylüyü himaye etmek, ona daha iyi şartlar temin ile toprağa arzusuyla bağlamak, ziraati geliştirmek ve devletin ihtiyaç duyduğu askeri temin etmek gibi sorumlulukları vardı. Timarlı sipahiler sıkıca denetlenirdi. Bu iş, kadılar aracılığıyla yapılırdı.
Osmanlı Devleti’nde padişahtan sonra devleti yöneten bir mekanizma vardı. Divan denilen bu mekanizma bugünkü “kabine” sistemine benzetilebilir. Burada her türlü devlet işleri görüşülür ve karara bağlanırdı. Osmanlı devlet felsefesinin yaşatılabilmesi için padişah kadar, devleti yöneten kişilerin de iyi bir şekilde yetiştirilmeleri gerekirdi. Bunun için Enderun denilen saray okulu geliştirilmişti.

Osmanlı Devleti, her ne kadar şerî hukuku esas almışsa da zaman ve şartlara göre şeriatı aşan kendine has bir hukuk düzeni de meydana getirmişti. Gittikçe büyüyen coğrafyasına paralel olarak farklı din, mezhep, ırk, coğrafi şartlar yüzünden şerî hukukta tanımlanmamış durumlar karşısında örfi hukuku geniş bir şekilde uygulayabilmişlerdi. Bu da padişahın devlet düzeninde otoritesinin güçlenmesine ve devlet menfaatlerinin öne çıkmasına zemin hazırlamıştı.
Siyaset ve yönetim bilimleri açısından her toplum “Yönetenler ve Yönetilenler” olarak tasnife tabi tutulabilir. Osmanlı Devleti’nde yönetenler sınıfına “askerî” sınıf, yönetilenlere de “reaya” denilmiştir. Askerî sınıf, padişahtan alınan beratlarla devlet hizmetine tayin olunurdu.

Askerî sınıf padişah adına iş görürdü. Bu görevlilerin hepsi asker değildi. Ancak devlet hayatında görev yapan askerlerin sayısı fazla olunca sivil görevliler de böyle sıfatlandırılmıştı. Yine Osmanlı Devleti’nde dinî bürokraside görevlendirilenler ile kalemiyyede (memur) görevli olanlar da askerî sınıf içinde ele alınmıştı.
Ulema, Osmanlı Devlet modelinde yargı, eğitim-öğretim, dinî hizmetlerin yönetimi gibi önemli görevler üstlenmişti. Osmanlıda ulema “din bürokrasisi” ni oluştururdu. Bir de ulema olmayıp ama askerî yöneticiler olarak bilinen bir sınıf vardır ki bunlar da “devşirme-kul bürokrasisi”ni oluştururdu. Divan-ı Hümayun’da görevli reisülküttaplar, divan kâtipleri, hazinede görevli olanlar bu zümreden sayılırlardı
Osmanlı toplum düzeninde ikinci sınıf ise yönetilenler yani “reaya” idi. Bu sınıf Osmanlı Devleti’nde üretim faaliyetlerini yürütürdü. Üretimleri karşılığında da devlete vergi verirlerdi. Devletin savaş ve diğer faaliyetlerini finanse etmekle yükümlüydüler. Bu hizmetler karşılığında ise reaya birer emanet olarak görülürdü. Toplum, homojen değildi. Toplum müslim reaya, gayrimüslim reâya ve yürükler olarak kategorize edilirdi. Yine toplum yaşam şekline göre kentliler, köylüler ve göçebeler olarak sınıflandırılmıştı. Kentliler arasında sanatla uğraşanlar “Lonca Esnafı”, ticaretle uğraşanlar da “Tüccar ve Sarraf” olarak ifade edilmişti.
Osmanlıda reaya bir de dinî inançlara göre sınıflandırılmıştı. Müslüman reaya, vakıf, mirî ve özel mülklere sahip, tarımla uğraşan, devlete vergi verenlerdi. Şerî ve örfi hukuka göre idare edilirlerdi. Gayrimüslim reâya ise devlete şerî ve örfi vergi yanı sıra cizye ve haraç adı verilen vergileri verirlerdi ve askerlikten muaf yaşarlardı.
Osmanlı toplum yapısında XVIII. yüzyılda görülen “Ayan” denilen bir sınıf da ortaya çıkmıştı. Ayanlar taşralarda yaşayan ve halkın içinde etkin ve güçlü şahsiyetlerdi. Bunlar zamanla Osmanlı yönetiminde önemli roller oynayacaklardı.
O hâlde Osmanlı Devleti’ni çağının en itibarlı devleti yapan sebepleri özetlemek gerekirse;

Osmanlı devlet felsefesi
Hukuk devleti olması
Farklı din, mezhep ve ırklara karşı engin hoşgörülü olması
Güçlü ekonomiye sahip olması
Güçlü askerî teşkilatının olması
Kapıkulu sisteminin iyi işlemesi
İlmiye sınıfının önemsenmesi

Osmanlı devlet teşkilatında görev yapan devlet adamlarının liyakatli ve donanımlı olmaları
Rüşvet, suiistimal, israf, zulüm gibi kötülüklere fırsat verilmemesi şeklinde sıralanabilir.
OSMANLI DEVLETİNİN ÇÖKÜŞ SÜRECİ
Dış Sebepler
Rönesans ve Reform Hareketleri
XV. yüzyılın sonuna doğru yeni bir çağ başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesine çıktığı zamanlarda Akdeniz’e İtalyan Yarımadası egemendi. Bu duruma zamanla hem İslam dünyası hem de Ortodoks Hristiyanlar şiddetle karşı çıkmışlardı ki bu duygu atmosferi Osmanlı Devleti’ni hem Balkanlar’da hem de Ortadoğu’da egemen kılan önemli sebepti. Özellikle İstanbul’un fethi, İtalyan kent devletlerinin bu coğrafyalarda üstünlüğüne son vermişti. Bu süreç, gittikçe içe kapanan ve ekonomik anlamda sıkıntılar yaşayan Latinlerin ve diğer Avrupalı halkların bilinen dünyanın dışına çıkmasını ve keşiflerin yapılmasını sağladı.
“Yeniden doğuş” anlamına gelen Rönesans (Renaissance) kavramı, temelde Grek ve Roma’nın yeniden canlandırılarak Avrupa’nın bilimde, sanatta, edebiyatta önemli ivmeler kazanmasını ifade etmektedir. Rönesans, Floransa, Venedik, Portekiz, Hollanda, İngiltere gibi kent devletlerde veya metropollerde ortaya çıkmıştı.
Rönesans şu temel anlayışlara dayanmaktadır:
Yeryüzü ilgi çekici ve araştırılmaya değer bir yerdir.
İnsan güçlüdür ve bu gücüyle büyük başarılar elde eder.
İnsanın sürekli faal olması şerefli bir şeydir.
Aklın her alana hâkim olması insana yeni bir kimlik sağlar.
Kısaca ifade etmek gerekirse Rönesans, insanın kendisi ve çevresini anlaması ve kavramasıdır.

Avrupa’nın çehresini değiştiren Rönesans’ın sonuçlarını ise şöyle ifade etmek mümkündür:
Bilimde sanatta, edebiyatta özgün düşünce önem kazanmıştır.
Avrupa’da skolastik düşünce yerini akla bırakmıştır.
Avrupa’da reform hareketleri ivme kazanmıştır.
Bu mücadele sonucunda kilisenin otoritesi sarsılmıştır.
Aydınlanma çağı ortaya çıkmıştır.
İslam dünyası ve Osmanlı; bilim, sanat ve edebiyatta Avrupa’ya göre geri kalmıştır.
Avrupa’da bireycilik yaklaşımları önemli ivme kazanmıştır.

XV. ve XVI. yüzyıllarda Avrupa’da dinî düşüncede ortaya çıkan eleştiriler ve çalışmalardır. Kiliseyi yeniden kurmak adına yapılan girişimlerin sonuçsuz kalmış olması, Avrupa’da yeni arayışlara yol vermiştir. Bütün Avrupa’da, papazların ahlak dışı hayat sürdükleri ve zenginleştikleri gibi eleştiriler gittikçe ciddi bir kamuoyu oluşturmuştur. Ayrıca Hristiyanlık doktrini de tartışılmaya başlanmıştı. Özellikle din ile ilgili metinleri doğrudan doğruya incelenme gayreti içinde olan hümanistlerin, kutsal kitabın İbranice ve Grekçe metinlerine inerek anlama çabaları, yeni tartışmalar ve yorumları ortaya çıkardı. Bu şekliyle de reform hümanizmdendoğmuştur. Reform, önce din duygularının kuvvetli olduğu Almanya ve Fransa’da ortaya çıkmıştır.
Ayrıca Martin Luther, Erasmus Calvin, Zwingli gibi ruhban sınıfından öncülerin büyük eleştirileri, İncil’in ulusal dillere çevrilmesi, kâğıt ve matbaa gibi alanlarda ortaya çıkan gelişmeler reform hareketlerini etkilemişti. Osmanlı Devleti ise Avrupa’da bu gidişata dolaylı yollardan destek olmuştu. Özellikle Kanuni Süleyman Dönemi’nde Avrupa’yı güçsüzleştirmek, yeni bölünmelere ortam hazırlamak için Protestanlık gibi mezhepler desteklenmişti.

Avrupa’da bu gidişatın sonucunda
Yeni mezhepler ortaya çıktı. (Kalvinizm, Anglikalizm vs)
Din adamlarının (ruhban sınıfı) siyasi ve toplumsal hayat üzerindeki etkisi zayıfladı.
Uzun yıllar sürecek mezhep tartışma ve savaşları devam etti.
Katolikler ve kiliseler de kendi içinde yenilenme çabası içinde oldu.
Avrupa “Laiklik” vurgusu dinî, içtimai, siyasi ve eğitim hayatı için güç kazanmaya başladı.
Siyasi birlikten yoksun Avrupa, Osmanlı karşısında savunmasız kaldı.
Ulusal devletlerin kurulma süreci başladı.
Coğrafi Keşifler
Yeniçağa damgasını vuran ve bütün dünya ülkelerinin kaderini değiştiren olay coğrafi keşiflerdir. XV. yüzyılın sonlarından itibaren küçük Avrupa kıtasına sıkışıp kalan Avrupalılar, bu süreçte uçsuz bucaksız okyanuslara açılırlar ve yeni yerler keşfederler. İki yüz yıldan fazla süren bu hareketler “Büyük Coğrafya Buluşları” diye adlandırılır.
Bu sürecin başlamasında etkili olan sebeplerin başında Osmanlı Devleti’nin sahip olduğu coğrafyanın jeopolitik bağlamda üstünlüğü ele geçirmesiydi. Özellikle bilinen kara ve deniz yollarına hâkimiyeti Avrupalıların ekonomik anlamda fakirleşmelerine, ihtiyaçlarının karşılanamamasına sebebiyet vermişti
Bu gidişat zamanla Avrupa’nın siyasi yapısını da etkilemiş, feodal yapı bir müddet sonra yerini merkezî kraliyetlere bırakmıştı. Özellikle bilim ve teknik alanındaki gelişmeler bu süreci hızlandırmıştı. Mesela barutun ateşli silahlarda kullanılmaya başlanması, pusula ve gemicilik alanındaki gelişmeler, haritacılık alanındaki çalışmalar vs. Ayrıca cesur gemicilerin ortaya çıkması, kral ve kraliçelerin denizcileri desteklemesi, ticaret yolları üzerindeki Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti, Avrupa’nın Osmanlı’ya ekonomik anlamda bağlı kalması, zengin doğuya (Hindistan vs) ulaşma arzuları gibi sebepler Yeniçağ’da büyük coğrafi keşiflerin başlamasında etkili oldu.
Bu uzun soluklu çabaların sonuçları ise bütün dünyayı tesiri altına almış ve Avrupa kıtasının üstünlüğü ele almasına ortam hazırlamıştı. Bu hareketler sonucunda:
Dünya ticareti, Akdeniz’in dışına çıktı, okyanuslara taşındı.

Ticaret hırsı ve zenginleşme arzusu “Kapitalizm”in ortaya çıkışına zemin hazırladı.
Coğrafi keşiflerle misyonerlik ve dini yayma çabaları yeni keşfedilen yerlere ulaştı.
Burjuva sınıfı ortaya çıktı; Avrupa’daki feodal yapıyı çöküşe zorladı.
Zenginleşen Avrupa’da modern devlet ve ulus oluşumu hızlandı.
Coğrafi keşiflerle, şirketleşme, bankacılık komisyon gibi kavramlar ekonomiye girdi.
Sömürgecilik yönetimleri ortaya çıktı. (İlk sömürge imparatorlukları İspanya ve Portekiz tarafından kuruldu.)
Sömürülen ülkelerden Avrupa’ya getirilen değerli madenler bir müddet sonra Avrupa’da enflasyonist hareketleri ateşledi.
Yegâne zenginlik kaynağı olarak değerli madenleri gören iktisadi doktrin “merkantilizm” ortaya çıktı.
Başta Osmanlı Devleti olmak üzere İslam ülkelerinin ekonomisi bozuldu ve fakirleşme, gerileme süreci başladı.
Akdeniz limanları yerine, Atlas Okyanusu limanları önem kazanmaya başladı.
Rönesans ve reform hareketleri hızlandı.
Kara yolu ticareti yerine deniz yolu ticareti önem kazandı.
Avrupa’da üretim artınca pazar sorunu yeni mücadele sahaları doğurdu.
Keşfedilen yerlerde eski uygarlıklar yok edildi
Melez ırklar ortaya çıktı.
Baharat ve ipekyolu önemini kaybetti.
Keşfedilen yerlerden karşılıklı olarak sosyo-kültürel, düşünce alanlarında yapılan transferler kadar yeni meyve, sebze ve diğer tarım ürünleri de öğrenildi.
Kapitülasyonlar
Kapitülasyon bir ülkede yabancı devletlerin tüccarlarının tabi olacağı şartları gösteren resmî belgelerin adıdır
. Bizans, Trabzon Rum Krallığı gibi devletlerin “İtalyan tüccar şehirlerine verdikleri imtiyazlara “Hrisabule” altın mühür deniliyordu. Batılılar bu imtiyaza “Capitulatio” adını verdi. Osmanlı Devleti’nde de bu imtiyazlara ahitname yazılı yemin, and deniliyordu. Yabancılara kapitülasyon veren ilk Türk Devleti, Osmanlı Devleti değildi. Daha önce Anadolu Selçuklu Sultanları İzzettin Keykavus ve Alaeddin Keykubat, İtalyanlara bu hakları vermişti.

Bu haklar özetle
İmtiyazı veren devlet, yabancı tüccarların kendi ülkesinde rahatça hareket edebilmesine müsaade eder.
Yabancı tüccarın can ve mal güvenliği sağlanır.
Ölüm hâlinde terekesinin, tüccarın varislerine verileceğini garanti eder.
Hukuki anlaşmazlıklar yabancı tüccarların kendi aralarında ise kendi hukuki kurallarına göre, yerli tüccarlarla ise yerli mahkemeler bakar.
Başkasının borcu için tüccarların kovuşturulamayacağını garanti eder.
Malını en uygun fiyatla istediği yerde satabilmesini sağlar.
Gümrüklerde yol boyunca geçit vergilerinden muafiyeti sağlar.
Bu haklar zamanla kültürel, dinî, adli, mali alanlarda da verilmişti. İlk başlarda bu haklar padişahların saltanatı boyunca olacağı ilkesi benimsenmişti. 1740’lardan itibaren de devamlı hâle getirilmişti. Bu çok önemli haklar başlangıçta Fransa’ya verilmişken zamanla bütün Avrupalı devletlerin ilgisini çekmiş ve bu haklara kavuşmuşlardı.
Gelinen bu durum Osmanlının ekonomik, mali, siyasi dengelerini alt üst edecek raddelere ulaşmış, Osmanlı Devleti Avrupalı tüccarın, sanayicinin açık pazarına dönüşmüş, yerli tüccar ve esnafın ise tükenmesine zemin hazırlamıştı
Sanayi İnkılâbı
Coğrafi keşiflerle başlayan uzun soluklu bu süreç XVII ve XVIII. yüzyıllarda düşünce ve bilimsel çalışmalarda yepyeni gelişmeleri de beraberinde getirdi. Avrupa önce “Akıl Çağı”nı sonra “Aydınlanma Çağı”nı yaşadı. Sömürgecilikle elde ettiği sermaye birikimi de hem sosyal tabakayı hem de üretim anlayışlarını altüst etti. Bu durum en az Fransız İhtilâli kadar dünyayı etkileyecek olan Sanayi İnkılâbı’nı ortaya çıkardı. Büyük devletlerin siyasi anlamda güçlenme arzusu, ekonomik alanda da kendini gösterdi. Bilimsel buluş ve icatlar üretime aktarılınca süreç başlamış oldu. Mesela, insanlık hayatında dinamitin bulunması, çelik üretiminin başlaması, buharlı makinelerin icadı geleneksel el emeği üretim anlayışını (manifactur) değiştirmiş, fabrikasyon üretim anlayışı ivme kazanmış oldu. Bu da bol miktarda üretim anlamına geliyordu. Bol, ucuz üretim ise ham madde ve pazar mücadelesini beraberinde getirdi. Üretim şekillerinde meydana gelen bu büyük değişim toplumsal hayatta da değişim getirmişti. İşveren, patron, işçi, kapital ileriki aşamalarda da sosyalizm, sendikalizm gibi kavramları ve örgütlenmeyi beraberinde getirdi.
Avrupa’da ilk defa İngiltere’de başlayan “Sanayi İnkılâbı”, Osmanlı Devleti’ni de çok derinden etkilemiştir. Bu süreçte Osmanlı’nın jeopolitik önemi daha da önem kazanmış olmasına rağmen, düşünce ve bilimsel çalışmalarda yeterli bilgi birikimi elde edilememiştir. Dolayısıyla geleneksel üretim anlayışı ile Avrupalı üreticilerle rekabet edememiş, hatta bu konumuyla sömürgecilerin pazar ve ucuz hammadde kaynağına dönüşünce, yerli üretim gelişememiş, dışa bağımlı bir hale
gelmişti.
Sanay İnkılâbı şu sonuçlarıyla bütün dünyayı etkilemiştir:
Ucuz hammadde ve pazara olan ihtiyaç arttı.
Bunun sonucunda sömürgecilik yarışı daha da önem kazandı.
Makineleşme, üretimde öncelik haline geldi.
Kömür elektrik, petrol gibi enerji kaynaklarının önemi arttı.
Büyük şirketler kuruldu ve ticarette tekelleşme süreci başladı.
İşçi sınıfı, sosyalizm gibi kavramlar taraftar toplamaya başladı.
Avrupa’da bilimsel buluşlar ve bu çerçevede yatırımlar hızla arttı.
Yeni teknoloji silah üretimi arttı.
Çevre, nüfus, kentleşme, beslenme gibi sorunlar ortaya çıkmaya başladı.
Köylerden kentlere göçler arttı.
Bankacılık sigortacılık gibi yeni sektörler önem kazandı.



Fransız İhtilâli
XVIII. yüzyılın en önemli iki olayı ABD’nin tarih sahnesine çıkması ve büyük Fransız İnkılâbı idi. Yukarıda da ifade edildiği gibi coğrafi keşiflerin sonucunda Avrupa’da ortaya çıkan “Burjuva” sınıfının statükoya getirdiği eleştiriler, yeni siyasi hakları elde etme mücadelesi, Fransız filozof, edebiyatçı ve sanatçıların ortaya koyduğu fikirler, eserleriyle siyasal sistemi eleştirmeleri, halkı bu çerçevede aydınlatmaları, Fransız İhtilâli’nin en önemli hazırlık aşamasıydı. Bunların yanında kralın baskıcı yönetimi, halkın sınıflara ayrılması, ağır vergiler altında ezilmesi, İngiltere ve ABD’de demokratikleşme yolunda adımların atılması, insan hakları, özgürlük gibi açılımların Fransa’da da yankı bulması gibi sebepler ihtilâlin ortaya çıkmasını sağladı.
Halkın 14 Temmuz 1789’da “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganıyla Bastil Hapishanesi’ne saldırarak, mahkûmları salıvermesiyle isyan ateşlenmiş, binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan isyan, ihtilâle dönüşmüştü. Halk mücadeleyi kazanmıştı. İsyan sonucunda toplanan Kurucu Meclis “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi”ni yayımlamış, anayasanın yürürlüğe girmesiyle Kurucu Meclis’te kendisini feshetmişti.
Fransa’da ortaya çıkan yeni anlayış ve getirdiği kavramlar çok uluslu devletler için yıkım oldu. İhtilâl sonucu yeşeren milliyetçilik fikri çok uluslu bir devlet olan
Osmanlı Devleti için de bir yıkım etkisi meydana getirdi. Asırlarca bir arada yaşamayı becermiş azınlıklar bu süreçte Avrupalı devletlerin de etkisiyle XIX. yüzyıl boyunca bağımsızlık mücadelesi içine girdiler. Bu durumun Osmanlı Devleti’nin parçalanmasına büyük etkisi oldu. Ayrıca bu süreç Osmanlı Devleti’nde demokratikleşme, laikleşme, Avrupa hukukuna yönelme anayasalı sisteme geçme arayışlarını da beraberinde getirdi.
Fransız İhtilâli’nin insanlık hayatını etkileyen sonuçları ise şöyledir:
Hürriyet eşitlik, özgürlük, milliyetçilik, laiklik gibi fikirlere öncülük etti.
Ulus devletlerin kurulması hızlandı.
İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi birçok devlet için örnek teşkil etti.
Laik sistem ve laik hukuk bütün dünyaya yayıldı.
Çok uluslu devletlerin yıkılışı hızlandı.
İç Sebepler
Osmanlı Devleti; XVII. yüzyıla kadar göstermiş olduğu performansıyla bütün dünyanın en ileri ve kuvvetli birkaç devleti arasındaydı. Sahip olduğu coğrafya, dünyanın merkezî ve zor bir coğrafya idi. Nüfusu ortalama 20 milyon, yüz ölçümü de hinterlantıyla 22 milyon km2 idi. Yukarıda da bahsedildiği üzere bu süreçte Avrupa’da meydana gelen gelişmeler Osmanlı Devleti’nin idari, sosyal, siyasi ve ekonomik yapısını etkilemişti. Olup bitenler karşısında gerekli yenilikler zamanında yapılamayıp ve keyfilikle ülke yönetimine devam edilince önce duraklama sonra gerileme süreci ivme kazanmış oldu
Osmanlı Devleti’nde Merkezî İdarenin Bozulması
Klasik Dönem’de, liyakatli padişahların ülkeyi ve devleti yönetmesine sebep olan veraset sisteminin 1600’lerden itibaren değiştiği görülür. I. Ahmet’in (1603-1617) ölümüyle birlikte yerine kardeşi Mustafa tahta çıktı. Bu uygulama ile artık ailenin en yaşlı üyesi hükümdarlık hakkını elde etmiş, “ülüş sistemi” terk edilerek “ekber ve erşed sistemi” yani ailenin en yaşlısı ve olgun olanın tahta çıkması geleneği başlamış oldu. Bu tarihten itibaren şehzadeler, sarayda odalarda korunmaya başlamış, bu durum şehzadelerin yeteneksiz ve saray kadınları ile diğer görevlilerin etkisi altında kalmalarına sebep olmuştu.

Yükseliş Dönemi’nde devleti padişahla birlikte yönetecek devlet adamlarına da çok büyük önem verilirdi. Bu uygulamalar aynı zamanda merkezî otoritenin de iyi işlemesini sağlardı. Veraset sisteminde yapılan değişiklikler bu uygulamalara da sirayet edince liyakatine bilgisine bakılmaksızın rüşvet, adam kayırma ile atamalar yapılmaya başlandı. Bu uygulamada zamanla taşralarda birçok hoşnutsuzluğun isyana dönüşümüne zemin hazırladı.



Taşra Yönetiminin Bozulması
Osmanlı coğrafyası büyüdükçe sorunları da o nisbette büyüdü. XVII. yüzyıldan itibaren merkezî yönetimde meydana gelen değişim, devletin taşra yönetiminde de olumsuz etkilerini göstermede gecikmedi. Bu süreçte yaşanan uzun savaşlardan dolayı timar sahiplerinin görevlerini yapamamaları, taşrada güvenlik sorunlarını artırmış, bu da birçok isyanın çıkmasına ortam hazırlamıştı.
Yine birçok bölgede birbiri ardına çıkan Celali İsyanları halkın huzurunu kaçırmış ve sonunda göç olgusu kendini göstermişti. Oysaki Osmanlı Devleti halkın yaşadığı yerde kalmasını istiyordu. Çünkü toprak ekilmeli, üretim artırılmalıydı.
Osmanlı toplumunda başlayan bu hareketlilik, rüşvet, adam kayırmayı doğurdu ve idari, hukuki işlerden sorumlu yöneticiler de ehil olmayınca bu sefer de halkın merkeze olan güveni sarsılmış ve asayiş-güvenlik gibi sorunlar artmış oldu
Toprak Sisteminin ve Ordunun Bozulması
Kanuni Sultan Süleyman devrinde iyi uygulanan Timar sistemi, padişahın ölümünden sonra bozulma belirtileri göstermeye başladı ve ilk defa timarlar iltizam şeklinde verildi. İltizam sisteminde devlete gelir getiren topraklar bedeli karşılığında şahıslara verilirdi. İltizam sahiplerine mültezim denirdi. Mültezimler toprağın gelirini peşin öderlerdi ve sonra bunu kârla halktan geri alırlardı. Zamanla sistem zulme dönüşmeye başladı. Timar sahipleri sadrazamlara rüşvetler vererek haksız kazançlar elde etmeye başladı. Bu durum da halkın yöneticilere olan inancını sarsmış ve adaletiyle ünlü Osmanlı Devleti, prestijini kaybetmiştir.
Osmanlıda toprak sistemi, aynı zamanda Osmanlı ordusunun da en önemli kaynağıydı. Dolayısıyla timar sisteminin bozulması, Avrupa’nın disiplinli, donanımlı iyi teçhiz edilmiş orduları karşısında etkisiz kalması, timarlı sipahilerin de gücünü azalttı. Yine Osmanlı Devleti’nin daimi ordusunu teşkil eden (paralı askerleri olan) Kapıkulu Ocakları’na kanunlara aykırı bir şekilde asker alınması bunların sayısını 100 binlere çıkarmış, bu da hem devlet hazinesine çok büyük yük getirmiş hem de ordunun bozulmasını ve itibarını sarsmıştı. Ayrıca geçim sıkıntısı yüzünden yeniçerilerin askerlik dışında işlerle uğraşmaları ordu disiplinini sarsmıştı. Ayrıca donanmaya, denizcilikle ilgisi olmayanların görevlendirilmeleri, ateşli silahları iyi kullanan eğitimli, disiplinli Avrupalı orduların gelişme sürecinin iyi analiz edilememesi Osmanlıda orduyu sarsmış ve devletin itibarını iyice düşürmüştü.


Ekonomik Yapının Bozulması
Osmanlı Devleti’nde ekonomi tarıma endeksliydi. Dolayısıyla örgütlenme de bu çerçevede olmuştu. Toprak gelirlerine göre ayrılmış ve üretimde devamlılık esas alınmıştı. Ayrıca Akdeniz havzasına, büyük ticaret yollarına hâkimiyeti savaşlardan elde edilen ganimetlerde bir o kadar ekonomiyi ve mali dengeleri çağının en sağlam, en güçlüsü yapmıştı.
Güçlü mali dengeler XVII. yüzyıldan itibaren yavaş yavaş sarsılmaya başladı. Bu sarsılma devletin her alanında kendini göstermekte gecikmedi. Devlette baş gösteren bu bozulma, onu yarı sömürge bir devlet olmaya kadar götürmüştü. O hâlde asırlarca dünyanın en güçlü ekonomisi olmayı başarmış olan Osmanlı ekonomisi ne oldu da bozuldu? Bu sebepleri şöyle izah edebiliriz:
Timar sisteminde meydana gelen bozulma
Ülkede uzun yıllar devam eden isyanlar
Göç olgusuyla köylünün toprağını terk etmesi ve üretime ara vermesi
Coğrafi keşifler sonucu Avrupa’da büyük sermaye birikimi olması nedeniyle Avrupa’dan Osmanlı’ya gelen bol miktarda değerli madenlerin Osmanlı Devleti’nde enflasyonist harekete sebep olması
Sık sık değişen padişahların dağıttıkları cülûs bahşişleri ve masrafların artması
Osmanlı’nın kontrolünde olan büyük ticaret yollarının denizlere kayması sonucu Osmanlıda mali dengelerin bozulması
Uzun süren savaşların (Avusturya-İran) harcamaları artırması
Kalifiye insana olan ihtiyacın karşılanamaması
Kapitülasyonların yaygınlaşması sonucu ihracat-ithalat dengesinin bozulması
Saray masraflarının artması
Köylünün vergi yükünün artması yüzünden üretimi bırakması
Avrupa’nın sanayileşme hamleleri sonucu bol miktarda ürünün yerli üreticiyi iflasa sürüklemesi
Avrupalı devletlerin Osmanlı’ya karşı birçok noktada ortak hareket etmeleri.
Eğitim Sisteminin Bozulması
Eğitim, birey-toplum ve devlet hayatında bir uyum ve bu çerçevede ihtiyaçların karşılanması faaliyetlerinin bütününü ifade eder. Osmanlı Devleti’nde eğitim, uzun yıllar çağdaşlarına göre daha ileri bir seviyedeydi. XVII. yüzyıla kadar Osmanlı Devleti, dünyanın en güçlü ve donanımlı devleti olabilmişse bunu biraz da eğitim kurumlarına borçludur.
Osmanlı Devleti’nde eğitim kurumları fonksiyonel yapısına göre Acemi Oğlanlar Ocağı, Enderun Mektebi, Sibyan Mektepleri ve Medreseler ilk dikkat çekenlerdi. Modernleşme sürecine göre de birçok farklı eğitim kurumu bu sisteme dahil olmuştu. Özellikle medreseler, ilmiye teşkilatının en önemli üst düzey kurumlarıydı. Buralarda dinî ve pozitif eğitim yapılırdı.
XVII. yüzyıldan itibaren başlayan gerileme sürecinden eğitim kurumları da payını almıştır. Bu süreçte asli vazifeleri ilim olması gereken medreselilerin, siyasetle uğraşmaya başlamaları medreseye olan güveni sarsmıştı. Ulema sınıfı, maddi ve şahsi heveslerinin peşine düştü ve medreseleri kullanmaya başladı. Bu süreçte rüşvet, adam kayırma öne çıktı.
Avrupa’da eğitim alanında kat edilen mesafe ve bu çerçevede yapılan yenilikler hakkıyla kavranamadı. Pozitif bilimlere medreseler yeterli önemi vermediği gibi hak etmemiş birçok kişiye de ilmî rütbeler, payeler verilmişti. Daha da dikkat çekeni “Beşik Uleması” denilen yeni doğmuş çocuklara müderrislik sıfatları verilmesi gibi pek çok sebep eğitimde gerilemenin nedenleri arasında sayılabilir.
Modernleşme sürecinde de mevcut olan bu kurumlar kaldırılamamıştı. Bunlara paralel olarak yeni Avrupaî tarz eğitim kurumları kurulmuşsa da bu kurumlar, devletin, toplumun ve bireylerin ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kalmış ve eğitimde ortaya çıkan ikilik yeni sorunlara ortam hazırlamıştı.
Yargı Teşkilatının Bozulması
Osmanlı Devleti’nin asırlarca sahip olduğu muazzam coğrafyada yaşayabilmesini temin eden en önemli unsurlardan biri de adalet ve hoşgörüydü. Çünkü devleti idare edenlerin temel felsefesine göre, “Reaya Allah’ın bir emanetidir”, “Ülkeler kılıçlarla fethedilir ama adaletle yönetilir” idi. Bunun için yargı teşkilatı çok önemliydi. Yargı teşkilatının başında Kazaskerler vardı. Divanlara katılırlardı. Coşkun Üçok’un ifadesiyle “küçük kasabalara kadar dal budak salmış olan bir yargı teşkilatı vardı. Bu teşkilatın en önemli unsurunu yargıçlar teşkil etmektedir.” Teşkilatta yerleşim yerinin büyüklüğüne göre “Molla, Menasib-i Devriye, Müfettişler, Kadılar, Naibler” görev alırdı.
Devletin gerileme sürecine paralel olarak adalet-yargı teşkilatı da bundan etkilendi. İlmiye teşkilatının bozulması yargıyı etkiledi ve kadılar iyi yetişmeden rüşvet, iltimasla işlerini yürütmeye başladı. Sosyal patlamalar olmamasına rağmen, devletin çöküş sürecini hızlandırıcı rol oynadı.

Azınlıkların Faaliyetleri
Azınlıklar, asırlarca Osmanlı Devleti’nin egemenliği altında huzur içinde, zengin ve müreffeh bir hayat sürdü. Bu durum, XIX. yüzyıldan itibaren sarsılmaya başladı. Özellikle Fransız İhtilâli’nin getirdiği özgürlükçü fikirler, azınlıklar arasında bağımsızlık düşüncesinin yayılmasını sağladı. Ayrıca büyük devletlerin Osmanlı Devleti üzerindeki emellerine ulaşma noktasında politik özne olarak azınlıkları görmeye başlamaları ve misyonerlerin faaliyetleri, azınlıkların Osmanlı Devleti’ne karşı isyan etmelerine sebep oldu. Bu sürecin sonucunda da azınlıkların büyük çoğunluğu bağımsızlıklarını elde etti. Bu gelişmeler Osmanlı Devleti’nin yıkılış sürecini hızlandırdı.
ÜNİTE 3: OSMANLI DEVLETİNDE YENİLEŞME HAREKETLERİ
OSMANLI DEVLETİNİ KURTARMA ÇABALARI
XVIII. yüzyılın sonlarına doğru bariz bir şekilde ortaya çıkan gerilemenin ve peş peşe gelen askerî mağlubiyetlerin sebeplerini araştıran o dönemin fikir ve devlet adamları, alınması gereken tedbirler konusunda çeşitli raporlar hazırlamışlar ve ilgili yerlere sunmuşlardı. Ancak Batı’daki gelişmelerin özünü yeterince kavrayamamışlardı. Bunun en büyük sebebi ise, Batı’ya karşı yüz yıllarca sürdürülen üstünlüğün vermiş olduğu büyüklük kompleksi idi. Fakat 1699 Karlofça ve 1718 Pasarofça Antlaşmaları Osmanlı aydınlarının Batı’ya bakış açılarını değiştirmişti
XVIII. yüzyıldan itibaren Batı’nın üstünlüğünü kabul etmek mecburiyetinde kalan Osmanlı padişahları ve devlet adamları, başta askerî alanda olmak üzere birçok alanda yenilikler yapmak mecburiyetinde olduklarına kanaat getirmişlerdir. Ancak yapılan yenilikler köklü bir toplumsal yapı değişikliğinden ziyade, eski üretim ve egemenlik sisteminin korunması başta olmak üzere mevcudu ıslah etme şeklinde olmuştur.
Osmanlı Devleti’nin eski görkemli dönemini yeniden canlandırmayı amaçlayan bu ıslahatlar bilinçli kadrolardan yoksun ve tamamen kişilere bağlı olduğu için Osmanlı Devleti’nin eski gücüne kavuşması konusunda başarılı olamamıştır. Zaten XVIII. yüzyıl sonlarına gelinceye kadar Osmanlı Devleti’nde planlı ve programlı ıslahatlardan da söz etmek mümkün olmamıştır
Osmanlı devlet ve toplum düzeninde görülen aksaklıkları gidermek, çöküşü durdurmak ve devleti eski gücüne kavuşturmak amacıyla yapılan ıslahatların daha iyi anlaşılabilmesi açısından yapılan yeniliklerin çeşitli dönemler içerisinde incelenmesi daha faydalı olacaktır. Bu dönemleri şöyle sıralayabiliriz:
Tanzimat’tan önce yapılan ıslahatlar (1839’dan önce yapılanlar)
Tanzimat Dönemi’nde yapılan ıslahatlar (3 Kasım 1839-23 Aralık 1876)
Meşrutiyet Dönemi’nde yapılan ıslahatlar (23 Aralık 1876-23 Temmuz 1908)
Meşrutiyet Dönemi’nde yapılan ıslahatlar (23 Temmuz 1908-30 Ekim 1918).
Tanzimat’tan Önce Yapılan Islahatlar (Reformlar)
Lale Devri (1718–1730)
Lale Devri’ne damgasını vuran kişi ise Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’dır
Bu dönemde Batıyı daha yakından tanımak amacıyla İstanbul’daki Batılı ülke elçileriyle yakın ilişkiler kuruldu. Diğer yandan Avrupa’daki gelişmeleri yerinde incelemek maksadıyla Paris ve Viyana’ya geçici elçiler gönderildi. Bu elçiler arasında 1720’de Paris’e giden Yirmisekiz Mehmet Çelebi ve yanında götürdüğü oğlu Sait Efendi en dikkat çeken isimlerdendir. Özellikle Sait Efendi, Avrupa’daki gelişmeleri öğrenmeye çabalamıştır. Paris dönüşünde Sadrazam Damat İbrahim Paşa’nın desteğini alan Sait Efendi ve arkadaşı İbrahim Müteferrika, Avrupa’da kullanılmaya başlanmasından 277 yıl sonra, 5 Temmuz 1727’de İstanbul’da bir matbaa kurmuşlardır. Matbaada basılan ilk kitap “Kitab-ı Lügat-ı Van Kulu” dur (Van Kulu Sözlüğü). Daha sonra bu matbaa için İzmit’te bir de kâğıt fabrikası kurulmuştur.

