AÖF İnsan hakları tarihsel gelişimi

Cevapla
sevgi
Mesajlar: 57
Kayıt: 25 Mar 2017 20:56
İletişim:

29 Kas 2017 21:49

GİRİŞ

İnsan hakları, günümüzde içeriği ve değeri konusunda genel bir fikir birliğinin bulunduğu bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsan haklarının evrensel olduğu, her insanın doğuştan, salt insan olma sıfatıyla hak ve özgürlüklere sahip olduğu düşüncesini dile getirenler, çok haklı olarak, genel kabul görmekte olan bir “doğru”yu ifade ettiklerini düşünmektedirler. Ancak, günümüz için geçerli olan bu “doğru”nun dikkate alınması, kendisine hak ettiği değerin verilmesi ve genel kabul görmesi öyle birdenbire, kendiliğinden ortaya çıkmış olgular değildir. Biraz amiyane bir ifadeyle açıklamak gerekirse, insan hakları kavramının insanlık tarihinin belli bir aşamasında çok zeki bir kişinin birdenbire aklına geliverdiğini ve diğer insanların da çok parlak buldukları bu fikri hayranlıkla derhal benimsediklerini düşünmek safdillik olur.

İnsan haklarının bir değer olarak benimsenmesi ve bir evrensel referans noktası haline dönüşmesi, yüzyıllara yayılan uzun bir mücadelenin sonunda, uğrunda harcanan acılarla dolu çabaların neticesinde gerçekleşebilmiştir. Ancak, bu mücadele ve sonrasında elde edilen kazanımların, zaman ve mekana bağlı koşullara göre değişiklikler göstermekle birlikte, özde aynı kalan bir kavramsal çerçeveye oturtulması mümkündür. Bu kitabın I. Bölümü’nde söz konusu kavramsal çerçevenin tarihi ve kapsamı açıklanmaya çalışılacaktır. II. Bölüm’de ise bu mücadelenin İngiltere, ABD ve Fransa örneklerinde nasıl verildiğine ve somut hukuki belgeler düzleminde hangi kazanımlara eriştiğine ilişkin bilgilere yer verilecektir.

III. Bölüm insan haklarının uluslararası düzeye geçişi ve bugün ulaştığı aşama hakkında bilgiler vermektedir. Günümüzde gerek bölgesel örgütlerce (Avrupa Konseyi, Amerikan Devletleri Örgütü, Afrika Birliği Örgütü) gerekse Birleşmiş Milletler Örgütü tarafından üretilen insan hakları belgeleri geniş bir perspektif sunmaktadır. Üçüncü bölümde, Türkiye de göz önüne alınarak başlıca belgelere ve denetim / koruma sistemlerine yer verilmiştir.

Uluslararası insan hakları sözleşmeleri, eğer bir devlet o sözleşmeye tarafsa o devlet açısından sonuç doğurur. O nedenle bu kitapta herhangi bir sözleşme kapsamında kullanılan “devlet” kavramı, o “sözleşmeye taraf olan devlet” anlamına gelmektedir.

Bu açıklamaların, insan haklarının modern siyasi sistemlerdeki yerinin ve değerinin daha iyi anlaşılmasına hizmet edeceğini umuyoruz.

I. BÖLÜM: İNSAN HAKLARI KAVRAMI

I. İnsan Nasıl İnsan Oldu?

İnsan nasıl insan oldu, sorusuna değişik düşünsel / ideolojik açılardan değişik yanıtlar vermek mümkündür. Örneğin, Marksist öğretiye göre insan ancak emeğiyle doğal ve toplumsal çevresini dönüşüme uğratmak yoluyla insanlaşabilmiştir. Yani, insanın insanlaşabilmesi emek unsurunun devreye girdiği bir evrim sonucunda gerçekleşmiştir. Liberal öğretide ise insanlar, hakları ve özgürlükleriyle doğan ve yaşayan varlıklar olarak kabul edilirler. Yani insanlar doğuştan eşit ve özgürdürler. Ancak, liberal öğretinin bu bakış açısının liberal öğretiyi savunanlar tarafından dahi evrensel, yani tüm insanlığı, tüm insanları kapsayan / kavrayan bir bakış açısı olarak kabul edilebilmesi için uzun mücadeleler verilmesi gerekmiştir. Bir devlet olarak kurulduğu günden bu yana liberalizmi istisnasız olarak benimsemiş ve uygulamış olan ABD’de köleciliğin ve ırk ayrımcılığının, yani insanlığın bir kısmını insan olarak kabul etmeyen bir uygulamanın hukuki olarak 19. yüzyılın ikinci yarısına, fiili olarak ise 20. yüzyılın son çeyreğine dek sürmesi örneği sanırız konuyu tam olarak aydınlatıcı niteliktedir.

Aslında, insanı haklarıyla doğan eşit ve özgür bir varlık olarak kabul eden modern insan hakları düşüncesinin kökenlerini Erasmusçu soyut ve evrensel insancılığa (hümanizme) ve 16. yüzyıl Altın Çağ İspanyol düşüncesine kadar geri götürmek mümkündür. İnsancı düşünür Erasmus’un herhangi bir kuramsal bütünlük olmadan ortaya koyduğu düşünceleri, İspanyol kuramcıları Amerika kıtasının keşfiyle ortaya çıkan yeni koşullarda geliştirme ve sınama fırsatı bulacaklardır.

İspanyol istilası Latin Amerika’da çok büyük bir yıkımın da başlaması anlamına gelecektir. Amerika yerlileri ve kurmuş oldukları görkemli uygarlıklar Eski Kıtadan gelen insanlar ve onların yanlarında getirdikleri hayvanlar ve mikroplar tarafından, Latin Amerika’nın doğal zenginlikleriyle birlikte yok olup gitmektedir. Avrupa’dan gelen ve Yeni Dünya sakinlerinin tanımadığı grip, çiçek, suçiçeği, kızamık gibi bulaşıcı hastalıklar, İspanyol fatihlerle yapılan savaşlarda ölenlerden kat kat fazla sayıda Amerikan yerlisinin ölümüne neden olur. Öte yandan, savaşlar esnasında tarım yapılamadığı için büyük bir açlık felaketi baş göstermiştir. İspanyol fatihlerin yanlarında getirdikleri evcil hayvanlar da yeni ortamlarında ölçüsüz biçimde çoğalmakta ve Yeni Kıtanın doğal dengesini alt üst etmektedir. Fatihlerin barbarlığından ve salgın hastalıklardan kurtulup sağ kalmayı başarabilen yerliler ise, yine fatihler tarafından ağır koşullarda, köle olarak çalışmaya zorlanmakta ve yetersiz beslendikleri için ömürleri çok kısa olmaktadır.

İspanyol fatihlerin yanında Yeni Kıta’ya ayak basan misyoner din adamlarının tanık oldukları bu manzara, en azından bu din adamlarının insancı düşünceye yakın olanları açısından halledilmesi gereken çarpıcı bir ahlaki ve düşünsel sorun oluşturmaktadır. Fatihlerin Yeni Kıta yerlilerine böyle davranma hakları var mıdır? Yerliler de ruhu ve aklı olan varlıklar değil midir? Dolayısıyla, onları öldürmek ya da köleleştirmek yerine, onlara “insanca” davranmak ve onları ikna yoluyla putperest inançlarından vazgeçirip Hıristiyanlığa kazandırmak gerekmemekte midir? Bu çerçevede özellikle Cizvit ve Dominiken tarikatlarına bağlı din adamı düşünürlerin çabaları anılmaya değer niteliktedir. Bunlardan bazıları, tutarlı kuramsal çabalar ortaya koyarak İspanyol Krallığının kölecilik siyasalarına karşı dururlar. Örneğin Bartolomé de Las Casas’a göre, bir Tanrı yaratısı olan insanı diğer varlıklardan ayıran doğal özellikleri ussallık ve toplumsallıktır. Bu akıllı ve toplumsal yaratıklar insanlığın başlangıcından beri özgür doğmaktadırlar. Özgürlük insanoğlunun en temel hakkıdır. Dolayısıyla, İspanyol Kralı köleleştirilmiş bütün yerlilerin özgür bırakılmasını emretmelidir. Diğer bazı misyonerler ise doğrudan eyleme geçerek yerlilerin güven içinde yaşayacakları Reduccion ya da Mision adı verilen yerleşim birimleri kuracaklar; hatta bu yerleşim birimlerini İspanyol fatihlerin saldırılarına karşı korumak için, aforoz edilmeyi dahi göze alarak, ellerine silah alıp savaşmaktan geri durmayacaklardır.

Yerlileri zulme ve köleciliğe karşı korumak için yürütülen düşünsel mücadele çerçevesinde sıkça başvurulan bir kurgu olarak karşımıza “iyi vahşi” mitosu çıkmaktadır. Bu çerçevede yazılan eserlerde Yeni Dünya’nın sakinleri ahlaki açıdan mükemmel, sevgi ve barış duygularıyla donanmış varlıklar olarak tanımlanmaktadır. Hatta, bazı yazarlar daha da ileri giderek, yerlilerin bu doğal ve toplumsal çevreleriyle tam uyumlu konumları nedeniyle, söz konusu özellikleri uzun süre önce kaybederek yozlaşmış batı insanına nazaran Tanrı’ya daha yakın olduklarını ileri sürmektedir. İnsanların doğal yaşamda mutlu, özgür ve eşit oldukları teması daha sonraları liberal kuramcılardan Marksistlere kadar batı düşünsel çevresini önemli ölçüde etkileyecektir.

II. Liberalizm, Klasik Haklar ve Yasal Eşitlik

Liberalizmin en önemli kuramcılarından John Locke’a göre, doğal yaşama halinde, yani devletin kurulmasından önce, insanlar akılla donatılmış, doğal haklara sahip özgür ve eşit bireyler olarak varlıklarını sürdürmektedirler. İnsanlar, doğaları gereği iyi varlıklar oldukları için doğal yaşama döneminde barış ve huzur egemendir. Ancak, doğal yaşama döneminde ortaya çıkan bir sorun vardır: doğal hakları ihlal edenlerin nasıl cezalandırılacağı sorunu... Eğer ceza doğal haklarından birisi, örneğin mülkiyet hakkı ihlal edilmiş olan kişi tarafından verilirse, cezada ölçü kaçabilir. Kendisine karşı suç işlenen kişi, suçluyu cezalandırmada nesnel (objektif) olamayabilir ve suçla orantısız, ağır bir ceza verebilir. Buna karşılık, eğer cezalandırma bir başka kimseye bırakılırsa, o zaman da suçun tamamıyla cezasız kalması ya da hafif bir cezayla geçiştirilmesi sorunu ortaya çıkabilir. Doğuştan akıl sahibi olan insanlar, bu soruna bir çözüm aramışlar ve sonuçta bir toplumsal sözleşme yapmaya karar vererek, cezalandırma yetkilerini bu sözleşmeyle oluşturulan siyasi güce, yani Devlet’e devretmişlerdir. Ancak, cezalandırma yetkisi haricindeki diğer tüm haklarını kendilerinde saklı tutmuşlardır. Bu kuramın ana hatları şu şekilde özetlenebilir:

a) Her insan, doğuştan özgür ve eşit olan akıl sahibi bir BİREYdir. Birey toplumdan önce gelir. İnsana anlamını veren toplum değildir; aksine, toplumun temelinde birey yer almaktadır.
b) Tıpkı toplum gibi siyasi iktidarı da insanlar, yani bireyler özgür iradeleriyle, düşünerek yaratmışlardır. Ne toplum ne de Devlet, insan aklı dışında, insanlık ötesinde herhangi bir kaynağa dayandırılamaz. Böylelikle, toplumu ve Devleti Tanrı yaratısı kabul eden görüşlerin karşısında yer alınmaktadır.
c) Bireyler Devlet’i kurarken özgürlük, eşitlik, güvenlik ve mülkiyet gibi tüm doğal haklarını kendilerinde saklı tutmuşlardır. Devlet’e sadece doğal hakları çiğneyenleri cezalandırma yetkisini vermişlerdir. Devlet’in varlık amacı bununla sınırlıdır. Devlet bireylerin hak ve özgürlüklerine müdahale edemez, çiğneyemez. Aksi halde varlık sebebine aykırı davranmış olur.

Görüldüğü üzere liberal kuramda insanlar hem özgür hem de eşit kabul edilmektedir. Ancak, belirtilmelidir ki, bu özgürlük ve eşitlik toplumsal çerçevenin dışında tutulmuş, aralarında herhangi bir organik ilişki bulunmayan bireylerin özgürlük ve eşitliğidir. Daha sonraları benimsenen bir ayrıma göre, bu çerçevede tanımlanan özgürlükler “klasik haklar” ya da birinci kuşak haklar, eşitlik ise “yasal eşitlik” olarak adlandırılmıştır. Bu anlayış en özgün ifadesini, II. Bölümde genel çerçevesi açıklanacak olan, 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nde bulacaktır. Ancak daha sonraları, bu özgürlük ve eşitlik anlayışının yeterli olmadığı anlaşılacak ve toplumcu akımların da etkisiyle klasik özgürlük ve eşitlik anlayışına sosyal haklar ve fırsat eşitliği kavramları da eklenecektir.

III. Toplumcu Akımlar, Sosyal Haklar ve Fırsat Eşitliği

Liberalizm, 16-17. yüzyıllardan itibaren Batı’da gelişip güçlenmeye başlamış olan burjuva sınıfının gereksinimlerini karşılayan bir kuramdır. Burjuvazi için, batılı monarşik sistemlerde halen egemenliğini sürdürmekte olan aristokrasi sınıfının ayrıcalıklarının ortadan kaldırılması, yani yasal eşitliğin sağlanması ve kişi güvenliği ve mülkiyet gibi “doğal”, yani klasik hakların güvence altına alınması yeterlidir. Oysa, burjuvazinin bu taleplerini kabul ettirdiği ve siyasi sistemi yasal eşitlik ve özgürlük anlayışına göre şekillendirdiği 18. yüzyılda başlayan endüstri devrimi bir diğer toplumsal sınıfı ortaya çıkarmıştır: çalışanlar ya da emekçiler. Oldukça ağır koşullarda, güvencesiz biçimde çalıştırılan bu kitleler açısından klasik hakların kendilerine tanınmış olması çok büyük bir anlam ifade etmemektedir. Örneğin, bu kitlelere seyahat özgürlüğünün tanınmış olmasına rağmen, haftada yedi gün, günde on – on iki saate varan sürelerle çalıştırıldıkları için, fiilen bu haktan yararlanmalarına olanak bulunmamaktadır. Onların öncelikle ihtiyaç duydukları çalışma sürelerinin kısaltılması, haftasonu tatilinin ve emeklilik hakkının tanınması gibi düzenlemelerdir. Örneğin, bu kitlelere mülkiyet hakkının tanınmış olmasına rağmen, çok düşük ücretlerle çalıştırıldıkları için herhangi bir birikim gerçekleştirememekte ve dolayısıyla fiilen mülkiyet edinememektedirler. Bu kitlelerin öncelikle ihtiyaç duydukları, işverenle eşit koşullarda ve (sendikalarda) örgütlü bir biçimde toplu sözleşmeye oturabilme hakkıdır. Aynı şekilde, bu kitlelere yasal eşitlik yanında fırsat eşitliği de sağlanmalıdır. Örneğin, bir fabrikanın sahibiyle aynı fabrikada çalışan bir işçinin çocuklarının yaşama mümkün olduğunca eşit koşullarda başlayabilmeleri için, en azından, devlet okullarında parasız eğitim-öğretim hakkı sağlanmalıdır.

Bugün için bizlere son derece olağan gelen bu haklar da, özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra Marksist görüşler etrafında örgütlenen çalışan kitlelerinin verdikleri mücadeleler sonunda, 20. yüzyılın başından itibaren benimsenmeye başlamıştır. Sosyal ve ekonomik haklar, ya da ikinci kuşak haklar olarak adlandırılan bu hakların yer aldığı ilk hukuki metinler 1917 Meksika ve 1919 Alman Anayasalarıdır. Bu çerçevede belirtilmelidir ki, 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başlarında marksist kuramı benimsemiş ve çalışan kitleleri temsil ettiği savını ileri süren siyasi örgütler, partiler arasında keskin bir ayrışma yaşanmıştır. Bu örgütlerden bazıları, siyasi iktidarı “devrim” yoluyla ele geçirmek ve görüşlerini bir diktatörlük (proletarya diktatörlüğü) rejimi altında uygulamaya koymak yolunu benimserken, diğer bazıları ise demokratik yollardan iktidara gelmeyi ve politikalarını yine demokratik rejim içinde uygulamaya koymayı tercih etmişlerdir. İşte bu ikinci yolu benimseyen örgütler, partiler, Batı Avrupa’da “sosyal demokrasi” olarak adlandırılan siyasi akımın doğmasına yol açmışlar ve sosyal haklarla birlikte fırsat eşitliği ilkesinin de batı demokrasilerinde yerleşmesinde büyük katkılarda bulunmuşlardır.

Bu noktada eşitlik ilkesinin büründüğü yeni içeriği de etraflıca açıklamak yerinde olacaktır. Yasal eşitlik yanında fırsat eşitliği ilkesi ile desteklenen demokratik eşitlik kavramını “mutlak” eşitliği ifade eder biçimde anlamak yerinde olmaz. Ayrıca, eşitliği özgürlükten ayrı düşünmek de mümkün değildir. Nitekim, liberal öğretide yasal eşitlik ilkesi doğal hak ve özgürlükleri hayata geçirebilmenin bir unsuru olarak da anlaşılmıştır. Nedir ki, herkesin yasa önünde eşit sayılacağı, yasaların herkese eşit uygulanacağı, hiç kimsenin belli bir aileye mensup olma vb. sebeplerle ayrıcalıklı sayılamayacağı şeklinde somutlaştırılabilecek olan yasal eşitlik ilkesinin özgürlüğü sağlamada yetersiz kaldığı yukarıdaki örneklerle de gösterilmektedir. Herkes tarafından ulaşılabilir olmadığı sürece özgürlüğün varlığından söz etmek mümkün değildir. Öte yandan, eşitlik ilkesi “farklı olma hakkı”nı da içerir. Bu hak, hiç kimsenin diğerlerinden farklı düşündüğü, farklı zevklere ya da inançlara sahip olduğu, farklı biçimde davrandığı vb. için kınanamaması, yaptırıma uğratılamaması şeklinde; yani “ayrımcılık yasağı” olarak da ifade edilebilir. Demokratik bir toplumda hiç kimse, genel kabul gören değerlerin dışında kalan değerlere sahip olduğu, genel kabul gören toplumsal davranış biçimlerinin dışında davranışlar gösterdiği, genel kabul gören dini ya da siyasi inançların dışında inançları bulunduğu için farklı muameleye tabi tutulamaz. Aksi halde kendisine karşı ayrımcılık yapılmış olur.

IV. Üçüncü Kuşak Haklar

Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, hak ve özgürlükler dinamik kavramlardır. Ekonomik ve toplumsal gelişmelere bağlı olarak ortaya çıkan yeni olgular ve ihtiyaçlar yeni hakların da kurgulanmasına yol açmaktadır. Günümüzde artık hukuk metinlerinde, anayasalarda ve uluslararası belgelerde somut biçimde yer almaya başlayan “dayanışma hakları” ya da “üçüncü kuşak haklar” olarak adlandırılan haklar demeti de, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan bazı gelişmelerin yarattığı ihtiyaçlarla açıklanabilir.

Bilindiği üzere, II. Dünya Savaşı’na dek yerkürenin birçok bölgesi, Afrika kıtasının hemen tamamı, Asya kıtasının büyük bir bölümü, Okyanusya kıtasının bazı bölgeleri ekonomik ve askeri açılardan güçlü olan Batılı devletlerin sömürgesi durumundadır. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bu yörelerde yaşayan insanlar anti-sömürgecilik hareketine hız vermişler ve giderek daha güçlü bir biçimde, gerektiğinde silahlı mücadeleye de başvurarak, en doğal hakları olan bağımsızlık taleplerini dile getirmişlerdir. Bu mücadele kısa sürede sonuçlarını göstermiş ve yeni bağımsız devletler birbiri ardına kurulmaya başlamıştır. Ancak, bağımsızlığını yeni kazanmış olan bu devletleri üstesinden gelinmesi gereken ağır sorunlar beklemektedir. Öncelikle, yüzyıllar süren sömürge idaresi bu ülkelerdeki toplumsal yapıyı alt üst etmiş, geçmişte sahip oldukları görkemli kültürleri neredeyse tamamen yok ettiği gibi, toplumsal gelişmenin önüne de set çekmiştir. Dolayısıyla, bu yeni devletlerin ciddi bir “nitelikli insan gücü” eksikliği bulunmaktadır. Bunun da ötesinde, daha önemli olarak, sömürge altındaki topraklardaki doğal zenginlikler yine sömürgeciler tarafından tam anlamıyla talan edilmiştir. Bunun sonucu olarak da, bu yeni devletler kendilerini ekonomik açıdan son derece güçsüz, geri bıraktırılmış bir konumda bulmuşlardır. Bu ülkeler daha sonra büyük ölçüde Bağlantısızlar Hareketi çatısı altında güçlerini birleştirecek ve sorunlarına birlikte çözüm arayacaklardır. Bu şekilde örgütlenen devletler Üçüncü Dünya Ülkeleri olarak da adlandırılacaktır.

Buna karşılık, sömürge topraklarından kendilerine aktardıkları zenginliklerle güçlerine güç katan Batılı devletler gerek sanayi gerekse teknoloji alanında büyük atılımlar gerçekleştireceklerdir. Ancak, sınai ve teknolojik gelişmenin de bir bedeli vardır: yeryüzünün doğal dengesinin (ekolojik dengenin) bozulması. Üstelik teknolojik gelişme o dereceye erişmiştir ki, ekolojik denge sadece bir ülkenin sınırları içinde bozulmakla kalmamakta, küresel ölçekte sorunlar doğurmaktadır. Örneğin bir nükleer santralde ortaya çıkan sızıntıdan oluşan radyoaktif bulutlar çok uzaklardaki ülkelere dek ulaşıp doğayı, tarım ürünlerini uzun yıllar sürecek şekilde zehirleyebilmektedir. Ağırlıklı olarak gelişmiş ülkelerde kullanılan soğutucular için üretilen bir gaz atmosferin bazı katmanlarını inceltip küresel ısınmaya yol açmakta; bozulan ısı dengeleri bazı bölgelerde sellere, bazı bölgelerde ise kuraklığa yol açabilmektedir.

Öte yandan, teknolojik eşitsizliğin giderek büyümesi geri bıraktırılmış ülkelerin gelişme yolunda attıkları adımları yetersiz kılmakta, onları gitgide artan bir biçimde gelişmiş ülkelere bağımlı hale getirmektedir. İşte bütün bu gelişmeler önce Üçüncü Dünya ülkelerinde başlayan, daha sonraları Batılı ülkelerin çevre sorunlarına ve dengesiz gelişmeye duyarlı toplumsal kesimlerinde destek bulan bir hareket başlatacak ve bu hareketin sonucunda “dayanışma hakları” ya da “üçüncü kuşak haklar” olarak adlandırılan haklar anayasalarda ve uluslararası belgelerde yer almaya başlayacaktır. Bunların başlıcaları çevre hakkı (dengeli ve doğal bir çevrede yaşama hakkı), barış hakkı (çatışmaların önlenmesi), gelişme hakkı ve insanlığın ortak malvarlığına saygı hakkıdır. Bu hakların ne ifade ettiğine sonuç bölümünde bir kez daha vurgu yapılacaktır.

V. Günlük Yaşamda İnsan Hakları

İnsan hakları kavramının tarihsel gelişimine ve günümüzde kazandığı içeriğe ilişkin olarak yapılan bu açıklamalar, sanırız insan haklarının günlük yaşamın hemen her alanıyla ne derece iç içe olduğu konusunda bir ön fikir verebilmiştir. İnsan hakları tarihte insan yaşamının somut bazı gereklerine yönelik çözümler aranırken ortaya çıkmış, toplumsal gelişmelere paralel olarak da, her yeni durumla biraz daha zenginleşerek gelişmiştir. Bugün için, modern toplumun insanı günlük yaşantısının hemen her anında bir hak ve özgürlüğü kullanmakta, gerçekleştirdiği hemen her eylemde, davranışta insan hakları kavramıyla ilişkiye geçmektedir.

Konuyu birkaç somut örnekle açıklayalım: Bir arkadaşımızla, tanıdığımızla telefonda konuşurken “haberleşme özgürlüğü”müzü kullanırız. Her akşam işten, okuldan çıkıp evimize geldiğimizde “konut dokunulmazlığı hakkı” bizi sarar, kuşatır. Alışverişe çıkıp yiyecek, içecek giyecek bir şeyler alırken “sözleşme özgürlüğü”müzü kullanmaktayızdır. Satın aldıklarımızı bizden daha güçlü birisinin çıkıp elimizden alamaması “mülkiyet hakkı” sayesindedir. Herhangi bir konu hakkında görüşlerimizi açıklarken “düşünce ve ifade” özgürlüğümüz devreye girer. Yorucu bir çalışma haftasından sonra, Pazar günü evde otururken hem “dinlenme hakkı”mızı, hem de “konut dokunulmazlığı”mızı kullanırız. Gazete okurken, televizyon seyrederken “basın özgürlüğü” ile ilişkideyizdir. Uzun çalışma aylarından sonra tatile çıkan birisi hem “seyahat özgürlüğünü” hem de “dinlenme hakkı”nı kullanmaktadır. İbadet ederken “din ve vicdan özgürlüğü”, bir derneğe üye olurken “örgütlenme özgürlüğü” devreye girer.

