AÖF Medyada eleştirel yaklaşımlar ders özeti 2-3-4.üniteler
Gönderilme zamanı: 02 Ara 2017 01:40
MEDYADA ELEŞTİREL YAKLAŞIMLAR
2. ÜNİTE
Kitle kelimesi, basit ve sıradan anlamıyla, ırkları, meslekleri, cinsiyetleri ve kendilerini bir araya toplayan tesadüf her ne olursa olsun, rastgele bir bireyler topluluğunu ifade eder.
Kitle iletişimin genel özellikleri ana hatlarıyla şöyledir:
• Kitle iletişimi görece geniştir,
• İzlerkitle çeşitli toplumsal kümelerden gelen ve çeşitli niteliklere sahip insanlardan oluşan ayrı türden bir topluluktur,
• İzlerkitle kimliksiz bir topluluktur, yani izlerkitle üyesi ile iletişimci genellikle birbirlerini kişisel olarak tanımazlar,
• Kitle iletişimi kamusaldır, yani içeriği herkese açıktır,
• Kitle iletişim araçları kaynaktan uzakta bulunan, birbirlerinden de ayrı olarak konumlanmış çok sayıda insanla aynı anda ilişki kurabilir,
• Kitle iletişimi karmaşık biçimsel kurumları gerektirir,
• İletişimciyle izlerkitle arasındaki ilişki izlerkitlelerin kişisel tanışıklığı olmayan, profesyonel iletişimci rolündeki kişiler aracılığıyla kurulur,
• Kitle iletişimi karmaşık biçimsel kurumları gerektirir,
• İletişimciyle izlerkitle arasındaki ilişki izlerkitlelerin kişisel tanışıklığı olmayan, profesyonel iletişimci rolündeki kişiler aracılığıyla kurulur,
• İletişim geri döndürülemezcesine tek yönlüdür ve izlerkitlenin anında yanıt verme olasılığını fiilen dışlamaktadır, böylelikle iletişim sisteminde göndericiyle alıcı arasında keskin bir kutuplaşma söz konusudur,
• Kitle iletişim araçlarının ürünleri hem fiziksel anlamda, hem de bireye maliyetinin oldukça az olması nedeniyle parasal anlamda halkın çoğunluğu için kolayca elde edilebilirdir.
Kitle Kültürünün özellikleri ana hatlarıyla şöyledir:
• Kitle kültürü standartlaşma talep eder,bu standartlaşma kitle kültürünün içeriğini homojenleşmeye zorlar.
• Kültür, mümkün olan en geniş izleyici kitlesine satılan bir maldır.
• Estetik bir forma sahip değildir.
• İzleyicide pasif tutumu önerir, çaba göstermeme bir alışkanlık olur.
• Manipüle edicidir ve gerektiğinde şiddeti de kullanır.
• Yaratıcı değil, çoğaltıcı ve aktarıcıdır.
• Klişelere yaslanır
• Kitleleri benzeştirmek amaçlanır.
• Demokratik değildir, hatta içeriğinde totaliter öğeler beslemektedir.
• Tüketicilerin katılımı satın alıp-almama ile sınırlıdır.
• Diğer kültürleri tehdit eder ve onları kitle kültürü içinde asimile etmek arzusundadır.
• Kültürel üretimde estetik beğeni, ticari başarının ardından gelir. Önemli olan ürünün satılıp satılmadığıdır. Tamamen kar amaçlıdır.
• Kalıcı değildir, sistem sürekli olarak değişime açıktır.
• Vasatlığı övüp, sıradanlığı yüceltebilir.
• Kitle iletişim araçlarıyla yayılır ve onlara bağımlıdır.
• Sistemin sınırları dâhilinde uzlaşımcıdır.
Gustave Le Bon, Kitleler Psikolojisi adlı kitabında insanların kitleleştiklerinde son derece acımasız, vahşi ve dizginsiz bir tavır takınabileceklerini ve bu özellikleri nedeniyle tehlikeli olabileceklerini ifade etmiştir.
Le Bon, kızgınlık, muhakeme yeteneksizlikleri, hüküm verme ve eleştiri yeteneksizliği, duygularda mübalağa gibi karakteristik özellikler gösteren kitlelerin özellikle şan, şeref, din ve vatan duygularına hitap edilerek, birkaç cümle, bir iki resim ile kolaylıkla kışkırtılıp harekete geçirilebileceğini; bu özellikleri çocuklarda ve vahşilerde de görmenin mümkün olduğunu vurgulamaktadır.
William McDougall da kitleyi yığın ve örgütlü kitle olarak ikiye ayırır. En yalın durumuyla kitle, pek bir örgütlenme göstermeyen yığın (crowd) olarak tanımlanabilecek bir kitledir. Örgütlenmemiş kitle yani yığın; içtepileriyle davranır, tutkularının esiridir ve yargılarda acelecidir yani “arsız bir çocuk, tutkulu bir ilkel” gibidir . Kitle içinde bir kollektif zekâ engellenmesi söz konusudur der; fazla zeki olmayanların üstün zekâlıları kendi düşük düzeylerine çektiğini söyler. Ancak yığında açığa çıkan bu sorunlar, örgütlenmiş kitlede ortadan kalkacaktır.
Freud kendi kitle psikolojisini anlatmak için kitleyi iki kutupta kavramsallaştırır. Bunlar; geçici–uzun ömürlü, homojen-heterojen, doğal-yapay, ilkel-örgütlenmiş ve önderli-öndersiz kitleler şeklindedir.
Bu sebeple Freud’un kitle psikolojisi açıklamaları “libido” ve “ödipalüçgen”den bağımsız ele alınamaz. Freud ise daha önceki “bulaşım” ve “telkine yatkınlık” kavramlarının yerine “libido” ve “özdeşim” kavramlarını kullanır. Anne-baba-çocuktan oluşan ödipal üçgende, erkek çocuğun babayla, kız çocuğun ise anneyle olan özdeşimini, kitle içinde bireylerin önderle kurduğu özdeşime benzetir.
Mills kamu toplumunun özelliklerini şöyle sıralamaktadır:
• Toplumda kişilere, kendilerine yöneltilen bir görüş, düşünce ve kanaate karşı kendi görüş, düşünce ve kanaatlerini anında etkin bir şekilde açıklayıp yanıt verme ve bunu tüm kamuya açık olarak gerçekleştirebilme hakkı tanır.
• Toplum o anki otorite sistemine karşı çıksa bile, bu kamuoyuna uygun etkin bir eylemde bulunabilme olanağı hazırlanır.
• Toplumdaki yetkili kurum ve resmî makamlar serbestçe oluşmasına saygı gösterdikleri kamuoyu ve kamu üzerinde üstü örtülü yöntemlerle baskı kullanmaya kalkışmaz.
Buna karşılık kitle toplumu ise şu özellikleri taşımaktadır:
• Başkalarının fikir, düşünce ve kanaatlerini dinleyenler pek çok, buna karşılık kendi fikir, düşünce ve kanaatlerini ifade edebilenler pek azdır. Tamamen bir soyutlanma aracılığıyla toplama bireyler yığını durumuna indirgenen kamu, kitle iletişim araçlarınca etkilenip biçimlendirilmektedir.
Kamuoyunun oluşumundan sonra kamuoyunun kendini gerçekleştirmesi için girişmesi gereken eylemler, bu eylem kanaatlerini örgütleyen ve kontrolü elinde tutan resmî makamlarca ya da iktidar çevrelerince denetlenmektedir.
• İktidar kurumları karşısında kitleleşmiş kamunun bağımsızlığı kalmamakta; iktidar kurumlarının ve resmî makamların görevlisi olan kimseler kitleler üzerinde açık ya da örtülü yollardan nüfuzda bulunmakta, kişilerin karşılıklı ve özgür tartışma yoluyla kamuoyu yaratabilme özgürlükleri daha oluşmadan önlenmektedir.
Mills’e göre toplumların kitleleşmesinin ardında yatan temel etmen eğitim kurumları ve medyadır. Medya kitle içinde yer alan kişilere kim olduklarını söyler, onları kimliklendirir, olmak istedikleri kişileri gösterir ve onlara bununla ilgili tutkuları verir, olmak istedikleri kişi olma yoluna nasıl gidileceğini söyler ve teknikleri öğretir, son olarak da öyle olmadıkları halde nasıl –mış gibi hissedeceklerini söyler, böylelikle onlara kaçış yolunu da söylemiş olur. Bu şekilde kişilerin tutkuları ve kimlikleri arasında bir boşluk yaratılmaktadır. Bu boşluk kişileri kaçış tekniklerine götürür ve bu durum Mills’e göre büyük ihtimalle medyanın temel psikolojik formülüdür. Medyanın bir başka özelliği de kişileri dünyada olan şeylerle ilgili fazlaca bilgilendirmesi, fakat o kişilerin kendilerine iletilen gerçekliklerle iletişim kurmasına izin vermemesidir.
Eleştirel teori toplumu ve kitleyi düzenlemeyi, iktidarın varlığını pekiştirmeyi değil, kurumlardaki sömürüyü işaret etmeyi, toplumdaki sorunları eleştirerek değiştirmeyi hedeflemektedir. Bu açıdan bakıldığında eleştirel teorisyenler kitle kültürünün artan etkisi ve kitle iletişimin yaşamı biçimlendirici etkilerini analiz etmişler ve bu ortamın içindeki sınıf savaşını ve sömürüyü ifşa etmişlerdir.
Marx’a göre, üretim ilişkileri, onun üstünde hukuksal ve siyasal bir üstyapının yükseldiği temeli oluşturur ve bunlar, kendine söylemlerine uygun toplumsal bilinç biçimleri üreterek, siyasal ve entelektüel yaşam sürecinin koşulları üzerinde belirleyici olurlar. Dolayısıyla birer işletme olan kitle iletişim araçlarından yayılan kültür de, bu araçların ekonomi politiğinden bağımsız değildir. Kitle kültürü egemen çevrelerin organize ettiği, toplumsal eşitsizliğin gizlendiği bir iktidar aracıdır ve yanlış bilinç üreten bir ideoloji yaymaktadır. Marx hâkim sınıfların sahip olduğu iktidar ve ekonomik güç yolu ile, kendi ideolojilerini ellerindeki araçlar vasıtası ile bağımlı sınıfların belleklerinde içselleştirdiğini ileri sürerek, kitle iletişim araçlarını ellerinde tutan seçkinlerin, aracın ideolojisi ve söylemi üzerinde doğrudan etkili olduğunu belirtir. Marx, bu bağlamda ideolojiyi de, “Alman İdeolojisi” kitabında öz olarak, “insanların kendi sosyal konumlarını fark etmelerini engelleyen ve burjuva değerleri tarafından üretilen, yapay bir yanlış bilinç (Marx, 1992: 23)” olarak tanımlamaktadır.
Marx’ın meta fetişizmi kavramı da kitle kültürünün temelini oluşturan metaların kullanım değerlerinin değişim değerler tarafından örtülmesi ve metalara olduklarından çok daha farklı kültürel anl amlar verilmesini anlatır.
Hegemonya, Antonio Gramsci’nin hegemonya kavramı iktidarın kendi işlerliği adına, hâkimiyeti altındaki insanların rızalarını kazanmada başvurduğu stratejiler bütünüdür.
Kitle iletişim araçları da bu bağlamda ardındaki temel ideolojiyi gizleyerek kitle kültürü ile kitleleri “oyalar” ve hegemonyanın devamında aktif rol oynar.
Bu bağlamda modern dünyanın en önemli serbest zaman yönlendiricisi haline dönüşen kitle iletişim araçlarının “sürekli olarak tutarlı bir ideoloji ile toplumsal yapıyı yönetilen sınıfların tahakküm altına alınmalarına kendi rızalarıyla katılımları aracılığıyla yeniden üreten ve haklılaştıran bir dizi ortak duyusal değerler ve mekanizmalar üreterek hegemonyacı bir işlev gördükleri (Shoemer ve Reese, 1997, s.116)” ileri sürülebilir.
“Kültür Endüstrisi” terimi ilk kez 1944 yılında Teodor Adorno ve Max Horkheimer”ın ortak kitabı “Aydınlanmanın Diyalektiği” eserinde kullanılmıştır.
Adorno ile Horkheimer’a göre hayatın her alanı “kültür endüstrisi” tarafından metalaştırılmakta ve böylelikle hakim ideoloji hem ekonomik hem de ideolojik olarak kitlelerin bilincinde yeniden üretilmektedir.
Bu bağlamda kültür endüstrisinin temel amacı, toplumsal eşitsizliği gizleyerek sermaye egemenliğini pekiştirmektir; bunun için öngörülen temel strateji “arzunun yönlendirilmesi”dir.
Horkheimer’a göre, bireyleri edilgenleştiren kültür endüstrisi, sanat, eğlence, dinlenme, serbest zamanı değerlendirme gibi yaşam pratiklerini, tüketim eylemlerine dönüştürmektedir; bu bağlamda kültürel ürünlerin görünürdeki farklılığı ve içerdikleri mitsel anlamlar da, kültür endüstrisinin illüzyonundan ibarettir. Kültür endüstrisi, değişim değerlerini ön plana çıkardığı metalara sahip olanların farklılaşacağı “duygusunun” propagandasını yapar; oysaki bu “yanlış bilinç” sistem tarafından bilinçli olarak oluşturulan ve yönlendirilen bir güdüdür.
MEDYADA ELEŞTİREL YAKLAŞIMLAR
3. ÜNİTE
Marx ve Engels (1976) Alman İdeolojisinde, egemen güçleri tanımlarken maddi gücü olan sınıfların aynı zamanda egemen zihinsel güç olduğunu, maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıfların zihinsel üretim araçlarını da elinde bulunduracağını belirtirler ve egemen düşüncelerin aslında egemen maddi ilişkilerin fikir olarak ifade edilmiş biçimi olduğunu ileri sürerler.
Bu yaklaşımı Marx, son eseri olan Kapital’de (1986), kapitalist toplumun itki gücünün ekonomi olduğu şeklinde ifade eder. Maddi üretim araçlarına sahip olan veya üretimi denetleyen sınıfın, düşünsel üretimi de denetleyeceğini, egemen düşüncenin maddi ilişkilerin ifadesinden ibaret olduğunu söyler.
Hatta insanların düşünceleri burjuva üretim ve burjuva mülkiyet koşullarının ürünüdür. İdeoloji, var olan, geleneksel ve toplumsal olarak kurulmuş olan durumu doğallaştırır. İnsanların içinde bulundukları şartlarda mutlu olmalarını sağlayan bir yanlış bilinç üretir. İdeoloji yasal ve siyasal ilişkilerle birlikte üstyapıyı meydana getirir.
Ancak Marx’a göre ekonomik gerçeklik, uzun dönemde ideolojiden daha etkili olacak ve işçi sınıfı burjuvaziyi yıkacaktır. Böyle adil ve eşitlikçi bir toplumda, herkes kendisi ve toplumsal ilişkileri hakkında doğru bilince sahip olacağı için ideoloji gereksiz olacaktır.
Batı Marksizmi, kültürü, toplumsal hayatın düzenlenmesi ve kapitalist sistemin sürmesinde bağımsız ve aktif bir unsur olarak tanımlar.
Marx’ın materyalist düşüncesinde kültürün, ideolojinin, politikanın önemsiz görülmesi ve ekonomik altyapıya bağlı, bu yapı tarafından belirlenen üstyapı unsurları olarak ele alınması Batı Marksizmi adını alan yaklaşımlar tarafından eleştirilmiştir. Lukács’nın, “Ekonomik ve Felsefi El Yazmaları” adlı eseri üzerinden Marx’ı yeniden yorumlayan çalışmaları, kültürel bir Marksizm’in yolunu açmıştır. Lukács, belirlenimci Marksist yaklaşımları reddetmiş, proletaryanın bilinci söz konusu olduğunda tarihin otomatik olarak işlemeyeceğini söylemiştir.
Marksist anlayıştaki; altyapının üstyapıyı belirleyeceği, tarihin otomatik olarak işleyerek zamanı geldiğinde kapitalizme son vereceği yönündeki anlayış tartışılmaya başlanmıştır. Bu yaklaşım, Batı Marksizmi olarak adlandırılan Frankfurt Okulunun temsilcilerinde, Gramsci ve Althusser ile onlardan etkilenen ve onları takip eden akımlarda büyük ölçülerde reddedilmiştir.
Geleneksel Marksist anlayışla ilgili temel ayrışma ve sorgulama, Marx tarafından kapitalist sistemin gerekli koşulları oluştuğunda kendiliğinden geleceği belirtilen devrimin neden gerçekleşmediğidir.
Burada ideoloji, devlet, kültür, aydınlar gibi faktörlerin rolü olduğu düşünülür. 20. yüzyıl başında Rusya’da meydana gelen komünist devrimin Avrupa’ya yayılmaması, Avrupa’daki kapitalist sistemin sömürüsünün azınlıklar lehine sürmesi, kapitalizmin kendiliğinden bir devrimle yıkılamayacağının ortaya çıkması gibi temel etkenler (Fiske, 1996: 223) nedeniyle yeni Marksist yorumlar ortaya konulmuştur.
Frankfurt Okulu üyelerinin, Gramsci ve Althusser’in Marksizm’de göz ardı edilmiş olan kültür, ideoloji gibi etkenlerin rolü üzerinde durmaları, ekonomik altyapının belirleyiciliğini sorgulamaları sonucunda, devrimin kendiliğinden gerçekleşmemesinin nedeni olarak ideoloji gösterilmiştir. Gramsci ve Althusser, devletin ve sivil kuruluşların ideoloji oluşturarak ve yayarak işçi sınıfını kontrol ettiğini, egemen güçlerin baskı yanında, rıza kazanmak suretiyle hegemonyalarını kurdukları ve sürdürdükleri yönünde yaklaşımlar geliştirmişlerdir.
Gramsci, Marx’ın politika ve kültürü ihmal ettiğini savunur.
Marx, devrimin kaçınılmaz olduğunu, ekonomik koşullar olgunlaştığında engellenemeyeceğini düşünmüştür. Ona göre yapılması gereken tek şey ekonomik koşulların olgunlaşmasını beklemektir. Özellikle kültür ve politikanın, devrimin meydana gelişini geciktirebileceğini, geriletebileceğini ve hatta engelleyebileceğini anlamış ve bu engellerin nasıl aşılabileceği üzerine düşünmüştür.
Gramsci’nin Ortodoks Marksizm’den temel ayrışması da bu noktada ortaya çıkmıştır. Egemenliğin yalnızca ekonomik altyapıdan ibaret olmadığını, egemenliğin elde edilmesine ve sürdürülmesinde kültür ve politikanın da ekonomi kadar önemli etkenler olduğunu gören Gramsci, İtalya’da sözü edilen tüm şartlar olgunlaştığı halde devrimin neden bir türlü gerçekleşmediğini sorgulamış ve ekonomik altyapının yanında siyasal ve kültürel unsurların da önemli olduğunu ortaya atmıştır.
İtalya’da devrimin gerçekleşmemesinde; devletin, aydınların, fikirlerin, kilise, sendikalar gibi kurumların etkili olduğunu savunan Gramsci, devletin burjuvazinin çıkarlarını temsil eden bir fiziksel güç olduğu kadar, fikirleri de denetleyen ve yönlendiren bir güç olduğunu belirtmiştir. Devlet bu gücü baskı yanında rıza üreterek, ikna ederek elde eder. Gramsci bunu hegemonya kavramıyla açıklamıştır.
Gramsci, “devletin ve yönetici sınıfın sivil toplum içindeki inançları düzenleme yetisi” olarak tanımladığı hegemonya kavramını Marksist terminolojiye sokmuştur.
• Hegemonya, bir toplumsal grubun entelektüel ve ahlâkî açıdan toplumu yönetme yetisi, yeni bir tarihsel blok kurma gücü olarak tanımlanır.
• Hegemonya, belli güçlerin tahakkümünün ideolojik güç kullanılarak değil, kültürel liderliğin ele geçirilmesiyle sağlandığını ifade eder.
• Hegemonya, yönetici sınıfın tahakkümünün güç kullanımına değil rıza üretimine bağlı olmasını açıklar. Demokratik sistemlerde ekonomik liderlik yeterli değildir. Aynı zamanda ahlâkî ve düşünsel boyutu da bulunan bir hegemonya kurulduğu takdirde iktidar sürdürülebilir.
• Çoğunluğun, içinde yaşadığı ikincil konuma ikna edilmesi için sürekli rıza üretilmesi ve bunun devamlı yenilenmesi sürecine denir.
Hegemonya sürekli bir mücadele alanıdır.
• Kamusal ilginin dengesini kendi lehine çevirmek ve karşı tarafı yalıtmak amacıyla yapılan tüm süreç hegemonya faaliyetidir.
• Hegemonya statik ya da sistematik değil, sürekli değişen, kesintisiz bir süreçtir.
• Egemen sınıfların diğer sınıflar üzerinde egemen olmaları yetmez, bu sınıfları yönetebiliyor olmaları da gerekir. Bu nedenle hegemonya kavramı, içinde hem güç kullanımını hem de rıza üretimini barındırır.
• Hegemonyayı kurarken üstyapı kurumları olan aile, eğitim kurumları, dini kurumlar, medya ve kültürel örgütler rıza üretimi için katkıda bulunur. Yasalar, mahkemeler, silahlı güçler ise gerektiğinde baskı uygular.
• Hegemonya eşitsizliği güçlendiren ve eleştirel girişimleri engelleyen bir yapıdır ve egemenlerin kitleleri daha etkili bir şekilde yönetmesini sağlar.
Organik aydınlar olarak nitelediği papazlar ve gazeteciler gibi toplumsal aktörlerin karmaşık felsefi ve siyasal meseleleri halk diline çevirdiğini belirten Gramsci, bir hegemonik bloktan söz eder. Bu blokta sanayiciler, aristokratlar, küçük burjuva yer alır. Hegemonik blok sınıfsal konumların üzerini örtmek için milliyetçi ve ortak düşünüşün görünümlerini birleştiren ideoloji yayar.