Ünlü şairi Nedim’in başkanlığında bir tercüme heyeti oluşturularak Batı ve Doğu dillerinden çeviriler yaptırıldı
İstanbul’da beş kütüphane kuruldu.
Bu dönemde İstanbul’un imar faaliyetlerine büyük önem verildi.
Ordunun ve tersanenin düzeltilmesine çalışıldı
İstanbul’da sıkça görülen yangınlarla mücadele etmek için de Tulumbacılık Örgütü (İtfaiye Teşkilatı) kuruldu
Bu yenilik dönemi 1730 tarihinde Patrona Halil Ayaklanması ile sona erdi
Patrona Halil ile hareket eden devlet adamları dönemin Padişahı III. Ahmet’i tahttan indirerek yerine I. Mahmut’u padişahlığa getirdiler. Osmanlı tarihinde on iki yıl süre ile değişik bir çığır açan Lale Devri’nin kanlı bir şekilde sona erdiği kabul edilse de ıslahatların genel karakteri bakımından III. Selim Dönemi’ne kadar yapılan bütün yenilik teşebbüsleri, özellikle askerî alanda yapılanlar, bu süreç içerisinde değerlendirilmektedir.
III. Ahmet’ten sonra da ıslahat hareketleri, askerî alanda yoğunlaşarak devam etmiştir. Bu ıslahatlar arasında aslen Fransız olup 1729’da Osmanlı hizmetine girerek Ahmet adını alan Comte de Bonneval’in öncülüğünde, Topçu Ocağı’nın yeniden düzenlenmesine ve Avrupa tarzında Humbaracı kıtalarının oluşturulmasına çalışıldı. 1734 tarihinde Humbaracı Ocağı’nın eğitimli asker ihtiyacını karşılamak amacıyla da Üsküdar’da matematik ve fen bilimlerinin öğretildiği yeni bir öğretim merkezi Hendesehane açılmıştır.
Avrupalı bir uzman olan Baron de Tott’un yardımlarıyla 1773 tarihinde Mühendishane-i Bahrî Humayun adıyla çağdaş bilgilerle donatılmış denizciler yetiştirmeyi amaçlayan Denizcilik Okulu açılmış, 1774 tarihinde ise Topçu Ocağına bağlı Sürat Topçuları ocağı kurulmuştur. Askerî alanda gayretler devam
etmiş, açılan askerî okullarda yetişen kişiler XIX. yüzyılda yapılacak olan Batılılaşma hareketlerinin de öncüleri olmuştur.
III. Selim Dönemi (1789–1807)
Osmanlı Devleti’nde değişim ve yenileşmenin önemli bir zaman dilimini kapsayan III. Selim Dönemi, Lale Devri’nde işaret veren Batılılaşma hareketinin ciddi bir aşamasıdır.
Bu dönemde ıslahatlar belli bir canlılık ve yoğunluğa kavuşmuştur.
III. Selim’in ıslahat çabaları sadece askerî ıslahatların genişlemesi açısından değil, aynı zamanda daha geniş çaplı girişimlerin başlangıcı olması bakımından da önemlidir
Bu dönemde Osmanlı Devleti Batı’nın gücünü görmeye başlamış, Batı devletlerine karşı yukarıdan bakan kendinden emin Osmanlı yerine, Batı’yı dikkate alan, hatta Batıyı merkeze koyan bir siyaset gütmeye başlamıştır
Mümtaz Turhan’ın “serbest kültür değişimleriyle mecburi kültür değişimleri srasında bir geçiş devresi” olarak nitelediği bu dönem, devleti yenileştirme ve kurumları Avrupalılaştırma düşüncesinin kökleşmesinde çok önemli bir süreci oluşturmaktadır. III. Selim Dönemi Batı’ya açılmada diplomasinin de etkili olduğu bir dönemdir.
III. Selim Fransız İhtilali’nin yapıldığı yıl hükümdar olmuştur. Daha veliaht iken Fransa Kralı olan XVI. Luis ile yapılabilecek reformlar konusunda gizlice mektuplaşarak ondan tavsiyeler almıştı. İktidara gelince ilk iş olarak devrin önemli devlet adamlarından, ulemadan ve ayanlardan oluşan bir Meşveret Meclis’i (Danışma Meclis’i) oluşturdu. Bu kişilerden memleketin genel sorunları ve yapılması gereken reformlarla ilgili görüşlerini layihalarla (raporlarla) açıklamalarını istedi. Bu doğrultuda kendisine, ikisini yabancı uzmanların hazırladığı, 22 layiha sunuldu
layihalardan çıkan sonuç, askerî alanda mutlak suretle reformlar yapılması düşüncesiydi. Bu layihalardan en önemlisi ise Tatarcık Abdullah Efendi’nin görüşleriydi. Tatarcık Abdullah Efendi, batı tipinde bir ordunun tanziminden başka düzeltilmesi gerekli bazı kurumlardan ve özellikle ulema sınıfının ıslahından söz etmiştir. Çünkü Osmanlı Devleti’nin Gerileme Dönemi ile birlikte ilmiye sınıfında ve mülki idare yapısında çürüme başlamıştı.
III. Selim bütün bu aksaklıkları biliyordu. Ancak ulemanın dinî meşruiyet gücünden faydalanmak zorundaydı. Bu durum ise ulemanın devlet içerisindeki konumunu güçlü kılıyordu. Bunun için III. Selim, önceliği askerî alanda ıslahata vermiştir.
Bu döneme de adını veren en anlamlı ıslahat, şüphesiz Nizam-ı Cedit hareketidir. III. Selim kendisine sunulan raporlar doğrultusunda 72 maddelik Nizam-ı Cedit (Yeni Düzen) adı verilen bir program hazırlattı.
Nizam-Cedit dar ve geniş manada olmak üzere iki durumu ifade etmektedir.
Dar anlamda; III. Selim Dönemi’nde Avrupa usulüyle yetiştirilmek istenen eğitimli askeri,
Geniş anlamda ise III. Selim’in Yeniçeriliği kaldırmak, ulemanın nüfuzunu kırmak,


Osmanlı Devleti’ni Avrupa’nın ilim, sanat, ziraat ticaret ve medeniyette yaptığı ilerlemelere ortak yapmak için teşebbüs ettiği yenilik hareketlerinin bütününü ifade eder. Aslında III. Selim’in ikincisini hedeflediği, fakat bunu başaramadığı söylenebil
III. Selim, Yeniçerileri kuşkulandırmamak için onlara dokunmadan Avrupa tarzında Nizam-ı Cedit adıyla modern bir ordu kurdu (1793). Nizam-ı Cedit’in giderlerinin karşılanması için İrad-ı Cedit Defterdarlığı kuruldu. Yeni orduyu eğitmek üzere yurt dışından subaylar getirildi, modern askerî kışlalar yapıldı.
Yeni orduyu eğitmek üzere yurt dışından subaylar getirildi, modern askerî kışlalar yapıldı. Bu ordunun subay ihtiyacını karşılamak maksadıyla Mühendishane-i Berr-i Hümayun (Kara orduları yetiştirmek amacıyla) adıyla bir okul açıldı (1795). Yeni kurulan bu ordu kısa bir müddet sonra ilk başarısını da Napolyon’un Akka’yı kuşatması sırasında savaşarak göstermiştir
III. Selim’in yapmak istediği ıslahatlar arasında devletin merkeziyetçi bir idareye kavuşturulması da vardı. Ancak bu dönemde yapılan ve yapılması hedeflenen ıslahatlara karşı devlet içerisinde hala etkili bir siyasi güç olan Yeniçeri Ocağı’na karşı ayanların ve ulemanın da desteğini alamamıştı. Bu yetmiyormuş gibi veliaht Şehzade Mustafa, ıslahat aleyhtarlarıyla birlik olunca, Kabakçı Mustafa’nın liderliğinde ayaklandılar. Ayaklanma kısa sürede genişl Ayaklanmaya karşı kuvvet kullanmaktan kaçınan III. Selim bütün Nizam-ı Cedit uygulamalarını iptal etti. Fakat Şeyhülislam’ın hâl fetvasıyla 29 Mayıs 1807 de tahtan indirildi. Asiler IV. Mustafa’yı hükümdar ilan ettiler
Nizam-ı Cedit taraftarları İstanbul’dan ve ordudan kaçarak Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa’ya sığındılar.
Zorbaların iktidara getirdiği IV. Mustafa bir müddet sonra, bunların baskılarından bunalınca Kabakçı Mustafa’yı cezalandırmak üzere Alemdar Mustafa Paşa’yı İstanbul’a çağırdı. Alemdar Mustafa Paşa, İstanbul’a gelerek asileri cezalandırdı
Asıl amacı III. Selim’i yeniden tahta geçirmek olan Alemdar Mustafa Paşa, saraya gittiğinde III. Selim’in cesediyle karşılaştı. Böylece gerek padişahın, gerekse yeniliklerden yana olan devlet adamlarının emek ve çabalarıyla yürütülen yenileşme hareketleri neticesiz kalmış, tüm girişimler başarısızlığa uğramıştır. Ancak III. Selim Dönemi yenilik hareketlerinin (Nizam-ı Cedit) II. Mahmut Dönemi’nde de devam etmiş olması bu dönemin Türk yenileşme tarihinin önemli bir merhalesi olması açısından dikkat çekicidir.
II. Mahmut Dönemi (1808–1839)
Alemdar Mustafa Paşa, III. Selim’in yerine padişah olan IV. Mustafa’yı karşı bir darbeyle tahttan indirerek II. Mahmut’u tahta geçirdi. Osmanlı Devleti’nde ilk ciddi yenileşme hareketleri II. Mahmut Dönemi’ne rastlar. Bu dönemde yapılan köklü askerî reformların yanı sıra, Batı’dan kurum ve kurallarında alınmaya başladığı görülür.
II. Mahmut, devletin sarsılan otoritesini yeni tedbirler ve kurallarla güçlendirmek istiyordu. Alemdar Mustafa Paşa’yı Sadrazam yaptı. Bu dönemde devletin iki önemli sorunu vardı: Birincisi; merkezde tam bir anarşi unsuru hâline gelen yeniçerilerin bir düzene sokulmaları, diğeri ise zayıflayan merkezî otoriteyi güçlendirmek.
İlk planda yeniçerilere müdahale etmek oldukça zordu. Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa’nın gayretleriyle ayanlarla İstanbul’da bir toplantı yapıldı. Bu toplantıya katılan padişah, ayanlar ve devlet ricali arasında “Sened-i İttifak (7 Ekim 1808)” adıyla anılacak bir anlaşma yapıldı. Ayanlar padişaha bağlı kalacaklarına, vergi ve asker toplamaya yardımcı olacaklarına, kendi bölgelerinde düzenli bir yönetim kuracaklarına, İstanbul’da çıkacak isyanları bastırmak için yardım edeceklerine dair söz verdiler. Bu belge kanunsuz şekilde oluşan yerel otoritenin devlet tarafından tanınması anlamına geliyordu. Böylece padişah ilk defa kendi otoritesinin yanında bir gücün varlığını da kabullenmiş oluyordu.

II. Mahmut da III. Selim gibi Yeniçerilere alternatif olmak üzere Sekban-ı Cedit adıyla modern bir ordu kurdu. Ancak bu denemede öncekinin akıbetine uğradı ve yeniçerilerin ayaklanması ile son buldu. Bu ayaklanma sırasında Alemdar Mustafa Paşa da öldürüldü.
Ulemanın ve Yeniçeri Ocağı’nın baskıları sebebiyle II. Mahmut askerî reform projelerine tekrar dönebilmek için uzun süre bekl 1826’da yeniçeriler kendilerine karşı gördükleri II. Mahmut’a karşı yeni bir isyan başlattı. Fakat İstanbul halkı yeniçerilerin bu isyanına karşı cephe aldı. Ordunun bir bölümünün de desteği ile II. Mahmut bu isyanı çok kanlı bir şekilde bastırarak Yeniçeri Ocağı’nı tamamen ortadan kaldırdı. Bu hadise o kadar önemli ve hayırlı sayılmıştır ki Vak’a-i Hayriyye (15 Haziran 1826) adıyla tarihe geçmiştir. Şüphesiz bu adım II. Mahmut’un başardığı en önemli reformdur. Çünkü yeniçeriler, bütün yeniliklere karşı devletin elini kolunu bağlayan, savaşlarda mağlubiyetlere sebep olan, içeride zorbalıklar yapan bir kuvvet durumuna gelmişti.
Kaldırılan Yeniçeri Ocağı’nın yerine, Batılı anlamda eğitim ve teşkilat yapısına bağlı Asakir-i Mansure-i Muhammediye adıyla yeni ve modern bir ordu kuruldu. II. Mahmut taşradaki ayanları da çeşitli bahanelerle ortadan kaldırarak devlet otoritesini yeniden egemen kıldı. Böylece yeniliklerin önündeki tüm engeller ortadan kalkmış oldu ve yeniliklere hız verildi.
II. Mahmut’un ordu dışındaki diğer ıslahatlarına bakılacak olursa devletin idari, kültürel ve içtimai hayatında da önemli değişiklikler yapıldığı görülür. Bu dönemde yapılan ıslahat ve yeniliklerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
1826’da ilk kez Avrupa’ya öğrenciler gönderildi.
1827’de Tıbbiye,1834’te Harbiye gibi önemli yüksekokullar açıldı.
İlköğretim mecburi hâle getirildi.
Medreselerin dışında rüştiye mektepleri açıldı.
Medreselerin dışındaki tüm okullar Nafıa Nezareti’ne bağlandı.
1831’de ilk nüfus sayımı yapıldı.
1831’de Takvim-i Vekayi adıyla ilk resmî gazete çıkarıldı.
Yurt dışına çıkışlarda pasaport uygulamasına başlandı.
Sağlık alanında ilk defa karantina uygulaması başlatıldı.
1834’te ilk posta teşkilatı kuruldu.


Hükümet teşkilatında değişiklikler yapılarak, divan sistemi yerine bugünkü bakanlıkların yetkilerine benzer bakanlıklar (nazırlıklar) kuruldu.
Memurların kılık kıyafetlerinde düzenleme yapıldı.
Memurlar için ceza kanunu hazırlandı.
II. Mahmut, Avrupa’daki hükümdarlar gibi doğum günlerini kutlamaya, resimlerini devlet dairelerine astırmaya, elçiliklerdeki davetlere gitmeye başladı.
Polis teşkilatının temelleri atıldı.
Müsadere usulü kaldırıldı.
Halk arasında din bakımından bir fark gözetilmediği ifade edilmiştir.
Ay yıldızlı bayrağın kabulü de II. Mahmut Dönemi’nde gerçekleşmiştir



icraatlar ve ıslahatlar, II. Mahmut Döneminin reform zenginliği içerisinde önemli adımlar oldu. Bu dönemde yapılan yenilikler bir anlamda kendisinden sonra gelen Tanzimat Döneminin de fikrî alt yapısını oluşturması bakımından önemlidir.
Şark Meselesi (Doğu Sorunu)
Şark Meselesi; Avrupa devletlerinin kendi çıkarları doğrultusunda Orta-Doğu olayları için kullandıkları politik bir deyimdi
Şark Meselesi’nin başlangıcı, Türklerin Anadolu’ya gelişleri ve bu coğrafyayı Türkiye hâline getirmeye başladıkları tarihlere kadar uzanır. Viyana önlerinde Türkleri durdurmayı başaran Batılı devletler; Türkleri Avrupa’dan, hatta Anadolu’dan atmak için tam bir ittifak içerisine girmişlerdir.

Batılı devletlerin Osmanlı Devleti’ni parçalama ve kendi aralarında paylaşma amaçlarını gerçekleştirme niyetleri, 1815’te toplanan Viyana Kongresi’nde Şark Meselesi tabiriyle ortaya çıkmıştır. Bu kongrede Rus delegesi, Osmanlı ülkesindeki Hristiyanların haklarının korunmasından söz ederken Doğu Sorunu deyimini kullandı. Böylece Şark Meselesi, Avrupa literatüründe diplomatik bir deyim olarak yer aldı. Çoğu kaynaklar ise olayın başlangıç noktası olarak, 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’nı kabul etmekte görüş birliğindedirler. Söz konusu devletler, hedeflerine varabilmek için kendi çıkarlarına hizmet edebilecek her unsuru kullanmışlardır. Bu günde kullanmaya devam etmektedirler.



Tanzimat Dönemi Islahat Hareketleri ve Bazı Önemli Gelişmeler (3 Kasım 1839-23 Aralık 1876)
Tanzimat Dönemi, Osmanlı tarihinde yeni bir dönemin başlangıcıdır.
Tanzimat-ı Hayriyye adıyla da anılan bu dönem, Türk yenileşme tarihinin önemli bir dönüm noktasıdır
Bu dönemde Osmanlı Devleti’nin, Orta Çağ’a ait bir devlet yapısından, hukuki manada yeni ve çağdaş bir devlet yapısına doğru ilk adımını attığı görülmektedir. Bu amaçla devletin siyasi, sosyal, askerî ve kültürel alanlarda kötü gidişatını önlemek için daha geniş reformların yapıldığı bir dönemdir
Sultan II. Mahmut’un ölümünden sonra, yerine on altı yaşındaki oğlu Abdülmecid padişah oldu. Genç padişah babasının icraatlarına devam etmek niyetindeydi. Bu sıralarda imparatorluğun içte ve dışta birtakım felaketlere uğraması, askerî alanda yapılan yeniliklerin yetersizliğinin anlaşılması, imparatorluk bünyesindeki azınlıkları bahane ederek, Osmanlı Devleti üzerindeki baskılarını artıran Batılı devletlerin müdahalesini azaltmak için dönemin Sadrazamı ve Dış işleri Bakanı Mustafa Reşit Paşa fikirlerini Sultan Abdülmecit’e açarak, ıslahatın gerekliliğini anlattı. Abdülmecit de Mustafa Reşit Paşa’nın fikirlerini kabul etti. Mustafa Reşit Paşa, yapılması gerekli ıslahatlarla ilgili programı hazırlayarak padişaha sundu. Bir ferman şeklinde hazırlanan bu programı padişah beğendi ve imza etti. Padişahın imzasını taşıyan tebliğ ve emirlere “Hatt-ı Hümayun” denildiği için bu ıslahat projesine de “Hatt-ı Hümayun” denildi.
Reşit Paşa tasarladığı ıslahatların sadece bir sosyal mecburiyet olmadığına, aynı zamanda içinde bulunulan durum karşısında kaçınılmaz bir siyasi tedbir olduğuna inanıyordu. Çünkü Batılı devletlerin Osmanlı Devleti hakkındaki düşüncelerini çok iyi biliyordu.
Bu amaçla yapılması düşünülen düzenlemeleri kapsayan Tanzimat Fermanı, bizzat Sadrazam tarafından kaleme alınarak 3 Kasım 1839’da padişahın, devlet adamlarının, ulemanın, gayrimüslim din otoritelerinin, yabancı elçilerin, esnaf temsilcilerinin ve kalabalık bir halk topluluğunun huzurunda Mustafa Reşit Paşa tarafından okunmuştur. Gülhane Parkı’nda okunması nedeniyle Gülhane Hatt-ı Hümayunu veya Tanzimat-ı Hayriye de denir.
Şekli bakımından ferman niteliğinde olan Gülhane Hatt-ı Hümayunu, o dönemin bozukluklarının nedenlerini sayarak işe başlamakta ve devamında temel amacın mülk ve milleti ihya etmek olduğunu bildirmektedir. Devlet idaresinde yeni bir düzene gidileceğini göstermekte ve padişahın sınırsız hâkimiyetini sınırlamaktadır. Padişah’ın tek yanlı iradesinin ürünü olan bu belge, bizzat kendisinin de kanunlara uyacağını taahhüt etmektedir. Eşitlik sorunu da önemli bir konu olarak ele alınmakta ve din, dil, mezhep farkı olmaksızın herkesin yasalar önünde eşit olduğu beyan edilmektedir. Belgede ifade edilenlerin güvencesi ise padişahın bu esaslara uyacağını bildirip yemin etmesinden ibarettir. Ayrı bir teminat ve denetim müessesesi öngörülmemiştir. Padişah, fermanın sonuna doğru bu esasların bütün ülke halkı için ilan edildiğini belirtmiş ve bu gelişmenin yabancı elçiliklere de duyurulmasını istemiştir. Fermanda yer alan başlıca konular şunlardır

1- Hangi din ve millete mensup olursa olsun Osmanlı memleketlerinde yaşayan bütün teba can, ırz ve namus garantisine sahip olacaktır.
2- Herkes mülkiyet hakkına sahip bulunacak ve bu hak ferdin lehine olarak devlet tarafından müdafaa edilecektir.
3- Vergiler için belli ve adil nispetler tayin edilecek, vergi mükellefiyeti eşit olacaktır.
4- Askerlik hizmeti için belli bir süre ve her yerin nüfusu nispetinde mükellefiyet konulacaktır. Yeni düzenlemeden “millet-i sair”de istisnasız olarak yararlanacaktır.
5- Suç işlediği iddia olunanlar hakkında tahkikat açık olarak yapılacak ve bunlar alenen muhakeme edilecektir

6- Kimse hakkında mahkemenin kararı (hükmü) olmadan idam cezası tatbik olunmayacaktır.
7- Mahkûm olanların varisleri, veraset hakkından mahrum edilmeyeceklerdir.
8- Bütün bunlar hakkında çeşitli din ve milletlerden olan tebaya eşitlik tanınacaktır.
9- Bütün devlet memurlarına statülerine uygun belli bir maaş bağlanacaktır.
10- Rüşvet, kati olarak kalkacak ve buna cesaret edenler şiddetle cezalandırılacaklardır.
11- Hükümdar bizzat kendisi bu usullere riayet etmeyi ve bunlara aykırı davranmamayı kabul ettiği gibi; Ulema ve devlet ricali de bu hususta yemin edeceklerdir.

Böylece ilk kez bir Osmanlı padişahı çok geniş olan yetkileri üstünde bir kanun gücünün varlığını kabul etmiş oluyordu.
Tarihimizde Tanzimat adıyla anılan ve 1876 yılına kadar sürdüğü kabul olunan dönem, batı kurumlarının yanında batı fikirlerinin de memlekete girdiği dönemdir. Ancak, Batı hukuku anlayışının etkisiyle başlayan bu akım Osmanlı toplumunun dayandığı geleneksel kurumları ortadan kaldırmamış, eskisiyle birlikte yaşamak üzere yeni müesseselerin kurulmasına sebep olmuştur.

Bu durum ülkede bir ikiliğe sebep olmakla beraber Batı kurumlarını ve zihniyetini memleketimize sokması, ilerideki reformlara elverişli ortam hazırlaması bakımından büyük mana ve önem taşır.
Tanzimatçılar, devlet içerisinde düzeni sağlamanın, çağdaş bir devlet olmanın, ülkenin sorunlarına sağlıklı çözümler getirmenin ancak yasal kurallara bağlı kalmakla sağlanabileceğini düşünmüşler ve buna göre düzenlemeler yapmışlardır. Tanzimatla ilgili kanun ve yönetmeliklerin hazırlanmasıyla görevli Meclis-i Ahkâm-ı Adliye yeni baştan düzenlendi. Şeri yasaların yetmediği yerlerde batıdan yasalar

almaya yönelmişler, 1840’ta Fransız Ceza Yasası,1860’ta Ticaret Hukuku gibi yasalar Osmanlı Devleti’ne girmiştir. Bu yasaları uygulamak için de Şeri Mahkemelerin yanında Nizamiye Mahkemeleri kurulmuştur. Bu çalışmalar aynı zamanda Osmanlı’dan Cumhuriyet’e laikleşme sürecini de başlatmıştır.
Tanzimat Döneminde yapılan çeşitli alanlardaki diğer ıslahatları özetlemek gerekirse

1854’te Meclis-i Ali-i Tanzimat (Tanzimat Yüksek Mahkemesi) kurularak, kanun ve yönetmelikler hazırlandı.
1868’de Şura-yı Devlet (bugünkü Danıştay), Divan-ı Ahkâm-ı Adliye (bu günkü Yargıtay) kuruldu.
Vergi toplamada İltizam Usulü kaldırıldı (Ancak yeterince vergi toplanamayınca 1842’de tekrar İltizam Usulüne dönüldü).
1864’te çıkarılan Vilayet Nizamnamesiyle ülke vilayet, sancak, kaza ve köy yönetim birimlerine ayrıldı.
1845’te Meclis-i Maarif-i Umumiye kuruldu, ilköğretim zorunlu ve parasız hale getirildi; tercüme faaliyetlerine önem verildi.
1859’da Mektebi-i Mülkiye,1869’da Mekteb-i Tıbbiye açıldı.
Rüştiye, idadi, kız sanat ve kız öğretmen okulları açıldı.
1865’te Darüşşafaka,1868’de Galatasaray Sultanisi açıldı.
Ülkede ilk defa sivil siyasi gazetelerin çıkarılmasına müsaade edildi. (İlk sivil siyasi gazete 1860 tarihinde Çapanzâde Agâh Efendi tarafından çıkarılan Tercüman-ı Ahval gazetesidir.)
Orduda düzenlemeler yapıldı, askerlik süresi beş yıl olarak sınırlandırıldı.
Kırım Savaşı ve Paris Kongresi (1856)
Kırım Savaşı, Rusya’nın geleneksel sıcak denizlere inme siyasetini gerçekleştirmek üzere harekete geçmesiyle başlamıştır
Ancak Rusya’nın yarattığı tehlike diğer Avrupalı büyük devletlerin de çıkarlarına dokunduğundan, bu devletler Osmanlı Devleti’nin yanında yer alarak Rusya’ya karşı birlikte hareket etmişlerdir.
Rus Çarı I.Nikolas, Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını ve bundan da en büyük payı almak istiyordu. Rus Çarı “Hasta Adam” olarak nitelediği Osmanlı Devleti’ni paylaşmayı İngiltere’ye teklif etti. Ancak İngiltere o dönemde kendi çıkarlarına uygun düşmediği için bu teklifi reddetti. Çünkü Boğazlar ve Mısır Meselesi İngilizlerin lehine çözülmüş, Balta Limanı Ticaret Antlaşması ile de (1838) Osmanlı Devleti üzerinde büyük menfaatler sağlayarak, geniş bir pazar alanı bulmuştu. Osmanlı’nın toprak bütünlüğünden yana bir siyaset izliyordu
Bunun üzerine Rusya, Küçük Kaynarca Antlaşması’na (1774) dayanarak Osmanlı Devleti’ndeki Ortodoksların korunması hakkının kendisine verilmesini istedi. Bu teklif Osmanlı Devleti, İngiltere ve Fransa tarafından kabul edilmeyince Eflak ve Boğdan’a saldırdı (1853). Diğer taraftan Rus donanması da 30 Kasım 1853’te Sinop Limanı’na yaptığı bir baskınla kenti bombalayarak Osmanlı donanmasına büyük zarar verdi.
Sinop baskını Avrupa’da tepkiyle karşılandı. Çünkü Boğazlar üzerindeki Rus üstünlüğü Avrupalı devletlerin çıkarlarına ters düşüyordu. Kendi aralarında anlaşan İngiltere ve Fransa; İtalyan birliğini kurma yolunda olan Piyemonte Devleti’ni de yanlarına alarak bu savaşta Osmanlılar’ın yanında yer aldılar. Avusturya da tarafsız olduğunu ilan etmesine rağmen Rusların Eflak ve Boğdan’dan geri çekilmelerinde etkili oldular. Müttefik devletler Sivastopol’ü işgal ettiler. Yapılan savaşta Rusya yenilmiş ve sonuçta 1856 Paris Antlaşması imzalanmıştır.
Avrupa devletleri bu antlaşmayla Rusya’nın daha önceki tarihlerde kendi lehine bozmaya çalıştığı Avrupa güçler dengesini, Osmanlı Devleti’ni de yanlarına alarak kurmayı amaçlamışlardı. Konferansa Osmanlı Devleti, Avusturya, Rusya, Prusya, Sardunya (Piyemonte), Fransa ve İngiltere’nin katılmasıyla görüşmeler 25 Şubat1856’da Paris’te başlandı.
Osmanlı Devleti, Paris Antlaşması ile savaştan önceki sınırlarına kavuşmuş, Rus tehlikesinden bir müddet de olsa kurtulmuştur. Bununla Avrupa devletler hukukundan faydalanma ve Avrupa sistemine girmesi kolaylaşmıştır. İlk bakışta bu şartlar altında Osmanlı Devleti’nin Paris Antlaşması’ndan kârlı çıktığı söylenebilirse de bu durum bir görüntüden ibarettir. Osmanlı Devleti’nin Avrupa devleti sayılması, Avrupa devletler hukukundan yararlanması ilkesi bir şekil değişikliğinden
ibaret olup, pratikte büyük bir önem taşımıyordu. Sağlanacak garantilerin kâğıt üzerinde kalması kesindi. Ayrıca, Osmanlı İmparatorluğu’nun dış siyaseti antlaşmada imzası bulunan devletlerin kefaleti altına giriyordu. Öte yandan Osmanlı Avrupa’sında bulunan özerk yönetimlerin Avrupa devletlerinin kefilliği altına girmesi Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgedeki nüfuzunun da azalmasına neden olmuştur.
Islahat Fermanı’nın antlaşmada yer alması ise Osmanlı Devleti aleyhine yeni bir faktörü ortaya çıkartmıştır. Büyük Avrupa devletleri her ne kadar bu madde ile İmparatorluğun iç işlerine karışmamayı garanti etmişler ise de aslında bu fermanın uygulanmasından doğacak sorunlar ile Osmanlı Devleti’nin iç işlerine ortaklaşa müdahale edebilecekleri yeni bir kapıyı önceden açmışlardır.
Islahat Fermanı (18 Şubat 1856)
Tanzimat Fermanı ile azınlıklara tanınan hakları yetersiz ve verilen sözlerin de gerçekleşmemiş olduğunu iddia eden Batılı devletler, 1856 tarihli Paris Konferansı öncesinde, Osmanlı İmparatorluğu’nu Rusya’nın müdahalelerine karşı korumanın bedeli ve Avrupa devletleri topluluğuna kabulün ön şartı olarak, yeni bazı isteklerde bulunmuşlardır. İngiltere, Fransa ve Avusturya kendi aralarında çeşitli görüşmeler yaparak bazı kararlar almıştı. Bu kararların başında Islahat Fermanı’nın ilanı gelmekteydi.
Bu ferman, 18 Şubat 1856 tarihinde “Islahat Fermanı” adı ile padişah Abdülmecit tarafından bir Hatt-ı Hümayun şeklinde Paris görüşmelerinden altı hafta önce ilan edilmiştir. Islahat Fermanı, Tanzimat Fermanı’ndaki esas hükümleri teyit ve tekrar etmekle beraber, gayrimüslim unsurlara daha geniş haklar tanıyordu. Taleplerin dış baskı sonucu değil, bir iç hukuk belgesi gibi gerçekleştiği görüntüsü verilerek, padişahın konumunu sarsılmaması için bir fermanla ilan edilmesi sağlanmıştır.
Fermanda en çok öne çıkan hususlar şunlardır:
Bu fermanla daha önce azınlıklara verilen hak ve imtiyazlar teyit edilecek
Müslim ve gayrimüslim Osmanlı tebaası kanun önünde eşit olacak
Patrikler bu makama ömür boyu seçilecek
Şehir ve kasabalarda bulunan kilise, manastır, okul ve hastane gibi yerlerin tamir veya yeniden yapılmasına izin verilecek
Irk, din, dil farkı gözetmeden mezhepler arasındaki üstünlük kaldırılacak bir başka deyimle hiçbir mezhep diğerinden üstün sayılmayacak
Hiç kimse din değiştirmeye zorlanmayacak
Devlet hizmetine, askerlik görevine ve okullara bütün tebaa eşit olarak kabul edilecek (Müslüman olmayanlar da askerlik hizmetiyle yükümlü olacak; ancak bedel vermek suretiyle askerlik yapmayabilirdi)
Vergiler eşit alınacak, iltizam usulü kaldırılacak
Bütün tebanın eşit ve serbest bir şekilde ticari ve ekonomik girişimlerde bulunması sağlanacak
Mahkemeler açık olacak, keyfi cezalar verilemeyecek

Müslümanlar ile gayrimüslimler arasındaki davaları görmek üzere muhtelif mahkemeler kurulacak, bunlar için yeni kanunlar hazırlanacak
Resmî yazışmalarda Hristiyanlar için hakaret manası taşıyan tabirler kullanılmayacak
Rüşvet ve yolsuzluğun kaldırılması için kanunlar şiddetle uygulanacak.
Batılı devletlerin baskıları sonucunda ilan edilen bu fermanla, gayrimüslim halka çok geniş haklar tanındığı hâlde, Batılı büyük devletlerin yeni isteklerde bulunmalarının bir türlü önüne geçilem 1856’dan itibaren Osmanlı Devleti’nin tarihi, adeta bir müdahaleler devri olarak adlandırılabilir. Uygulamalardaki eksiklikler ve aksamalar, içeride halk arasında hoşnutsuzluklara sebep olurken, dışarıda da olumsuz gelişmelere gerekçe teşkil etmiştir.
Bu dönemdeki en önemli hukuk reformlarından biri de Ahmet Cevdet Paşa’nın başkanlığındaki bir heyet tarafından hazırlanan “Mecelle” olarak bilinen bir medeni kanunun hazırlanmasıdır.
I. Meşrutiyet Dönemi (23 Aralık 1876-23 Temmuz 1908)