Bu örnekleri sayfalar dolusu çoğaltmak mümkündür. Sözün özü ise, insan haklarının hepimizin, her an ilişkide bulunduğu hukuki kavramlar olduğudur. Ancak bu, doğaldır ki, hepimizin sahip olduğu her türlü özgürlüğü her an sınırsızca kullanabileceği anlamına gelmez. Özgürlüklerin de bir sınırı vardır: diğerlerinin sahip olduğu özgürlükler! Herkes, sahip olduğu hak ve özgürlükleri başkalarının sahip olduğu özgürlüklerin kullanılmasını engellemeyecek şekilde kullanmalıdır. Aksi halde, bir özgürlükler rejiminin bulunduğundan söz edilemez. Yani, özgürlükler de bir “düzen” içinde kullanılmalıdır. Ne var ki, bu “düzen”in kuruluş amacının özgürlüklerin en etkin biçimde kullanılması olduğu hiçbir zaman akıldan çıkarılmamalıdır. “Düzen” özgürlükler için vardır demek, salt “düzen”i korumak için özgürlüklerden feda edilemeyeceği ilkesini dile getirmektir.

Bu açıdan bakıldığında, “düzen”i korumakla görevli güvenlik kuvvetleriyle hak ve özgürlüklerini kullanan bireyler arasında herhangi bir gerilim bulunmadığı açıkça görülür. Aksine, bu iki unsur birbirini tamamlamaktadır. Bir gösteri yürüyüşü örneğini ele alalım. Gösteri yürüyüşü düzenleme hakkını kullanan bireylerle, yürüyüş güzergahı üzerinde görev yapmakta olan güvenlik güçleri birbirlerine karşıt değil, aksine paralel konumlarda bulunmaktadır. Çünkü, oradaki güvenlik güçlerinin başlıca görevi, göstericilerin güvenliğini sağlamak suretiyle “gösteri yürüyüşü ve toplantı düzenleme özgürlüğünü” fiilen kullanılabilir kılmaktır. Öte yandan, güvenlik kuvvetleri mensupları da, sonuç itibarıyla toplum üyesi birer bireydirler. Onlar da, gerek görevleri esnasında, gerekse mesaileri sona erip evlerine, ailelerinin yanına döndüklerinde, tıpkı diğer bireyler gibi, herkesin sahip olduğu özgürlükleri kullanmaktadırlar. Kısacası, güvenlik güçleriyle insan hak ve özgürlükleri karşıt kutuplarda değil, aynı saflarda yer almaktadır.

Ancak, unutulmamalıdır ki, insan hakları keyfi, baskıcı rejimlere, düzenlere karşı verilen uzun mücadeleler sonucunda elde edilmiştir. Yani, özgürlüklerin var olabilmesi için bir düzenin bulunması gerekliliği yanında, bu düzenin yeniden keyfi ve baskıcı bir şekle bürünmesini önleyecek mekanizmaların da geliştirilmesi zorunluluğu vardır. Aksi halde, özgürlükler rejimi kolaylıkla yok edilebilecektir. Yani, özgürlükleri hem “düzensizliğe”, hem de “baskıcılığa ve keyfi yönetime” karşı, iki yönlü olarak korumaya almak gerekmektedir.

VI. İnsan Haklarının Güvencesi: Hukuk Devleti

İnsan haklarını en iyi biçimde bir hukuk devleti düzeninde koruyabiliriz. Hukuk devleti, “bireylere hukuk güvenliği sağlayan devlet" olarak tanımlanır. Hukuk devletinde yöneticiler de yönetilenler kadar hukukla bağlıdır. Bir ülkede hukuk devleti ilkesinin yaşama geçirilebilmesi için bazı koşulların sağlanmış olması gerekmektedir.

Bu koşullardan başlıcası, temel hak ve özgürlüklerin anayasal güvenceye bağlanmış olmasıdır. Yani hakların varlığı, tanımı, korunması, sınırlama ölçü ve ilkeleri anayasada belirlenmelidir. Hakların sınırlanması, anayasada öngörülen belli nedenlere dayalı olarak ancak yasa ile yapılabilmeli, bunun için de anayasada yasa koyucuyu da bağlayan "sınırlamanın sınırı" niteliğinde ilkeler yer almalıdır. Bunların en önemlileri, ölçülülük, demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olmama, hakkın özüne dokunamama gibi ilkelerdir.

Bunun yanında, anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesinin doğal bir sonucu olarak, yasaların anayasaya uygunluğunun da sağlanması gerekmektedir. Deneyimlerin gösterdiği üzere, yasaların anayasaya uygun olup olmadığını denetlemenin en etkili yolu, bu görevi bağımsız bir yargı organına vermektir. Ülkemizde bu koşul, 1961'den bu yana Anayasa Mahkemesi'nin varlığı ile sağlanmaktadır. Öte yandan, yönetimde hukuka bağlılığın sağlanması için idarenin de bağımsız yargı organlarının denetimi altına alınmış olması gerekmektedir.

Buradan da anlaşılacağı üzere, hukuk devletinin en önemli unsuru yargı bağımsızlığıdır. Yargı bağımsızlığı, aynı zamanda, demokratik yönetim biçimlerinin başlıca ilkelerinden birisi olan kuvvetler ayrılığının bir gereğidir. Gerek yasaların anayasaya uygun olarak çıkarılıp çıkarılmadığını, gerekse idarenin eylem ve işlemlerinde yasalara uygun davranıp davranmadığını denetleyen bir kamu gücü olan yargı hem yasama gücüne (Meclis), hem de yürütme gücüne (Hükümet) karşı bağımsız kılınmış olmalıdır.

Yargı bağımsızlığının, “mahkemelerin bağımsızlığı” ve “yargıç ve savcı güvencesi” olmak üzere iki yönü vardır. Mahkemelerin bağımsızlığı ilkesi uyarınca yargıçların karar verirken anayasa, yasa ve hukuk ilkeleri çerçevesinde sadece vicdani kanaatlerini dikkate almaları sağlanmalıdır. Yani, hiçbir kişi veya organ yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere talimat verememelidir, görülmekte olan bir davayla ilgili görüş beyan edememelidir. Öte yandan yargı gücünü kullanan kişilere de yargıç ve savcı güvencesi tanınmalıdır. Bu güvencelerin amacı, yargıç ve savcıların her türlü maddi ve manevi baskıdan uzak, serbestçe karar verebilmelerini sağlamaktır. Anayasamızın 139. maddesi bu güvenceyi çok açık bir biçimde şu şekilde ifade etmiştir: "Hakimler ve savcılar azlonulamaz, kendileri istemedikçe (65 yaşından önce) emekliye ayrılamaz; bir mahkemenin veya kadronun kaldırılması sebebiyle de olsa, aylık ödenek ve diğer özlük haklarından yoksun kılınamaz."

Mahkemelere, yargıçlara ve savcılara tanınan bu güvencelerin yanında, bir hukuk devletinde bireylere de doğal yargıç güvencesi tanınmış olmalıdır. Doğal yargıç güvencesi, bir suçun işlenmesinden önce o suça ilişkin davalara hangi mahkemelerde, hangi nitelikleri taşıyan yargıçlar tarafından bakılacağının yasa ile belli edilmiş olması anlamına gelmektedir. Bu ilke, suçlara ve sanıklara göre mahkemeler oluşturulması ve yargıç atanmasının, yani “olağanüstü mahkemeler” kurulmasının önüne geçmektedir.

VII. İnsan Haklarının Evrenselliği: Değişik Kültür Çevrelerinde İnsan Hakları ve Ulusalüstü Güvenceler

İnsan haklarını güvence altına almanın en etkili yolu hukuk devletidir. Her devlet, hukuk devleti olmanın gereklerini eksiksiz olarak yerine getirirse, hukuk devleti ilkesinin unsurlarını mükemmel bir biçimde yaşama geçirirse insan hakları tam bir güvenceye kavuşturulmuş olur. Ancak, uygulamada hiçbir devletin, insan haklarına ne derece bağlı olursa olsun, böylesi bir mükemmellik içinde işlemesi mümkün değildir. Nitekim, somut gözlemler de bu görüşü doğrulamaktadır.

Diğer yandan, insan hakları, bir kavram olarak ortaya çıktığı ilk günden bu yana “evrensel” olduğu iddiasını taşımaktadır. İnsan hakları salt şu ya da bu devletin yurttaşlarına değil, tüm insanlığa, HERKESe tanınmıştır. Siyasi haklar adı altında toplanan bazı hakların (örneğin “seçme ve seçilme hakkı”) anayasalarda sadece vatandaşlar tarafından kullanılabilir şekilde düzenlenmesi bu olguyu değiştirmez. İnsan hakları tüm insanlığın ortaklaşa sahip oldukları, evrensel içerikte haklardır.

İnsan hakları evrenseldir demek, insan haklarının özünün değişik kültür çevrelerine, değişik inanışlara ve tarihsel deneyimlere göre değiştirilemeyeceği, farklı yorumlanamayacağını ifade etmektir. Yani, “Hindistan’da yaşayan insanların farklı, İran’da yaşayanların farklı, Almanya’da yaşayanların ise daha farklı hakları olacaktır; bu son derece doğaldır, çünkü bu ülkelerin tarihleri, kültürleri, dilleri, dinleri vb. farklıdır” demek mümkün değildir. Bu ülkeler arasında, insan haklarının tanınması, yaşama geçirilmesi, uygulamada saygı gösterilmesi noktalarında farklılıklar bulunabilir. Bu farklılıklar, bu ülkelerin farklı kültürlere, farklı tarihsel birikimlere vb. sahip olmasıyla da açıklanabilir. Ancak, bu farklılıklar, insan haklarının evrensel olduğu ve yeryüzünün her bölgesinde (ister Afganistan’da, ister Küba’da, ister ABD’de olsun) eşit derecede, aynı içerikle ve aynı düzeyde benimsenmesi gerektiği olgusunu değiştirmez. Aksi halde, insan hakları diye bir kavramdan söz etmemiz mümkün olmaz. Evrensellik unsuru taşımayan, kendisini tüm insanlar ve tüm insanlık için kurgulamayan bir insan hakları kavramı düşünebilmek mümkün değildir.

Gerek bu bölümün ilk üç başlığındaki gerekse II. Bölüm’deki açıklamalardan açıkça görüleceği üzere, insan hakları tarihte ilk olarak “batı kültür çevresi” olarak adlandırılabilecek coğrafi ve düşünsel mekanda ortaya çıkmıştır. Ancak, bu insan haklarının sadece batılı insanlara özgü olduğu anlamına gelmez. Zaten, insan hakları kavramını ortaya atanlar da, insan hakları uğruna mücadele verip baskılara, zulümlere göğüs gerenler de hiçbir zaman “bunlar sadece bizlerin hakları”dır dememişlerdir. Aksine, bütün insanlığın, tüm insanların hakları için çaba sarf ettiklerini söylemişlerdir.

İnsan haklarının evrenselliği ilkesi II. Dünya Savaşı sonrasına dek, insan hakları kavramının salt kuramsal bir boyutu olarak kalmış, somut olarak yaşama geçirilememiştir. Ancak, III. Bölüm’de etraflıca açıklanacağı gibi, 1945 yılında Birleşmiş Milletler Örgütü’nün kurulmasıyla küresel ölçekte, 1949 yılında Avrupa Konseyi’nin kurulmasıyla da bölgesel ölçekte insan haklarının korunması mekanizmaları oluşturulmaya başlanmıştır. Bu yeni koruma mekanizmaları bir yandan “hukuk devleti” ilkesine göre yapılandırılmış tek tek devletlerde uygulamada ortaya çıkan aksaklıkları gidermek, diğer yandan da insan haklarının evrensel olduğu gerçeğini yaşama geçirmek gibi ikili bir işlev yerine getirmektedir.

Bu yeni insan hakları koruma mekanizmaları ulusalüstü olarak adlandırılmaktadır. “Ulusalüstü” deyimi, insan haklarının “ulusal egemenlik” ilkesiyle sınırlanamayacağını ifade etmektedir. 21. yüzyılda artık insan hakları sadece ulusal boyutta değil, ulusalüstü organlarca da korunmaktadır. İnsan hakları ihlalleri söz konusu olduğunda uluslararası hukukun halen başlıca ilkelerinden birisi olan “içişlerine karışmama”nın devre dışı kalacağı genel kabul görmektedir.

VIII. Türkiye’de İnsan Hakları

Ülkemizde insan hakları daha Osmanlı İmparatorluğu döneminde, 19. yüzyılın başlarında hukuki belgelerde yer almaya başlamış, bu yöneliş Cumhuriyet döneminde de gitgide güçlenerek sürmüştür.

1. Tarihsel Gelişim

a) Osmanlı İmparatorluğu Dönemi: Osmanlı İmparatorluğu’nda hak ve özgürlüklerden söz eden ilk belge 1808 yılında Padişah’la feodal beyler (ayan) arasında yapılmış olan Sened-i İttifak’dır. 1839’da ise yenilikçi Padişah Il. Mahmut, tarihimizde anayasa niteliğinde ilk belge sayılan ve “Tanzimat Fermanı” olarak da anılan Gülhane Hattı Hümayunu’nu (GHH) ilan etmiştir. GHH’de yer alan hak ve özgürlükler özet olarak şunlardır: kişi dokunulmazlığı ve güvenliği, suçta kanunilik ilkesi (yasa dışı nedenlerle suçlanamama ve cezalandırılamama), adil ve açık yargılanma, şeref, haysiyet ve ırzın korunması, iltizam ve angaryanın kaldırılması, mal güvenliği ve müsadere yasağı, adil ve eşit vergi, adil ve eşit askerlik.

1876 yılında ise tarihimizin ilk yazılı anayasası olan Kanun-u Esasi (KE) ilan edilmiştir. Bu anayasa, her ne kadar Padişahın tek taraflı bir işlemiyle yürürlüğe konmuş olsa da, yapılmasında başını Mithat Paşa’nın çektiği yenilikçi Genç Osmanlılar hareketi önemli rol oynamıştır. KE’de yer alan hak ve özgürlükler şöyle sıralanabilir: eşitlik, zoralım, angarya ve işkence yasağı, basın özgürlüğü, eğitim özgürlüğü, mülkiyet hakkı, konut dokunulmazlığı, vergilerin yasallığı, kamu hizmetine girme hakkı ve dilekçe hakkı. KE’de ayrıca yargı bağımsızlığı, yargıç güvencesi ve doğal yargıç ilkesi alanında dikkate değer düzenlemelerin bulunduğunu görüyoruz. Ne yazık ki KE, iki yılı bile bulmayan kısa bir uygulamadan sonra Padişah II. Abdülhamit tarafından rafa kaldırılmış, bir bölüm üyeleri seçimle göreve gelen Meclis de dağıtılmıştır.

II. Abdülhamit’in baskı rejimine direnç gösteren bir örgüt olarak kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti (İT) mensuplarının verdiği mücadele 1908 yılında başarıya ulaşmış ve Padişah KE’yi yeniden yürürlüğe sokmak ve Meclis’i yeniden açmak zorunda kalmıştır. İT etkisi altındaki yeni Meclis 1909 yılında KE’de önemli değişiklikler yapmıştır. Bu değişikliklerin hak ve özgürlüklere ilişkin olanları şunlardır: Öncelikle Padişaha sürgün yetkisi tanıyan 113. madde kaldırılmıştır. Yalnızca cezalandırmaya değil, tutuklamaya da kanunilik güvencesi getirilmiştir. Düşünce özgürlüğüne yine yer verilmemiş, ama buna karşılık basın özgürlüğü, sansür yasağı getirilerek güçlendirilmiştir. Haklar listesine toplantı ve dernek kurma hakları eklenmiştir. Postaneye verilen mektup ve evrakın gizliliğine ancak hakim kararı ile dokunulabileceği güvencesi getirilmiştir.

b) Cumhuriyet Dönemi: Kurtuluş Savaşı’nın verildiği sırada TBMM tarafından kabul edilen 1921 Anayasası, olağanüstü dönem anayasası niteliğinde kısa bir metin olduğu için, hak ve özgürlüklere ilişkin hükümler içermemektedir. Ancak, bu anayasa ilk maddesinde “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” kuralını getirerek, demokratik devlet düzeninin temellerini atmıştır.

Cumhuriyet tarihimizin ilk anayasası olan 1924 Esas Teşkilat Kanunu, temel hak ve özgürlükleri klasik anlayışa uygun olarak düzenlemiştir. Bu anayasada “Her Türk hür doğar, hür yaşar” denildikten sonra, “doğal haklar” olarak tanımlanan özgürlüklerin sınırının başkalarının özgürlükleri olduğu belirtilmektedir. Ardından kişi dokunulmazlığı, vicdan, düşünme, söz, yayım, yolculuk, sözleşme, çalışma, mülk edinme, malını ve hakkını kullanma, toplanma, dernek kurma, ortaklık kurma gibi klasik hak ve özgürlükler kısa birer cümle ile sıralanmaktadır. Hakların güvence altına alınıp düzenlenmesi yasalara bırakılmış, anayasada hak ve özgürlükleri yasama organına karşı da koruyabilecek bir güvence mekanizması öngörülmemiştir.

Cumhuriyet tarihimizde şu ana kadar en özgürlükçü anayasa olma özelliğini taşıyan 1961 Anayasası ise temel hak ve özgürlükleri yalnızca saymakla yetinmemiş; hak ve özgürlükleri yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayıcı etkiye sahip birer anayasa kuralı olarak düzenlemiş ve ek güvencelerle donatmıştır. 1924 Anayasası’nda içeriksiz ve soyut bir kavram olarak düşünülen özgürlük 1961 Anayasası’nda somut bir içerik kazanmıştır. 1961 Anayasası, özgürlüğün kaynağını artık doğal hukuka uzanan genel bir özgürlük kavramına dayandırmayı yeterli görmemekte, daha gerçekçi bir yaklaşımla toplumsal ilişkiler içinde belli yaşam alanlarını parça parça güvence altına almaktadır. Bunlar tarihsel süreç içinde siyasal iktidarların ya da toplumsal güçlerin baskılarını en fazla yönelttiği yaşam alanlarıdır ve bu nedenle yürütülen siyasal mücadelelerin ürünü olarak anayasal korumaya konu olmuşlardır.

1961 Anayasası’nda da yasallık ilkesi temel hak ve özgürlüklerin ilk güvencesi olarak belirlenmiştir. Temel hak ve özgürlükler anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olarak ancak yasa ile sınırlanabilir. Ancak artık yasanın da bağlı olduğu belli sınırlama ilkeleri vardır. Yasa bir temel hakkı herhangi bir nedenle değil, anayasada yer alan belli nedenlerle sınırlayabilir. Temel hak ve özgürlüklerden her biri belli yaşam alanını güvence altına aldığına göre, sınırlama nedenleri de bu farklı nesnel yaşam ilişkilerinin niteliğine ve yapısına uygun nedenler olmalıdır. 1961 Anayasası bu nedenle kademeli ve farklılaşmış bir sınırlama sistemi getirerek, hangi temel hakkın hangi nedenle sınırlanabileceğini o hakkın kendi maddesi içinde belirlemiştir.

1961 Anayasasının temel hak anlayışını en çarpıcı bir biçimde yansıtan kural, 11/2. maddede yer alan "öze dokunma yasağı"dır. Bu kurala göre "Kanun temel hak ve hürriyetlerin özüne dokunamaz." Bu yasak, yasa koyucuya tanınan sınırlama yetkisinin kesin bir sınırını oluşturmaktadır. Her temel hakkın güvence altına aldığı belli yaşam alanının, o hakla sağlanan anayasal güvencenin varlık nedeni ile haklı kılınmış dokunulmaz bir özü, bir çekirdeği vardır. İşte anılan madde, bu öze mutlak bir koruma getirmekte, kişiye dokunulmaz bir alan sağlamaktadır. Böylece temel hak ve özgürlükler, kamu çıkarları karşısında belli bir önceliğe sahip kılınmış olmaktadır.

1961 Anayasasında temel hakların genişlemesi, yalnızca temel haklara öncelik tanıyan ve yasal sınırlamayı belli ilke ve kayıtlara bağlayan yaklaşımda görülmüyor. 1961 Anayasası, çağının temel hak ve özgürlüklerinin hemen hepsini kapsayan geniş bir temel haklar kataloğu getirmiştir. Yukarda da belirtildiği gibi bu haklar yalnızca sayılmakla yetinilmemiş, ayrıntılı hükümler ve ek güvencelerle takviye edilmiştir. Başta sendika, grev ve toplu sözleşme hakları olmak üzere "sosyal haklar"ın program hükmü niteliğini aşan bir etkide pozitif anayasa hukukuna girmesi, siyasal partilere temel hak güvencesi yanında siyasal yaşamın vazgeçilmez unsurları olarak anayasal bir işlev ve kurumsal güvence tanınması bu Anayasa ile sağlanmıştır. Öte yandan, 1961 Anayasası daha sonraları "üçüncü kuşak haklar" olarak uluslararası ölçekte karşımıza çıkacak olan "gelişme ve çevre hakları"nın ilk belirtilerine de yer vermektedir. Bu olgu, 1961 Anayasası'nın çağının ilerisinde bir anlayışla hazırlandığını göstermektedir.

Yukarda özetlenen temel hak ve özgürlük anlayışına koşut olarak, yasa koyucunun Anayasa hükümlerine ve özellikle temel hak ve özgürlüklerin sınırlanması ile ilgili kurallara uymasını sağlamak üzere Anayasa Mahkemesi kurulmuş, diğer alanlarla da eksiksiz ve etkili bir yargı denetimi getirilmiştir.

1968 yılında tüm dünya gibi ülkemizde de başlayan gençlik hareketleri bir süre sonra silahlı eylemlere dönüşür. Bu eylemlerle başa çıkmakta aciz kalan iktidarlar ise kolaycılığı seçerek, suçu 1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlük rejimine atar. Silahlı Kuvvetlerin verdiği 12 Mart Muhtırası’ndan sonra kurulan partilerüstü hükümetlerin hazırladığı ve 1971 ve 1973 yıllarında parlamentodan geçirdiği anayasa değişiklikleriyle 1961 Anayasası’nın özgürlük rejiminde aşağıdaki noktalarda kısıtlamalara gidilmiştir: 11. maddede ve başka temel hak maddelerinde yer alan sınırlama nedenleri genişletilmiş ve 11. maddeye temel hakların kötüye kullanılmasını önlemeye yönelik genel bir yasak eklenmiştir. Gözaltına alma süreleri önce 7 sonra 15 güne çıkarılmıştır. Memurların sendikalara girmeleri yasaklanmıştır.

2. 1982 Anayasası

a) 1982 Anayasasında İnsan Haklarının Somutlaşma Düzeni: 1982 Anayasası’nın 12-16. maddeleri tüm temel hak ve özgürlükler için geçerli olan genel hükümleri düzenlemektedir. 12. madde temel hak ve özgürlüklerin niteliğini, 13. madde sınırlanmasını, 14. madde kötüye kullanılamamasını, 15. madde savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde temel hak ve özgürlüklerin tabi olduğu rejimi ve 16. madde de yabancıların durumunu düzenlemektedir.

Genel hükümlerin arkasından temel hak ve özgürlükler, klasik ayırıma uygun olarak üç bölüm halinde toplanmıştır: "Kişinin hakları ve ödevleri" (m.17 - 40); "Sosyal ve ekonomik haklar ve ödevler" (m.41 - 65); "Siyasi haklar ve ödevler" (m.66 - 74).

Kişinin Hak ve Ödevleri (Klasik Haklar): Bu haklar genellikle bireyi devlete ve toplum gücüne karşı koruyan haklardır. Bu haklara devletin müdahalesi genellikle hakkın sınırlanması sonucunu doğurur. Bu nedenle devletin bu hakların koruduğu alana karışması ilke olarak istenmez. Yaşam hakkı (AY m.17), zorla çalıştırma yasağı (AY m.18) kişi özgürlüğü ve güvenliği (AY m.19 ve 38), özel hayatın gizliliği, konut dokunulmazlığı ve haberleşme özgürlüğü (AY m. 20, 21, 22), yerleşme ve seyahat özgürlüğü (AY m. 23), din ve vicdan özgürlüğü (AY m. 24) düşünce özgürlüğü (AY m. 25 ve 26) , bilim ve sanat özgürlüğü (AY m.27) , basın özgürlüğü (AY m. 28 – 32), dernek kurma, toplantı ve gösteri yürüyüşünde bulunma hakkı (AY m. 33 ve 34), mülkiyet hakkı (AY m. 35), hak arama özgürlüğü (AY m. 36), yasal yargıç güvencesi (AY m. 37) bu niteliktedir. 2001 yılında gerçekleştirilen anayasa değişiklikleriyle bu hak ve özgürlükler alanında önemli iyileştirmeler yapılmıştır. Bunların en önemlileri şöyle sıralanabilir: (1) Toplu suçlarda daha önce 15 gün olan gözaltı süresi (yakalamadan sonra yargıç önüne çıkarılıncaya kadar geçecek süre) dört günle sınırlanmıştır (AY m. 19/5). (2) Özel hayatın gizliliğine, konut dokunulmazlığına ve haberleşme özgürlüğüne, ancak maddelerinde sayılan belli nedenlerle ve ilke olarak ancak yargıç kararı ile dokunulabilecek; ancak gecikmede sakınca bulunan hallerde yine aynı nedenlerle yasanın yetkili kıldığı merciin emri yeterli olacak, ama bu emir 24 saat içinde görevli yargıcın onayına sunulacak, 48 saat içinde yargıç kararı alınmazsa yetkili merciin emri ile alınan önlem kendiliğinden kalkacak (AY m.20,21 ve 22). Benzer bir güvence hükmü, derneklerin yargıç kararı dışında yasanın yetkili kıldığı merciin emri ile faaliyetten men edilmesi halinde de öngörülmüştür (AY m. 33/5). (3) Anayasanın düşünce ve basın özgürlüğü ile ilgili maddelerinde yer alan “dil yasağı” ile ilgili hükümler (AY m. 26/3, 28/2) bu maddelerden çıkarılmıştır. (4) Savaş, çok yakın savaş tehdidi ve terör suçları dışında ölüm cezası kaldırılmıştır.