Bu hegemonyayı çözmek için sosyalist eğilimleri ve devrimci bilinci hareket geçirmek gerekir. Bir başka ifadeyle devrimin kendiliğinden gerçekleşmesini beklemek yerine toplumun dönüştürülmesi, organik aydınların yani karmaşık konuları halka izah eden öğretmen, papaz gibi kesimlerin sosyalizme inandırılması, yeni sosyalist aydın sınıfların oluşturulması şarttır. Köylüler ve işçiler arasında, aydınlar ve proletarya arasında egemenlere karşı birlikte hareket edebilecek bir dayanışmacı blok oluşturulmalıdır.
Gramsci, özellikle kentsel ve kırsal aydınlar arasında farklılıklar bulunduğunu, kentteki aydınların sanayiyle birlikte gelişen ve sanayiden bağımsız özerk girişimleri bulunmayan ve dolayısıyla devrim süreci açısından yararsız bir kesim olduğunu düşünür. Kırsal aydınlar ise kapitalist sistem tarafından henüz dönüştürülmemiş, küçük merkezlerin köylü ve küçük burjuvalarına bağlı, avukatlar, noterler gibi aydınlardır. Bu nedenle köylülerin harekete geçirilmesinde kırsal aydınların işlevinden yararlanılmalıdır.
İdeolojik bir mücadele olarak konumlandırdığı hegemonya, çoğunluğu ikincil konumuna rıza göstermesi için sürekli olarak kurulmak zorundadır. Hegemonya bir süreliğine kazanıldığı gibi kaybedilebilir de. Bir başka ifadeyle sürekli bir hegemonya yoktur.
İkincil konumdakilerin çıkarları ve deneyimleri egemen ideolojinin oluşturduğu resimle sürekli olarak çeliştiği için daima bir direnç söz konusudur. Bu direnç hegemonyanın sürekli olmasını engeller. Hegemonya bu yüzden istikrarsızdır ve sürekli olarak yeniden kurulmak zorundadır.
Gramsci, toplumdaki ikincil sınıfların maddi koşullarının egemen ideolojiyle kaçınılmaz biçimde çelişmesi nedeniyle, hegemonya üretimine direncin sürekli bulunacağını ve devrimin bu direnç sayesinde mümkün olabileceğini savunur.
Gramsci, Marksist kaderciliğe karşı çıkmış, kültürün içeriği yerine işlevi üzerinde durmuş, politik ideolojilerin işleyişine ve toplumdaki etkisine dikkat çekerek, Batı Marksizmi’ne ve takipçilerine önemli bir temel kazandırmıştır.
Gramsci, hegemonya kavramıyla ekonomik indirgemeciliğin uzağında konumlandırdığı iktidarın, zorlayıcı olmayan, rıza üretimi ile sürdürülebildiğini, toplumsal, zihinsel ve ahlâkî yönleri olduğunu saptamıştır.
FRANKFURT: KİTLE KÜLTÜRÜ VE KÜLTÜR ENDÜSTRİ
Sonradan Frankfurt Okulu olarak anılacak olan Frankfurt Üniversitesine bağlı Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü 1923’te kurulmuş olmakla birlikte, 1933’e kadar olan dönem, bir okul olarak adlandırılmamıştır. Batı Marksizmi’nin önemli okullarından biridir.Frankfurt Okulu temel olarak dört döneme ayrılmaktadır.
• İlk dönem 1923-1933 yılları arasındaki Almanya dönemidir. 1933’te Enstitü üyeleri Hitler’in iktidara gelmesiyle birlikte görevden alınmıştır. Horkheimer ve Adorno, Columbia Üniversitesi’ne geçerek 1950’ye kadar orada çalışırlar. Benjamin ise Paris’ten İspanya’ya
geçmeye çalışırken polis tarafından yakalanacağını anlayınca 1940 yılında intihar etmiştir. Marcuse, 1950’den sonra da Almanya’ya dönmemiş ABD’de çalışmıştır.
İlk dönemde Marksizm’e ilişkin çeşitli toplantılar, konferanslar düzenlenmiş, o dönemdeki Sovyet devrimi ve kapitalizme ilişkin düşünceler üretilmiştir. Temel konu kapitalist ekonomi ve işçi hareketidir.
• İkinci dönem Amerika’ya sürgün edilmeleriyle başlayan ve 1950’ye kadar süren bu dönemdir.
Okul üyelerinin temel ilgi alanı kültürün üretimi, değiştirilmesi, yönlendirilmesi ve bunun yol açacağı sorunlardır.
• 1950-1970 arasındaki üçüncü dönem, yeni Almanya dönemidir. (Enstitünün Frankfurt Okulu kimliğini kazandığı ve eleştirel teoriyi oluşturarak Batı Marksizmi’ne katkıda bulunduğu dönemdir.)
Eleştirel teoriye ilişkin temel düşüncelerini ortaya koyan Enstitü üyeleri, Avrupa’daki ve uzun yıllar kaldıkları Amerika’daki Marksist düşünceyi etkilemiştir.
• 1970’ten sonra ise ilk dönem üyelerinin hayatını kaybettiği ve Habermas’ın yeni yaklaşımlarla sürdürdüğü dördüncü dönemdir.
Marksizm’den giderek uzaklaşılırken, Marx’ın tarih ve kapitalizm hakkındaki kuramlarına ilişkin tartışmalar Jürgen Habermas tarafından sürdürülmüştür.
Frankfurt Toplumsal Araştırma Enstitüsü ile bağlantılı, farklı ilgi alanlarına sahip araştırmacılar bu okulun üyelerini oluşturur. Frankfurt Okulu, revizyonist Marksist akımlardan biridir ve Batı Marksizmi’inin önemli bir temelidir. Ortodoks Marksistler ise onları Marksizm’in dışında kabul eder.
Okul temsilcileri, işçi sınıfının kapitalizmle bütünleştiğini ve devrimci bir güç olmadığını savunmuşlardır. Çünkü kapitalizm, Marx’ın görüşlerini ortaya koyduğu zamanlardan sonra çok değişmiştir ve bu nedenle Marksizm’e ait temel yaklaşımlar yeni yapıya uyarlanmalıdır. Araştırmacıların ortak noktası kapitalist modern sistemleri ve Marksizm’i eleştirmeleridir. Teodor Adorno, Max Horkheimer, Herbert Marcuse, Walter Benjamin ve ikinci kuşak olarak Jürgen Habermas, Frankfurt Okulu’nun önde gelen kuramcıları arasındadır.
Frankfurt Okulu üyelerinin kapitalizme olan temel itirazı, modern kapitalizmin tıpkı kendi yaşadıkları 1930’ların Almanya’sında olduğu gibi faşizme dönüşebilme ihtimali veya dönüştürülebilme potansiyelidir. Çünkü kapitalist toplumlarda gerçekler burjuva sınıfı tarafından üretilir. İdeoloji yoluyla gerçekler gizlenir. Kitleler kolayca ikna edilerek faşizme giden dönüşüm başlatılabilir.
Okulun ikinci temel sorunu Marksist devrimlerin Sovyetler’de olduğu gibi Avrupa ülkelerinde gerçekleşmemesidir. Sovyetler Birliği’nde gerçekleşen devrim, sanayileşmiş Batı ülkelerinde mümkün olmamıştır.
Frankfurt Okulu üyelerinin en önemli çalşma alanlarından biri, kültürün üretimi, dönüşümü ve bu değişimin kitlelerin yönetilmesinde ne şekilde kullanıldığı olmuştur. Bu anlamda el yapımı sanatsal ürünler gerçektir ve yeniden üretim ile değerleri düşer. Teknoloji, niteliği çağdaş kültürel ürünlerden uzaklaştırmaktadır.
Frankfurt Okulu üyeleri, 19 yüzyıl burjuva kültürünün muhalif bir kültür olduğunu, var olan toplumsal ilişkilere alternatif bir görüş oluşturduğunu fakat kapitalizmin toplumsal ve kültürel dokusunun bu kültürü yıktığını savunurlar.
Kentsel mekânlarda, amaçsızca dolaşan, insanlara mağazalara bakan flaneur adını verdiği bir izleyiciden söz eder. Bu bireyler yeniliğin takipçiliği içinde yapay teselli arayan yabancılaşmış bireylerdir. Benjamin’in bu görüşleri, boş zaman, alışveriş ve tüketim konusunda temel oluşturmuştur.
Frankfurt Okulu’nun Birinci Dönemi: Adorno ve Horkheimer
Adorno ve Horkheimer “Aydınlanmanın Diyalektiği” adlı ortak eserlerinde (1996) kitle toplumunu eleştirirler. 1940’lı yıllar boyunca ABD’de geliştirdikleri kültür endüstrisi kuramında, şirket kapitalizminin kitle kültürüne egemen oluşunu ortaya koymuşlardır. Aydınlanma sürecinin çıkmaza girdiğini savunan düşünürler, bürokratik, teknolojik ve ideolojik güçlerin insan özgürlüğünü kısıtladığını, pasif, tek tip tüketicilerden oluşan bir kitle toplumu oluşturulduğunu ve bu yapının toplumsal elitlerin güçlerini sağlamlaştırdığını ileri sürerler.
Marcuse, eğlence ve enformasyon endüstrisinin aynı zamanda belli tutum ve alışkanlıkları, entelektüel ve duygusal tepkileri de taşıdığını savunur. Kitle iletişim araçlarının kullandığı dil, düşünmeyi engeller. Böylece sistemin sorunsuz bir şekilde işlemesi ve çelişkilerin ortadan kaldırılması sağlanmış olur.
Kültür Endüstrisi: Kültürel ürünlerin, kapitalist sistemlerde ucuz, derinliği olmayan, ideoloji içeren bir yapıda endüstri şeklinde üretilmesini niteler. Kültür endüstrisinin amacı kârı azamileştirmektir. Bunu yaparken eleştirel olmayan, halinden memnun tüketicilerden oluşan bir kitle meydana getirir. Böylece kapitalizmin sürekliliği de sağlanmış olur.
Frankfurt Okulu, kapitalist kültür endüstrisinin gücünün bütün direnmeleri kıran, tüm alanları işgal eden, direnişi imkansız kılan olduğunu savunmuştur. Marksist bir temele dayanmasına rağmen sınıfın ortadan kalktığını, yerini kültür endüstrisinin oluşturduğu tek boyutlu insanın aldığını ileri sürmüştür.
Frankfurt Okulu’nun İkinci Dönemi: Jürgen Habermas
1970’lerden itibaren, Adorno ve Horkheimer’in ölümüyle birlikte Okul, Habermas tarafından temsil edilmektedir.
Habermas, ilk kuşak üyelerden bazı farklı görüşlere ve yönelimlere sahip olsa da, temelde Marx’ın kapitalizm ve tarihe ilişkin görüşlerinin yeniden yorumlanması, dönüşen kapitalist sisteme, devrimci yapısını yitiren işçi sınıfının yeni rolüne ilişkin yaklaşımlar ortaya koyması bakımından aynı çizgiyi sürdürmektedir.
Habermas, 20. yüzyıl dünyasında, kuram ile pratik arasındaki boşluğu yeniden birleştirmek istediğini belirtir. Çünkü Marx’ın 19. Yüzyıldaki öngörüleri gerçekleşmemiştir ve 20. Yüzyılda gerçekleşmesi de mümkün görünmemektedir.
Marx’ın döneminde sınıf mücadelesi toplumsal gerilimin ve olası toplumsal değişimin kaynağı idi. Fakat 19. yüzyıldan 20. yüzyıla uzanan zaman içinde sınıf farklılığının yıkıcı sonuçları giderilmiş, sınıf uzlaşması gerçekleşmiştir.
Bu durumda egemenler siyasal düzeni yönetmek için gerekli meşru otoriteyi kuramazlar. Tıpkı Marx’ın 19. yüzyıl için öngördüğü sınıf farklılığının ve ekonomik dalgalanmasının emek hareketlerine yol açması gibi, meşruiyet bunalımı da 20. Yüzyılda toplumsal hareketlere yol açar. Bunlar çevre hareketleri, dini yapıdaki hareketler, kadın hareketleri, insanlar arasındaki ilişkilerle ilgili hareketler vs. olarak ortaya çıkabilir.
1962’de tamamladığı doktora tezi olan Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü (2010)’dür.
1990’larda ise özellikle Doğu Avrupa’daki komünist rejimlerin halk hareketleriyle sona erdirilmesi sürecinde Habermas’ın görüşleri yol gösterici olmuştur. Bu halk hareketlerinin yani sivil toplumun, tartışma ve görüşmeler yoluyla bir aktif kamusal alan oluşturduğu ve böylece devlet iktidarına karşı koyabildiği sonucuna varılmış ve Habermas’ın kamusal alan yaklaşımı tartışmaların ilgi odağı haline gelmiştir.
Habermas’a göre 17. ve 18. yüzyılda Avrupa’da kafelerde bir araya gelen erkek, soylu ve entelektüel topluluk, birbirleriyle temel konuları tartışır ve görüşlerini diğerleriyle
paylaşabilirdi. Bu kamusal alan, gazetelerin çıkışıyla birlikte genişlemişti. Ancak sonraki yüzyılda sanayi kapitalizminin yükselmesiyle birlikte kamusal alan belli bir sınıfın çıkarı için ele geçirildi.
Habermas’a göre, bu kamusal alan yapısı, kamu için bir sözcülük görevini yerine getirebilmekteydi. En azından kamusallık ilkesi yaygınlaşmış, aklın özel kullanımı yerine kamusal kullanımının üstünlüğü öğrenilmişti.
19. yüzyılda sanayi kapitalizminin yükselmesiyle birlikte, kamusal alan, belli bir sınıfın çıkarı için ele geçirilmiş ve kamusal alanının yerin burjuva birliği almıştır. Kitle iletişim araçlarının etkisi ve siyasetin toplumsal hayattan kurumsal olarak farklılaşması nedeniyle çağdaş dönemde kamusal alan tamamen yok olmuştur. Kitle iletişim araçlarının etkisi ve siyasetin toplumsal hayattan kurumsal olarak farklılaşması nedeniyle çağdaş dönemde kamusal alan tamamen yok olmuştur.
Çağdaş medya kültürlerinde kamusal ilgi ve faydaya ilişkin sorunlar basitleştirilmiş ve yüzeyselleştirilmiştir. Böylece yurttaşlar tüketicilere, politikacılar da sorgulanmayan medya starlarına dönüşmüştür. Habermas’ın kamusal alan yaklaşımından kaynaklanan bazı görüşler, ticari medya yerine kamu yayıncılığının yeniden ele alınmasını savunmuştur. Buna göre, kamu yayıncılığı, en azından hem devletten hem de ekonomiden görece bağımsızdır. Bu nedenle çeşitli toplumsal grupların birbirleriyle iletişim kurmaları için potansiyel bir alan yaratır ve kamuya tüketici değil yurttaşlar olarak seslenir. Ancak medya yoluyla yeniden canlandırılacak bir kamusal alanın, pratikte nasıl çalışacağına ilişkin önemli sorunlar olduğu da tartışmaların odağındadır.
LOUIS ALTHUSSER: ÜST YAPI VE İDEOLOJİNİN İŞLEVİ
Louis Althusser, Paris’te iyi okullarda felsefe eğitimi almıştır. İkinci Dünya Savaşına katılmış ve esir düşerek savaş yıllarında Alman kamplarında kalmıştır. Bu dönemde komünizme yönelen Althusser, 1948’de Fransız Komünist Partisi’ne girmiştir.
Althusser bu nedenle Marx’ın sonraki dönem çalışmalarına odaklanır. Özellikle daha materyalist bir görüşün olduğuna inandığı Kapital’i temel alır.
Althusser, üretim araçlarından ve üretim tarzından oluşan bir ekonomik temelin bulunduğu kabul eder. Ancak bu ekonomik temelin yanında, devlet ve hukuk sisteminden oluşan bir politik yapı ve kilise, siyasal inançlar vs.’den oluşan bir ideolojik yapının bulunduğunu savunur. Kapitalist sistemin zamanı gelince kendiliğinden devrimi doğuracağı fikrine karşı çıkar. Çünkü politika ve devletten oluşan üstyapının kapitalizmi destekleyici ve koruyucu bir işlevi vardır. Bu yapıda devlet ve politik sistem, yönetici sınıfların işçi sınıfı üzerinde egemenlik kurmasını sağlar. Üst yapı, işçi sınıfının şikayetlerini ortadan kaldırır ve onları, konumlarından memnun, emeklerini sermayenin çıkarları doğrultusunda sunmaya hazır bireyler olmaya ikna eder. Siyasal inançlar ve din gibi ideolojik yapılar ise işçi sınıfına gerekli kimlikleri kurarak, kapitalizmin meşru ve doğal görünmesini sağlar.
Althusser, Marksizm’deki kültür ve politikaya ilişkin eksikleri gidermeye çalışmıştır. Althusser’in ideoloji kuramı, Marx’ın yanlış bilinç şeklindeki ideoloji yaklaşımını kabul etmez. Azınlığın çoğunluk üzerindeki iktidarının baskıcı olmayan araçlarla sürdürülmesinde ideolojinin rolüne dikkat çeker. Saussure ve Freud’dan etkilenen Alhtusser, Marx’ın ekonomik temelli kuramına, yapı ve bilinçdışı gibi kavramları eklemiştir.
• Altyapı ya da ekonomik temel, üretici güçler ile üretim ilişkilerinin birliği, temeli oluşturur.
• Hukuki, siyasal yapı yani hukuk ve devlet ile ahlâkî, dini, siyasi, hukuki inanışlardan ve çeşitli ideolojilerden oluşan ideolojik yapı ise üstyapının iki “kerte”sini oluşturur.
Althusser bu yapıyı bir binaya benzetir. Ekonomik altyapı binanın temelidir. Hukuki-siyasal yapı ile ideolojik yapıdan oluşan iki kerteli üst yapı, iki kat olarak tıpkı bir binanın katlarının temel üzerinde yükselmesi gibi, ekonomi altyapı temeli üzerine oturmuştur.
Dolayısıyla ekonomik temel her durumda son kertede üst katlarda olanları yani üstyapıyı belirler. Ancak üst yapılar son kertede belirleyici olmamakla birlikte, bir belirleyiciliği de vardır. Bu belirleyicilik Althusser’e göre:
a) üstyapının temele karşı görece özerkliği bulunmasından,
b) üstyapının temele bir karşılık olarak etkisi bulunmasından kaynaklanır.
”Althusser’e göre ideolojide, bireylerin varoluşunu yöneten gerçek ilişkiler değil, bireylerin içinde yaşadıkları gerçek ilişkilerle hayali ilişkileri gösterilir.”
Bu noktada eğitim sistemi, aile, medya gibi ideolojik aygıtların ideolojik boyun eğdirme çabaları devreye girer. İdeoloji insanları özneler haline getirir. İnsanlar kendilerini özerk, kendi başlarına karar verebilen bireyler olarak algılarlar. Oysa kendisini bağımsız birey zanneden özneler, aslında toplumsal süreç tarafından oluşturulmuştur ve devletin ideolojik aygıtları tarafından kendi varlık koşullarıyla hayali ilişkiler kurması sağlandığı için bağımsız bir birey olduğuna inanmaktadır.
Devlet, hukuki pratiklerin gereği olarak varlığını ve zorunluluğunu kabul ettiğimiz özelleşmiş aygıttır. Bu anlamda devlet aygıtı, proletaryaya karşı burjuvazinin yürüttüğü sınıf mücadelesinde yönetici sınıfların emrindeki bir baskı, müdahale ve yürütme gücüdür.
Althusser, geleneksel Marksist kuramdaki devlet teorisini şu şekilde özetler:
a) devlet, devletin baskı aygıtıdır.
b) Devlet iktidarını, devlet aygıtından ayırmak gerekir.
c) Sınıf mücadelesinin hedefi, devlet iktidarı ve bu iktidarın sınıflarca kullanılmasıdır.
d) Proletarya burjuva devlet aygıtını yıkmak için onun yerine başka bir devlet aygıtı koymalı ve devletin aygıtının ve devlet iktidarının sonunu getirmek için devlet iktidarını elde etmelidir.”
Devletin İdeolojik Aygıtları Althusser’e göre, devlet, baskı aygıtları yanında, zor kullanmak yerine ideoloji kullanarak işleyen ideolojik aygıtları da kullanır. Sivil yapıda olmalarına rağmen devlet kurumu gibi işleyen bu ideolojik aygıtların başlıcaları; kilise, okullar, hukuk sistemi, siyasi sistem, sendikalar, kitle iletişim araçları, edebiyat, güzel sanatlar, spor gibi kültürel kurumlardır.
(DBA) Devletin baskı aygıtları, polis, asker, cezaevi gibi zor kullanan kurumlardan oluşur. Bu aygıtlar gerektiğinde güç kullanarak muhalif görüşleri ortadan kaldırır.
(DİA)Devletin ideolojik aygıtları ise din, okullar, hukuk kurumları, siyaset kurumu, sendikalar, medya kurumları, kültürel yapılar gibi kurumlardan oluşur. Bu kurumlar toplumun doğası ve örgütlenmesine ilişkin yanılsamaları yayan yapıdadırlar. İdeolojik aygıtlar insanların topluma ve yaşadıkları yere ilişkin yanlış kavramlara sahip olmalarına yol açar.
Diğer yandan en temel fark baskı aygıtlarının -örneğin polisin, askerin, mahkemelerin- zor kullanarak işlemesi, ideolojik aygıtların ise ideoloji kullanarak işlemesidir.
Örneğin kilise ve okullar ceza, ihraç, seçme gibi işlemlerle baskı uygular. Aile de benzer bir şekilde gerektiğinde son aşamada çok hafifletilmiş, gizlenmiş sembolik bir baskı uygular. Kültürel DİA da örneğin zaman zaman sansür uygulayarak, baskı yöntemini kullanır.
Althusser DİA’lar ile baskı aygıtlarının arasında sürekli, görülen ya da görünmeyen bir işbirliği ve birbirini tamamlayan işleyiş olduğunu belirtir. Yönetici sınıf, devlet iktidarını elinde tutuyorsa, devletin baskı aygıtlarına da yön veriyor demektir.
Althusser’e göre, hiçbir sınıf, devletin ideolojik aygıtları üzerinde ve içinde kendi hegemonyasını uygulamadan devlet iktidarını sürekli olarak elinde tutamaz. İdeolojik egemenlik yani iktidardaki bir sınıfın diğer sınıflar üzerinde egemenlik kurması ancak ideolojik aygıtların kullanımı ile mümkündür.