Tanzimat Döneminde çok önemli reformlar yapıldı. Ancak bu reformlar da beklentileri karşılamadı
Yeni yetişen kuşak, ülke sorunlarının kişi egemenliğine dayanan mutlak monarşi ile çözülemeyeceği kanaatindeydi
Bunlar parlamentoya dayalı meşrutî bir yönetimi savunuyorlardı. Onlara göre Osmanlı Devleti’nde Meşrutiyet ilan edilip, Meclis’e azınlıkların temsilcileri katılırsa, ayrılıklar giderilir ve bir Osmanlı milleti oluşturulabilirdi. Böylece Avrupalı devletler, Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışamayacak, ülke içerisindeki karışıklıklar da önlenmiş olacaktı
Meşrutiyetin doğuşundaki en önemli etken, Tanzimat ortamında yetişen Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Süavi gibi aydınların başlattıkları Yeni Osmanlılar (Jön Türkler) hareketidir. Bunlar Avrupa’da öğrenim görmüş, oradaki anayasal hareketleri incelemiş, aydınlanma felsefecilerinin eserlerini okumuş, devletin geleceğini parlamenter sistemde gören aydınlardı. Bunlar amaçlarına ulaşmak için Haziran 1865’te Yeni Osmanlılar adıyla bir örgüt kurdu.
Meşrutiyet fikirlerinin gelişmesinde ikinci bir etken ise ülkede sivil siyasi gazetelerin çıkması, buralarda siyasi ve kültürel konularda halkı aydınlatıcı yazıların yazılması, kültürel hayatla birlikte siyasi hayatı da etkilemiş, birçok fikir tartışılmaya ve aydınlar arasında yayılmaya başlamıştı.
Ancak bu yeni düşünce akımından hoşnut olmayan padişahlar, bu akımın savunucularına baskı yapmaya başladılar. Özellikle Padişah Abdülaziz Dönemi’nde bu baskılar artmaya başlayınca, Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Süavi gibi aydınlar yurt dışına kaçarak çalışmalarını orada sürdürdüler. Onlara Jön Türkler adını veren Batılı aydınların da destekleriyle yurt içinde ve yurt dışındaki yoğun çalışmaları neticesinde, ordu içinde de taban bulan Genç Osmanlılar, meşrutî sisteme karşı olan Padişah Abdülaziz’in tahtan indirilerek yerine V. Murat’ın getirilmesini sağladılar. Ancak V. Murat, sağlık durumunun elverişsiz olması sebebiyle saltanatta ancak üç ay kalabildi. Yerine Veliaht II. Abdülhamit getirildi. II. Abdülhamit tahta geçerken Yeni Osmanlılar özellikle de Şura-yı Devlet Reisi olan Mithat Paşa, kendisiyle pazarlık ederek Meşrutiyeti ilan edeceği sözünü almayı başardı.
II. Abdülhamit, Sadrazamlığa Mithat Paşa’yı getirdi. Mithat Paşa’nın başkanlığında bir heyet hemen anayasa hazırlıklarına başladı. Hazırlanan Kanûn-ı Esâsî (Anayasa) 23 Aralık 1876’da Beyazıt Meydanı’nda devlet adamları, ulema ve halkın huzurunda törenle ilan edildi. Böylece Yeni Osmanlılar amaçlarına ulaşmış, Osmanlı Devleti ise artık anayasalı bir döneme girmiş oldu. Artık devlet anayasadaki ilkelere göre yönetilecekti.
Kanûn-ı Esâsî’ye göre yapılan seçimlerin ardından Meclis-i Umumi (Meclis-i Ayan+ Meclis-i Mebusan) teşekkül ettirildi ve 20 Mart 1877’de Dolmabahçe Sarayı’nda ilk çalışmalarına başladı. Bu sürece paralel olarak Meclis’in aritmetik durumundan dolayı ülke bütünlüğünü zedeleyici bazı tekliflerin gündeme gelmesi gecikmedi ve sert tartışmalar yaşandı. Ayrıca 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın (93 Harbi) ağır bir mağlubiyetle sonuçlanmasından padişahın sorumlu tutulması padişahı ziyadesiyle rahatsız etti. Bu durumu fırsat olarak değerlendiren padişah, anayasanın kendisine tanıdığı yetkiye dayanarak 14 Şubat 1878’de Meclis’i süresiz olarak tatil etti. Böylece Osmanlı Devletindeki bu ilk demokrasi teşebbüsü kesintiye uğramış ve sıkı bir mutlakıyet yönetimi başlamıştır. II. Abdülhamit, Osmanlıcılık siyasetinden de vazgeçerek İslamcılık siyasetini benimsemiştir.
III. II. Abdülhamit Dönemi’nde faydalı birçok girişimlerde bulunulmuş, anayasa dışında bir dizi ıslahat da yapılmıştır. Özellikle eğitim alanında köklü reformlar gerçekleştirilmiştir. Rüştiye okullarının sayıları çoğaltılarak memleketin her tarafına yayılmıştır. Ayrıca kız öğretmen ve mülkiye mekteplerinin sayıları artırılmış, çeşitli meslek ve sanayi okulları açılmıştır. Bu dönemde haberleşmeye önem verilmiş, telgrafın kullanılması yaygın hle getirilmiştir. Fakat asıl önemli ve bilinen gelişme demiryollarında olmuş, ülkedeki demiryolu ağı birkaç yüz milden, birkaç bin mile çıkarılmıştır.
Kanûn-ı Esâsî
IV. İlk Türk Anayasası olarak kabul edilen Kanûn-ı Esâsî, yukarıda da açıkladığımız gibi Yeni Osmanlıların baskıları sonucunda 23 Aralık 1876 tarihinde ilan edilmiştir
V. güçlü bir yürütme karşısında 1876 Anayasası, “Meclis-i Umumi” adını alan, birisi seçimle diğeri padişahın atamasıyla oluşan iki meclisten meydan gelen zayıf bir parlamento kurmuştur
Kanûn-ı Esâsiyle kişi hakları tam bir güvence altına alınmamasına rağmen, kanun önünde eşitlik, eğitim hakkı, mal güvencesi, kişi dokunulmazlığı, işkence yasağı gibi bazı haklar veriliyordu. Yine bu anayasa ile gerçek bir anayasal düzen oluşturulamadı. Ancak demokrasi kültürümüzün gelişmesine katkıda bulunması açısından önemlidir.
VI. İlk Türk anayasası olarak kabul edilen Kanûn-ı Esâsî temel hak ve özgürlükler bakımından zayıf olmasına rağmen, aydınlar tarafından bir özgürlük sembolü olarak görülmüş ve tekrar yürürlüğe konulması için yıllarca mücadele verilmiştir.
Düyûn-ı Umûmiye (Genel Borçlar İdaresi)
VII. Osmanlı Devleti, karşılaştığı mali güçlükleri aşmak için ilk önemli dış borçlanmasını 1854’te Kırım Savaşı sırasında yapmıştır. Önceden yapılan iç borçlanmalar, genelde yabancı uyruklu Galata bankerlerinden alınmıştır
VIII. Savaşın getirmiş olduğu ekonomik açığı kapatabilmek için devletin çıkardığı uzun vadeli borçlanma tahvilleri Londra, Paris, Frankfurt ve Viyana borsalarında satışa çıkarıldı. Elde edilen gelirler, ülkenin kalkınmasına yönelik yatırımlar yerine, tüketim giderlerinin finansmanında kullanılmıştır.
IX.
X. 1863 yılında yabancı sermayeli bir Avrupa bankası olan Osmanlı Bankası açıldı. Devlet, iç ve dış borçların ödenmesi, banknot çıkarma ve borç tahvillerinin satışı gibi önemli yetkilerini bu bankaya devretti. Daha sonra bu banka, Galata Bankerleri ile birlikte, hükümete yüksek faizlerle borç vermeye de başladı

1854-1876 yılları arasında devlet sürekli olarak elverişsiz şartlarla borçlanarak bir dış borç batağına saplanmıştı. Osmanlı Devleti’nin 1875 yılına gelindiğinde 200 milyon sterlin dış borcu vardı. Anapara ve faiz ödemeleri yıllık 11 milyon sterlin olmasına karşılık maliyenin bütün gelirleri 18 milyon sterlindi. Devlet, borçların ödenmesini ne kendi imkânlarıyla ne de yeni borçlarla ödeyemez duruma gelince, 6 Ekim 1875 tarihinde almış olduğu bir kararla dış borçlar üstündeki faiz ve anapara ödemelerini durdurduğunu ilan etti.
6 Ekim 1875 kararnamesi ile iflas resmen ilan edilmiş, devlet iç ve dış borçların taksit ve faiz toplamının yarısını beş yıllık süre içinde ödeyecek, diğer yarısı için de on yılda ödemeli %5 faizli tahviller verecekti. Ancak bu ödemeler yapılamadı 1876 Nisan’ında ödemeler tamamen durdu. Hiçbir borç ödemesini yapamayan Osmanlı Devleti, sonunda alacaklılarla anlaşma yoluna gitti. Hükümet önce Osmanlı Bankası ve yerli alacaklılarla 10/22 Kasım 1879 tarihinde anlaşarak ödemeleri yeniden başlattı. Damga vergisi, alkollü içki, balık avı, tuz, tütün ve ham ipekten alınan vergi gelirlerini 10 yıl boyunca iç borçlar karşılığı olarak alacaklılara bıraktı. Bu anlaşma altı kalem gelire dayandığı için Rüsum-u Sitte (altı vergi) anlaşması adı verilmiştir. Ancak alacaklı Avrupa devletleri buna tepki gösterdiler ve bu gelirlerle dış borçların da ödenmesini istediler.
Daha sonra Muharrem Kararnamesi (Hicri takvime göre Muharrem ayında olduğu için) adı verilen bir yönetmelikle, Osmanlı borçları birleştirildi ve 20 Aralık 1881’de “Düyun-u Umumiye” yönetimi denilen bir idare kuruldu.
(Düyun-u Umumiye Binası-Bu günkü İstanbul Erkek Lisesi)
Bu idare ile 1881 yılından itibaren borçların ödenmesi için imparatorluğun mali kaynaklarına
rın bütünüyle, yabancı denetimi altına girmesi demekti. Bu idare alacaklılar adına yedi kişilik Düyun-u Umumiye Meclis’i oluşturdu. Meclis’te bir İngiliz, bir Fransız, bir Alman, bir Avusturya-Macaristan, bir İtalyan, bir Osmanlı delegesi ve bir temsilci de Galata bankerlerini temsil edecekti. Anlaşmaya göre 191 milyon olan Osmanlı borçları 106 milyon liraya indirildi, kalan bölümünün ödenmesi için yeni bir plan yapıldı. Osmanlı maliyesinin damga vergisi, alkollü içki, balık avı, tuz, tütün tekellerinden ve ipekten alınan öşür ile Doğu Rumeli Vilayeti’nin ödediği yıllık vergi gibi kaynakların tüm geliri iç ve dış borçlara ayrıldı. Bu vergileri toplama ve alacaklılara ödeme görevi de yeni kurulan Düyun-u Umumiye İdaresi’ne verildi. Osmanlı Devleti borcun tamamının ödenmesine kadar gelirlerinin bir bölümünden vazgeçti.
Osmanlı Devleti’nin Kırım Savaşı’nda ilk defa aldığı borçlardan ancak 100 yıl sonra (son taksit 25 Mayıs 1954’te ödendi) kurtulduk.


ÜNİTE 4: İKİNCİ MEŞRUTİYET DÖNEMİ VE FİKİR HAREKETLERİ

İKİNCİ MEŞRUTİYETİN İLANI VE SONUCLARI
Osmanlı’da modernleşme sürecinin en önemli halkalarından biri, 1876’da “Meşrutiyetin” ilanıydı.
Bu durum ülkede sevinçle, coşkuyla karşılandı. Ancak bu sevinç çok uzun sürmedi. Birtakım sebeplerden dolayı 1878’de Padişah II. Abdülhamit’in iradesiyle Meclis dağıtıldı. Kanûn-ı Esâsî ise şeklen yürürlükte kaldı
Bu tarihten itibaren II. Abdülhamit’in yönetim anlayışı da değişti. Demokratik açılımlar unutuldu, özgürlükler kısıtlandı, daha kuşkucu ve baskıcı bir anlayış egemen oldu. Bu süreçte kendisine ve yönetim anlayışına karşı muhalif hareket gittikçe güçlendi. Saltanatı boyunca farklı fikirlere ve muhalefete tahammül edemeyen padişah, kendisine rakip olarak gördüğü bu kişileri ya hapse attırdı ya da sürgüne gönderdi. Bu şekilde ülkeden uzaklaştırılan ve susturulmaya çalışılan muhalifler, Avrupa’da daha çok Cenevre ve Paris’te, Osmanlı ülkesinde ise Selanik ve Kahire gibi önemli şehirlerde kümeleşerek çalışmalarını buralarda devam ettirdi
Ülkede ilk defa “Tıbbiyeli” öğrencilerin 1889’da kurduğu İttihad-ı Osmanî Cemiyeti ile başlayan örgütlü muhalefet, kısa zamanda Avrupa’daki Jön Türklerin de katılmasıyla büyük bir muhalif harekete dönüştü. Hepsinin amacı daha çok özgürlük, demokratikleşme ve meşrutiyetin yeniden ilanı yoluyla katılımcı bir yönetime ülkeyi kavuşturmaktı.1900’lere gelindiği zaman da Osmanlı İttihat ve Terakki adı altında birleşmeler oldu. Ancak bu durum kısa sürdü ve Jön Türkler arasında da fikir ayrılıkları ortaya çıktı. 1902’de Paris’te yapılan Jön Türk Kongresi’nde bu ayrılık çizgileri daha da netleşti.
Bu gibi ayrılıklara rağmen Abdülhamit’e ve yönetim anlayışına muhalif olanlar 27 Aralık 1907’de Paris’te yeni bir kongre topladı. Kongreye “Terakki ve İttihat, Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkezîyet, Ermeni Taşnaksütyun, Mısır Cemiyet-i İsrailiyesi, Ahd-ı Osmani Mısır Cemiyeti ile Ermeniler ve Araplar tarafından yayımlanmakta olan bazı gazete ve dergi temsilcileri” katıldı. Bu kongrede “Meşrutiyetin” ilanı fikri etrafında padişahı sıkıştırmak için bir dizi çalışma programı oluşturuldu ve komitelerin kurulması kararlaştırıldı
1907’de alınan kararlar çerçevesinde Makedonya’da örgütlenmeye gidildi. Bu çabalara rağmen II. Meşrutiyet’in ilanını hızlandıran en önemli olay, 8-9 Haziran 1908’de İngiliz Kralı Edward’la Rus Çarı II. Nikola’nın Reval’de bir araya gelerek Osmanlı Devleti’nin geleceğini görüşmeleri oldu. Bu gelişmeler üzerine Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti harekete geçti. Onlara göre yegâne çare “Meşrutiyetin” ilanıydı. Bu maksatla cemiyet üyesi olan Kolağası Niyazi Bey, temmuz başında birliğiyle Manastır’da dağa çıkarak isyanı fiilen başlattı. Bunu diğerleri takip etti. Sivil kanattan da gelen baskılara dayanamayan II. Abdülhamit, 23 Temmuz 1908’de “Meşrutiyeti” ilan etmek mecburiyetinde kaldı. 24 Temmuz’da da Kanûn-ı Esâsîyi yeniden uygulamaya koyarak Meclis-i Mebusan’ı uzun bir aradan sonra yeniden toplantıya çağırdı.
II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte Kanûn-ı Esâsî’de de bazı değişiklikler yapıldı. Bu yeniliklerden bazıları şunlardır:
Osmanlı Hükümeti daha önce olduğu gibi padişaha değil; Meclis-i Mebusan’a karşı sorumlu olacaktır.
Padişahın Meclis-i Mebusan’ı dağıtma yetkisi kaldırılmıştır.
Padişaha, tahta çıktığı zaman, Anayasaya, vatana ve millete sadakat göstereceğine dair yemin kuralı getirilmiştir.
Padişahın tek başına karar alma yetkisi kaldırılmış, kararlarda başbakan ve ilgili bakanın imzası şartı getirilmiştir.
Padişahın sürgüne gönderme yetkisi kaldırılmıştır.
Kişi özgürlüğü güvence altına alınmıştır.
Basına özgürlük getirilmiş ve sansür kaldırılmıştır.
Antlaşmaların Meclis’te onaylanması esası getirilmiştir.
Derneklerin ve siyasi partilerin kurulmasına izin verilmiştir.

Yukarıda da görüleceği üzere Meşrutiyet’in yeniden ilanıyla sistem bütün kurumlarıyla geri gelmiş, eksikler tamamlanmaya çalışılmış, eski izlerin silinmesi için önemli adımlar atılmıştır. Ayrıca gelişmiş ülkelerde olduğu gibi demokratikleşme ve özgürlükler önündeki engeller de ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır.
31 MART OLAYI (13 NİSAN 1909)
II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti, konumunu daha da güçlendirdi. Diğer taraftan Cemiyetten aradıklarını bulamayanlar ve yeni rejimi istemeyenlerin de sayısı küçümsenmeyecek derecede artmaktaydı. Mesela Prens Sebahattin grubu, Ahrar Fırkası, İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti, Arnavutlar gibi muhalif kanat, sert politikalar takip etmeye başladı. Derviş Vahdeti’nin Volkan gazetesinde “din elden gidiyor” propagandası da buna eklenince 13 Nisan (31 Mart) 1909’da İstanbul’daki Avcı Taburları isyan çıkardı. Bu isyan kısa sürede büyük şiddet hareketlerine dönüştü. Dahası İstanbul’daki ordu birliklerinin denetimi elden çıktı.
İttihat ve Terakki Cemiyeti, İstanbul’da meydana gelen bu duruma müdahale etmek üzere, Edirne ve Selanik’teki askerî birliklerden yeni bir ordu oluşturdu ve İstanbul’a doğru yönlendirdi. Bu ordunun adı “Hareket Ordusu”, kurmay başkanı da Mustafa Kemal idi. Selanik Tümen Komutanı Hüseyin Hüsnü Paşa’nın komutasında olan ordu, Yeşilköy’e geldiği zaman da Ordu Komutanı Mahmut Şevket Paşa, idareyi ele aldı. 24 Nisan’da da Hareket Ordusu İstanbul’da kontrolü ele geçirdi.


Bu gelişmelere seyirci kalan II. Abdülhamit, olup bitenlerden sorumlu tutuldu. Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayan üyeleri “Meclis-i Umumî-i Millî” adı altında Sait Paşa’nın başkanlığında toplandı. 27 Nisan’da da Sultan II. Abdülhamit usulüne uygun bir şekilde tahttan indirilerek, yerine II. Abdülhamit’in kardeşi Mehmet Reşat (65 yaşında), “V. Mehmet” adıyla tahta geçti. Böylece II. Abdülhamit’in 33 yıllık saltanatı son buldu. Ailesiyle birlikte 1912 Balkan Savaşlarına kadar Selanik’e sürgün edildi. İttihat ve Terakki Cemiyeti ise siyasi gücü ve otoritesini iyice pekiştirmiş oldu.

OSMANLI DEVLETİNİN SON DÖNEMİNDE FİKİR AKIMLARI
Osmanlıcılık =Osmanlı Devleti’nin sahip olduğu topraklar üzerinde asırlar boyunca yaşayabilmesi onun siyasi ve idari becerisi ile alakalıydı. Birçok farklı din ve etnik kökenli unsuru bir arada yaşatabilmek için de “Millet Sistemi” denilen bir sistemi hayata geçirmişti. Ancak burada ifade edilen “millet” kavramı dinî cemaatleri tanımlamak için kullanılmaktaydı. Merkezî yönetim bu sistemi yaşatabilmek için önemli çalışmalar yapıyordu. Bunlardan bir iki örnek vermek gerekirse
İmparatorluğu bir arada yaşatabilmek için Anadolu ihmal edilmiş, Sırbistan’ın, Bulgaristan’ın, Arabistan’ın kalkınmasına ve imarına çalışılmıştır. Mithat Paşa’nın Bulgaristan’ı kalkındırmaya çalışması, Anadolu’dan önce, Hicaz demiryollarının inşası gibi
Anadolu’yu ihmal etmek pahasına önce Balkanlarda mali, hukuki ve idari ıslahatların yapılması
Sırbistan, Romanya ve Bulgaristan’a idari özerklik verilmesi

Bu süreci etkileyen diğer bir sebep, Viyana Kongresi (1815) ile gerçekleştirilen ittifakların ortaya çıkardığı “Şark Meselesi” kavramıyla Osmanlı’ya karşı blokların oluşturulmasıydı. Bu sırada başlayan Yunan İsyanı, İhtilalci diğer cemiyetleri de etkilemişti.
Osmanlı Millet Sistemini etkileyen önemli bir sebep de Osmanlı modernleşme sürecidir. Bu çabalar sonucunda merkezÎ yönetimden uzak yaşamaya alışan azınlıkların otorite tanımazlık tavırlarının doğurduğu düşüncelerdir. Gelinen bu aşamada Osmanlı yönetiminin eski gücünü yitirmesi ve Avrupalı Devletlerin baskıları ve ayrılıkçı hareketleri cesaretlendirmeleri Osmanlı Millet Sistemini etkileyen diğer sebeplerdi.
XIX. yüzyıl boyunca sürecek olan bu çabalar karşısında Osmanlı Devleti ve yöneticileri de olup bitenlere çare aramaktaydı. Bu çabaların başında bütün unsurları bir çatı altında tutabilecek bir üst kimlik arayışına yöneldikleri görülmekteydi.
Tanzimat Fermanı’yla başlayan yeni süreçte ise Avrupaî tarzda kurumsal yapılanmaya paralel olarak Osmanlı azınlıkları arasındaki statü farklılıklarını ortadan kaldırmak için hukuki reformların yapılmasına özen gösterilmişti. Bu çabalarla bir anlamda milliyetçilik rüzgârının hızını kesmek isteyen yöneticiler, Osmanlılık kavramının işlevsel yönüne ağırlık vererek bir şekilde ortak değer yaratmak istemişlerdi. 1876 tarihli Kanûn-i Esâsî’nin ilanıyla da bu düşünce akımı pratik hayatta yerini almış oldu. Ancak 1878’den itibaren II. Abdülhamit’in takip ettiği politikalar çerçevesinde “Osmanlıcılık” fikri de geride kalmış, daha çok İslamcılık fikri öne çıkmıştı. Buna rağmen II. Meşrutiyet’in ilanına kadar muhaliflerin en çok tartıştığı fikirler arasına girmişti.
Muhalifler, II. Abdülhamit’in saltanatına son vermek için bütün Osmanlı azınlıklarının da desteğini almak gerektiğini bilmekteydiler. Bunun için Meşrutiyetin yeniden ilanıyla ortak hareket etmenin önemini sıkça vurgulamaktaydılar. Dolayısıyla 24 Temmuz 1908’de Meşrutiyet ilan edilince yeniden Osmanlıcılık fikrinin güç kazanacağı düşüncesi belirdi. Bunun için Meşrutiyetin ilanına Osmanlı unsurları sahip çıkmakta gecikmedi. Meclis’te yeniden temsil hakkının gerçekleşmiş olması, birçok meselenin de çözüldüğü şeklinde algılandı. Bu iyi niyetli çabalara rağmen Meşrutiyetin ilanından kısa bir süre sonra Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesi, savaş naralarının artması, Osmanlıcılık fikrine büyük bir darbe vurdu. Bu gelişmelere karşılık Türk aydınları arasında da yavaş yavaş Türk milliyetçiliği fikrine yönelmeler başladı. 1912-1913 Balkan Savaşlarının da ortaya çıkması ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktidara gelmesi de bu süreci hızlandırmış, I. Dünya Savaşı’nın çıkışı ve sonraki gelişmelerde “Osmanlıcılık” fikrinin daha da zayıflayarak ortadan kalkmasını hızlandırmıştı.
İslamcılık
Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu çıkmazlar karşısında ortaya çıkan fikir akımlarından birisi de “İslamcılıktır” İslamcılık fikrinin ortaya çıkışını etkileyen sebeplerden birkaçı şunlardır:
Batı dünyasının siyasi, ilmî, maddi ve teknik açıdan çok ilerlemiş olması
İslam dünyasının Batı karşısında askerî başarısızlıklar yaşaması ve bunun sonucu büyük sorunların ortaya çıkması
İslam dünyasının büyük bir kısmının emperyalist devletlerce işgal edilmiş olması
Gelişen Batı karşısında Müslüman aydınların aşağılık kompleksine girmesi
Batı dünyasının İslam dünyasına karşı oryantalizm ve misyonerlik faaliyetlerine girmesi.
XIX. ve XX. yüzyılda bu hareketin ortaya çıkmasında ve geliştirilmesinde öncülük eden düşünürlerden bazıları şunlardır:
İslam dünyasında Delhili “Şah Veliyullah (1702-1762), Nabluslu Abdülgani Şeyh Halid (1776-1827), Arabistan’da Muhammed İbn Abdül Vehhab (1703-1792), Cemaleddin Afganî (1839-1897) Muhammed Abduh (1845-1905), Osmanlı Devleti’nde ise Eşref Edip, Manastırlı İsmail Hakkı, Babanzâde Ahmed Naim, Ömer Ferit, Mehmet Akif, Şemseddin Günaltay, Ebu’lûla Mardin vb
“Osmanlıcılık” fikrinin yaşanan gelişmelere paralel olarak önemini yitirmesinden sonra İslamcılık siyasi hayatta yerini almaya başladı. Böylece gayrimüslimler dışlanmış, Müslümanlar ise ön plana çekilmiş oldu. İslamcılık, Sultan Abdülaziz Döneminde 1872’de tartışılmaya başlandı. II. Abdülhamit Döneminde ise İslamcılık devletin adeta ideolojisi hâline dönüşmüştü. Bu siyasi gelişmelere paralel olarak halife sıfatı daha güçlü bir şekilde kullanılmaya özen gösterilmiş, İslam dünyasının ünlü din âlimleri İstanbul’a davet edilmiş, tekke ve zaviyelere ilgi artırılmış, dinî kitaplar, risaleler İslam dünyasına ücretsiz dağıtılmış hac işleri kolaylaştırılmış, Hicaz demiryolları hayata geçirilmiş, aşiret mektepleri ve okulların açılmasına büyük önem verilmişti.

II. Meşrutiyetin getirdiği özgürlükçü ortamda İslamcılar inandıkları fikirlerini serbestçe yazma, konuşma ve örgütlenme yoluyla yayma imkânlarına kavuştular. Ancak bu süreçte Mısır’da, Suriye’de diğer Arap dünyasında, Arnavutluk’ta ve Balkanlar’da diğer Müslümanların Osmanlı Devleti’ne karşı çıkmaları, İslamcılık fikrini zayıflatmıştı.
Ayrıca İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Fırkası’nın siyasi hayatta ağırlığını iyice hissettirmesi sonucu yaşanan bu tecrübelerden ders alarak Türkçülük fikrinin güçlenmesine zemin hazırlamaları da ideolojik İslamın ve onun basın yayım organlarının dağılmasına ortam hazırlamıştı. 1918’de I. Dünya Savaşı’nın bitmesiyle de İslamcılık bütün maddi ve manevi dayanağını kaybetmiş oldu.



Türkçülük
Osmanlı Devleti, bünyesinde çok sayıda dinî ve etnik unsuru bir arada yaşatan “Millet Sistemi”ni geliştirmiş ve buna göre örgütlenmişti. Bu yapı içinde yaşayan unsurlar da asırlarca huzur içinde bir arada yaşamayı başarmıştı Fransız İhtilali’nden sonra bütün dünyaya yayılan milliyetçilik düşüncesi kısa zamanda Avrupa’da etkisini göstermiş, Osmanlı Devleti’ne ise Balkanlar üzerinden girmiş ve özellikle önce Hristiyan unsurlarda, sonra da Müslümanlar arasında yayılmaya başlamıştı. Yunanlıların çok erken bir zamanda bağımsızlıklarına kavuşmaları, diğerleri üzerinde de örnek teşkil etmişti. Mesela “1880’lerde Mısır’da yapılan mitinglerde göstericilerin “Kahrolsun Türkler, Yaşasın Araplar” şeklinde sloganlar kullandıklarını arşiv vesikalarından öğreniyoruz”. Böylece azınlıklar gelinen noktada kendi kimliklerini tanımlarken kullandıkları argümanların yerini milliyet kavramı aldı. Unsurlar arasındaki bu gelişmelere rağmen devletin asli unsuru olan Türkler arasında ise milliyetçilik şimdilik uzak bir düşünceydi. Türkler, daha çok devletin birliği için çalışmaktaydı. Bunun aksi ise yıkılışı hızlandırabilirdi Milliyetçilik akımı etkisini önce yurt dışında yaşayan Türkler arasında gösterdi. Özellikle Rusların zulmü altında yaşayan Türkler, kendilerine reva görülen politikalara karşı Türk kimliğine sarılmışlar ve bunu bir özgürlük mücadelesi olarak algılamışlardı. Ayrıca milliyetçilik düşüncesi Rusların Batı’ya daha açık olmalarından dolayı diğer gruplar gibi Türklerin de daha çabuk benimsemelerini etkilemiştir. Osmanlı Devleti’nde Türkçülük fikrinin başlamasını Sina Akşin göre “dil, edebiyat ve tarih alanındaki çalışmalarla başlatmak olanaklıdır. Bu çalışmaların birçoğu Avrupa’daki Türkolojinin doğuşu ve gelişmesi ile ilgilidir. Abel Remusat, Silveste de Sacy, Deguignes, Arthur Lumley Davids gibi isimler anılabilir. Leh dönmesi Mustafa Celalettin Paşa’nın, Leon Cahun’ün eserleri, Arminius Vambery’nin eser ve temasları etkili olmuştur. Fuat ve Cevdet Paşaların Kavaid-i Osmaniye (1851), Ahmet Vefik Paşa’nın Lehçe-i Osmanî, Hikmet-i Tarih Süleyman Paşa’nın Tarih-i Alem, Türkçe Saif, Şeyh Süleyman Efendinin Lügat-ı Çağatay, Şemsettin Sami’nin Kamus-ı Türkî gibi eserleri Türklük bilincini yaymışlardır” demektedir. Bunların yanında Ziya Paşa, Ali Suavi, Mehmet Emin gibi yazarların bu süreçte yurt içinde ve yurt dışında çıkan gazete ve dergilerinde Türkçülük bilincinin gelişmesine büyük katkıları olmuştur. Türkçülük fikrinin bir “kimlik” olarak ortaya çıkışı II. Meşrutiyet’ten sonra oldu. Özellikle İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin çalışmaları bu fikrin gelişmesine büyük ivme kazandırdı. Yusuf Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyaset’i ve Ziya Gökalp’in “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” şeklinde idealize ettikleri görüşleri Türkçülüğün en önemli kaynakları oldu. Türkçüler, Meşrutiyetin ilanıyla 7 Ocak 1909’da Türk Derneği’ni, 31 Ağustos 1911’de Türk Yurdu Cemiyeti’ni kurdu. Türk Yurdu Dergisi’nin çıkması, 25 Mart 1912’de Türk Ocağı’nın kurulması, bu çerçevede çok önemli adımlardı.

Balkan Savaşları, Müslümanlar arasında cereyan eden Arap milliyetçiliği gibi gelişmeler Osmanlıcılık ve İslamcılık fikrinin itibarının azalmasına, Türkçülük fikrinin ise gelişmesine ve kamuoyu oluşturmasına büyük ivme kazandırdı.
İttihat ve Terakki ile devletin ideoloji olan Türkçülük fikri, Osmanlı Devleti’nin eski şaşaalı günlerine özlem duymak yerine geleceği kurtarma çabalarının itici gücü oldu. Ayrıca bu süreçte İslamcılar, Osmanlıcılar ve Garpçılarla yaşanan tartışmalarda Türk düşünce hayatına büyük zenginlik katmıştır. Türkçüler, yaşanan tartışmalara, “Türk tarihi ve kültürü, Türk dili, İslami müesseselerin varlığı, muasırlaşmak nedir, ne değildir? “ sorularına aradıkları cevaplar milli iktisat, millî edebiyat üzerine geliştirdikleri tezlerle katılarak Türk düşünce hayatına çok önemli hizmetler sundu.
Türkçülük fikri, İttihat ve Terakki Dönemi’nde devletin adeta resmi ideolojisi oldu. Ancak I. Dünya Savaşı’nın acı yengilisiyle gücü zayıfladı ve fikir hayatında eleştirilmeye başlandı. Ama Türkçülük, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan çizgide hep varlığını sürdürdü. Bu gerçeği Şükrü Hanioğlu şöyle ifade etmektedir: “Ve Türkçülük ya da milliyetçilik fikirlerinin bu dönemdeki gelişimi iki ayrı yerde olmuştur. Bunlardan birincisi Anadolu hareketi içerisindedir. Gerçekten de I. TBMM’nin üyelerinin pek çoğu kendilerini Ziya Gökalp Bey’in manevi talebeleri olarak görmekteydiler. İkinci olarak, İttihatçılar yurt dışındaki faaliyetlerinde bu düşünceyi siyasal alanda işler hâle getirmeye çalışmışlar, ancak bundan olumlu sonuçlar alamamışlardı



Batıcıların toplum ve devlet hayatına dair ortaya koydukları somut isteklerinden bazıları şunlardır:
Bütün şehzade ve veliahtların eğitim ve terbiyesine dikkat edilmeli
Padişahlar tek evli olmalı, cariyelik kalkmalı
Fes kaldırılmalı
Kadınların kılık kıyafetlerine karışılmamalı
Tekke ve zaviyeler kapatılmalı
Medreseler kapatılmalı
Şer’i mahkemeler kapatılmalı
Latin alfabesine geçilmeli
Medenî Kanun kabul edilmeli

Batıcılık çabaları, Osmanlı Devleti’nin yıkılış sürecinde bir çare olmadı; ama Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gelişme sürecinde atılan bazı somut adımların Batıcılar tarafından daha önce dile getirildiğini söyleyebiliriz.
Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i MerkezÎyet
Kişisel girişim ve yerinden yönetim anlamına gelen bu hareket Prens Sebahattin ve arkadaşlarının ortaya attığı ve geliştirdiği bir fikir hareketidir.
Kendisi de bir Jön Türk olan ve dayısı II. Abdülhamit’e karşı muhalifler arasında yer alan Sebahattin Bey, saray ailesinden olduğu için kendisine “Prens” denilmişti. Dayısının idari anlayışına ve politikalarına karşı gelmiş ve diğerleri gibi Avrupa’ya kaçmak zorunda kalmıştı. Orada Fransız Filozof Le Play’ın görüşlerinden etkilenmişti. Cenevre’de çalışmalarını sürdürmüştü. 1902’de Paris’te toplanan I. Jön Türk Kongresi’nde Ahmet Rıza grubuyla fikirleri çatışmış ve ayrılarak Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i MerkezÎyet Cemiyeti’ni kurmuştur. Kuranlar arasında İsmail Kemal, Nihad Reşat, Dr.Rıfat, Miralay Zeki, Hüseyin Tosun, Dr.Sabri gibi isimler vardı. Ayrıca “İttihad” adında da bir gazete çıkarmışlardı.
Prens Sebahattin, görüşlerinin merkezÎne bireyi oturtmuştur. Akılcı ve özgürlükçüydü. Bu zamana kadar yapılan yeniliklerin sathi ve devlet aygıtına göre yapıldığını anlamıştı. Oysaki ona göre gelişme bireyle başlardı. Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu siyasi durumunda ancak “federasyon” sistemiyle çözülebileceği fikrindeydi.
Bu görüşler, Anglo-Sakson geleneğine göre hazırlandığı için Osmanlı Devleti’nin siyasi yapısı ve içine düştüğü bu durumdan kurtuluşu için bir çare olmaktan uzak görülmekteydi. Bu yüzden de çok fazla taraftar toplayamadı.
Osmanlıda Sosyalist Hareketler
Meşrutiyet Dönemi fikir akımları içerisinde Osmanlı toplumu tarafından en az benimsenen hiç şüphesiz sosyalizmdirOsmanlı İmparatorluğu’nda sosyalist fikirler gayrimüslim azınlıklar tarafından gündeme getirilirken, bu fikirlerin merkezÎ ise Selanik ve Makedonya idi.
1908 yılında Osmanlı parlamentosuna seçilen Dimiter Vlahof, Varteks Serengülyan, Kirkor Zöhrap, Hamparsum Boyacıyan gibi mebuslar sosyalist olmakla beraber bunlar sosyalist bir partinin mebusu olmadıkları gibi, parlamentoda sosyalist bir grup da oluşturamamışlardır.
Böyle olmakla beraber 1871 Paris Komünü sonrası Osmanlı aydını arasında yavaş yavaş sosyalist fikirler dillendirilmeye başlanmıştır. Bu anlamda zikredebileceğimiz ilk isim 1848-1871 yılları arasında Berlin Büyükelçiliği’nde başkâtip olarak görev yapan Ethem Pertev Paşa’dır
sosyalizm ile komünizm aynı kavramlarla ifade edilmiş ve ikisi de “iştirak-i emvâl ve iyâl” kelimesiyle yani mal ve kadının ortak kullanımı (komünal hayat, yaşam) şeklinde algılamıştır.
Fakat Osmanlı İmparatorluğu’nda sosyalizm/komünizm üzerine bilimsel çalışmalar Mekteb-i Mülkiye-i Şahâne’de öğretmenlik yapan Sakızlı Ohannes Paşa ve İttihat Terakki Döneminde Maliye Bakanlığı yapan Mehmet Cavit Bey tarafından yapılmıştır. Dönemin sol/sosyalist fikirleriyle ilgilenen diğer aydınları ise Rasim Haşmet, Ferik Ahmet Besim Paşa, Ali Namık ve Nüzhet Sabit’tir
Siyasi parti olarak Türk tarihinin ilk Sosyalist Partisi olan Osmanlı Sosyalist Fırkası ise 1910 tarihinde Hüseyin Hilmi tarafından kurulmuştur.