Sosyal ve Ekonomik Hak ve Ödevler: Bazı sosyal haklar devlete belli ödevler yüklemekte ve bunlardan kişi olarak yararlanabilmemiz, ancak devletin olumlu bir edimi ile mümkün olabilmektedir. Bu tür haklar 1982 Anayasası’nda şöyle sıralanmıştır: Ailenin korunması (AY m.41), eğitim (m.42), toprak mülkiyeti (m.44), tarım ve hayvancılık dallarında çalışanların korunması (m.45), özel teşebbüslerin sosyal amaçlara uygun yürümesi (m.48/2), çalışanları koruma önlemleri (m.49/2), küçüklerin ve kadınların, bedeni ve ruhi yetersizliği olanların özel olarak korunması (m.50/2), ücrette adalet (m.55), sağlık ve çevre (m.56), konut edinme (m.57, gençliğin korunması (m.58), sporun geliştirilmesi sporcunun korunması (m.59), sosyal güvenlik (m.60), sosyal güvenlik bakımından özel olarak korunması gerekenler (m.61), yabancı ülkelerde çalışanların korunması (m.62), tarih, kültür ve tabiat varlıklarının korunması (m.63), sanatın ve sanatçının korunması (m.64).

Öte yandan sosyal ve ekonomik haklar arasında yapıları bakımından klasik hak ve özgürlüklerden hiçbir farkları bulunmayan, kullanımları devletin olumlu bir edimine bağlı olmayan haklara da yer verilmiştir. Anayasa’nın 49/1. maddesinde yer alan "çalışma hakkı", 50. maddesinde yer alan "yaşa, cinsiyete, güce uygun olmayan işte çalıştırma yasağı" ve "dinlenme hakkı", 42. maddesinde yer alan "parasız ve zorunlu ilköğretim hakkı" ve nihayet 51 ve 54. maddeler arasında yer alan "sendika, toplu sözleşme ve grev hakları" bu niteliktedir.

2001 yılında yapılan değişikliklerle, daha önce yalnızca işçilere tanınmış olan sendika hakkı, tüm çalışanları kapsayacak biçimde genişletilmiştir.

Siyasi Haklar ve Ödevler: Bu haklar, vatandaşların devletin siyasal kuruluşuna ve yönetimine katılmasını ya da etki yapmasını sağlayan haklardır. Anayasamızın bu bölümünde yer alan haklar şunlardır: Türk vatandaşlığı (m.66); seçme, seçilme ve siyasal etkinlikte bulunma hakları (m.67); siyasal parti kurma hakkı (m.68,69); kamu hizmetine girme hakkı (m.70, 71): vatan hizmeti (m.72); vergi ödevi (m.73); dilekçe hakkı (m.74).

Yeni Bazı Haklar: Sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı (AY m.56), kıyıların, tarih, kültür ve doğa varlıklarının korunmasına ilişkin haklar (AY m.43 ve m.63) ilk defa 1982 Anayasası’yla hukuk düzenimize girmiştir. Böylece üçüncü kuşak haklar olarak adlandırılan yeni evrensel haklardan bir bölümüne Anayasa'da yer verilmiştir.

b) Temel Hak ve Özgürlüklerin Korunma Düzeni: 1982 Anayasası, ilk şeklinde (yani 2001 değişiklikleri gerçekleştirilmeden önce) temel hak ve özgürlüklerin güvencesi ve korunması bakımından çağdaş bir anayasayla bağdaşmayacak geri adımlar atmıştır. Bu anayasa, kişiyi güçlü iktidarlara karşı koruyacak kural ve kurumları cılız bırakırken, temel hakları sınırlama olanaklarını genişletmiştir:

aa) 1961 Anayasası'nın farklılaşmış ve kademeli sınırlama sistemi, yerini genel sınırlama sistemine bırakmıştır. Anayasa'nın 13. maddesinin 3. fıkrasına göre "Bu maddede yer alan genel sınırlama sebepleri temel hak ve hürriyetlerin tümü için geçerlidir." Genel sınırlama nedenleri 1. fıkrada şöyle sıralanmıştır: “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, milli egemenliğin, cumhuriyetin, milli güvenliğin, kamu düzeninin, genel asayişin, kamu yararının, genel ahlakın ve genel sağlığın korunması”. Temel hak ve özgürlükler ancak yukarda sayılan değerlerin korunması amacıyla ve ayrıca anayasanın ilgili maddelerinde öngörülen özel sebeplerle sınırlanabilecektir.

bb) 1961 Anayasası'nın temel hak güvencesi bakımından en önemli hükümlerinden biri olan "Temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunma yasağı"na (öze dokunmama ilkesi, öz güvencesi) 1982 Anayasası'nda yer verilmemiştir. Bunun yerine "ölçülülük" ve "sınırlamanın demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olamaması" gibi yeni ölçütler getirilmiştir. Aşağıda açıklanacak olan bu ölçütler, temel hak ve özgürlüklerin korunması bakımından "öze dokunma yasağı"nı destekleyici önemli bir işleve sahiptir. Ancak onun yerine geçecek nitelikte değildir.

cc) Yasa koyucunun temel hak ve özgürlükleri sınırlama imkanından bağımsız olarak Anayasa'da temel hak ve özgürlüklerin kullanımı bakımından oldukça geniş kapsamlı yasaklara da yer verildiğini belirtmek gerekir. Bu anlamda genel nitelikli bir kullanım yasağı (daha doğru bir ifadeyle temel hak ve özgürlükleri kötüye kullanma yasağı), Anayasa'nın 14. maddesinde öngörülmüştür:

Ayrıca, yine Anayasa'nın orijinal metninde, çeşitli örgütlere getirilen ve “siyaset ve dayanışma yasakları” olarak anılan birçok "özel kullanma yasağı"na da yer verilmişti. Ayrıca siyasal partilere ilişkin yasaklamalar da sistemsiz ve belirsiz bir nitelik taşıyordu. Ancak 1995 Anayasa Değişikliği sırasında çoğulcu demokrasinin kanallarını tıkayan bu tür özel kullanma yasaklarından büyük bir çoğunluğunun kaldırıldığını da belirtmek gerekir.

çç) 1982 Anayasası savaş, seferberlik, sıkıyönetim ve olağanüstü hallerde temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasını kısmen veya tamamen durdurma ve bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı önlemler alma imkanlarını açmıştır (AY m.15). Gerçi bu tür müdahaleler, ancak “uluslararası hukuktan doğan yükümlülükler ihlal edilmemek kaydıyla ve durumum gerektirdiği ölçüde” yapılabilecek ve aynı maddenin 2. fıkrasında öngörülen ve “çekirdek alan” olarak nitelenen hak alanlarına dokunulmayacaktır. Ancak bu koşullara uyulup uyulmadığını yargısal yoldan denetleme imkanı son derece sınırlı tutulmuştur. Örneğin, Olağanüstü Hal Kanun Hükmünde Kararnameleri’nin Anayasa’ya aykırılığını ileri sürmek mümkün değildir.

c) Temel Hak ve Özgürlüklerin Koruma Düzeninde 2001 Anayasa Değişikliği ile Sağlanan Dönüşüm: Yukarıda sayılan demokratik rejimlerin temel ilkeleriyle pek bağdaşmayan bu hükümler 2001 yılı anayasa değişiklikleri ile bir ölçüde giderilmiştir.

aa) Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan genel sınırlama ilkesi kaldırarak, temel hak ve özgürlüklerin yalnızca ilgili maddelerinde belirtilen nedenlerle sınırlanabileceği güvencesi getirilmiştir. Böylece 1961 Anayasası’nın “farklılaşmış ve kademeli sınırlama sistemi”ne dönülmüştür. Ayrıca “öz güvencesi”, 2001 Anayasa Değişikliği ile yeniden Anayasa’ya girmiştir.

bb) Anayasanın 14. maddesinde yer alan “Temel hak ve hürriyetlerin kötüye kullanılamaması”na ilişkin yasak sadeleştirilmiş; Anayasa’da yer alan hak ve özgürlüklerin “ülke ve ulus bütünlüğünü bozmayı” ve “insan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyet’i ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılmasını” yasaklayan bir hüküm benimsenmiştir.

1982 Anayasası’nın yeni şekliyle benimsemiş olduğu koruma düzeni şöyle özetlenebilir:

aa) Yasallık İlkesi: Yasa dışında bir düzenleme ile örneğin tüzük veya yönetmelikle temel hak ve özgürlükleri sınırlamak mümkün değildir. Bu kural Kanun Hükmünde Kararnameler için de geçerlidir. Ancak, yasallık ilkesinin istisnasını oluşturan “olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri” bakımından, ne yazık ki, herhangi bir değişiklik yapılmamıştır. Ayrıca temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasının olağanüstü yönetim usulleri altında “kısmen veya tamamen durdurulabil”mesini ve “bunlar için Anayasa’da öngörülen güvencelere aykırı tedbirler” alınabilmesini öngören 15. madde de varlığını aynen korumaktadır.

bb) Nedensellik İlkesi: Hak ve özgürlükler, ancak ilgili anayasa maddesinde gösterilen özel sebeplerle sınırlanabilecektir.

cc) Sınırlamanın Ölçülülük İlkesine Aykırı Olamaması: Ölçülülük ilkesi sınırlama amacı ile bu amaca yönelik sınırlayıcı araç (düzenleme) arasındaki mantıksal ilişkiyi esas alan ve birbirine bağlı üç alt ilkeyi kapsayan bir kavramdır: Elverişlilik ilkesi gereğince, sınırlayıcı önlemin sınırlama amacına ulaşmaya elverişli olup olmadığına bakılmalıdır. Sınırlamayı oluşturan yasal önlemin sınırlama amacı açısından elverişli sayılabilmesi için bu önlemin istenilen sonuca bir katkı getirmesi gerekir. Gereklilik İlkesi uyarınca, amaca ulaşma bakımından aynı derecede etkili araçlar arasından hak ve özgürlüğü en az sınırlayan önlem seçilmelidir. Oranlılık İlkesi çerçevesinde de, sınırlamada kullanılan araçla sınırlama amacının ölçüsüz bir oran içinde olmaması gerekmektedir.

çç) Sınırlamanın “Demokratik Toplum Düzeninin Gerekleri”ne Aykırı Olamaması: Bu ilke uyarınca, temel hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamaların demokratik bir ülkede zorunlu tedbirlerden olup olmadığı belirlenmelidir.

dd) Sınırlamanın Hakkın Özüne Dokunulmaksızın Yapılabilmesi: 2001 Anayasa Değişikliği’nin öz güvencesini yeniden pozitif bir anayasa kuralı olarak düzenlemesi, insan haklarına dayanan devlet ilkesinin bir gereği olduğu kadar, temel hak ve özgürlüklerin korunmasına farklı bir boyut kazandıracak nitelikte bir yeniliktir. Hakkın özü, yasa koyucuya tanınan sınırlama yetkisinin kesin bir sınırını oluşturmaktadır. Her temel hakkın güvence altına aldığı belli yaşam alanının, o hakla sağlanan anayasal güvencenin varlık nedeni ile haklı kılınmış dokunulmaz bir özü, bir çekirdeği vardır. İşte anılan madde, bu öze mutlak bir koruma getirmekte, kişiye dokunulmaz bir alan sağlamaktadır. Böylece temel hak ve özgürlükler, kamu çıkarları karşısında belli bir önceliğe sahip kılınmış olmaktadır. Bir hak ve özgürlüğü dokunulmaz bir çekirdeği sahip olarak düşünmek, ona düşünsel düzeyde de sınırlama karşısında bir etkili üstünlük sağlar. Bu özelliği ile hakkın özü, demokratik toplum düzeninin gerekleri ve ölçülülük ilkelerini tamamlayıcı ve onları güçlendirici bir işlev yerine getirir. Anayasa Mahkemesi verdiği kararlarda hakkın özüne dokunma yasağı şöyle tanımlanmıştır: “Bir hakkın ya da hürriyetin kullanılmasını açıkça yasaklayıcı veya örtülü bir şekilde de kullanılmaz hale koyucu veya ciddi surette güçleştirici ve amacına ulaşmasını önleyici ve etkisini ortadan kaldırıcı hükümler, o hak ve hürriyetin özüne dokunur.”

ee) Sınırlamanın Laik Cumhuriyetin Gereklerine Aykırı Olamaması: Bu ilke 2001 Anayasa Değişikliği ile getirilmiş bir yeniliktir. Bu yeniliğin laik düzeni koruma duyarlılığının bir yansıması olduğu anlaşılmaktadır. Ancak, bu ilkenin uygulama alanı sanıldığı kadar belirgin değildir.

II. BÖLÜM: BATI’DA İNSAN HAKLARININ TARİHSEL GELİŞİMİ

I. İngiliz Devrimi

1. Magna Carta Libertatum

Kralların yetkilerini feodal beyler karşısında da olsa ilk kez sınırlayan belge olan Magna Carta Libertatum (1215) insan haklarına ilişkin belgeler denince akla ilk gelen belgedir. İngiltere Kralını, feodal beylerle karşı karşıya oturarak böyle bir belge imzalamak zorunda bırakan gelişmeler arasında en önemlileri Norman istilası, feodal beylerin güç kazanması, kralların zorbaca tutumları ve o dönemde yaşanan fiyat artışıdır.

İngiltere tarihi, 5. Yüzyıl’da Anglosaksonların Britanya adasına ayak basmalarıyla başlar. İngiltere, 5. Yüzyıl’ın ortalarına doğru Batı Roma İmparatorluğu’nun egemenliğinden kurtulur ve adada önce birbirine bağlı küçük feodal beylikler kurulur. Bu dönemde hanedanlar genelde anglosakson kökenli idi. Bu durum, Normanlar, Normandiya dükü William önderliğinde İngiltere’yi istila edene kadar sürdü ve Wessex Kontu Herald’ın Normandiya dükü William önderliğindeki orduya yenilmesi ile adaya kısa sürede Normanlar hakim oldu. Norman hanedanı iktidar alanlarını feodal beylerin aleyhine genişletmeye başladı. I. Henry (1100-1135), Stephen (1135-1154) ve II. Henry (1154-1189), tahta çıktıkları zaman babalarının uygulamalarına son verecekleri yönünde fermanlar çıkarttılar. Ancak Stephen’ın çıkarttığı ferman dışındakiler görünürde amaçladıklarının tersi sonuç doğurdular. I. Richard (1189-1199) ve özellikle I. John (1199-1216), kralların gücünü pekiştirmek şeklindeki eğilime ayak uydurdular. Bu arada, II. Henry’den itibaren İngiltere’nin toprakları veraset ve drahoma yoluyla kazanılan topraklarla genişlemeye başladı ancak II. Henry’nin oğulları bu toprakları birarada tutmayı başaramadılar.

12. Yüzyıl’ın sonlarıyla 13 Yüzyıl’ın başlarında fiyatlar giderek yükselmeye başladı. Hükümet masrafları hızla yükselirken toprak sahiplerinin gelirleri artmaya başladı. Bu, derebeylerin giderek daha çok zenginleşmesi anlamına geliyordu. Gelirlerinin çoğu örf ve adetle tespit edilen kralın derebeylerinin elinde bulunan bu zenginliği kendi tarafına kanalize etmesi zordu. Böylece kralla derebeyleri arasında denge, derebeylerinin lehine bozulmaya başladı. I. John, miras yoluyla intikal eden topraklardan çok yüksek miktarlarda vergi istemek yoluna gitti. Ayrıca derebeyi olup da askere gitmeyenleri fazla bedel ödemeye zorladı ve bu yola önceki krallardan daha sık başvurdu. I. John ayrıca yeni vergi ödeme usulleri getirdi, zorla vergi topladı ve gümrük vergilerini de arttırdı. Bütün bunların yanında I. John’un bir de zorbalığa başvurması feodal beylerin kendisine karşı cephe alması sonucunu doğurdu. I. John’un 1214 sonbaharında Fransa kralı ile yaptığı savaşta yenilmesi derebeyleri cesaretlendirdi. Kralın gadrine uğradığı için İngiltere’ye ayak basamayan Canterbury başpiskoposu Stephen Langton da derebeylerinden yana idi. Langton derebeylerini, soylu sınıfı ilgilendiren genel bir program hazırlamağa çağırdı. Bury St. Edmunds manastırında toplanan derebeyleri, isteklerinin kabul edilmemesi halinde krala savaş açacaklarına ant içtiler. Bu toplantıya İngiliz soylu sınıfının yalnızca beşte biri katılmıştır.

Ocak 1215’te derebeylerinin şikayetlerini dinleyen I. John, haklarından vazgeçmek yerine direnmeyi yeğledi. Paralı birliklerden bir ordu kurmak ve kaleler yaptırmak için girişimlerde bulundu. Ayrıca Papa’ya bir şikayet mektubu yazdı. Kralın topladığı büyük birliklerle başa çıkamayacaklarını bilen derebeyleri Northhampton ve Bedford’a saldırdıktan sonra Londra’lılarla anlaşarak şehri 17 Mayıs’ta herhangi bir dirençle karşılaşmadan ele geçirdiler. I. John, derebeylerini şehirden atabilecek kadar kuvvet toplayamayacağını anlayınca soylularla anlaşmak zorunda kaldı. 15 Haziran 1215’te kral ve adamları, soyluların liderleriyle Thames nehri yakınında toplandılar. Soylular isteklerini dile getirdikleri belgeyi krala sundular. Kral soyluların isteklerini kabul ederek sistematikten yoksun belgeyi bir düzene koymaları için katiplere havale etti. Katipler, rastgele kaleme alınmış ve anlaşılması güç fıkraları bir düzene sokarak ve iki tarafın da rıza gösterdikleri bazı değişiklikler yaparak belgeyi bir ferman haline getirdiler. Daha sonra soylulara ve papazlar meclislerine vermek üzere kopyalama faaliyetine girişildi. Tümünün sayısı 47’yi bulan bu kopyaların hepsi birbirinin aynı değildi. Bu 47 kopyadan yalnızca dördü günümüze kalmıştır: biri Lincoln Katedralinde, biri Salisbury Katedralinde, diğer ikisi de British Museum’da bulunmaktadır. Lincoln’dekinin en kusursuz kopya olduğu sanılmaktadır.

Magna Carta Libertatum 63 maddelik bir fermandır ve bu maddeler üç grupta toplanabilir:
1) Kralla, vassalları arasındaki feodal ilişkilere ilişkin olan maddeler
2) Krallığın yönetimi ve tutumu ile ilgili maddeler
3) Kralla baronlar arasındaki çatışma sonucu meydana gelen ayaklanma ile ilgili maddeler.

Gelelim Magna Carta Libertatum’un getirdiği önemli düzenlemelerden bazılarına. Her şeyden önce Magna Carta kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkını tanımıştır. Buna göre kral ülke yasalarına uygun olarak verilmiş bir hüküm olmaksızın kimseyi tutuklayamayacak, hapsedemeyecek, mallarına el koyamayacak, “yasa dışı” ilan edemeyecek, sürgüne gönderemeyecek ve herhangi bir şekilde kötü muameleye maruz bırakamayacaktır (m. 39). Dikkat edilirse bu hak yalnızca “özgür kişilere” tanınmıştır ve 13. Yüzyıl’ın başlarında pek az özgür kişi vardır. Ayrıca kral 52. Madde ile kanuni bir hüküm olmaksızın toprakları, şatoları, hakları ve özgürlükleri ellerinden alınmış kimselere bütün bunları iade edeceği sözünü vermiştir. Bir başka önemli hüküm bugünkü ceza hukukunun temellerinden olan suç ve cezanın orantılılığı ilkesidir. Buna göre özgür bir kişi işlediği küçük bir suç için buna uygun bir para cezasına çarptırılacak, ağır bir suç işlemişse, yaşamına son vermemek kaydı ile yine bu suça uygun bir cezaya çarptırılacaktır (m. 20). Görüldüğü üzere bu hüküm de yalnızca özgür kişileri kapsamaktadır. 40. madde ile adaletin satın alınabilir nitelikte olmadığı, kimseye karşı hak ve adaleti yerine getirmekten kaçınılamayacağı ve adaletin geciktirilemeyeceğini hükme bağlanmaktadır. 45. madde adaleti sağlayabilmek amacıyla yargıçların ve idari görevlilerin yasaları iyi bilen kişiler arasından seçileceğini garanti etmektedir. 12. madde ile kralın, feodal düzenin öngördüğü olağan yardımlar ve para istekleri dışında (kral için kefalet akçesi toplanması, kralın büyük oğlunun şövalye olması, büyük kızının evlenmesi vb.) olağandışı yardım isteğinde bulunması yasaklanmıştır. 9. madde taşınabilir malları borcunu ödemeye yeterli olduğu sürece borçlunun topraklarına ve gelirine el konulmasını yasaklamaktadır. 41. madde ile de tüccarlara ticaret özgürlüğü tanınmaktadır. 61. madde ile bu fermanda tanınan hakların ve özgürlüklerin ihlal edilmesi durumunda baronlara isyan hakkı tanınmaktadır.

Görüldüğü gibi Magna Carta Libertatum çok önemli hükümler içermektedir. Her ne kadar bu fermanda tanınan hak ve özgürlüklerden yalnızca “özgür kişiler” gibi son derece sınırlı bir kategori yararlanacak olsa da kralın iktidarı ilk kez başka bir sosyal güç karşısında sınırlanmaktadır. Bu yüzden, Magna Carta İngiltere’de kamu özgürlüklerinin miladı olarak görülür.

İngiliz kamu hukukunda daha sonra karşımıza çıkacak olan önemli belgeler için 17. Yüzyıl’ı beklemek gerekecektir. Bu belgelerin de bazı sosyal ve siyasal gelişmelerin ürünü olduğu düşünülecek olursa arada geçen döneme kısaca göz atmak faydalı olacaktır.

İngiliz kralları 12. Yüzyıl’dan itibaren ülkeyi yönetirken iki kuruldan yararlanıyorlardı: Bu kurullardan birincisi Magnum Concilium Regis (Büyük Kral Konseyi), diğeri ise Curia Regis (Kral Konseyi) idi. İngiltere’de parlamento Magnum Concilium Regis’ten, Kabine ise Curia Regis’ten doğacaktır.

Bilindiği üzere feodal toplum, ruhban sınıfı dışında hemen herkesin birbirine sözleşmesel bir ilişki çerçevesinde bağlı olduğu karmaşık bir ağ yapısından oluşuyordu. Fief sözleşmesi olarak adlandırılan bu sözleşmenin tarafları üstün olan süzeren ile tâbi konumda olan vassal idi. Karşılıklı bazı edimleri yerine getirmekle yükümlü olan taraflardan süzeren vassalı korumakla vassal ise süzerene hizmetle görevli idi. Vassalların görevlerinden biri de bağlı oldukları süzerenin şatosunda yılda birkaç kez toplanarak danışmanlık hizmeti vermekti. Her ne kadar vassalların bu toplantılarda ileri sürdükleri görüşler krallar açısından bağlayıcı olmasa da 12. Yüzyıl’dan başlayarak Magnum Concilium Regis’in yaptığı bu toplantılarda bazı gelenekler oluşmaya başlayacaktır. Kralın, özellikle önemli kararlar arifesinde danışmak ihtiyacını hissettiği Magnum Concilium Regis giderek bir danışma organı niteliğini kazanacaktır. Kral zamanla, merkezi otoritesini güçlendirmek amacıyla daha fazla maddi kaynağa ihtiyaç duyduğu ve bu da vergi salmasını gerektirdiği için Magnum Concilium Regis’in tabanını genişletmek isteyecektir. Bu konsey 1265 gibi erken bir tarihten itibaren parlamento olarak adlandırılmaya başlanacaktır. 13. Yüzyılın sonunda şövalyeler, şehir ve kasaba temsilcisi olan burjuvalar ve kilise temsilcilerinden oluşan parlamentodaki temsilci sayısı 400’e ulaşırken 14. Yüzyılın ilk yarısında kilisenin, krala vergi vermek yükünden kurtulmak amacıyla parlamentoya temsilci göndermekten vazgeçmesi sonrasında parlamento Lordlar Kamarası ve Avam Kamarası’nın çekirdeğini oluşturacak şekilde kabaca ikiye ayrılacaktır. İlk grupta din adamlarıyla ittifak yapan feodal beyler, ikincisinde ise şövalyelerle birlikte hareket eden şehir temsilcileri yer alır. Bu iki grup arasında geçen mücadelede üstünlük başlangıçta Lordlar Kamarasındayken elindeki olanakları iyi kullanan Avam Kamarası zamanla durumu eşitleyecektir. 13. Yüzyıl’ın sonunda yerleşen geleneğe göre kralın bir vergi koyabilmesi için bunun önce parlamentonun onayından geçmesi gerekiyordu. Avam Kamarası, kralın istediği vergiyi onaylamak için, kralın da kendi isteklerini kabul etmesi gerektiğini bir şart olarak ileri sürmeye başlayacaktır. Ama kral, parlamento üyelerinden gelen istekleri, verginin parlamento tarafından onaylanmasından sonra yerine getirmeyebiliyor veya sürüncemede bırakabiliyordu. Bunun önüne geçmek için Avam Kamarası, bu istekleri bir yasa tasarısı şeklinde hazırlamaya ve bu tasarıya kral tarafından yasa gücü kazandırılmadan yeni vergileri onaylamayı reddetmeye başlamıştı. Böylece Avam Kamarası mali konularda söz sahibi olmaya başladı.

15. Yüzyıl’a gelindiğinde parlamento artık yasama iktidarına katılan bir güce dönüştü. Buna göre Lordlar ve Avam Kamarası’nın birlikte hazırladıkları yasa tasarısı kralın onayından geçerek yasaya dönüşüyordu. Ancak kralın yasa tasarıları üzerinde mutlak bir veto yetkisi vardı. İstemediği hiçbir tasarıyı onaylamazdı. Kral ayrıca tek başına çıkarttığı emirnameler yoluyla yasa koyabiliyordu. Kralın belirli bir durumda yasaların uygulanmasını engelleme yetkisi de vardı. Ayrıca parlamento yalnızca kralın üstün yetkisine girmeyen konular bakımından yasa tasarısı hazırlayabiliyordu. Yani parlamentonun yasama iktidarına katılma yetkisi konu bakımından da sınırlıydı. Bütün bunlara rağmen İngiltere’de parlamento Avrupa ile kıyaslandığında epeyce yol almıştı. 16 ve 17. Yüzyıllar parlamento ile kral arasında yetki mücadelesi ile geçecektir.