DİA’ların devletin baskı aygıtlarından (DBA) farkı, zor kullanmak yerine ideoloji kullanarak işlemeleridir. Bu aygıtlar, insanların, gerçek varlık koşullarıyla hayali ilişkiler kurmasını sağlayan ve aslında toplumsal olarak belirlendikleri halde kendilerini bağımsız özneler olarak algılamalarını sağlayan ideolojileri üretirler. Kilise, okullar, aile, hukuk sistemi, siyasi sistem, sendikalar, kitle iletişim araçları ve edebiyat, güzel sanatlar, spor gibi kültürel ideolojik aygıtların büyük bölümü devlet alanında değil özel alanda bulunur. Devletin ideolojik aygıtları bu özelliğiyle baskı aygıtlarından ayrılır.
Örneğin siyasal aygıt, bireyi devletin ideolojisine ikna eder ve rejimin demokrasi, dolaylı ya da doğrudan parlamenter olmasını sağlar. Medya DİA’sı yurttaşları basın, radyo, televizyon yoluyla milliyetçilik, şovenizm, liberalizm, ahlakçılık gibi ideolojilerle yönlendirir. Dini DİA, törenler ve ibadetler gibi yöntemlerle egemen ideolojinin istediği gibi yönlendirmelerde bulunur.
Althusser’e göre geleneksel olarak kilisenin üstlendiği ideolojik işlevi günümüzde okullar almıştır. Okul ve aile DİA’sı birlikte bu, kapitalist sömürü ilişkisinin doğallaştırılması ve sürdürülmesinde en önemli ideolojik aygıtlar haline gelmiştir.
Örneğin Althusser, yapısal işlevselci yaklaşımı nedeniyle sınıf mücadelesini açıklayamadığı yönünde eleştirilmektedir. Çalışmaları fazlasıyla soyuttur ve bunları gerçek insanların gerçek mücadeleleri ile ilişkilendirememiştir. İnsanların kendi özgürlüklerini kurma ve tarihlerini yaratmada etkin olmadıkları yönündeki değerlendirmesi eleştrilmiştir. Althusser, insanların toplumsal koşulları değiştirmek için çaba göstereceklerini göz ardı etmiştir.
Althusser proleter devrimin gerçekleşmesi konusundaki kötümserliği nedeniyle de OrtodoksMarksistler ve Gramsci’nin takipçileri tarafından eleştirilmiştir. Devrim, Marx’a ve geleneksel Marksistlere göre, koşulları olgunlaştığında kendiliğinden gerçekleşecektir. Gramsci ise devrimin organik aydınların dönüştürülmesi, sosyalist aydınların oluşturulması, sınıflar arasında ittifakların kurulmasıyla oluşacak dayanışmacı blok tarafından gerçekleştirilmesi ihtimali bulunduğunu belirtir. Althusser daha umutsuzdur. Ona göre devletin baskı ve ideolojik aygıtlarının sarmaladığı ve özneler olarak çağırdığı, mutlu bireylerden oluşan sınıfların devrimi gerçekleştirmesi mümkün değildir
ÖNEMLİ KAVRAMLAR!...
Ekonomik belirlenim
Marx egemen güçleri tanımlarken, maddi gücü olan sınıfların aynı zamanda egemen zihinsel güç olduğunu, maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıfların zihinsel üretim araçlarını da elinde bulunduracağını belirtir ve egemen düşüncelerin aslında egemen maddi ilişkilerin fikir olarak ifade edilmiş biçimi olduğunu ileri sürer.
Batı Marksizmi
Ortodoks Marksizmi sorgulayan yaklaşımlarda; ideoloji, kültür ve genel olarak altyapı üstyapı ilişki konusunda ayrışmalar ortaya çıkmıştır. Marx’ın materyalist düşüncesinde kültürün, ideolojinin, politikanın önemsiz görülmesi ve ekonomik altyapıya bağlı, bu yapı tarafından belirlenen üstyapı unsurları olarak ele alınması eleştirilmiştir. Böylelikle ekonomi-politikçilerin savunduğu Marksist anlayıştaki altyapının üstyapıyı belirleyeceği, tarihin otomatik olarak işleyerek zamanı geldiğinde kapitalizme son vereceği yönündeki anlayıştır.
Hegemonya
Gramsci tarafından “devletin ve yönetici sınıfın sivil toplum içindeki inançları düzenleme yetisi” olarak adlandırılan, bir toplumsal grubun entelektüel ve ahlâkî açıdan toplumu yönetme yetisi, yeni bir tarihsel blok kurma gücü olarak tanımlanan, belli güçlerin tahakkümünün ideolojik güç kullanılarak değil, kültürel liderliğin ele geçirilmesiyle sağlandığını anlatan kavram
Frankfurt Okulu
1923’te Almanya’da kurulan ve 1933’te ABD’ye taşınan, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tekrar Almanya’ya dönen, Teodor Adorno, Max Horkheimer, Herbert Marcuse, Walter Benjamin, Jürgen Habermas’ın üyeleri arasında yer aldığı Toplumsal Araştırmalar Enstitüsünün bilinen adıdır.
Walter Benjamin
Kültürün üretimi, dönüşümü ve bu değişimin kitlelerin yönetilmesinde ne şekilde kullanıldığı konusunda çalışan, 1936’da verdiği “Mekanik Yeniden Üretim Çağında Sanat Yapıtı” başlıklı seminerde, sanayi kapitalizminin yükselişi ile birlikte kültürel ve sanatsal ürünlerin dönüşüme uğradığını, kapitalizm öncesindeki kültürel ürünlerin zengin anlam taşıdıklarını, el yapımı sanatsal ürünlerin yeniden üretim ile değerlerinin düştüğünü savunan Frankfurt Okulu üyesi.
Horkheimer ve Adorno
“Aydınlanmanın Diyalektiği” (1996) adlı ortak eserlerinde kitle toplumunu eleştiren, Aydınlanma sürecinin çıkmaza girdiğini savunan Frankfurt Okulu üyesi iki araştırmacı, bürokratik, teknolojik ve ideolojik güçlerin insan özgürlüğünü kısıtladığını, pasif, tek tip tüketicilerden oluşan bir kitle toplumu oluşturulduğunu ve bu yapının toplumsal elitlerin gücünü sağlamlaştırdığını ileri sürer. Eğlence ve kültürel ürünler üreten büyük medya şirketleri, kapitalizmle birleşmiştir. Amaçları eleştirel düşünceyi ve özgürlüğü değil kârı artırmaktır.
Jürgen Habermas (1970)
Habermas’a göre Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü adlı eserinde, 7. ve 18. yüzyılda Avrupa’da kafelerde bir araya gelen erkek, soylu ve entelektüel topluluk, birbirleriyle temel konuları tartışır ve görüşlerini diğerleriyle paylaşabilirdi. Bu kamusal alan, gazetelerin çıkışıyla birlikte genişlemişti. Ancak sonraki yüzyılda sanayi kapitalizminin yükselmesiyle birlikte kamusal alan belli bir sınıfın çıkarı için ele geçirildi
Louis Althusser
* Althusser, üretim araçlarından ve üretim tarzından oluşan bir ekonomik temelin bulunduğu kabul eder. Ancak bu ekonomik temelin yanında, devlet ve hukuk sisteminden oluşan bir politik yapı ve kilise, siyasal inançlar vs.’den oluşan bir ideolojik yapının bulunduğunu savunur.
• Altyapı ya da ekonomik temel, üretici güçler ile üretim ilişkilerinin birliği, temeli oluşturur.
• Üstyapı, hukuki, siyasal yapı yani hukuk ve devlet ile ahlâkî, dini, siyasi, hukuki inanışlardan ve çeşitli ideolojilerden oluşan ideolojik yapı ise üstyapının iki “kerte”sini oluşturur.
* Devletin kapitalizmi üretirken baskı aygıtları ve ideolojik aygıtlardan oluşan ikili bir yapı kullandığını, devletin baskı aygıtlarının, polis, asker, cezaevi gibi zor kullanan kurumlardan, devletin ideolojik aygıtlarının ise din, okullar, hukuk kurumları, siyaset kurumu, sendikalar, medya kurumları, kültürel yapılar gibi kurumlardan oluşturur.
• (DBA) Devletin baskı aygıtları, polis, asker, cezaevi gibi zor kullanan kurumlardan oluşur. Bu aygıtlar gerektiğinde güç kullanarak muhalif görüşleri ortadan kaldırır.
• (Dia)Devletin ideolojik aygıtları ise din, okullar, hukuk kurumları, siyaset kurumu, sendikalar, medya kurumları, kültürel yapılar gibi kurumlardan oluşur. Bu kurumlar toplumun doğası ve örgütlenmesine ilişkin yanılsamaları yayan yapıdadırlar. İdeolojik aygıtlar insanların topluma ve yaşadıkları yere ilişkin yanlış kavramlara sahip olmalarına yol açar.
Devletin sarmaladığı ve özneler olarak çağırdığı, mutlu bireylerden oluşan sınıfların devrimi gerçekleştirmesinin mümkün olmadığını savunur.
MEDYADA ELEŞTİREL YAKLAŞIMLAR
4.ÜNİTE
Ekol, kültürü tarihsel, toplumsal yapıda araması ve sınıf çatışmasının kültürel öğelerdeki görünümü incelemesiyle eleştirel teori içinde kabul edilmektedir.
Ekol’ün ilk oluşturucusu sayılan iki önemli teorisyen: Richard Hoggart ve E.P. Tompson’dır
1964 yılında Birmingham Üniversitesi’nde kurulan Çağdaş Kültürel Araştırmalar Merkezi bünyesinde çeşitli roller üstlenen bir gurup sosyal bilimcinin oluşturduğu ekol sosyoloji, siyaset bilimi ve iletişim alanına önemli katkılar getirmiş ve buradan tüm dünyaya yayılım sağlamıştır.
Öncül teorisyenleri :
• Edward P. Tompson,
• Richard Hoggart,
• Raymond Williams
• Stuart Hall
Kültürel Çalışmalar eleştirel teori içinde hem marksizmden beslenmesi hem de ortadoks marksizme olan mesafesiyle dikkat çeken bir ekoldür.
Kültürel Çalışmalar, 60’lı yılların ortasında kültür ve medya alanında benzer yaklaşımlara sahip olan bir grup akademisyenin birlikte ya da birbirlerinden habersiz meydana getirdiği bir sosyal bilim ekolüdür.
Kültürel Çalışmalar adını 1964 yılında Birmingham Üniversitesi’nde Centre Contemporary Cultural Studies (CCCS- Çağdaş Kültürel Araştırmalar Merkezi)’den alır. Richard Hoggart bu merkezin ilk yöneticisidir. Stuart Hall 1979’a değin onun yerini almıştır. 1972’de Working Papers in Cultural Studies’i (Kültürel Çalışmalar Bildirgeleri) dergisini çıkarmıştır. Derginin yayın amacı “kültürü tanımlamak ve üzerine çalışmak ve kültürel çalışmaları entelektüel haritaya olarak belirlenmiştir.
Kültürel Çalışmalar Merkezi’nin temel düşüncelerinin kökleri Richard Hoggart’ın, Raymond Williams’ın ve tarihçi Edward P. Tompson’un yapıtlarında görülür. Stuart Hall ise özellikle modern toplumlarda ideolojinin rolü ve metin analizlerine getirdiği özgün yaklaşımla, Williams ile birlikte Kültürel Çalışmalar kapsamında üzerine en çok vurgu yapılan sosyal bilimcidir.
• Richard Hoggart’ın Te Use of Literacy -Edebiyatın Kullanımı-; 1957,
• Raymond Williams’ın Culture and Society -Kültür ve Toplum-; 1958,
• Stuart Hall’un Pady Whannel ile Popular Arts -Popüler Sanat-; 1964
• E.P. Tompson’un Te Making of the English Working Class-İngiliz İşçi Sınıfını Anlamak-;1968
isimli kitapları Kültürelciler’in bir araya gelmesine neden olan ve özünde kültürü, özellikle de sıradan insanın kültürünü sorgulayan temel kitaplar olmuştur.
İngiliz Kültürel Çalışmalar Ekolü, sosyoloji, antropoloji, psikoloji, linguistik, eleştirel edebiyat, sanat teorisi, müzik, felsefe ve politika, kısacası olguları açıklamak için hangi disipline ihtiyaç varsa Kültürel Çalışmalar onu alır ve kendi çalışmaları doğrultusunda kullanır. Bu yüzden çoğu zaman inter-disipliner olarak tanımlanır.
Ekolünün etkinliğinin en önemli özelliklerinden biri teorisyenlerinin -Williams gibi-; edebiyatla sosyal bilimler arasında başarılı bir köprü kurmasında yatmaktadır.
Kültürel çalışmalarda en çok bilinen ve en önemli teorik açılımı getiren olgu, kültürel ürünlerin ve sosyal pratiklerin birer metin olarak okunmasıdır. Eleştirel kuramdan ödünç alınan bu yaklaşım, yani metin analizi, medyanın ürünlerinin analizinde-okunmasında en önemli yöntemlerden biri haline gelmiştir. Edebiyat üzerine yapılan metin analizleri, özellikle medya analizlerine kaynaklık etmiştir.
Hegemoni kavramı, kültürel çalışmalar kapsamında üzerine en çok vurgu yapılan kavramdır vediğer tüm kavramların bir adım önünde konumlanmaktadır.
Gramsci’nin geliştirdiği hegemonya, medya ve kültürel çalışmalarda hâkim sınıfın kitleler üzerinde nasıl fark ettirmeden kültürel, sosyal ve ekonomik bir tahakküm kurduğunu ortaya çıkaran merkezi bir kavramdır.
Kültürel Çalışmalar da hegemonyanın süreksizliği gerçeğinden yola çıkarak; bağımlı sınıfların iktidar bloğunun tahakkümüne karşı geliştirdikleri stratejiler üzerinden, popüler kültürün sadece pasifize edici bir kültür olmadığını, aynı zamanda halkın önceliklerini de yansıttığını ve bu yüzden de popüler olduğunu ileri sürer.
Merkez Ortodoks Marksist yaklaşımların aksine kültürü ekonomik alt yapı tarafından belirlenen bir üst yapı kurumu olduğu yönündeki tezi kabul etmemekte; bunun yerine kültürün, “sıradan” olduğunu, halkın önceliklerini ve “kendisini” yansıttığını ileri sürerek teknolojik belirlenimcilik yerine, popüler kültürün olumlanması yönünde bir yaklaşımı tercih etmektedir. Frankfurt Okulu’na benzerlik göstermekle birlikte; kitle kültürü ile popüler kültür arasına bir ayrım koymasıyla bu gelenekten uzaklaşmaktadır.
(Frankfurt okulu, Eleştirel kuramla özdeşleşen okul özellikle kültür endüstrisi kavramıyla, kitle kültürünün insanları pasifize ettiğini ileri sürmektedir.)
Kültürel Çalışmalar, popüler kültürü “yanlış bilinç” olarak değil; kitle kültürünün aksine “halkın sesi” olarak görmekte ve özellikle tüketilme anında halkın bilinçli tercihine vurgu yaparak, popüler kültür içerisindeki özgürleşim olanaklarını işaret etmektedir.
Kültürel Çalışmalar’a göre, kitle atomize bir yığın değil, tek tek bireylerden oluşmuş bir topluluktur ve her zaman iktidarın dilediği gibi yönlendirebileceği bir topluntu olarak ele alınamaz. Daha önceki sosyal bilimciler “kitleyi” kendileri dışındaki, “kültürel aptallar” olarak tanımlaması Kültürel Çalışmalar’da kabul görmemektedir. Kitle, Ekol’ün esas oluşturucusu Williams’ın sözleriyle “son derece komplike bir yapıya sahiptir” ve “doğru ve derinlikli analiz edilmesi” zorunludur.
Kültürel Çalışmalar’a kadar medya metinlerini alımlamada kitlenin güçsüzlüğünden dem vurulmuş ve dayatılan ideoloji karşısında savunmasız olduğu varsayılmıştı. Kültürel Çalışmalar; metnin esas anlamının tüketilme anında ortaya çıkacağını ileri sürmüş ve kitlenin kendi özgür seçimini yapabilme yetisine sahip bireylerden oluştuğunu imlemişlerdir.
Kültürel Çalışmalar, medyanın ekonomi politiğine yoğunlaşmak yerine medya metinlerinin dilsel ve ideolojik yapılanmasına çok daha fazla dikkat sarfetmiş; pasif izleyici anlayışının yerine daha aktif bir izleyici, okuma anlayışı koymuştur.Kültürel çalışmalar geleneği içinde yapılan bir dizi metin analizi hangi söylemlerin medya metinlerinde hegemonik ideoloji doğrultusunda yeniden üretildiğini ve hangilerinin muhalif tarzda okunarak ters çevrildiğini, metin analizleri yoluyla ortaya çıkarmaktadır.
Richart Hoggart (Edebiyatın Kullanımı 1957)
1959 yılında İngiliz Edebiyatı profesörü olarak Birmingham Üniversitesi’nde çalışmaya başlamış ve 1964 yılında da, bu üniversiteye bağlı olan Çağdaş Kültürel Çalışmalar Merkezi’ni kurmuştur. Hoggart için edebiyatın son derece merkezi ve belirleyici bir önemi vardı. O’na göre, gerçekten edebiyatı ve okumayı bir disiplin olarak özümsemek; İngiliz kültürel yaşamını, tarihini, soyolojisini çözümlemek ve anlayabilmek açısından, sosyal bilimciler için eşsiz bir dayanak noktası oluşturur.
• Richard Hoggart’ın Te Use of Literacy -Edebiyatın Kullanımı-; 1957,
• Raymond Williams’ın Culture and Society -Kültür ve Toplum-; 1958,
Her iki kitap da geçmiş kültürün kaybolması ve geleneksel kültürün yeni kültürel oluşumların tehdidi altında olması gibi benzer konuları, benzer yaklaşımlarla dile getirmiştir.
“Hoggart’a göre geleneksel popüler kültür doğrudan halkın sosyal koşullarından doğan tecrübelerinden ve gündelik yaşam deneyimlerinden oluşmaktadır. Bu koşullarda üretilir ve tüketilir. Oysa kitle kültürü yanıltıcı ve yüzeyseldir.” Hoggart, bu çalışmasında kitlesel üretimin ve tüketimin, toplumsallaşma sürecindeki değiştirme ve dönüştürme potansiyellerine dikkat çekmiş ve kültür endüstrisinin uzanamadığı, ulaşamadığı noktaları betimlemiştir.
Edward Palmer Thompson (İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu)
Tompson 20. yüzyılın en önemli tarihçilerinden birisidir. Kuşkusuz sadece toplumun alt kesimlerinin tarihini yazdığı için değil, bu tarihi onlardan yana tavır alarak yazmak cesaretini gösterdiği için de önemlidir. Tompson, İngiliz İşçi Sınıfı’nın Oluşumu kitabında sınıfsal etkileri incelemiş ve kültür-sınıf etkileşimi üzerinde durmuştur. Tompson, “Kapitalist üretimin gelişmesiyle birlikte, “aşağı tabaka”, sömürü formlarının, geleneksel kullanım haklarının kamulaştırılmasını ya da iş ve boş vaktin değer kalıplarının vahşice bozulmasını daha fazla hissetmeye başladı”, ifadeleriyle yaşanan değişimin toplumun alt kesimlerine nasıl yansıdığını gözler önüne sermiştir.
(Sınıf, bir toplumda, aynı görevi yapan, aynı yararı sağlayan, aynı şartlarda yaşayan insan gruplarına verilen isim.)
Tompson’un çizdiği tablo, sadece ekonomik olanakların, ihtiyaçların ve beklentilerin değil, ahlaki değerlerin ve siyasi ittifakların da değiştiği bir ortamda, eskiyle yeninin, geleneksel olanla radikal olanın, birlikte, toplumsal aktörleri yeniden biçimlendirişini tanımladıkları bir tablodur. esi içermektedir. Tompson’a göre halkın ihtiyaç ve beklentilerinin kökleri eski düzendedir ve bu düzen çözülmeye başlamıştır. Ama bu çözülme süreci, aynı zamanda işçi sınıfının oluşma sürecidir. Bu işçi sınıfı bilinci, özellikle, hayatları altüst olmuş insanların siyasi ortama hâkim olan politik iktisat mantığıyla hesaplaşması içinde biçimlenir.
İşçi sınıfının oluşumu, halkın eski düzenin çözülüşü sırasında yaşadığı deneyimler ve bu deneyimlere verdiği tepkiler içinde ortaya çıkan bir işçi sınıfı bilinciyle yakından ilgilidir. Bu işçi sınıfı bilinci, özellikle, hayatları altüst olmuş insanların siyasi ortama hâkim olan politik iktisat mantığıyla hesaplaşması içinde biçimlenir.
Raymond Williams (Kültür ve Toplum 1958)
. Kültür ve medya üzerine yaptığı analizlerle İngiliz Kültürel Çalışmalar Ekolüne kaynaklık etmiş olan Williams, İngiltere’nin en saygın teorisyenlerinden biri olarak kabul edilmektedir. O’nun Kültürel Çalışmalar Ekolü ile arasında var olan bağ, Birmingham Üniversitesi’nde çalışması değil, eserlerinin Kültürel Çalışmalar Merkezi’nce yol haritası olarak kabul edilmesidir. Özellikle kültüre yönelik yaklaşımıyla, Ekol’ünün en belirleyici ismi olmuştur. Williams’ı Ekol’le birleştiren;
Kültürel materyalizm olarak nitelendirdiği yaklaşımla, kültürün edebiyat, dil, iletişim, ideoloji gibi çeşitli alanlarını incelemiş; bunların kurumlar, işbölümü, üretim biçimi, sınıflar ve demokrasiyle ilişkisini temellendiren kapsamlı bir kültür kuramına yönelmiştir.
Williams da Merkez’in kurucusu Hoggart gibi, benzer tarihlerde, (birbirleri ile daha önce temasları olmamasına rağmen) benzer konuları; benzer yaklaşımlarla ele alması; kültüre ve edebiyata yönelik aynı duyarlılığı paylaşması, ikinci olarak da Williams Merkez’in ideolojik rotasında son derece belirleyici olan “Politics and Letters” ve “New Left Review” adlı Marksist dergilerdeki aktif konumuyla Kültürel Çalışmalar Ekolünün; Hoggart kadar; hatta etkinlik olarak ondan çok daha belirleyici bir aktörü olarak kabul edilmesidir.