İştirak, İnsaniyet, Sosyalist, Medeniyet adlı yayım organlarını çıkaran parti, parlamentoda temsil edilememiş, kurucusu Hüseyin Hilmi 1913 yılında dönemin Sadrazamı Mahmut Şevket Paşa’ya yapılan suikast sonucu Kastamonu’ya sürülmüş, parti ise bundan dolayı kapanmıştır. 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi’yle birlikte İstanbul’a dönem Hüseyin Hilmi bu defa Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın yerine II. Enternasyonal’e bağlı Türkiye Sosyalist Fırkası adıyla yeni bir parti kurmuş,

İstanbul amelesi arasında sansasyonel grevler düzenlemiştir. II. Sosyalist Fırka’nın yayım organı olarak İdrak adlı bir de gazete neşreden Hüseyin Hilmi’nin esrarengiz bir şekilde öldürülmesiyle Türkiye Sosyalist Fırkası tarihe karışmış, Türkiye’de II. Enternasyonal son bulmuştur.
Mütareke Döneminin diğer sol/sosyalist partileri ise
Türkiye İşçi Çifti Sosyalist Fırkası (III. Enternasyonal’e bağlı)
Sosyal Demokrat Fırka (II. Enternasyonal’e bağlı)
Müstakil Sosyalist Fırka
Amele Fırkası
Mesai Fırkası

Bu dönemde yayımlanan sol/sosyalist yayım organları ise Aydınlık, Kurtuluş ve Orak-Çekiç’tir.
İttihat ve Terakki Cemiyeti
XIX. yüzyıl boyunca Osmanlı modernleşme tarihine damgasını vuran aydınlar iyi eğitimli, yabancı dil bilen, Avrupa görmüş veya Avrupaî fikirleri yakından takip eden kişilerdi. Avrupa’da bu kuşağa “Jön Türk”, “Yeni Osmanlılar” veya “Genç Osmanlılar” adı verilmişti. Namık Kemal, Mithat Paşa gibi I. Meşrutiyet uğruna büyük çabalar gösterenlere I. Jön Türk Kuşağı, II. Meşrutiyet için çalışanlara da II. Jön Türk kuşağı ismi verilmesi adetten kabul edilir.
I. Meşrutiyet’in ilanından kısa bir süre sonra Meclis-i Mebusan’ın kapatılması ve bu uğurda çalışan Jön Türklerin (Yeni Osmanlılar) bir kısmının sürgün edilmesi, bir kısmının da pasifize edilmeleriyle II. Abdülhamit’in 33 yıl sürecek olan yönetim anlayışı yeni bir ivme kazanmıştı. Bu tarz gelişmelere rağmen Meşrutî yönetimi yeniden ihya etmek amacıyla gençlik arasında bazı örgütlenmeler ortaya çıkmakta gecikmedi.
Bu örgütlenmenin ilki, özgürlükleri simgeleyen Fransız İhtilali’nin 100.yıl dönümüne nisbetle 1889’da Askerî Tıbbiye’de ortaya çıktı. Kurucuları; İbrahim Temo, Abdullah Cevdet, İshak Sükûti, Mehmed Reşid ve Hüseyinzâde Ali olan “İttihad-ı Osmani Cemiyeti” adlı gizli bir örgüt olarak kuruldu. Bu örgütün amacı; Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını önlemek, dış baskılara karşı bir duruş sergilemek, “İttihad-ı Anasır” denilen Osmanlıcılık fikrini gerçekleştirmek, Meşrutiyeti yeniden ilan ettirmek ve Kanûn-ı Esâsî’yi yeniden işlevsel hale getirmekti.
Cemiyet, İtalyan Carbonari örgütünü örnek alarak çalışmalarını sürdürdü. İlk zamanlar içe dönük olarak çalışan cemiyet görünümündeydi. Bu sıralarda Paris’te bulunan ve Auguste Comte’un pozitivist görüşlerinden etkilenen Ahmet Rıza Bey, Meşveret gazetesini çıkarmış İttihat ve Terakki adında bir cemiyet kurmuştu. 1895’te İstanbul’daki “İttihad-ı Osmanî Cemiyeti” mensuplarıyla bir şekilde irtibat kurulmuş ve Ahmet Rıza Bey’in etkisiyle cemiyetler birleştirilmiş ve yeni cemiyetin adı “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti” olarak belirlenmişti
Cemiyet, 1896’da Abdülhamit’e karşı bir darbe tertibi içinde oldu. Ancak bu gibi faaliyetleri daha önceden haber alınınca elebaşları yakalanarak sürgün edildi. Bu süreçte de yurt dışına kaçmak zorunda kalan cemiyet üyeleri buralarda gazeteler çıkarmışlar, propaganda ve çalışmalarını sürdürmüşlerdi.
Zamanla Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde görüş ayrılıkları ortaya çıkmaya başladı. Bunu fırsat bilen II. Abdülhamit, muhaliflerle temasa geçerek, faaliyetlerine son vererek yurda dönenlerin affedileceğini ve liyakatlerine göre görevler verilebileceğini söyleyince, cemiyet üyeleri arasında var olan anlaşmazlıklar sürat kazandı ve başta Mizancı Murat Bey olmak üzere bir kısım Jön Türk İstanbul’a döndü. Bu gelişmelere paralel olarak 1899’da Almanların Osmanlı Devleti’nden demiryolu imtiyazlarını almaları üzerine başta İngilizler olmak üzere Almanya karşıtları da boş durmamış, yurt dışındaki Jön Türklere destek olmuştu
Jön Türkler arasında iyice belirginleşen görüş ayrılıklarına bir son vermek için 1902’de Paris’te I. Jön Türk Kongresi tertip edildi. Kongrede askerin siyasete karışması ve cemiyetin faaliyetlerine aktif olarak katılmasıyla, yabancı devletlerin desteğiyle ihtilalin gerçekleştirilebileceği gibi görüşler tartışılmış ve kongre sonucunda birleşme yerine ayrılık ortaya çıkmıştı. Kongre sonucunda iki farklı görüş ortaya çıktı. Ahmet Rıza Bey’in taraftarları, otoriter, devletçi ve merkezÎyetçi yönetimi desteklerken, Prens Sebahattin Bey grubu bireysel girişimleri ve adem-i merkezÎyet (yerinden yönetim) fikrini savundu. Ahmet Rıza Bey’e göre Prens Sebahattin Bey’in görüşleri devletin parçalanmasına ortam hazırlayacağı gerekçesiyle eleştirilmeliydi.
Jön Türklerin örgütlenmesi yalnız Avrupa’da olmadı. Özellikle Osmanlı Devleti’nin Avrupa’ya açılan kapısı, Balkanlar’da ve Şam’da da kendini gösterdi. 1905’te Şam’da “Vatan” adında bir örgüt kurulmuştu. Şartlardan dolayı yeterince etkin olamayan örgüt, Mustafa Kemal’in Şam’a tayin olmasıyla hareketlenmiş ve burada “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti” adıyla yeniden örgütlenmişti. Mustafa Kemal, bu aşamada Selanik’e gizlice gitmiş burada örgütünün bir şubesini açmaya çalışmışsa da Şam’a geri dönmek zorunda kalmıştı
1906’da Selanik’te Talat, İsmail Canbolat Bey gibi Jön Türkler ise “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” adında yeni bir cemiyet kurdu. İlk zamanlar gizlice örgütlendiler. Dönemin siyasi atmosferinden yararlanmasını bilen cemiyet, 1907’de Avrupa’daki Ahmet Rıza Bey ve Prens Sebahattin Bey’le de irtibatlanmış, ancak Ahmet Rıza Bey’in grubu ile daha iyi anlaşılabileceğinden hareketle 27 Eylül 1907’de her iki örgüt “Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti” adı altında resmen birleşmişti. Jön Türkler arasında cereyan eden bu gibi çabalara rağmen kendi aralarında henüz bir birliktelik sağlanamamıştı. İşte bu gidişe bir dur demek ve Jön Türkler arasında bu birliği yeniden tesis etmek maksadıyla 27 Aralık 1907’de II. Jön Türk Kongresi gerçekleştirildi. Ancak burada da beklenen birliktelik sağlanamamış, görüş ve yöntem hakkında görüş farklılıkları giderilememişti. Buna rağmen Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti inisiyatifi ele almayı becermiş, özellikle Balkanlar’da hızla örgütlenmeyi bilmişti.
Bu gibi çabalar devam ederken 9 Haziran 1908’de İngiltere Kralı ve Rus Çarı’nın Reval’de bir araya gelerek Osmanlı toprakları üzerinde planlar yapması Cemiyeti harekete geçirmiş, kontrolündeki ordunun desteği ile isyan yayılmış ve Cemiyet, 23 Temmuz 1908’de Manastır’da Meşrutiyet’i ilan etti. Gelişmeler üzerine de II. Abdülhamit ikinci kez meşrutiyeti ilan etmek zorunda kaldı. Bu süreci müteakip yeni rejime karşı ayaklanmalar ortaya çıktı. 31 Mart Ayaklanması sonrası da Harekât Ordusu’nun İstanbul’a gelerek kontrolü ele alması ve II. Abdülhamit’i tahttan indirerek Selanik’e sürgün etmesiyle de devletin ve ülkenin yönetimi cemiyetin kontrolüne geçmiş oldu.
Gelinen bu aşamaya rağmen Cemiyet, iktidarı doğrudan doğruya ele alamadı
Gelinen bu aşamaya rağmen Cemiyet, iktidarı doğrudan doğruya ele alamadı. Yeterli bilgi birikimleri ve kadro yetersizliği yüzünden 1908-1913 yılları arasında daha çok dolaylı yollarla “iktidarı” denetlemeye çalıştı.
Trablusgarp ve Balkan Savaşlarıyla devletin onurunun kırıldığı gerekçesiyle tarihte “Babıâli Baskını” diye bilinen hareketle 23 Ocak 1913’te Kamil Paşa Hükümeti devrilerek, yerine 24 Ocak’ta Mahmut Şevket Paşa Hükümeti kuruldu. 11 Haziran’da Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesiyle yerine Sadrazam olan Said Halim Paşa Hükümeti Dönemi ise İttihat ve Terakkî’nin tam iktidar dönemi olarak değerlendirilir.
İttihat ve Terakki Cemiyeti/Fırkası’nı çok zor günler beklemekteydi. İktidara gelişinden kısa bir süre sonra I. Dünya Savaşı’nın başlaması millet ve devlet hayatı için düşünülen çok önemli projelerin hayata geçirilmesini engelledi. Bütün zorluklara rağmen Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan çizgide yaptığı çok önemli birkaç faaliyetini ifade etmek gerekirse
1913’de İdare-i Umumiye-i Vilayat Kanunu ve Belediyeler Kanunu hazırlandı.
Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla birlikte iktisadi bağımsızlık için kapitülasyonlar tek taraflı olarak kaldırıldı.
1917’de Hukuk-ı Aile Kararnamesi çıkarıldı.
Göçebelerin iskânı için çalışmalar yapıldı.
Gündelik hayattan Avrupai standartlara kavuşturulması için çalışıldı.
Eğitim reformuna büyük önem verildi.
Darüleytamlar (yetimhaneler) açıldı.

Nice ümitlerle girilen I. Dünya Savaşı, Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin de sonunu hazırladı. Savaşı Almanya’nın kaybetmesiyle müttefiki Osmanlı Devleti de bu acı sonu kabullenmek zorunda kaldı. Mondros Mütarekesi imzalandı


ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ

ÜNİTE 5
TRABLUSGARP SAVAŞI
Bütün dünyada sömürgecilik faaliyetleri devam etmekteydi ancak İtalya siyasi birliğini henüz gerçekleştirememişti.1861'de İtalya siyasi birliğini kurduğunda toprakların çoğu paylaşılmıştı.İtalya’nın hedefi Tunus, Trablusgarp (Libya) ve Habeşistan’ı ele geçirip birleştirerek, Kuzey Afrika’da bir imparatorluk kurmaktı. Zaten bunu bir hak ve Roma’nın bir mirası olarak görmekteydi.
1881'de Tunus'un Fransızlar, 1882'de de Mısır'ın İngilizler tarafından işgal edilmesi ve Habeşistan'da ağır yenilgilerin alınması İtalya'yı zor durumda bırakmıştı. Bu yüzden İtalya , Osmanlı'nın yaşadığı büyük sorunlardan faydalanarak Kuzey Afrika'daki topraklarını işgal etmek için harekete geçti.
Bu arada büyük devletlerle ikili anlaşmalar yaparak dış destek aldı.28 Eylül 1911’de Osmanlı Devleti’ne bir ültimatom verdi. Bu ültimatomda;
“Osmanlı Devleti’nin Trablusgarp ve Bingazi’nin ilerlemesi için hiçbir şey yapmadığı, bu bölgenin İtalya kıyılarına yakınlık dolayısı ile kendileri için hayati önem taşıdığı, bu bölgeye medeniyet götürülmesinin zorunlu olduğu fakat bu konudaki İtalyan görüş ve fikirlerinin Osmanlı Devleti tarafından tasvip edilmediği ve İtalya’nın buradaki teşebbüslerinin de inatla engellendiği, şimdiye kadar Trablus ve Bingazi’de İtalyanların meşru faaliyetlerine karşı daimi bir düşmanlık göstermiş olan Osmanlı Devleti’nin şimdi kendi haysiyet ve menfaatleri ile ters düşmeyecek bütün iktisadî imtiyazları vermeye hazır olduğunu, bu konuda İtalya ile anlaşma yapmak istediğini, ancak İtalya hükümetinin yapılacak olan bu anlaşmayı geçmişte yapılanları göz önünde bulundurarak faydasız gördüğünü, hatta daimi bir ihtilaf ve kavgaya sebebiyet vereceği ve bundan dolayı İtalya hükümetinin böyle bir şeye yanaşmayacağını” dile getirdi.
Osmanlı bu ültimatoma cevap verdi ve İtalya Tarablusgarp'a aynı gün asker çıkardı.Osmanlı'nın oraya ordu gönderebilecek durum yoktu bu yüzden halkın kendisinin direnmesi için oraya gönüllü subaylar yolladı. Burada tahminlerinin ötesinde direnişle karşılaşan İtalyanlar bu sefer Çanakkale ve İstanbul'a saldırıya geçti ancak yine halkla karşılaşınca başta Rodos olmak üzere Oniki Ada'yı işgal ettiler.
Trablusgarp savaşı bu şekilde giderken Balkan Devletleri de kendi aralarında ittifak kurup Osmanlıya saldırdı.Bu trablusgarp savaşının gidişatını değiştirdi.Osmanlı Devleti önceliği Balkanlara vermek zorunda kalınca barış çareleri aramak zorunda kaldı. İsviçre'de Uşi antlaşması imzalandı.Trablusgarp Savaşı sona erdi.
Bu savaşın sonunda:
•Osmanlı Devleti Kuzey Afrika’daki son toprağını da İtalyanlara bırakmak zorunda kaldı.
•Rodos ve On İki Ada (geçici olarak) İtalyanlara bırakıldı.
I. BALKAN SAVAŞI
Osmanlı Devleti için XIX. yüzyıl çok büyük sıkıntılarla geçmekteydi. 1850’lerden itibaren bağımsızlık için faaliyetlerini artıran azınlıklar, büyük devletlerinde desteği ile kendi aralarında ittifaklar tesis etmeye çalışıyorlardı.
Osmanlı'ya karşı kurulan bu ittifakların nedenleri arasında Osmanlı'nın Traplusgarp savaşına kadar kendi içinde parti çekişmeleri olması, ordu içindeki yeni yapılanma ve terhislerde etkiliydi.Bunlardan yaralanmak isteyen Balkan Devletleri Osmanlı'ya savaş ilan etti . (1912 Ekim ) Bulgarlar İstanbul’u, Yunanlılar Selanik’i, Sırplar Arnavutluk’u, Karadağlılar İşkodra’yı ele geçirmek için harekete geçti. Bu gelişmeler üzerine Rusya, işgal edilen toprakların Balkanlı devletlerin hakkı olduğu tezini savunan bir açıklama yapınca Avusturya ile karşı karşıya geldi. Sırbistan’ın Adriyatik’e ulaşması ise hem İtalya’yı hem de Avusturya’yı karşı karşıya getirdi. Bu süreçte Sırpların emellerine karşı Arnavutlar bir meclis toplayarak bağımsızlıklarını ilan etti. Avusturya ve İtalya ise Arnavutluk’u tanıyarak gelişmeleri lehlerine çevirmeye çalıştılar. Almanya ve Fransa'nın devreye girmesiyle Rusya geri çekildi. Fransa başbakanı savaşa son vererek Aralık 1912'de Londra'da bir toplantı yaptı. Londra Antlaşmasına göre :
Osmanlı Arnavutluğun bağımsızlığını tanıdı.
Midye-Enez hattının batısında kalan bütün topraklarını Balkan Devletleri’ne bırakıyor,
Girit’i Yunanistan’a bırakıyor,
İmroz ve Bozcaada dışında tüm Ege Adalarını Yunanistan’a bırakıyor.

BABIALİ BASKINI
Londra Konferansı çalışmaları devam ederken İstanbul'da İttihat ve Terakki ile Hürriyet ve İtilaf partileri arasında çatışmalar hat safhaya ulaşmıştı.V. Mehmet sadarete Ahmet Muhtar Paşa'yı getirdi.Büyük Kabine diye bilinen hükümete İttihat ve Terakkiden kimse alınmadı. I. Balkan Savaşları yenilgiyle sonuçlanınca Ahmet Muhtar Paşa istifa etti. Yerine Kamil Paşa geçti. O da hükümette İttihat ve Terakkiyi dışlayınca, İttihatçılar harekete geçti.Başta Enver ve Talat Beyler olmak üzere Babıaliye saldırdılar.Harbiye Nazırı Nazım paşayı öldürüp Kamil paşayı istifaya zorladılar yerine de Mahmut şevket paşayı getirmek için padişaha baskı yaptılar. İttihat ve Terakki fırkası ülke yönetimine el koydu.
II. BALKAN SAVAŞI
En büyük nedeni Balkan Devletlerinin Londra antlaşmasıyla paylaştırdıkları Osmanlı topraklarından memnun olmamaları.En büyük payı alan Bulgaristan'a karşı Yunanistan, Sırbistan, Karadağ ve Romanya harekete geçmekte gecikmedi. Avusturya'nın desteğine güvenen Bulgaristan , Yunanistan ve sırbistan'a savaş ilan etti. Romanya'da Bulgaristan'a karşı olunca Bulgarlar büyük yenilgi aldı.
Bu durumdan faydalanmak isteyen İttihak ve Terakki Hükümeti en azından Edirne'yi Bulgarlardan almak üzere Osmanlı ordusunu harekete geçirtti. Enver paşa komutasında Edirne Bulgaristan'dan geri alındı. Büyük devletlerin de araya girmesiyle savaşı kazanan Yunanistan, Sırbistan, Karadağ ve Romanya arasında 10 Ağustos 1913’te Bükreş Antlaşması imzalandı. Bu devletler Osmanlı topraklarını bu sefer de şöyle paylaştılar: “Bulgaristan Kavala’yı Yunanistan’a; Silistre ve Dobruca’yı Romanya’ya; Manastır, Üsküp ve Piriştene’yi Sırbistan’a bırakıyor, ayrıca Karadağ’a da toprak veriyordu.” Osmanlı Devleti ise savaşın sonunda yeni sınırlarını belirlemek üzere Bulgaristan’la İstanbul Antlaşması’nı, Yunanistan’la Atina Antlaşması’nı imzaladı. Osmanlı Devleti, Balkan Savaşları sonucunda Batı Trakya, Makedonya, Ege Adaları ve Arnavutluk’u kaybetti. Balkan Savaşları sonucu buralarda yaşayan Türklerin büyük bir kısmı Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldı.
I. DÜNYA SAVAŞI VE NEDENLERİ
Savaşın çıkma nedenleri :

Ekonomik yayılma ve sömürgecilik politikaları,
Avrupa’da Almanya-Fransa, Balkanlarda Avusturya-Rusya arasındaki anlaşmazlıklar,
Milliyetçilik akımları,
Dinî ve kültürel yayılma politikaları,
Aşırı silahlanma ve militarizm duygularının ön plana çıkması,
Hanedan çekişmeleri,
Bloklaşmalar.

Ekonomik yayılma ve Sömürgecilik Politikaları :
19. yüzyılda sanayinin hızla gelişmesi ve Sanayi inkılabının gerçekleşmesi sömürgeceiliğin gelişmesine yol açmıştır. Özellikle sanayi ınkılabının gerçekleşmesi hammadde ve pazar ihtiyacını artırmış ve bu da sömürgecilik yarışına neden olmuştur.
Artan nüfusu yeni topraklara yerleştirme isteği, sömürge alanlarını daha da genişletmiştir. Yine büyüklük ve itibar isteği sömürgecilik politikasını hızlandıran bir etkendi. Güvenlik sorunu da sömürgeciliği hızlandırıyordu.
En büyük sömürgecilik imparatorluğu İngiliz İmparatorluğuydu. Kendi ülke topraklarının 104 katı büyüklüğüne ulaştığından “üzerine güneş batmayan ülke” unvanını kazanmıştı.
Avrupa’da Almanya-Fransa, Balkanlarda Avusturya-Rusya Arasındaki Anlaşmazlıklar
Fransa’nın elinde bulunan Alsace ile Lorraine bölgesi Fransa ile Almanya arasında her zaman anlaşmazlık konusu olmuştur.
Balkanlar üzerinde de Avusturya-Rusya mücadelesi söz konusu idi. Rusya, Akdeniz’e açılmak için Panislavist politikalarıyla Balkan Devletleri ve topluluklarını kendi nüfuzu altına almak istiyor. Bunun için de Slavları Avusturya’nın gücünü parçalamak için kışkırtıyordu. Aynı şekilde Avusturya da Balkanlara sahip olmak, Güneydoğu Avrupa’ya yayılmak ve denizlere açılmak istiyordu. Bu da aAvusturya-Rusya rekabetine neden oluyordu.
Milliyetçilik
Milliyetçi akımlar Avrupa ülkelerinde özellikle Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Rusya ve Osmanlı İmparatorlukları içerisinde yaşayan millî toplulukların üzerinde etkili olmuş bu topluluklarda kendi millî devletlerini kurma düşüncesi gelişmişti.
Avrupa milletleri mensup oldukları beyaz ırkı üstün tutarak, yeryüzünün kalabalık ırkı olan sarı ırkı ikinci sınıf insan olarak görüyorlardı. Ayrıca bununla da yetinmeyip kendi kavimlerini üstün görme siyasetini de güdüyorlardı.
Dinî ve Kültürel Yayılma Politikaları
Sömürgeci devletler ekonomik ve siyasi yayılma politikalarını, gittikleri yerlere kendi dinlerini ve kültürlerini yayma politikalarıyla birlikte yürütüyorlardı. Hatta çoğu yerde dinî ve kültürel yayılma politikaları daha ağır basıyordu. I. Dünya Savaşı öncesi Avrupalı Hristiyan misyonerler Hristiyanlığı yaymak için dünyanın en tenha köşelerine kadar girmişlerdi.

Aşırı Silahlanma ve Militarizm Duyguları

Özellikle Almanya siyasi birliğini tamamladıktan sonra sanayisinin bir bölümünü savaş sanayine ayırarak deniz ve kara ordularını çok güçlendirmişti. Önce Almanya-İngiltere arasında başlayan bu silahlanma yarışı daha sonra diğer Avrupa devletlerini de etkilemiş silahlanmaya çok yüklü paralar ayırmışlardı.

Hanedan Çekişmeleri
I. Dünya Savaşı’nın sebepleri arasında diğerleri kadar olmasa da etkili olmuştur. I. Dünya Savaşı öncesi Fransa hariç diğer devletler, krallık veya imparatorluklar tarafından yürütülüyordu.
Bloklaşma
Almanya’nın 1870’ten sonraki dış politikasının belirleyici unsuru olmuştur. Bu tarihten itibaren dönemin en büyük imparatorluğu İngiltere ile rekabet edebilecek konuma gelen Almanya, özellikle Başbakan Bismarck Döneminde Avrupa’daki dengeleri kendi lehine yeniden düzenleyecek politikalar geliştirmeye başlamıştı.
İlk adımı olarak 1872’de Rusya-Avusturya ve Almanya arasında Avrupa barışını korumak amacıyla “Üç İmparatorluk Ligi” nin temelleri atılmıştı.
Balkanlar’daki Avusturya-Rusya arasındaki rekabetten dolayı bu ittifak yürümedi. Daha sonra 1879’da Almanya ile Avusturya arasında yeni bir ittifak yapıldı.
İtalya'nın Fransa ile ilişkileri iyi değildi. İtalya'nın Fransa korkusu Almanya ile ittifaka götürdü. 1882 yılında Almanya, Avusturya ve İtalya arasında Üçlü İttifak denilen blok oluştu. Almanya öncülüğünde kuruldu
Almanya’nın Avrupa’daki politikasını kuşkuyla izleyen Fransa, ittifak arayışı içine girdi ve 1894’te Rusya ile anlaştı. Fransa ile İngiltere 1904’te aralarındaki anlaşmazlığı sona erdirerek yeni bir anlaşma imzaladılar. Onu 1907’de İngiltere ile Rusya arasında imzalanan anlaşma izledi. Üçlü İtilaf Blok’u kurulmuş oldu. ( ingiltere - rusya - fransa)
I. Dünya savaşı öncesi, hatta savaş başladıktan sonra bile bazı devletlerin bu bloklara katıldığı görülmüştür.





ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ
ÜNİTE 6
I. DÜNYA SAVAŞININ BAŞLAMASI
28 Haziran 1914’de eşi ile birlikte Saraybosna’yı ziyaret eden Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahdı Franz Ferdinand ve karısı,bir Sırp milliyetçisi tarafından suikast sonucu öldürülünce savaş için beklenen kıvılcım ortaya çıktı. Suikastın altında yatan sebep ise Sırpların Avusturya’ya karşı duyduğu kin ve nefretti.
Avusturya bu olaydan Sırbistan'ı sorumlu tutarken Sırplardan suçlu veya suçluların kendisine teslim edimesini istedi. Ancak Rusya'dan destek alan Sırplar reddetti bu teklifi.Bunun üzerine Avusturya Belgrad'ı bombalayarak Sırbistan'a savaş ilan etti.
Rusya Sırbistan'ın yanında Almanya ise Avusturya'nın yanında savaşa girecekti.Rusya, 31 Temmuz 1914’te genel seferberlik ilan etti.
Rus seferberliğinin savaş ilanı sayılacağını daha önce açıklamış bulunan Almanya, bunun durdurulmasını istedi ve olumlu bir cevap alamayınca, 1 Ağustos 1914’te Rusya’ya, 3 Ağustos 1914’te Fransa’ya savaş ilan etti. 4 Ağustos 1914’te Belçika’ya saldırdı. Almanya’nın Belçika’ya saldırısı İngiltere’yi tehdit ettiğinden, İngiltere de 4 Ağustos 1914’te Almanya’ya savaş ilan etti. Avusturya da 6 Ağustos 1914’te Rusya’ya savaş ilan etti. Görüldüğü gibi bu olay, Avrupa’yı bir hafta içinde dünya çapında bir savaşın içine sürüklemiştir.
Savaşın başlangıcında insan gücünün Üçlü İtilaf Devletlerinin daha fazla olduğu görülür. Üçlü İttifak Grubunun: 120 milyonluk nüfusuna karşılık, Üçlü İtilaf Grubu; 240 milyon kadardı. Ancak askerî disiplin, silah ve cephane bakımından Üçlü İttifak Devletleri daha güçlü idi. Özellikle piyade ve topçu silahları çok gelişmişti. Denizlerde ise İtilaf Devletleri açık ara, hatta İngiltere tek başına bile çok üstündü. İngiltere savaşın karada düğümlenmesinden sonra Fransa ile birlikte Almanya’nın direncini kırmak için Alman kıyılarını abluka altına aldı. Almanya ise bu ablukaya denizaltı savaşlarıyla karşılık vermeye çalıştı.
Doğu Cephesine gelince, Rus orduları Avusturya-Macaristan ordularını yenmeyi başardılar. Bunun üzerine Almanlar batı cephesindeki birliklerinin bazılarını doğuya göndererek Rus ilerlemesini Eylül 1914 başlarında durdurmuştur. Bundan sonra tıpkı batı cephesinde olduğu gibi doğudaki savaşlarda Rusya’nın Baltık sınırından başlayarak Romanya’ya kadar uzanan çizgide düğümlenmiş ve siper savaşlarına dönüşmüştü.
Kendisinden beklenen başarıyı gösteren Avusturya orduları ilk önce Belgrat’ı ele geçirdilerse de Sırpların büyük direnişi karşısında Belgrat’ı tekrar geri vermek zorunda kaldılar. Karpatlar bölgesinde de Ruslara yenildiler ve Galiçya, Rusların eline geçti. Ancak o sırada savaşa katılmış olan Osmanlı Devleti’nin göndermiş olduğu birlikler ve Almanların yardımı ile karşı saldırı sonucu Ruslar geri püskürtülmüştür.
Üçlü İtilaf Devletleri, 26 Nisan 1915’te imzaladıkları Londra Anlaşması’nda İtalya’ya Avusturya-Macaristan, Arnavutluk ve Osmanlı topraklarından pay verince, İtalya Üçlü İtilaf Devletleri’nin yanında yer alarak mayıs sonlarında Avusturya-Macaristan’a savaş ilan etti.
Bulgaristan II. Balkan Savaşı’nda kaybettiği toprakları tekrar kazanmak istiyordu. Her iki blokta Bulgaristan’ı kendi yanlarına almak suretiyle, Balkanlardaki kuvvet dengesini kendi lehlerine değiştirmeyi amaçlıyorlardı. Ancak Bulgaristan, Merkezî Devletler (Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu) için daha da önemliydi. Zira 1915 Mart ayında Çanakkale Cephesi’nin açılması Osmanlı Devleti’ni güç durumda bırakmış, Almanya’nın yardımına ihtiyaç duymuştu. Bulgaristan Osmanlı Devletini, Merkezî Devletler’e birleştiren en önemli hattı.
Romanya, İtalya gibi önce tarafsız bir politika izlemeyi uygun buldu. Daha sonra 17 Ağustos 1916’da İtilaf Devletlerinin yanında yer alarak anlaşma imzaladı ve Ağustos sonlarında da savaşa girdi. Diğer taraftan Yunanistan ise 1917’ye kadar savaş dışında kalmayı başardı. Ancak Osmanlı Devleti aleyhine büyüme tutkusu yüzünden 26 Haziran 1917’de Üçlü İtilaf Devletleri’nin yanında yer alarak savaşa dâhil oldu.
Başlangıçta bir Avrupa savaşı gibi görünen bu savaşın kısa süreceği düşünülüyordu. Ancak Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesi ile savaşın cephe sayısı artmış, diğer taraftan savaşın sömürgelere ve denizaşırı ülkelere yayılması, ABD, Japonya gibi diğer kıta ülkelerinin de bu savaşa katılmasıyla bir dünya savaşına dönüşmesine sebep olmuştur. Avrupa’daki bunalımdan istifade eden Japonya ise 23 Ağustos 1914’te Almanya’ya savaş ilan ederek Almanya’nın Uzakdoğu’daki sömürgelerini ele geçirdikten sonra Kasım 1914’te savaştan çekilmiştir.

BÜYÜK DEVLETLERİN OSMANLI DEVLETİ ÜZERİNDEKİ EMELLERİ

Osmanlı Devleti, jeopolitik ve jeostratejik konumundan dolayı tarih boyunca çatışmaların merkezi olmuştur. Osmanlı Devleti’nin kaderine tesir eden bir politika olan Şark Meselesi ile de Avrupa’nın büyük devletleri bu coğrafyada kendi millî çıkarları doğrultusunda emperyalist politikalar geliştirmişler ve çeşitli emeller beslemişlerdir. Bu devletlerin emellerini şöyle sıralayabiliriz:
İNGİLTERE'NİN EMELLERİ
İngiltere'nin Osmanlı üzerinde emelleri doğrudan jeopolitik konumu ile alakalıdır.Hindistan ve Uzak Doğu’daki sömürgelerine giden yolların ve zengin petrol yataklarına sahip Orta Doğu coğrafyasının Osmanlı Devleti’nin elinde bulunması, aynı zamanda iyi bir pazar olması, İngiliz politikalarına yön veren hususlardır.
Osmanlı Devleti, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nı kaybedince, İngiltere Osmanlı Devleti’ne yönelik politikalarını değiştirdi. Osmanlı Devleti’nin kendi bağımsızlığını koruyamayacak duruma düştüğüne hükmederek Kıbrıs ve Mısır’ı işgal etti.
Rusya’nın Emelleri
Çar I.Petro’dan itibaren İstanbul’u ele geçirmek ve sıcak denizlere inmek düşüncesi, Rus dış politikasının temelini oluşturmuştur. Özellikle 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan sonra Osmanlı Devleti bünyesinde yaşayan Ortodoks Hristiyanların haklarını koruma bahanesiyle, Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmaya başladı. Diğer taraftan Kırım Savaşı’nda istediğini elde edemeyince, Balkanlarda Panslavist politikalar izlemeye başlamış ve Balkanlardaki milliyetçilik hareketlerini desteklemiştir.Doğu Anadolu’da yaşayan Ermenileri Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırtarak günümüze kadar süren Ermeni Meselesi’nin yaratıcısı olmuştur.

FRANSA'NIN EMELLERİ
Sanayi İnkılâbı’ndan sonra hızla yayılan sömürgecilik yarışında Fransa, Osmanlıya karşı pek de dostça davranmamıştır. Güçsüz bir Osmanlı Devleti’nin varlığını kendi çıkarlarına daha uygun görmüştür. 1789’da Mısır’a saldırdı, 1830’da Cezayir’i daha sonra da Tunus ve Fas’ı işgal etti.

İtalya’nın Emelleri
Dünyanın büyük bir bölümü diğer Avrupalı devletler tarafından sömürgeleştirildiği için İtalya, Osmanlı Devleti topraklarına göz dikmiştir. Bu amaçla 1911’de Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika’daki son toprak parçası olan Trablusgarp’a saldırmış, ardından Rodos ve On İki Ada’yı işgal etmiştir. İtalya, Osmanlı Devleti aleyhindeki gizli antlaşmalara da katılmıştır. Önceleri İzmir ve çevresine göz diken İtalya, bunu elde edemeyince Antalya ve çevresini almayı planladı. Ancak buna fırsat bulamadı.
Avusturya-Macaristan'ın Emelleri
II. Viyana Kuşatması’na kadar Osmanlı Devleti bu devlete karşı hep üstünlük sağlamıştır. Ancak 1683’ten itibaren şartlar Osmanlı Devleti aleyhine gelişme göstermiş, 1699 Karlofça Antlaşması’yla Macaristan’ı Avusturya’ya bırakmak zorunda kalmıştır.Balkanlar’da çıkan isyanları Rusya ile birlikte desteklemiştir. 1908 yılında Bosna-Hersek topraklarını kendi topraklarına katmıştır. 1. Dnya savaşında aynı taraftaydılar.
OSMANLI'NIN SAVAŞA GİRMESİ VE SAVAŞTIĞI CEPHELER
Osmanlı Devleti I.Dünya Savaşı’na çok zor şartlarda girmiştir. Trablusgarp ve özellikle Balkan Savaşları, devletin içinde bulunduğu ekonomik, siyasi ve askerî yöndeki çaresizliğini bütün açıklığıyla ortaya çıkarmıştı.
Osmanlı Devleti’nin İtilaf grubuna kabul edilmemesinin en önemli sebebi, her an çıkması beklenen bir genel savaşta paylaşılması düşünülen pasta olarak görülmesidir. Bu yüzden Osmanlı Almanya yanında savaşa girdi. Osmanlı Devleti’nin Almanya’nın yanında savaşa girme nedenlerini şöyle sıralayabiliriz:
İtilaf Devletleri’nin XIX. yüzyıldan beri Osmanlıya karşı izlemiş oldukları düşmanca politikalar
Son savaşlarda kaybedilen toprakların geri alınmak istenmesi
Almanya’nın savaştan galip çıkacağı düşüncesi
Türk-Alman dostluğu
Rusya’nın dağılması hâlinde büyük Turan İmparatorluğu kurulabileceği düşüncesi.

Türk - Alman gizli ittifak görüşmeleri 27 Temmuz 1914’te İstanbul’da başlamış, 2 Ağustos 1914’te de ittifak anlaşması imzalanmıştır. Buna göre:

İki devlet, Avusturya ile Sırbistan arasında çıkan bir anlaşmazlıkta tam bir tarafsızlık göstereceklerdir.
Almanya da Avusturya’nın yardımına gitmek zorunda kalırsa, Osmanlı Devleti de savaşa katılacaktır.
Osmanlı Devleti tehdit altında kalırsa, Almanya Osmanlı Devleti’ni silahla savunacaktır.
İttifak, 1918 yılı sonuna kadar devam edecek ve taraflardan biri feshetmezse, beş yıl için yeniden yürürlükte olacaktır.

Osmanlı Hükümeti ittifak antlaşmasını imzaladığı gün, genel seferberlik ilan etti ve Mebuslar Meclisi’ni dağıttı. İki gün sonra da tarafsızlığını ilan etti.

Almanya ise Osmanlı'yı hemen savaşa sokmak istiyordu nedenleri:

1) Türk ordusunun kalabalık olması,
2) Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesi hâlinde bu devletin toprakları üzerinde birden fazla cephe açılacak, bu da Avrupa cephelerinde Alman ordularını rahatlatacaktı.
3)Stratejik önemi olan boğazlar kapatılacak. Böylece Rusya’nın İngiltere ve Fransa ile irtibatı kesilecekti.
4)Osmanlı Devleti savaşa girdiği takdirde Almanya bu ülkenin topraklarının her kesiminden ve her türlü imkânlarından faydalanabilirdi.
5) Süveyş Kanalı kapatılmak suretiyle İngilizler zora sokulabilirdi.
6) Osmanlı Devletinin Halifelik gücünden istifade edilerek, bu savaşa girişi dinî bir sebebe dayandırıp İngiliz, Fransız sömürgelerindeki Müslümanlar ayaklandırılacak, Rusya’daki Müslümanlar da harekete geçirilecekti.

Osmanlı Devleti tarafsızlığını ilan etmiş olmasına rağmen Almanya’nın çabaları ve gelişen diğer olaylar nedeniyle Almanya’nın yanında savaşa girmeye sürüklenmiştir. Akdeniz’de dolaşan Göben ve Breslau adlı iki Alman savaş gemisinin, İngilizlerin takibinden kaçarak Çanakkale Boğazı’na yönelmeleri ve bunlara geçiş izni verilmesi (11 Ağustos 1914) devletin savaşa fiilen itilmesine sebep oldu.


Gemilere Türk bayrağı çekildi, Göben’e (Yavuz), Breslau’ya da (Midilli) isimleri verilerek Osmanlı donanmasına katıldı. iki geminin komutanı olan Amiral Souchon (Şöson) Akdeniz Filosu ve Osmanlı Donanması Komutanlığı’na getirildi. Böylece kara ordularımızdan sonra deniz kuvvetlerimizde Alman komutanların eline teslim edilmişti. Enver Paşa’nın emri ile Amiral Şöson kumandasında, aralarında Yavuz ve Midilli’nin de bulundukları on bir parçadan oluşan Osmanlı donanması, 29 Ekim 1914’te Karadeniz’e açılarak Rusya’nın Odesa ve Sivastopol limanlarını bombaladı. İtilaf Devletleri ise Osmanlı Devleti’ne savaş ilan ederek karşılık verdiler. Rusya 3 Kasım’da, İngiltere ve Fransa ise 5 Kasım’da savaş ilan ettiler. Osmanlı Devleti de bunlara 11 Kasım’da resmen savaş ilan etti. Padişah V. Mehmet Reşad, 14 Kasım1914’te “Cihad-ı Ekber” (Büyük Cihad) ilan ederek bütün Müslümanları din savaşına davet etti. Ancak beklenilen netice çıkmadı.

OSMANLI’NIN SAVAŞTIĞI CEPHELER :

Doğu Cephesi: ( Kafkas. )
Güney Cephesi: ( Mısır (Kanal cephesi), Irak, Suriye, Filistin Hicaz, Yemen.)
Batı Cephesi: (Galiçya, Romanya, Makedonya.,)
Çanakkale Cephesi.