Bu arada enflasyon da hızla artmaktadır. Bunun ilk sebebi 13. Yüzyıl’dan sonra görülen nüfus artışıdır. Nüfus artışı karşısında ekime daha az uygun toprakların da tarıma açılması zorunluluğu doğdu. Bu da üretim maliyeti ve taşıma masraflarının artmasına yol açtı. Ayrıca mevcut arz, talebi karşılayamadığı için tarım ürünlerinin fiyatı arttı. Enflasyonun bir başka sebebi de Amerika’nın fethidir. Fetih sonrası, İspanyollar tarafından sömürülen maden yataklarından elde edilen değerli madenler Avrupa’ya akmaya başladı. Avrupa’da maden miktarı, üretilen mal ve hizmet hacminden daha hızlı arttığı için madenin değeri azaldı. Para yapımında kullanılan madenin değerinin azalması fiyatların yükselmesine sebep oldu. İspanya’da fiyatlar yüzyıl içinde dört kat arttı. Avrupa’nın diğer bölgelerinde fiyat artışları bu kadar büyük olmasa da geleneksel ekonomik, sosyal ve siyasal ilişkileri kökten sarsacak kadar güçlü bir etki yaratmıştır.

Hükümetler geleneksel gelir kaynaklarının yetmemesi üzerine fiyat artışlarına iki şekilde yanıt verdiler: Ya paranın değerini düşürdüler. Bu uygulama kısa vadede kralın gelirlerini arttırdıysa da uzun vadede enflasyonu körükledi. Ya da vergileri arttırmak yoluna gittiler. Bu da biraz evvel gördüğümüz nedenlerle parlamenter kurumlarla kral arasındaki mücadelenin şiddetlenmesine neden oldu. Mali bunalımdan kaynaklanan anayasal bunalım bütün Avrupa’da kraliyet despotizminin kurulmasına yol açarken yalnızca güçlü demokratik geleneklere sahip olan İngiltere’de parlamento kral karşısında zafer kazanacaktır. İşte parlamentonun bu zaferidir ki İngiltere’de birey haklarının güvence altına alınmasına giden yolun taşlarını döşeyecektir. Böylece sıra 17. Yüzyıl İngiliz kamu hukukunda ve dünya tarihinde büyük önem taşıyan belgelere gelmiş bulunuyor. Bu belgeler 1628 tarihli “Haklar Dilekçesi” (Petition of Rights), 1641 tarihli “Büyük Uyarı” (Great Remontrance), 1679 tarihli Habeas Corpus Act ve 1689 tarihli “Haklar Bildirisi” (Bill of Rights) ve 1701 tarihli Act of Settlement’tır. Bu belgelerin bir kısmı kişi özgürlüğü ve güvenliğine, bir kısmı da parlamentonun yetki alanına ilişkindir. Şimdi sırayla bu belgelere bir göz atalım.

2. Haklar Dilekçesi (Petition of Rights) ve Büyük Uyarı (The Great Remontrance)

Fransa’ya karşı yürüttüğü savaşta yenilen İngiltere Kralı I. Charles kendisini topa tutan parlamentoyu iki defa fesheder. Ancak üçüncü kez toplanan parlamento, Fransa’ya karşı savaşa devam edebilmek için mali yardıma gereksinme duyan I. Charles’a bu yardımı kendi isteklerini dile getirdiği Haklar Dilekçesi’ni kabul etmesi şartıyla sağlayacağını bildirir. Kral köşeye sıkışmıştır, dilekçeyi kabul etmek zorunda kalır.

Haklar Dilekçesi içeriği açısından Magna Carta’nın tekrarı niteliğindedir. Bu dilekçede dile getirilen haklardan yine “İngiliz yurttaşı olan özgür kişiler” şeklindeki dar bir kategori yararlanacaktır. Bu kategorinin can ve mal güvenliği kralın keyfi eylem ve işlemlerine karşı korunuyordu. Dilekçeye göre parlamentonun kabul ettiği bir yasa olmadıkça kimse krala herhangi bir yolla para veya vergi vermeye zorlanamayacaktı. Yine hiçbir “özgür İngiliz yurttaşı” ülke yasalarına uygun olarak doğal yargıcı tarafından verilmiş bir hüküm olmaksızın tutuklanamayacak, hapsedilemeyecek, sürgün edilemeyecek ve miras hakkından yoksun bırakılamayacaktı. Kimse olağan yargı usulü dışında kalan bir yolla yargılanamayacaktı. Görüldüğü gibi doğal yargıç ve suçların ve cezaların kanuniliği ilkesi gibi ceza hukukunun en temel ilkeleri bu belgede bir kez daha dile getiriliyordu. Bu hükümler dışında parlamento da yasama iktidarının kullanılmasına ortak ediliyordu. Ancak parlamento hala çok sağlam bir zemine oturtulamamıştı. Nitekim kral eleştirileri karşısında bunaldığı parlamentoyu sık sık feshetme yoluna gidecektir.

Parlamento ilk defa 1629 yılında kralın dağılmaları yolundaki emrine karşı çıkar ve kendi isteği ile dağılma kararı alarak dağılır. 11 yıl boyunca hiç toplanmayacak olan parlamento kralın isteği üzerine tekrar toplandığı 1640 yılında krala bir uyarıda bulunma kararı alır. “The Great Remontrance” olarak adlandırılan bu belgeye göre parlamento kralın davet etmesini beklemeksizin kendiliğinden ve düzenli olarak toplanacak ve kral parlamentoyu, parlamentonun onayı olmaksızın dağıtamayacaktır. Böylelikle parlamento bir iktidar ortağı konumuna yükselmektedir. Ancak bu mutlak iktidarını sürdürmek isteyen kral için kabul edilemez bir durumdu. Böylelikle kral ile parlamento arasında yaşanan bu gerilim İngiltere’yi bir iç savaşa sürükleyecektir. Cromwell, yönetimindeki ordu ile krallık kuvvetlerini yenecek ve Lordlar Kamarasını dağıtarak cumhuriyeti ilan edecektir. I. Charles ise ertesi yıl (1649’da) idam edilecektir. Adı cumhuriyet olsa da 1660’ya kadar sürecek olan bu dönem, orduya dayanan Cromwell’in diktatörlük sürdüğü bir dönemdir ve parlamentonun II. Charles’ı tahta davet etmesiyle son bulacaktır.

3. Habeas Corpus Act (1679)

I. Charles ve Cromwell deneyimlerinden sonra II. Charles parlamento ile daha iyi geçinmeye bakmıştır. Bunun göstergelerinden biri Habeas Corpus Act’tir. “Habeas Corpus”, Türkçe’de “bedenin senin olsun” anlamına gelir. Sadece Türkçe karşılığından bile bu belgenin kişi güvenliği ile ilgili olduğu kolaylıkla anlaşılabilir.

Habeas Corpus Act’e göre tutuklanan kişi 24 saat içinde yargıç önüne çıkarılır. Yargıç bu noktada iki türlü karar verebilir: Ya tutukluyu para karşılığında salıverir, ya da sanığın tutuklu olarak yargılanmasına karar verir. Yargıç sanığın tutuklu olarak yargılanmasına karar verirse tutuklu, Yüksek Mahkemeye başvurabilir. Her tutuklu doğrudan doğruya veya avukatı aracılığıyla Yüksek Mahkeme yargıçlarından birine bir “writ habeas corpus” elde etmek için başvurabilir. ”Writ habeas corpus”, sanığın serbest bırakılmasını veya onun tekrar mahkeme önüne çıkarılarak tutuklanma sebebinin kendisine delilleriyle açıklanmasını sağlayan emirdir. Mahkemenin diğer üyeleri muhalif kalsalar bile içlerinden birinin vereceği emir geçerlidir. Tutuklanan kişiler vatana ihanet ve ağır suçlar dışında, kefaletle salıverilecek ve 20 gün içinde jüri önüne çıkarılacaktır. Ancak böyle bir suçtan dolayı tutuklu bulunan bir kişiye cezaevine gönderildikten sonra gerçekleşen ilk oturumda bu suçlar yüklenemezse kefaletle serbest bırakılır. Daha sonraki oturumda da suç sabit görülmezse beraat ettirilir.

Görüldüğü üzere bu belge ile kişilerin yargıç kararı olmaksızın keyfi olarak tutuklanmaları, hapsedilmeleri ve öldürülmelerinin önüne geçilmeye çalışılmıştır. Ayrıca sanıkların tutuklanmalarından sonra kısa bir süre içinde yargıç önüne çıkarılmalarını ve davanın kısa sürede sonuçlandırılması gerektiğini öngören Habeas Corpus belgesi adil yargılanma hakkının olmazsa olmaz ilkelerini içeren öncü bir belgedir. Bu belge ile kişi güvenliği İngiltere’de, Kıta Avrupa’sına göre çok erken bir tarihte kağıt üzerinde sağlam temellere oturtulmuştur. Daha sonraki birçok önemli belgede Habeas Corpus hakkı çok temel bir hak olarak yer almaktadır. Örneğin, 1787 Amerika Birleşik Devletleri Anayasası Habeas Corpus hakkını kesin olarak tanımıştır. 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin bazı hükümleri de Habeas Corpus Act’ten esinler taşır.

4. Haklar Bildirisi (Bill of Rights) (1689) ve Act of Settlement (1701)

II. Charles’tan sonra İngiltere tahtına geçen II. Jacques parlamentonun yetki alanını krallık aleyhine genişletmesinden dolayı rahatsızlık duymaktadır. II. Jacques’ın parlamentoya karşı tavır alarak mutlak monarşiyi yeniden tesis etme yolundaki girişimleri kralla parlamento arasındaki gerilimi tırmandırır. Ancak bu kez devrim kansız bir şekilde gerçekleşir. Kralın ordusu parlamento kuvvetleri karşısında yenik düşer ve I. Charles’ın başına gelenleri bilen II. Jacques çareyi Fransa’ya kaçmakta bulur. Böylece parlamento kesin bir zafere ulaşır, tahta da Orange Prensi William ile kralın kızı Mary’i davet eder. Bir sonraki yıl bu ikili Haklar Bildirisi’ni kabul edeceklerdir.

Lordlar Kamarası ve Avam Kamarası’nın birlikte hazırladıkları Haklar Bildirisi bireyleri ilgilendiren ve daha önceki belgelerde dile getirilen suç ve cezanın orantılılığı ilkesi, dilekçe hakkı vb. bazı ilke ve haklara yer vermiştir: Ancak asıl katkısı kral ve parlamentonun yetki alanı ile ilgili düzenlemeler konusundadır. Haklar Bildirisi 13. Yüzyıl’dan itibaren danışmanlıktan yasama iktidarını kralla paylaşmaya doğru gelişen çizgi üzerinde parlamentonun geldiği son noktayı temsil eder. Parlamento bundan böyle yasa yapma ve vergi koyma tekeline sahip olacaktır. Yasama iktidarını kendi tekeline alması kralı bu çok önemli alandan dışlaması anlamına gelmektedir. Artık yasa yapıcı organ parlamentodur. Krala düşen yalnızca parlamentonun hazırladığı yasayı hiçbir değişiklik yapmaksızın yürürlüğe koymaktan ibarettir. Kralın kendi gücüne dayanarak parlamentonun izni olmaksızın yasaların uygulamasını durdurması (ius dispendensi) ve vergi koyması artık yasaya aykırıdır. Bu arada parlamento üyeleri serbest seçimle belirlenecektir. Parlamento çatısı altında mutlak bir ifade özgürlüğü olduğu kabul edilmiştir. Kimse parlamentoda yapılan tartışmalarda ileri sürdüğü görüşler nedeniyle yargılanamayacaktır. Ayrıca kralın barış zamanında daimi bir ordu bulundurabilmesi parlamentonun onayına bağlı kılınmıştır. Parlamento yolsuzlukları önlemek amacıyla sık sık toplanacaktır.

Yetki alanı Haklar Bildirisi ile iyice genişleyen parlamento bu kadarla da yetinmeyecektir. 1701 yılında kabul edilen “Act of Settlement”a göre kral, parlamentonun onayı olmaksızın Avam Kamarası tarafından suçlandırılan bir bakanın Lordlar Kamarası tarafından yargılanarak cezaya çarptırılmasını önleyemez. Her şeyden önemlisi kral artık parlamentonun onayı olmaksızın savaş açamaz ve hatta İngiltere’yi terkedemez bile. Böylelikle kral İngiltere’de çok erken bir tarihte sembolik bir yetki alanına hapsedilmektedir.

II. AMERİKAN DEVRİMİ

Güney Amerika’nın İspanyollar tarafından fethedilmesinden sonra kıtanın kuzeyi de Avrupalıların akınına uğradı. Bu göç dalgası 16. Yüzyıl boyunca sınırlı bir düzeyde kaldı. 17. Yüzyıl’da İngiltere’de ekonomik ve sosyal alanda yaşanan gelişim siyaset ve din alanındaki karışıklıklarla birleşince göçmen sayısında büyük bir artış görüldü. 1607-1733 yılları arasında Kuzey Amerika’da 13 tane İngiliz kolonisi kuruldu. Bu koloniler, “Avrupa tipi toplumun yeni topraklar üzerinde ve benzersiz koşullarda örgütlenmesidir.” Gerek bu kolonileştirme süreci, gerekse Kuzey Amerika’ya göç eden toplumun yapısı ve “Yeni Dünya”da karşılaştıkları koşullar, Avrupa’dan ve kolonileştirilen diğer bölgelerden farklıdır. Bu farklılıklar beş noktada özetlenebilir.

İlk olarak Kuzey Amerika’daki kolonileştirme süreci feodal ve mutlakiyetçi bir temelden çok liberal bir temele dayanır. Kıtanın güneyini fetheden İspanyollar madenlerden elde ettikleri altın ve elmasları yüklenip zengin olarak ülkelerine dönmek isterken, Kuzey Amerika dinsel baskıdan, işsizlik ve fakirlikten kurtulmak, kendilerine özgürce yaşayacakları yeni bir ülke bulmak umuduyla yola çıkanların işgaline uğramıştı. Dolayısıyla Kuzey Amerika’ya gelen Avrupalılar zengin olarak ülkelerine geri dönmek değil, temelli yerleşmek düşüncesiyle hareket etmişler, bunun için ailelerini de beraberlerinde getirmişlerdi. Özgürce yaşamak düşüncesi, öncelikle birbirlerinin haklarına saygı duymayı gerektirdiği için kuzeyi işgal edenleri, İspanyolların aksine kendi aralarında hazırladıkları belgelerle uyacakları kuralları belirlemeye sevketmiştir.

Bu tür belgelerin ilk ve en ünlü örneği Mayflower Sözleşmesidir. 16 Eylül 1620 tarihinde Southampton’dan (İngiltere) 102 göçmenle yola çıkan Mayflower (Mayıs Çiçeği) adlı gemide bulunan 41 İngiliz püriteni kendi aralarında karaya çıkmadan önce “kuracakları toplum düzeninin ilkelerini belirleyen” bir sözleşme hazırlarlar . Çok kısa olan bu sözleşme ile “toplumun yönetilmesi ile ilgili ortak kararların nasıl alınacağı, ne gibi siyasal kurumların oluşturulacağı konusunda herhangi bir görüş belirtilmemiş” yalnızca koloninin menfaati adına çıkaracakları adil ve eşit yasalara herkesin uyacağı ve herkesin kurdukları siyasi topluluğa bağlı bulunduğu gibi genel birkaç ilkeye yer verilmiştir. Mayflower Sözleşme’sini imzaladıktan sonra göçmenler gemiden inerek New England’da Plymouth’u kurmuşlardır. Plymouth kumpanyası da daha sonra Massachusetts’i kuracaktır.

Farklılıklardan ikincisi Kuzey Amerika’yı işgal eden toplumun yapısına ilişkindir. Bilindiği üzere Ortaçağ’da Avrupa toplumunun hakim sınıfı toprak sahibi olan aristokrasi idi. Toplumun, dua edenler dışında kalan neredeyse bütün kesimini toprağa bağlayan fief sözleşmesi ile toprak sahibi aristokrasi toplumun büyük bir kesimi üzerinde üstünlüğünü kurmuş bulunuyordu. Avrupa’da söz konusu üstünlük, bu sözleşme ile belli bir toprak parçasına bağlı olmayan (bu yüzden de “köksüzler” olarak adlandırılan), önceleri mallarıyla birlikte bir şatodan diğerine yolculuk eden ve birçok tehlike ile karşılaştıkları ıssız yollarda yolculuk ettikleri için çetin yaşam koşullarına göğüs germek zorunda kalan (bu yüzden de kendilerine homines duri –sert adamlar- denen) ve daha sonra yerleşik yaşama geçerek tarihin yönünü değiştiren tüccarların oluşturduğu sınıf (burjuvazi) tarafından kırılacaktır. Amerika’da ise bunca zahmete hiç gerek kalmayacaktır. Bir kere kolonilerde mal sahipleri ve başarılı tüccarlardan oluşan oligarşik bir yapı bulunmakla beraber, İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerinin tersine aristokrasi yoktur. Coğrafi koşullar düşünüldüğünde olmasına da imkan yoktur. Topraklar, varolan Avrupalı nüfusla karşılaştırıldığında o kadar geniştir ki ilk yerleşim bölgelerinde nüfus artınca yerleşecek yeni toprak bulmak çok zor bir iş değildir. Bu koşullar eşitlikçi çiftçi topluluklarının oluşmasına zemin hazırlamıştır. Tabii bu arada faturanın Kızılderililere kesildiğini belirtmeden geçmemek lazım. Sayıları 2.5 milyonu bulan Kızılderililer soykırıma uğramışlardır.

Böylece Amerika’da tüccarlar, gemi sahipleri ve iş adamlarından oluşan oligarşik kesim kırsal kesimin desteğini arkasına aldığı sürece siyasal liderliği de elinde bulundurabildi. Bunun da iki nedeni vardı. Birincisi monarşi ile aralarında koca bir Atlantik Okyanusu vardı, ki o dönemdeki teknik gelişme düzeyi göz önüne alındığında bu çok büyük bir engeldi. İkincisi yeni kurulan toplum içinde monarşik ve aristokratik yapının izine rastlamak mümkün değildi. Ancak zamanla özellikle güney eyaletlerinde Avrupa’daki benzerlerinden farksız olan zengin ve kültürlü toprak sahiplerine rastlanacaktır.

Üçüncü farklılık dinsel alana özgüdür. Avrupa, Protestanlarla Katolikler arasında yaşanan mücadeleler, sürgünler ve katliamlarla (örn. Saint Barthelemy katliamı) çalkalanırken, Kuzey Amerika’da göçmenler dinsel çoğulculuğu toplum kurucu bir unsur olarak kabul etmişti. Gerçekten birbirinden çok farklı mezheplerden gelen insanların barış içinde bir arada yaşayabilmeleri için de başka çıkar yol yoktu. Çeşitli koloniler arasında ve her koloni içinde görülen dinsel farklılıklar, 1700’den sonra dinsel bir birliğin sağlanmasını olanaksız kılacak bir düzeye varmıştı. Bu yüzden İngiliz koloni topluluğu hem tek bir dini bütün bir topluluğa zorla kabul ettirmeyi düşünmedi, hem de tek bir kilise veya doktrinin baskısı altında olmamakla kıvanç duydu. Denilebilir ki Yeni Dünya’da kilisenin otoritesinin kurulmasına elverişli olmayan toplumsal zemin, laikliğin daha kolay dile getirilebilmesini sağladı. Gerçi kurumsallaşmış dinin Amerika’da bozguna uğraması, aynı zamanda dinde duygusal temellere dayanan bir yeniden canlanma hareketine de yol açmış ve bu, koloni yaşamının belirgin bir özelliği haline gelmişti. Ancak birlikte yaşama zorunluluğu, laikliğin bir tutkal işlevi görmesini de kaçınılmaz kılmıştı. Zaten İngiliz göçmen topluluğunu bu topraklara sürükleyen nedenlerden biri anayurtlarında yaşamış oldukları dinsel baskı idi.

Amerika’daki İngiliz kolonilerini diğer sömürgelerden ayıran dördüncü nokta siyasal alana ilişkindir. İngiliz göçmenler kıtaya aileleriyle birlikte aynı zamanda demokratik bir siyasal geleneği de getirmişlerdi. Anayurtlarında yaşadıkları dinsel baskının yanında kralın mutlak otoritesinden de yılmış olan göçmenler temsil kurumlarına özel bir önem vermişlerdir. İngiltere’deki Kral, Lordlar Kamarası ve Avam Kamarası’na karşılık, kolonilerde de Vali, Konsey ve Temsilciler Meclisi vardı. Ayrıca her bir koloni özgürlükleri güvence altına almak için birer anayasa kabul etmek yoluna gidecektir.

Beşinci ve son olarak çok değişik çevrelerden koparak gelen insanları birleştiren, onlara “kader birliği yaptıran” üç unsur olduğundan bahsedilebilir. Birincisi Fransızların yarattığı askeri ve ekonomik baskıya karşı duyulan öfkeydi. Bu öfke, 1763’te Fransızların İngiltere’ye yenilerek kıtayı terketmelerine kadar sürmüştü. İkincisi kıtanın yerli halkı olan Kızıderililere karşı duyulan öfkedir. Bu nokta da kıtanın güneyinde İspanyolların giriştikleri mücadeleden farklılık gösterir. Çoğu, ailelerini geride bırakarak gelen İspanyollar bir yandan bir an önce zengin olup ülkelerine geri dönmek için güney Amerika’nın yerli halkını acımasızca sömürürken, öte yandan dönmekten vazgeçerek yerleşik yaşama geçerken yerlilerle karışmışlardır. Oysa kıtanın kuzeyine aileleri ile birlikte yerleşmek niyetiyle göç eden Avrupalılar Kızılderililer ile karışmak gereğini hiç duymamışlar ve kendilerinden olmayan, gelişmiş silah teknolojisinden ve dolayısıyla kendilerine karşı koyma yeteneğinden yoksun Kızılderililerin adeta kökünü kazımışlardır. Üçüncü ve son nokta ise Amerikan Bağımsızlık Savaşı’na yol açacak olan İngiliz sömürgeciliğine karşı duyulan ve kolonilerin birbirine kenetlenmesine yol açan öfkedir.

Bu son nokta Amerikan Bağımsızlık savaşına yol açması bakımından özel bir önem taşır. 18. Yüzyıl’da İngiltere ve Fransa arasında iktisadi rekabetten kaynaklanan bir sömürgecilik yarışı yaşanıyordu. Bu mücadele 1756 yılında İngiltere ve Doğu Prusya ile Fransa, Avusturya ve müttefikleri arasında Yedi Yıl Savaşları’nın patlak vermesine neden oldu. İngiltere gibi Amerika’yı sömürgeleştirmek isteyen Fransa’nın kaybettiği bu savaştan İngiltere, dünyanın en büyük sömürge ve deniz devleti olarak çıktı. Savaş sonrası İngiltere son derece genişlemiş olan sömürgelerine bir çeki düzen vermek ve bunlarla bağlarını güçlendirmek istedi. Ayrıca Yedi Yıl Savaşları dolayısıyla yaptığı harcamaları kendi vergi yükümlüsünün sırtından kaldırarak kolonilerinin üzerine yıkmak niyetindeydi. İngiliz parlamentosu bu amaçla 1765’te sömürgelerde uygulanmak üzere Damga Pulu Kanunu’nu (Stamp Act) çıkardı. Bu yasa her satış işlemi için pul yapıştırılmasını zorunlu kılıyordu. Koloni halkı, içinde kendilerinin temsilci bulunduramadığı İngiliz parlamentosunun kendilerine vergi salamayacağını iddia ederek bu kanuna büyük bir tepki gösterdi. Bunun üzerine İngiltere kanunu geri aldı. Görüldüğü gibi koloniler Damga Pulu Kanunu’na karşı tepkilerini bir kamu hukuku sorunu olarak formüle etmişlerdir. İngiltere tepkiler üzerine bu kanunu geri aldı ancak 1766’da bir “Declaration Act” ile kolonilerde uygulanacak olan yasaları yapma yetkisinin yalnızca kendisinde olduğunu ilan etti. Amerika’da sanayi ve ticaretin gelişmesini istemeyen İngiltere 1767’de Townshend Kanunu ile bu kez çay, kağıt ve cama yeni vergiler koydu ama tepkiler karşısında bu kanunu da geri almak zorunda kaldı. Ancak bu ikinci kanun İngiltere için bir otorite ve prestij meselesi haline gelmişti. Bu yüzden 1772’de yeniden yürürlüğe kondu. Bunun üzerine kolonilerle İngiltere arasındaki ipler iyice gerildi. 1773’te İngiliz tüccarlar kolonilerin onayı olmaksızın vergilendirilmiş çayla yüklü gemilerini Boston’a boşaltmaya kalkınca “Boston Tea Party” diye adlandırılan olay oldu ve halk gemilere saldırarak çayla dolu sandıkları denize attı. İngiliz hükümeti bunun üzerine Boston limanını ticaret gemilerine kapattı. Bu kararla birlikte İngiltere’nin baskı politikasını şiddetlendirmesi, 13 İngiliz kolonisini birleşmeye ve anavatana karşı başkaldırmaya sevk etti. İngiltere’deki demokratik geleneği Yeni Dünya’ya taşıyan İngiliz göçmenlerinin diğer sömürgelerdeki halklardan farkı burada bir kez daha karşımıza çıkmaktadır. İngiltere’nin sömürge halklarına reva gördüğü davranış biçimi yine kendi yaratısı olan demokratik geleneğe toslamaktadır.