Williams kitabında kültürün sıradan olduğunu vurgulayarak hem bir süreliğine içinde yer aldığı seçkinci Scrunity hareketini, hem de kültürel indirgemeciliği reddederek Marksizmin Ortodoks yorumuyla ciddi bir hesaplaşma içerisine girmiştir.
(Scrunity hareketi: Marksist, seçkinci ve akademik bir oluşum olan Scrunity hareketinin ana temasını “organik topluma duyulan özlem” oluşturmaktadır. Scrunity, üç ayda bir çıkan bir edebiyat/eleştiri dergisidir ve bu yayında yer alan yazarlar kültüre ana hatlarıyla aynı pencereden bakmaktadırlar. Hareketin kurucusu Frank Raymond Leavis’tir.)
Williams, bu kitabında, öncelikle genel bir kültür anlayışının, ancak yetişmiş ve eğitimli bir seçkin tabakanın yukarıdan müdahalesi ve rehberliği altında olanaklılık kazanacağını düşünenlere şiddetle karşı çıkmıştır. Williams bu çalışmasında öz olarak, sıradan insanların kültürünü “yüksek” kültürel geleneğin seçilmiş öğeleriyle bir arada harmanlayan ve bütünleştiren genel bir kültürün geliştirilmesini sağlayacak daha az seçkinci bir çarenin olanaklı olduğunu söylemektedir.
Williams, özellikle kültür, toplum ve ekonomi arasındaki bağlantıları işaret ederek, bu üç kavramın modernizmin gelişim sürecinde birbirlerini etkilediklerini ve belirlediklerini ileri sürmüştür.
Williams aynı zamanda bizzat Marx’a gönderme yaparak, onun “altyapı” olarak kastettiği terimin daha derinlikli kullanılmasının gerekliliğini savunur: “Altyapı, insanın gerçek toplumsal varoluşudur. Altyapı, maddi üretici güçlerin gelişmesinin bir aşamasının karşılığı olan gerçek üretim ilişkileridir. Altyapı, maddi üretici güçlerin belli bir aşamasındaki üretim tarzıdır.”
“Marksizmin gelişiminin tam tersine, incelenmesi gereken altyapı, üstyapı değil, özgül gerçek “
Williams, Marx’ın “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” isimli kitabının önsözünde belirttiği, “altyapının-üstyapıyıyı belirlemesi teorisini” tamamıyla kabul etmemekte ve kültürel belirlenimciliğe karşı, insan doğasının ele geçirilemez boşluklarına vurgu yapmaktadır.
Gerçekten de, Williams’ın öngörüleri göz önüne alındığı zaman belirlenimciliğin, tek boyutlu ve tek yönlü olmadığı görülmektedir.
Williams’a göre, “iletişimin yol açtığı değişimin farklı yansımaları anlayabilmek ve keşfedebilmek için geçmişte kullanılan yaklaşımları terk etmek zorunludur. ‘Azınlık’ ve ‘kitle’
gibi sosyal durumu açıklamaktan çok, daha da karmaşıklaştıran kelimeler yerine yaşanan değişimi “yeni” kavramlarla değerlendirmek gerekmektedir.
Williams kültür ve toplumsal yapıların analizi konusunda geçmişin kalıplaşmış yaklaşımları yerine, çok daha kapsayıcı, toplumun hücrelerindeki ayrıntılara önemseyen, onlara değer veren ve kapalı uçlu şablonların doğruluğunu sorgulayan bir bakış açısıyla, kendi özgün çizgisinde yürümüş ve çalışmaları bir çok sosyal bilimci tarafından “milad” kabul edilmiştir.
“Kitle oldukça komplike bir terimdir. Kendimizi, arkadaşlarımızı, iş arkadaşlarımızı ve yakın çevremizi kitle olarak görmeyiz de kitleleri hep ‘diğerleri’ olarak tanımlamaktan hoşlanırız. Kitle sözcüğü daima ‘ötekini’ çağrıştırır. Başka insanlar da bizleri kitle olarak tanımlarlar. Kitleler diğer insanlardır. Aslında kitleler yoktur, sadece insanları kitleler olarak görme biçimleri vardır.
Williams da popüler kültürün halk tarafından yaratılan kültür olduğunun altını çizer ve “popüler kültürün ne olduğunu teşhis edenin de daima halk değil de, başkaları olduğunu” gayet ironik bir dille ifade eder. Williams popüler kültür ile kitle kültürü arasına bir ayrım koyar ve popüleri olumlar.
“Hegemonya sadece yukarıdan dayatılan fikirler ve manüpilasyon yoluyla gerçekleşemez. Hegemonya ancak; yaşanan hayatın tüm deneyimleri ve pratiklerinin bir araya gelmesi ve aralarındaki ortak uyum ile gerçekleşir ” Dolayısıyla Williams, hegemonyayı etkin bir süreç olarak tanımlamakta ve toplumsal yapıdaki bütünleştirici işlevine gönderme yapmaktadır.
Williams’ın çalışmalarında sadece televizyonun değil, gazete, radyo ve sinema gibi diğer kitle iletişim araçlarının kültürel işlevi önemli bir yer tutmaktadır. Williams, televizyonda bize sunulan, birbirinden farklı pek çok görüntü ve ses mesajının da aslında aynı bütünün bir parçası olduğunu söyleyerek, bu program parçacıklarını birbirleriyle köklü bir etkileşim içerisinde bulunduğunu iddia etmektedir.
Raymond Williams’ın “akış teorisi” televizyonda yer alan farklı programların aynı bütünün bir parçası olduklarını ve süregelen bir akış içerisinde yer aldıklarını ifade eder.
Stuart Hall (1964 Pady Whannel ile birlikte The Popular Arts (Popüler Sanat)
Ricgard Hoggarth’ın ardından Merkezin ikinci yöneticisi olan Stuart Hall merkezin yeni sol yönünde politikleşmesinde önemli rol oynamıştır. Hoggart ve Williams’ın aksine; edebiyata biraz daha mesafeli ama sosyal ve politik olaylarla daha yakından ilgilidir. Sınıfsal, ideolojik ve ırksal kökeni; onu toplumsalı yorumlarken daha da duyarlı olmasına yol açmış ve Merkez’in orta vadede giderek politikleşmesinde de etkin bir aktör olarak rol oynamasına neden olmuştur.
Kendi ifadesiyle kültür çalışmalarına yönelik artan ilgisinin temelinde Jamaika kültürüyle ilişkisinin ne olduğunu ve Jamaika kültürünün ne olduğunu anlama çabası yatar.
Stuart Hall da Williams gibi, Gramsci’nin “hegemonya” kuramından etkin bir şekilde beslenmiştir. “sıradan insanlar kültürel aptallar olmadıklarına göre, popüler kültür biçimlerinde kendi hayatlarına ilişkin gerçeklerin nasıl temsil edildiğinin basbayağı farkındadırlar” Hall’a göre, farklı toplumsal kesimler hayat tarzlarını, zevklerini, beğenilerini kısacası ideolojilerini popüler kültür formları aracılığıyla dışa vururlar. Bu açıdan popüler kültür ürünleri çeşitli toplumsal kesimlerin kendilerini ifade ettikleri mücadele alanı ve aracıdır.
Stuart Hall’a göre, modern iletişim araçları asla toplumsal yapılar ve pratikler alanı dışında kavramsallaştırılamazlar, çünkü giderek artan oranda bu alanın bir parçası haline gelmektedirler. Günümüzde iletişim kurumları ve ilişkileri toplumsal alanı tanımlamakta ve inşa etmekte; siyasal alanın inşasına yardım etmekte; üretken ekonomik ilişkileri
dolayımlamakta ve modern endüstriyel sistemler içinde “maddi bir güç” haline gelip, bizatihi teknolojik olanı tanımlamakta; kısacası kültürel olana hükmetmektedirler.
Hall için “ideoloji, bizim kültürümüzden, bizim kim ve ne olduğumuzun belirlendiği bilincimizden üretilir.”
“Kültürel Çalışmalar Ekolünün üyeleri, kitlelerin “atomlaşmış” bireylerden oluşan, edilgin bir topluluk olduğunu varsayan kitle toplumu kuramının doğruluğunu sorgulamış ve bunu mutlak gerçek olarak kabul etmeyerek, sistem içinde tüketicilerin direnme olanaklarını işaret etmiştir.
(Kodlama-kod açımı) isimli makalesi (1973) bir metnin farklı biçimlerde okunabilme olanağına dikkati çekerek okurun her zaman egemen değerleri meşrulaştıran metnin “yeğlediği” okumayı yapmadığını ileri sürer. “ “Bu modelde, televizyon programları gerçekliğin yansımaları ya da çarpıtımları olarak değil, kodlanmış anlamalar dizisi, özgül, estetik, siyasal, teknik ve profesyonel ideolojilerin ürünü olarak anlaşılırlar. Program bir kez üretildiğinde oldukça etkili ama belirsiz bir göstergeler yapısıdır. Program yapımcıları izleyicileri belli anlamları yeğleme’ye özendirmek için tüm kodlama beceri, yetenek ve bilgilerini kullanabilirler ama kod açımı edilgin değil, etkin bir süreç olduğu için bu ‘yeğleme’ kodlayıcıların iktidarının bir güvecesi değil, bir iktidar girişimidir; yani kod açımı sırasında izleyicinin pazarlığa oturacağı bir tekliftir.
Hall makalesinde izleyiciler açısından üç tip açımlamayı tanımlar:
• Yeğlenen
• Tartışmacı
• Muhalif:
Yeğlenen açımlama, doğal, meşru, kaçınılmaz bir toplumsal düzenin hegemonik bakış açısına uygun düşer; bu görüş benimsendiğinde medya metinlerinin egemen ideolojinin yeniden üretimi söz konusudur.
Tartışmacı açımlama, kısmen egemen anlamları ve değerleri benimseyen, ancak ait olunan grupla ilgili konumlanmalar bağlamında mesajı tartışmaya açar ve uyumla direniş arasında gezinir. Okur metnin belli kısımlarını uygun bulurken, belli görüşleri de reddedebilir.
Muhalif açımlama, açımlama ise, karşıt bir dünya görüşüne göre (örneğin ulusal çıkarı sınıf çıkarına çevirerek) yorumlama anlamına gelir ki; muhalif okumayı ancak hâkim söylemin ve ideolojinin farkında olan insanlar yapabilir. Burada amaçlanan okumanın tamamen reddi söz konusudur.
Bu çalışmada Hall, iktidarın medya metinlerindeki konumlanmasını kompleks bir yapı içerisinde ele almakla birlikte, aynı zamanda izleyiciyi aktif ve anlam oluşturabilme yetisine sahip bir özne olarak kabul etmektedir.
Bu makale merkezin birçok araştırmasını televizyona yöneltmiş ve “aktif izleyici” teorisinin oluşmasına kaynaklık etmiştir. Etkin izleyici teorisi, iletişim sürecinde izleyicilerin kendi kararlarına ve gerçeklerine medya metinlerinden ulaşmaya muktedir olduklarını ve metni sadece öngörülen şekilde değil, birçok anlama olanak veren farklı biçimlerle okuyabileceklerine vurgu yapar.
Medya metinleri egemen söylemler içinde yapılandırılmış olmalarına rağmen alılmama anında farklı okuma biçimleri mümkündür. “Bu yaklaşım 80’lerde ve 90’larda medya metinlerinin dizilerde, romanlarda, haberlerde ve eğlence programlarında anlam oluşturma sürecini açıklamaya yönelik çalışmalarına kaynaklık etmiştir. Bu çalışmalar, hegemonik
söylemin oluşmasında medyanın oynadığı rolü işaret ederken, aynı zamanda hâkim söylemi izleyicilerin hangi noktalarda zaafa uğratabildiğini gözler önüne sermektedir.
Aktif İzleyici, televizyon izleyicilerin bilinçli bir şekilde aktarılan mesajları seçtikleri ve kendi anlamlarını oluşturabildiklerini ifade eden yaklaşım.
KÜLTÜREL ÇALIŞMALAR’IN ÖNCÜLLERİNDEN SONRAKİ GELİŞİMİ
İlk dört öncüle yeni isimler eklenmiş, genellikle aynı merkezde çalışan akademisyenler daha yeni ve daha farklı konularla okulun gelişimine katkı sağlamışlardır.
Bu isimlerin başlıcaları:
İngiltere’den Angela McRobbie, David Morley, Dick Hebdige ve Lawrence Grossberg’dir.
Angela McRobbie’nin “Postmodernizm ve Popüler Kültür”, “Feminizm ve Gençlik Kültürü”, David Morley’in Stuart Hall’un modelini sınadığı “Nationwhite” alılmama araştırması,
Dick Hebdige’nin “ Altkültür” kitabı
Lawrence Grossberg’in “Popüler Kültür ve Kitle İletişim”, “Kültürel Çalışmalar ve Gelecek”
Kitapları kültürel çalışmaların görece daha yakın dönem çalışmaları olarak dikkat çekmiş ve ekolün daha derinlere ve farklı boyutlara yöneliminde de belirleyici olmuştur.
Amerikalılar İngiltere’den kültürel incelemeleri transfer ettiklerinde, siyasal yanı ve kapitalizme karşı olan eleştirilerini nötrleştirip genel eleştirel kelimelerini tutarak Amerikan tarzı bir kültürel incelemeler yaratmıştır.
Klasik “aktif izleyici” (active audience) tanımının yerine aynı anlama gelen fakat daha taze, masal gibi büyüleyici olan “çoğulcu alımlama” (polysemic reception) söylemi getirilmiştir.
Eskisinden farklı olarak, kapitalist sistemin övgüsüyle değil; “sonsuz türde anlam vermeler” içinde yüzen (aslında yüzdüğünü sanan) insanın anlamlandırmadaki tercihsel özgürlüğü ve çoğulcu alımlama iddialarıyla ve “tüketiciyi” belirleyici konuma yerleştirmeyle yapılmıştır. Bunu yaparken, kapitalizmin getirdiği koşullar eleştirilirken bile, kapitalizm izleyiciye sunduğu çeşitlilik ve çoklukla sağladığı zengin metinsel olanaklardan (tüketim olanaklarından) dolayı kutlanır ve yeniden-meşrulaştırılmıştır.
Marksist yönelim Dallas W. Smythe’nin yaklaşımı paralelinde (Toronto Okulu) ve Avrupa ve Amerika etkisinde biçimlenmiştir.
Avustralya’da, Amerikan türüne benzer analizle John Fiske’yi görülmektedir.
İngiliz etkisi Kıta Avrupa’sında farklı şekillerde ortaya çıkmıştır.
Fransa’da, semiyotikçilerin, Barthes’in ve Fransız yapısalcıların etkisinde seyretmiştir.
Almanya’da Frankfurt Okulu’nun etkileri devam etiği için, İngiliz kültürel incelemelerin etkisi, Fransa’da olduğu gibi, fazla olmamıştır.
Kültürel Çalışmalar, kitleye yönelik önyargılı, umutsuz ve küçümser bir yaklaşımı takip etmek yerine; insana inanan, özgürlükçü ve - metodolojisi sorgulanabilir olsa da- duyarlı ve derinlikli bir yaklaşımı tercih eder. Bunda da en önemli etken sosyal bilimlerin tüm disiplinlerinden beslenmelerinin yanı sıra, iki kurucusu Hoggart ve Williams’ın öncelikle edebiyatçı olmaları bu yüzden sanatı, özellikle de edebiyatı diğer tüm disiplinlerin üzerinde konumlandırmalarında aramak gerekir.
Kültürel Çalışmalar Merkezi, 1979 yılında Hall’un ayrılışının ardından, 1980’ler boyunca bağımsız olarak varlığını sürdürmek konusunda gitgide daha fazla mücadele vermek zorunda kalmış ve 1980’lerin sonunda lisans düzeyinde eğitim veren bir Kültürel Çalışmalar
departmanı haline gelmiştir. Bu, Merkez’in araştırmalarının doğası ve kapasitesi üzerinde dramatik bir etki yaratmıştır. 2002 yılında Birmingham Üniversitesi, çalışmalarının değerinin düştüğü gerekçesine dayanarak Merkez’in kapanması yönünde tartışmalı bir karar vermiştir.
Anahtar Sözcükler:
• Kültürel Çalışmalar
Kültürel Çalışmalar adını 1964 yılında Birmingham Üniversitesi’nde Centre Contemporary Cultural Studies (CCCS- Çağdaş Kültürel Araştırmalar Merkezi)’den alır. Kültürel Çalışmalar, 60’lı yılların ortasında kültür ve medya alanında benzer yaklaşımlara sahip olan bir grup akademisyenin birlikte ya da birbirlerinden habersiz meydana getirdiği bir sosyal bilim ekolüdür.
Kültürel Çalışmalar, popüler kültürü “yanlış bilinç” olarak değil; kitle kültürünün aksine “halkın sesi” olarak görmekte ve özellikle tüketilme anında halkın bilinçli tercihine vurgu yaparak, popüler kültür içerisindeki özgürleşim olanaklarını işaret etmektedir.
Kültürdeki elitist ve hiyearşik yaklaşımlara da mesafeli yaklaşan Merkez; kitle kültürünün düzleştirici ve biçimlendirici etkilerine karşın, toplumdaki direnme biçimleri ve farklı açımlamalar üzerinde önemle durmuştur.
• Popüler Kültür
Williams popüler kültürün halk tarafından yaratılan kültür olduğunun altını çizer ve popüler kültürün ne olduğunu teşhis edenin de daima halk değil de, başkaları olduğunu ironik bir dille ifade eder. Williams popüler kültür ile kitle kültürü arasına bir ayrım koyar ve popüleri olumlar.
• İşçi Sınıfı Kültürü
İşçi sınıfının oluşumu, halkın eski düzenin çözülüşü sırasında yaşadığı deneyimler ve bu deneyimlere verdiği tepkiler içinde ortaya çıkan bir işçi sınıfı bilinciyle yakından ilgilidir. Bu işçi sınıfı bilinci, özellikle, hayatları altüst olmuş insanların siyasi ortama hâkim olan politik iktisat mantığıyla hesaplaşması içinde biçimlenir.
• Akış Teorisi (Raymond Williams)
Televizyonda yer alan farklı programların aynı bütünün bir parçası olduklarını ve süregelen bir akış içerisinde yer aldıklarını ifade eder.
• Aktif İzleyici (Stuart Hall)
Televizyon izleyicilerin bilinçli bir şekilde aktarılan mesajları seçtikleri ve kendi anlamlarını oluşturabildiklerini ifade eden yaklaşım
Hoggart Edebiyatın Kullanımı çalışmasında, İngiliz işçi sınıfı bağlamında yönetilenlerin, yönetenlere karşı geliştirdikleri stratejilere ilgisini yoğunlaştırır. Özellikle kitlesel yayıncılığın, orta sınıf kültürünü son 20-30 yıl içerisinde nasıl değiştirdiğini inceleyen Hoggart, bu çalışmasında kitlesel üretimin ve tüketimin, toplumsallaşma sürecindeki değiştirme ve dönüştürme potansiyellerine de dikkat çekmiş ve kültür endüstrisinin uzanamadığı, ulaşamadığı noktaları betimlemiştir.
E. P. Tompson ise Kültürel Çalışmalar’a kaynaklık eden İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu kitabında, 18. yüzyılın ikinci yarısından 19. yüzyılın ortalarına uzanan dönemde İngiltere’nin toplumsal ortamını ele almıştır. Tompson 20. yüzyılın en önemli tarihçilerinden birisidir. Kuşkusuz sadece toplumun alt kesimlerinin tarihini yazdığı için değil, bu tarihi onlardan yana tavır alarak yazmak cesaretini gösterdiği için de önemlidir. Tompson, İngiliz İşçi Sınıfı’nın Oluşumu’nda sınıfsal etkileri incelemiş ve kültür-sınıf etkileşimi üzerinde durmuştur.
Raymond Williams 1958 yılında yayınladığı “Kültür ve Toplum” kitabıyla kültürün sıradan olduğunu vurgulayarak 18.yüzyıldan günümüze kültürün, toplumsal değişmenin paralelinde yüklendiği yeni anlamları sorgulamaktadır. Williams popüler kültürün halk tarafından yaratılan kültür olduğunun altını çizer ve popüler kültürün ne olduğunu teşhis edenin de daima halk değil de, başkaları olduğunu ironik bir dille ifade eder. Williams popüler kültür ile kitle kültürü arasına bir ayrım koyar ve popüleri olumlar.
Marksizmin Ortodoks yorumuyla da ciddi bir hesaplaşma içine giren Williams sadece alt yapının üst yapı tarafından belirlendiğini değil, üst yapının da alt yapıyı belirleyebileceğini ileri sürer.
Williams, ayrıca akış teorisiyle televizyonda bize sunulan, birbirinden farklı pek çok görüntü ve ses mesajının da aslında aynı bütünün bir parçası olduğunu söyleyerek, bu program parçacıklarını birbirleriyle köklü bir etkileşim içerisinde bulunduğunu iddia etmektedir.
Stuart Hall, Hoggart ve Williams’ın aksine; edebiyata biraz daha mesafeli ama sosyal ve politik olaylarla daha yakından ilgilidir. Sınıfsal, ideolojik ve ırksal kökeni; onu toplumsalı yorumlarken daha da duyarlı olmasına yol açmış ve Merkez’in orta vadede giderek politikleşmesinde de etkin bir aktör olarak rol oynamasına neden olmuştur. Hall, akademik ilgisini, kendi etnisitesine, kimliğine, kültürel aidiyetlerine, cinsiyetine ilişkin sorgulamalarından üreten bir kuramcıdır.
Kendi ifadesiyle kültür çalışmalarına yönelik artan ilgisinin temelinde Jamaika kültürüyle ilişkisinin ne olduğunu ve Jamaika kültürünün ne olduğunu anlama çabası yatar. Hall’a göre, farklı toplumsal kesimler hayat tarzlarını, zevklerini, beğenilerini kısacası ideolojilerini popüler kültür formları aracılığıyla dışa vururlar. Bu açıdan popüler kültür ürünleri çeşitli toplumsal kesimlerin kendilerini ifade ettikleri mücadele alanı ve aracıdır.