DOĞU CEPHESİ:
Osmanlı orduları ilk olarak Kafkas Cephesi’nde Sarıkamış Harekâtıyla Ruslara karşı savaşmıştır. Almanya’nın cephelerde rahatlamasını sağlamak, Rus işgali altındaki Türkleri kurtarmak ve Bakü petrollerinin ele geçirilmesini amaçlayan bu cephe, bir taarruz cephesidir. (Enver Paşa komutasında.)
Mevsim şartlarının olumsuzluğu, ordunun yeterli donanıma sahip olmaması, açlık ve hastalıklar nedeniyle büyük kayıplar verildi. Özellikle Sarıkamış harekâtında şiddetli kış yüzünden çok sayıda askerin donarak ölmesi ile bu harekâtta kesin bir sonuca varılamadı ve geri çekilme kararı alındı.
Ruslar hemen hemen tüm Doğu Anadolu’yu ele geçirdi. Ermeniler Ruslarla iş birliği yapmıştır.
Çanakkale Savaşı’ndan sonra 1916 yılında bölgeye Kolordu Komutanı olarak atanan Mustafa Kemal Paşa, Muş ve Bitlis’i Ruslardan geri almıştır. 1917 yılında Rusya’da çıkan ihtilâlden sonra yeni yönetimle yapılan Brest-Litowsk Antlaşmasıyla cephe kapanmış ve Ruslar bu bölgelerden çekilmek zorunda kalmışlardır.

GÜNEY CEPHESİ:
Birinci Dünya Savaşında Osmanlı ordusunun savaştığı ikinci cephe Süveyş Kanalı’na yapılan seferdir.
İngiltere’nin Mısır’ı kendi topraklarına kattığını ilan etmesi üzerine Celal Paşa komutasında birliklerimiz Süveyş Kanalı’na saldırdı.
İngilizlerin bu bölgede yaptıkları iki taarruzda başarısız oldu. Bunun üzerine İngilizler, Suriye- Filistin cephesini açmışlar ve Kudüs’ü işgal etmişlerdir.
Suriye ve Filistin Cephesinde Yıldırım Orduları Grup Komutanı Alman Generali Liman von Sanders’in cepheden ayrılması üzerine Mustafa Kemal Paşa buradaki Yıldırım Orduları Grup Kumandanlığı görevine atanmıştır. İngilizler bu grubu sona erdirmek istiyordu. Bunu anlayan Mustafa Kemal Şeria Nehri’nin doğusuna çekmiş ve Şam yönünde geri çekilmek suretiyle imhadan kurtarmış ve Halep ve Hatay’a çekilmiştir. İngilizler Araplarla birlikte Halep’in kuzeyinde Türk birliklerine saldırdılar. VII. Ordu bu saldırıya karşı koyarak düşmanı yendi. Bu Suriye ve Filistin’de kazanılan son Türk zaferi idi.
Türk ordularının savaştığı bir başka cephe Sina, Hicaz ve Yemen’dir. Türk askerleri kutsal yerleri korumak için bu bölgede son ana kadar canla başla savaşıp direnmişlerdir. Burada İngilizlerle ve Mekke Emiri Şerif Hüseyin kuvvetleri ile uğraşmak zorunda kaldılar.
Irak Cephesi’nde ise 1914’te Basra’ya asker çıkaran İngilizler, Abadan petrollerini korumak ve kuzeye doğru ilerleyerek Ruslarla birleşip Anadolu’yu çember içine almak istiyorlardı. Diğer taraftan Türk kuvvetlerinin İran’a girmesini engelleyip, buradan Rusya’ya yardım etmek amacında idiler. Savaşın ilk başlarında Türk orduları büyük başarılar elde etti. Ancak daha sonra İngilizler daha güçlü bir saldırı yaptı. 1917’ de Bağdat İngilizlerin eline geçti. 1918’de ise zengin petrol yataklarına sahip Kuzey Irak’ı tamamen ele geçirdiler.
BATI CEPHESİ:
Türk birlikleri bu cephede Galiçya, Romanya, Makedonya’da müttefiklere karşı yardım amacıyla savaşmıştır. Romanya, İtilaf Devletleri yanında savaşa katılınca Almanya, Avusturya-Macaristan ve Türk kuvvetleri Galiçya’da ortak bir cephe açtılar. Romanya kuvvetleri bu bölgede yenildi ve 1917 yılında bu cephe kapandı. Türk-Alman müşterek kuvvetleri Dobruca, Bükreş ve Tuna’da savaştılar. Diğer taraftan zor durumda kalan Bulgarlara da Makedonya’da yardımda bulunulmuştur.

ÇANAKKALE CEPHESİ:
İtilaf Devletlerinin bu cepheyi açma amaçları:

Boğazları ve İstanbul’u alarak Osmanlı Devleti’ni savaş dışı bırakmak.
Çarlık Rusya’sıyla Boğazlar yoluyla bağlantı kurmak, Rusya’ya silah ve malzeme yardımında bulunmak ve Rusya’nın elindeki bol miktardaki buğdaydan yararlanmak.
Osmanlı Devleti’nin Almanya’yı desteklemesini engellemek.
Boğazlara yerleşerek savaşa henüz katılmamış Balkan Devletleri üzerinde caydırıcı güç olmak ve bu devletlerin kendi yanlarında savaşa katılmalarını sağlamak.
Savaşı kısa sürede bitirmek.

Bu amaçla İtilaf Devletleri önce denizden geçmeyi denediler. İngiliz ve Fransız gemileri boğazın önüne gelip topa tutmuştur. Ancak Türk tabyaları Boğazları kahramanca savunmayı başardı.
18 Mart 1915 sabahı İngiliz ve Fransız filoları büyük bir güvenle boğaza girdiler. Anadolu ve Rumeli kıyılarındaki Türk tabyalarını bombardımana başladılar. Ancak Çanakkale Boğazı’nın her iki yakasında mevzilenen Türk topçularının açtığı yoğun ateş ve Nusret Mayın gemisinin döktüğü mayınların etkisiyle, kuvvetlerinin % 35’ini kaybeden İngiliz ve Fransız harp gemilerinden oluşan bu donanma, saat 17.30’da çekilmek zorunda kalmıştır. Sadece o günkü savaşta üç savaş gemisi, iki muhrip ve yedi mayın arama gemisi batmış, yedi zırhlı da görev yapamayacak duruma gelmişti.
Bunun üzerine İtilaf Devletleri Çanakkale’yi karadan geçmek istediler.
Seddülbahir bölgesinde cereyan eden ilk savaşlarda İtilaf kuvvetleri, Türk askerinin kahramanca savunması karşısında duramadı ve düşman geri püskürtüldü. Bu sefer İtilaf Kuvvetleri Suvla Limanı’ndan Anafartalar, Arıburnu ve Conkbayırı’na birlikler çıkardılar.
Ancak burada Kaymakam (Yarbay) Mustafa Kemal’in komutasındaki Anafartalar Grubu ile İtilaf Devletleri kuvvetleri arasında çok kanlı savaşlar oldu. İtilaf kuvvetleri Arıburnu’nda ve Conk Bayırı’nda büyük kayıplar verdiler.

Mustafa Kemal’in ve Türk askerinin iradesi karadan geçilmesine de izin vermedi.

Çanakkale Savaşlarında her iki taraf da büyük kayıplar vermiştir. Bu savaş yaklaşık 250 bin Türk, 250 bin yabancı olmak üzere toplam 500 bin kayıpla tarihteki yerini almıştır. Bu savaş, Türk milletinin bir kahramanlık destanıdır.

SAVAŞIN SONUÇLARI:

İngilizlerin Ortadoğu projeleri aksadı.
İtilaf Devletleri Çarlık Rusya’sına gerekli yardımı yapamadı.
Çarlık Rusya’sında ihtilâl çıktı, Çarlık rejimini yıkan Bolşevikler I. Dünya Savaşı’ndan çekildiler: Elviye-i Selâse toprakları (Kars, Ardahan, Batum) yeniden Türk topraklarına katıldı.
Dünya Savaşı’nın uzamasına neden oldu ve yeni cepheler açıldı.
Bulgaristan’ın İttifak Devletlerinin yanında savaşa girmesinde etkili oldu.
Bu zaferle İstanbul ve Türk vatanı, karşılaşması muhtemel erken bir istiladan kurtulmuş oldu.
Bu zafer; Mustafa Kemal Paşa’nın ün kazanmasına ve Milli Mücadele’nin lideri olmasına zemin hazırladı.

ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ
ÜNİTE 7
1. DÜNYA SAVAŞI SIRASINDA OSM. TOPRAKLARININ PAYLAŞILMASI İÇİN YAPILAN GİZLİ PROJELER
Ülke bütünlüğünü ve bağımsızlığını sağlamak için savaşa mecburen girmek zorunda kalmıştı Osmanlı Devleti. Ancak 4 yıl süren bu savaşta muazzam başarı göstermesi İtilaf Devletlerinin planlarını altüst etmişti. İtilaf Devletleri Osmanlı devleti'nin savaş dışında kalması için büyük çabalar göstermişti. İstedikleri olmayınca da savaşın hesabını Osmanlı Devleti'ne kesmek istediler.
Savaşın sonunda da Osmanlı'nın yıkılacağını düşünerek topraklarını paylaşmak için gizli görüşmeler yapmışladır.
Yapılan anlaşmalardan en önemlileri şunlardır: İstanbul Anlaşması, Londra Anlaşması, Sykes-Picot Anlaşması, St. Jean de Maurienne Anlaşması, Mac-Mahon Anlaşması ve Balfour Deklarasyonu.
İtilaf Devletleri’nin 1915-1917 yılları arasında kendi aralarında gizlice yaptıkları bu anlaşmaların sebepleri:

Osmanlı Devleti’nin topraklarını paylaşmak
Kendi aralarında savaş boyunca ortaya çıkabilecek anlaşmazlıkları engellemek
Savaşın gidişatına göre hareket ederek dengeleri kendi lehlerine çevirmek için İtalya’yı bir şekilde savaşın tarafı yapmak
Savaş öncesi ve sonrası bazı sorunlarla boğuşan Çarlık Rusya’sını bloklarının içinde tutmak
Osmanlı Devleti’nin paylaşımı için ortam hazırlamak

Bu gizli görüşmeler, 1917’de Rusya’da Bolşeviklerin iktidara gelmesinden sonra bizzat yeni yönetim tarafından deşifre edilmiştir.

İstanbul anlaşması ( Mart - Nisan 1915 )
İngiltere, Rusya , Fransa arasında yapılan ilk gizli anlaşmadır. Esas itibariyle Rusya'nın taleplerine evap vermekti. Rusya’nın bu girişiminin sebebi ise Boğazlar ve İstanbul üzerindeki tarihî emellerine kavuşma arzusuydu.
Hem tarihî emellerine kavuşma hem de İngiltere ve Fransa’nın İstanbul’u ve Boğazları ele geçirmesiyle savaş sonrası buraları Rusya’ya vermeme ihtimallerine karşı 4 Mart 1915’te İngiltere ve Fransa’ya müracaat ederek söz konusu yerlerin Rusya’ya verilmesini istedi.
Bu İngiltere ve Fransa'nın çıkarlarına tersti ancak Rusya'yı yanlarında tutmak için kabul ettiler. “İstanbul dahil, Midye-Enez çizgisinden Sakarya Nehri’nin Karadeniz’e döküldüğü yere kadar bütün Boğazlar bölgesi Rusya’ya bırakılıyordu” Buna karşılık Rusya ise İngiltere’nin ve Fransa’nın Anadolu’yla Orta Doğu üzerinde nüfuz alanlarını kabul etmiştir.

Londra Anlaşması ( Nisan 1915 )

İngiltere Rusya, Fransa ve İtalya arasında Londra’da imzalandı. Başlangıçta tarafsızlığını ilan eden İtalya, İngiltere ve Fransa’nın aradığı devletti. Çünkü savaş Akdeniz’e yayılmış, Rusya ise gittikçe yük olmaya başlamıştı. Bu aşamada İtalya’dan yararlanılması elzem olmuştu.

Rodos ve On İki Ada İtalya’ya bırakılıyor.
Bingazi ve Derne gibi bölgelerde Osmanlı’ya ait bütün hakların İtalya’ya geçmesi kabul ediliyor.
Antalya ve yöresi İtalya’ya bırakılıyordu.

Sykes-Picot Anlaşması (26 Nisan 1916)
İngiltere, Fransa ve Rusya arasında İtalya'dan gizli şekilde yapıldı.
Fransa, hinterlandıyla birlikte Sivas, Elazığ, Maraş, Antep, Mardin, Suriye (Halep, Şam), Musul ve Lübnan’ı alıyordu.
İngiltere’ye ise Basra’dan Bağdat’a kadar tüm güney Mezopotamya ile Ürdün ve Kuzey Filistin veriliyordu.
Rusya ise boğazlar bölgesi başta olmak üzere Erzurum, Trabzon, Bitlis, Muş, Siirt gibi yerleri alıyordu.
St. Jean de Maurienne Anlaşması (17 Nisan 1917)
İtalya kendisinden habersiz toplanan anlaşmayı öğrenmiş ve sınırlarını kesin belirlenmesini istemiştir.
Antalya’ya ilaveten İzmir Vilayeti de İtalya’ya bırakılmıştır. Ayrıca İskenderun, Hayfa, Akra, Mersin limanlarından da serbest bir şekilde yararlanma hakkı elde etmişlerdir.
Balfour Deklarasyonu
Rusya'nın Bolşevik Devrimiyle 1. Dünya Savaşı'ndan yenik düşmesi ve yeni rejimin ilanı , İtilaf bloğunu sarsmış Almanya'yı bir adım öne çıkarmıştır. Bu yüzden İngiliz hükümeti, ABD’nin desteğini alabilmek için orada yaşayan Yahudileri kazanma politikası gütmeye başladı. İngilzi Dış işleri Bakanı , Filistin topraklarında yahudi devletinin kurulmasını destekleyeceğine dair taahhütte bulundu. Bu teklif uluslararası arenada destek bulmakta gecikmedi. ABD 'nin savaşa girmesinde bu diplomatik hareketin etkisi olmuştur. Ve böylelikle Manda yönetiminin temeli de oluşturuldu.
1. DÜNYA SAVAŞI'NIN SONA ERMESİ VE ÖNEMLİ GELİŞMELER
Rusya’nın Savaştan Çekilmesi ve Brest-Litowsk Barışı (3 Mart 1918)
Bolşevikler insiyatifi ele geçirdi Rusya'da. ( 26 şubat)
Geçici Kerenski Hükümeti kuruldu ancak bu barışı ve refahı sağlamak için adım atamadı.
İKinci aşamada ise liderliği Lenin üstlendi. Başkent ele geçirildi. Lenin başbakan oldu.
Bolşevik Rusya, önce mütareke imzaladı, sonra da Almanya ile anlaşarak 3 Mart 1918’de Brest-Litowsk Antlaşması’nı imzaladı.

Bu antlaşmaya göre

“Rusya; Letonya, Estonya, Litvanya, Kurland ve Polonya üzerinde bütün haklarından vazgeçti.
Nihai barışa kadar Almanlara Beyaz Rusya’yı işgal altında bulundurma hakkı tanınıyordu.
Rusya, Finlandiya ve Ukrayna’yı boşaltmayı kabul ediyordu. Buralarda Almanların yardımıyla yeni hükümetler kurulacaktı.
Kars, Ardahan ve Batum bölgeleri Osmanlı Devleti’ne geri verilecekti.
27 Ağustos’ta imzalanan ek bir anlaşmaya göre de Almanların yardımıyla Gürcistan’da bağımsız bir devlet kurulacaktı.”

ABD’nin Savaşa Katılması ve Barış Çabaları

ABD Almanya'ya savaş ilan ediyor. Orta ve Güney Amerikalı devletler ile Çinde katılınca, Üçlü İtilaf devletleri çok büyük bir moral ve güç kazandı. Almanya kaybediyor.
Bu sürece paralel olarak da İttifak Devletleri arasında barış meselesi açıkça dile getirilmeye başlandı. Gelinen bu aşamada savaşı daha da sürdürmenin ABD’ye ve dünya barışına bir katkısı olmayacağını düşünen Başkan Woodrow Wilson, 18 Ocak 1918’de Kongre’de yaptığı konuşmalarında savaş sonrası yapılacak barışın temel prensiplerini belirlediği 14 maddelik görüşlerini bütün dünyaya ilan etti.

Açık barış, açık diplomasi
Karasuları dışında denizler barışta ve savaşta tamamen serbest olmalı.
Barışı korumak ve yaşatmak için ekonominin önündeki bütün engeller kaldırılmalı
Ülkeler iç güvenliklerini temin edecek kadar silahlanmalıdır. Bunun için karşılıklı garantiler verilmeli
Sömürgeler üzerindeki istekler serbestçe ve tam bir yansızlıkla ve bu bölgeler halkının çıkarları da göz önünde tutularak hâlledilmeli
İşgal edilmiş olan bütün Rus toprakları boşaltılmalı Rusya’nın kendi kendini yönetmesi için gereken yapılmalı
Belçika tam bağımsız bir devlet olarak yeniden kurulmalı
İşgal edilmiş bütün Fransız toprakları boşaltılmalı ve Alsace-Lorraine Fransa’ya verilmeli
İtalyan sınırları milliyetler esaslarına göre düzeltilmeli
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndaki milletlere en serbest bir biçimde özerklik imkânı verilmeli
Romanya, Sırbistan ve Karadağ toprakları boşaltılacak Sırbistan’ın denize bir kapısı olacak şekilde topraklar verilmeli, Balkan Devletleri arasındaki ilişkiler milliyetler prensibine göre düzenlenmeli
Osmanlı İmparatorluğu’nda Türklerin oturdukları bölgelerde bağımsızlık sağlanmalı. Fakat Türk olmayan milliyetlere de özerklik için fırsatlar verilmeli Boğazlar ise tüm milletlere serbest olmalı
Bağımsız bir Polonya Devleti’nin kurulması sağlanmalı
Büyük, küçük bütün devletlere siyasi bağımsızlıkları ve toprak bütünlükleri için imkân sağlamak amacıyla bir milletlerarası örgüt kurulmalı


Daha sonra ise bazı eklemelerde bulunuldu. Bunlar:

“Devletlerin yeni topraklar alamayacak, savaş tazminatı ve cezai tazminat alınmayacağı ve milletlerin kendi geleceklerini kendilerinin belirleyeceği (self determination) gibi esaslar belirlendi. ”

Bu maddeye göre savaşmak mantıksızdı. Çünkü savaşlarda kazanan veya kaybeden yoktu.

I. Dünya Savaşı’nı Sona Erdiren Antlaşmalar
Paris Konferansı (18 Ocak 1919)
Savaş sonrası yeni bir dünya kurmak maksadıyla ABD, İngiltere ve Fransa’nın öncülüğünde bir barış konferansı toplandı. Konferansa 32 devlet çağrıldı. Ancak ABD, İngiltere, Japonya, Fransa ve İtalya bütün yetkileri elde tutuyordu.
Konferansta, ABD, dünya barışı için “Milletler Cemiyeti” (Cemiyet-i Akvam) nin kurulmasını arzu ederken; Fransa ve İngiltere’nin savaş sonrası Yeni Dünya düzenini kendi kontrollerinde kurma gayretleri öne çıkmıştı. Özellikle Almanya’nın en ağır şekilde cezalandırılması için büyük çaba içindeydiler.
I. Dünya Savaşı sonrası yenilen devletlerle imzalanan antlaşmalar, Paris Konferansı sürecinde hazırlandı. Sadece Osmanlı Devleti ile imzalanacak olan Sevr Antlaşması, San Remo’da hazırlanacaktır.
Romanya’nın Savaştan Çekilmesi ve Bükreş Antlaşması (7 Mayıs 1918)

İtilaf Devletleri yanında savaşa girdi ancak peş peşe yenilgler alınca topraklarının büyük kısmını kaybetti. Rusya'nın Brest-litowsk ile savştan ayrılması Romanya'y zor durumda bıraktı. Mart 1917’de mütareke, 7 Mayıs 1918’de ise Almanya ve müttefikleriyle Bükreş Antlaşması’nı imzalandı. Bu antlaşmaya göre:
Romen petrollerinin işletmesi en az 30 yıllığına Almanya ve Avusturya’ya bırakılacaktır. Romanya et ve hububat ürünlerini 1926’ya kadar merkez devletlerine ihraç edebilecek, Karpatlardan Avusturya’ya toprak verecek ve Dobruca’dan çekilecekti. Ancak savaşın gidişatının değişmesiyle bu barışı uygulama imkânı ortadan kalkmış oldu.

Bulgaristan'ın Savaştan Çekilmesi ve Neuilly Anlaşması (27 Kasım 1919 )

29 Eylül’de mütareke, 27 Kasım 1919’da da Neuilly Antlaşması’nı imzaladı. Böylece bu antlaşmayla Romanya, Yunanistan ve Yugoslavya’ya topraklarının önemli kısmını kaptırdı. Askerî sınırlamalar ve tazminat ödemeye mahkûm edildi.

Avusturya ve Macaristan’ın Savaştan Çekilmesi St. Germain Barış Antlaşması (10 Eylül 1919)
1918’de ise Çek, Hırvat, Sloven, Romenler ve Macarların ayaklanarak bağımsızlıklarını ilan etmeleri, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu parçaladı ve barış için arayışa girdi. 3 Kasım 1918’de İtalya ile mütareke imzaladı. Barış Konferansı da Avusturya ve Macaristan’ı ayrı ayrı sorumlu tuttu ve 10 Eylül 1919’da Avusturya ile St. Germain Antlaşması imzalandı.
Avusturya, Macaristan, Çekoslovakya ve Yugoslavya’nın bağımsızlığını tanıdı. Önemli toprakları Polonya, Yugoslavya, İtalya ve Romanya’ya bırakmak zorunda kaldı. Ayrıca askerî sınırlamalar ve yüklü savaş tazminatı ödemeye mahkûm edildi. Macaristan’da ise 4 Haziran 1920’de Trianon Antlaşması’nı imzaladı. Komşusu Çekoslovakya, Yugoslavya ve Romanya’ya toprak vermek zorunda kaldı. Ayrıca Macaristan çeşitli tazminatlar ödemek zorunda bırakıldı.
Almanya’nın Savaştan Çekilmesi ve Versailles Barış Antlaşması (28 Haziran 1919)
9 Temmuz’da Alman Meclisi, antlaşmayı onayladı. 10 Ocak 1920’de ise yürürlüğe girdi. Böylece Bismarck’ın Almanyası yıkılmış oldu. İmzalanan bu antlaşmaya göre :

Almanya, Alsace-Lorraine ve Saar bölgesini Fransa’ya bırakıyordu.
Batı Prusya Polonya’ya, Eupen, Malmedy, Moresnet Belçika’ya, Dantzig serbest şehir oluyor ve Milletler Cemiyeti’ne bırakılıyordu.
Almanya bütün sömürgelerinden vazgeçti. Bu sömürgelerde İngiltere, Fransa, Belçika, Japonya mandater devlet oldu. Ayrıca Avusturya; Çekoslovakya, Polonya’nın bağımsızlığını tanıyor ve yüklü miktarlarda savaş tazminatı ödemeyi kabul ediyordu.

MİLLETLER CEMİYETİ'NİN KURULMASI
Cemiyetin amacı, uluslararası iş birliği, barış ve güvenliği tesis etmekti. Cemiyet; Asamble (Genel Kurul), Konsey (Meclis) ve Genel Sekreterlik (İdari Görev) organlarından oluşacaktı.
ABD, İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya Cemiyetin daimi üyeleridir. Ayrıca dört geçici üyesi de bulunmaktadır. Cemiyetin merkezi ise Cenevre’deydi.

Cemiyet ilk çalışmalarına 1920’lerde başladı. 1921’de de Lahey Adalet Divanı’nı teşekkül ettirdi. Almanya 1926, Türkiye 1932, Sovyetler Birliği ise 1934’te cemiyetin yeni üyeleri oldu. Uluslararası önemli sorunların çözümüne çalıştı.
Osmanlı Devleti ile Mondros Mütarekesi’nin İmzalanması ve İşgaller
Hükümet önerisiyle Bahriye Nazırı (Denizişleri Bakanı) Rauf (Orbay) Bey’in başkanlığında, Reşat Hikmet, Yarbay Sadullah ve Ali Fuat (Türkgeldi) beylerden oluşan heyeti görevlendirildi. Heyet gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra 24 Ekim’de İstanbul’dan ayrıldı. Görüşmeler ise Limni Adası’nın Mondros Limanı’nda İngilizlerin Agamemnon Zırhlısı’nda yapılacaktı.
Osmanlı Heyeti’nin önüne konulan metin, bir mütareke metninden öte devletin kayıtsız şartsız teslimini öngörüyordu. Görüşmeler boyunca Osmanlı heyetine hemen hiç söz hakkı verilmedi. Görüşmeler sonunda; 30 Ekim 1918’de kısa ama çok önemli yirmi beş maddelik Mondros Mütarekesi imzalandı. Mütareke, 31 Ekim günü yürürlüğe girdi. Mütarekenin orjinal metninde maddeler şöyle açıklanmıştır:
“MONDROS BIRAKIŞMASI SÖZLEŞMESİ (30 Ekim 1918)
Mütareke Koşulları:

1- Çanakkale ve Karadeniz Boğazları’nın açılması ve Karadeniz’e geçiş sağlanması. Çanakkale ve Karadeniz Boğazları kalelerinin Müttefiklerce işgal edilmesi.
2- Türk sularında bütün mayın tarlalarının, torpido kovanlarının ve başkaca engellerin yerlerinin gösterilmesi ve bunların taranması ya da kaldırılması için istenebilecek yardımın yapılması.
3- Karadeniz’deki mayınlara ilişkin eldeki bütün bilgilerin verilmesi.
4- Müttefik savaş tutsakları ile gözaltındaki ya da tutsak Ermenilerin tümünün İstanbul’da toplanarak hiçbir koşula bağlı olmaksızın Müttefiklere teslim edil-mesi.
5- Sınırların denetlenmesi ve iç düzenin korunması için gerekli olan birlikler dışında Türk ordusunun derhal terhis edilmesi. (Birliklerin insan gücü ve konuşu daha sonra Türk hükümeti ile danışılarak saptanacaktır).
6- Türk karasularında ya da Türkiye’nin işgalindeki sularda bulunan bütün savaş gemilerinin teslim edilmesi; Türk karasularında kolluk ya da benzeri amaçlar için gerekli görülebilecek birtakım küçük gemiler dışında, bu gemilerin belirtilecek Türk limanında ya da limanlarında gözaltına alınması.
7- Müttefiklerin, kendi güvenliklerini tehdit edecek herhangi bir durum ortaya çıkarsa, herhangi bir stratejik noktayı işgal etme hakkı bulunması.
8- Şu sırada Türk işgali altında olan bütün limanların ve demirleme yerlerinin Müttefik gemilerince özgürce kullanılması ve düşman tarafından kullanılmasının önlenmesi. Aynı koşullar ticaret ve ordunun terhisi amaçları için Türk sularında bulunan Türk ticaret gemilerine de uygulanacaktır.
9- Bütün Türk limanlarında ve tersanelerinde her türlü gemi onarımı ko-laylıklarından yararlanılması.
10- Toros tünel sisteminin müttefiklerce işgali.
11- Türk birliklerinin Kuzey-Batı İran’dan savaş öncesi sınırların gerisine derhal çekilmeleri daha önce buyrulmuş bulunmaktadır; bu buyruk yerine getirilecektir. Kafkasya-Ötesi’nin bir bölümünün Türk Birliklerinden boşaltılması daha önce buyrulmuş bulunmaktadır; bu bölgenin geri kalan bölümünün boşaltılması, oradaki durum Müttefiklerce incelendikten sonra gerek görülürse yapılacaktır.
12- Türk hükümetinin haberleşmeleri dışında, bütün telsiz telgraf ve kablo istasyonlarının Müttefiklerce denetim altına alınması.
13- Denizciliğe, askerliğe ve ticarete ilişkin her türlü gereçlerin yok edilmesinin yasaklanması.
14- Ülkenin gereksinmeleri karşılandıktan sonra, Türk kaynaklarından kömür, akaryakıt ve deniz gereçleri satın alma kolaylıkları verilmesi.

Yukarıda sayılan nesnelerden hiçbiri dışa satılmayacaktır.
15- Kafkasya-Ötesi demiryollarının şu sırada Türk denetimi altında bulunan bölümlerini de içermek üzere bütün demiryolları halkın gereksinmelerinin karşılanması koşuluyla, Müttefik Denetleme Görevlilerinin kullanım ve gözetimine bırakılacaktır.

Bu hüküm Batum’un Müttefiklerce işgalini de kapsar. Türkiye, Bakû’nun Müt-tefiklerce işgaline hiçbir karşı çıkışta bulunmayacaktır.

16- Hicaz’da, Asir’de, Yemen’de, Suriye’de ve Irak’da bütün garnizonların en yakın Müttefik Komutanına teslim olmaları ve beşinci maddede saptanacak olan düzenin korunması için gerekenler dışında, bütün birliklerin Kilikya’dan çekilmeleri.
17- Trablus ve Bingazi’deki bütün Türk subaylarının en yakın İtalyan garnizonuna teslim olmaları. Türkiye, teslim olma buyruğuna uymazlarsa, bu subaylara ikmal gönderilmesinin ve kendileriyle haberleşmenin kesilmesini sağlamayı yükümlenir.
18- Mısrata’yı da içermek üzere Trablus ve Bingazi’de işgal edilen bütün limanların en yakın Müttefik garnizonuna teslimi.
19- Denizci, asker ve sivil bütün Almanların ve Avusturyalıların bir ay içinde Türk ülkelerinden çıkartılması; uzak bölgelerdekilerin de olabildiğince erken bir tarihte çıkartılması.
20- Beşinci madde gereğince terhis edilecek Türk ordusu bölümünün, taşıtlarını da içermek üzere, araç ve gereçlerinin, silahlarının ve cephanesinin kullanılış biçimi konusunda verilebilecek buyrukların yerine getirilmesi.
21- Müttefiklerin çıkarlarını korumak için Türk Donatım Bakanlığına bir Müttefik temsilcisinin bağlanması. Bu temsilciye bu amacın gerektirdiği bütün bilgilerin verilmesi.
22- Türk tutsaklarının Müttefik Devletler buyruğunda tutulması. Askerlik bakımından çağdışı Türk sivil tutsakların salıverilmesi konusu göz önünde tu-tulacaktır.
23- Türkiye bakımından Merkez Devletleri ile bütün ilişkilerin kesilmesi zorunluğu.
24- Altı Doğu ilinde karışıklık çıkarsa Müttefikler bu illerin herhangi bir bölümünü işgal etme hakkını ellerinde tutarlar.
25- Müttefiklerle Türkiye arasında düşmanca eylemler 31 Ekim 1918 Perşembe günü, yerel saatle öğleden başlayarak kesilecektir.

İki nüsha olarak, Limni’de, Mondros Limanı’nda, Majestelerinin “AGAMEM-NON” Savaş Gemisinde, 30 Ekim 1918’de imzalanmıştır.

İmza: imza:
Arthur Calthorpe. Hüseyin Rauf, Reşad Hikmet, Sadullah.

MONDROS MÜTAREKESİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Osmanlı Devleti Mondros Mütarekesi ile fiilen işgal edilme sürecine girdi.
Dünya Savaşı boyunca imzalanan gizli anlaşmalar uygulamaya konuldu.
Zararlı cemiyetlerin kurulması hızlandı.
Bu durum karşısında yararlı cemiyetler kuruldu.
Mütareke ile Anadolu insanının savunma yeteneği kırıldı ve işgallere ortam hazırlandı.
Boğazların denetiminin işgalci güçlerin eline geçmesiyle Anadolu ve Rumeli arasındaki irtibat kesilmiş oldu.
Osmanlı Devleti’nin deniz gücü yok edildi.
Haberleşme merkezlerine ve araçlarına el konulunca Anadolu insanı arasında irtibat koparılmış oldu. Bu da işgallere karşı birlik, beraberlik ve ortak hareket etme kabiliyetini ortadan kaldırdı.
İşgalcilere istedikleri yerleri ele geçirme hakkının verilmesiyle işgaller hızlandı. Doğu Anadolu vilayetlerinde Ermenistan ile Kürdistan devletleri kurulması için bu yolda çalışmalar başlatıldı.
Bu mütareke, “silah bırakışmadan” çok daha fazla anlam taşımaktaydı. Bu hâliyle kesin hükümlerle bir antlaşma niteliğinde ve Sevr Antlaşması’nın alt yapısını oluşturmaktaydı.
Mütarekenin gereğince de Osmanlı Devleti’nin ekonomik bağımsızlığı ortadan kaldırıldı.
Mütareke, milliyetçi duyguları öne çıkararak, Milli Mücadele sürecinin başlamasına ortam hazırladı.
Türk tarihinin gördüğü en ağır mütareke olan “Mondros Mütarekesi” hiç zaman kaybedilmeden işgalci devletler tarafından uygulamaya konuldu. Buna göre işgaller şöyle gerçekleştirildi:

İNGİLİZ İŞGALLERİ: Musul,Çanakkale boğazı ( fransızlarlar birlikte), İskenderun, Antakya, Batum, Kilis, Ankara istasyonu, Ayıntap,Cerablus,Haydarpaşa istasyonu, Konya istasyonu, Kasaba ( turgutu) - Aydın istasyonu ( Fransızlarla ), Maraş,Birecik,Samsun,Harabnaz ve Telepyas İstasyonu,Urfa,Merzifon,Kars
FRANSIZ İŞGALLERİ: Çanakkale Bğazı ( ingilizlerle ),Dörtyol, Mersin,Toros Tünelleri, Adana, Pozantı, Doğu demiryolları, Kasaba ( Turgutlu)- Aydın istasyonu ( ingilizlerle), çiftehan- akköprü, Afyon istasyonu,
İTALYA İŞGALLERİ : Antalya, Konya istasyonu, Kuşadası, Fethiye , Bodrum, Marmaris, Akşehir

ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ
ÜNİTE 8
MONDROS MÜTAREKESİ SONRASI ÜLKENİN GENEL DURUMU VE OSMANLI HÜKÜMETİNİN TAVRI
Mondros Mütarekesi, Osmanlı Devleti’nin varlığına kasteden, Türk halkını en tabii ve meşru hakkı olan yaşama hakkından mahrum bırakan, can, mal ve namus güvenliğini ortadan kaldıran klasik devletler hukukuna aykırı tek taraflı bir dayatmadır.
Ancak İstanbul Hükümeti'nin mütareke şartlarını ılımlı gösterme çabası halk arasında aşırı iyimser belirtilere yol açtı. Bu yüzden Sadrazam Ahmet İzzet Paşa'nın iyimser tavırlarına kapılan Türk basını da mütareke şartlarının iyi olduğuna dair propaganda yayımı yapıyordu.
İstanbul hükümetine göre Mütarekeden sonra imzalanacak nihai barış antlaşması konusunda endişeye gerek yoktu.Ancak Mustafa Kemal ve vatansever aydınlar mu mütareke kararlarının iyi olmadığını anlamış ve Mustafa Kemal Sadrazam Ahmet İzzet Paşa'ya telgraf yollamıştır.
Osmanlı Devleti'nin en zengin ve stratejik açıdan önemli yerlerini işgale başladılar.Karşılık veren asker ve subaylar tutuklandı buna karşılık nezarethanedeki ermeni ve ruslar serbest bırakıldı.İzzet Paşa istifa'ya zorlandı yerine Tevfik Paşa geldi.Ancak 21 Aralık 1918’de İttihat ve Terakki mensuplarının çoğunlukta olduğu Meclis-i Mebusan feshedilmiş, İstanbul tam manasıyla bir kargaşa ortamına girmişti.
Mütarekeden sonra askerî, siyasi ve idari alanlarda İtilaf Devletleri kontrollerini sıklaştırmış, devlet kurumları iş göremez hale gelmişti. Devletin otoritesi ve itibarı zedelenmiş, halkın devlete olan güveni sarsılmıştı.


ÜLKEDEKİ AZINLIKLARIN FAALİYETLERİ VE ZARARLI CEMİYETLER

Mondros Mütarekesi’nden cesaret alarak çalışmalarını hızlandıran zararlı cemiyetleri iki kategoride toplamak mümkündür. Bunlar; azınlıkların kurmuş olduğu cemiyetler ve millî varlığa düşman cemiyetlerdir.

Azınlıkların Kurmuş Olduğu Cemiyetler

Ortak özellikleri ; İtilaf Devletleri’nin Anadolu’daki ileri karakolu gibi hareket ederek işgalleri kolaylaştırmak,
Anadolu ve Rumeli toprakları üzerindeki emellerini gerçekleştirmekti. Bunlar Anadolu hareketine ve Türklerin millî devlet kurmalarına şiddetle karşı idiler.
İstanbul’daki Fener Rum Patrikhanesi, bu cemiyetlerin idare merkezî gibi çalışmıştır.

Rumların Kurmuş Olduğu Cemiyetler :

Mavri Mira ( Kara Gün): 1919' da farklı Rum cemiyetlerinin bir araya gelmesiyle İstanbuldaki Fener Rum Patrikhanesi'nde kuruldu.Rumların faaliyete geçmesinde büyük rol oynadı. kasaba ve köylerinde şiddet eylemlerine girişmişlerdi.

Başlangıçta Doğu Trakya’nın Yunanistan’a bağlanmasını amaçlayan Cemiyet, daha sonra İnebolu’dan Muğla’ya kadar çekilecek bir hayali hattın batısında kalan Anadolu topraklarının Yunanistan’a bağlanması için çalışmıştır. Cemiyet, Rum okulları, Rum İzci Teşkilatı, Yunan Kızılhaçı, Göçmenler Komisyonu ve Ermeni Patriği Zevan Efendi’yle de iş birliği içindeydi.