1774’te Virginia’da yapılan bir kongrede 13 İngiliz kolonisi birleşerek İngiltere’ye karşı koyma kararı aldı. Bu arada İngiltere kolonilere asker sevk etmeye başladı. İlk silahlı çatışmalar 1775’te başladı. Çatışmalar başladıktan kısa bir süre sonra Philadelphia’da ikinci bir kongre toplandı ve düzenli bir ordu kurulmasına ve başına da Virginia’lı zengin bir tarım işletmecisi olan George Washington’un getirilmesine karar verdi. 1776 yılının başından itibaren Kongre’de bağımsızlık eğilimleri açığa çıktı ve Virginia temsilcileri 13 İngiliz kolonisinin artık bağımsızlıklarını ilan etmesi gerektiğini ileri sürdüler. Kongre Haziran başından itibaren bağımsızlık konusunu görüşmeye başladı ve Bağımsızlık Bildirisi’ni hazırlamak üzere beş kişilik bir komite belirlendi. Thomas Jefferson’un kaleme aldığı Bağımsızlık Bildirisi 4 Temmuz 1776’da Kongre tarafından kabul ve ilan edildi.

Doğal hukukçu bir anlayışın ürünü olan Bağımsızlık Bildirisi’ne göre insanların doğuştan gelen bir takım hakları vardır. Bu haklar vazgeçilmez ve başkasına devredilemez nitelikte olan haklardır. Bildiriye göre bu haklar yaşam hakkı, özgürlük hakkı ve mutluluğunu arama hakkıdır. Bu haklar, doğuştan sahip olunan haklar olduğu gibi devlete de öngelen haklardır. Devletler bu hakların sağlanması için kurulmuştur. Ayrıca “idare edenler idare edilenlerin rızasını almalıdır” denilerek hükümetin bir meşruiyet temeli üzerine oturması gerektiği kabul edilmiştir. Temel amacı insan haklarını korumak olan hükümet, bu amacına aykırı davranırsa bu hükümeti değiştirerek yerine yenisini koymak milletin hem hakkıdır, hem de görevi… Bildirinin sonunda despotizme karşı ayaklanan koloniler halkının Amerika Birleşik Devletleri adı altında bağımsız bir devlet kurmaya karar verdikleri de belirtiliyordu. Amerikan Bağımsızlık Bildirisi ile insanların doğuştan bir takım haklara sahip oldukları inancı ve demokrasinin temel ilkeleri Fransız Devrimi’nden de önce ilk kez bir belgede dile geliyordu. Bu bakımdan çok büyük bir önem taşımaktadır. Yurttaşlar bu Bildiri’de belirtilen hakları ihlal eden devlete karşı başkaldırmak ve egemen bir devlet kurmak hakkına sahiplerse de söz konusu haklar devlete karşı garanti altına alınmamıştır. Bu da Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’nin eksik kalan yönüdür.

Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’nden başka 13 eski İngiliz kolonisinin anayasalarının başına yerleştirdikleri Hak Bildirilerine (Bill of Rights) ve bu bildirilerin kökenini oluşturması bakımından özel bir önem taşıyan Virginia Haklar Bildirisi’ne değinmek gerekir. Virginia Haklar Bildirisi İngiltere’ye karşı girişilen bağımsızlık mücadelesi öncesinde Philadelphia’da toplanan Kongre’de, bütün kolonilere yapılan anayasa hazırlama çağrısı üzerine hazırlanmıştır.

12 Haziran 1776’da Virginia halkı temsilcilerinin kabul ettiği Virginia Haklar Bildirisi, Bağımsızlık Bildirisi gibi doğal hukukçu bir anlayışın ve liberal düşünür John Locke etkisinin izlerini taşır. Bildiriye göre bütün insanlar doğuştan eşit ve özgürdür. İktidarın kaynağı halktır. Bu yüzden iktidarı kullananlar halka karşı sorumludurlar. Siyasi iktidarın amacı toplumun ortak yararını sağlamaktır. Halk bu konuda başarısız olan iktidarı değiştirebilir veya ortadan kaldırabilir. Bildiri’nin 5. Maddesi ile yasama, yürütme ve yargı organlarının birbirinden ayrılmasını öngören kuvvetler ayrılığı ilkesi benimsenmiştir.

Bildiri’nin 8. Maddesi kişi güvenliği ile ilgili önemli bir hüküm içermektedir. “Buna göre, ceza davalarında kişinin kendisine yöneltilen suçlamanın sebep ve niteliğini öğrenmek, suçlayan ve tanıklarla yüzleştirilmek, lehine delil göstermek ve jüri önünde duruşmanın süratle yapılmasını istemek hakkı vardır. Hiç kimse kendi aleyhinde tanıklık etmeye zorlanamaz.” Seçimlerin serbestliği, vergi yükümünün temsil esasına bağlanmış olması, basın özgürlüğü ve din ve vicdan özgürlüğü de Virginia Haklar Bildirisi’nin düzenlediği önemli hususlardandır.

Genel olarak Amerikan belgelerinde görülen doğal hukukçu yaklaşım, İngiliz belgelerinden farklı olarak evrensel bir niteliğe bürünmelerine, bu yüzden de daha sonra hazırlanan belgelere etki etmelerine neden olmuştur. Özellikle insan hakları deyince ilk olarak akla gelen belgelerden biri olan 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi bu belgelerden esinlenerek hazırlanacaktır.

Amerika Birleşik Devletleri Anayasası (1787) ve Temel Haklarla İlgili Ekler:

İngiltere ile yürütülen savaşın getirdiği ekonomik ve askeri güçlüklerin üstesinden gelebilmek için 13 koloninin kendi arasında bir birlik kurması zorunluydu. Ancak çıkarlarını ve farklılıklarını koruma kaygısı kolonileri, merkezi bir çatı altında toplanmaktansa gevşek bir konfederasyon şeklinde örgütlenmeye itti (1778). George Washington’un deyimiyle 13 eyalet sadece pamuk ipliğiyle birleştirilmişlerdi. Bu, egemenlik ve bağımsızlıklarından ödün vermek istemeyen eyaletlerin iradelerine uygun bir örgütlenme biçimiydi ancak aynı zamanda çok da güçsüzdü. Konfederasyonun vergi koyma yetkisi yoktu (bunun için Amerikan sanayiini, ucuz ve kaliteli İngiliz ürünlerine karşı koruyucu gümrük duvarları ile koruyamıyordu); eyaletler arası ekonomik ilişkileri düzenleyemediği için İngiltere hegemonyasına ayak direyemiyordu ve her şeyden önce ne yürütme yetkisi vardı ne de yargı… Bütün bunlar, eyaletleri daha güçlü bir birlik kurmaya itti. 1787 tarihli Amerika Birleşik Devletleri Anayasası bu anlayışın ürünüdür. Federal Anayasa kısa bir metindir: Bir giriş ve 7 maddeden oluşur. Onaylandığından bu yana 27 kez değiştirilmekle birlikte –ki üzerinden 215 yıldan uzun bir süre geçtiği düşünülürse bu çok yüksek bir rakam sayılmaz- halen yürürlüktedir. İçinde etnik, sosyal ve dinsel açıdan birçok farklı unsur barındıran 4 milyonluk bir nüfus için tasarlanmış bir belgenin, günümüzde 260 milyondan fazla insanın yaşadığı bir ülkede halen yürürlükte olması ne kadar esnek olduğunun açık bir göstergesidir. Federal Anayasa’nın devlet organlarının yapısı, işleyişi ve birbirleriyle ilişkilerine ilişkin hükümleri bu çalışmanın kapsamı dışında kalmaktadır. Yalnızca, Fransa’daki düzenlemeleri öncelemesi bakımından, katı kuvvetler ayrılığı ilkesine yer verdiğini belirtmeden geçmemek gerekir.

İnsan hakları perspektifinden bakıldığında, Federal Anayasa’nın çarpıcı yönü “Temel Haklarla İlgili İlk Ek” olarak bilinen ve Kongre tarafından blok halinde kabul edilen 10 değişikliktir. Bu değişikliğin öncülerinden biri Virginia Haklar Bildirisi’ni yazan George Mason’dır. Mason, bireysel hakları yeterince güvence altına almadığı iddiası ile Anayasa’yı onaylamayı reddederek neredeyse Virginia eyaletinin onaylamasına engel olacaktı. Massachusetts eyaleti de Anayasa’yı onaylamasını aynı koşula bağladı. Bunun üzerine Kongre zaman yitirmeden bu değişiklikleri kaleme aldı. Bu şekilde ortaya çıkan “Temel Haklarla İlgili İlk Ek”, Eylül 1789’da Kongre tarafından blok halinde kabul edilmiş ve 1791 sonuna kadar 11 eyaletçe onaylanmıştır. Bu metin, yaklaşık 200 yıl önce kaleme alındığı şekliyle halen yürürlüktedir.

Birinci değişiklik ifade özgürlüğü ve basın özgürlüklerini, toplantı düzenleme hakkını, dilekçe hakkı ve ibadet özgürlüğünü güvence altına almaktadır. Üçüncü değişiklikle mal sahibinin izni olmadıkça, askeri birliklerin evlerde barındırılamayacakları hükmü getirilmektedir. Dördüncü değişiklik, haksız aramalara, tutuklamalara ve mala el konulmasına karşı güvence sağlamaktadır. Daha sonraki dört değişiklik yargı kurallarına ilişkindir: Beşinci değişiklik, jüri tarafından suçlanmadıkça, ağır bir suçtan yargılanmayı yasaklamakta; aynı suç nedeniyle tekrar yargılanmayı engellemekte; yasal gerekler yerine getirilmeden cezalandırılmayı yasaklamakta ve suçlanan kişinin kendi aleyhinde tanıklık etmeye zorlanamayacağını hükme bağlamaktadır. Altıncı değişiklik, ceza gerektiren suçlar için süratle açık yargılama yapılmasını güvence altına almaktadır. Bu değişiklik, tarafsız bir jüri tarafından yargılanmayı zorunlu kılmakta, sanığın avukat tutma hakkı olduğunu ve tanıkların yargılamaya katılmak ve sanığın önünde ifade vermek zorunda olduklarını hükme bağlamaktadır. Yedinci değişiklik, 20 ABD dolarını aşan tüm hukuk davalarının bir jüri tarafından görülmesini güvence altına almaktadır. Sekizinci değişiklik, yüksek miktarlarda kefalet akçesi öngörülmesini yasaklamakta ve suç ve cezaların orantılılığı ilkesini vurgulamaktadır. Dokuzuncu değişiklik, 1982 T.C. Anayasası’nın ilk metninde yer alan “kişilere tanınan haklar bu Anayasa’da sayılanlarla sınırlıdır” anlayışının tersine, kişilerin Anayasa’da açıkça yazılmamış da olsa, başka hakları da olduğunu belirtmektedir. Bu iki metin arasında 200 yıllık bir zaman dilimi olması aralarındaki farklılığı çok daha çarpıcı kılmaktadır.

Anayasa’da “Temel Haklarla İlgili İlk Ek”ten sonra yapılan değişiklikler birçok konuyu kapsamaktadır. 1865’te onaylanan 13’üncü değişiklik köleliğe son vermiştir. 1868’de onaylanan 14’üncü değişiklikle, vatandaşlık açık ve basit bir tanıma kavuşturulmuş ve yasalar karşısında eşit işlem görme ilkesi daha kapsamlı bir güvenceye bağlanmıştır. 14’üncü değişiklik, temelde, “Temel Haklarla İlgili İlk Ek”in sağladığı güvenceleri eyaletlere uygulamıştır. 1870’te onaylanan 15’inci değişiklikle, federal hükümet ya da eyalet hükümetleri tarafından ırkları, renkleri ya da geçmişteki kölelikleri nedeniyle vatandaşların oy kullanma hakkı konusunda ayırımcılık yapılması yasaklanmıştır. Dikkat edilirse cinsiyet, burada sayılan kategorilerden biri değildir. Amerika’da kadınların da oy kullanabilmesi için 1920 yılında yapılan 19. değişikliği beklemek gerekecektir. Özellikle zencilerin oy kullanmasını engellemeyi hedefleyen, seçim vergisi ödeme koşulunun kaldırılması içinse 1964’te onaylanan 24. değişikliğe dek beklemek gerekecektir. Bu da Amerika’da ırkçı uygulamaların ne kadar köklü olduğunun bir kanıtı olsa gerektir.

Anayasa değişikliklerinde göze çarpan nokta bunların çoğunun bireyin korunması ve siyasal özgürlüklerin genişletilmesine ilişkin olduğudur. Buna karşılık pek azı merkezi yönetimi ve devlet organlarının yapısını güçlendirmeye yöneliktir. Bu durumu devlet karşısında bireyi koruyan bir anlayışın bir ürünü olarak görmek, sanırız yerinde olur.

III. FRANSIZ DEVRİMİ VE FRANSIZ İNSAN VE YURTTAŞ HAKLARI BİLDİRİSİ

Fransa ve İngiltere tarihi bazı açılardan paralellikler gösterir. Bir kere her iki ülkede de ekonomik, sosyal ve siyasal parametreleri belirleyen şey feodal güç ilişkileri ve bu ilişkileri kıracak yeni bir sınıfın (burjuvazi) doğuşu olmuştur. Kıta Avrupası’ndaki diğer ülkelerle karşılaştırıldığında her iki ülkede de görece homojen ve ulusal krallıklar 13. Yüzyıl gibi erken bir tarihte kurulmuştur. Fransa ve İngiltere’deki monarkların sahip oldukları gücün ardında yatan neden monarklarla kentliler arasındaki ittifaktır. Kentliler, monarkların hazinesine sağladıkları vergi geliri karşılığında feodal beylere karşı korunma ve bazı haklar elde ettiler. İngiltere’de olduğu gibi Fransa’da da “Concilium”, “Curia Regis” gibi bazı siyasal kurumlar bu fonksiyona aracı oldu. Kral meclisi olarak adlandırılabilecek olan bu kuruluşların taşıdığı önem, kralın merkezi otoritesini güçlendirme sürecinde arttı ve yapısal bir dönüşüm geçirerek “Etats-Généraux” adını aldılar. Soylular, kilise büyükleri ve şehir temsilcilerinden oluşan Etats- Généraux, krala ihtiyaç duyduğu maddi yardımı sağlayarak iktidarın merkezileşmesine katkıda bulundu. 15. Yüzyılın sonuna gelindiğinde gelirleri sabit olduğu için yaşanan fiyat artışlarından en çok etkilenen soylular Etats- Généraux’ya kendi adlarına katılmak yerine, kendilerini temsil edecek kişiler aracılığıyla katılmaya başladılar. Şehir temsilcileri biri soylulardan, biri kiliseden, biri de burjuvalardan olmak üzere her seçim bölgesinde üç kişiden oluşmaktaydı. Fransa’da, İngiltere’den farklı olarak Etats-Généraux bir danışma organı niteliğinden sıyrılarak yasama iktidarını adım adım kralla paylaşacak olan bir parlamentoya dönüşemeyecektir. 15. Yüzyılın sonuna doğru Etats-Généraux giderek daha seyrek toplanmaya başlar. 16. Yüzyılın ortalarında yaşanan ekonomik sıkıntılar Etats-Généraux’nun toplanmasını gerektirse de bir süre sonra bu toplantıların ardı arkası kesilir. 1614-1789 yılları arasında Etats-Généraux hiç toplanmaz. Dikkat edilirse bu zaman diliminin ilk yarısında (17. Yüzyıl’da) İngiltere’de parlamento, bir yandan bireylerin haklarını güvence altına alırken, öte yandan kralı yasama iktidarından dışlayarak gücünü kanıtlamıştı. Fransa’da ise bu dönem merkezi monarşinin üstünlüğünü kabul ettirdiği bir dönem olacaktır.

Devrim öncesinde Fransız toplumu üç sınıftan oluşuyordu: Soylular, din adamları ve üçüncü sınıf. Soylular da kendi içlerinde sosyal bir bütünlük göstermiyordu. Bir kere feodal beylerden ve şövalyelerden gelen “kılıç soyluları” vardı. Bunların yanında soyluluk unvanını parayla satın almış olan “urba soyluları” yer alıyordu. Kılıç soyluları kendi içlerinde Paris’te kralın çevresinde yaşayan “yüksek tabaka soyluları” ve taşrada feodal haklarından geriye kalan gelirle geçinmeye çalışan “taşra soyluları” olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Fransa’da soylular yaklaşık 80 bin aileyi kapsıyor, yaklaşık 400 bin kişi soylu sayılıyordu. Soylular sınıfından başka din adamları sınıfı vardı. Kilisenin hiyerarşisine uygun olarak bunların da içinde bir yüksek sınıf ve geniş bir alt sınıf vardı.Üçüncü sınıf denince de akla tek bir sınıf gelmemekteydi. Bir yanda büyük çiftçi, büyük banker ve büyük tüccarlardan oluşan “büyük burjuvazi” vardı. Öte yanda serbest meslek sahipleri, zanaatkarlar, sanatçılar ve yazarlardan oluşan “küçük burjuvazi” vardı. Üçüncü sınıfın içinde bunların yanında yoksul köylüler, işçi sınıfı (proletarya) ve işsizler bulunuyordu. Üçüncü sınıf yaklaşık 24 milyon insandan oluşuyordu. Rakamlar arasındaki dengesizlik hemen göze çarpan bir noktadır. Devrimin nedenlerini biraz da bu toplum yapısında ve bu sınıfların birbiriyle çeşitli düzeylerdeki ilişkilerinde aramak gerekir.

Devrimin nedenlerini kısaca özetlemek gerekirse:
-Avrupa'nın en kalabalık ülkesi olan Fransa'da yaşam koşullarının giderek kötüleşmesi,
-Gelişmekte olan varlıklı burjuvazinin sistemli bir biçimde siyasal iktidarın dışında tutulması (1713-1789 yılları arasında Fransa’nın dış ticareti 5 kat artmıştı, bu da burjuvazinin serpilmekte olduğunun bir göstergesidir. Ayrıca, Etats-Généraux’ların 1614 yılından önce nadiren toplandığını, sonrasında hiç toplanmadığını hatırlayınız.),
-Köylülerin, üzerlerinde ağır bir yük oluşturan çağdışı feodal sisteme duyduğu tepkinin güçlenmesi (o dönemde çizilmiş bir karikatür, köylüyü sırtına iki kişinin –bir soylu ve bir rahibin- bindiği kamburu çıkmış biri olarak resmetmektedir),
-Toplumsal ve siyasal reformu savunan düşünürlerin Fransa'da başka yerlere göre daha yaygın bir etki uyandırması (kuvvetler ayrılığını savunduğu düşünülen Montesquieu, kiliseye savaş açan ve düşünce özgürlüğünü savunan Voltaire, halk egemenliğini savunan Rousseau, hazırladığı ansiklopedi ile halkı aydınlatmaya çalışan Diderot vs.)
-Fransa'nın, Amerikan Bağımsızlık Savaşı'na sağladığı yoğun mali ve askeri destek yüzünden devletin iflasın eşiğine gelmesi.

14. Louis ve ondan sonra başa geçen monarkları genişleme istekleri ve bu uğurda yaptıkları savaşlar hazineye vergi gelirleri ile karşılanabileceğinin ötesinde bir yük getirmişti. Fransa’nın Amerikan Bağımsızlık Savaşı’na önce gizli sonra açık destek sağlaması bunun üzerine tuz biber ekmiştir. Aslında bunlar bir yana bırakılırsa yalnızca monarşinin saray harcamaları bile elde edilen vergi gelirinin üzerindeydi. Mali bunalımı aşmak amacıyla vergide eşitliğin sağlanması yoluyla vergi gelirlerinin arttırılması, bunun için de toprak mülkiyetinin vergilendirilmesi gerektiği ileri sürülünce soylular son bir kurtuluş umuduyla 1614’ten beri toplanmayan Etats-Généraux’nun toplanmasını istediler. Böylece devrime ilk hareketi soylular vermiş oldu. Etats-Généraux’nun 1614’teki son toplantıdaki yapısına uygun olarak toplanacağı kararlaştırılır. Yani üç sınıf ayrı ayrı toplanarak oy kullanacaklardır. Bu teklif burjuvaziyi, aristokrasiye karşı cephe almaya yönlendirir. 1614’ten bu yana dengeler epeyce değişmiştir. Burjuvazi her konuda eşitlik talep etmektedir: Yasa önünde eşitlik, vergide eşitlik, temsilde eşitlik…

Üçüncü sınıf Etats-Généraux’da diğer iki sınıf temsilcilerinin toplamı kadar temsilci bulundurmak ve oylamanın sınıf hesabıyla değil temsilci hesabıyla yapılmasını ister. Bu nokta hayati bir önem taşımaktadır. Çünkü oylamanın sınıf hesabıyla yapılması halinde üçüncü sınıf azınlıkta kalmaya mahkumdur. Oysa bütün temsilcilerin eşit bir şekilde dikkate alındığı bir oylama sisteminde bazı liberal soyluları kendi tarafına çekmesi mümkündür. Kral ise bu soruna kayıtsız kalır. Bunun üzerine üçüncü sınıf temsilcileri bir süre sessiz kalarak diğer iki sınıf temsilcilerinin kendilerine katılmalarını beklerler. 10 Haziran 1789’da soylulardan ve kilise temsilcilerinden kendilerine katılmalarını isterler, aksi halde yola kendilerinin devam edeceğini bildirirler. Bu çağrıya olumlu bir yanıt alamayan üçüncü sınıf, 15-16 Haziran günlerinde göreve “ulusal meclis” olarak devam etme konusunu tartışır. Bu, diğer iki sınıfın meclisten dışlanması, dolayısıyla üç sınıflı toplum yapısının ve mevcut siyasal düzenin reddi anlamına gelmektedir. 17 Haziran’da üçüncü sınıfın ulusal meclis sayılması kararı oylanarak kabul edilir ve aynı gün vergi yasası kabul edilir. Bu çok anlamlıdır çünkü vergi koyma siyasal iktidarın en açık ve önemli belirtisidir. Artık saflaşmalar iyice belirmiştir. Kral soyluların yanında yer alarak meclisin toplantılarını önlemek amacıyla toplantı salonunu kapatır, 5 Mayıs’tan o zamana dek yapılan bütün işlemleri iptal ettiğini açıklar ve meclis üyelerine dağılmalarını emreder. Meclis üyeleri sıralarını terk etmeyince kral ilkin zor kullanarak meclisi dağıtmayı düşünür ama bazı soyluların araya girmesiyle bu fikrinden cayarak durumu kabullenmiş gibi görünür. Meclise toplanmasını emreder.

9 Temmuz’da ulusal meclis, kurucu meclis sıfatıyla yeni bir anayasa hazırlamak üzere çalışmalarına başlar. Kral meclisi dağıtmak amacıyla Paris’e askeri birlikler getirir. Bunun üzerine halk 14 Temmuz 1789’da ayaklanarak zulüm ve istibdatın simgesi olan, siyasal mahkumların hapsedildiği Bastille hapishanesini ele geçirir. Fransız Devrimi patlak vermiştir. Halk aynı zamanda yeni bir Belediye kurarak Paris’in yönetimini ele geçirir. Bu hareket Fransa’nın diğer bölgelerine de yayılır ve Belediye Devrimi olarak anılır. 4 Ağustos’ta derebeylik ve kilisenin aldığı vergiler kaldırılır, memuriyete atanmada eşitlik ilkesi kabul edilir. Bunlar Fransa’da eşitlikçi bir toplumun kurulması yolunda atılan ilk adımlar olarak görülebilir. Daha da önemlisi Kurucu Meclis’in 28 Ağustos 1789’da ilan edeceği İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisidir.

Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin içerdiği haklar ve özgürlükler, İngiliz belgelerinin tersine yalnızca Fransız yurttaşları için değil bütün insanlar için tanınmıştır. Bundan dolayı evrensel bir karakter taşır. Bildiri, İngiliz ve Amerikan belgeleri gibi doğal hukukçu bir anlayışla yazılmıştır. Tekrar pahasına doğal haklar, insanın yalnızca insan olmak sıfatıyla doğuştan itibaren sahip olduğu devlete öngelen, devredilmez ve kutsal nitelikteki haklardır. Bu haklar Bildiri’nin 2. maddesinde özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnme hakları olarak sayılmıştır. Özgürlük, Bildiri’de üzerinde en çok durulan haktır. 10. maddeye göre kimse dinsel nitelikte bile olsa (bu ibare Aydınlanma geleneğinin dine bakış açısını da yansıtır) inançlarından dolayı rahatsız edilemez. Meğer ki bu inançların açığa vurulması kamu düzenini bozsun. 11. madde ile düşünce ve ifade özgürlüğü garanti altına alınmıştır. 7. maddeye göre yasanın gösterdiği durumlar dışında kimse suçlanamaz veya tutuklanamaz. Keyfi emirler verilmesini isteyenler, verenler ve bu emirleri yerine getirenler cezalandırılır. Bu madde ile kişi güvenliği koruma altına alınmıştır. 8. madde suçların ve cezaların kanuniliği ilkesini öngörür. Aynı madde yasaların geriye yürümeyeceğini, 9. madde ise suçlu olduğu kanıtlanıncaya kadar herkesin masum olduğunu (masumiyet karinesi) öngörür ki tüm bunlar çağdaş ceza hukukunun en temel ilkelerindendir. Eşitlik, doğal haklar arasında sayılmamıştır ama Bildiri’nin 1. maddesi insanların özgür ve eşit doğduklarını ve öyle kaldıklarını öngörür. Bu eşitlik yasa önünde (m.6), kamu görevlerine girmede (m.6) ve vergi vermede (m. 13) eşitliktir. İleride Marksizm’in öngöreceği gibi ekonomik anlamda mutlak bir eşitlik değil.

Bildiri, hak ve özgürlüklerin sınırını da yasa olarak belirler. “Özgürlük, bir başkasına zarar vermeyen her şeyi yapabilme gücüdür; bundan ötürü her insanın haklarının ve özgürlüklerinin sınırı, toplumun diğer üyelerinin aynı haklardan yararlanmalarını sağlayan sınırdır. Bu sınırlar ise ancak yasa ile belirlenebilir” (m. 4). Yasa koyucu sınırlama konusunda dilediğince hareket edemez. Çünkü Bildiri’nin 2. maddesine göre “her siyasal toplumun amacı, insanın doğal ve zaman aşımı ile ortadan kalkmayan haklarının korunmasıdır.” Ayrıca 5. maddeye göre yasa ancak toplum için zararlı eylemleri yasaklayabilir. Yasa koyucu bu amaçlara ters düşemez. Aksi takdirde 2. maddede öngörülen baskıya karşı direnme hakkı doğar.