Ayrıca Hall’un “kodlama-kodaçımı” modeli de medya metinlerinin alımlanmasında pek çok araştırmacı için yol gösterici olmuştur.
2. ÜNİTE
Kitle kelimesi, basit ve sıradan anlamıyla, ırkları, meslekleri, cinsiyetleri ve kendilerini bir araya toplayan tesadüf her ne olursa olsun, rastgele bir bireyler topluluğunu ifade eder.
Kitle iletişimin genel özellikleri ana hatlarıyla şöyledir:
• Kitle iletişimi görece geniştir,
• İzlerkitle çeşitli toplumsal kümelerden gelen ve çeşitli niteliklere sahip insanlardan oluşan ayrı türden bir topluluktur,
• İzlerkitle kimliksiz bir topluluktur, yani izlerkitle üyesi ile iletişimci genellikle birbirlerini kişisel olarak tanımazlar,
• Kitle iletişimi kamusaldır, yani içeriği herkese açıktır,
• Kitle iletişim araçları kaynaktan uzakta bulunan, birbirlerinden de ayrı olarak konumlanmış çok sayıda insanla aynı anda ilişki kurabilir,
• Kitle iletişimi karmaşık biçimsel kurumları gerektirir,
• İletişimciyle izlerkitle arasındaki ilişki izlerkitlelerin kişisel tanışıklığı olmayan, profesyonel iletişimci rolündeki kişiler aracılığıyla kurulur,
• Kitle iletişimi karmaşık biçimsel kurumları gerektirir,
• İletişimciyle izlerkitle arasındaki ilişki izlerkitlelerin kişisel tanışıklığı olmayan, profesyonel iletişimci rolündeki kişiler aracılığıyla kurulur,
• İletişim geri döndürülemezcesine tek yönlüdür ve izlerkitlenin anında yanıt verme olasılığını fiilen dışlamaktadır, böylelikle iletişim sisteminde göndericiyle alıcı arasında keskin bir kutuplaşma söz konusudur,
• Kitle iletişim araçlarının ürünleri hem fiziksel anlamda, hem de bireye maliyetinin oldukça az olması nedeniyle parasal anlamda halkın çoğunluğu için kolayca elde edilebilirdir.
Kitle Kültürünün özellikleri ana hatlarıyla şöyledir:
• Kitle kültürü standartlaşma talep eder,bu standartlaşma kitle kültürünün içeriğini homojenleşmeye zorlar.
• Kültür, mümkün olan en geniş izleyici kitlesine satılan bir maldır.
• Estetik bir forma sahip değildir.
• İzleyicide pasif tutumu önerir, çaba göstermeme bir alışkanlık olur.
• Manipüle edicidir ve gerektiğinde şiddeti de kullanır.
• Yaratıcı değil, çoğaltıcı ve aktarıcıdır.
• Klişelere yaslanır
• Kitleleri benzeştirmek amaçlanır.
• Demokratik değildir, hatta içeriğinde totaliter öğeler beslemektedir.
• Tüketicilerin katılımı satın alıp-almama ile sınırlıdır.
• Diğer kültürleri tehdit eder ve onları kitle kültürü içinde asimile etmek arzusundadır.
• Kültürel üretimde estetik beğeni, ticari başarının ardından gelir. Önemli olan ürünün satılıp satılmadığıdır. Tamamen kar amaçlıdır.
• Kalıcı değildir, sistem sürekli olarak değişime açıktır.
• Vasatlığı övüp, sıradanlığı yüceltebilir.
• Kitle iletişim araçlarıyla yayılır ve onlara bağımlıdır.
• Sistemin sınırları dâhilinde uzlaşımcıdır.
Gustave Le Bon, Kitleler Psikolojisi adlı kitabında insanların kitleleştiklerinde son derece acımasız, vahşi ve dizginsiz bir tavır takınabileceklerini ve bu özellikleri nedeniyle tehlikeli olabileceklerini ifade etmiştir.
Le Bon, kızgınlık, muhakeme yeteneksizlikleri, hüküm verme ve eleştiri yeteneksizliği, duygularda mübalağa gibi karakteristik özellikler gösteren kitlelerin özellikle şan, şeref, din ve vatan duygularına hitap edilerek, birkaç cümle, bir iki resim ile kolaylıkla kışkırtılıp harekete geçirilebileceğini; bu özellikleri çocuklarda ve vahşilerde de görmenin mümkün olduğunu vurgulamaktadır.
William McDougall da kitleyi yığın ve örgütlü kitle olarak ikiye ayırır. En yalın durumuyla kitle, pek bir örgütlenme göstermeyen yığın (crowd) olarak tanımlanabilecek bir kitledir. Örgütlenmemiş kitle yani yığın; içtepileriyle davranır, tutkularının esiridir ve yargılarda acelecidir yani “arsız bir çocuk, tutkulu bir ilkel” gibidir . Kitle içinde bir kollektif zekâ engellenmesi söz konusudur der; fazla zeki olmayanların üstün zekâlıları kendi düşük düzeylerine çektiğini söyler. Ancak yığında açığa çıkan bu sorunlar, örgütlenmiş kitlede ortadan kalkacaktır.
Freud kendi kitle psikolojisini anlatmak için kitleyi iki kutupta kavramsallaştırır. Bunlar; geçici–uzun ömürlü, homojen-heterojen, doğal-yapay, ilkel-örgütlenmiş ve önderli-öndersiz kitleler şeklindedir.
Bu sebeple Freud’un kitle psikolojisi açıklamaları “libido” ve “ödipalüçgen”den bağımsız ele alınamaz. Freud ise daha önceki “bulaşım” ve “telkine yatkınlık” kavramlarının yerine “libido” ve “özdeşim” kavramlarını kullanır. Anne-baba-çocuktan oluşan ödipal üçgende, erkek çocuğun babayla, kız çocuğun ise anneyle olan özdeşimini, kitle içinde bireylerin önderle kurduğu özdeşime benzetir.
Mills kamu toplumunun özelliklerini şöyle sıralamaktadır:
• Toplumda kişilere, kendilerine yöneltilen bir görüş, düşünce ve kanaate karşı kendi görüş, düşünce ve kanaatlerini anında etkin bir şekilde açıklayıp yanıt verme ve bunu tüm kamuya açık olarak gerçekleştirebilme hakkı tanır.
• Toplum o anki otorite sistemine karşı çıksa bile, bu kamuoyuna uygun etkin bir eylemde bulunabilme olanağı hazırlanır.
• Toplumdaki yetkili kurum ve resmî makamlar serbestçe oluşmasına saygı gösterdikleri kamuoyu ve kamu üzerinde üstü örtülü yöntemlerle baskı kullanmaya kalkışmaz.
Buna karşılık kitle toplumu ise şu özellikleri taşımaktadır:
• Başkalarının fikir, düşünce ve kanaatlerini dinleyenler pek çok, buna karşılık kendi fikir, düşünce ve kanaatlerini ifade edebilenler pek azdır. Tamamen bir soyutlanma aracılığıyla toplama bireyler yığını durumuna indirgenen kamu, kitle iletişim araçlarınca etkilenip biçimlendirilmektedir.
Kamuoyunun oluşumundan sonra kamuoyunun kendini gerçekleştirmesi için girişmesi gereken eylemler, bu eylem kanaatlerini örgütleyen ve kontrolü elinde tutan resmî makamlarca ya da iktidar çevrelerince denetlenmektedir.
• İktidar kurumları karşısında kitleleşmiş kamunun bağımsızlığı kalmamakta; iktidar kurumlarının ve resmî makamların görevlisi olan kimseler kitleler üzerinde açık ya da örtülü yollardan nüfuzda bulunmakta, kişilerin karşılıklı ve özgür tartışma yoluyla kamuoyu yaratabilme özgürlükleri daha oluşmadan önlenmektedir.
Mills’e göre toplumların kitleleşmesinin ardında yatan temel etmen eğitim kurumları ve medyadır. Medya kitle içinde yer alan kişilere kim olduklarını söyler, onları kimliklendirir, olmak istedikleri kişileri gösterir ve onlara bununla ilgili tutkuları verir, olmak istedikleri kişi olma yoluna nasıl gidileceğini söyler ve teknikleri öğretir, son olarak da öyle olmadıkları halde nasıl –mış gibi hissedeceklerini söyler, böylelikle onlara kaçış yolunu da söylemiş olur. Bu şekilde kişilerin tutkuları ve kimlikleri arasında bir boşluk yaratılmaktadır. Bu boşluk kişileri kaçış tekniklerine götürür ve bu durum Mills’e göre büyük ihtimalle medyanın temel psikolojik formülüdür. Medyanın bir başka özelliği de kişileri dünyada olan şeylerle ilgili fazlaca bilgilendirmesi, fakat o kişilerin kendilerine iletilen gerçekliklerle iletişim kurmasına izin vermemesidir.
Eleştirel teori toplumu ve kitleyi düzenlemeyi, iktidarın varlığını pekiştirmeyi değil, kurumlardaki sömürüyü işaret etmeyi, toplumdaki sorunları eleştirerek değiştirmeyi hedeflemektedir. Bu açıdan bakıldığında eleştirel teorisyenler kitle kültürünün artan etkisi ve kitle iletişimin yaşamı biçimlendirici etkilerini analiz etmişler ve bu ortamın içindeki sınıf savaşını ve sömürüyü ifşa etmişlerdir.
Marx’a göre, üretim ilişkileri, onun üstünde hukuksal ve siyasal bir üstyapının yükseldiği temeli oluşturur ve bunlar, kendine söylemlerine uygun toplumsal bilinç biçimleri üreterek, siyasal ve entelektüel yaşam sürecinin koşulları üzerinde belirleyici olurlar. Dolayısıyla birer işletme olan kitle iletişim araçlarından yayılan kültür de, bu araçların ekonomi politiğinden bağımsız değildir. Kitle kültürü egemen çevrelerin organize ettiği, toplumsal eşitsizliğin gizlendiği bir iktidar aracıdır ve yanlış bilinç üreten bir ideoloji yaymaktadır. Marx hâkim sınıfların sahip olduğu iktidar ve ekonomik güç yolu ile, kendi ideolojilerini ellerindeki araçlar vasıtası ile bağımlı sınıfların belleklerinde içselleştirdiğini ileri sürerek, kitle iletişim araçlarını ellerinde tutan seçkinlerin, aracın ideolojisi ve söylemi üzerinde doğrudan etkili olduğunu belirtir. Marx, bu bağlamda ideolojiyi de, “Alman İdeolojisi” kitabında öz olarak, “insanların kendi sosyal konumlarını fark etmelerini engelleyen ve burjuva değerleri tarafından üretilen, yapay bir yanlış bilinç (Marx, 1992: 23)” olarak tanımlamaktadır.
Marx’ın meta fetişizmi kavramı da kitle kültürünün temelini oluşturan metaların kullanım değerlerinin değişim değerler tarafından örtülmesi ve metalara olduklarından çok daha farklı kültürel anl amlar verilmesini anlatır.
Hegemonya, Antonio Gramsci’nin hegemonya kavramı iktidarın kendi işlerliği adına, hâkimiyeti altındaki insanların rızalarını kazanmada başvurduğu stratejiler bütünüdür.
Kitle iletişim araçları da bu bağlamda ardındaki temel ideolojiyi gizleyerek kitle kültürü ile kitleleri “oyalar” ve hegemonyanın devamında aktif rol oynar.
Bu bağlamda modern dünyanın en önemli serbest zaman yönlendiricisi haline dönüşen kitle iletişim araçlarının “sürekli olarak tutarlı bir ideoloji ile toplumsal yapıyı yönetilen sınıfların tahakküm altına alınmalarına kendi rızalarıyla katılımları aracılığıyla yeniden üreten ve haklılaştıran bir dizi ortak duyusal değerler ve mekanizmalar üreterek hegemonyacı bir işlev gördükleri (Shoemer ve Reese, 1997, s.116)” ileri sürülebilir.
“Kültür Endüstrisi” terimi ilk kez 1944 yılında Teodor Adorno ve Max Horkheimer”ın ortak kitabı “Aydınlanmanın Diyalektiği” eserinde kullanılmıştır.
Adorno ile Horkheimer’a göre hayatın her alanı “kültür endüstrisi” tarafından metalaştırılmakta ve böylelikle hakim ideoloji hem ekonomik hem de ideolojik olarak kitlelerin bilincinde yeniden üretilmektedir.
Bu bağlamda kültür endüstrisinin temel amacı, toplumsal eşitsizliği gizleyerek sermaye egemenliğini pekiştirmektir; bunun için öngörülen temel strateji “arzunun yönlendirilmesi”dir.
Horkheimer’a göre, bireyleri edilgenleştiren kültür endüstrisi, sanat, eğlence, dinlenme, serbest zamanı değerlendirme gibi yaşam pratiklerini, tüketim eylemlerine dönüştürmektedir; bu bağlamda kültürel ürünlerin görünürdeki farklılığı ve içerdikleri mitsel anlamlar da, kültür endüstrisinin illüzyonundan ibarettir. Kültür endüstrisi, değişim değerlerini ön plana çıkardığı metalara sahip olanların farklılaşacağı “duygusunun” propagandasını yapar; oysaki bu “yanlış bilinç” sistem tarafından bilinçli olarak oluşturulan ve yönlendirilen bir güdüdür.
MEDYADA ELEŞTİREL YAKLAŞIMLAR
3. ÜNİTE
Marx ve Engels (1976) Alman İdeolojisinde, egemen güçleri tanımlarken maddi gücü olan sınıfların aynı zamanda egemen zihinsel güç olduğunu, maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıfların zihinsel üretim araçlarını da elinde bulunduracağını belirtirler ve egemen düşüncelerin aslında egemen maddi ilişkilerin fikir olarak ifade edilmiş biçimi olduğunu ileri sürerler.
Bu yaklaşımı Marx, son eseri olan Kapital’de (1986), kapitalist toplumun itki gücünün ekonomi olduğu şeklinde ifade eder. Maddi üretim araçlarına sahip olan veya üretimi denetleyen sınıfın, düşünsel üretimi de denetleyeceğini, egemen düşüncenin maddi ilişkilerin ifadesinden ibaret olduğunu söyler.
Hatta insanların düşünceleri burjuva üretim ve burjuva mülkiyet koşullarının ürünüdür. İdeoloji, var olan, geleneksel ve toplumsal olarak kurulmuş olan durumu doğallaştırır. İnsanların içinde bulundukları şartlarda mutlu olmalarını sağlayan bir yanlış bilinç üretir. İdeoloji yasal ve siyasal ilişkilerle birlikte üstyapıyı meydana getirir.
Ancak Marx’a göre ekonomik gerçeklik, uzun dönemde ideolojiden daha etkili olacak ve işçi sınıfı burjuvaziyi yıkacaktır. Böyle adil ve eşitlikçi bir toplumda, herkes kendisi ve toplumsal ilişkileri hakkında doğru bilince sahip olacağı için ideoloji gereksiz olacaktır.
Batı Marksizmi, kültürü, toplumsal hayatın düzenlenmesi ve kapitalist sistemin sürmesinde bağımsız ve aktif bir unsur olarak tanımlar.
Marx’ın materyalist düşüncesinde kültürün, ideolojinin, politikanın önemsiz görülmesi ve ekonomik altyapıya bağlı, bu yapı tarafından belirlenen üstyapı unsurları olarak ele alınması Batı Marksizmi adını alan yaklaşımlar tarafından eleştirilmiştir. Lukács’nın, “Ekonomik ve Felsefi El Yazmaları” adlı eseri üzerinden Marx’ı yeniden yorumlayan çalışmaları, kültürel bir Marksizm’in yolunu açmıştır. Lukács, belirlenimci Marksist yaklaşımları reddetmiş, proletaryanın bilinci söz konusu olduğunda tarihin otomatik olarak işlemeyeceğini söylemiştir.
Marksist anlayıştaki; altyapının üstyapıyı belirleyeceği, tarihin otomatik olarak işleyerek zamanı geldiğinde kapitalizme son vereceği yönündeki anlayış tartışılmaya başlanmıştır. Bu yaklaşım, Batı Marksizmi olarak adlandırılan Frankfurt Okulunun temsilcilerinde, Gramsci ve Althusser ile onlardan etkilenen ve onları takip eden akımlarda büyük ölçülerde reddedilmiştir.
Geleneksel Marksist anlayışla ilgili temel ayrışma ve sorgulama, Marx tarafından kapitalist sistemin gerekli koşulları oluştuğunda kendiliğinden geleceği belirtilen devrimin neden gerçekleşmediğidir.
Burada ideoloji, devlet, kültür, aydınlar gibi faktörlerin rolü olduğu düşünülür. 20. yüzyıl başında Rusya’da meydana gelen komünist devrimin Avrupa’ya yayılmaması, Avrupa’daki kapitalist sistemin sömürüsünün azınlıklar lehine sürmesi, kapitalizmin kendiliğinden bir devrimle yıkılamayacağının ortaya çıkması gibi temel etkenler (Fiske, 1996: 223) nedeniyle yeni Marksist yorumlar ortaya konulmuştur.
Frankfurt Okulu üyelerinin, Gramsci ve Althusser’in Marksizm’de göz ardı edilmiş olan kültür, ideoloji gibi etkenlerin rolü üzerinde durmaları, ekonomik altyapının belirleyiciliğini sorgulamaları sonucunda, devrimin kendiliğinden gerçekleşmemesinin nedeni olarak ideoloji gösterilmiştir. Gramsci ve Althusser, devletin ve sivil kuruluşların ideoloji oluşturarak ve yayarak işçi sınıfını kontrol ettiğini, egemen güçlerin baskı yanında, rıza kazanmak suretiyle hegemonyalarını kurdukları ve sürdürdükleri yönünde yaklaşımlar geliştirmişlerdir.
Gramsci, Marx’ın politika ve kültürü ihmal ettiğini savunur.
Marx, devrimin kaçınılmaz olduğunu, ekonomik koşullar olgunlaştığında engellenemeyeceğini düşünmüştür. Ona göre yapılması gereken tek şey ekonomik koşulların olgunlaşmasını beklemektir. Özellikle kültür ve politikanın, devrimin meydana gelişini geciktirebileceğini, geriletebileceğini ve hatta engelleyebileceğini anlamış ve bu engellerin nasıl aşılabileceği üzerine düşünmüştür.
Gramsci’nin Ortodoks Marksizm’den temel ayrışması da bu noktada ortaya çıkmıştır. Egemenliğin yalnızca ekonomik altyapıdan ibaret olmadığını, egemenliğin elde edilmesine ve sürdürülmesinde kültür ve politikanın da ekonomi kadar önemli etkenler olduğunu gören Gramsci, İtalya’da sözü edilen tüm şartlar olgunlaştığı halde devrimin neden bir türlü gerçekleşmediğini sorgulamış ve ekonomik altyapının yanında siyasal ve kültürel unsurların da önemli olduğunu ortaya atmıştır.
İtalya’da devrimin gerçekleşmemesinde; devletin, aydınların, fikirlerin, kilise, sendikalar gibi kurumların etkili olduğunu savunan Gramsci, devletin burjuvazinin çıkarlarını temsil eden bir fiziksel güç olduğu kadar, fikirleri de denetleyen ve yönlendiren bir güç olduğunu belirtmiştir. Devlet bu gücü baskı yanında rıza üreterek, ikna ederek elde eder. Gramsci bunu hegemonya kavramıyla açıklamıştır.
Gramsci, “devletin ve yönetici sınıfın sivil toplum içindeki inançları düzenleme yetisi” olarak tanımladığı hegemonya kavramını Marksist terminolojiye sokmuştur.
• Hegemonya, bir toplumsal grubun entelektüel ve ahlâkî açıdan toplumu yönetme yetisi, yeni bir tarihsel blok kurma gücü olarak tanımlanır.
• Hegemonya, belli güçlerin tahakkümünün ideolojik güç kullanılarak değil, kültürel liderliğin ele geçirilmesiyle sağlandığını ifade eder.
• Hegemonya, yönetici sınıfın tahakkümünün güç kullanımına değil rıza üretimine bağlı olmasını açıklar. Demokratik sistemlerde ekonomik liderlik yeterli değildir. Aynı zamanda ahlâkî ve düşünsel boyutu da bulunan bir hegemonya kurulduğu takdirde iktidar sürdürülebilir.
• Çoğunluğun, içinde yaşadığı ikincil konuma ikna edilmesi için sürekli rıza üretilmesi ve bunun devamlı yenilenmesi sürecine denir.
Hegemonya sürekli bir mücadele alanıdır.
• Kamusal ilginin dengesini kendi lehine çevirmek ve karşı tarafı yalıtmak amacıyla yapılan tüm süreç hegemonya faaliyetidir.
• Hegemonya statik ya da sistematik değil, sürekli değişen, kesintisiz bir süreçtir.
• Egemen sınıfların diğer sınıflar üzerinde egemen olmaları yetmez, bu sınıfları yönetebiliyor olmaları da gerekir. Bu nedenle hegemonya kavramı, içinde hem güç kullanımını hem de rıza üretimini barındırır.
• Hegemonyayı kurarken üstyapı kurumları olan aile, eğitim kurumları, dini kurumlar, medya ve kültürel örgütler rıza üretimi için katkıda bulunur. Yasalar, mahkemeler, silahlı güçler ise gerektiğinde baskı uygular.
• Hegemonya eşitsizliği güçlendiren ve eleştirel girişimleri engelleyen bir yapıdır ve egemenlerin kitleleri daha etkili bir şekilde yönetmesini sağlar.
Organik aydınlar olarak nitelediği papazlar ve gazeteciler gibi toplumsal aktörlerin karmaşık felsefi ve siyasal meseleleri halk diline çevirdiğini belirten Gramsci, bir hegemonik bloktan söz eder. Bu blokta sanayiciler, aristokratlar, küçük burjuva yer alır. Hegemonik blok sınıfsal konumların üzerini örtmek için milliyetçi ve ortak düşünüşün görünümlerini birleştiren ideoloji yayar.
Bu hegemonyayı çözmek için sosyalist eğilimleri ve devrimci bilinci hareket geçirmek gerekir. Bir başka ifadeyle devrimin kendiliğinden gerçekleşmesini beklemek yerine toplumun dönüştürülmesi, organik aydınların yani karmaşık konuları halka izah eden öğretmen, papaz gibi kesimlerin sosyalizme inandırılması, yeni sosyalist aydın sınıfların oluşturulması şarttır. Köylüler ve işçiler arasında, aydınlar ve proletarya arasında egemenlere karşı birlikte hareket edebilecek bir dayanışmacı blok oluşturulmalıdır.