Etniki Eterya (Milli Dernek) : Mondros Mütarekesi’nden sonra bir taraftan Mavri Mira ile iş birliği yaparken, diğer taraftan Karadeniz’de Samsun-Trabzon merkezli bir Pontus Devleti kurmak için çalışmalar yapmıştır. Ayrıca Karadeniz’deki Rumları birleştirmek amacıyla propaganda çalışmalarının yanı sıra silahlı tedhiş eylemlerine de girişmiştir.

Pontus Rum Cemiyeti: Rize’den İstanbul Boğazı’na ve İç Anadolu’nun kuzeyine kadar uzanan topraklar üzerinde Trabzon merkezli bir Rum Devleti kurabilmek amacıyla 1904 yılında kurulmuştur. Merkezi İstanbul.Rumların en iyi teşkilatlanmış cemiyetiydi. Cemiyetin teşkilatlanması ve silahlanmasında Merzifon’daki Amerikan Koleji’nin büyük rolü olmuştur.

Kordos Komitesi: Rumların kurmuş olduğu silahlı örgütlerden birisidir. Yunanistan tarafından İstanbul’da Rum göçmenleri merkezî komisyonu açık adıyla faaliyet gösteren komitenin gizli görevi, dışarıdan getirdikleri Rum ve Ermeni militanları göçmen gibi göstererek ülkenin değişik bölgelerine göndermekti. Bu komite, Pontus Cemiyeti’nin en büyük destekçisi idi.

Ermenilerin Kurmuş Olduğu Cemiyetler:

İtilaf Devletleri Vilayat-ı Sitte denilen altı Türk vilayetinde (Erzurum, Bitlis, Sivas, Van, Elazığ, Diyarbakır), Maraş, Çukurova ve Trabzon’un da bir kısmını içine alan topraklarda Ermeni Devleti kurulmasını talep ettiler.

İsviçre’de kurulan Hınçak ve Tiflis’te kurulan Taşnak komiteleridir. Ermenileri Türklere karşı kin ve intikam duygularıyla kışkırtan, yıkıcı, bölücü ve silahlı tedhiş hareketlerini yöneten kuruluşların en tehlikelileriydi.

Hınçak (Çan Sesi) Komitesi: Kafkasyalı Avedis Nazarbekian ve karısı Maro tarafından 1886’da İsviçre’de kurulan Marksist bir komitedir.

Amaçları: Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan devleti kurmak, bunu Rus ve İran Ermenistanlarıyla birleştirmek böylece “Büyük Eemenistan hayallerini gerçekleştirmekti.

Taşnak (Hançer) Komitesi: 1890’da Tiflis’te Ruslar tarafından kuruldu.

Amaçları: Bağımsız Ermenistan’ı kurmak. Hazar Denizi’nden Akdeniz’e ve Sinop’un batısına kadar Karadeniz’de kıyısı olan bir birleşik Ermenistan hayali ile faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.

1904 Sason İsyanı, 1905’teki II. Abdülhamit’e yapılan suikast girişimi ve birçok siyasi cinayetlerde aktif rol oynamışlardır. Bütün bu cemiyetler Ermeni Patrikhanesi tarafından yönlendirilmiş, azınlık okulları tarafından da desteklenmiştir.

Museviler (Yahudiler)’in Faaliyetleri ve Kurmuş Oldukları Cemiyetler

Yahudi halkının ve tüccarlarının çıkarlarını korumak ve Wilson İlkeleri’ne dayanarak Filistin’de bağımsız bir Yahudi Devleti kurmak amacıyla faaliyetler içerisine girmişlerdir.

Filistin toprakları artık İtilaf Devletleri’nin işgali altında olduğu için Türkiye’den, doğrudan toprak talebinde bulunamıyorlardı. Ancak İstanbul’daki Hahamhane, Patrikhane ile birlikte çalışmayı prensip olarak kabul etmiş ve Paris Konferansı’na sunulmak üzere ortak bir bildiri hazırlamaya girişmişlerdi.

İspanya'daki katliamdan kaçıp Osmanlı Devleti'ne sığınanlar Ruslarla iş birliği yapmışlardır. Hahambaşı Naum Efendi’nin başkanlığında yürütülen faaliyetler ve gerekse kurmuş oldukları Alyans İsrailit ve Makabi isimli cemiyetlerle ticari alandaki avantajlarını sürdürmek ve seslerini duyurmak için çalışmışlardır.

Türk ve Müslümanların Kurduğu Milli Varlığa Düşman Cemiyetler

Kürt Teali Cemiyeti : Mayıs 1919’da merkezî İstanbul’da olmak üzere Seyit Abdulkadir liderliğinde kurulmuştur.

Amacı : Wilson İlkeleri’ne dayanarak Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde, İngilizlerin desteğiyle bağımsız bir Kürt devleti kurmaktı. Amerika ve İngiltere ile ilişki kurmuşlardır bağımsız kürt devleti için.

Teali-i İslam Cemiyeti (Müslümanlığı Yükseltme Cemiyeti) : İstanbul medreselerinde görevli bazı müderrisler tarafından kurulmuştur.

Vatanın kurtuluşunun Hilafete ve İslama bağlılıkla mümkün olacağına inanan Cemiyet, Halifeliği ve Saltanatı kurtarmak için bütün İslam halkının birleşmesini istiyordu.

Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nı desteklemişlerdir. Anadolu’daki Milli Mücadele hareketine karşı cephe almıştır. Özellikle Konya ve çevresindeki ayaklanmalarda bu Cemiyetin etkisi büyük olmuştur.

Sulh ve Selamet-i Osmaniye Fırkası : İstanbul’da kurulmuştur. Sarayla yakın ilişkisi bulunan bu Cemiyet, Damat Ferit hükümetlerini desteklemiş, vatanın kurtuluşunun padişah buyruklarına sıkı sıkıya uymakla mümkün olacağını savunmuştur.
Hürriyet ve İtilaf Fırkasıyla da sıkı bir iş birliğine girerek Anadolu’daki Milli Mücadeleyi engellemeye çalışmıştır.

Hürriyet ve İtilaf Fırkası : II. Meşrutiyet Dönemi’nin en ciddi muhalif oluşumudur. Özellikle Damat Ferit Hükümetleri Döneminde etkin olan Fırka, Milli Mücadele’ye karşı başta İngiltere olmak üzere İtilaf Devletleriyle iş birliği yapmaktan çekinmemiştir.


Askerî Nigehban (Askerî Bekçi) Cemiyeti : İttihatçı düşmanı olan subaylar tarafından kurulmuş.Cemiyetin en büyük destekçileri de İtilaf Devletleri ve Damat Ferit Hükümetleri olmuştur.

İngiliz Muhipleri Cemiyeti (İngiliz Dostları Derneği) : İzmir'in işgalinden 5 gün sonra kuruldu. Derneğin fikir babaları Damat Ferit Paşa ve Sait Molla’dır. Cemiyet üyeleri arasında bakanlar, bazı devlet adamları, komutanlar, elçiler, üst düzey yöneticiler ve gazeteciler de vardır.
Cemiyet üyeleri Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün ancak İngiliz himayesinde sağlanabileceğini savunuyorlardı. Oysa bu Cemiyet gerçekte İngiliz Başbakanı Lloyd George’un Türkiye hakkındaki planlarını gerçekleştirmek amacıyla kurulmuş açık ve gizli emelleri ve faaliyetleri bulunan bir casus örgütüdür.

Bu Cemiyet; İngilizlere muhabbet ve taraftarlık yaparak, Milli Mücadeleye karşı tavır almıştır.

Wilson Prensipleri Cemiyeti : İstanbul’da çoğunluğu gazeteci-yazar, akademisyen, doktor ve avukatlardan oluşan umutsuz bir aydın tabaka tarafından, Aralık 1918’de kurulmuştur.

Kısa süreli ancak oldukça etkili bir cemiyet. Kurtuluş yolunu ancak Amerikan himayesi veya mandasında gören cemiyetin bazı üyeleri, isteklerinin ne kadar yersiz ve anlamsız olduğunu geçte olsa anlamışlar ve bir müddet sonra Anadolu’ya geçerek Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğindeki Milli Mücadele saflarına katılmışlardır.


İŞGALLERE KARŞI TÜRK TOPLUMUN TEPKİSİ VE YARARLI CEMİYETLER

Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti : İstanbul’da Harputlu Ahmet Nedim, Diyarbakırlı Süleyman Nazif, Pirinçcizade Feyzi ile Sivaslı gençler ve Erzurumlu Raif Hoca tarafından 2 Aralık 1918’de kurulmuştur. Vanlı ve Bitlisli aydınlar da Cemiyete üye olmuşlardır.

Cemiyetin amacı, Doğu illerinin Ermenilere ve Gürcülere verilmesini önlemekti.
Cemiyetin Erzurumda'da bir kolu açıldı. Mayıs 1919’da Kâzım Karabekir’in XV. Kolordu Komutanı olarak Erzurum’a gelmesiyle Cemiyet daha da güçlenmiştir. Cemiyetin programı ana hatlarıyla şöyleydi:

Bölgeden hiçbir surette göç etmemek
Halkı bilim, sanat, iktisat, din ve askerî alanda örgütlemek
Yapılacak herhangi bir saldırıya karşı silahlı savunma yapmak.

Trakya Paşaeli Müdafaa-i Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti : Edirne'de kuruldu.

Cemiyetin amacı; Yunan istila ve işgallerine direnme ve Mavri Mira Cemiyeti’nin iddialarına karşı faaliyet yürütmekti.

Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti: Trabzon'da kuruldu. Daha sonra Doğu Karadeniz'in il ve ilçelerinde şubeler açıldı.

Cemiyetin amacı, Mondros Mütarekesi’nden sonra Doğu Karadeniz Bölgesi’nde bir Pontus-Rum Devleti kurulması ihtimali ile Ermenilerin bölgeye yönelik talepleri karşısında Trabzon ve çevresinin haklarını kendi imkânlarıyla korumaya karar veren bölgenin Müslüman Türk halkını örgütlemekti.

İzmir Müdafaa-i Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti : Nurettin Paşa’nın gayretleriyle kurulmuştur.

Bu Cemiyet, Ege Bölgesi’nde Türk haklarını savunmuş, bölgenin işgal edilmesini önlemek için her türlü mücadeleye girişmiştir.

Manisa’da kurulan “İstihlas-ı Vatan Cemiyeti” bu cemiyete bağlanmıştır. Daha sonra, “Müdafaa-i Vatan Heyeti” adını almış, İzmir’in işgalinden bir gün önce de “Redd-i İlhak” ismi ile faaliyetlerine devam etmiştir.

Milli Kongre Cemiyeti: Dr. Esat Bey (Işık) tarafından İstanbul’da kurulmuştur.

Cemiyetin amacı; Türkler hakkındaki asılsız propagandalara basın-yayın yoluyla karşı koymak, yayımlar yoluyla Avrupa kamuoyunu ve diplomatik çevreleri etkilemektir. Kuva-yı Milliye tabirini ilk kez kullanan cemiyettir.

Kilikyalılar Cemiyeti : Adana ve çevresinin Fransızlara verileceğine ilişkin haberler üzerine İstanbul’da Adana, Maraş, Antep ve Tarsuslular tarafından Çukurova’daki Ermeni tehlikesine karşı kurulmuş bir cemiyettir.

Cemiyet, bu bölgenin Türk olduğunu, yöre halkının anavatandan ayrılmak istemediğini kanıtlayacak yayınlara öncelik vermiştir. Ancak Fransızların Adana’yı işgal etmeleri üzerine bu Cemiyet merkezîni İstanbul’dan Toroslara taşımış, burada Ermeni ve Fransızlara karşı mücadele etmiştir.

Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti : Sivaslı vatansever kadınlar bir araya gelerek Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti adıyla bir dernek kurdular.

Cemiyetin, 800 üyesi ve Kangal, Viranşehir, Kayseri, Eskişehir, Kastamonu, Erzincan, Amasya, Pınarhisar, Burdur, Konya, Yozgat, Bolu, Aydın, Niğde olmak üzere 14 merkezde şubesi vardı.
Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti’nin kuruluşu Mustafa Kemal Paşa’ya bildirildiğinde; “Maksat vatanı müdafaadır. Bu teşebbüsün birinciliği şerefini kazandıkları için Sivaslı hanımefendileri tebrik ediyorum” diyerek bu girişimden duyduğu mutluluğu dile getirmiştir.
Savaş şartlarında kimsesiz kalmış kadın ve çocuklara maddi ve manevi destek veren bu Cemiyet, cephedeki askerlere kıyafet dikmiş, ordu için kampanyalar düzenleyerek para ve malzeme toplanmasını sağlamıştır. Yabancı devlet başkanları ve eşlerine gönderdikleri yazılarla, işgaller karşısında kadın ve çocukların uğradığı zulümleri protesto etmişler, ayrıca yapmış oldukları mitinglerle de Milli Mücadeleyi sürekli desteklemişlerdir. Bu cemiyetin faaliyetleri Türk kadınının Milli mücadeleye büyük kararlılıkla katılışını gösteren önemli bir olaydır.

Karakol Cemiyeti : İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalinden önce Sivas Mebusu Kara Vasıf Bey tarafından İstanbul’da gizli olarak kurulmuş.

Cemiyetin asıl faaliyetleri, İstanbul’daki İtilaf Devletlerinin baskısına maruz kalan vatanseverleri gizlice Anadolu’ya kaçırma, silah, cephane ve mühimmatların Anadolu’ya sevkiydi.
Bu cemiyet sayesinde İtilaf Devletleri’nin kontrolündeki ambar ve depolardan gizlice kaçırılan malzemeler, Anadolu’ya nakledilmiştir.

İstanbul’da Müdafaa-i Milliye Teşkilatı : Osmanlı Hükümetinin işgaller karşısında göstermiş olduğu yetersizlik ve İstanbul’daki bazı azınlık gruplarının saldırgan tutumları karşısında, 1920 yılının ilk aylarında kurulmuş bir mahalle teşkilatıdır.

Grubun faaliyetlerine İstanbul’un kurtuluşundan sonra 5 Ekim 1923’te son verilmiştir.









ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ
ÜNİTE 9
MONDROS MÜTAREKESİ VE İŞGALLER KARŞISINDA MUSTAFA KEMAL'İN TAVRI
İttifak Devletleri barış için ABD’ye ve İtilaf Devletleri’ne müracaat ediyordu. Osmanlı Devleti ise bu süreçte Mondros Mütarekesi’ni imzaladı. Mütarekenin imzalandığı gün Mustafa Kemal Paşa da Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığı’na atandı. Mustafa Kemal Paşa’nın bu göreve atanmasıyla yapmak istediği ilk iş ordu içindeki Alman etkisini ortadan kaldırmaktı.
Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasıyla Osmanlı Genelkurmayı, görevine henüz başlamış olan Mustafa Kemal Paşa’yla Mütarekenin Suriye’de uygulanıp uygulanamayacağı gibi konularda fikir teatisinde bulundu. Bu aşamada II. ve VII. Ordular da Mustafa Kemal Paşa’nın emrine verildi. Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığı’nın karargâhı ise Adana’da oldu.
Ordunun terhisinin yanlış olacağı hususlarında Ahmet İzzet Paşa’nın dikkatlerini çekti. İşgallere göz yummayacağını ve karşı koyacağını dile getirdi. Bu düşünceler çerçevesinde Suriye’de Arap aşiretlerini işgallere karşı örgütlemekle işe başladı. İskenderun Körfezi’nin işgalini önlemek için alınması gereken tedbirler için birçok defa İstanbul’a müracaat etmekten çekinmedi
Mustafa Kemal Paşa’nın bütün gayretlerine rağmen İngilizlerin baskısı İstanbul’da ve hükümet üzerinde etkisini daha çok hissettiriyordu. itilaf Devletleri’nin baskısı sonucunda padişah, Yıldırım Orduları Komutanlığı’nı irade-i saniyesi ile lağvederek Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa’yı da Harbiye Nezareti emrine tayin etti.
Mütareke Sonrası Düşünülen Kurtuluş Çareleri
Hâlide Edip, Yunus Nadi, Ahmet Emin, Velid Ebuzziya, Celal Nuri, Necmettin Sadak gibi devrin önemli aydınları sosyal-psikolojik çöküşün bir neticesi olsa gerek Amerikan Mandası isteyenler arasındaydı.
Padişah Vahidettin, Damat Ferit, Ali Kemal, Said Molla, Rahip Frew (Fru) gibi kişilerin olduğu İngiliz Muhipleri Cemiyeti ise İstanbul’daki en dikkat çekici çalışmaları yapmaktaydı. Bu kişiler Lloyd George Hükümeti’ne müracaat ederek İngiliz mandasının peşindeydi.
Bu olup bitenler karşısında ise Mustafa Kemal’in İstanbul’a gelmesiyle yeni bir ruh, yeni bir heyecan ülke üzerindeki kara bulutları kısa sürede dağıtmaya başlayacaktır.
Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’a Gelişi ve Faaliyetleri
Adana’da bulunan Mustafa Kemal Paşa, 10 Kasım’da Ahmet İzzet Paşa’dan son bir telgraf aldı. Bu telgrafta “Zat-ı devletleri, İstanbul’a bir an evvel gelmelisiniz. Sizinle görüşmeye ihtiyacım var” demekteydi. Bu telgrafla İstanbul’a davet edilen Mustafa Kemal Paşa, yapılacak başka bir işin olmadığına kanaat getirerek 13 Kasım 1918’de İstanbul’a gelmişti.
Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’a geldiği vakit karşılaştığı ilk manzara, İtilaf Devletleri’nin demir atmış donanmasıydı.
Mustafa Kemal Paşa çalışmalarına hız vermiş, Meclis-i Mebusan’a giderek kulis faaliyetlerine başlamıştı. Tanıdığı ve güvendiği mebuslarla görüşmeler yapmış; bir kısmı, olumlu karşılarken bir kısmı da hükümetin düşmesi sonucunda, Meclis’in dağılabileceği endişelerini dile getirmişti. Ne yazık ki bu faaliyetlerinin sonucunda hedeflerine ulaşamamış, yeni hükümet, oy çokluğuyla güvenoyu almıştı.
Bu işi başarısı ve uygulama alanı İstanbul değil Anadolu olmalıydı.Bundan sonraki hedef, arkadaşlarıyla beraber mücadele kıvılcımının Anadolu'ya taşınması olacaktı.
Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya Geçmek İçin Yaptığı Faaliyetler
XV. ve XX. Kolordu Komutanlığı’na atanmış bulunan Kâzım Karabekir ve Ali Fuat (Cebesoy) paşalar ile yaptığı görüşmeler Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçme fikrini kamçılamıştı. Sina Akşin’in dediği gibi: “İstanbul’da iktidar olmak yerine, Anadolu’da iktidar olmak ve gerekirse, oradan İstanbul’daki iktidara sahip çıkmak İstanbul’da fırkalara, gazetelere, dayanmak yerine, aynı işi Anadolu’da, fakat bu sefer ayrıca orduya yaslanarak yapmak gereği ortaya çıkıyordu”.

Mustafa Kemal Paşa’nın Dokuzuncu Ordu Kıtaat-ı Müfettişliği’ne Tayin Edilmesi

Osmanlı Devleti’nin ise asayişsizliğin kaynağı olarak Türk çetelerinin gösterilmesinden rahatsız olduğu anlaşılıyordu. Çünkü ileride olması muhtemel barış görüşmelerinde Osmanlı Devleti’ni çok zor duruma düşürebileceği kaygısıyla hareket ediliyor ve bu durumu düzeltmek için hâl çareleri arıyordu. Bu dönemde Anadolu’ya birbirinden kıymetli komutanların gönderilmesinin en önemli sebebinin bu kaygıyı gidermek olduğunu söyleyebiliriz.
Sarayın ve Babıâli’nin bu arayışları sürerken, 21 Nisan 1919’da İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı General A. Calthorpe, asayiş hakkında Babıali’ye raporlar sunmuştu. Bu raporlarda “Meseleyi çözünüz; aksi hâlde bu vazifeyi biz yerine getireceğiz” diyerek Babıali’nin dikkatlerini çekmek istemişti.

Bu gelişmeler üzerine, bölgeye meseleyi çözebilecek iradede bir komutanın görevlendirilmesi için arayışlara giren Saray ve Babıali’nin listesine girmeyi başaran komutan Mustafa Kemal oldu. Şu hâlde Mustafa Kemal Paşa’nın bu vazifeye atanmasının sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:

Mustafa Kemal Paşa’nın, Padişah Vahidettin’in fahri yaverliğini yapmış olması sebebiyle, padişahın ona olan güveni
Sarayın, Babıali’nin ve işgalci devletlerin tutumları karşısında, bir vatanperver olarak hadiselere karşı kayıtsız kalamayacağı gerçeği
Mustafa Kemal Paşa’nın askerlik hayatının kahramanlıklarla dolu olmasının, onu itibarlı bir komutan olarak tanıtmış olması
İstanbul’a geldikten sonra girişmiş olduğu bir takım siyasi ve fikrî mücadelenin etkili olması
Vatanperver devlet adamlarının tavsiye ve yardımları
İngiliz protestosu karşısında telaşlanan Saray ve Babıali’nin, onu bu meseleyi hâlledebilecek iradede görmeleri
İttihat ve Terakki mensubu olmadığına olan inançları
Mustafa Kemal Paşa’nın şahsi hırsları ve ileri görüşlülüğü
Babıali’nin, onu İstanbul’dan göndererek muhâlif olmasını engelleme tavrı
Onun için Babıali’nin İngilizlere teminat vermiş olması.

Müfettişlik Yetkileri Hususunda Yapılan Tartışmalar

İngilizlerin asayişle ilgili verdikleri rapordan olumsuz manada etkilenen Babıali ve Sadrazam Damat Ferit Paşa, Dahiliye Nazırı Mehmet Ali Bey’e; bir an evvel bir şeylerin yapılması gerektiğini, aksi hâlde müdahâle için bir vesile olabileceğini, bu konuda Dahiliye Nazırı olarak ne düşündüğünü sorar. Mehmet Ali Bey, sözü edilen bölgeye muktedir bir komutan gönderilmesinin kaçınılmaz olduğu cevabını verir. Damat Ferit Paşa’nın, bunun için kimi düşündüğünü sorması üzerine de kendisinin yakından tanıdığı, güvendiği Mustafa Kemal Paşa’yı tavsiye etmişti.
Kâzım (İnanç) Paşa ile Mustafa Kemal Paşa talimatname üzerinde çalışırken bazı ilaveler eklenince Kâzım Paşa hayretini gizleyememiş;Selâhiyetin bu kadarı da çok fazla olmaz mı Paşam? Çünkü korkarım ki Nazır kabul etmemezlik eder” diye onu ikaz etme ihtiyacını duymuştur. Gerçekten talimatnamenin son şeklini Harbiye Nazırı’na imzaya götürünce Şakir Paşa: “Paşa oğlum siz IX. Ordu Müfettişliği değil, bütün Anadolu’da sahib-i nüfuz bir müfettişlik ihdas etmişsiniz. Bu nasıl şey?” diyerek kendilerini uyarmak istemiştir. Kâzım Paşa’nın tüm açıklamaları, Şakir Paşa’yı tatmin etmemiş olacak ki, talimatnameyi imzalama yerine, mührünü basmayı tercih etmişti.
Mustafa Kemal Paşa IX. Ordu Kıtaat-ı Müfettişliğine tayin edilmiştir. İşbu İrade-i Seniyye’nin icrasına Harbiye Nazırı memurdur.Mustafa Kemal’in tayininin geçerlilik kazanması için ikinci önemli adım da Meclis-i Vükelâ kararıydı. Bunun için Harbiye Nazırı Şakir Paşa, Sâdaret’e İrâde-i Seniyye’nin alındığını 30 Nisan 1919 tarihli tezkireyle bildirdi.
Müfettişlik Talimatnamesinin Mahiyeti ve Önemi
Mustafa Kemal’in isteklerine göre hazırlanan bu önemli talimatname, tam bağımsızlık, hürriyet daha da önemlisi kurulması kuvvetle muhtemel yeni bir Türk devletinin de ilk işaretleri gibiydi.
Talimatnameyi bir diplomasi şaheseri olarak kabul eden G. Jaeschke’ye göre; bu yetkilerde karşılıklı tavizler söz konusudur. Kendisinden istenen üç önemli vazife vardır. Bunlar:

Bölgede asayişin temini
Mütareke gereğince silahların toplatılması
Gayriresmî olduğu söylenen şuraların lağvedilmesi.
Yukarıdaki istenenlere karşı, talimatnamenin ikinci ve üçüncü kısımlarında da son derece geniş salahiyetlerin Mustafa Kemal Paşa’ya verildiğini görmekteyiz.
Kendisine verilen vazifelerin hem askerî, hem de mülki olması dikkat çekicidir. Askerî vazifelerinin ifası için III. ve XV. Kolordu Kumandanlıkları emrine verilmiş, Kolorduların her türlü işleri Müfettişliğin onayına bırakılmıştı.
Bu talimatnamenin dikkate değer en önemli kısmı mülki salahiyet ve yetki sahasıdır. İşte Talimatnameye Meclis’ten gelen itirazlar bu noktada odaklaşmaktaydı. Yani nasıl olur da bir asker, aynı zamanda sivil iradeye karışır ona her türlü emir verir, tayin eder, görevden alırdı?
Talimatnamenin son maddesinde de Mustafa Kemal Paşa’nın sorumlu olduğu makamlar zikredilmişti. Bunlar da Sadrazamlık ve Harbiye Nezareti makamları idi.
İşte Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a böylesine olağanüstü yetkilerle ve Anadolu’nun büyük kesimine şamil İrade-i Seniyye ile çıkmış oluyordu.
Mustafa Kemal Paşa’nın olağanüstü yetkilerle Anadolu’ya gönderen irade, bilerek bilmeyerek bir paradoks meydana getirmişti. Çünkü önce gönderecek, sonra da geri çağıracaktı. Şu hâlde, niçin Mustafa Kemal’e bu yetkiler verilmişti?

Mustafa Kemal Paşa’ya verilen bu görev ve yetki hususu, günümüzde dahi en çok tartışılan konulardan biridir. Kimi kesimlere göre Mustafa Kemal Paşa Anadolu’da Milli Mücadeleyi başlatmak için gönderilmiş, kimi kesimlere göre ise İstanbul’dan uzaklaştırılma niyetiyle gönderilmiştir.
Mustafa Kemal Paşa’ya verilen bu görev ve yetki hususu, günümüzde dahi en çok tartışılan konulardan biridir. Kimi kesimlere göre Mustafa Kemal Paşa Anadolu’da Milli Mücadeleyi başlatmak için gönderilmiş, kimi kesimlere göre ise İstanbul’dan uzaklaştırılma niyetiyle gönderilmiştir.


ATATÜRK İLKELERİ ve İNKILÂP TARİHİ
Ünite 10

MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN YOLCULUK HAZIRLIKLARI
• İlk iş olarak kendi Müfettişlik Karargâhını hazırlamak için yakından tanıdığı, güvendiği, şahıslara bizzat ulaşarak birlikte çalışmayı teklif etti. Ayrıca Mustafa Kemal Paşa, karargâhında olmayıp da Anadolu’ya geçmelerini istediği yakın arkadaşlarını da bu hususta iknaya çalıştı.
• Samsun’a çıktığında işlerini kolaylaştıracak birtakım “faydalı olan mevaddın” ve görev bölgesindeki vilayetlerin, jandarma kuvvetlerinin hareket noktalarını gösteren harita ve krokinin de kendisine verilmesi talebinde bulundu.
• 13 Mayıs 1919’da, Harbiye Nezareti’ne Müfettişlik Karargâhı’nda görevli bulunanların üç aylık maaşlarını ve kullanabilecekleri iki adet otomobilin kendilerine verilmesinden sonra hareket edileceğini bildirdi.
• Müfettişlik bölgesinde olup bitenleri öğrenmek için 12 Mayıs’ta, Canik Mutasarrıflığı’na ve Sivas Vilâyeti’ne bir telgraf göndererek bölgede hâlen faaliyet gösteren çeteler hakkında bilgi istedi.

MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN SAMSUN, HAVZA VE AMASYA’DAKİ FAALİYETLERİ
VE ERZURUM’A YOLCULUĞU
Samsun
Mustafa Kemal bu anlamlı yolculuğun ilk durağı sayılabilecek Samsun’da altı gün kalır. Kendisini devamlı takip eden İngilizler yüzünden halkın arasına katılmamış, günlerini daha çok güvendiği arkadaşlarıyla haberleşerek geçirmiştir.

Mustafa Kemal, Samsun’da emrinde bulunan vilayetlerin mülki amirlerine ve Kolordu Komutanlıklarına kendi bölgelerindeki asayiş durumunu ve merkezlerdeki teşkilat ve mümessilleri hususunda istihbarat bilgisi ister. Bu istihbarat bilgilerini de değerlendirmek suretiyle edindiği bilgi ve izlenimleri Sadarete rapor hâlinde sunar. Öyleki livaların asayişi ve güvenliği ile ilgili bu raporlar Bakanlar Kurulu’nda okunur ve pek çok istifade edildiğinden bahisle Mustafa Kemal’e teşekkür dahi edilir.

Havza Genelgesi
Havza’daki faaliyetleri, ülkenin geleceği hakkındaki düşüncelerinde ilk icraat oldu.
Toplanan halka yaptığı konuşmasında; “Düşmanın niyeti bizi mezarımıza diri diri gömmekti. Şimdi çukurun tam kenarında bulunuyoruz. Fakat son bir gayretle toplanırsak kendimizi kurtarmamız mümkündür” dedi. Sonra da bölgedeki genel durum hakkında istihbarat istedi.
28 Mayıs günü Havza’nın ileri gelenleriyle bir toplantı düzenlendi. Bu toplantıda Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kuruldu. Yine aynı gün İzmir’in ve Manisa’nın işgali üzerine valiliklere ve kaymakamlıklara gönderdiği şifre ile “ülke bütünlüğümüzün korunması için ulusal gösterilerin daha canlı yapılması ve sürdürülmesini” istediği Havza Genelgesi’ni yayımladı. “Heyecanlı mitingler yaparak ulusal gösteride bulunulması ve bütün bağlı yerlere yayılması ve bütün büyük devlet temsilcilerine ve Babıali’ye etkin telgraflar verilmesi’’ hususunda emirler verdi.

Havza Genelgesi’nin Önemi:

 Milli Mücadelenin ilk genelgesidir.
 Ferdi bilinçten ulusal bilince ulaşılması amaçlanmıştır.
 Ordu birliklerine askerin terhis, silahların teslim edilmemesi bildirildi.
 İzmir’in işgalinin bütün ülkede protesto edilmesi ve mitingler esnasında Hristiyan halka karşı saldırıdan sakınılması istendi.
 Mustafa Kemal Paşa bu genelge ile yetkilerinin dışına çıkmış, bu sebeple de İstanbul’a geri çağrılmıştır.


Amasya Tamimi 22 Haziran 1919(Kinross’un “Bağımsızlık Bildirisi” Cebesoy’un “Mukaddes İttifak” dediği Amasya Tamimi)


Vatanın bütünlüğü milletin bağımsızlığı tehlikededir.
İstanbul hükümeti, İtilaf Devletleri’nin etkisi altında bulunduğundan üzerine almış olduğu sorumlulukları yerine getirememektedir. Bu durum milletimizi yok olmuş duruma düşürmektedir.
Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.
Her türlü etki ve denetimden uzak bir millî kurulun oluşturulması gereklidir.
Anadolu’nun her bakımdan güvenli yeri olan Sivas’ta millî bir kongrenin toplanması mecburidir.
Bu maksatla bütün vilayetlerden halkın güvenini kazanmış üç temsilci seçilerek süratle yola çıkarılmalıdır. Temsilciler, Redd-i İlhak, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri ve belediyelerce seçilecektir.
Doğu vilayetleri adına 10 Temmuz’da Erzurum’da bir kongre toplanacaktır.
Bu kararlar millî bir sır gibi saklanmalı kongreye katılacak kişilerin kimlikleri saklanmalıdır.

Amasya Tamimi’nin Önemi ve Değerlendirilmesi

• Daha önce yurdun değişik bölgelerinde düşmana karşı bölgesel direnişler mevcut olmasına rağmen bunlar münferit çıkışlar idi. Oysaki bu tamimle bu bölünmüşlük yerine millî ve topyekun bir direnişin başlatıldığı duyuruluyordu.
• “Amasya Tamimi düşüncenin belge ile eyleme geçişidir” Bu belge Türk tarihi açısından orijinallik taşımaktadır. Çünkü söz konusu düşünce, Türk milletinin alışık olmadığı millî iradeyi kullanma, onu siyasallaştırma gayretiydi.
• “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” kuralının da doğduğu yerdir”. Bu temel felsefeyle gelecekte yeni bir Türk devletinin kurulacağını ve yeni devletin rejiminin de cumhuriyet olacağı vurgulanmış oluyordu.
• Tamimin dikkate değer en önemli özelliklerinden biri de aynı zamanda Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya gönderilme sebeplerinden olan Mondros Mütarekesi’nin uygulanmasına karşı çıkmasıdır. Dolayısıyla da İtilaf Devletleri’ne karşı da bir isyan niteliği taşımaktadır.

• •İmparatorluktan vazgeçilerek millî devlete doğru gidiş başlıyordu.
• •Ümmet bırakılıyor, millet esas alınıyordu.
• •Padişah iradesi yerine millî irade devri açılıyordu.
• •Kozmopolitlik bırakılıyor, millî şahsiyet aranıyordu. Netice itibariyle Amasya Tamimi, yalnız vatanı kurtarmayı hedef almış olmuyordu. Aynı zamanda millileşmenin de ilk ifadeleri vurgulanmış ve bunların hayata geçirilmesi için milletle beraber zafer kazanılıncaya kadar birlik beraberlik tohumları ekilmeye çalışılmış oluyordu.


ÜNİTE 11

ERZURUM KONGRESİ VE ALINAN KARARLAR (23 TEMMUZ-7 AĞUSTOS 1919)

Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti, 4 Aralık 1918’de İstanbul’da, eski valilerden Harputlu Ahmet Nedim Bey başkanlığında kurulmuştu.
Bu cemiyetin amacı; Doğu Anadolu’nun Ermeniler’e verilme isteklerine karşılık, bu toprakların Türk yurdu olduğunu fikrî, siyasi ve ilmî açıdan ispat etmek, gerekirse bu uğurda silahlı mücadeleye girişmek Vilayat-ı Şarkiye’deki halkın dinî, millî ve siyasi hukukunu korumak her türlü gelişme ve kalkınmasını sağlamak Ermeni mezalim ve cinayetlerine engel olmaktı. Merkezi İstanbul’da bulunan Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti’nin Erzurum Şubesi, 10 Mart 1919’da açıldı. Başkanlığını Raif (Dinç) Efendi’nin, sekreterliğini ise Cevat (Dursunoğlu) Bey’in yaptığı bu şubenin 19 kişilik yönetim kurulu vardı. Böylece İstiklal Savaşı’nın doğuda ilk teşkilatlanması başlamış oldu.

Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti, ilk olarak bir vilayet kongresi topladı. Erzurum’a bağlı sancak ve kazalardan gelen 21 delegenin katılımıyla, 17 Haziran 1919’da toplanıp, beş günlük bir çalışmayla teşkilatlanmasını tamamladı. “Heyet-i Faale” adı verilen cemiyetin yöneticileri, Trabzon’daki cemiyetle anlaşarak, 10 Temmuz 1919’da Erzurum’da Doğu Vilayetleri Kongresi’ni toplamaya karar verdiler.

Mustafa Kemal Paşa, Erzurum Kongresi’ni toplama çalışmalarıyla uğraşırken İstanbul hükümeti kendisini ısrarla İstanbul’a çağırıyordu. Bütün ısrarlarına rağmen, bu konuda başarılı olamayan İstanbul hükümeti, 8 Temmuz 1919’da Mustafa Kemal Paşa’nın III. Ordu Müfettişliği’nden azledildiğini açıkladı. Mustafa Kemal Paşa ise 9 Temmuz’da yayınladığı bir beyanname ile sadece görevinden değil, aynı zamanda çok sevdiği askerlik mesleğinden de istifa ettiğini bütün yurda duyurdu. Bunu, ayrıca bir yazı ile Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesi Başkanlığı’na bildirdi.
Mustafa Kemal Paşa’nın askerlikten istifa etmesi üzerine, 9 Temmuz’da bir toplantı yapan Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti İdare Heyeti, Heyet-i Faale Kurulu Başkanlığı’na Mustafa Kemal Paşa’yı, ikinci başkanlığına ise Rauf (Orbay) Bey’i getirdi ve bu durumu bir yazı ile kendilerine bildirdi. 10 Temmuz günü Heyet-i Faale, Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında ilk toplantısını yaptı. Aynı gün açılması gereken Erzurum Kongresi’ne yeterli sayıda delege gelemediği için, kongrenin açılması, Meşrutiyet’in ilan edildiği tarih olan 23 Temmuz’a ertelendi.