Bildiri 3. maddesi ile egemenliğin ulusa ait olduğunu belirlemektedir. Hiç kimse ulustan kaynaklanmayan bir iktidarı kullanamaz. Buna kral da dahildir. Ulusun egemen olması yasama iktidarına dolaylı yoldan da olsa katılımını gerektirdiği için ulusal egemenlik ilkesi siyasal katılımı ve dolayısıyla siyasal hakları da beraberinde getirecektir. 6. maddeye göre bütün yurttaşlar bizzat veya temsilcileri aracılığıyla yasanın yapılmasına katılma hakkına sahiptirler. Çünkü yasa, Rousseau’nun ifadesini kullanan bildiriye göre “genel iradenin ifadesidir”. Bildiri 16. madde ile yasama, yürütme ve yargı organlarının birbirinden ayrılması anlamına gelen kuvvetler ayrılığı ilkesini getirmiştir. Böylece bu üç iktidarın her birinin diğerini sınırlamasıyla bireyin devlet karşısındaki güvenliği koruma altına alınmıştır.

Görüldüğü üzere Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi İngiliz belgelerinden çok Amerikan belgelerinden izler taşır. Hatırlanacak olursa bireysel hak ve özgürlüklere ilişkin İngiliz belgeleri “özgür İngiliz yurttaşlarını” bir hak kategorisi olarak kabul etmekteydi. Bu belgelerde yer alan haklardan ve tanınan özgürlüklerden yalnızca “özgür İngiliz yurttaşları” yararlanabilecekti. Oysa bütün bir Aydınlanma geleneğini arkasına alan Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi hak kategorisini “insan”, “herkes” ya da “hiç kimse” gibi son derece soyut ve evrensel bir şekilde belirlemektedir. Bütün insanlığı kucakladığı içindir ki insan hakları denince, kronolojik olarak diğerlerinden sonra gelmekle birlikte akla ilk gelen belge, Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’dir.

III. Bölüm: İnsan Haklarının Uluslararası Düzeye Geçişi ve Uluslararası Belgeler

Birleşmiş Milletler teşkilatının kuruluşu ile birlikte “insan hakları” kavramı uluslararası sistemin ve uluslararası hukukun parçası olmaya başlamıştır.

I. Birleşmiş Milletler

Birleşmiş Milletler 1945 yılında İkinci Dünya Savaşının hemen sonrasında kurulmuştur. Türkiye Birleşmiş Milletler’e üye olan ilk ülkeler sınıfındadır.

Teşkilatın kuruluş anlaşması olan Birleşmiş Milletler Şartı’nın giriş bölümünde şu ifadeler yer almıştır: “Biz Birleşmiş Milletler halkları insanlığa iki kez iki dünya savaşı ile tarifsiz acılar çektirmiş savaş belasından gelecek nesilleri korumak ve temel insan haklarına, kişinin onur ve değerine, erkek ve kadınların eşit haklarına olan inancımızı tekrar ederek bu amaçları gerçekleştirmek için birlikte gayret sarf etmek niyetiyle Birleşmiş Milletler Teşkilatını kurduk”. Şartın giriş bölümünden anlaşılmaktadır ki, Birleşmiş Milletler’i kuran halklar, insan haklarının dönemdeki durumunun insan onuruna yakışır olmadığını düşünmüşler ve insan haklarının korunmasını teşkilatın oluşturulma gerekçeleri arasına koymuşlardır.

Bu istenç Şartın ilk maddesine de yansıtılmıştır. Birleşmiş Milletler Şartı’nın ilk maddesi Birleşmiş Milletlerin amaçlarını düzenlemektedir. Bu maddeye göre, diğerleri yanında, Birleşmiş Milletler’in amacı, ırk, renk, dil veya din ayrımcılığı yapılmaksızın herkesin insan hakları ve temel özgürlüklerine saygı gösterilmesini geliştirmek ve teşvik etmektir.

Şart, insan haklarına saygının geliştirilmesi ile görevli bir organ da kurmuştur. Bu, Ekonomik ve Sosyal Konsey’dir. Ekonomik ve Sosyal Konsey de İnsan Hakları Komisyonu’nu kurarak insan haklarının uluslararası düzeyde korunmasına dair bildiri ve sözleşmeler hazırlamaya başlamıştır.

İnsan Hakları Komisyonu’nun ilk çalışması 10 Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından ilan edilen “İnsan Hakları Evrensel Bildirisi”dir. Bildirinin ilan edildiği 10 Aralık günü her yıl tüm dünyada insan hakları günü olarak kutlanmaktadır.

II. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi

Evrensel Bildirinin Hedefi: Evrensel Bildirinin hedefi giriş bölümünde şu ifadelerle dile getirilmiştir:
- İnsan haklarının dikkate alınmaması insanlık vicdanını isyana sevk eden barbarca eylemlere yol açmıştır. Bu nedenle insanlığın korkudan, yoksulluktan kurtulduğu, ifade ve inanç özgürlüğünden yararlandığı bir dünyanın kurulması en yüksek ortak amaçtır.
- İnsanın onuru ve insanın eşit haklara sahip olması dünyada özgürlüğün, adaletin ve barışın temelidir.
- İnsanın zulüm ve baskıya karşı son çare olarak direnmek zorunda kalmaması için insan haklarının hukukun üstünlüğü yoluyla korunması bir zorunluluktur.
- Uluslar arasında dostça ilişkiler geliştirmek bir zorunluluktur.
- Birleşmiş Milletler Şartı’ndaki temel insan hakları teyit edilerek daha fazla özgürlük içinde sosyal ilerlemeyi geliştirmek ve daha iyi yaşam standartlarını oluşturmak kararlaştırılmıştır.
- Devletler, Birleşmiş Milletler ile işbirliği yaparak insan haklarına ve temel özgürlüklere evrensel ölçekte saygı gösterilmesini ve bunlara uyulmasını gerçekleştireceklerdir.
- Evrensel Bildiri bütün halklar ve bütün uluslar için başarılması gereken ortak bir standarttır. Eğitim öğretim yoluyla Bildiri’deki haklar ve özgürlüklere saygı geliştirilecektir.

Evrensel Bildiri’de Düzenlenen Haklar: Evrensel Bildiri’de klasik haklar yanında, demokratik hayata yönelik haklar ve ekonomik, sosyal ve kültürel haklar da düzenleme konusu olmuştur. Başlıca haklar, özgürlükler ve ilkeler şunlardır:
- Klasik haklar: Bütün insanların doğuştan özgür ve eşit olduğu ilkesi; ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya diğer görüş, vatandaşlık veya toplumsal köken, mülkiyet, doğum veya diğer bir statüye dayalı ayrımcılık olmaksızın hak ve özgürlüklerde eşitlik; ayrımcılık yasağı; yaşam hakkı; kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı; kölelik ve kulluk yasağı; köle ticareti yasağı; işkence yasağı; zalimane, insanlık dışı ve alçaltıcı ceza ve muamele yasağı; hukuk önünde kişi olarak tanınma hakkı; hukuk önünde eşitlik; hukuksal korunmada eşitlik; keyfi gözaltı ve tutuklama yasağı; keyfi sürgün yasağı, etkin hukuk yollarına başvuru hakkı; adil yargılanma hakkı; özel yaşama, aile yaşamına, konuta ve haberleşmeye yönelik saldırılara karşı korunma hakkı; şeref ve şöhrete yönelik saldırılara karşı korunma hakkı; seyahat ve yerleşme özgürlüğü; ülkeyi terk etme ve ülkeye dönme hakkı; zulümden kurtulmak için başka ülkelere iltica etme hakkı; vatandaşlık hakkı, vatandaşlığını değiştirme hakkı; evlenme hakkı; aile kurma hakkı; eşler arasında eşitlik; mülkiyet hakkı; düşünce özgürlüğü; görüş sahibi olma hakkı; ifade özgürlüğü; bilgi ve düşünceyi araştırma hakkı; vicdan ve din özgürlüğü; dinini veya inancını değiştirme özgürlüğü; dinini veya inancını öğretme özgürlüğü.
- Demokratik hayata yönelik haklar: Toplanma hakkı; örgütlenme hakkı; temsilciler aracılığı ile yönetime katılma hakkı; kamu hizmetlerine girme hakkı; seçim hakkı.
- Ekonomik, sosyal ve kültürel haklar: Sosyal güvenlik hakkı; işi serbest seçme hakkı; adil ve elverişli çalışma koşullarına sahip olma hakkı; işsizliğe karşı korunma hakkı; eşit işe eşit ücret hakkı; adil ve elverişli ücret hakkı; sendika kurma ve sendikaya girme hakkı; dinlenme hakkı; boş zamana sahip olma hakkı; çalışma saatlerinin makul olması hakkı; ücretli tatil hakkı; beslenme, giyim ve konut hakkı; tıbbi bakım hakkı; sosyal güvenlik hakkı; elverişli yaşam standartlarına sahip olma hakkı; annelerin ve çocukların özel bakım ve yardım hakkı; eğitim hakkı; ilköğretimin zorunlu ve parasız olması; teknik ve mesleki öğretimin mümkün olması; yükseköğretime girmede eşitlik; ebeveynlerin çocuklarına verilecek eğitimin türünü seçme hakkı; kültürel yaşama katılma hakkı; sanattan ve bilimsel gelişmelerden yararlanma hakkı; fikri mülkiyet hakkı.

Bildiri, içerdiği hakların ve özgürlüklerin eksiksiz olarak gerçekleştirileceği sosyal ve uluslararası düzene herkesin hakkı olduğunu da belirtmiştir. Bildiri tüm sıralanan hak ve özgürlüklerin yanında herkes için bir takım ödevler ve yükümlülükler de öngörmüştür. Bunlar şunlardır:
- Herkesin içinde yaşadığı topluma karşı ödevleri vardır.
- Herkes, haklarını ve özgürlüklerini kullanırken başkalarının hak ve özgürlüklerine de saygı gösterecektir. Bir diğer ifade ile kişinin özgürlüğü başkasının özgürlüğünün başladığı yerde biter.
- Bildirinin hiçbir hükmü düzenlenen herhangi bir hakkı ve özgürlüğü tahrip etmeye yönelik yorumlanamaz.

Evrensel Bildiri ismindeki “evrensel” sözcüğünü hak eder şekilde dünyada yaşayan herkese haklar tanımaktadır. Bu nedenle de olsa gerek, Bildirinin hemen hemen tüm devletler tarafından uyulması zorunlu haklar ve özgürlükleri düzenlediği kabul edilmiştir. Türkiye, Evrensel Bildiri’yi ilk imzalayan ülkelerdendir. Türkiye’deki üst yargı yerleri de Bildiri’yi kararlarında kullanmaktadırlar. Bildiri’nin dünyada genel kabul görmüş ilkeler bütünü olduğu anlayışı Türkiye’de de yerini bulmuştur.

III. İnsan Hakları Komisyonu

İnsan Hakları Komisyonu, Ekonomik ve Sosyal Konsey’in 1503 sayılı kararıyla bireylerden, birey gruplarından ve sivil toplum örgütlerinden gelen insan hakları ihlallerine dair başvuruları kabul eden bir organ haline gelmiştir. Bu başvurularda başvurucular, sistematik ve yaygın insan hakları ihlalleri hakkında Komisyon’a başvuruda bulunabileceklerdir. Başvurunun amacı belirli bir sözleşmede yazılı hakkın ihlalini şikayet etmek değil, genel bir ihlal durumundan şikayetçi olmadır. Başvuru üzerine başvurucunun hakkının ihlal edilip edilmediğine değil, o ülkede insan haklarının genel durumuna bakılacaktır. Bu nedenle bu başvuru yöntemi aşağıda incelenecek olan bireysel başvuru yöntemlerinden faklıdır.

İnsan Hakları Komisyonu, Evrensel Bildiri çalışmaları ile birlikte iki uluslararası sözleşme oluşturulması için daha çalışmaya başlamıştır. 20 yıl kadar süren bu çalışmalar sonunda 1966 yılında iki insan hakları sözleşmesi Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilmiştir. Bunlar; Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ile Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’dir. Bu iki sözleşme, Evrensel Bildiri’de yer alan hakları temel aldığından Evrensel Bildiri’nin hukuki gücünü de arttırmışlardır.

Evrensel Bildiri, Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ile Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesine birlikte, uluslararası insan hakları listesi, temel belgeleri, denir.

IV. Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi (MSHS)

Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nde Düzenlenen Haklar ve Özgürlükler: Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nde düzenlenen haklar, özgürlükler, yasaklar ve ilkeler şunlardır: Yaşam hakkı ve ölüm cezasının sınırlandırılması; işkence ve zalimane, insanlık dışı veya aşağılayıcı muamele ve ceza yasağı; rıza olmaksızın tıbbi ya da bilimsel deneylere tabi tutulamama; kölelik ve köle ticareti yasağı; kulluk yasağı; zorla çalıştırma yasağı; kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı; özgürlüğünden yoksun bırakılanların insanca muamele görmesi; sadece sözleşmesel yükümlülükten ötürü hapis cezası yasağı; yerleşme ve seyahat özgürlüğü; ülkeden çıkma ve ülkeye girme özgürlüğü; yabancıların hukuka aykırı şekilde sınırdışı edilmesi yasağı; adil yargılanma hakkı; haksız mahkumiyetten ötürü tazminat hakkı; hukuk önünde kişi olarak tanınma hakkı; özel yaşamın, ailenin, konutun ve haberleşmenin zoraki ve hukuk dışı müdahalelere karşı korunması hakkı; düşünce özgürlüğü; ifade özgürlüğü; vicdan ve din özgürlüğü; savaş propagandası yasağı; ayrımcılığı, düşmanlığı veya şiddeti kışkırtan milli, ırksal veya dini nefret savunuculuğu yasağı; toplanma hakkı; örgütlenme özgürlüğü; sendika kurma ve sendikaya girme hakkı; ailenin devlet ve de toplum tarafından korunması; evlenme ve aile kurma hakkı; eşlerin eşitliği; çocuğun ırk, renk, cinsiyet, dil, din, ulusal ya da toplumsal köken, mülkiyet veya doğumdan kaynaklanan herhangi bir ayrımcılığa tabi olmaksızın koruyucu önlemlere sahip olması hakkı; yeni doğan çocuğun kütüğe yazılma ve isim hakkı; çocuğun vatandaşlık hakkı; her vatandaşın kamu işlerine doğrudan ya da seçtiği temsilcisi aracılığıyla katılma hakkı; vatandaşların seçme ve seçilme hakkı; vatandaşların kamu hizmetlerine girme hakkı; hukuk önünde eşitlik; hukukun eşit korumasından yararlanma hakkı; ayrımcılık yasağı ve azınlık hakları.

Denetim Sistemi: Sözleşme’de düzenlenen hakların ve özgürlüklerin uygulanmasını denetleyen organ İnsan Hakları Komitesi’dir. Komite, insan hakları alanında uluslararası uzmanlığa sahip üyelerden oluşur. Komitenin denetim sistemi şu şekilde işlemektedir:

- Devletlerarası başvuru sistemi: Sözleşme’ye taraf herhangi bir devlet diğer Sözleşme tarafı devlet aleyhine Komite’ye başvurabilir. Şikayet eden devletin iddiası şikayet edilen devletin Sözleşme düzenlemelerine aykırı davrandığı şeklinde olabilir. Bu başvuru için şikayet edilen devletin aleyhine şikayet yapılabilme yetkisini Komiteye tanımış olması gerekir.

- Bireysel şikayet başvurusu sistemi: Sözleşme’ye taraf devletlerin eylem veya işlemleri Sözleşme’de düzenlenen bir hakkı ihlal ediyorsa bu ihlalden etkilenen bireyler İnsan Hakları Komitesi’ne ilgili devleti şikayet edebilirler.

Başvuru yapma yetkisi bireylere tanınmıştır. Bireylerin taraf devletin gerçekleştirdiği bir ihlalden ötürü mağdur olmuş ve mağduriyet iddiasında bulunmuş olmaları gerekir. Bizzat mağdur olan kişi başvuru olanağından yoksun ise onun adına başkası da şikayetçi olabilir. Bu durumda mağdur olan ile şikayetçi arasında özel bir bağ olması gerekir. Genelde bu özel bağ akrabalık ilişkisi olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak bu zorunlu değildir, mağdurun yakın arkadaşı da gerektiğinde onun adına başvuruda bulunabilir.

İhlalden doğrudan etkilenen kişi yanında, o kişinin yakını olanlar da o ihlalden dolaylı olarak mağdur olabilirler. Örneğin, çocuğunun öldürülmesinden dolayı anne manevi acı çekebilir. Bu durumda anne dolaylı mağdurdur. Ayrıca, başvuru yapacak bireylerin aleyhine başvuru yapılan devletin vatandaşı olmaları gerekmez.

Sadece Sözleşme’de düzenlenen hakların ihlal edildiği iddiası ile başvuruda bulunulabilir. Örneğin, Sözleşme’de grev hakkı düzenlenmemiştir. Bu nedenle Komite, “grev hakkım ihlal edildi” iddiasında bulunan başvuruları geri çevirmektedir.

Başvuru için etkin ve elverişli iç hukuk yollarının tüketilmiş olması gerekmektedir. Başvuru için bir süre şartı öngörülmemiştir. Süre konusunda sadece şu söylenebilir: Devletler, Sözleşme’ye taraf olduktan sonra ortaya çıkan ihlallerden sorumludurlar. Örneğin Türkiye MSHS’ne henüz taraf değildir. Bu nedenle Türkiye’de meydana gelen bir insan hakkı ihlali nedeniyle İnsan Hakları Komitesi’ne başvuru yapma olanağı yoktur. Bugün itibariyle böyle bir ihlalin varlığı durumunda Türkiye’nin tarafı olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile kurulan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurmak gerekir. Ancak bu kuralın bir istisnası vardır. O da şudur: Eğer ilgili devlet Sözleşme’ye taraf olduğunda ihlal hala sürüyorsa o zaman bu ihlalden ötürü başvuru yapmak mümkündür. Örneğin, Türkiye’de 10 yıldır sürmekte olan bir hukuk davanız olduğunu düşünelim. Bu uzun yargılama süresi Sözleşme’de düzenlenen adil yargılama hakkının ihlali niteliğindedir. Ancak Türkiye Sözleşme’ye taraf olmadığından ötürü bu hakkınızın ihlal edildiği iddianızı Komite’ye başvurarak ileri süremezsiniz. Ancak Türkiye örneğin iki yıl sonra Sözleşme’ye taraf olur ve sizin davanız da o zaman hala sürmekte ise Komiteye başvurmanız mümkündür. Ama Türkiye taraf olduğunda dava bitmişse başvuru imkanı yoktur. Bugün için verilen örnekteki ihlal nedeniyle uluslararası başvuru yeri aşağıda açıklanan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’dir.

Şikayetin başka bir uluslararası çözüme sunulmamış olması gerekir. Örneğin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde görülen bir dava ile aynı içerikte bir başvuru Komite’ye yapılamaz. Bu anlamda, yukarıda açıklanan Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’na yapılabilecek bir başvuru bireysel şikayet başvurusu olmadığından Komite’ye başvurmayı engellemez.

Taraf devletlerin yargı yetkisinde meydana gelen ihlallerden ötürü Komite’ye başvuru yapılabilir. Yargı yetkisi kavramı ülke sınırları içinde kalan bölge demek değildir. Eğer devlet ülke sınırları dışında fiili de olsa bir egemenlik kullanıyorsa, o bölgede meydana gelen ihlallerden ötürü sorumludur.

Burada bir konu ayrıca önem taşımaktadır: Bir an için, bir devletin kendi yargı yetkisine tabi bir kişiyi başka bir devlete iade veya sınır dışı etmek üzere olduğunu varsayalım. Eğer sınır dışı edilen kişinin gönderildiği devlette, Sözleşme’de düzenlenen haklardan birinin ihlal edilmesi riski varsa iade eden devlet bu durumdan sorumludur. Bu halde kişiyi sınırdışı ederse Sözleşme’yi ihlal etmiş olur. Örneğin, (A) adlı kişinin (X) ülkesinde taşlama usulü ile idamına karar verildiğini düşünelim. (A) bu karar üzerine (Y) ülkesine kaçmış olsun. (X) ülkesi de (Y) ülkesinden (A)’yı cezasını infaz etmek için kendisine iade etmesini istemiş olsun. Eğer (Y) ülkesi (A)’yı (X) ülkesine iade ederse Sözleşme’yi ihlal etmiş olur. Çünkü taşlama ile idam (recm) Sözleşme’de düzenlenen insanlık dışı ve zalimane ceza yasağını ihlal eder niteliktedir.

Komite başvuruları incelerken ilgili devlet temsilcisi çağırarak ona sorular yöneltebilir. Uygulamada bu yöntem nerdeyse yargı faaliyeti gibi yürütülmektedir.

- Rapor sunma usulü: Devletlerarası ve bireysel şikayet başvuru usulleri yanında bir de rapor sunma usulü diye bilinen bir denetim yöntemi vardır. Rapor sunma usulüne göre devletler belirli aralıklarla Komite’ye Sözleşme’de düzenlenen hakları nasıl hayata geçirdiklerini yazılı bir raporla iletirler. Komite de sunulan rapor üzerinde bir inceleme yapar. Gerekirse ilgili devlet temsilcisini çağırır, ona sorular sorar ve raporda yazılan bilgiler karşılıklı müzakere edilir.

Komite, incelemesini yaparken sadece taraf devletin sunduğu bilgilerle yetinmez. Gerek ulusal gerekse uluslararası sivil toplum örgütlerinin çalışmalarından da yararlanır. Bu nedenle de devletler Sözleşme’nin uygulanması için gerekli özeni göstermeye çalışmaktadırlar. Raporda yer alan bilgileri açıklığa kavuşturmak için Komite, ilgili devlet temsilcisini çağırıp ona sorular yöneltebilir.

İnsan Hakları Komitesi’nin yetkisi esas olarak ilgili vaka üzerinde görüşlerini açıklama olarak düzenlenmiştir. Komite üyeleri insan hakları alanında uzman kişilerdir ve ilgili vakada görüş bildirecek ve tavsiyelerde bulunacaklardır. Temel düzenleme budur. Ancak, uygulama bu yönde seyretmemektedir. İnsan Hakları Komitesi, bir mahkeme olmamasına karşın, bir mahkeme gibi yargılama yapmakta ve bir mahkeme gibi hüküm tesis etmektedir. Hatta eğer bir ihlal tespit etmişse bu ihlalinin giderilmesi için neler yapılacağını da belirtmekte ve kararların takibini yapmaktadır. Örneğin, bir kişinin Sözleşme’de düzenlenen adil yargılanma ilkelerine uyulmadan yargılanarak hapis cezasına çarptırıldığını varsayalım. Komite bu durumda kişinin salıverilmesini ve yargılanmanın yeniden yapılmasını ilgili devletten talep edebilmektedir.

Yine Komite, Sözleşme’nin çeşitli maddelerini yorumlayarak içeriğini netleştirmek amacıyla Genel Yorum yapma yetkisine sahiptir. Genel yorumlar herhangi bir devlete yönelik değil, tüm taraf devletlere yöneliktir. Komitenin genel yorumları taraf devletler için rehber niteliğindedir. Devletler, Komite’ye sunacakları raporlarda Genel Yorumlardaki ilkeleri gözetmekle yükümlüdürler.

V. Ekonomik Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi (ESKHS)

Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nde Düzenlenen Haklar ve Özgürlükler: Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nde düzenlenen başlıca haklar, özgürlükler ve ilkeler ise şunlardır: Çalışma hakkı; adil, elverişli, güvenli ve sağlıklı çalışma koşullarına hak; izin hakkı; ücretli tatil hakkı; dinlenme hakkı; eşit işe eşit ücret ilkesi; sendika kurma ve sendikaya üye olma hakkı; sendikaların federasyon ve konfederasyon kurma hakkı; konfederasyonların uluslararası sendikal örgütler kurma ve bu örgütlere katılma hakkı; sendikaların serbestçe faaliyette bulunması hakkı; grev hakkı; sosyal sigorta ve sosyal güvenlik hakkı; ailenin korunması hakkı; annelerin doğum öncesinde ve sonrasında özel korunma hakkı; ayrımcılık yapılmaksızın çocukların ve gençlerin korunması; çocukların ve gençlerin ekonomik statüye karşı korunması; çocukların ve gençlerin ahlakına, sağlığına zarar veren veya yaşamlarını tehlikeye sokan, gelişimlerine engel olan işlerde istihdam yasağı; yeterli beslenme hakkı; giyim hakkı; konut hakkı; yeterli yaşam standardına sahip olma hakkı; yaşam standardını geliştirme hakkı; açlıktan kurtulma hakkı; fiziksel ve ruhsal sağlık standartlarından yararlanma hakkı; eğitim hakkı; ilköğretimin zorunlu ve ücretsiz olması; ortaöğretimde ücretsiz eğitimin yaygınlaştırılması; yüksek öğretime girmede eşitlik; kültürel yaşama katılma hakkı; bilimsel gelişmelerden yararlanma hakkı; bilimsel çalışma ve yaratıcı faaliyetler için özgürlük hakkı.

Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nde Düzenlenen Yükümlülükler: Yukarıda sıralanan hak, özgürlük ve ilkeleri hayata geçirmek için taraf devletler Sözleşme ile birçok yükümlülük de üstlenmişlerdir. Bunlardan başlıcaları şunlardır:
- Devletler, Sözleşme’de belirtilen hakları ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya diğer görüş, ulusal veya toplumsal köken, doğum veya başkaca statüye dayalı ayrımcılık olmaksızın garanti altına alacaklardır.
- Devletler, kullanılabilir kaynaklarını en üst seviyede harekete geçirmek ve yasal önlemleri de alarak uygun bütün araçları kullanmak için gerekli adımları atacaklardır.
- Devletler, gerek besin ithal eden gerekse besin ihraç eden ülkelerin karşılaştıkları sorunları dikkate alarak, yeryüzündeki besin kaynaklarının gereksinimlere göre adil biçimde dağıtılmasını temin edeceklerdir.
- Teknik ve bilimsel bilgi kullanılarak, doğal kaynaklar etkin biçimde geliştirilerek, tarım sistemleri geliştirilerek veya reforma tabi tutularak besin maddelerinin üretiminin geliştirilmesi yükümlülüğü vardır.
- Ölü doğum oranı ve çocuk ölümlerinin sayısı düşürülecek ve çocukların sağlıklı gelişimi sağlanacaktır.
- Salgın hastalıklar, yöresel hastalıklar, mesleki ve diğer hastalıkların tedavisini yapma ve bu hastalıkları denetim altında tutma yükümlülüğü.
- Hastalık halinde tüm sağlık hizmetleri ve tıbbi bakımı sağlayacak koşulların oluşturulması yükümlülüğü.
- İlköğretim görmemiş veya tamamlayamamış kişiler için temel eğitim mümkün olduğunca teşvik edilecek ve yoğunlaştırılacaktır.
- Her düzeyde okul sistemi geliştirilecek, yeterli burs sistemi kurulacak, öğretim personelinin maddi koşulları sürekli şekilde iyileştirilecektir.

Adından ve içerdiği haklardan anlaşılacağı üzere Sözleşme ekonomik, sosyal ve kültürel hakları düzenlemektedir. Örneğin, yaşam hakkı, işkence yasağı gibi klasik diye tabir edilen haklar ESKHS’de değil, MSHS’de düzenlenmiştir. Böylece bu iki sözleşme birbirini tamamlamakta Evrensel Bildiri’de yer alan her iki hak kategorisini sözleşme formunda denetim sistemleri ile birlikte hayat geçirmektedirler.

Denetim Sistemi: Sözleşme’nin denetim sistemi rapor sunma üzerine kurulmuştur. Sözleşme’ye taraf devletler, belli aralıklarla Sözleşme’de düzenlenen haklar, özgürlükler, ilkeler ve yükümlülükler konusunda attıkları adımları içeren raporlarını Birleşmiş Milletler’e sunarlar.

Raporları inceleme yetkisine sahip organ Ekonomik ve Sosyal Konsey tarafından kurulan Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi’dir. Komite, belirli aralıklarla oturumlar yaparak devletlerin sunduğu raporları değerlendirmektedir. Komite ayrıca Sözleşme’nin çeşitli hükümleri ve taraf devletlerin rapor sunma yükümlülükleri konusunda bilgiler içeren kararlar oluşturmaktadır.

Türkiye Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’ne taraf değildir.

Uluslararası insan hakları listesi olarak kabul edilen iki sözleşme yanında yine Birleşmiş Milletler bünyesinde başkaca insan hakları sözleşmeleri oluşturulmuştur. Bunlardan bazıları şunlardır:
- Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme (1948),
- Kadınların Siyasi Haklarına Dair Sözleşme (1952),
- Köleliğin, Kölelik Ticaretinin ve Köleliğe Benzer Uygulamaların ve Kurumların Ortadan Kaldırılmasına Dair Ek Sözleşme (1956),
- Zorla Çalıştırmanın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi (1957),
- Eğitimde Her Türlü Ayrımcılığa Karşı Sözleşme (1960),
- Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılmasına Dair Sözleşme (1965),
- Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi (1979),
- İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık dışı veya Aşağılayıcı Muamele veya Cezaya Karşı Sözleşme (1984),
- Çocuk Hakları Sözleşmesi (1989).

Şimdi ülkemiz açısından özel önemi nedeniyle işkence yasağını düzenleyen İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık dışı veya Aşağılayıcı Muamele veya Cezaya Karşı Sözleşme (kısaca BM İşkencenin Önlenmesi Sözleşmesi) üzerinde duralım.

VI. BM İşkencenin Önlenmesi Sözleşmesi

BM İşkencenin Önlenmesi Sözleşmesi, Evrensel Bildiri’de ve Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nde düzenlenen işkence, zalimane, insanlıkdışı ve alçaltıcı muamele ve ceza yasağını, diğer bir deyişle işkenceye, zalimane, insanlıkdışı ve alçaltıcı muamele ve cezaya maruz kalmama hakkını düzenleyen özel nitelikli bir sözleşmedir.

İşkence Yasağı ve Devletlerin Yükümlülükleri: Sözleşmede tanımlanan işkencenin unsurları şunlardır:
- İşkence, fiziksel veya manevi olarak ağır acı ve ızdırap veren bir eylemdir.
- İşkence bilerek ve isteyerek yapılan bir eylemdir.
- İşkenceyi bir kamu görevlisi ya da resmi sıfatla hareket eden bir başka kimse yapabilir.
- Bu kişiler işkenceyi kendileri yapabilecekleri gibi başkasının yapmasını da teşvik ediyor olabilirler.
- Yine bu kişiler işkencenin başkası tarafından yapılmasına rıza gösteriyor veya eylemi onaylıyor da olabilirler.
- İşkence bilgi elde etmek için yapılabilir,
- Suç işlendiği kuşkusuna dayanarak şahsı cezalandırmak için yapılabilir,
- İlgili kişiyi korkutmak için yapılabilir,
- Herhangi türden bir ayrımcılık gözetilerek yapılabilir.
Burada sıralanan unsurlar işkencenin Sözleşme’de verilen tanımından çıkan unsurlardır. O nedenle sıralananlar dışında başka şekillerde ve başka amaçlarla işkence vakaları olabilir. Hatta başkaca uluslararası insan hakları belgelerinde veya devletlerin iç mevzuatlarında daha geniş tanımlar yapılmış ve işkencenin önlenmesine dair daha ilerici düzenlemeler getirilmiş olabilir. Sözleşme demektedir ki, “bu Sözleşme daha kapsamlı düzenlemelere halel getirmez”.
Devletler Sözleşme kapsamında bir çok yükümlülük altına girmişlerdir. Devletlerin yükümlülükleri şunlardır:
- Devletler, genel olarak, işkencenin önlenmesi için her türlü önlemi almakla yükümlüdürler.
- Her devlet işkenceyi kendi ceza yasasında suç olarak düzenlemekle yükümlüdür.
- İşkenceye teşebbüs etme ve işkenceye katılma da suç olarak düzenlenecektir. Bunlara kısaca işkence suçları denir.
- İşkence suçu ağır nitelikli bir suç olduğundan cezasının da bu doğrultuda olması gerekir.
- Yasalar yanında ilgili kamu görevlileri için çıkartılan yönetmeliklere de işkence yasağı dahil edilecektir.
- İşkenceyi haklı gösterebilecek bir hal yoktur. İdari amir veya herhangi bir kamu görevlisinin vereceği emir işkenceyi haklı kılmaz.
- İşkence yapıldığına dair makul nedenler ortaya çıktığında derhal soruşturma açılacaktır.
- Hiçbir devlet işkenceye uğrayacağını bile bile bir başka ülkeye hiç kimseyi göndermeyecektir.
- Bir kişinin işkence suçu işlediğinden, bu suçu işlemeye teşebbüs ettiğinden ya da işkence suçunun işlenmesine katıldığından şüphe ediliyorsa, şartlar varsa, herhangi bir devlet bu kişiyi göz altına alacak, hazır tutacaktır.
- Soruşturma sonunda kişinin eylemi ciddi bulunursa, ya yargılanmak üzere ülkesine iade edilecek ya da yakalandığı devlette yargılanacaktır.
- İşkence suçlarına dair ceza yargılamalarında devletler birbirlerine en geniş ölçüde yardım edeceklerdir.
- Devletler işkenceyi önlemek için gözaltına alma, sorgulama, tutuklama, hapsedilme kurallarını, yöntemlerini ve uygulamalarını sürekli gözden geçireceklerdir.
- Devletler ilgili kamu görevlilerini işkenceye karşı eğiteceklerdir.
- İşkenceye maruz kaldığını iddia edenlere şikayetçi olma hakkı ve yolu temin edilecektir.
- İşkence mağdurlarının maddi zararı karşılanacak, mağdura tazminat hakkı tanınacak, işkence sonucu mağdurun ölmesi halinde bakmakla yükümlü olduğu kimselere tazminat hakkı tanınacaktır.
- İşkence mağdurlarına rehabilitasyon olanağı sağlanacaktır.
- İşkence altında alınan ifadeler yargılamada delil olarak tanınmayacaktır.
- İşkence derecesine varmayan diğer zalimane, insanlık dışı veya alçaltıcı ceza ve muameleleri önlemek için gerekli önlemler alınacaktır.

Sözleşme kapsamında düzenlenen işkence yasağı olağanüstü hallerde örneğin, savaş durumunda, iç siyasi kargaşa ya da bir kamusal tehlike halinde bile uygulanır. Olağanüstü haller işkenceye maruz kalmama hakkını zedelemez. İşkence yasağı üstün nitelikli bir normdur. İşkenceye maruz kalmama hakkı da üstün nitelikli bir haktır. Bu nedenle tüm hukuk kurallarının üzerinde bir yere sahiptir.

Denetim Sistemi: Sözleşmenin denetim organı İşkenceye Karşı Komite’dir. Komite, insan hakları alanındaki uluslararası uzmanlardan oluşur. Komite’nin denetim sistemi biraz farklı olsa da Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi ile kurulan İnsan Hakları Komitesinin denetim sistemine benzemektedir. Dört türlü denetim vardır:

- Rapor sunma usulü: Devletler Sözleşmeden kaynaklanan yükümlülüklerini ne derece yerine getirdiklerine dair Komiteye belirli aralıklarla ve ayrıca Komitenin istemi üzerine rapor sunarlar. Komite gelen raporları inceler ve bir Genel Yorum yapar. Bu yorumu ilgili devlete iletir. İlgili devlet dilerse Komitenin yorumuna cevap verebilir.

Komite, kendi yorumunu ve devletlerin verdiği cevapları yıllık raporunda yayınlamaya karar verirse ilgili devlete bunu sorar. İlgili devlet yayınlanmasını kabul ederse rapor yayınlanır. Bir başka deyişle dünya kamuoyunun bilgisine sunulur.

- Araştırma usulü: Komiteye bir devlette sistematik işkence uygulandığına dair kesin bilgiler ulaşırsa, Komite ilgili devleti konu hakkında bilgilendirir, ilgili devleti görüşlerini sunmaya ve Komite ile işbirliğine davet eder.

Komite, ilgili devletin kendisine sunduğu bilgilere ek olarak elde ettiği başkaca bilgileri de göz önüne alıp bir soruşturma açmaya karar verebilir. Eğer devlet kabul ederse bu soruşturma kapsamında ülkeye ziyarette bulunulabilir.

Komite bulguları inceledikten sonra yorum ve önerileriyle birlikte durumu ilgili devlete iletir. Hazırladığı yıllık raporuna bu soruşturmanın özetini ve ilgili devletin görüşlerini koyabilir ve yayınlayabilir.

- Devletlerarası şikayet başvurusu: Sözleşme’ye taraf bir devlet Sözleşme’ye taraf diğer bir devlet aleyhine Sözleşme düzenlemelerine aykırı davrandığı gerekçesiyle Komite’ye şikayet başvurusunda bulunabilir. Başvuru için herhangi bir süre şartı yoktur.

Başvuran devletin öncelikle sorunu ilgili devlete iletmesi gerekir. İlgili devletin şikayetçi devlete verdiği cevaplar ve uygulamalar şikayetçi devleti tatmin etmezse veya şikayet edilen devlet için sorun tatmin edici bir çözüme ulaşamamışsa sorun Komite’ye götürülebilir.

Başvuru için herhangi bir süre şartı yoktur. Komite, etkin iç hukuk yolları tüketilmiş ise konuyu incelemeye alır. Tarafları uzlaştırmaya çalışır ve sonucu rapor eder.

- Bireysel şikayet başvurusu: Sözleşme hükümlerini bir devlet ihlal ettiğinde bu ihlalden mağdur olan bireyler Komite’ye şikayet başvurusunda bulunabilirler. Başvuruyu bizzat mağdur yapabileceği gibi onun adına başkaları da yapabilir.

Başvuru için herhangi bir süre şartı yoktur. Başvuru yapacakların şikayet edilen devletin yargı yetkisine tabi olmaları gerekir. Komite isimsiz başvuruları kabul etmez. Başvuru hakkının kötüye kullanımı niteliğinde olan başvurular da kabul edilmez. Örneğin, ilgili devleti sırf uluslararası kamuoyu önünde küçük düşürmeye yönelik siyasi amaçla yapılan başvurular hakkın kötüye kullanımı olarak nitelenip kabul edilmeyecektir.

Komite Sözleşme hükümlerinin düzenlediği konulara dair yapılan başvuruları kabul edecektir. Sözleşme hükümleri ile bağdaşmayan başvurular reddedilir. Aynı sorun bir başka uluslararası soruşturma usulüne sunulmuş olmamalıdır. Örneğin, yukarıda anılan Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nde de işkence yasağı düzenlenmiştir. İşkence mağduru eğer İnsan Hakları Komitesi’ne başvurmuşsa aynı zamanda da İşkenceye Karşı Komite’ye başvuramaz.

Komite’ye başvuru ancak etkin iç hukuk yolları tüketildikten sonra yapılabilir. İç hukuk yollarının işlemesi makul olmayan ölçüde uzuyorsa, mağdura yardım sağlamaya uygun değilse iç hukuk yolu etkin demek değildir. Bu durumda tüketme şartı aranmaz. Komite ulaştığı sonucu yıllık raporunda yayınlayabilir. Tek yaptırım raporun yayınlanarak uluslararası kamuoyunun bilgisine sunulmasıdır. Türkiye BM İşkencenin Önlenmesi Sözleşmesi’ne taraftır ve Komite’nin denetim sistemi altındadır.

VII. Bölgesel Sistemler: Avrupa Konseyi

İnsan haklarının korunmasına dair ilk bölgesel sistem 1949 yılında kurulan Avrupa Konseyi içinde oluşturulan sistemdir. Avrupa Konseyi; temsili demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hak ve özgürlüklerinin korunması ilkeleri üzerine inşa edilmiştir. Merkezi Fransa’nın Strasbourg kentindedir. Türkiye için Avrupa Konseyi’nin kurucu üyelerindendir denilebilir.

VII. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS)

Avrupa Konseyi’nin insan hakları alanındaki ilk belgesi 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’dir. Türkiye, bu sözleşmeye ilk taraf olan devletlerdendir. Bir başka ifadeyle Türkiye 50 yılı aşkın bir süredir Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin tarafıdır. Bununla birlikte, AİHS, Türkiye Sözleşme’nin denetim sistemine dahil olduğu 1987 yılından itibaren Türkiye’de bilinmeye başlanmıştır.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde Düzenlenen Haklar ve Özgürlükler: Sözleşmede düzenlenen hakların, özgürlüklerin ve yasaklamaların başlıcaları şunlardır: Yaşam hakkı ve ölüm cezası yasağı; işkence, insanlık dışı veya alçaltıcı muamele ve ceza yasağı; kölelik ve zorla çalıştırma yasağı; kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı; adil yargılanma hakkı; özel ve aile yaşamına saygı hakkı; düşünce, vicdan ve din özgürlüğü; ifade özgürlüğü; toplanma ve örgütlenme özgürlüğü; evlenme hakkı; ayrımcılık yasağı; mülkiyet hakkı; eğitim hakkı; seçim hakkı; borçtan ötürü hapis cezası yasağı; seyahat ve yerleşme özgürlüğü; vatandaşların sınır dışı edilmesi yasağı ve vatandaşın ülkesine girme ve ülkesinden çıkma hakkı; yabancıların topluca sınırdışı edilmesi yasağı; ceza yargılamasında temyiz hakkı; eşlerin eşitliği; hakların kötüye kullanılması yasağı.

Denetim Sistemi: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi yukarıda düzenlenen hakların korunması ve/veya ihlal edilmemesi için bir denetim sistemi kurmuştur. Bu denetim sistemini Fransa’nın Strasbourg kentinde bulunan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi oluşturmaktadır. Mahkeme yargıçları, yüksek ahlaki niteliğe sahip yetkinliği ile tanınan hukukçulardan oluşur.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), dünyadaki ilk insan hakları mahkemesidir. İnsan haklarının sadece Avrupa’da değil tüm dünyada gelişimine önemli katkıları olmuştur ve olmaktadır. AİHM’de Türkiye’ye ilişkin davalar görülmeye başlandığından beri Türkiye de AİHM’nin kararları doğrultusunda insan hakları alanında ciddi iyileştirmeler yapmıştır. Bununla birlikte, Türk hukuk sistemi AİHS sistemi ile tam uyum halinde henüz değildir; esiklikler fazladır. Bunun bir göstergesi olarak, AİHM’de Türkiye aleyhine kayıtlı 5000 kadar dava vardır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne nasıl başvuru yapılır? AİHS sisteminin en önemli noktalarından biri başvuru konusudur. AİHM’ne yapılan başvuruların çok azı geçerli bir başvuru olarak ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle başvuru şartlarını bilmenin ve doğru ele almanın önemi büyüktür. Başvuru şartları şunlardır:
1. Başvuru yapma hakkına sahip olanlar bireyler, birey grupları ve sivil toplum örgütleridir. Devletlerarası başvuru ayrıca düzenlenmiştir.
2. Başvuru yapacak olanların ilgili devletin bir eylem ya da işleminden etkilenmiş ve mağdur olmuş olmaları gerekir. Mağdur kavramı üç türlüdür:
a) Doğrudan mağdur: Eylemden ya da işlemden doğrudan etkilenen kişi. Örneğin, işkence gören kişi doğrudan mağdurdur.
b) Dolaylı mağdur: Kişi eylem ya da işlemden doğrudan etkilenmiş olmayabilir. Başkasının haklarının ihlal edilmesinden ötürü mağdur durumuna düşmüş olabilir. Yakın akraba çevresi ya da kişisel menfaati olmak şartıyla yabancılar dolaylı mağdur olabilirler. Örneğin, çocuğu işkence gören anne dolaylı mağdur olabilir.
c) Muhtemel mağdur: Mağdur olma ihtimali yüksek olan kişi. Örneğin, mevcut bir yasanın Sözleşme sistemine aykırı olduğunu varsayalım. Bu yasanın belirli bir kişiye yönelik uygulanma ihtimali varsa. İşte o kişi muhtemel mağdur olarak nitelendirilebilir.
3. Sadece Sözleşme’de düzenlenen hakların ihlal edildiği iddiası ile başvuru yapılabilir. Örneğin, adil yargılanma hakkı Sözleşme’de düzenlenmiştir. Bu hakkın ihlal edildiği iddiası ile AİHM’ne başvurulabilir. Ancak, örneğin barış hakkı sözleşmede düzenlenmemiştir. Bu nedenle “ülkemizde savaş var ve bu nedenle barış içinde yaşama hakkım ihlal ediliyor” iddiası ile başvuru yapılamaz. Mevcut durum Sözleşme’de düzenlenen başka bir hakkın ihlali niteliğinde ise, ancak o hakkın ihlali iddiası ile başvuru mümkündür.
4. İç hukuk yollarının tüketilmesi şartı: Etkin tüm iç hukuk yollarının tüketilmesinden sonra AİHM’ne başvurulabilir. İç hukuk yolları ne zaman tükenir. Ülkemiz açısından şu mahkemelerden çıkan kararlar ile iç hukuk yolları tükenmiş olur. Yargıtay, Askeri Yargıtay, Danıştay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi, Anayasa Mahkemesi.
a) Öncelikle geçerli bir iç hukuk yolu olmalıdır. Örneğin, Türk Anayasası idarenin bazı kararlarına karşı yargıya başvuru hakkının olmadığını söylemektedir. Bu durumda ortada başvurulacak bir iç hukuk yolu yok demektir. Aleyhine yargıya başvuru imkanı verilmeyen idari karar, Sözleşme’de düzenlenen bir hakkı ihlal ediyorsa iç hukuk yollarının tüketilmesi şartı ortadan kalkar ve doğruca AİHM’ne başvuru mümkün hale gelir.
b) Eğer bir yasal düzenleme Sözleşme’de düzenlenen bir hakkı doğrudan ihlal ediyorsa bu durumda da iç hukuk yollarının tüketilmesi zorunluluğu yoktur. Örneğin, yukarıda Sözleşme’nin, ceza yargılamasında temyiz hakkını düzenlediğini belirtmiştik. Eğer ortada bazı ceza davalarında temyiz hakkı olmadığını düzenleyen bir yasa olursa bu düzenleme doğrudan Sözleşme’yi ihlal ediyor demektir.
c) Sadece etkin iç hukuk yolları tüketilecektir. Örneğin, iç hukukta davalar uzayıp gitmekte bir türlü sona ermemekte ise iç hukuk yollarının tüketilmesi gereği ortadan kalkar. Yine örneğin, kamu görevlileri kişinin yargıya ya da idari kuruma başvuru hakkını engelliyor ise yine etkin bir iç hukuk yolunun varlığından söz edilemez.
d) İlgili ülkede insan hakları ihlalleri sistematik hale gelmiş ise yine bu durumda etkin iç hukuk yollarının olamayacağı nedeniyle tüketme şartı aranmaz.
e) Yargı makamlarının ya da yetkili idari makamların kararları uygulanmıyor ise yine bu makamlara başvuru zorunluluğu yoktur. Bu son hal (d) şıkkı için de bir veri olabilir.
5. Süre şartı: Etkin iç hukuk yolunun tüketilmesinden itibaren 6 ay içinde başvuru yapılacaktır. Altı aylık süre eğer başvuru yapacak olan kişinin kendi hatası sonucu kaçırılmışsa başvuru hakkı kalmaz. Eğer idari engellemeler sonucu olmuşsa bunun ispat edilmesi halinde bu şart aranmaz.
6. İsimsiz başvurular dikkate alınmaz.
7. Mahkeme tarafından daha önce incelenmiş veya başkaca bir uluslararası incelemeye sunulmuş bir başvuru ile esası bakımından aynı olan veya ek bilgi içermeyen başvurular da dikkate alınmayacaktır. Örneğin, aynı konu yukarıda anılan İnsan Hakları Komitesi tarafından incelenmekte ise aynı zamanda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine de başvurulamaz.
8. Başvuru açıkça temelsiz ya da başvuru hakkının kötüye kullanımı niteliğinde olmamalıdır. Örneğin, ilgili devleti sırf şikayet etmiş olmak için siyasi, ideolojik ya da başkaca amaçlar için yapılan başvurular değerlendirilmeye alınmazlar.
9. Şikayet konusu eylem ya da işlem, şikayet edilen devletin yargı yetkisi içinde bir yerde meydana gelmiş olmalıdır. Örneğin, Türkiye aleyhine Türkiye’de yapılan eylem ve işlemlerden dolayı dava açılabilir. Ancak, yargı yetkisi demek ülke sınırları demek değildir. Eğer ilgili devlet ülke sınırları dışında fiili bir egemenlik kullanıyorsa, örneğin, bir operasyon yapıyorsa, orada yapılan eylem ve işlemlerden dolayı sorumludur.

AİHM, yaptığı inceleme sonunda Sözleşme’de düzenlenen bir hakkın ihlal edildiği sonucuna varırsa başvuran taraf lehine şartları varsa maddi ve/ya manevi tazminata hükmeder. Belirtmek gerek ki, AİHM’nin tazminattan başka bir şeye hükmetme olanağı yoktur. Mahkeme, örneğin Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi gibi içtihat yoluyla kendine tazminattan başka bir yaptırıma hükmetme yetkisi tanımamıştır. Konu tartışılmaktadır.

AİHM’nin verdiği kararları, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi denetler. Bakanlar Komitesi bu bağlamda, yeni bir ihlale yol açılmaması için ilgili devletten gerekli adımları atmasını ister.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kuruluşundan bugüne insan haklarının korunması ve geliştirilmesi için çok önemli denebilecek katkılar yapmıştır. Yorumlarıyla Sözleşme’de düzenlenen bir çok hükmün alanını genişletmiş ve yine bir çok hakkı da koruma sistemine dahil etmiştir. Örneğin, çevre hakkı Sözleşme’de düzenlenmemiştir. Ama AİHM, özel yaşama saygı hakkını geniş yorumlayarak çevreye verilen zarardan etkilenenlerin başvurusunu kabul etmiş ve özel yaşama saygı haklarının ihlal edildiği sonucuna varmıştır.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden başka Avrupa Konseyi tarafından yine bir çok insan hakları sözleşmesi oluşturulmuştur. Bunların başlıcaları şunlardır:
- Avrupa Sosyal Şartı (1961),
- Gözden Geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartı (1996),
- Avrupa İşkencenin Önlenmesi Sözleşmesi (1987),
- Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı (1992),
- Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme (1995),
- Çocuk Haklarının Kullanılmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesi (1996).

Şimdi bu sözleşmelerden ikisi üzerinde duralım.

VIII. Avrupa İşkencenin Önlenmesi Sözleşmesi

Tam adı Avrupa İşkencenin ve İnsanlık dışı veya Aşağılayıcı Ceza ve Muamelenin Önlenmesi Sözleşmesidir. Sözleşmenin amacı yukarıda ele alınan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesindeki işkence yasağını daha etkin hale getirmektir. AİHS sistemi ihlal vuku bulduktan sonra devreye girebilmektedir. Bir diğer deyişle işkence eylemi olduktan sonra mağdur başvurursa sistem işlemeye başlamakta ve yargılama sonunda deliller sabit olursa işkence yasağının ihlal edilip edilmediğine karar verilebilmektedir. Yargısal denetim sistemlerinin doğal işleyişidir bu.

Denetim Sistemi: İşkencenin Önlenmesi Sözleşmesi ile yapılmak istenen ise önleyici bir denetim sistemi kurmaktır. Amaç işkencenin yapılmasını önceden önleyebilmektir. Sözleşme bu amaç doğrultusunda Avrupa İşkencenin ve İnsanlık dışı veya Aşağılayıcı Ceza ve Muamelenin Önlenmesi Komitesini kurmuştur. Kısaca İşkencenin Önlenmesi Komitesi olarak bilinir.