Gramsci, özellikle kentsel ve kırsal aydınlar arasında farklılıklar bulunduğunu, kentteki aydınların sanayiyle birlikte gelişen ve sanayiden bağımsız özerk girişimleri bulunmayan ve dolayısıyla devrim süreci açısından yararsız bir kesim olduğunu düşünür. Kırsal aydınlar ise kapitalist sistem tarafından henüz dönüştürülmemiş, küçük merkezlerin köylü ve küçük burjuvalarına bağlı, avukatlar, noterler gibi aydınlardır. Bu nedenle köylülerin harekete geçirilmesinde kırsal aydınların işlevinden yararlanılmalıdır.
İdeolojik bir mücadele olarak konumlandırdığı hegemonya, çoğunluğu ikincil konumuna rıza göstermesi için sürekli olarak kurulmak zorundadır. Hegemonya bir süreliğine kazanıldığı gibi kaybedilebilir de. Bir başka ifadeyle sürekli bir hegemonya yoktur.
İkincil konumdakilerin çıkarları ve deneyimleri egemen ideolojinin oluşturduğu resimle sürekli olarak çeliştiği için daima bir direnç söz konusudur. Bu direnç hegemonyanın sürekli olmasını engeller. Hegemonya bu yüzden istikrarsızdır ve sürekli olarak yeniden kurulmak zorundadır.
Gramsci, toplumdaki ikincil sınıfların maddi koşullarının egemen ideolojiyle kaçınılmaz biçimde çelişmesi nedeniyle, hegemonya üretimine direncin sürekli bulunacağını ve devrimin bu direnç sayesinde mümkün olabileceğini savunur.
Gramsci, Marksist kaderciliğe karşı çıkmış, kültürün içeriği yerine işlevi üzerinde durmuş, politik ideolojilerin işleyişine ve toplumdaki etkisine dikkat çekerek, Batı Marksizmi’ne ve takipçilerine önemli bir temel kazandırmıştır.
Gramsci, hegemonya kavramıyla ekonomik indirgemeciliğin uzağında konumlandırdığı iktidarın, zorlayıcı olmayan, rıza üretimi ile sürdürülebildiğini, toplumsal, zihinsel ve ahlâkî yönleri olduğunu saptamıştır.
FRANKFURT: KİTLE KÜLTÜRÜ VE KÜLTÜR ENDÜSTRİ
Sonradan Frankfurt Okulu olarak anılacak olan Frankfurt Üniversitesine bağlı Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü 1923’te kurulmuş olmakla birlikte, 1933’e kadar olan dönem, bir okul olarak adlandırılmamıştır. Batı Marksizmi’nin önemli okullarından biridir.Frankfurt Okulu temel olarak dört döneme ayrılmaktadır.
• İlk dönem 1923-1933 yılları arasındaki Almanya dönemidir. 1933’te Enstitü üyeleri Hitler’in iktidara gelmesiyle birlikte görevden alınmıştır. Horkheimer ve Adorno, Columbia Üniversitesi’ne geçerek 1950’ye kadar orada çalışırlar. Benjamin ise Paris’ten İspanya’ya
geçmeye çalışırken polis tarafından yakalanacağını anlayınca 1940 yılında intihar etmiştir. Marcuse, 1950’den sonra da Almanya’ya dönmemiş ABD’de çalışmıştır.
İlk dönemde Marksizm’e ilişkin çeşitli toplantılar, konferanslar düzenlenmiş, o dönemdeki Sovyet devrimi ve kapitalizme ilişkin düşünceler üretilmiştir. Temel konu kapitalist ekonomi ve işçi hareketidir.
• İkinci dönem Amerika’ya sürgün edilmeleriyle başlayan ve 1950’ye kadar süren bu dönemdir.
Okul üyelerinin temel ilgi alanı kültürün üretimi, değiştirilmesi, yönlendirilmesi ve bunun yol açacağı sorunlardır.
• 1950-1970 arasındaki üçüncü dönem, yeni Almanya dönemidir. (Enstitünün Frankfurt Okulu kimliğini kazandığı ve eleştirel teoriyi oluşturarak Batı Marksizmi’ne katkıda bulunduğu dönemdir.)
Eleştirel teoriye ilişkin temel düşüncelerini ortaya koyan Enstitü üyeleri, Avrupa’daki ve uzun yıllar kaldıkları Amerika’daki Marksist düşünceyi etkilemiştir.
• 1970’ten sonra ise ilk dönem üyelerinin hayatını kaybettiği ve Habermas’ın yeni yaklaşımlarla sürdürdüğü dördüncü dönemdir.
Marksizm’den giderek uzaklaşılırken, Marx’ın tarih ve kapitalizm hakkındaki kuramlarına ilişkin tartışmalar Jürgen Habermas tarafından sürdürülmüştür.
Frankfurt Toplumsal Araştırma Enstitüsü ile bağlantılı, farklı ilgi alanlarına sahip araştırmacılar bu okulun üyelerini oluşturur. Frankfurt Okulu, revizyonist Marksist akımlardan biridir ve Batı Marksizmi’inin önemli bir temelidir. Ortodoks Marksistler ise onları Marksizm’in dışında kabul eder.
Okul temsilcileri, işçi sınıfının kapitalizmle bütünleştiğini ve devrimci bir güç olmadığını savunmuşlardır. Çünkü kapitalizm, Marx’ın görüşlerini ortaya koyduğu zamanlardan sonra çok değişmiştir ve bu nedenle Marksizm’e ait temel yaklaşımlar yeni yapıya uyarlanmalıdır. Araştırmacıların ortak noktası kapitalist modern sistemleri ve Marksizm’i eleştirmeleridir. Teodor Adorno, Max Horkheimer, Herbert Marcuse, Walter Benjamin ve ikinci kuşak olarak Jürgen Habermas, Frankfurt Okulu’nun önde gelen kuramcıları arasındadır.
Frankfurt Okulu üyelerinin kapitalizme olan temel itirazı, modern kapitalizmin tıpkı kendi yaşadıkları 1930’ların Almanya’sında olduğu gibi faşizme dönüşebilme ihtimali veya dönüştürülebilme potansiyelidir. Çünkü kapitalist toplumlarda gerçekler burjuva sınıfı tarafından üretilir. İdeoloji yoluyla gerçekler gizlenir. Kitleler kolayca ikna edilerek faşizme giden dönüşüm başlatılabilir.
Okulun ikinci temel sorunu Marksist devrimlerin Sovyetler’de olduğu gibi Avrupa ülkelerinde gerçekleşmemesidir. Sovyetler Birliği’nde gerçekleşen devrim, sanayileşmiş Batı ülkelerinde mümkün olmamıştır.
Frankfurt Okulu üyelerinin en önemli çalşma alanlarından biri, kültürün üretimi, dönüşümü ve bu değişimin kitlelerin yönetilmesinde ne şekilde kullanıldığı olmuştur. Bu anlamda el yapımı sanatsal ürünler gerçektir ve yeniden üretim ile değerleri düşer. Teknoloji, niteliği çağdaş kültürel ürünlerden uzaklaştırmaktadır.
Frankfurt Okulu üyeleri, 19 yüzyıl burjuva kültürünün muhalif bir kültür olduğunu, var olan toplumsal ilişkilere alternatif bir görüş oluşturduğunu fakat kapitalizmin toplumsal ve kültürel dokusunun bu kültürü yıktığını savunurlar.
Kentsel mekânlarda, amaçsızca dolaşan, insanlara mağazalara bakan flaneur adını verdiği bir izleyiciden söz eder. Bu bireyler yeniliğin takipçiliği içinde yapay teselli arayan yabancılaşmış bireylerdir. Benjamin’in bu görüşleri, boş zaman, alışveriş ve tüketim konusunda temel oluşturmuştur.
Frankfurt Okulu’nun Birinci Dönemi: Adorno ve Horkheimer
Adorno ve Horkheimer “Aydınlanmanın Diyalektiği” adlı ortak eserlerinde (1996) kitle toplumunu eleştirirler. 1940’lı yıllar boyunca ABD’de geliştirdikleri kültür endüstrisi kuramında, şirket kapitalizminin kitle kültürüne egemen oluşunu ortaya koymuşlardır. Aydınlanma sürecinin çıkmaza girdiğini savunan düşünürler, bürokratik, teknolojik ve ideolojik güçlerin insan özgürlüğünü kısıtladığını, pasif, tek tip tüketicilerden oluşan bir kitle toplumu oluşturulduğunu ve bu yapının toplumsal elitlerin güçlerini sağlamlaştırdığını ileri sürerler.
Marcuse, eğlence ve enformasyon endüstrisinin aynı zamanda belli tutum ve alışkanlıkları, entelektüel ve duygusal tepkileri de taşıdığını savunur. Kitle iletişim araçlarının kullandığı dil, düşünmeyi engeller. Böylece sistemin sorunsuz bir şekilde işlemesi ve çelişkilerin ortadan kaldırılması sağlanmış olur.
Kültür Endüstrisi: Kültürel ürünlerin, kapitalist sistemlerde ucuz, derinliği olmayan, ideoloji içeren bir yapıda endüstri şeklinde üretilmesini niteler. Kültür endüstrisinin amacı kârı azamileştirmektir. Bunu yaparken eleştirel olmayan, halinden memnun tüketicilerden oluşan bir kitle meydana getirir. Böylece kapitalizmin sürekliliği de sağlanmış olur.
Frankfurt Okulu, kapitalist kültür endüstrisinin gücünün bütün direnmeleri kıran, tüm alanları işgal eden, direnişi imkansız kılan olduğunu savunmuştur. Marksist bir temele dayanmasına rağmen sınıfın ortadan kalktığını, yerini kültür endüstrisinin oluşturduğu tek boyutlu insanın aldığını ileri sürmüştür.
Frankfurt Okulu’nun İkinci Dönemi: Jürgen Habermas
1970’lerden itibaren, Adorno ve Horkheimer’in ölümüyle birlikte Okul, Habermas tarafından temsil edilmektedir.
Habermas, ilk kuşak üyelerden bazı farklı görüşlere ve yönelimlere sahip olsa da, temelde Marx’ın kapitalizm ve tarihe ilişkin görüşlerinin yeniden yorumlanması, dönüşen kapitalist sisteme, devrimci yapısını yitiren işçi sınıfının yeni rolüne ilişkin yaklaşımlar ortaya koyması bakımından aynı çizgiyi sürdürmektedir.
Habermas, 20. yüzyıl dünyasında, kuram ile pratik arasındaki boşluğu yeniden birleştirmek istediğini belirtir. Çünkü Marx’ın 19. Yüzyıldaki öngörüleri gerçekleşmemiştir ve 20. Yüzyılda gerçekleşmesi de mümkün görünmemektedir.
Marx’ın döneminde sınıf mücadelesi toplumsal gerilimin ve olası toplumsal değişimin kaynağı idi. Fakat 19. yüzyıldan 20. yüzyıla uzanan zaman içinde sınıf farklılığının yıkıcı sonuçları giderilmiş, sınıf uzlaşması gerçekleşmiştir.
Bu durumda egemenler siyasal düzeni yönetmek için gerekli meşru otoriteyi kuramazlar. Tıpkı Marx’ın 19. yüzyıl için öngördüğü sınıf farklılığının ve ekonomik dalgalanmasının emek hareketlerine yol açması gibi, meşruiyet bunalımı da 20. Yüzyılda toplumsal hareketlere yol açar. Bunlar çevre hareketleri, dini yapıdaki hareketler, kadın hareketleri, insanlar arasındaki ilişkilerle ilgili hareketler vs. olarak ortaya çıkabilir.
1962’de tamamladığı doktora tezi olan Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü (2010)’dür.
1990’larda ise özellikle Doğu Avrupa’daki komünist rejimlerin halk hareketleriyle sona erdirilmesi sürecinde Habermas’ın görüşleri yol gösterici olmuştur. Bu halk hareketlerinin yani sivil toplumun, tartışma ve görüşmeler yoluyla bir aktif kamusal alan oluşturduğu ve böylece devlet iktidarına karşı koyabildiği sonucuna varılmış ve Habermas’ın kamusal alan yaklaşımı tartışmaların ilgi odağı haline gelmiştir.
Habermas’a göre 17. ve 18. yüzyılda Avrupa’da kafelerde bir araya gelen erkek, soylu ve entelektüel topluluk, birbirleriyle temel konuları tartışır ve görüşlerini diğerleriyle
paylaşabilirdi. Bu kamusal alan, gazetelerin çıkışıyla birlikte genişlemişti. Ancak sonraki yüzyılda sanayi kapitalizminin yükselmesiyle birlikte kamusal alan belli bir sınıfın çıkarı için ele geçirildi.
Habermas’a göre, bu kamusal alan yapısı, kamu için bir sözcülük görevini yerine getirebilmekteydi. En azından kamusallık ilkesi yaygınlaşmış, aklın özel kullanımı yerine kamusal kullanımının üstünlüğü öğrenilmişti.
19. yüzyılda sanayi kapitalizminin yükselmesiyle birlikte, kamusal alan, belli bir sınıfın çıkarı için ele geçirilmiş ve kamusal alanının yerin burjuva birliği almıştır. Kitle iletişim araçlarının etkisi ve siyasetin toplumsal hayattan kurumsal olarak farklılaşması nedeniyle çağdaş dönemde kamusal alan tamamen yok olmuştur. Kitle iletişim araçlarının etkisi ve siyasetin toplumsal hayattan kurumsal olarak farklılaşması nedeniyle çağdaş dönemde kamusal alan tamamen yok olmuştur.
Çağdaş medya kültürlerinde kamusal ilgi ve faydaya ilişkin sorunlar basitleştirilmiş ve yüzeyselleştirilmiştir. Böylece yurttaşlar tüketicilere, politikacılar da sorgulanmayan medya starlarına dönüşmüştür. Habermas’ın kamusal alan yaklaşımından kaynaklanan bazı görüşler, ticari medya yerine kamu yayıncılığının yeniden ele alınmasını savunmuştur. Buna göre, kamu yayıncılığı, en azından hem devletten hem de ekonomiden görece bağımsızdır. Bu nedenle çeşitli toplumsal grupların birbirleriyle iletişim kurmaları için potansiyel bir alan yaratır ve kamuya tüketici değil yurttaşlar olarak seslenir. Ancak medya yoluyla yeniden canlandırılacak bir kamusal alanın, pratikte nasıl çalışacağına ilişkin önemli sorunlar olduğu da tartışmaların odağındadır.
LOUIS ALTHUSSER: ÜST YAPI VE İDEOLOJİNİN İŞLEVİ
Louis Althusser, Paris’te iyi okullarda felsefe eğitimi almıştır. İkinci Dünya Savaşına katılmış ve esir düşerek savaş yıllarında Alman kamplarında kalmıştır. Bu dönemde komünizme yönelen Althusser, 1948’de Fransız Komünist Partisi’ne girmiştir.
Althusser bu nedenle Marx’ın sonraki dönem çalışmalarına odaklanır. Özellikle daha materyalist bir görüşün olduğuna inandığı Kapital’i temel alır.
Althusser, üretim araçlarından ve üretim tarzından oluşan bir ekonomik temelin bulunduğu kabul eder. Ancak bu ekonomik temelin yanında, devlet ve hukuk sisteminden oluşan bir politik yapı ve kilise, siyasal inançlar vs.’den oluşan bir ideolojik yapının bulunduğunu savunur. Kapitalist sistemin zamanı gelince kendiliğinden devrimi doğuracağı fikrine karşı çıkar. Çünkü politika ve devletten oluşan üstyapının kapitalizmi destekleyici ve koruyucu bir işlevi vardır. Bu yapıda devlet ve politik sistem, yönetici sınıfların işçi sınıfı üzerinde egemenlik kurmasını sağlar. Üst yapı, işçi sınıfının şikayetlerini ortadan kaldırır ve onları, konumlarından memnun, emeklerini sermayenin çıkarları doğrultusunda sunmaya hazır bireyler olmaya ikna eder. Siyasal inançlar ve din gibi ideolojik yapılar ise işçi sınıfına gerekli kimlikleri kurarak, kapitalizmin meşru ve doğal görünmesini sağlar.
Althusser, Marksizm’deki kültür ve politikaya ilişkin eksikleri gidermeye çalışmıştır. Althusser’in ideoloji kuramı, Marx’ın yanlış bilinç şeklindeki ideoloji yaklaşımını kabul etmez. Azınlığın çoğunluk üzerindeki iktidarının baskıcı olmayan araçlarla sürdürülmesinde ideolojinin rolüne dikkat çeker. Saussure ve Freud’dan etkilenen Alhtusser, Marx’ın ekonomik temelli kuramına, yapı ve bilinçdışı gibi kavramları eklemiştir.
• Altyapı ya da ekonomik temel, üretici güçler ile üretim ilişkilerinin birliği, temeli oluşturur.
• Hukuki, siyasal yapı yani hukuk ve devlet ile ahlâkî, dini, siyasi, hukuki inanışlardan ve çeşitli ideolojilerden oluşan ideolojik yapı ise üstyapının iki “kerte”sini oluşturur.
Althusser bu yapıyı bir binaya benzetir. Ekonomik altyapı binanın temelidir. Hukuki-siyasal yapı ile ideolojik yapıdan oluşan iki kerteli üst yapı, iki kat olarak tıpkı bir binanın katlarının temel üzerinde yükselmesi gibi, ekonomi altyapı temeli üzerine oturmuştur.
Dolayısıyla ekonomik temel her durumda son kertede üst katlarda olanları yani üstyapıyı belirler. Ancak üst yapılar son kertede belirleyici olmamakla birlikte, bir belirleyiciliği de vardır. Bu belirleyicilik Althusser’e göre:
a) üstyapının temele karşı görece özerkliği bulunmasından,
b) üstyapının temele bir karşılık olarak etkisi bulunmasından kaynaklanır.
”Althusser’e göre ideolojide, bireylerin varoluşunu yöneten gerçek ilişkiler değil, bireylerin içinde yaşadıkları gerçek ilişkilerle hayali ilişkileri gösterilir.”
Bu noktada eğitim sistemi, aile, medya gibi ideolojik aygıtların ideolojik boyun eğdirme çabaları devreye girer. İdeoloji insanları özneler haline getirir. İnsanlar kendilerini özerk, kendi başlarına karar verebilen bireyler olarak algılarlar. Oysa kendisini bağımsız birey zanneden özneler, aslında toplumsal süreç tarafından oluşturulmuştur ve devletin ideolojik aygıtları tarafından kendi varlık koşullarıyla hayali ilişkiler kurması sağlandığı için bağımsız bir birey olduğuna inanmaktadır.
Devlet, hukuki pratiklerin gereği olarak varlığını ve zorunluluğunu kabul ettiğimiz özelleşmiş aygıttır. Bu anlamda devlet aygıtı, proletaryaya karşı burjuvazinin yürüttüğü sınıf mücadelesinde yönetici sınıfların emrindeki bir baskı, müdahale ve yürütme gücüdür.
Althusser, geleneksel Marksist kuramdaki devlet teorisini şu şekilde özetler:
a) devlet, devletin baskı aygıtıdır.
b) Devlet iktidarını, devlet aygıtından ayırmak gerekir.
c) Sınıf mücadelesinin hedefi, devlet iktidarı ve bu iktidarın sınıflarca kullanılmasıdır.
d) Proletarya burjuva devlet aygıtını yıkmak için onun yerine başka bir devlet aygıtı koymalı ve devletin aygıtının ve devlet iktidarının sonunu getirmek için devlet iktidarını elde etmelidir.”
Devletin İdeolojik Aygıtları Althusser’e göre, devlet, baskı aygıtları yanında, zor kullanmak yerine ideoloji kullanarak işleyen ideolojik aygıtları da kullanır. Sivil yapıda olmalarına rağmen devlet kurumu gibi işleyen bu ideolojik aygıtların başlıcaları; kilise, okullar, hukuk sistemi, siyasi sistem, sendikalar, kitle iletişim araçları, edebiyat, güzel sanatlar, spor gibi kültürel kurumlardır.
(DBA) Devletin baskı aygıtları, polis, asker, cezaevi gibi zor kullanan kurumlardan oluşur. Bu aygıtlar gerektiğinde güç kullanarak muhalif görüşleri ortadan kaldırır.
(DİA)Devletin ideolojik aygıtları ise din, okullar, hukuk kurumları, siyaset kurumu, sendikalar, medya kurumları, kültürel yapılar gibi kurumlardan oluşur. Bu kurumlar toplumun doğası ve örgütlenmesine ilişkin yanılsamaları yayan yapıdadırlar. İdeolojik aygıtlar insanların topluma ve yaşadıkları yere ilişkin yanlış kavramlara sahip olmalarına yol açar.
Diğer yandan en temel fark baskı aygıtlarının -örneğin polisin, askerin, mahkemelerin- zor kullanarak işlemesi, ideolojik aygıtların ise ideoloji kullanarak işlemesidir.
Örneğin kilise ve okullar ceza, ihraç, seçme gibi işlemlerle baskı uygular. Aile de benzer bir şekilde gerektiğinde son aşamada çok hafifletilmiş, gizlenmiş sembolik bir baskı uygular. Kültürel DİA da örneğin zaman zaman sansür uygulayarak, baskı yöntemini kullanır.
Althusser DİA’lar ile baskı aygıtlarının arasında sürekli, görülen ya da görünmeyen bir işbirliği ve birbirini tamamlayan işleyiş olduğunu belirtir. Yönetici sınıf, devlet iktidarını elinde tutuyorsa, devletin baskı aygıtlarına da yön veriyor demektir.
Althusser’e göre, hiçbir sınıf, devletin ideolojik aygıtları üzerinde ve içinde kendi hegemonyasını uygulamadan devlet iktidarını sürekli olarak elinde tutamaz. İdeolojik egemenlik yani iktidardaki bir sınıfın diğer sınıflar üzerinde egemenlik kurması ancak ideolojik aygıtların kullanımı ile mümkündür.