Erzurum Kongresi’nin toplanması ve çalışmaları karşısında İstanbul hükümetinin takındığı tavır;
-Sadrazamlık, Dahiliye ve Harbiye Nezaretleri, kongreyi önlemek, millî hareketi desteksiz bırakmak ve orduyu millî harekete karıştırmamak için elinden gelen her şeyi yapıyordu.
-İstanbul hükümeti, 23 Temmuz’da yayınladığı bir bildiride, kongrenin Kanûn-ı Esâsîye’ye aykırı olduğunu, katılanların asi kabul edileceğini bildirdi.
-Bütün çabalarına rağmen kongrenin toplanmasını engelleyemeyen İstanbul hükümeti, 30 Temmuz günü son bir çareye başvurdu. Milli Mücadele’yi ayaklanma olarak niteleyen hükümet, bu ayaklanmanın elebaşı saydığı Mustafa Kemal Paşa ve Rauf Bey’in bir an önce tutuklanarak İstanbul’a gönderilmesi için 30 Temmuz 1919’da bir emir çıkardı.

Yapılan seçimler sonucunda oluşan Heyet-i Temsiliye şu kişilerden oluşmaktaydı:
1-Mustafa Kemal Paşa, Sabık III. Ordu Müfettişi askerlikten müstafi
2-Rauf Bey, Sabık Bahriye Nazırı
3-Raif Efendi, Sabık Erzurum Mebusu
4-İzzet Bey, Sabık Trabzon Mebusu
5-Servet Bey, Sabık Trabzon Mebusu
6-Şeyh Fevzi Efendi, Erzincan’da Nakşi Şeyhi
7-Bekir Sami Bey, Sabık Beyrut Valisi
8-Sadullah Efendi, Sabık Bitlis Mebusu
9-Hacı Musa Bey, Mutki Aşiret Reisi

ERZURUM KONGRESİNDE ALINAN KARARLAR:

Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür, ayrılamaz.

Ülkenin yabancı işgal ve müdahalelere maruz kalması ve Osmanlı Hükümeti’nin dağılması halinde millet topyekûn direnecek ve kendi savunmasını yapacaktır. Ve bulundukları yerlerden göç etmeyecektir.
Osmanlı Hükümeti ülkenin savunması için üzerine düşeni yapamazsa geçici bir hükümet kurulacaktır. Bu hükümet, millî kongre tarafından teşekkül ettirilecektir. Bu da olmazsa seçimi Heyet-i Temsiliye yapacaktır.
Kuva-yı milliyeyi amil ve irade-i milliyeyi hâkim kılmak esastır.
Ülkede yaşayan Hristiyan ahaliye, siyasi egemenliği ve sosyal dengeyi bozacak haklar ve ayrıcalıklar verilemez.
Manda ve himaye kabul edilemez.
Meclis-i Mebusan zaman kaybedilmeden toplanmalı ve hükümetin çalışmaları milletçe takip edilmelidir.
Milli bağımsızlığa saygılı ve ülkenin işgali için herhangi bir amacı olamayan devletlerin teknik, sanayi ve ekonomik yardımı kabul edilebilir.


Erzurum Kongresinin Önemi ve Özellikleri:
•Toplanma şekli bölgesel olmasına rağmen aldığı kararlar bütün ülkeye şamildir ve millîdir.
•Milli egemenliğe dayalı yeni bir devletin kurulacağının işaretleri verilmiştir.
•Kongreyle ilk defa millî sınırlardan bahsedilmiştir.
•Başkanlığını Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı ve Doğu Anadolu ve Karadeniz’i temsil eden Heyet-i Temsiliye teşekkül ettirilmiştir.
•İlk defa azınlıklara ayrıcalık verilemeyeceği ifade edilmiştir.
•Ermeni ve Rum taleplerine karşı yol haritası belirlenmiştir.
•İlk defa geçici bir hükümetin kurulmasından bahsedilmiştir.
•Vilayat-ı Şarkiyye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti ve Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyetleri, “Şarkî Anadolu Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti” adı altında birleştirilmiştir.
•Sivas Kongresi ve Misak-ı Millî kararlarının alt yapısı hazırlanmıştır.
•Mustafa Kemal Paşa’nın sivil katıldığı ilk toplantıdır.

ANADOLU’DAKİ DİĞER MAHALLİ KONGRELER

Trakya Kongreleri
 Trakya-Paşaeli Müdafaa-i Heyet-i Osmaniye Cemiyeti 4 ü edirnede 1 i lüleburgazda 5 kongre düzenledi
 Kongrelere sivil delegelerin yanı sıra Erzurum ve diğer kongrelerde rastlanmayan bir şekilde o sıralarda bölgede fiilî görev yapan I. Kolordu Komutanı Albay Cafer Tayyar’ın da katılması dikkat çekicidir.
 Trakya’da gerçekleştirilen bu kongreler işgalci kuvvetleri ziyadesiyle rahatsız etmiştir. İşgal kuvvetleri, İstanbul’un işgalinden sonra Trakya’da da kontrolü ele alabilmek için Yunanlıları teşvik etmiş ve 20 Temmuz 1920’de bölge işgal edilmiştir.


Batı Anadolu Kongreleri (kuva-yi milliye ruhu)

 Yerel örgütlenmelerin başında 1 Aralık 1918’de kurulan İzmir Müdafaa-i Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti vardır. Cemiyet, İzmir’in işgalinden önce 17-19 Mart tarihleri arasında Batı Anadolu şehirlerinden birçok delegenin katılmasıyla ilk kongresini topladı. Nurettin Paşa’nın da büyük destek verdiği kongre, “İşgallere karşı gerekirse silahlı mücadele verilecektir” kararını aldı. Ancak Cemiyet, İzmir’in işgalinden sonra çalışmalarına son vermek zorunda kaldı.

 İzmir’in işgali, Balıkesir ve ilçelerinde de büyük endişelerle karşılandı. Kısa sürede şehirde Redd-i İlhak Cemiyeti teşekkül ettirildi. Cemiyetin öncülüğünde Hacim Muhittin (Çarıklı)’nın başkanlığında I. Balıkesir Kongresi toplandı. (26-30 Temmuz 1919) Kongre’nin toplanma maksadı da “vatanın kurtuluşu” olarak ilan edildi. Ayrıca 16-27 Eylül 1919’da II. Balıkesir Kongresi, 19-29 Kasım 1919’da III. Balıkesir Kongresi, 10-23 Mart 1920’de de IV. Balıkesir Kongreleri toplandı.

 6-9 Ağustos 1919’da bu bölgede Kuva-yı Milliye’nin ihtiyaçlarını karşılamak ve birlik beraberlik içinde işgallere karşı koymak maksadıyla Nazilli Heyet-i Milliyesi tarafından bir kongre düzenlendi. Kongre, Aydın, Menteşe, Denizli, Isparta, Antalya ve Burdur’u kapsayacak çalışmalar yaptı. Kongre bütün iyi niyetli çalışmalara rağmen Sabahattin Selek’in ifadesiyle “görülüyor ki, Nazilli Kongresi de Balıkesir Kongresi gibi hükümetten ümidini kesmemiş ve hükümetin bazı teşebbüslerde bulunacağını sanmıştır”.

 Batı Anadolu’da en dikkat çekici kongre, Alaşehir Kongresi’dir. Bölgede toplanan kongrelerin en kapsamlısıdır. Bölgesel direniş teşkilatları arasında işbirliğini sağlamak için 16-25 Ağustos 1919 tarihleri arasında toplanmıştır. Kongre başkanlığını Balıkesir Delegesi Hacim Muhittin (Çarıklı) Bey yapmıştır. Cephede ve cephe gerisinde yapılacak işlerle ilgili kararlar alınmıştır. Ayrıca Sivas Kongresi’ne delege gönderilmemesi, Saltanat ve Hilafete bağlılık konularında kararlar almıştır. Ancak daha sonra ortaya çıkan gelişmelere paralel olarak Sivas’a temsilci gönderilmiştir.


Batı Anadolu’da yapılan çalışmalar özetlenecek olursa;

Batı Anadolu’daki işgaller karşısında alınacak tedbirler konuşulmuştur.
Bölgesel amaçlar etrafında kararlar alınmıştır.
Kuva-yı Miliye örgütlerinin kurulması hızlandırılmıştır.
Yapılan çalışmalar Batı Cephesi’nin kurulması’na ortam hazırlanmıştır.
Kuva-yı Milliyeciler arasında işbirliği ve paylaşımı sağlamıştır.



Trabzon Kongreleri

10 Şubat 1919’da Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti kuruldu. Cemiyet, kısa sürede bütün bölgede de örgütlemesini gerçekleştirdi.

Cemiyet, kuruluş felsefesine uygun ilk kongresini 23 Şubat 1919’da yaptı

Bölgede Müslümanların çoğunlukta olduğuna, Rum ve Ermenilerin ise çok az olduğuna dair çalışmalar yapmak.
Cemiyetin amacına ulaşması için bir bütçe hazırlamak.
Bölgenin gerçek durumunu anlatmak üzere İstanbul’a ve Paris’e heyetler göndermek.
Cemiyetin amaçlarını gerçekleştirebilmesine yardımcı olması için İstikbal gazetesini çıkarmak ve desteklemek.


Cemiyet, II. Kongresi’ni 28 Mayıs 1919’da topladı. II. Trabzon Kongrede şu önemli kararları aldı:

İşgallere karşı gerekirse silahlı mücadeleye girilecektir.
İşgallere karşı daha etkili olmak için bölgeden asker toplanmasına hız verilecektir.
Bütün Doğu Anadolu vilayetleriyle toplanacak kongreye katılmak üzere delege seçimi yapılacaktır.


Cenub-i Garbî Kafkas Hükümeti’nin Kurulması ve Faaliyetleri

Dünya Savaşı içinde İngiltere, Almanya, Rusya ve Osmanlı Devletleri arasında yoğun bir mücadele alanı olan Elviye-i Selâse (Kars, Ardahan, Batum), savaş sonrasında da önemli olaylara sahne oldu.

Batum Limanı üzerinden bütün bölgeye hâkim olmak isteyen İngilizler, bölgedeki Ermeni ve Gürcüleri kullanma yoluna gittiler. Bu dönemde Azerbaycan’ın önemli bir kısmını elinde bulunduran Türk ordusunu ise Mondros Mütarekesi şartları gereğince bölgeden uzaklaştırmak için ellerinden geleni yaptılar.

Bu olumsuzluklara karşı halk 5 Kasım 1918’de Kars Milli İslam Şurasını kurdular.(TÜRKLERİN İŞGALE KARŞI KURDUĞU İLK MİLLİ TEŞKİLAT)

Mondros Mütarekesi’nden beş gün sonra kurulan bu teşkilat, 14 Kasım ve 30 Kasım tarihlerinde ardı ardına Kars’da iki kongre topladı. Bu kongrelerin bir sonucu olarak bölgedeki bütün teşkilatları birleştirmek üzere Kars’ta üçüncü bir kongre daha yapıldı ve 17-18 Ocak 1919’da “Cenub-i Garbî Kafkas Hükümeti” kuruldu.
Cihangiroğlu İbrahim Bey başkanlığında kurulan bu hükümet, ay yıldızlı bir bayrağa, bir anayasaya ve hatta bir parlamentoya sahipti. Ayrıca İngilizlerin kışkırttığı Ermenilere ve Gürcülere karşı silahlı mücadele için de küçük bir ordu teşekkül ettirilmişti. Küçük bir devlet olarak teşkilatlanan bu hükümet, 27 Mart 1919’da kendisini demokratik bir cumhuriyet olarak ilan etti. Ermenileri de yanlarına alarak Kars şehrini işgal eden İngilizler, 13 Nisan 1919’da Cenub-i Garbî Kafkas Hükümeti’ni dağıttılar ve hükümet üyelerini tutukladılar.

Ardahan Kongreleri

Bu kongrenin toplanmasında öncülüğü o sıralarda Ardahan’da bulunan III. Kafkas Tümen Komutanı Halid Paşa ve Teşkilât-ı Mahsusa’nın önemli isimleri arasında sayılan; Ebulhindili Köseoğlu Cafer, Dr.Fuat Sabit, Dr.Hakkı Cenap, Dr.Abidin, Filibeli Hilmi, Baytar Kaymakam Arif ve Ardahan Kaymakamı Hamşioğlu Rasim Beyler yapmıştır.
3-5 Ocak 1919 tarihleri arasında gerçekleştirilen kongrede şu önemli kararlar alındı:

Ülke şartları ne olursa olsun Mondros Mütarekesi’ni uygulatmamak için her türlü tedbir alınacaktır.
Eldeki mevcut silahlar teslim edilmeyecektir.
Başta Elviye-i Selâse olmak üzere bütün ülkenin kurtuluşu için birlik beraberlik içinde çalışılacaktır.
Bölgede diğer millî teşkilatların da katılacağı büyük bir kongre daha toplanacaktır.

II. Ardahan Kongresi’nde de daha önce alınan kararlar kabul edilmiş, bunlara ilaveten de şu kararlar alınmıştır:
Cenub-i Garbî Kafkas Hükümet-i Muvakkata-i Milliyesi’ni kurmak için Elviye-i Selâse’de mevcut şuralardan delege seçilerek, Kars’ta toplanacak kongreye katılımları sağlanacaktır.
Bölgede güçlü bir askerî teşkilatlanma gerçekleştirilecektir.
Bölgede mevcut basım-yayım araçlarından istifade edilerek ülke içerisinde ve dışarısında halkın hakları savunulacaktır.
Mevcut silahlar teslim edilmeyecek, Halid Bey kumandasında askerî örgütlenme gerçekleştirilecektir.


Oltu Şûrâ Hükümeti ve Faaliyetleri

93 Harbi’nde Osmanlı Devleti’nin yenilmesiyle taraflar önce Ayastefanos Antlaşması’nı kısa bir süre sonra da Berlin Antlaşması’nı imzaladı. Osmanlı Devleti, bu gelişmeler sonucunda 212.450 km² bir arazisini ve 5,5 milyon nüfusuyla beraber Elviye-i Selâse (Kars-Ardahan-Batum)’yi Ruslara bırakmak zorunda kaldı. Dolayısıyla Oltu Bölgesi de bu antlaşmayla, Rusya’ya terk edilmiş oldu.
Bakü İslam Cemiyet-i Hayriyesi’nin çalışmaları, 1917 yılından itibaren yeni bir oluşumun doğmasına sebep oldu. Nisan 1917’de Cemiyet’in Kars Bölgesi temsilcileri olan Karaşarlı Rıza ve Yusuf Kenan Beylerin çabalarıyla Kars’ta “Gizli İslam Komitesi” kuruldu. Bu komite, Cemiyet adına örgütlenmeyi sürdürdü. Cemiyet, bu süreçte teşkilatlanmak için Oltu’ya da Dr. Esat (Oktay) Bey’i görevlendirdi. Dr. Esad Bey’in Oltu’ya gelmesiyle birlikte çalışmalar daha bilinçli bir şekil almaya başladı. Cemiyet, bir müddet sonra da İsmail Nazaralioğlu Bey’i bu işle görevlendi. İsmail Bey’in çabaları sonucunda da Oltu Gizli İslam Komitesi kuruldu.
Oltu İslam Komitesi, 25 Mart 1918’de Türk ordusunun Oltu’ya girmesiyle bütün yetki ve görevlerini Türk ordusuna devretmiş ve kendisini feshetmişti. Ancak 30 Ekim’de Mondros Mütarekesi gereğince Oltu’nun sınır dışında kalması karşısında eski İslam Komitesi, Mutasarrıf Yusuf Ziya Bey tarafından “İslam Terakki Komitesi” adıyla yeniden teşkilatlandırılmış ve bölgede inisiyatifi ele almış, 25 Mayıs 1919 tarihinde, Yusuf Ziya Bey’in başkanlığında Oltu Şûrâ Hükümeti kurulmuş oldu.

17 Mayıs 1920 tarihli BMM ilk celsesinde Oltu mebusluklarına Yasin ve Rüstem Beylerin seçildiğine dair Oltu Şûrâ Hükümeti’nin tezkeresi ve intihapnameleri kabul edildi. Yine BMM aynı oturumda Erzurum Mebusu Necati Bey de Oltu Şûrâ Hükümeti Reisi Yusuf Ziya Bey’in Meclis tarafından mutasarrıf olarak tayinini teklif eder ve bu teklif kabul olunur. Böylece 42 yıllık esaret, Oltu Şûrâ Hükümeti’nin fiilen, hukuken BMM Hükümeti ve devletine katılmasıyla son bulmuş oldu.
ÜNİTE 12 SİVAS KONGRESİ VE SONRAKİ GELİŞMELER

SİVAS KONGRESİNİN GECİKME SEBEPLEri
Erzurum Kongresi bölgesel olmasına rağmen 63 kişi ile toplanmıştı. Oysa Sivas Kongresi millî bir kongre statüsünde bütün ülkeyi kapsayacaktı. Ama şu ana kadar 38 kişi toplanmıştı
 Bütün bölgelerde farklı sorunlar vardı: Doğudakilerin başında Ermenistan, batıdakilerin başında Yunanistan sorunu vardı. Sonra doğudakiler her türlü işgale karşı çıkarken, batıdakiler Yunanistan olmamak kaydıyla İtilaf Devletleri’nden birinin işgaline razıydılar. Nihayet doğudakilerin seçimlerin yapılması, Mebusan Meclisi’nin toplanması yolunda demokratik talepleri varken, batıdakilerin böyle bir sorunu yoktu. Bu görüş farklılıklarının biraz da doğuda önderliğin ağırlıklı olarak subayların, batıda ise önderliğin ağırlıklı olarak eşrafın elinde olmasından kaynaklandığı tahmin edilebilir.”
• O günkü şartlarda delege seçimi, onların Sivas’a gelmelerindeki güçlükler ve Sivas Kongresi’ne karşı İstanbul Hükümeti’nin ve işgalci kuvvetlerin baskılarının getirdiği olumsuz durumlar


HEYETİ TEMSİLİYEDEKİ 3 FARKLI GRUP

“Erzurum Kongresi doğrultusunda ulusal direnci ve istenci yansıtacak kararlar alınmasından yana olanlar,
İstanbul hükümetinin özellikle de Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin propagandası altında kalıp kongre girişiminin İttihatçılığın dirilmesine yol açmasından kuşkulananlar,
Ulusal kurtuluşu, ancak yabancı bir devletin mandası ya da koruması altına girmekte bulanlar”


Nihayet Kongre, 4 Eylül 1919 Perşembe günü saat 14’te Sivas Lisesi’nde açıldı.

Yapılan gizli oylamada başkanlığa Mustafa Kemal seçildi.
Kongre, 8 günlük çalışma sonucunda bütün ülke ve Türk milletinin geleceği ile ilgili çok önemli kararlar aldı. Alınan kararlar 11 Eylül 1919’da bütün dünya kamuoyuna ilan edildi.

SİVAS KONGRESİ KARARLARI:

1- Türkiye’nin sınırları 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi ile belirlenmiştir. Bu sınırlar içindeki bölgeler hiçbir sebeple bölünmez bir bütündür.
2- Hilafet ve Saltanatın geleceği ve güvenliği için Kuva-yı Milliyeyi amil ve irade-i milliyeyi hâkim kılmak esastır.
3- Osmanlı ülkesini parçalamak bu topraklarda Rum ve Ermeni devletleri kurmak gibi amaçlara karşı, ülke insanı topyekûn savunma yapacaktır.
4- Vatan topraklarında birlikte yaşadığımız ve her türlü hakka ve hukuka sahip olan Hristiyan azınlıklara siyasî egemenliği ve toplumsal dengeyi bozucu ayrıcalıklar verilemez.
5- Osmanlı Hükümeti dış baskılarla üzerine düşen vazifeleri yapamadığında Hilafet, Saltanat makamı ile milletin bütünlüğü ve geleceği için her türlü tedbir alınmıştır.

6- Mondros Mütarekesi’ne göre sınırlarımız içinde kalan kültür ve nüfusça büyük çoğunluğu oluşturan Müslümanlara ait olan ülkenin bölünmesinden vazgeçilerek tarihî, coğrafî, dinî, ırkî haklara saygı gösterilmesini ve aykırı girişimlerden uzak durulmasını, hak ve adalete dayalı kararlar alınmasını bekleriz.
7- Devletimizin ve milletimizin bütünlüğünü korumak şartıyla ve ülkemize karşı işgal amacı gütmeyen herhangi bir devletin; teknik, ekonomik ve sanayi yardımını memnuniyetle karşılarız.

8- Milletimizin içinde bulunduğu sıkıntılardan kurtulması için merkezî hükümetin Meclis-i Mebusan’ı derhal toplaması, böylece vatan ve millet hakkında alacağı kararları Milli Meclis’in denetimine sunması mecburidir.
9- Vatan ve milletimizin maruz kaldığı zulümlerden tamamen ve aynı amacı güden, milletin vicdanından doğan millî dernekler, bu kere de “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adıyla birleştirilmiştir.
10- Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin 4 Eylül 1919’da Sivas’ta yaptığı Genel Kongresi’nde belirtilen amaçları gerçekleştirmek, teşkilatları yönetmek için bir Heyet-i Temsiliye seçilmiş (9+6=15 kişi), böylece köylerden il merkezlerine kadar bütün teşkilatlar birleştirilmiş, desteklenmiştir.

Manda: I. Dünya Savaşı sonrası “Wilson ilkelerine” ters düşmemek için galip devletlerin geliştirdiği yeni bir sömürgecilik yöntemi. Kendi kendini idare edemeyen bir memleketi idare etmek için Milletler Cemiyeti’nin bir devlete verdiği vekillik.

Sivas Kongresi’nin Önemi ve Sonuçları
1- Erzurum Kongresi’nde kabul edilen kararlar, daha da genişletilerek bütün ülkeyi kapsayacak bir nitelik kazandırılmıştır. Bu yönüyle millî bir kongredir.
2- 2- Milli Mücadele’nin gerçekleştirilmesi için gerekli olan bölgesel millî teşkilatların birleştirilmesi sağlanmıştır.
3- 3- Milli Mücadele’nin başarısı için tek merkezden yönetilmesi gerçekleştirilmiştir.
4- 4- Türk milletinin bağımsızlığı ve ülkenin bütünlüğü yolunda kararlı olunduğu, İstanbul hükümetine ve bütün dünya kamuoyuna duyurulmuştur.
5- 5- Kongre delegelerinin bütün ülkeden seçim yoluyla tespiti demokrasi için atılmış önemli bir adımdır. Yani millî irade fikri öne çıkarılmıştır.
6- 6- Heyet-i Temsiliye yürütme yetkisini kullanarak Ali Fuat Paşa’yı , Batı Anadolu Kuva-yı Milliye Genel Komutanı olarak atanmıştır.
7- 7- İstanbul hükümetinin Anadolu’ya tabi olacağı anlaşılmıştır.
8- 8- Manda ve himaye kesin bir dille reddedilmiştir.
9- 9- Sivas’ta “İrade-i Milliye” adıyla bir gazete çıkarıldı. (Bu gazete sonra Ankara’da Hakimiyet-i Milliye olarak değiştirilecektir)
10- 10- Sivas Kongresi süreci ve sonrası yaşanan gelişmeler sonucunda Damat Ferit Hükümeti istifa etmek zorunda kalarak, yerine Ali Rıza Paşa Hükümeti’nin kurulması ,İstanbul’a karşı kazanılmış ilk siyasal bir zaferdir.
11- 11- Mustafa Kemal Paşa, bütün ülkeye emir verebilme selahiyetine kavuşmuştur.

ALİ GALİP OLAYI
Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçtiği andan itibaren, İstanbul hükümetine karşı baskılarını artıran İtilaf Devletleri, bütün çabalarına rağmen Erzurum Kongresi’ni engelleyemedi. Şimdi de Sivas Kongresi’nin engellenmesi ve Mustafa Kemal ve arkadaşlarının tutuklanması için bir dizi faaliyete girdi. Bu çerçevede İstanbul hükümeti, daha önceki süreçte verdiği emirleri dinlemeyen sivil-asker idarecilerin yerine itaat edecek şahısları iş başına getirmeye çalıştı. Bu şahısların başında kendisi de eski bir asker olan Ali Galip Bey gelmekteydi. Hazırlanan plan çerçevesinde, etrafına toplayacağı silahlı bazı aşiret kuvvetleriyle Sivas Kongresi basılacaktı. Bu planın uygulanmasında kendisine akıl veren, en büyük yardımcısı ise Kürtlerin Lawrence’i diye nam salan İngiliz casus Edward Noel idi. Ali Galip bazı Kürt ileri gelenleri ve tabiki Noel ile birlikte Malatya’da hazırlıklarını tamamlayarak Sivas’a hareket edecekti. Bütün olup bitenleri vatansever memurlardan öğrenen Mustafa Kemal ise Diyarbakır’da XIII. Kolordu Komutanı’yla temasa geçerek bu gibi hareketlerin derhâl dağıtılmasını istemişti.

Ali Rıza Paşa Hükümeti’nin Kurulması, Amasya Görüşmeleri ve Sonuçları

Heyet-i Temsiliye, Sivas Kongresi’nin çalışmalarını tamamlamasının ardından alınan kararları padişah ile paylaşmak için temasa geçmek istedi. Ancak bütün iyi niyetli çabalara rağmen Damat Ferit Hükümeti’nin Anadolu’ya ve Sivas Kongresi’ne karşı tavrı yüzünden görüşmeler engellendi.Heyet bu durum üzerine bir tamim yayınlayarak Damat Ferit Hükümetinin 30 eylül 1919 da istifa vermesini sağladı. Padişah, bu gelişme üzerine Anadolu ile irtibat kurabileceğine inandığı Ali Rıza Paşa’yı, 2 Ekim 1919’da Sadrazamlığa getirdi.
Mustafa Kemal Paşa Heyeti ile Salih Paşa Heyeti(İstanbul hükümeti adına ), 20-22 Ekim 1919 tarihleri arasında Amasya’da yapılan görüşmeler sonucunda bir anlaşma sağladı. Taraflar arasında üçü açık ve imzalı, ikisi gizli ve imzasız beş protokol imzalandı.

•Birinci Protokol 21 Ekim 1919’da yapılan, daha çok Salih Paşa’nın isteklerini kapsayan ve “askerin siyasetle uğraşmaması” temennisiyle başlayan ilk protokol şu sonuçları karara bağlıyordu:
1-İttihatçılığın, İttihat ve Terakki düşüncesinin memlekette tekrar uyanması, hatta en küçük belirtisinin görülmesi siyaset bakımından çok zararlıdır.
2-Hükümetle millî kuruluşlar arasında, esas noktalarda anlaşmaya varılmış olduğundan, şunun bunun azil ve tayini istekleri gibi hükümeti küçük düşürecek müdahalelerden kaçınılmalıdır.
3-İntikam politikası güdülmeyeceğinden muhalefetleri yüzünden tutuklanmış olanlar bırakılmalıdır.
4-Tehcir (Ermenileri göçettirme) olayında suç işlemiş bulunanların cezalandırılmaları adalet bakımından da siyaset bakımından da gereklidir.
5-Genel Savaş’a katılmamızın yerinde olup olmadığı hakkındaki tartışmalara girilmemekle beraber, “Savaşa katılmamızın haklı sebeplere dayandığı” yolundaki düşüncelerin şimdilik gizli tutulması memleket yararınadır.
6-Seçimlerin serbestçe yapılması ve seçimlere hiçbir sebeple karışılmaması şarttır. Mebuslar Meclisi’nde muhalif partilere de ihtiyaç vardır.
7-Taşkın gösterilerden ve yazılardan kaçınılmalıdır.
8-Asayişi bozucu hallere meydan verilmemelidir.
9-Hükümetin ne lehine ne de aleyhine bir şey yazılmamalıdır.

•İkinci Protokol Sivas Kongresi Beyannamesi’nin üzerindeki görüşmelerde varılan sonuçlar ise 22 Ekim 1919 günü bir protokolle tespit edildi:
1- En azından, Beyannamede belirtilmiş olan sınırın (30 Ekim 1918 sınırı) elde edilmesi gereklidir. Gösterişte, “Kürt Bağımsızlığı” amacı altında yapılmak istenen kötülüklerin önüne geçilecektir. Arabistan ile Türkiye arasında tampon devlet ülkesi yapılmak istenen Adana Bölgesi’nin, Yunanlıların işgal ettikleri İzmir’i de içine alan Aydın ilinin, bağımsızlık sözleriyle koparılmak istenen Doğu Trakya ve özellikle Edirne’nin vatandan ayrılmalarına rıza gösterilemez. Bununla beraber bu konularda yasama kurulunun vereceği karara uyulacaktır.
2-Hristiyanlara verilmesi söz konusu olan imtiyazlarda da Milli Meclis’in kararlarına uyulması kabul edilmiştir.
3-Bağımsızlığımıza dokunulmamak kaydıyla, herhangi bir devletin fennî, sınaî ve ekonomik yardımlarının kabulü için uzmanlarca yapılacak incelemeler üzerine Milli Meclisce uygun görülen şekli kabul edilecektir.
4-Sivas Beyannamesi’ndeki öteki konular, Mebuslar Meclisi’nin onayına bağlanmak şartıyla, uygun görülmüştür.
5-Milli Meclis’in yasama ve denetleme haklarına serbestçe ve güvenlik içinde sahip olduğunun anlaşılması üzerine, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin geleceğini tayin için yapılması gereken kongre, ayrı bir kongre şeklinde değil, tüzükte adları gösterilen temsilciler tarafından yapılmalıdır. Barış Kararı’na kadar, Milli Meclis’in, geçici olarak hükümetçe tensip edilecek bir Anadolu ilinde toplanması da uygun görülmüştür.

•Üçüncü Protokol •Üçüncü protokol, seçimlerin yapılmasındaki özgürlük ve Heyet-i Temsiliye’nin seçimlere karışıp karışmaması hakkında idi:
•Seçilecek mebuslar arasında İttihatçılığın günahlarıyla ilgili tehcir adam öldürme, millet ve memleket menfaatlerine aykırı davranma gibi kötülüklerle lekeli kimselerin bulunmaları doğru olmadığından, bunlara engel olmak için mümkün olan çaralere başvurulacaktır. Ancak bunu yaparken kişisel haklara ve kanun hükümlerine tecavüz edilmeyecektir. Güdülecek amaç, sadece, temiz ahlaklı ve tarafsız kimselerin seçilmelerini sağlamak olacaktır. Kötü düşüncelilerin ve yabancıların itiraz ve müdahalelerine meydan vermemek için bütün partilerin ve Hristiyanların seçime katılmaları sağlanarak Meclis’in temsil gücünün her bakımdan bütün memleketi kapsadığı ispatlanmalıdır.

•Dördüncü Protokol Gizli ve imzasız olan dördüncü protokol ise şu idi:
1- Bazı komutanların görevden atılmaları ve bazı subayların mahkemelere verilmeleri hakkındaki padişah buyruklarının ve diğer emirlerin düzeltilmesi,
2-Malta’ya sürülmüş olanların, kendi yetkili mahkemelerimizde yargılanmak üzere, İstanbul’a getirilmelerine çalışılması,
3-Kötülük yapmış olan Ermenilerin de mahkemeye verilmeleri,
4-İzmir’in boşaltılması için hükümetin protestolarda bulunması ve gerekirse gizli talimatla halkın da protestolarda bulunmasının sağlanması,
5- Asayiş ve inzibatla ilgili bazı amirlerin değiştirilmesi,
6-İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin halkı kışkırtıp kandırmasına engel olunması,
7-Yabancılarca satın alınmış derneklerin çalışmalarına ve gazetelerin yayımlarına son verilmesi,
8- Aydın Kuva-yı Milliyesi’nin bakım ve güçlendirilmesi sağlanmalı,
9- Milli Mücadele’den yana olan memurların yerlerinden kaldırılmaması, aykırılıklarından ötürü milletçe görevden uzaklaştırılmış olanların yeniden göreve atanmalarında karşı görüşlerin alınması,
10- Batı Trakya göçmenlerinin yerleşecekleri yerlere gönderilmeleri ve taşınmalarının sağlanması,
11-Acemi Sadun Paşa ve maiyetinin uygun şekilde geçim gücünün artırılması.

•Beşinci Protokol Yine gizli ve imzasız olan beşinci protokol ise; Barış Konferansı’na gidecek Tevfik Paşa başkanlığındaki delegeler, uzmanlar, yazıcılar heyetini tespit ediyordu. Amasya Buluşması 22 Haziran 1919’da sona erdi. Mustafa Kemal Paşa görüşmelerle varılan sonuçları Erzurum, Ankara, Diyarbakır komutanlarına bildirdi.

Amasya Görüşmeleri veya mülakatı sonuçları
1- Amasya Görüşmeleri ile İstanbul hükümeti Anadolu’da başlayan millî hareketi, alınan kararları ve Heyet-i Temsiliye’yi resmen tanımıştır.
2- Bu görüşmeler sonucunda Meclis-i Mebusan’ın yeniden açılması kararlaştırılmıştır.
3- Milli Mücadele’ye karşı mesafeli duran birçok sivil ve askerin şüpheleri giderilmiş ve Milli Mücadele’den yana tavır koymuşlardır.

SİVAS’TA KOMUTANLAR TOPLANTISI VE ALINAN KARARLAR

Meclis-i Mebusan’ın İstanbul’da toplanması konusunda bir mecburiyet hasıl olmuştur. Ancak mebusların İstanbul’a gitmeden önce millî program konusunda aydınlatılması ve ortak hareket için ikna edilmesi elzemdir.
Milli örgütlenmelerin sağlanması için komutanlar kararlı ve hızlı bir şekilde çalışacaktır.
Ülke genelinde mülki amirlerin Milli Mücadele’ye destekleri sağlanmalıdır.
Meclis-i Mebusan tam bir güven ve özgürlük içinde çalışmalarını sürdürünceye kadar Heyet-i Temsiliye görevinin başında kalacaktır.
Paris Barış Konferansı’ndan çıkacak aleyhte bir karar ve Meclis-i Mebusan’ın bu kararı kabul etmesi durumunda milletin isteği doğrultusunda hareket edilecek ve bu karar kabul edilmeyecektir. Daha önceki alınan kararlı tavır devam ettirilecektir.


•Erzurum Kongresi ve Sivas Kongresi Arasındaki Farklar

1- Erzurum Kongresi sürecinde, bölgede aynı amaçla kurulmuş derneklerin “Doğu Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adıyla birleştiği ilan edilmiştir. Sivas Kongresi’nde ise cemiyetin adı değiştirilmiş bütün ülkede aynı amaçla var olan derneklerin adı “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” olmuştur.

2- Erzurum Kongresi’nde oluşturulan Heyet-i Temsiliye “Doğu Anadolu’yu” temsil eder ifadesi Sivas Kongresi’nde, Heyet-i Temsiliye bütün vatanı temsil eder ifadesiyle değiştirilmiştir.

3- Erzurum Kongresi’nde ifade edilen Osmanlı Hükümeti’nin Doğu vilayetlerini ihmal etmesi durumunda alınacak tedbirler ifadesi Sivas Kongresi’nde, “buralar” yerine vatanımızın herhangi bir parçasını ihmal şeklinde değiştirilmiştir.

4- “Her türlü işgal ve müdahaleyi Rumluk ve Ermenilik kurmak gayesiyle yapılmış sayacağımızdan, topyekün savunma ve direnme esası kabul edilmiştir” yerine “Her türlü işgal ve müdahalenin ve bilhassa Rumluk ve Ermenilik kurmak gayesini güden hareketlerin reddi hususlarında topyekün savunma ve direnme esası kabul edilmiştir” denilmiştir

ÜNİTE 13

HEYET-İ TEMSİLİYE’NİN ANKARA’YA GELİŞİ VE ÇALIŞMALARI

Heyet-i Temsiliye’nin Ankara’ya Gelişi

Sivas ta yeni merkez için komutanlarla toplantı yapıldı.Toplantıda Mustafa Kemal Paşa’nın önerisi üzerine doğu-batı, kuzey-güney kavşak noktasında bulunan Ankara en uygun yer olarak kabul edilmiştir.

ANKARANIN SEÇİLME SEBEPLERİ:
Ankara’nın Anadolu’nun tam ortasında bulunması,
Ankara’nın İstanbul ve Batı Anadolu ile demiryolu ve haberleşme sistemiyle bağlı olması,
Ali Fuat Paşa’nın başında bulunduğu XX. Kolordu’nun Ankara’da olmasının güvenlik açısından önem arz etmesi,
Önemli ulaşım yollarının kesişme noktası olması,
Ankara ve çevresindeki millî teşkilatların güçlü olması,
Ankara halkının baştan beri Millî Mücadele hareketine olan desteği,
O zamana kadar Batı Anadolu’daki millîyetçilere emin bir sığınak olması,
Mücadelenin batı cephesinde yoğunlaşacağı, bu amaçla cephelere daha yakın olma düşüncesi,
Meclis-i Mebusan’ın İstanbul’da toplanacak olması.

O zamanlar küçük bir Anadolu kasabası görünümünde olan Ankara, Temsil Heyeti’nin gelişi ile tarih sahnesine çıkmış, bu tarihten itibaren artık Millî Mücadele hareketinin siyasî merkezi olmuştur. Daha sonra Yeni Türk Devleti’nin temelleri burada atılmış ve 13 Ekim 1923’te de devletin başkenti olmuştur.


Misak-ı Millî
Müdafaa-i Hukukçuların çoğunlukta olduğu Son Osmanlı Mebuslar Meclisi’nin en önemli hizmeti, Erzurum ve Sivas Kongreleri sürecinde şekillenen Millî Kurtuluş Programını ifade eden “Misak-ı Millî”yi, diğer adıyla “Ahd-i Millî”yi olağanüstü şartlara rağmen kabul ve ilan etmesidir. Misak-ı Millî’nin taslağı Ankara’da hazırlanmıştı. Atatürk Nutuk’ta bu konuyu şöyle açıklıyordu: “Milletin amal ve maksadını kısa bir programa esas olacak surette toplu bir tarzda ifadesi, Ankara’da görüşüldü. Misak-ı Millî unvanı verilen bu programın ilk müsveddeleri de bir fikir vermek maksadıyla kaleme alındı”.