Komite hukukçuların yanı sıra, tıp doktorları, kriminologlar, psikologlar ve rehabilitasyon uzmanlarından oluşur. Komite, devletlerin ilgili makamları ile işbirliği yaparak ilgili ülkeye ziyarette bulunabilir. Komitenin ne tür ziyaretler yapabileceğine geçmeden önce devletlerin bu ziyaretler için üstlendikleri yükümlülüklere bakalım. Devletler Sözleşme kapsamında şu yükümlülükler altındadırlar:
- Komite üyelerinin ülkeyi ziyaret etmesi için ülkeye giriş izni vererek ve herhangi bir sınırlamaya tabi tutmadan seyahat etmelerini sağlamak.
- Özgürlüğünden yoksun bırakılan kişilerin bulunduğu yerler hakkında Komiteye eksiksiz bilgi vermek.
- Bu yerlere Komite üyelerinin girişine izin vermek. Bu giriş sınırsız olacaktır ve ziyaret sırasında mekan içinde herhangi bir sınırlama olmayacaktır.
- Komite’nin görevini yerine getirebilmesi için gerekli belgeler Komite’ye sunulacaktır.
- Komite üyeleri özgürlüğünden yoksun bırakılan kişiyle özel olarak görüşebilecektir. Örneğin, Komite üyeleri ile bir mahpus görüşürken tepelerinde gardiyan ya da polis memuru olmayacaktır. Görüşme duyulmayacak şekilde ayrık bir mekanda yapılması gerekir.

Komite, faaliyetlerini etkin bir şekilde sürdürebilmesi için konuyla ilgili bilgi sağlayacağına inandığı herhangi bir kişiyle de görüşebilir. Komite üyeleri görüşlerini ilgili devlet organlarına iletebilirler. Bunun için uluslararası ilişkilerin getirdiği diplomasi kuralları işlemeyecektir.

Komite, Sözleşme’de düzenlenen işkencenin önlenmesi amacı doğrultusunda ilgili ülkeye birinci olarak belirli aralıklarla düzenli ziyaretler yapar. Ancak, bu önceden zamanı belli yapılacak ziyarete karşı ilgili devlet bazı hazırlıklarda bulunmuş olabilir. Örneğin, polis karakolları denetime hazırlanmış olabilir. Bu nedenle Sözleşme’de Komite’ye bir ikinci tür ziyaret yetkisi daha tanınmıştır. Buna uygulamadan çıkan şekliyle “ani ziyaret”te bulunma denebilir.

Ani ziyaretlerde de elbette ilgili devletin işbirliği şarttır. Ancak Komite’nin hangi ülkeye hangi tarihte gideceği belli değildir. Yine örneğin bir ülkeye gittiğinde hangi gün hangi mekanı gezeceği de belli değildir. Amaç işkence yapıldığından şüphe duyulan yerlere bir nevi baskın yaparak delil elde etmeye çalışmaktır. İlgili devlet bazı nedenlerle bu ziyaretlere karşı çıkabilir. Devletin itirazları Komite ile karşılıklı yürütülecek görüşmelerle çözümlenir.

Komite ziyaretinden sonra bir rapor hazırlar ve raporu ilgili devlete iletir. Raporunda ilgili devletle görüş alışverişinde bulunarak gerekli gördüğü tavsiyelerde de bulunur. İlgili devlet de kendi görüşlerini karşı bir raporla belirtebilir. Eğer devlet rıza gösterirse Komite devletin yorumuyla birlikte raporu yayınlar. Raporun yayınlanması Sözleşme’de düzenlenen tek yaptırımdır.

Sözleşme’de düzenlenen bu yaptırım bir şekilde daha uygulanabilir. Sözleşme sisteminde Komite-devlet ilişkisinin işbirliği üzerine kurulu olduğunu belirtmiştik. Eğer ilgili devlet Komite ile işbirliği yapmazsa, örneğin, Komite’nin raporda belirttiği tavsiyeler ışığında işkencenin önlenmesine dair iyileştirici adımlar atmazsa, bu durumda Komite ilgili devletin rızası olmadan da raporunu yayınlayabilir. Böylelikle dünya kamuoyuna rapor sunulmuş olur.

Kamuoyuna işkenceci devlet olarak sunulma devletler tarafından hoş karşılanan bir tutum değildir. Devletlerin itibarını hem kendi ülkesinde yaşayanların gözünde hem de uluslararası kamuoyu önünde sarsmaktadır. Çünkü işkenceye maruz kalmama hakkı üstün nitelikli bir haktır ve bu üstün nitelikli hakkı dahi koruyamamak pek kolay savunulabilir bir durum olmasa gerektir. Ülkemizde de işkence iddialarının her daim devlet katında rahatsızlık yaratmasının sebebi budur.

Sorun sadece itibar kaybı da değildir. Komite raporlarının hukuki sonuçları da vardır. Uluslararası düzeyde, bu çalışmada ele alındığı üzere, adı ister Mahkeme, ister Komisyon, ister Konsey veya Komite olsun tüm bu organlar, insan haklarını korumak ve geliştirmek için çalışmaktadırlar. Bu nedenle bir uluslararası insan hakları organı diğer organın çalışmalarından faydalanmaktadır. Örneğin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi işkenceye dair bir davaya bakarken Avrupa İşkencenin Önlenmesi Komitesinin o ülkeye ilişkin raporlarını incelemektedir. Mahkeme ülkedeki işkence uygulamalarına dair böylece genel bir fikir elde etmektedir. Yine davada sunulan delillerin raporda belirtilip belirtilmediğine bakmaktadır. Eğer rapor da aynı yönde ise deliller daha güvenilir olmaktadır. Yine, işkence mağduru olduğunu iddia eden kişi ile Komite özel olarak görüşmüşse, o kişinin bulunduğu yer Komite tarafından ziyaret edilmişse, Komitenin raporu bu durumda hayati önem taşımaktadır. Böylelikle Komite raporları oldukça etkin hale gelmektedir.

IX. Avrupa Sosyal Şartı

Avrupa Sosyal Şartı’nın amacı, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin eksik bıraktığı bir alanı tamamlamaktır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, yukarıda ele alındığı üzere, sadece klasik hakları (örneğin, yaşam hakkı, işkence yasağı vb.) düzenlemektedir. Avrupa Sosyal Şartı ise tıpkı Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi gibi ekonomik, sosyal ve kültürel hakları düzenlemektedir.

Şart’ın ilk metni 1961 yılında ortaya çıkmış ve 1996 yılında da yenilenmiştir. Yeni metinle Şart’a ek haklar ve yükümlülükler eklenmiştir. Türkiye, Şartın ilk haline birçok çekince koyarak taraf olmuştur. Yeni Şart’a ise henüz taraf olmamıştır.

Avrupa Sosyal Şartı’nda Düzenlenen Haklar ve Özgürlükler: Şart’ın ilk halinde düzenlenen hakların ve özgürlüklerin başlıcaları şunlardır: çalışma hakkı; adil, güvenli ve sağlıklı çalışma koşullarına sahip olma hakkı; adil ücret hakkı; fazla mesai için ek ücret alma hakkı; dinlenme hakkı, ücretli izin hakkı; eşit işe eşit ücret hakkı; işe son verilmeden makul bildirim süresi verilmesi hakkı; çalışanların ve işverenlerin örgütlenme özgürlüğü; çalışanların ve işverenlerin toplu pazarlık hakkı; çocukların ve gençlerin özel korunma hakkı; çalışan gençlerin ve çırakların adil bir ücret ve diğer uygun ödemelerden yararlanma hakkı; çalışan kadınların özel korunma hakkı; hamile kadınların özel korunma hakkı; herkesin mesleğe yöneltilme hakkı; herkese mesleki eğitim hakkı; herkese sağlık hakkı; çalışanların ve bakmakla yükümlü oldukları kişilerin sosyal güvenlik hakkı; imkanı olmayan herkesin sosyal yardım ve sağlık yardımı alma hakkı; herkesin sosyal refah hizmetlerinden yararlanması hakkı; özürlülerin mesleki eğitim ve mesleğe ve topluma yeniden kazandırılma hakkı; ailenin sosyal, yasal ve ekonomik korunma hakkı; çocukların ve gençlerin sosyal, yasal ve ekonomik korunma hakkı; diğer ülkelerde gelir getirici bir iş edinme hakkı; çalışan göçmenlerin ve ailelerinin korunma ve yardım hakkı.

Gözden geçirilmiş Şart ilk olarak özürlülerin yukarıda anılan “mesleki eğitim ve mesleğe ve topluma yeniden kazandırılma hakkı”nı, “toplumsal yaşamda bağımsız olma, sosyal bütünleşme ve topluma katılma hakkı” olarak değiştirmiştir ve ek olarak şu hakları düzenlemiştir: istihdam ve meslek konularında cinsiyete dayalı ayrım yapılmaksızın fırsat eşitliği ve eşit muamele görme hakkı; çalışanların bilgi edinme ve danışılma hakkı; çalışma koşullarının ve çalışma ortamının düzenlenmesine ve iyileştirilmesine katılma hakkı; tüm yaşlıların sosyal korunma hakkı; tüm çalışanlara iş akdinin fesh edilmesi halinde korunma hakkı; çalışanların iş sırasında onurlarının korunması hakkı; ailevi sorumlulukları olan çalışanların fırsat eşitliği ve eşit muamele görme hakkı; aile izni hakkı; çalışanların temsilcilerinin korunma ve kolaylıklardan yararlanma hakkı; toplu işten çıkarma usulleri hakkında bilgi edinme ve danışılma hakkı; yoksulluğa ve toplumsal dışlanmaya karşı korunma hakkı; konut hakkı.

Avrupa Sosyal Şartı’nda Düzenlenen Yükümlülükler: Şart tüm sıralanan hak ve özgürlüklerin korunması ve hayata geçirilmesi için de devletlere bir çok yükümlülükler getirmiştir. Şart kapsamında devletlerin üstlendiği başlıca yükümlülükler şunlardır:

Şartın ilk metniyle getirilen yükümlülükler:
- Tam istihdamı gerçekleştirmek ve olabildiğince yüksek ve istikrarlı istihdam politikası gütmeyi temel amaç ve sorumluluklardan saymak.
- Verimlilik artışı ve diğer etkenler izin verdiği ölçüde haftalık çalışma saatlerini makul şekilde aşamalı olarak indirmek.
- Tehlikeli ve sağlığa zararlı işlerde çalışanlara ücretli ek izinler vermek veya bu işlerde çalışanların çalışma saatlerinde indirime gitmek.
- Güvenlik ve sağlık alanlarında düzenlemeler yapmak ve bu düzenlemelerin uygulanmasını denetlemek.
- Çalışanlar ile işverenler arasında ve çalışan örgütleri ile işveren örgütleri arasında görüşmeleri teşvik etmek.
- Çocukların sağlık, ahlak ve eğitimleri bakımından zararlı olmayan hafif işlerde çalışmaları hariç asgari çalışma yaşı 15 yaş olacaktır. Tehlikeli ve sağlığa aykırı işlerde asgari çalışma yaşı daha yüksek olacaktır. Zorunlu eğitim çağında olanların eğitimlerinden tam olarak yararlanmalarını engelleyecek herhangi bir işte çalışmamaları sağlanacaktır. 16 yaşından küçük olanların çalışma süreleri gelişmeleri ve mesleki eğitim gereksinimleri doğrultusunda sınırlanacaktır.
- Kadınlara doğumdan önce ve sonra ücretli veya yeterli sosyal güvenlik yardımı sağlanarak en az 12 haftalık izin hakkı sağlanacaktır.
- Hamile kadının doğum izni sırasında işten ayrılmasının işveren tarafından bildirimi yasa dışı sayılacaktır.
- Çalışan yetişkinler için yeterli eğitim olanakları sağlanacak ve teknolojik gelişmelerin ışığında yeniden eğitim gereksinimlerini karşılamak için özel kolaylıklar tanınacak ve eğitim teşvik edilecektir.
- Yeterli bir sosyal güvenlik sistemi kurulacak ve bu sistemin sürekli daha iyi bir düzeye çıkarılması için çalışılacaktır.
- Yabancı çalışanlar için yürürlükteki formaliteler basitleştirilecek ve yürürlükteki düzenlemeler özgürlükçü bir anlayışla uygulanacaktır.
- Çalışan göçmenlerin ailelerinin ülkeden çıkışlarını, yolculukları sırasında uygun hizmetler almalarını ve uygun koşullara sahip olmalarını kolaylaştıracak önlemler alınacak, göçmen gönderen ve göçmen alan ülkelerdeki kamusal veya özel servisler arasındaki işbirliği geliştirilecektir.

Gözden geçirilmiş Şart’ta getirilen yükümlülükler:
- İş akitleri geçerli nedenler olmadan sona erdirilmeyecek; eğer geçerli neden olmadan sona erdirilirse işine son verilenin yeterli tazminat hakkı olacaktır.
- Tehlikeli ve sağlığa zararlı işlerde riski ortadan kaldırmak.
- İş güvenliği, iş sağlığı ve çalışma ortamı hakkında tutarlı bir ulusal politika izlemek. Bu politikanın temel hedefi iş güvenliğini ve iş sağlığını iyileştirmek, çalışma ortamında yer alan tehlike sebeplerini en aza indirmek, işyerinde ortaya çıkan hastalıkları ve kazaları önlemek.
- Tehlikeli ve sağlığa aykırı işlerde asgari çalışma yaşı 18 yaş olacaktır. 18 yaşından küçük olanların çalışma süreleri gelişmeleri ve mesleki eğitim gereksinimleri doğrultusunda sınırlanacaktır. (Şart’ın ilk metninde yer alan 16 yaş, 18 olarak değiştirilmiştir.)
- Kadınlara doğumdan önce ve sonra ücretli veya yeterli sosyal güvenlik yardımı sağlanarak en az 14 haftalık izin hakkı sağlanacaktır. (İlk metindeki 12 hafta, 14 olarak değiştirilmiştir.)
- İşverenin, çalışan kadının hamile olduğunu bildirmesi ile doğum iznine ayrılması arasında geçen sürede işten ayrılması bildiriminde bulunulması yasa dışı sayılacaktır.
- Çalışanların işyerinde veya işle ilgili cinsel taciz konusunda bilinçlenmesi ve bilgilenmesi sağlanacak, tacizin engellenmesi ve çalışanları bu tür davranışlardan korumaya yönelik önlemler alınacaktır.
- Uzun süre işsiz kalanların yeniden eğitilmesi ve işe uyumları için gerekli özel önlemler alınacaktır.
- Yaşlıların olabildiğince uzun süre toplumun bütün haklara sahip üyesi olarak kalabilmeleri ve kendi yaşam biçimlerini özgürce seçebilmeleri ve alıştıkları çevrede yaşamlarını istedikleri sürece bağımsız olarak sürdürebilmeleri için gerekli önlemler alınacaktır.
- Her bir ebeveyne annenin doğum izni sonrasındaki bir dönemde çocuğuna bakmak için aile izni verilecek; bu tür ailevi sorumluluklar geçerli bir işe son verme nedeni oluşturmayacaktır. Burada düzenlenen doğum iznine çıkma değildir. Çocuğun sağlıklı büyütülmesi için anne ve babanın her ikisinin de katkısının yararlı olduğu düşüncesiyle her ikisi için de aile izni öngörülmüştür.
- Konut hakkı kapsamında yeterli standartlara sahip bir konut edinilmesi teşvik edilecek, evsizlik önlenmeye çalışılacak, ev fiyatları imkanı olmayanlar için uygun hale getirilmeye çalışılacaktır.
- Şart’ta yer alan haklardan yararlanma ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya diğer görüş, ulusal veya sosyal köken, sağlık, ulusal bir azınlığa mensup olma, doğum veya diğer statülere bağlı olmadan sağlanacaktır.

Tüm bu düzenlemelerden sonra Şart demektedir ki, eğer başka bir uluslararası belge veya ulusal mevzuatta Şart’ta yer alanlardan daha lehte düzenlemeler varsa onların uygulanmasına Şart hükümleri engel değildir. Örneğin, Şart’ta doğum izni en az 14 hafta olarak düzenlenmiştir. Herhangi bir ülke ulusal mevzuatında doğum izni en az 24 hafta (6 ay) olarak öngörülmüş olabilir. Bu durumda ilgili ülke mevzuatının uygulanmasına Şart hükmü engel teşkil etmez.

Denetim Sistemi: Şart’ın öngördüğü düzenlemeler için kurulan denetim organı “Bağımsız Uzmanlar Komitesi”dir. Komite sosyal konularda yetkinliği ile tanınan bağımsız kişilerden oluşur. Denetim sistemi şu şekilde işlemektedir:

- Rapor sunma usulü: Devletler Şart’ın hükümlerinin nasıl hayata geçirildiğine dair raporlar hazırlayıp Avrupa Konseyi Genel Sekreterliğine sunarlar. Raporlar daha önceden belirlenen sorular listesi göz önüne alınarak hazırlanır. Raporları Bağımsız Uzmanlar Komitesi inceler. İnceleme sırasında gerekli görürse ilgili devlete sorular yöneltilir.

Denetim sonunda Komite, ilgili devletteki ulusal mevzuat ve uygulamaların Şart hükümleri ile uyum içinde olup olmadığını tespit eder. Tespitlerini içeren bir rapor hazırlar ve bu raporu her taraf devletin bir temsilcisinden oluşan Hükümetler Komitesine sunar. Hükümetler Komitesi de Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi için bir rapor hazırlar. Raporunda tavsiye edilebilecek konuları belirtir. Bakanlar Komitesi de ilgili devlete yönelik bir tavsiye kararı alır. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi de konuyu müzakere edebilir. Bu denetim sisteminin her aşamasına belirli uluslararası sivil toplum kuruluşlarının katılmasına ve katkıda bulunmasına izin verilmiştir. Görüldüğü üzere bağımsız uzmanlarda oluşan bir Komite ile başlayan süreç son derece zayıflatılarak devletlerin nihai kararına bırakılmaktadır.

- Toplu şikayet usulü: Şart’ın yetersiz bir şekilde uygulanmasından ötürü Avrupa Konseyi Genel Sekreterliğine şikayet başvurusu yapılabilir. Başvuruları Bağımsız Uzmanlar Komitesi inceler.

Başvuru yapabilecek olanlar şunlardır: uluslararası işveren örgütleri ve sendikalar, belirli niteliklere sahip uluslararası sivil toplum kuruluşları, ulusal işveren ve sendika temsilcisi.

Şikayet edecek ulusal örgütlerin şikayet edilen devletin yargı yetkisi içinde olması gerekir. Devletler, ayrıca, başka bir ulusal sivil toplum örgütüne de başvuru hakkı tanıyabilirler. Başvuru, Şart’ın şikayet edilen devlet tarafından kabul edilmiş hükmüne dair olacaktır. Başvuru yazılı şekilde yapılacak ve şikayete konu hükmün ne ölçüde uygulanmadığını belirten bilgi ve belge sunulacaktır.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi sisteminden farklı olarak başvuru için bir süre şartı yoktur. İç hukuk yollarının tüketilmesi şartı da aranmaz. Çünkü Şart’taki başvuru sistemi bireysel başvuru değildir. Başvuruları bireyler değil yukarıda sayılan örgütler yapabilir. Komite, aldığı başvuruyu ilgili devlete iletir ve görüşlerini alır. Başvuru incelemesi sırasında kamuya açık bir oturum yapabilir. Bir yargılamadan farklı olarak bu oturum şeklen yargılama kurallarına da tabi değildir.

Komite inceleme sonunda bir rapor hazırlar. Raporunu Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesine, başvuran örgüte ve diğer devletlere iletir. Bakanlar Komitesi ilgili devlete yönelik bir tavsiye kararı alabilir. İlgili devlet de sonraki raporunda tavsiyeler doğrultusunda alınan önlemleri rapor edecektir.

Avrupa Konseyi’nden başka insan haklarına dair belgeler üreten bölgesel örgütler şunlardır: 1948 yılında kurulan Amerikan Devletleri Örgütü ve 1963 yılında kurulan Afrika Birliği Örgütü.

Amerikan Devletleri Örgütü’nün ortaya çıkardığı insan hakları belgelerinden başlıcaları şunlardır:
- Amerikan İnsan Hakları ve Ödevleri Bildirisi (1948),
- Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi (1969),
- Amerikalılar arası İşkencenin Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi (1985),
- Kadınlara Karşı Şiddetin Önlenmesi, Cezalandırılması ve Ortadan Kaldırılmasına Dair Amerikalılar arası Sözleşme (1994).

Afrika Birliği Örgütü’nün ortaya çıkardığı başlıca insan hakları sözleşmesi, 1981 tarihli Afrika İnsan ve Halkların Hakları Şartı’dır.

Amerikan ve Afrika insan hakları sözleşmelerinin önemi nedir? Türkiye bu sözleşmelere taraf olamayacağına göre doğrudan Türkiye için bir sonuç doğurmazlar. Ancak gerek Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi, gerekse Afrika İnsan ve Halkların Hakları Şartı bazı alanlarda örneğin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden daha gelişmiş bir yapı sunmaktadırlar. Bu nedenle Avrupa sistemi için örnek oluşturabilmektedirler.


SONUÇ

Uluslararası hukukun asıl aktörleri devletlerdir. Çünkü uluslararası hukuku devletler oluştururlar. Bununla birlikte, uluslararası organlara bireylerin, birey gruplarının ve sivil toplum örgütlerinin başvuruda bulunma hakkı tanınması ile onlar da uluslararası hukukun aktörleri konumuna yükselmişlerdir. Bu devrim niteliğinde bir gelişmedir ve bu devrim insan haklarının daha etkin bir şekilde korunması hedefiyle gerçekleştirilmiştir.

Kişiler gibi kurumlar da bir süre sonra yıpranmakta işlevlerini yerine getiremez hale gelebilmektedirler. Bu her zaman böyle olmasa da olası bir durumdur. Burada belirtilen gerek Birleşmiş Milletler örgütü gerekse Avrupa Konseyi ve diğer örgütler varoldukları sürece insan haklarını korunmasına birikimleriyle katkıda bulunmaya devam edeceklerdir. Yarın başka bir isim altında yerlerine yeni bir örgüt gelse bile bu örgütlerin katkıları kökleşmiş, geri adım atılmaz şekilde inşa edilmişlerdir ve hep yaşayacaklardır. İnsan hakları her zaman gelişme içinde olmuş ve öyle de olacaktır. İhtiyaç ortaya çıktıkça yeni haklar formüle edilmektedir. Örneğin, çevre hakkı, gelişme hakkı ve barış hakkı.

Sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşamak herkese ait bir hak olarak doğmaktadır. İnsanlığın ortak malvarlığı olan tarihi ve kültürel eserler ve değerler de bu kapsamda koruma altına alınmaktadır. Ayrıca, ekolojik denge, temiz çevre ve insanlığın ortak malvarlığı sadece bugünkü insanlığa ait de değildir. Geçmiş nesillerden devralınmıştır ve gelecek nesillere devredilecektir.

Çevre hakkı, bağımsız bir hak olmanın yanı sıra birçok hak ile de bağlantı içindedir. Örneğin, yaşam hakkı ile, mülkiyet hakkı ile, özel yaşama saygı hakkı ile.

Gelişme hakkına gelince, gelişme hakkı kaynağını yukarıda açıklanan İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nde bulmaktadır. Evrensel Bildiri yoksulluktan kurtulmayı temel bir hedef olarak düzenlemişti. Geçen sürede ne yazık ki, yoksulluk azalmamış, artmıştır. Bu nedenle yoksulluktan kurtulma, “gelişme hakkı” adı altında yeniden, bu sefer daha etkili bir şekilde, gündeme gelmiştir. Birleşmiş Milletler tarafından yoksulluğu önleme ve geri kalmış ülkelerin kalkınmalarına dair bir çok çalışma yapılmış ve rapor hazırlanmıştır. Sonunda 1986 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu “Gelişme Hakkı Bildirisi”ni ilan etmiştir. Bildiriye göre, gelişme hakkı, insan haklarının ve temel özgürlüklerin tam uygulandığı, hayata geçirildiği ve elverişli ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal bir düzenin varlığına bağlıdır. 1993 yılında düzenlenen Dünya İnsan Hakları Konferansı’nda da gelişme hakkının evrensel insan haklarının bir parçası olduğu belirtilmiştir. Gelişme hakkı, bu çalışmada anılan bir çok hak ile, öncelikle ekonomik, sosyal, kültürel haklar ile sıkı bağlantı içindedir.

Barış hakkı: Birleşmiş Milletler, dünyada barışı ve güvenliği tesis etmek için kurulmuştu. BM Şartı’nın üzerinde en çok durduğu nokta dünyada barışın ve güvenliğin sağlanmasıdır. Çünkü insanlık iki dünya savaşı ile çok acılar çekmiştir. Bu doğrultuda Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 1984 yılında Halkların Barış Hakkına Dair Bildiri’yi ilan etmiştir. Bu Bildiri’de, insanlığın varlığını sürdürebilmesi için dünyada barışı tesis etmenin yegane unsur olduğu belirtilmiştir.

Birleşmiş Milletler kuruluşundan beri barışı koruma görevini büyük ölçüde yerine getirmiş ama diğer yandan da dünyada savaşlar bitmemiştir. Hatta biri bitmekte diğeri başlamaktadır. Yine Birleşmiş Milletler, örneğin, tüm çabalarına rağmen silahsızlanmayı sağlayamamıştır. Tüm bunların sonucunda “barış içinde yaşama hakkı” da diyebileceğimiz “barış hakkı” doğmuştur. Barış hakkı da yaşam hakkı, mülkiyet hakkı gibi temel insan hakları ile yakın ilişki içindedir. Barışı tesis etmek için Birleşmiş Milletlerin yeniden yapılanması önerilmektedir.
Cevapla
  • Benzer Konular
    Cevaplar
    Görüntü
    Son mesaj
  • Bilgi
  • Kimler çevrimiçi

    Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 17 misafir