DİA’ların devletin baskı aygıtlarından (DBA) farkı, zor kullanmak yerine ideoloji kullanarak işlemeleridir. Bu aygıtlar, insanların, gerçek varlık koşullarıyla hayali ilişkiler kurmasını sağlayan ve aslında toplumsal olarak belirlendikleri halde kendilerini bağımsız özneler olarak algılamalarını sağlayan ideolojileri üretirler. Kilise, okullar, aile, hukuk sistemi, siyasi sistem, sendikalar, kitle iletişim araçları ve edebiyat, güzel sanatlar, spor gibi kültürel ideolojik aygıtların büyük bölümü devlet alanında değil özel alanda bulunur. Devletin ideolojik aygıtları bu özelliğiyle baskı aygıtlarından ayrılır.
Örneğin siyasal aygıt, bireyi devletin ideolojisine ikna eder ve rejimin demokrasi, dolaylı ya da doğrudan parlamenter olmasını sağlar. Medya DİA’sı yurttaşları basın, radyo, televizyon yoluyla milliyetçilik, şovenizm, liberalizm, ahlakçılık gibi ideolojilerle yönlendirir. Dini DİA, törenler ve ibadetler gibi yöntemlerle egemen ideolojinin istediği gibi yönlendirmelerde bulunur.
Althusser’e göre geleneksel olarak kilisenin üstlendiği ideolojik işlevi günümüzde okullar almıştır. Okul ve aile DİA’sı birlikte bu, kapitalist sömürü ilişkisinin doğallaştırılması ve sürdürülmesinde en önemli ideolojik aygıtlar haline gelmiştir.
Örneğin Althusser, yapısal işlevselci yaklaşımı nedeniyle sınıf mücadelesini açıklayamadığı yönünde eleştirilmektedir. Çalışmaları fazlasıyla soyuttur ve bunları gerçek insanların gerçek mücadeleleri ile ilişkilendirememiştir. İnsanların kendi özgürlüklerini kurma ve tarihlerini yaratmada etkin olmadıkları yönündeki değerlendirmesi eleştrilmiştir. Althusser, insanların toplumsal koşulları değiştirmek için çaba göstereceklerini göz ardı etmiştir.
Althusser proleter devrimin gerçekleşmesi konusundaki kötümserliği nedeniyle de OrtodoksMarksistler ve Gramsci’nin takipçileri tarafından eleştirilmiştir. Devrim, Marx’a ve geleneksel Marksistlere göre, koşulları olgunlaştığında kendiliğinden gerçekleşecektir. Gramsci ise devrimin organik aydınların dönüştürülmesi, sosyalist aydınların oluşturulması, sınıflar arasında ittifakların kurulmasıyla oluşacak dayanışmacı blok tarafından gerçekleştirilmesi ihtimali bulunduğunu belirtir. Althusser daha umutsuzdur. Ona göre devletin baskı ve ideolojik aygıtlarının sarmaladığı ve özneler olarak çağırdığı, mutlu bireylerden oluşan sınıfların devrimi gerçekleştirmesi mümkün değildir
ÖNEMLİ KAVRAMLAR!...
Ekonomik belirlenim
Marx egemen güçleri tanımlarken, maddi gücü olan sınıfların aynı zamanda egemen zihinsel güç olduğunu, maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıfların zihinsel üretim araçlarını da elinde bulunduracağını belirtir ve egemen düşüncelerin aslında egemen maddi ilişkilerin fikir olarak ifade edilmiş biçimi olduğunu ileri sürer.
Batı Marksizmi
Ortodoks Marksizmi sorgulayan yaklaşımlarda; ideoloji, kültür ve genel olarak altyapı üstyapı ilişki konusunda ayrışmalar ortaya çıkmıştır. Marx’ın materyalist düşüncesinde kültürün, ideolojinin, politikanın önemsiz görülmesi ve ekonomik altyapıya bağlı, bu yapı tarafından belirlenen üstyapı unsurları olarak ele alınması eleştirilmiştir. Böylelikle ekonomi-politikçilerin savunduğu Marksist anlayıştaki altyapının üstyapıyı belirleyeceği, tarihin otomatik olarak işleyerek zamanı geldiğinde kapitalizme son vereceği yönündeki anlayıştır.
Hegemonya
Gramsci tarafından “devletin ve yönetici sınıfın sivil toplum içindeki inançları düzenleme yetisi” olarak adlandırılan, bir toplumsal grubun entelektüel ve ahlâkî açıdan toplumu yönetme yetisi, yeni bir tarihsel blok kurma gücü olarak tanımlanan, belli güçlerin tahakkümünün ideolojik güç kullanılarak değil, kültürel liderliğin ele geçirilmesiyle sağlandığını anlatan kavram
Frankfurt Okulu
1923’te Almanya’da kurulan ve 1933’te ABD’ye taşınan, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tekrar Almanya’ya dönen, Teodor Adorno, Max Horkheimer, Herbert Marcuse, Walter Benjamin, Jürgen Habermas’ın üyeleri arasında yer aldığı Toplumsal Araştırmalar Enstitüsünün bilinen adıdır.
Walter Benjamin
Kültürün üretimi, dönüşümü ve bu değişimin kitlelerin yönetilmesinde ne şekilde kullanıldığı konusunda çalışan, 1936’da verdiği “Mekanik Yeniden Üretim Çağında Sanat Yapıtı” başlıklı seminerde, sanayi kapitalizminin yükselişi ile birlikte kültürel ve sanatsal ürünlerin dönüşüme uğradığını, kapitalizm öncesindeki kültürel ürünlerin zengin anlam taşıdıklarını, el yapımı sanatsal ürünlerin yeniden üretim ile değerlerinin düştüğünü savunan Frankfurt Okulu üyesi.
Horkheimer ve Adorno
“Aydınlanmanın Diyalektiği” (1996) adlı ortak eserlerinde kitle toplumunu eleştiren, Aydınlanma sürecinin çıkmaza girdiğini savunan Frankfurt Okulu üyesi iki araştırmacı, bürokratik, teknolojik ve ideolojik güçlerin insan özgürlüğünü kısıtladığını, pasif, tek tip tüketicilerden oluşan bir kitle toplumu oluşturulduğunu ve bu yapının toplumsal elitlerin gücünü sağlamlaştırdığını ileri sürer. Eğlence ve kültürel ürünler üreten büyük medya şirketleri, kapitalizmle birleşmiştir. Amaçları eleştirel düşünceyi ve özgürlüğü değil kârı artırmaktır.
Jürgen Habermas (1970)
Habermas’a göre Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü adlı eserinde, 7. ve 18. yüzyılda Avrupa’da kafelerde bir araya gelen erkek, soylu ve entelektüel topluluk, birbirleriyle temel konuları tartışır ve görüşlerini diğerleriyle paylaşabilirdi. Bu kamusal alan, gazetelerin çıkışıyla birlikte genişlemişti. Ancak sonraki yüzyılda sanayi kapitalizminin yükselmesiyle birlikte kamusal alan belli bir sınıfın çıkarı için ele geçirildi
Louis Althusser
* Althusser, üretim araçlarından ve üretim tarzından oluşan bir ekonomik temelin bulunduğu kabul eder. Ancak bu ekonomik temelin yanında, devlet ve hukuk sisteminden oluşan bir politik yapı ve kilise, siyasal inançlar vs.’den oluşan bir ideolojik yapının bulunduğunu savunur.
• Altyapı ya da ekonomik temel, üretici güçler ile üretim ilişkilerinin birliği, temeli oluşturur.
• Üstyapı, hukuki, siyasal yapı yani hukuk ve devlet ile ahlâkî, dini, siyasi, hukuki inanışlardan ve çeşitli ideolojilerden oluşan ideolojik yapı ise üstyapının iki “kerte”sini oluşturur.
* Devletin kapitalizmi üretirken baskı aygıtları ve ideolojik aygıtlardan oluşan ikili bir yapı kullandığını, devletin baskı aygıtlarının, polis, asker, cezaevi gibi zor kullanan kurumlardan, devletin ideolojik aygıtlarının ise din, okullar, hukuk kurumları, siyaset kurumu, sendikalar, medya kurumları, kültürel yapılar gibi kurumlardan oluşturur.
• (DBA) Devletin baskı aygıtları, polis, asker, cezaevi gibi zor kullanan kurumlardan oluşur. Bu aygıtlar gerektiğinde güç kullanarak muhalif görüşleri ortadan kaldırır.
• (Dia)Devletin ideolojik aygıtları ise din, okullar, hukuk kurumları, siyaset kurumu, sendikalar, medya kurumları, kültürel yapılar gibi kurumlardan oluşur. Bu kurumlar toplumun doğası ve örgütlenmesine ilişkin yanılsamaları yayan yapıdadırlar. İdeolojik aygıtlar insanların topluma ve yaşadıkları yere ilişkin yanlış kavramlara sahip olmalarına yol açar.
Devletin sarmaladığı ve özneler olarak çağırdığı, mutlu bireylerden oluşan sınıfların devrimi gerçekleştirmesinin mümkün olmadığını savunur.
MEDYADA ELEŞTİREL YAKLAŞIMLAR
4.ÜNİTE
Ekol, kültürü tarihsel, toplumsal yapıda araması ve sınıf çatışmasının kültürel öğelerdeki görünümü incelemesiyle eleştirel teori içinde kabul edilmektedir.
Ekol’ün ilk oluşturucusu sayılan iki önemli teorisyen: Richard Hoggart ve E.P. Tompson’dır
1964 yılında Birmingham Üniversitesi’nde kurulan Çağdaş Kültürel Araştırmalar Merkezi bünyesinde çeşitli roller üstlenen bir gurup sosyal bilimcinin oluşturduğu ekol sosyoloji, siyaset bilimi ve iletişim alanına önemli katkılar getirmiş ve buradan tüm dünyaya yayılım sağlamıştır.
Öncül teorisyenleri :
• Edward P. Tompson,
• Richard Hoggart,
• Raymond Williams
• Stuart Hall
Kültürel Çalışmalar eleştirel teori içinde hem marksizmden beslenmesi hem de ortadoks marksizme olan mesafesiyle dikkat çeken bir ekoldür.
Kültürel Çalışmalar, 60’lı yılların ortasında kültür ve medya alanında benzer yaklaşımlara sahip olan bir grup akademisyenin birlikte ya da birbirlerinden habersiz meydana getirdiği bir sosyal bilim ekolüdür.
Kültürel Çalışmalar adını 1964 yılında Birmingham Üniversitesi’nde Centre Contemporary Cultural Studies (CCCS- Çağdaş Kültürel Araştırmalar Merkezi)’den alır. Richard Hoggart bu merkezin ilk yöneticisidir. Stuart Hall 1979’a değin onun yerini almıştır. 1972’de Working Papers in Cultural Studies’i (Kültürel Çalışmalar Bildirgeleri) dergisini çıkarmıştır. Derginin yayın amacı “kültürü tanımlamak ve üzerine çalışmak ve kültürel çalışmaları entelektüel haritaya olarak belirlenmiştir.
Kültürel Çalışmalar Merkezi’nin temel düşüncelerinin kökleri Richard Hoggart’ın, Raymond Williams’ın ve tarihçi Edward P. Tompson’un yapıtlarında görülür. Stuart Hall ise özellikle modern toplumlarda ideolojinin rolü ve metin analizlerine getirdiği özgün yaklaşımla, Williams ile birlikte Kültürel Çalışmalar kapsamında üzerine en çok vurgu yapılan sosyal bilimcidir.
• Richard Hoggart’ın Te Use of Literacy -Edebiyatın Kullanımı-; 1957,
• Raymond Williams’ın Culture and Society -Kültür ve Toplum-; 1958,
• Stuart Hall’un Pady Whannel ile Popular Arts -Popüler Sanat-; 1964
• E.P. Tompson’un Te Making of the English Working Class-İngiliz İşçi Sınıfını Anlamak-;1968
isimli kitapları Kültürelciler’in bir araya gelmesine neden olan ve özünde kültürü, özellikle de sıradan insanın kültürünü sorgulayan temel kitaplar olmuştur.
İngiliz Kültürel Çalışmalar Ekolü, sosyoloji, antropoloji, psikoloji, linguistik, eleştirel edebiyat, sanat teorisi, müzik, felsefe ve politika, kısacası olguları açıklamak için hangi disipline ihtiyaç varsa Kültürel Çalışmalar onu alır ve kendi çalışmaları doğrultusunda kullanır. Bu yüzden çoğu zaman inter-disipliner olarak tanımlanır.
Ekolünün etkinliğinin en önemli özelliklerinden biri teorisyenlerinin -Williams gibi-; edebiyatla sosyal bilimler arasında başarılı bir köprü kurmasında yatmaktadır.
Kültürel çalışmalarda en çok bilinen ve en önemli teorik açılımı getiren olgu, kültürel ürünlerin ve sosyal pratiklerin birer metin olarak okunmasıdır. Eleştirel kuramdan ödünç alınan bu yaklaşım, yani metin analizi, medyanın ürünlerinin analizinde-okunmasında en önemli yöntemlerden biri haline gelmiştir. Edebiyat üzerine yapılan metin analizleri, özellikle medya analizlerine kaynaklık etmiştir.
Hegemoni kavramı, kültürel çalışmalar kapsamında üzerine en çok vurgu yapılan kavramdır vediğer tüm kavramların bir adım önünde konumlanmaktadır.
Gramsci’nin geliştirdiği hegemonya, medya ve kültürel çalışmalarda hâkim sınıfın kitleler üzerinde nasıl fark ettirmeden kültürel, sosyal ve ekonomik bir tahakküm kurduğunu ortaya çıkaran merkezi bir kavramdır.
Kültürel Çalışmalar da hegemonyanın süreksizliği gerçeğinden yola çıkarak; bağımlı sınıfların iktidar bloğunun tahakkümüne karşı geliştirdikleri stratejiler üzerinden, popüler kültürün sadece pasifize edici bir kültür olmadığını, aynı zamanda halkın önceliklerini de yansıttığını ve bu yüzden de popüler olduğunu ileri sürer.
Merkez Ortodoks Marksist yaklaşımların aksine kültürü ekonomik alt yapı tarafından belirlenen bir üst yapı kurumu olduğu yönündeki tezi kabul etmemekte; bunun yerine kültürün, “sıradan” olduğunu, halkın önceliklerini ve “kendisini” yansıttığını ileri sürerek teknolojik belirlenimcilik yerine, popüler kültürün olumlanması yönünde bir yaklaşımı tercih etmektedir. Frankfurt Okulu’na benzerlik göstermekle birlikte; kitle kültürü ile popüler kültür arasına bir ayrım koymasıyla bu gelenekten uzaklaşmaktadır.
(Frankfurt okulu, Eleştirel kuramla özdeşleşen okul özellikle kültür endüstrisi kavramıyla, kitle kültürünün insanları pasifize ettiğini ileri sürmektedir.)
Kültürel Çalışmalar, popüler kültürü “yanlış bilinç” olarak değil; kitle kültürünün aksine “halkın sesi” olarak görmekte ve özellikle tüketilme anında halkın bilinçli tercihine vurgu yaparak, popüler kültür içerisindeki özgürleşim olanaklarını işaret etmektedir.
Kültürel Çalışmalar’a göre, kitle atomize bir yığın değil, tek tek bireylerden oluşmuş bir topluluktur ve her zaman iktidarın dilediği gibi yönlendirebileceği bir topluntu olarak ele alınamaz. Daha önceki sosyal bilimciler “kitleyi” kendileri dışındaki, “kültürel aptallar” olarak tanımlaması Kültürel Çalışmalar’da kabul görmemektedir. Kitle, Ekol’ün esas oluşturucusu Williams’ın sözleriyle “son derece komplike bir yapıya sahiptir” ve “doğru ve derinlikli analiz edilmesi” zorunludur.
Kültürel Çalışmalar’a kadar medya metinlerini alımlamada kitlenin güçsüzlüğünden dem vurulmuş ve dayatılan ideoloji karşısında savunmasız olduğu varsayılmıştı. Kültürel Çalışmalar; metnin esas anlamının tüketilme anında ortaya çıkacağını ileri sürmüş ve kitlenin kendi özgür seçimini yapabilme yetisine sahip bireylerden oluştuğunu imlemişlerdir.
Kültürel Çalışmalar, medyanın ekonomi politiğine yoğunlaşmak yerine medya metinlerinin dilsel ve ideolojik yapılanmasına çok daha fazla dikkat sarfetmiş; pasif izleyici anlayışının yerine daha aktif bir izleyici, okuma anlayışı koymuştur.Kültürel çalışmalar geleneği içinde yapılan bir dizi metin analizi hangi söylemlerin medya metinlerinde hegemonik ideoloji doğrultusunda yeniden üretildiğini ve hangilerinin muhalif tarzda okunarak ters çevrildiğini, metin analizleri yoluyla ortaya çıkarmaktadır.
Richart Hoggart (Edebiyatın Kullanımı 1957)
1959 yılında İngiliz Edebiyatı profesörü olarak Birmingham Üniversitesi’nde çalışmaya başlamış ve 1964 yılında da, bu üniversiteye bağlı olan Çağdaş Kültürel Çalışmalar Merkezi’ni kurmuştur. Hoggart için edebiyatın son derece merkezi ve belirleyici bir önemi vardı. O’na göre, gerçekten edebiyatı ve okumayı bir disiplin olarak özümsemek; İngiliz kültürel yaşamını, tarihini, soyolojisini çözümlemek ve anlayabilmek açısından, sosyal bilimciler için eşsiz bir dayanak noktası oluşturur.
• Richard Hoggart’ın Te Use of Literacy -Edebiyatın Kullanımı-; 1957,
• Raymond Williams’ın Culture and Society -Kültür ve Toplum-; 1958,
Her iki kitap da geçmiş kültürün kaybolması ve geleneksel kültürün yeni kültürel oluşumların tehdidi altında olması gibi benzer konuları, benzer yaklaşımlarla dile getirmiştir.
“Hoggart’a göre geleneksel popüler kültür doğrudan halkın sosyal koşullarından doğan tecrübelerinden ve gündelik yaşam deneyimlerinden oluşmaktadır. Bu koşullarda üretilir ve tüketilir. Oysa kitle kültürü yanıltıcı ve yüzeyseldir.” Hoggart, bu çalışmasında kitlesel üretimin ve tüketimin, toplumsallaşma sürecindeki değiştirme ve dönüştürme potansiyellerine dikkat çekmiş ve kültür endüstrisinin uzanamadığı, ulaşamadığı noktaları betimlemiştir.
Edward Palmer Thompson (İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu)
Tompson 20. yüzyılın en önemli tarihçilerinden birisidir. Kuşkusuz sadece toplumun alt kesimlerinin tarihini yazdığı için değil, bu tarihi onlardan yana tavır alarak yazmak cesaretini gösterdiği için de önemlidir. Tompson, İngiliz İşçi Sınıfı’nın Oluşumu kitabında sınıfsal etkileri incelemiş ve kültür-sınıf etkileşimi üzerinde durmuştur. Tompson, “Kapitalist üretimin gelişmesiyle birlikte, “aşağı tabaka”, sömürü formlarının, geleneksel kullanım haklarının kamulaştırılmasını ya da iş ve boş vaktin değer kalıplarının vahşice bozulmasını daha fazla hissetmeye başladı”, ifadeleriyle yaşanan değişimin toplumun alt kesimlerine nasıl yansıdığını gözler önüne sermiştir.
(Sınıf, bir toplumda, aynı görevi yapan, aynı yararı sağlayan, aynı şartlarda yaşayan insan gruplarına verilen isim.)
Tompson’un çizdiği tablo, sadece ekonomik olanakların, ihtiyaçların ve beklentilerin değil, ahlaki değerlerin ve siyasi ittifakların da değiştiği bir ortamda, eskiyle yeninin, geleneksel olanla radikal olanın, birlikte, toplumsal aktörleri yeniden biçimlendirişini tanımladıkları bir tablodur. esi içermektedir. Tompson’a göre halkın ihtiyaç ve beklentilerinin kökleri eski düzendedir ve bu düzen çözülmeye başlamıştır. Ama bu çözülme süreci, aynı zamanda işçi sınıfının oluşma sürecidir. Bu işçi sınıfı bilinci, özellikle, hayatları altüst olmuş insanların siyasi ortama hâkim olan politik iktisat mantığıyla hesaplaşması içinde biçimlenir.
İşçi sınıfının oluşumu, halkın eski düzenin çözülüşü sırasında yaşadığı deneyimler ve bu deneyimlere verdiği tepkiler içinde ortaya çıkan bir işçi sınıfı bilinciyle yakından ilgilidir. Bu işçi sınıfı bilinci, özellikle, hayatları altüst olmuş insanların siyasi ortama hâkim olan politik iktisat mantığıyla hesaplaşması içinde biçimlenir.
Raymond Williams (Kültür ve Toplum 1958)
. Kültür ve medya üzerine yaptığı analizlerle İngiliz Kültürel Çalışmalar Ekolüne kaynaklık etmiş olan Williams, İngiltere’nin en saygın teorisyenlerinden biri olarak kabul edilmektedir. O’nun Kültürel Çalışmalar Ekolü ile arasında var olan bağ, Birmingham Üniversitesi’nde çalışması değil, eserlerinin Kültürel Çalışmalar Merkezi’nce yol haritası olarak kabul edilmesidir. Özellikle kültüre yönelik yaklaşımıyla, Ekol’ünün en belirleyici ismi olmuştur. Williams’ı Ekol’le birleştiren;
Kültürel materyalizm olarak nitelendirdiği yaklaşımla, kültürün edebiyat, dil, iletişim, ideoloji gibi çeşitli alanlarını incelemiş; bunların kurumlar, işbölümü, üretim biçimi, sınıflar ve demokrasiyle ilişkisini temellendiren kapsamlı bir kültür kuramına yönelmiştir.
Williams da Merkez’in kurucusu Hoggart gibi, benzer tarihlerde, (birbirleri ile daha önce temasları olmamasına rağmen) benzer konuları; benzer yaklaşımlarla ele alması; kültüre ve edebiyata yönelik aynı duyarlılığı paylaşması, ikinci olarak da Williams Merkez’in ideolojik rotasında son derece belirleyici olan “Politics and Letters” ve “New Left Review” adlı Marksist dergilerdeki aktif konumuyla Kültürel Çalışmalar Ekolünün; Hoggart kadar; hatta etkinlik olarak ondan çok daha belirleyici bir aktörü olarak kabul edilmesidir.
Williams kitabında kültürün sıradan olduğunu vurgulayarak hem bir süreliğine içinde yer aldığı seçkinci Scrunity hareketini, hem de kültürel indirgemeciliği reddederek Marksizmin Ortodoks yorumuyla ciddi bir hesaplaşma içerisine girmiştir.
(Scrunity hareketi: Marksist, seçkinci ve akademik bir oluşum olan Scrunity hareketinin ana temasını “organik topluma duyulan özlem” oluşturmaktadır. Scrunity, üç ayda bir çıkan bir edebiyat/eleştiri dergisidir ve bu yayında yer alan yazarlar kültüre ana hatlarıyla aynı pencereden bakmaktadırlar. Hareketin kurucusu Frank Raymond Leavis’tir.)
Williams, bu kitabında, öncelikle genel bir kültür anlayışının, ancak yetişmiş ve eğitimli bir seçkin tabakanın yukarıdan müdahalesi ve rehberliği altında olanaklılık kazanacağını düşünenlere şiddetle karşı çıkmıştır. Williams bu çalışmasında öz olarak, sıradan insanların kültürünü “yüksek” kültürel geleneğin seçilmiş öğeleriyle bir arada harmanlayan ve bütünleştiren genel bir kültürün geliştirilmesini sağlayacak daha az seçkinci bir çarenin olanaklı olduğunu söylemektedir.
Williams, özellikle kültür, toplum ve ekonomi arasındaki bağlantıları işaret ederek, bu üç kavramın modernizmin gelişim sürecinde birbirlerini etkilediklerini ve belirlediklerini ileri sürmüştür.
Williams aynı zamanda bizzat Marx’a gönderme yaparak, onun “altyapı” olarak kastettiği terimin daha derinlikli kullanılmasının gerekliliğini savunur: “Altyapı, insanın gerçek toplumsal varoluşudur. Altyapı, maddi üretici güçlerin gelişmesinin bir aşamasının karşılığı olan gerçek üretim ilişkileridir. Altyapı, maddi üretici güçlerin belli bir aşamasındaki üretim tarzıdır.”
“Marksizmin gelişiminin tam tersine, incelenmesi gereken altyapı, üstyapı değil, özgül gerçek “
Williams, Marx’ın “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” isimli kitabının önsözünde belirttiği, “altyapının-üstyapıyıyı belirlemesi teorisini” tamamıyla kabul etmemekte ve kültürel belirlenimciliğe karşı, insan doğasının ele geçirilemez boşluklarına vurgu yapmaktadır.
Gerçekten de, Williams’ın öngörüleri göz önüne alındığı zaman belirlenimciliğin, tek boyutlu ve tek yönlü olmadığı görülmektedir.
Williams’a göre, “iletişimin yol açtığı değişimin farklı yansımaları anlayabilmek ve keşfedebilmek için geçmişte kullanılan yaklaşımları terk etmek zorunludur. ‘Azınlık’ ve ‘kitle’
gibi sosyal durumu açıklamaktan çok, daha da karmaşıklaştıran kelimeler yerine yaşanan değişimi “yeni” kavramlarla değerlendirmek gerekmektedir.
Williams kültür ve toplumsal yapıların analizi konusunda geçmişin kalıplaşmış yaklaşımları yerine, çok daha kapsayıcı, toplumun hücrelerindeki ayrıntılara önemseyen, onlara değer veren ve kapalı uçlu şablonların doğruluğunu sorgulayan bir bakış açısıyla, kendi özgün çizgisinde yürümüş ve çalışmaları bir çok sosyal bilimci tarafından “milad” kabul edilmiştir.
“Kitle oldukça komplike bir terimdir. Kendimizi, arkadaşlarımızı, iş arkadaşlarımızı ve yakın çevremizi kitle olarak görmeyiz de kitleleri hep ‘diğerleri’ olarak tanımlamaktan hoşlanırız. Kitle sözcüğü daima ‘ötekini’ çağrıştırır. Başka insanlar da bizleri kitle olarak tanımlarlar. Kitleler diğer insanlardır. Aslında kitleler yoktur, sadece insanları kitleler olarak görme biçimleri vardır.
Williams da popüler kültürün halk tarafından yaratılan kültür olduğunun altını çizer ve “popüler kültürün ne olduğunu teşhis edenin de daima halk değil de, başkaları olduğunu” gayet ironik bir dille ifade eder. Williams popüler kültür ile kitle kültürü arasına bir ayrım koyar ve popüleri olumlar.
“Hegemonya sadece yukarıdan dayatılan fikirler ve manüpilasyon yoluyla gerçekleşemez. Hegemonya ancak; yaşanan hayatın tüm deneyimleri ve pratiklerinin bir araya gelmesi ve aralarındaki ortak uyum ile gerçekleşir ” Dolayısıyla Williams, hegemonyayı etkin bir süreç olarak tanımlamakta ve toplumsal yapıdaki bütünleştirici işlevine gönderme yapmaktadır.
Williams’ın çalışmalarında sadece televizyonun değil, gazete, radyo ve sinema gibi diğer kitle iletişim araçlarının kültürel işlevi önemli bir yer tutmaktadır. Williams, televizyonda bize sunulan, birbirinden farklı pek çok görüntü ve ses mesajının da aslında aynı bütünün bir parçası olduğunu söyleyerek, bu program parçacıklarını birbirleriyle köklü bir etkileşim içerisinde bulunduğunu iddia etmektedir.
Raymond Williams’ın “akış teorisi” televizyonda yer alan farklı programların aynı bütünün bir parçası olduklarını ve süregelen bir akış içerisinde yer aldıklarını ifade eder.
Stuart Hall (1964 Pady Whannel ile birlikte The Popular Arts (Popüler Sanat)
Ricgard Hoggarth’ın ardından Merkezin ikinci yöneticisi olan Stuart Hall merkezin yeni sol yönünde politikleşmesinde önemli rol oynamıştır. Hoggart ve Williams’ın aksine; edebiyata biraz daha mesafeli ama sosyal ve politik olaylarla daha yakından ilgilidir. Sınıfsal, ideolojik ve ırksal kökeni; onu toplumsalı yorumlarken daha da duyarlı olmasına yol açmış ve Merkez’in orta vadede giderek politikleşmesinde de etkin bir aktör olarak rol oynamasına neden olmuştur.
Kendi ifadesiyle kültür çalışmalarına yönelik artan ilgisinin temelinde Jamaika kültürüyle ilişkisinin ne olduğunu ve Jamaika kültürünün ne olduğunu anlama çabası yatar.
Stuart Hall da Williams gibi, Gramsci’nin “hegemonya” kuramından etkin bir şekilde beslenmiştir. “sıradan insanlar kültürel aptallar olmadıklarına göre, popüler kültür biçimlerinde kendi hayatlarına ilişkin gerçeklerin nasıl temsil edildiğinin basbayağı farkındadırlar” Hall’a göre, farklı toplumsal kesimler hayat tarzlarını, zevklerini, beğenilerini kısacası ideolojilerini popüler kültür formları aracılığıyla dışa vururlar. Bu açıdan popüler kültür ürünleri çeşitli toplumsal kesimlerin kendilerini ifade ettikleri mücadele alanı ve aracıdır.
Stuart Hall’a göre, modern iletişim araçları asla toplumsal yapılar ve pratikler alanı dışında kavramsallaştırılamazlar, çünkü giderek artan oranda bu alanın bir parçası haline gelmektedirler. Günümüzde iletişim kurumları ve ilişkileri toplumsal alanı tanımlamakta ve inşa etmekte; siyasal alanın inşasına yardım etmekte; üretken ekonomik ilişkileri
dolayımlamakta ve modern endüstriyel sistemler içinde “maddi bir güç” haline gelip, bizatihi teknolojik olanı tanımlamakta; kısacası kültürel olana hükmetmektedirler.
Hall için “ideoloji, bizim kültürümüzden, bizim kim ve ne olduğumuzun belirlendiği bilincimizden üretilir.”
“Kültürel Çalışmalar Ekolünün üyeleri, kitlelerin “atomlaşmış” bireylerden oluşan, edilgin bir topluluk olduğunu varsayan kitle toplumu kuramının doğruluğunu sorgulamış ve bunu mutlak gerçek olarak kabul etmeyerek, sistem içinde tüketicilerin direnme olanaklarını işaret etmiştir.
(Kodlama-kod açımı) isimli makalesi (1973) bir metnin farklı biçimlerde okunabilme olanağına dikkati çekerek okurun her zaman egemen değerleri meşrulaştıran metnin “yeğlediği” okumayı yapmadığını ileri sürer. “ “Bu modelde, televizyon programları gerçekliğin yansımaları ya da çarpıtımları olarak değil, kodlanmış anlamalar dizisi, özgül, estetik, siyasal, teknik ve profesyonel ideolojilerin ürünü olarak anlaşılırlar. Program bir kez üretildiğinde oldukça etkili ama belirsiz bir göstergeler yapısıdır. Program yapımcıları izleyicileri belli anlamları yeğleme’ye özendirmek için tüm kodlama beceri, yetenek ve bilgilerini kullanabilirler ama kod açımı edilgin değil, etkin bir süreç olduğu için bu ‘yeğleme’ kodlayıcıların iktidarının bir güvecesi değil, bir iktidar girişimidir; yani kod açımı sırasında izleyicinin pazarlığa oturacağı bir tekliftir.
Hall makalesinde izleyiciler açısından üç tip açımlamayı tanımlar:
• Yeğlenen
• Tartışmacı
• Muhalif:
Yeğlenen açımlama, doğal, meşru, kaçınılmaz bir toplumsal düzenin hegemonik bakış açısına uygun düşer; bu görüş benimsendiğinde medya metinlerinin egemen ideolojinin yeniden üretimi söz konusudur.
Tartışmacı açımlama, kısmen egemen anlamları ve değerleri benimseyen, ancak ait olunan grupla ilgili konumlanmalar bağlamında mesajı tartışmaya açar ve uyumla direniş arasında gezinir. Okur metnin belli kısımlarını uygun bulurken, belli görüşleri de reddedebilir.
Muhalif açımlama, açımlama ise, karşıt bir dünya görüşüne göre (örneğin ulusal çıkarı sınıf çıkarına çevirerek) yorumlama anlamına gelir ki; muhalif okumayı ancak hâkim söylemin ve ideolojinin farkında olan insanlar yapabilir. Burada amaçlanan okumanın tamamen reddi söz konusudur.
Bu çalışmada Hall, iktidarın medya metinlerindeki konumlanmasını kompleks bir yapı içerisinde ele almakla birlikte, aynı zamanda izleyiciyi aktif ve anlam oluşturabilme yetisine sahip bir özne olarak kabul etmektedir.
Bu makale merkezin birçok araştırmasını televizyona yöneltmiş ve “aktif izleyici” teorisinin oluşmasına kaynaklık etmiştir. Etkin izleyici teorisi, iletişim sürecinde izleyicilerin kendi kararlarına ve gerçeklerine medya metinlerinden ulaşmaya muktedir olduklarını ve metni sadece öngörülen şekilde değil, birçok anlama olanak veren farklı biçimlerle okuyabileceklerine vurgu yapar.
Medya metinleri egemen söylemler içinde yapılandırılmış olmalarına rağmen alılmama anında farklı okuma biçimleri mümkündür. “Bu yaklaşım 80’lerde ve 90’larda medya metinlerinin dizilerde, romanlarda, haberlerde ve eğlence programlarında anlam oluşturma sürecini açıklamaya yönelik çalışmalarına kaynaklık etmiştir. Bu çalışmalar, hegemonik
söylemin oluşmasında medyanın oynadığı rolü işaret ederken, aynı zamanda hâkim söylemi izleyicilerin hangi noktalarda zaafa uğratabildiğini gözler önüne sermektedir.
Aktif İzleyici, televizyon izleyicilerin bilinçli bir şekilde aktarılan mesajları seçtikleri ve kendi anlamlarını oluşturabildiklerini ifade eden yaklaşım.
KÜLTÜREL ÇALIŞMALAR’IN ÖNCÜLLERİNDEN SONRAKİ GELİŞİMİ
İlk dört öncüle yeni isimler eklenmiş, genellikle aynı merkezde çalışan akademisyenler daha yeni ve daha farklı konularla okulun gelişimine katkı sağlamışlardır.
Bu isimlerin başlıcaları:
İngiltere’den Angela McRobbie, David Morley, Dick Hebdige ve Lawrence Grossberg’dir.
Angela McRobbie’nin “Postmodernizm ve Popüler Kültür”, “Feminizm ve Gençlik Kültürü”, David Morley’in Stuart Hall’un modelini sınadığı “Nationwhite” alılmama araştırması,
Dick Hebdige’nin “ Altkültür” kitabı
Lawrence Grossberg’in “Popüler Kültür ve Kitle İletişim”, “Kültürel Çalışmalar ve Gelecek”
Kitapları kültürel çalışmaların görece daha yakın dönem çalışmaları olarak dikkat çekmiş ve ekolün daha derinlere ve farklı boyutlara yöneliminde de belirleyici olmuştur.
Amerikalılar İngiltere’den kültürel incelemeleri transfer ettiklerinde, siyasal yanı ve kapitalizme karşı olan eleştirilerini nötrleştirip genel eleştirel kelimelerini tutarak Amerikan tarzı bir kültürel incelemeler yaratmıştır.
Klasik “aktif izleyici” (active audience) tanımının yerine aynı anlama gelen fakat daha taze, masal gibi büyüleyici olan “çoğulcu alımlama” (polysemic reception) söylemi getirilmiştir.
Eskisinden farklı olarak, kapitalist sistemin övgüsüyle değil; “sonsuz türde anlam vermeler” içinde yüzen (aslında yüzdüğünü sanan) insanın anlamlandırmadaki tercihsel özgürlüğü ve çoğulcu alımlama iddialarıyla ve “tüketiciyi” belirleyici konuma yerleştirmeyle yapılmıştır. Bunu yaparken, kapitalizmin getirdiği koşullar eleştirilirken bile, kapitalizm izleyiciye sunduğu çeşitlilik ve çoklukla sağladığı zengin metinsel olanaklardan (tüketim olanaklarından) dolayı kutlanır ve yeniden-meşrulaştırılmıştır.
Marksist yönelim Dallas W. Smythe’nin yaklaşımı paralelinde (Toronto Okulu) ve Avrupa ve Amerika etkisinde biçimlenmiştir.
Avustralya’da, Amerikan türüne benzer analizle John Fiske’yi görülmektedir.
İngiliz etkisi Kıta Avrupa’sında farklı şekillerde ortaya çıkmıştır.
Fransa’da, semiyotikçilerin, Barthes’in ve Fransız yapısalcıların etkisinde seyretmiştir.
Almanya’da Frankfurt Okulu’nun etkileri devam etiği için, İngiliz kültürel incelemelerin etkisi, Fransa’da olduğu gibi, fazla olmamıştır.
Kültürel Çalışmalar, kitleye yönelik önyargılı, umutsuz ve küçümser bir yaklaşımı takip etmek yerine; insana inanan, özgürlükçü ve - metodolojisi sorgulanabilir olsa da- duyarlı ve derinlikli bir yaklaşımı tercih eder. Bunda da en önemli etken sosyal bilimlerin tüm disiplinlerinden beslenmelerinin yanı sıra, iki kurucusu Hoggart ve Williams’ın öncelikle edebiyatçı olmaları bu yüzden sanatı, özellikle de edebiyatı diğer tüm disiplinlerin üzerinde konumlandırmalarında aramak gerekir.
Kültürel Çalışmalar Merkezi, 1979 yılında Hall’un ayrılışının ardından, 1980’ler boyunca bağımsız olarak varlığını sürdürmek konusunda gitgide daha fazla mücadele vermek zorunda kalmış ve 1980’lerin sonunda lisans düzeyinde eğitim veren bir Kültürel Çalışmalar
departmanı haline gelmiştir. Bu, Merkez’in araştırmalarının doğası ve kapasitesi üzerinde dramatik bir etki yaratmıştır. 2002 yılında Birmingham Üniversitesi, çalışmalarının değerinin düştüğü gerekçesine dayanarak Merkez’in kapanması yönünde tartışmalı bir karar vermiştir.
Anahtar Sözcükler:
• Kültürel Çalışmalar
Kültürel Çalışmalar adını 1964 yılında Birmingham Üniversitesi’nde Centre Contemporary Cultural Studies (CCCS- Çağdaş Kültürel Araştırmalar Merkezi)’den alır. Kültürel Çalışmalar, 60’lı yılların ortasında kültür ve medya alanında benzer yaklaşımlara sahip olan bir grup akademisyenin birlikte ya da birbirlerinden habersiz meydana getirdiği bir sosyal bilim ekolüdür.
Kültürel Çalışmalar, popüler kültürü “yanlış bilinç” olarak değil; kitle kültürünün aksine “halkın sesi” olarak görmekte ve özellikle tüketilme anında halkın bilinçli tercihine vurgu yaparak, popüler kültür içerisindeki özgürleşim olanaklarını işaret etmektedir.
Kültürdeki elitist ve hiyearşik yaklaşımlara da mesafeli yaklaşan Merkez; kitle kültürünün düzleştirici ve biçimlendirici etkilerine karşın, toplumdaki direnme biçimleri ve farklı açımlamalar üzerinde önemle durmuştur.
• Popüler Kültür
Williams popüler kültürün halk tarafından yaratılan kültür olduğunun altını çizer ve popüler kültürün ne olduğunu teşhis edenin de daima halk değil de, başkaları olduğunu ironik bir dille ifade eder. Williams popüler kültür ile kitle kültürü arasına bir ayrım koyar ve popüleri olumlar.
• İşçi Sınıfı Kültürü
İşçi sınıfının oluşumu, halkın eski düzenin çözülüşü sırasında yaşadığı deneyimler ve bu deneyimlere verdiği tepkiler içinde ortaya çıkan bir işçi sınıfı bilinciyle yakından ilgilidir. Bu işçi sınıfı bilinci, özellikle, hayatları altüst olmuş insanların siyasi ortama hâkim olan politik iktisat mantığıyla hesaplaşması içinde biçimlenir.
• Akış Teorisi (Raymond Williams)
Televizyonda yer alan farklı programların aynı bütünün bir parçası olduklarını ve süregelen bir akış içerisinde yer aldıklarını ifade eder.
• Aktif İzleyici (Stuart Hall)
Televizyon izleyicilerin bilinçli bir şekilde aktarılan mesajları seçtikleri ve kendi anlamlarını oluşturabildiklerini ifade eden yaklaşım
Hoggart Edebiyatın Kullanımı çalışmasında, İngiliz işçi sınıfı bağlamında yönetilenlerin, yönetenlere karşı geliştirdikleri stratejilere ilgisini yoğunlaştırır. Özellikle kitlesel yayıncılığın, orta sınıf kültürünü son 20-30 yıl içerisinde nasıl değiştirdiğini inceleyen Hoggart, bu çalışmasında kitlesel üretimin ve tüketimin, toplumsallaşma sürecindeki değiştirme ve dönüştürme potansiyellerine de dikkat çekmiş ve kültür endüstrisinin uzanamadığı, ulaşamadığı noktaları betimlemiştir.
E. P. Tompson ise Kültürel Çalışmalar’a kaynaklık eden İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu kitabında, 18. yüzyılın ikinci yarısından 19. yüzyılın ortalarına uzanan dönemde İngiltere’nin toplumsal ortamını ele almıştır. Tompson 20. yüzyılın en önemli tarihçilerinden birisidir. Kuşkusuz sadece toplumun alt kesimlerinin tarihini yazdığı için değil, bu tarihi onlardan yana tavır alarak yazmak cesaretini gösterdiği için de önemlidir. Tompson, İngiliz İşçi Sınıfı’nın Oluşumu’nda sınıfsal etkileri incelemiş ve kültür-sınıf etkileşimi üzerinde durmuştur.
Raymond Williams 1958 yılında yayınladığı “Kültür ve Toplum” kitabıyla kültürün sıradan olduğunu vurgulayarak 18.yüzyıldan günümüze kültürün, toplumsal değişmenin paralelinde yüklendiği yeni anlamları sorgulamaktadır. Williams popüler kültürün halk tarafından yaratılan kültür olduğunun altını çizer ve popüler kültürün ne olduğunu teşhis edenin de daima halk değil de, başkaları olduğunu ironik bir dille ifade eder. Williams popüler kültür ile kitle kültürü arasına bir ayrım koyar ve popüleri olumlar.
Marksizmin Ortodoks yorumuyla da ciddi bir hesaplaşma içine giren Williams sadece alt yapının üst yapı tarafından belirlendiğini değil, üst yapının da alt yapıyı belirleyebileceğini ileri sürer.
Williams, ayrıca akış teorisiyle televizyonda bize sunulan, birbirinden farklı pek çok görüntü ve ses mesajının da aslında aynı bütünün bir parçası olduğunu söyleyerek, bu program parçacıklarını birbirleriyle köklü bir etkileşim içerisinde bulunduğunu iddia etmektedir.
Stuart Hall, Hoggart ve Williams’ın aksine; edebiyata biraz daha mesafeli ama sosyal ve politik olaylarla daha yakından ilgilidir. Sınıfsal, ideolojik ve ırksal kökeni; onu toplumsalı yorumlarken daha da duyarlı olmasına yol açmış ve Merkez’in orta vadede giderek politikleşmesinde de etkin bir aktör olarak rol oynamasına neden olmuştur. Hall, akademik ilgisini, kendi etnisitesine, kimliğine, kültürel aidiyetlerine, cinsiyetine ilişkin sorgulamalarından üreten bir kuramcıdır.
Kendi ifadesiyle kültür çalışmalarına yönelik artan ilgisinin temelinde Jamaika kültürüyle ilişkisinin ne olduğunu ve Jamaika kültürünün ne olduğunu anlama çabası yatar. Hall’a göre, farklı toplumsal kesimler hayat tarzlarını, zevklerini, beğenilerini kısacası ideolojilerini popüler kültür formları aracılığıyla dışa vururlar. Bu açıdan popüler kültür ürünleri çeşitli toplumsal kesimlerin kendilerini ifade ettikleri mücadele alanı ve aracıdır.
Ayrıca Hall’un “kodlama-kodaçımı” modeli de medya metinlerinin alımlanmasında pek çok araştırmacı için yol gösterici olmuştur.