Misak-ı Millî’nin Esasları:

Oradaki Osmanlı Devleti’nde özellikle Arap çoğunluğunun yerleşmiş olduğu, 30 Ekim 1918 günü imzalanan Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı tarihte, düşman ordularının işgali altında bulunan memleketlerin durumunun, halkları serbestçe verecekleri oya göre belirlenmesi gerekir. Söz konusu Mütareke imzalandığı tarihte, Türk ve İslam kesimlerinin yerleşmiş olduğu kesimlerin tamamı ister bir işgal ve ister bir hükümle olsun, birbirinden ayrılmaz bir bütündür.
Halkın oyu ile anavatana katılmış bulunan üç sancakta (Elviye-i Selâse: Kars, Ardahan, Batum) gerekirse halkın oyuna yeniden başvurulmasını kabul ederiz.

Türkiye ile yapılacak barışa kadar ertelenen Batı Trakya’nın hukukî durumunun belirlenmesi de halkının serbestçe vereceği oya göre olmalıdır.
İslam Halifeliğinin ve Yüce Saltanatın merkezi ve Osmanlı Hükümeti’nin başkenti olan İstanbul Şehri ile Marmara Denizi’nin güvenliği her türlü tehlikeden uzak tutulmalıdır. Bu esas kabul edilmek şartıyla, Akdeniz ve Karadeniz Boğazlarının dünya ticaret ve ulaşımına açılması konusunda, bizimle birlikte, diğer bütün ilgili devletlerin oybirliği ile verecekleri karar geçerlidir.
İtilaf Devletleriyle düşmanları ve bazı ortakları arasında kararlaştırılmış olan anlaşma esasları çerçevesinde, azınlıkların hakları komşu ülkelerdeki Müslüman halkın da aynı haklardan yararlanması kaydıyla tarafımızdan kabul ve temin edilecektir.
Millî ve iktisadî gelişmemize imkân bulunması daha çağdaş ve düzenli bir yönetimle işlerin yürütülmesini başarmak için her devlet gibi bizim de gelişmemizin şartlarının sağlanmasında, tamamıyla bağımsızlığa ve özgürlüğe kavuşmamız ana ilkesi varlık ve geleceğimizin temelidir. Bu nedenle siyasî, adlî ve malî gelişmemizi önleyici sınırlamalara (kapitülasyonlara) karşıyız. Belirlenecek borçlarımızın ödenmesi şartları da bu ilkelere aykırı olmayacaktır.

Misak-ı Millî’nin Önemi ve Sonuçları
Misak-ı Millî Beyannamesi, her şeyden önce millî ve bölünmez bir Türk vatanının sınırlarını çizmiştir.
Misak-ı Millî ile Türkler tam bağımsızlık şuuruna erişmişler ve millet olarak asgari haklarını istemişlerdir.
İtilaf Devletleri’nin Yunan kuvvetlerini taarruza başlatmaları, Ali Rıza Paşa Kabinesi’ni çekilmeye mecbur bırakmıştır.
Misâk-ı Millî’nin ilan edilmesi, İstanbul hükümetini telaşa düşürmüş, İtilaf Devletleri ise Misak-ı Millî’den memnun kalmadıklarından kısa bir süre sonra İstanbul’u işgal kararı alarak Meclis-i Mebusan’ı işgal etmek suretiyle dağıtmışlardır.


İSTANBUL’UN İŞGALİ VE SONRAKİ GELİŞMELER(16 MART 1920)

 Millî iradenin Son Osmanlı Mebuslar Meclisi’nde “Misak-ı Millî” şeklinde ilanı
 26-27 Şubat gecesi Hamdi Bey ve adamlarının, Fransızların elinde bulunan Gelibolu’daki Akbaş cephaneliğini basıp çok sayıda silah, cephane ve mühimmatı kaçırırken, Dramalı Rıza Bey’inde Fransız karargâhını basarak, silah, cephane ve esir edilen Fransız subay ve askerlerini Anadolu’ya nakletmesi ,
 Ali Rıza Paşa Hükümeti’nin o dönemdeki en önemli icraatı olan, Mustafa Kemal Paşa’nın isteği doğrultusunda, genel bir Yunan saldırısına karşı Anadolu’da savunma tedbirlerini almayı başarması
 8 mart 1920 de hükümet kuran Salih paşanın ali rıza paşa nın hükümetinden farklı bir yol izlememesi

Sonuç olarak da ingilizler İstanbul’un işgaline karar verdiler ve Mondros Mütarekesinin 7. maddesine dayanarak 13 Kasım 1918’den beri fiilen kontrol altında tuttukları İstanbul’u resmen işgal ettiler.

İstanbul’un işgali ile göstermelik hale gelen, Osmanlı Devleti de artık fiilen sona ermiştir.
23 Nisan 1920’ye kadar Heyet-i Temsiliye, bu tarihten sonra da Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, vatanın ve milletin kurtuluşu için tek ümit ve meşru temsilci haline gelmiştir.

 Mustafa Kemal Paşa 16 ve 17 Mart tarihlerinde peş peşe çektiği telgraflarla alınacak tedbirleri kolordulara ve valilere bildirdi. Bu emirleri şu şekilde sıralamak mümkündür:
İstanbul’un işgali, İtilaf Devletleri temsilcileri, bütün tarafsız devletlerin dışişleri ve meclisleri nezdinde telgrafla protesto edilecek ve her yerde mitingler yapılacaktır,
İstanbul ile görüşme kesilecektir,
Hristiyan halka dokunulmayacaktır,

Ülkenin asayişini ve huzurunu bozanlar, hangi dine ve millîyete mensup olurlarsa olsunlar, haklarında aynı şiddetle ve eşitlikte yasal işlem yapılacaktır,
İçinde bulunulan olağanüstü durum, birliği gerektirmektedir. Milletin birliğini sağlamak ve girişilen mücadelenin kutsiyetinden ve meşruluğundan herkesi haberdar etmek için gayret sarf edilecektir,
Olumsuz propagandalar önlenecektir,
Askeri ve sivil makamlar işbirliği yaparak çalışacaklardır,
Temsil Heyeti’nin bilgisi ve izni olmadıkça, hiçbir makam ve hiçbir memur İstanbul ile haberleşmeyecektir,
İngiliz kontrol subayları rehin olarak tutuklanacaktır.

 Mustafa Kemal Paşa, yeni işgaller karşısındaki tepkisini ve Türk hissiyatını ifade etmek amacıyla 16 Mart 1920’de yabancı devlet temsilcilerine protesto telgrafları göndermiştir.
 Heyet-i Temsiliye, İstanbul’da yapılan işgal ve tutuklamalara karşı Anadolu’daki İngiliz subaylarını tutuklayarak karşılık verdi. Erzurum’da bulunan Yarbay Rawlinson ve yirmi kadar İngiliz, Kazım Karabekir Paşa tarafından resmen tutuklandı.
 İngilizlerin Anadolu’ya kuvvet sevkini engellemek ve kontrolü sağlamak amacıyla Geyve Boğazı’nı tutarak bir iç cephe oluşturuldu. Ayrıca o bölgedeki köprüler ve demiryolları havaya uçurulup İngiliz birliklerinin üzerine asker gönderildi.
 Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’un işgali üzerine aldığı tedbirler arasında en önemlisi ise, Ankara’da olağanüstü yetkiler taşıyan bir meclisin derhal toplanması kararı ve bunun uygulanması için gerekli çalışmaların başlatılması idi.

ÜNİTE 14

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NİN AÇILMASI

İstanbul’daki Son Meclis-i Mebusan’ın dağıtılması, yetkilerinin gasp edilmesi Ankara’ya ve Mustafa Kemal Paşa’ya yeni bir Meclis’in açılması için meşru bir zemin hazırladı. Bu gelişmeleri fırsata dönüştürmede zaman kaybetmek istemeyen Mustafa Kemal, 17 Mart 1920’de ordu komutanlarına gönderdiği bir genelgede görüşlerini belirterek takip edilecek yol haritası hakkında şu kararlar alındı:

Meclis-i Müessisan (Kurucu Meclis) Ankara’da toplanacaktır.
Yeni Meclis’e katılacak üyeler, fikrî birikime, dinî ve millî vasıflara sahip olmalıdır. Ayrıca yirmi beş yaşından küçük ve kötü şöhretli olmamaları şarttır.
Yeni Meclis’in seçiminde livalar esas alınacaktır.
Gayrimüslimler seçime iştirak ettirilmeyecektir.
Her livadan beş kişi seçilecektir.
Seçimler, her livada idare ve belediye meclisleriyle Müdafaa-i Hukuk merkezi heyetleri tarafından gerçekleştirecektir.
Meclis’e seçilecek mebus her türlü fıkra, zümre, cemiyet tarafından aday gösterileceği gibi her ferdin özgürce seçilme hakkı vardır.

Mustafa Kemal Paşa, 17 Mart 1920 tarihli genelgeye karşı tepkileri de göz önüne alarak yeni bir genelge hazırladı. 19 Mart 1920’de vilayetlere ve kolordu komutanlarına gönderdiği yeni genelgesinde; olağanüstü yetkilere sahip bir meclisin Ankara’da toplanmasının elzem olduğu, dağıtılmış olan Meclis-i Mebusan’ın mebuslarının da Ankara’ya gelerek yeni meclise katılabileceklerini ve ülke genelinde seçimlerin en kısa sürede yapılmasını istemişti.
Bütün engellemelere karşın ; Mustafa Balcıoğlu’na göre Meclis, “millî ve dinî unsurların ağırlıkta olduğu bir programla” 23 Nisan 1920’de I. TBMM, saat 13.45’de 115 milletvekilinin hazır bulunduğu salonda en yaşlı üye sıfatıyla Sinop Mebusu Şerif Bey’in açılış konuşmasıyla çalışmalarına başladı. Şerif Bey’in açılış konuşmasının ardından da Ankara milletvekili sıfatıyla Mustafa Kemal Paşa söz alarak bir konuşma yapmıştır.

•Meclis’in Adı Üzerine Tartışmalar
"Meclis’in adı konusundaki ilk tartışmanın 11 Nisan 1920 günü vilayette yapılan toplantıda başladığı görülmektedir. İslamistler Meclis’in adının “Meclis-i Kebir” veya “Meclis-i Kebir-i Millî”, Türk Ocağı sempatizanları “Kurultay” Osmanlıcılar ise Meclis-i Mebusan olmasını istiyordu. Geçici de olsa, Meclis açılmadan önce ulusalcı ve inkılâpçı milletvekilleri meclisin adının “Büyük Millet Meclisi olmasına karar vermiş olacaklar ki, Şerif Bey, Meclis’i açış konuşmasında “Büyük Millet Meclisi’ni açıyorum” cümlesini kullanmıştır” (İhsan Güneş Birinci TBMM’nin Düşünce Yapısı (1920-1923) İstanbul, 1997.)


Büyük Millet Meclisi tabirinin başına Türkiye sözcüğü ne zaman konulmuştur? Bu konuda bazı tartışmalar vardır. Farklı tarihlerde kullanılmış olmasına rağmen 8 Şubat 1921’de İcra Vekilleri Heyeti Kararnamesi’nin çıkmasıyla birlikte TBMM ifadesi sürekli kullanılmıştır.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin İlk Çalışmaları

Mustafa Kemal Paşa, Meclis Başkanı seçilmesinden sonra Meclis’e bir önerge vererek Meclis’in yetkilerini ve yeni bir hükümetin kurulması konusundaki görüşlerini açıklamıştır. Bu önergede görüşlerini özetle şöyle ifade etmiştir:

Hükümet kurmak mecburidir.
Geçici olarak bir hükümet başkanı tanımak veyahut padişah vekili olarak ifade etmek kabul edilemez.
TBMM’nin üstünde hiçbir güç yoktur. Milli iradeyi hâkim kılmak esastır.
Yasama ve yürütme gücü TBMM’dedir. Meclis’ten seçilecek vekiller hükümet işlerini yürütecektir. Meclis Başkanı hükümetin de başkanıdır.

Heyet-i Vükelâ Reisi, Meclis Başkanı olan Mustafa Kemal’dir.

1- Müdafaa-i Milliye Vekili Fevzi Paşa
2- Hariciye Vekili Bekir Sami Bey
3- Maliye Vekili Hakkı Behiç Bey
4- İktisat Vekili Yusuf Kemal Bey
5- Adliye Vekili Celaleddin Arif Bey
6- Maarif Vekili Dr.Rıza Nur Bey
7- Sıhhat ve İçtima-i Muavenet Vekili Dr.Adnan Bey
8- Dahiliye Vekili Cami Bey
9- Şer’iye Vekili Mustafa Fehmi Efendi
10-Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekili İsmet Bey
11-Nafia Vekili İsmail Fazıl Bey


İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Nitelikleri:

TBMM’nin öncelikli amacı tam bağımsızlığı gerçekleştirmektir.
Olağanüstü bir meclistir.
Milli bir meclistir.
Meclis’te siyasî parti yoktur. Ama birçok farklı görüşte olan gruplar vardır. (Halk Zümresi Grubu, İstiklâl Grubu, Tesanüd Grubu vs.)
Demokratik ve katılımcı bir meclistir. Meclis’te İslamcı, Türkçü, Bolşevik, İttihatçı, birçok kesimden temsilci vardır.
TBMM’nin açılmasıyla Heyet-i Temsiliye sona ermiştir.
Kuvvetler Birliği denilen yasama, yürütme ve yargı gücü Meclis’te toplanmıştır.
İnkılâpçı bir meclistir.

BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NİN AÇILMASINA TEPKİLER

Ayaklanmalar

Sebepleri;

İşgalci güçlerin Anadolu ve Boğazlar üzerindeki emelleri,
İşgaller karşısında inancını ve heyecanını kaybetmiş birtakım insanların manda ve himaye gibi fikirleri kurtuluş yolu olarak görmelerinin yarattığı karışıklıklar,
Damat Ferit Hükümeti’nin işgalcilerle birlikte TBMM’ye karşı Anadolu insanını kışkırtma çalışmaları,
Düzenli ordunun kurulması sürecinde bazı Kuva-yı Milliye liderlerinin şahsî çıkarları yüzünden devlet otoritesine girmek istememeleri,
Azınlıkların işgalci güçlerden destek alarak bağımsızlık için çalışmaları,
Anadolu’da bulunan bazı güçlü ailelerin itibarlarını ve güçlerini kaybedeceklerine dair endişeleri ve konumlarını korumak istemeleri,
Bazı Kuva-yı Milliye birliklerinin otoritesizlik ve yakışıksız tutumları,
İstanbul hükümeti ve işgalcilerin Anadolu insanı üzerinde kara propaganda çalışmaları,
Anadolu insanının dinî duygularının istismarı,
Bağımsızlık peşinde koşan bazı Kürt örgütlerinin çalışmaları.


İstanbul Hükümeti’nin Çıkardığı Ayaklanmalar
1- Anzavur Ayaklanması (1 Ekim 1919-16 Nisan 1920) : Kendisi eski bir Osmanlı subayı olan Ahmet Anzavur, İstanbul hükümeti tarafından Kuva-yı İnzibatiye Komutanı sıfatı verilerek Kuva-yı Milliye’ye karşı ayaklandırılmıştır. İngiliz gizli servis elamanlarından Papaz Fru’nun da maddi destekleriyle Manyas, Susurluk, Biga, Gönen, Ulubat taraflarında ayaklanma çıkarmıştır. Bu ayaklanma millî kuvvetler ve Çerkes Ethem’in kuvvetlerince bastırılmıştır.

2- Kuva-yı İnzibatiye (18 Nisan-25 Haziran 1920): Halife Ordusu diye de bilinen Kuva-yı İnzibatiye, İzmit ve çevresinde Kuva-yı Milliye’ye karşı İngilizlerin desteğiyle kurulmuştur. Bu ayaklanma Batı Cephesi Komutanı Ali Fuat Paşa’nın gayretleriyle bastırılmıştır.


İstanbul Hükümeti ve İşgalci Güçlerin Teşvikiyle Çıkan Ayaklanmalar:
1- Bolu-Düzce-Hendek ve Adapazarı Ayaklanmaları (12 Nisan-23 Eylül 1920): Boğazları ve İstanbul’a giden yolların güvenliğini elde tutmak isteyen işgalci devletler ve İstanbul hükümetinin teşvikiyle çıkarılmıştır. Hatta isyancılara moral vermek için Sadrazam Damat Ferit bizzat İzmit’e kadar gitmiştir. İsyan Ali Fuat Paşa ve Refet Bey’in çalışmaları sonucu bastırılmıştır.
2- Konya İsyanları: Dinî duyguların istismarıyla işgalci güçlerin ajanlarının kışkırtmalarıyla önce Konya’nın Bozkır ilçesinde 27 Eylül-4 Kasım 1919 tarihleri arasında ayaklanma çıkarılmıştır. Ayaklanmanın çıkmasında Konya Valisi olan Cemal Bey’in Milli Mücadele aleyhinde çalışmalara kalkışmasının da önemli rolü vardır. Alınan tedbirlerle bir müddet sükûnet sağlandı. Ancak İstanbul hükümeti ve işgalci güçlerin çalışmaları sonucu Konya merkez olmak üzere Çumra, Karaman, Bozkır, Akseki, Seydişehir, Şarki Karaağaç, Akşehir, Ilgın, Kadınhan ilçelerinde 2 Ekim-22 Kasım 1920 tarihleri arasında yeni bir ayaklanma daha çıkarıldı. Ayaklanmanın elebaşı Delibaş Mehmet idi. Bu ayaklanmanın bastırılması için Refet Bey görevlendirildi.
3- Yozgat-Zile Ayaklanmaları (15 Mayıs-30 Aralık 1920): Yozgat, Boğazlıyan, Şarkışla, Yıldızeli, Tokat, Zile, Çorum, Ortaköy, Akdağmadeni, Sorgun ilçelerinde ortaya çıkmıştır. Yozgat’ta Çapanoğlu, Zile’de Aynacıoğullarınca çıkartılan isyan millî kuvvetlerce özellikle de Çerkes Ethem’in çabalarıyla bastırılmıştır.
4- Millî Aşiret Ayaklanması (8 Haziran-28 Haziran 1920): Viranşehir ve çevresinde ortaya çıkan bu ayaklanma, Milli Aşiretin Fransızlarla iş birliği sonucu çıkmıştır. Ayaklanma XIII. Kolordu birlikleri ve bazı aşiretlerin desteği ile bastırılmıştır.
5- Şeyh Eşref Olayı (26 Ekim-24 Aralık 1919): Bayburt ve çevresinde ortaya çıkmıştır. Kendisini peygamber ilan eden Şeyh Eşref ve adamlarınca çıkarılmış din kisveli bir ayaklanmadır.
6- Afyon Ayaklanması: Çopur Musa isminde bir menfaatperestin başkaldırısıyla ortaya çıkmıştır. Askerleri firar etmesi için kışkırtmıştır. Yunan ajanlarınca desteklenmiş, millî kuvvetlerce sıkıştırılınca da Yunan ordusuna sığınmıştır.
7- Koçkiri Aşireti Ayaklanması (Ekim 1920-17 Haziran 1921. Bu hareketlerin ortak amacı bağımsız bir Kürt devleti kurmak idi. Bu çerçevede baş gösteren Koçkiri Ayaklanması Hafik (Koçhisar), İmranlı, Zara, Suşehri, Erzincan, Kemah, Ovacık, Refahiye bölgelerinde çıktı. Aşiretin başında Haydar ve Alişan kardeşler bulunmaktaydı. Haydar Bey, İmranlı Bucak Müdürü ve aynı zamanda da Kürt Teavün ve Kürdistan Teali Cemiyeti üyesiydi. Kürtçülük propagandası etkisinde kalan aşiret, Sevr Antlaşması’nın Kürtlerle ilgili maddelerinin uygulanmasını istemekteydi.
Ayaklanmanın şiddeti artınca Merkez Ordusu Komutanı Sakallı Nurettin diye bilinen Nurettin Paşa, isyanı batırmakla görevlendirildi. Alınan tedbirler sonucu 17 Haziran’da ayaklanmanın liderleri yakalanarak isyan bastırıldı.
8- Cemil Çeto Olayı (Mayıs-Haziran 1920): Cemil Çeto Haydaran Aşireti reisi idi. Kürt Teavün ve Kürdistan Teali Cemiyeti ile irtibat halinde olan Cemil Çeto, bağımsız bir Kürdistan için Garzan bölgesinde ayaklanmıştır. Ayaklanma millî kuvvetlerce bastırılmıştır.


Kuva-yı Milliye Yanlısı Olup Sonradan Ayaklananlar: Ülkenin işgali sırasında kurdukları Kuva-yı Milliye birlikleriyle işgallere karşı koyan ve yararlılıklar gösteren kuvvacılardan bazıları, düzenli ordunun kurulması sürecinde kendi menfaatleri doğrultusunda hareket etmişlerdir. Düzenli orduya karşı çıkmışlardır.
Demirci Mehmet Efe ve Çerkes Ethem ayaklanmaları bu kategori içerisinde değerlendirilebilir.

Azınlıkların Çıkardığı Ayaklanmalar: Emperyalist ve işgalci devletlerin desteğiyle yeniden ortaya çıkan azınlıklar, çıkardıkları ayaklanmalarla TBMM’yi otorite olarak tanımak istememiştir. Verilen desteklerle bağımsızlıklarını elde edebileceklerini düşünmüşlerdir.

Ermeniler, Fransızların desteği ile 10 Temmuz 1920’de Doğu Anadolu’da ve Adana bölgelerinde birtakım ayaklanmalar çıkarmışlardır. Ermeni İntikam Alayları teşekkül ettirilerek bölgelerinde kışkırtma ve yıldırma çabaları içerisinde olmuşlardır. Ayaklanma TBMM’nin Doğu Harekâtı kararıyla sonlandırılmıştır.
Doğu Karadeniz bölgesinde ise hayali bir Pontus Devleti peşine düşen Rumlarca çıkarılan Pontus Ayaklanması, Yunanistan ve İtilaf Devletleri’nce desteklenmiştir. Uzun süren bu ayaklanma 1923’te tam anlamıyla bastırılmıştır.

Ayaklanmalara Karşı Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Aldığı Tedbirler ve Sonuçları
29 Nisan 1920’de Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun çıkarılması,
11 Eylül 1920’de İstiklal Mahkemeleri’nin kurulması,
Düzenli ordunun kuruluş sürecinin hızlandırılması,
İstanbul ile her türlü haberleşmenin kesilmesi,
İstanbul hükümetince hazırlattırılan fetvalara karşı Ankara Müftüsü Rıfat (Börekçi) Hoca’nın fetva hazırlaması,
Nasihat Heyetleri oluşturulması.

Ayaklanmaların sonucunda;
İşgallerin önü açılmış, işgaller kolaylaştırılmaya çalışılmıştır.
İstiklal Savaşı sekteye uğratılarak bağımsızlık geciktirilmeye çalışılmıştır.
Ayaklanmaların bastırılmasıyla TBMM otorite ve meşruiyetini sağlamlaştırmıştır.
Düzenli orduya geçilmesi engellenmeye çalışılmıştır.
Zaman ve kaynak israfı olmuştur.
Halkın maneviyatına darbe vurulmak istenmiştir.



İstiklal Mahkemeleri’nin Kuruluşu ve Çalışmaları

I.Dönem
18 Ağustos 1920’de Tevfik Rüştü ve Mustafa Necati Beyler “Telkin ve Tedhiş Kanunu”adıyla yeni bir kanun teklifinde bulunarak, “İhtilâl Mahkemeleri” adında yeni bir mahkemenin kurulmasını teklif ettiler. Bu süreçte Müdafaa-i Milliye Vekaleti’nin “Firar Ceraimini İrtikap Edenler Hakkında Kanun Tasarısı” 2 Eylül’de gündeme gelmiş ve alınacak sert tedbirlerle sorunların daha çabuk çözüleceği düşünülmüştü. TBMM’de bu tasarılar görüşülmüş ve nihayetinde de 11 Eylül 1920’de “Firariler Hakkında Kanun” ismiyle kabul edilmiş, yürürlüğe girmişti.
Firariler Hakkında Kanunu’nun kabulüyle “İstiklal Mahkemeleri’nin”, 1793 tarihli Fransız İhtilâl Mahkemeleri esas alınarak kuruluşu gerçekleştirilmiş oldu.
İstiklal Savaşı yıllarında üç kere kurulan İstiklal Mahkemeleri,
--en çok asker kaçaklarıyla uğraşmışlardı. Bu süreçte yakalanan firariler suçuna göre ağır cezalara çarptırıldılar. Bu süreçte İstiklal Mahkemeleri, askerî firarlardan başka birçok farklı davayı da takip etmiştir. Mesela Ankara İstiklal Mahkemesi, Sevr Antlaşması’nı imzalayanları gıyaben yargılamış ve idam kararı vermişti. Yine Kuva-yı İnzibatiye, Yeşilordu, Komünist Parti, Askerî Nigehban Cemiyeti, Çerkes Ethem ve Hintli Mustafa Sağîr gibi İstiklal Savaşı aleyhinde bozgunculuk, casusluk, yolsuzluk, görevi kötüye kullanma gibi birçok suça iştirak edenlere de çeşitli cezalar verilmişti.
Olağanüstü bir dönemde açılan İstiklal Mahkemeleri, 17 Şubat 1921’e kadar görev yapmış, Ankara İstiklal Mahkemesi dışında açılan mahkemelerin görevlerine son verilmiştir.

II. Dönem

• 8 Temmuz 1921’de savaş hazırlıklarını tamamlamış olan Yunan kuvvetlerinin saldırısı ile başlayan Kütahya, Eskişehir Savaşlarında Türk ordusu yenilince cephe çökme noktasına gelmişti. Bu durumun bir sonucu olarak asker kaçaklarında önemli artışlar olmuş ve ülkenin kimi yerlerinde bazı ayaklanmalar çıkarılmıştı. Sorumlularını yargılamak için Sakarya Savaşı öncesinde 4 Temmuz 1921’de üç İstiklal Mahkemesi kuruldu.
• 1 Ağustos 1922’ye kadar sürecek olan II. dönemde kurulan, İstiklal Mahkemeleri ile asker kaçaklarının cezalandırılması Tekâlif-i Milliye emirlerinin süratle yerine getirilmesi sağlandı. Ayrıca Pontusçu Rumların da yargılanması gerçekleşti.

III. Dönem
• Bu yeni dönemde ilk kurulan İstiklal Mahkemesi Amasya İstiklal Mahkemesi oldu. Mustafa Necati Reis, Osman Nuri müdde-i umumi seçilmişti ve Ağustos 1922’den itibaren bir ay çalışmıştı.
• 22 Ocak 1923’te Güneydoğu’da Elcezire İstiklal Mahkemesi Reis Hacim Muhittin başkanlığında kuruldu. 9 Mart 1923’ten 11 Mayıs’a kadar iki ay çalıştı.


Cumhuriyetin İlanından Sonra
• Cumhuriyetin ilanından sonra ilk İstiklal Mahkemesi 8 Aralık 1923’te İstanbul ve havalisi için kuruldu. Asıl amaç halifeliği destekleyen İstanbul basınına bir gözdağı verdi.
• Cumhuriyet Döneminde ikinci kez, Şeyh Sait Ayaklanmasıyla çıkarılan 4 Mart 1925 tarihli Takrir-i Sükûn Kanunu’na dayanılarak Heyet-i Umumiye kararıyla iki İstiklal Mahkemesi kuruldu.

Bu süreçte böyle tamamlanmış 7 Mart 1927 her iki mahkemenin görevi bitmişti.
İstiklal Mehakimi Kanunu ancak 4 Mayıs 1949’da 5384 sayılı kanunla kaldırılmış ve artık kurulmamıştır.

Büyük Devletlerin Osmanlı Devleti’ni Tasfiye Planı: Sevr Antlaşması
TBMM’nin açılmasıyla kurulan Yeni Türk Devleti’ne en sert tepki, yine I. Dünya Savaşı’nın galip devletlerinden geldi. Bu tepkinin adı 10 Ağustos 1920’de İstanbul hükümetiyle imzaladıkları Sevr Anlaşması’ydı.
Tarihin unutamayacağı derecede vahim bir antlaşmayı imzalayan İstanbul hükümeti ve padişahın amacını Ahmet Mumcu şöyle izah ediyor:
“Barış ile savaş sona erecek, böylece Anadolu halkı rahata kavuşacaktı. Bu durumda Mustafa Kemal Paşa’nın çabaları da yersizleşecek, TBMM ulusça artık dinlenmeyecekti”.

Sevres Antlaşması 13 bölüm 433 maddeden oluşmaktadır. Osmanlı anayasası Kanûn-ı Esâsî’ye göre bir antlaşmanın hukuken geçerli olabilmesi için Meclis-i Mebusan tarafından onaylanması gerekirdi. Oysaki Son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı 11 Nisan 1920’de işgalciler tarafından dağıtılmıştı. TBMM ise bu antlaşmayı imzalayanları vatan haini ilan etmişti. Bu durumda bu anlaşma ölü doğan bir antlaşmadır. Kağıt üzerinde kalmıştır. TBMM’nin başarılı çalışmaları sonucu uygulama imkânı bulamamıştır.

Bu antlaşmanın önemli maddeleri şunlardır:
Osmanlı Devleti, İstanbul dolayları ve Anadolu’nun küçük bir kısmı ile sınırlandırılacak.
İstanbul, Osmanlı Devleti’nin başkenti olmaya devam edecek, ancak azınlıkların hakkı korunacak, aksi halde burası da işgal edilecektir.
İstanbul ve Çanakkale Boğazları uluslararası bir komisyon tarafından yönetilecek ve savaş sırasında bile bütün savaş gemilerine açık olacaktır.
Rodos ve On İki Ada İtalya’ya, diğer adalar Yunanistan’a bırakılacaktır.
Ekonomik, malî ve adlî kapitülasyonlar en geniş şekliyle devam edecektir.
Erzurum, Van, Bitlis ve Trabzon illerini kapsayacak olan bir Ermenistan devleti kurulacaktır.
Osmanlı Devleti Mısır üzerindeki haklarından feragat edecektir.
Antlaşmanın imzalanmasını takiben altı ay içerisinde Ermenistan güneyinde Kürtlerin sayıca fazla olduğu yerlerde özerklik verilecek, eğer bir yıl içerisinde Kürtler bağımsız bir devlet olmak isterlerse, Milletler Cemiyeti’ne müracaat edebilecek ve Osmanlı Devleti sonuçları kabul edecektir.
Türk ordusu bütün ülkede 50 bini geçemeyecek.
İzmir ve yöresi ile Doğu Trakya Yunanistan’a bırakılacak.
Suriye, Fransa’ya bırakılacak.
Arabistan ve Irak İngiltere’ye bırakılacak.
Azınlıklara sosyal, kültürel ve siyasî haklar verilecek.
Antalya ve Konya İtalyanlara bırakılacaktır.
Osmanlı Devleti savaş tazminatı ödeyecek.

MilliMücadele Dönemi’nde Basın

İstanbul basını
Milli mücadele taraftarları: Tasvir-i Efkâr, Vakit, İleri , İkdam, Yeni Gün, Akşam, Tercüman-ı Hakikat, Tanin, Sebilü’r Reşad, Aydınlık, Tarik , Akbaba, Vatan, Hadisat, Memleket, Yeni Mecmua, İfham, Trakya, Ahali, Yeni Asır

Mili mücadele karşıtı: İstanbul, Stamboul, Alemdar, Peyam-ı Sabah, Teemin, Hakikat, Aydede, Ümit


Anadolu Basını

Milli mücadele taraftarları: İrade-i Milliye (Sivas), Hakimiyet-i Milliye (Ankara), Öğüt (Afyon/Konya), Hukuk-ı Beşer (İzmir), Ses (Balıkesir), Doğru Söz (Balıkesir), İzmir’e Doğru (Balıkesir), Ahenk (İzmir), Babalık (Konya), Yeni Adana (Adana), Yeni Gün (İstanbul/Ankara), Açıksöz (Kastamonu), Albayrak (Erzurum), Gaye-i Milliye (Sivas), Mücehede-i Milliye (Sivas), Anadolu’da Peyam-ı Sabah (Ankara), Sada-yı Hale (İzmir), İbret (Konya), Ahrar (Eskişehir), Dertli (Bolu), Küçük Mecmua (Diyarbakır), İstiklal (Trabzon)

Milli mücadele karşıtı: İrşad (Gavurcu İrşad) (Balıkesir), Ferda (Adana), Zafer (Kastamonu), Rehber (Adana), Adalet (Bandırma), Selamet (Trabzon), Köylü (İzmir), Islahat (İzmir)

6 Nisan 1920’de Anadolu Ajansı’nın kurulması kararlaştırılmıştır.
Anadolu Ajansı, Milli Mücadele’nin sesini bütün dünyaya duyurmak, vatanı ve milli birliği tehlikeye düşürecek kışkırtmalara karşı zamanında tedbir almak ve Kurtuluş Savaşı ile ilgili en doğru haberleri zamanında halka ulaştırmak için kurulmuştur. Bu kararı Mustafa Kemal Paşa Anadolu’da sivil ve resmî bütün ilgililere bir tamimle duyurmuştur.

TBMM’nin açılması ve Yeni Türk Devleti’nin kurulmasından sonra devletin işlerine resmiyet kazandırmak ve yapılan çalışmaları duyurmak amacıyla yeni bir gazeteye ihtiyaç duyulmuştur. Bu amaçla 7 Ekim 1920’de Ceride-i Resmiye adıyla bir gazetenin çıkarılması uygun görülmüştür. Haftalık çıkan bu gazete ilk sayısını 7 Şubat 1921’de yayımlamıştır. Matbuat ve İstihbarat Müdüriyet-i Umumiyesi’ne bağlı olan gazete 10 Eylül 1923’de ise Resmî Ceride adını almıştır. Cumhuriyet’in ilanından sonra da Türkiye Cumhuriyeti Resmî Gazetesi adıyla günümüze kadar varlığını sürdürmüştür.

NOTLAR:

 Ermeni iddialarını incelemek üzere Doğu Anadolu’ya gönderilen Tahkik Heyeti General Harbord Heyeti

 Sivas Kongresi Milli Mücadele’nin tek elden yürütülmesini sağlamıştır

 Amasya Görüşmeleri’yle İstanbul hükümeti, Temsil Heyeti’ni resmen tanımış oldu

 Sivas Kongresi’nde “Temsilciler Kurulu, Doğu Anadolu’nun bütününü temsil eder” kararı, , “Temsilciler Kurulu yurdun bütününü temsil eder” şeklinde yeniden düzenlenmiştir

 Misak-ı Millî kararlarında Cumhuriyet idaresi konu edilmemiştir

 Sivas Kongresi’nden sonra oluşturulan Heyet-i Temsiliye’nin görevi TBMM’nin açılışından sonra sona ermiştir.

 Mustafa Kemal Paşa, Son Osmanlı Mebusan Meclisi’ne Erzurum ilimizden milletvekili olarak seçilmiştir

 İstanbul hükümeti, Temsil Heyeti’ni resmen hangi olayla tanımış oldu? Amasya Görüşmeleri’nden sonra

 16 Mart 1920-İstanbul’un resmen işgali
20- 22 Ekim 1919-Amasya Görüşmeleri
28 Ocak 1920-Misak-ı Millî’nin kabul edilmesi
04- 11 Eylül 1919-Sivas Kongresi

 Yeni Türk devleti 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılmasıyla kurulmuştur.

 Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’na Erzurum milletvekili seçilmiş olan Mustafa Kemal I. TBMM’ye Ankara Milletvekili olarak katılmıştır.

 Meclis Hükümeti Sistemi: Yasama, yürütme ve yargı gibi güçler Meclis’te toplanmışsa bu sisteme Meclis Hükümeti sistemi denir.

 Nisab-ı Müzakere Kanunu (Görüşmelerde Yeterli Üye Sayısının Saptanması): TBMM’nin kabul ettiği ilk kanunlardandır. Bununla Meclis’in toplanma, karar alma gibi çalışma şartları düzenlenmiştir.

 Osmanlı Devleti’nde de olağanüstü dönemlerde özellikle kaçaklarla mücadele için “Esrar-ı Askeriyeyi İfşa ve Casusluk, Hıyanet-i Harbiye Hakkında Kanun” çıkarılmıştı. Ancak bu konuda daha etkili mücadele edebilmek için TBMM, 29 Nisan 1920 tarih ve 2 sayılı “Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nu” ve 11 Eylül 1920’de 21 sayılı “Firariler Kanunu’nu” çıkararak bir anlamda merkezi otoriteyi yeniden tesise çalıştı.

 İlk TBMM’de 24 Nisan 1920 tarihinde alınan karara göre, kesin zafere ulaşıp İstanbul kurtarıldıktan sonra, padişahın durumu Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce çıkarılacak kanunla belirlenecekti.
İlk TBMM’nin aldığı bu kararla Meclisin üstünlüğü kabul edilmiştir.

Sevr Antlaşması’nın taslağı San Remo Konferansı’nda hazırlanmıştır
Cevapla
  • Benzer Konular
    Cevaplar
    Görüntü
    Son mesaj
  • Bilgi
  • Kimler çevrimiçi

    Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir