AÖF Yeni Türk Edebiyatına Giriş Ders Özeti

Cevapla
OSCAR
Mesajlar: 1
Kayıt: 27 Mar 2019 12:53
İletişim:

27 Mar 2019 12:59

yeni türk edebiyatı.docx
Yeni Türk Edebiyatına Giriş
Yeni Türk Edebiyatına Giriş (I)

(Ünite I)
Edebiyat dili, dilin ses ve anlam zenginliğini kullanarak eser ortaya koymayı amaçlar. Bunu yaparken mecaz ve semboller en sık başvurulan biçimlerdir.
Bilim olarak edebiyat, içerik ve anlamından önce konum itibariyle ilgililerini meşgul eder; edebiyatın ne tür bilim olarak tasnif edileceği sorusu bu noktada karşımıza çıkar ki bunun edebiyatla ilgisi sorulan sorunun gülünçlüğü nispetindedir.
Edebiyat eserlerinin tasnifinde de çok çeşitli başlıklar önerilmekle birlikte, eserin malzemesi dil olduğu için, yazıldığı dilde eser tasnifi akla ya(t)kın görünmektedir.

Edebiyatın dili kullanıyor olması, edebiyat bilimini incelerken, sosyal bilimlerle olan ilişkisini ön planda tutmamızı gerektirir.
Edebiyat ve hayat, karşılıklı olarak birbirlerini etkilemektedirler.
Edebiyat eserinin nitelikleri incelendiğinde eser sahibinin ait olduğu milletin sahip olduğu kültürel değerlerin eserdeki yansımaları dikkate alınır.
Eser sahibi, yaşadığı toplumun güncel sorunlarına, ekonomik ve sosyal değişimlerine tanıklık eder ve belli ölçüde bu değişimlerin yansımaları eserine nüfuz eder. Yaşanan coğrafyadaki değişimler edebiyat eselerinde de değişimlere neden olur(etkileşimin detay ve kapsamı nispetinde).

Türk Edebiyat Tarihi’nin kurucusu Fuat Köprülü (1890-1966)
Türk edebiyatı üç dönemde incelenebilir:
a) İslam öncesi Türk edebiyatı
b) İslami dönem Türk edebiyatı
c) Batı etkisindeki Türk edebiyatı

Türklerin en eski dönem edebiyatı sözlü ve yazılı olmak üzere iki alt kategoride incelenir.
Bilinen en eski Türkçe şiir MÖ 119 tarihli bir ağıttır.
Eski Türk edebiyatı sözlü edebiyat eserleri; destan, koşug, sagu ve sav’lardan oluşur.
Sözlü edebiyat eserlerinin şairlerine şaman, baksı, ozan ve oyun denilmektedir.
Bu şairler, şiirlerini genellikle kopuz adı verilen bir saz eşliğinde söylerlerdi.

Yazılı edebiyatımızın ilk örnekleri tabletlerdir. MÖ. 4. Yüzyıla ait olan Tiyanşan Yazıtları kitabe türünün edebiyatımızdaki ilk örneği olarak kabul edilir. Orhun Yazıtları’nın ilki 720 tarihlidir. Orhun Yazıtları, 4+3’lük hece vezniyle yazılmıştır.
Bu kitabelerde ismi geçen (Aprınçur Tigin) Yolluğ Tigin ilk Türk şairi olarak kabul edilir.

İslami Dönem Türk Edebiyatı’nın ilk büyük eseri Yusuf Has Hacip’e ait olan Kutadgu Bilig’dir. Türk devlet geleneğini ve sosyal yaşamını anlatır.
11. Yüzyılda, Kaşgarlı Mahmud’un hazırladığı, Divan-ı Lügati’t-Türk, ilk sözlüğümüzdür.
Edip Ahmet Yükneki’nin Atabetü’l Hakayık ve Ahmet Yesevi’nin Divan-ı Hikmet’i 12. Yüzyılda yazılmışlardır.

İslami dönem, (a) halk, (b) tekke/tasavvuf ve (c) divan edebiyatı olmak üzere üç başlıkta incelenir.

Şeyhi ve Hoca Dehhani ile başlayan divan edebiyatının ilk örnekleri Aşık Paşa ve Ahmet Paşa’ya aittir. Şeyhi’nin Harname’si manzum bir hicivdir.
Divan şiirinin klasik dönemi, Hayali, Necati ve Baki ile zirvesine ulaşır.

Fuzuli -> Lirizm
Nef’i -> Hivic
Nedim -> Romantizm
Nabi -> Düşünce
Şeyh Galip -> Sembolizmiyle öne çıkar.

Şiirin gölgesinde kalmışsalarda mensur eserleriyle tanınan isimler, Evliya Çelebi, Katip Çelebi ve Naima dönemin diğer önemli edebiyatçıları olarak kabul edilir.

Yeni Türk Edebiyatı, 1839’da Tanzimat’ın ilanıyla başlayan batılılaşma sürecinde gelişme gösterdi. İbrahim Şinasi’nin edebi faaliyetleriyle başladığı kabul edilir.
Tercüme odası 1821
Kaime (ilk kağıt para) 1841
Islahat Fermanı 1856
Genç Osmanlılar  Ali Suavi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Mithat Paşa
Meşrutiyet 1876
Duyun-i Umumi 1881
İttihat ve Terakki kuruldu  1889
II. Meşrutiyet 1908
Batılılaşma yolundaki çalışmalar kapsamında 1831 yılında Takvim-i Vekayi açıldı.
İlk özel gazete ise Tercüman-ı Ahval adıyla Agah Efendi ve Şinasi tarafından 1860 yılında açıldı.
Şair Evlenmesi  İlk tefrika roman
Münif Paşa’nın çıkardığı Mecmua-i Fünûn  İlk dergi

Tanzimat Edebiyatı (1859-1896)
Servet-i Fünûn topluluğu (1896-1901)
2. dönem – Fecr-i Âtî (1909-1912)
Milli Edebiyat (1911-1923)
Çağdaş Türk Edebiyatı (1940 sonrası)

Yenileşme döneminin ilk kuşağının sanatçıları:
Şinasi
Ziya Paşa
Namık Kemal

İkinci uşak yenilikçiler:
Recaizade Mahmut Ekrem ile birlikte edebiyatta topluma mesaj vermenin arka plana itildiği, bunun yerine estetik kaygıların öne çıktığı gözlemlenir.
Yenileşme döneminin en büyük şairi Abdülhak Hamit’tir (1852-1937)
Muallim Naci (klasik tarzı savunur) Ömer’in Çocukluğu adlı eseri önemli bir otobiyografi örneği.

Şemseddin Sâmî – Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat  İlk türkçe roman (1872)

Nabizade Nazım – Karabibik  İlk gerçekçi roman (1890)

Namık Kemal – Cezmi  İlk tarihi roman (1891)

Servet-i Fünûn şairleri eskiyi terk ederek Batı tarzında eserler neşretmiştir.
Topluluğun en büyük romancısı Halit Ziya’dır. Mai ve Siyah (1897), Aşk-ı Memnû (1900)
Mehmet Rauf  Eylül -> 1901

Hüseyin Rahmi, bu topluluktan ayrılarak mizahi romanlar yazarak ilk natüralist yazarımız olmuş; Mehmet Emin hamasi şiirleriyle yeni bir çığır açmış; Mehmet Akif ilk döneminde realist ve toplumcu şiiri benimsemiştir.

Servet-i Fünûn dergisinin kapanmasından sonra bir gurup edebiyatçı sanat için sanat anlayışını benimseyerek Fecr-i Ati adı altında akım kurmaya çalışmış.

Türkçülük akımının gelişmeye başlamasından sonra Genç Kalemler dergisinde Ömer Seyfettin ve Ali Canip’in başını çektiği bir gurup, dilin sadeleşmesi yönünde ciddi bir tartışma başlatmış.

Geleneksel şiirimizle Batı tarzının bir sentezini eserlerinde ortaya koyan Yahya Kemal kendine özel tarzıyla önemli eserler üretti.

Milli Edebiyat döneminin önemli yazarları; Yakup Kadri, Halide Edip ve Reşat Nuri’dir.

Necip Fazıl ve Nazım Hikmet, bu dönemin önemli şairleridir.

Hece vezniyle şiirler yazmaya devam eden diğer önemli şairlerimiz; Ahmet Muhip Dıranas, Ahmet Kutsi Tecer ve Ahmet Hamdi Tanpınar’dır.

Şiirimizde devrimi gerçekleştiren ise Orhan Veli’dir.
Garip Hareketinden sonra İkinci Yeni şairleri öne çıkar; Ece Ayhan, Edip Cansever, Turgut Uyar ve Cemal Süreya bu dönemin önde gelen isimleridir.
İsmet Özel toplumcu söylemi, Cahit Zarifoğlu ise şiirindeki mistik unsurlarla göze çarpar.


(Ünite 2)
Türk Edebiyatı, Batı edebiyatı, divan edebiyatı ve halk edebiyatından beslenir.

Namık Kemal, geleneksel edebiyatı
1- Akla ve tabiata aykırı bir hayal dünyasına sahip olması
2- Ahlaka aykırı olması
3- Topluma yararı bulunmaması
4- İran edebiyatı taklidi olmasından dolayı eleştirir.

Recaizade Mehmut Ekrem  Talim-i Edebiyat (1879) ilk kuramsal edebiyat kitabı.
Kitabında insanı merkeze alan estetik nazariyesi Muallim Naci ile eski-yeni tartışmasına girmesine neden olur.

Divan şiirinde kafiyeler göze hitap ederdi, fonetiği savunanlar Servet-i Fünûn çatısı altında bu kurala karşı tavır takındılar.

Yahya Kemal, tek başına neoklasik tarzı yaratmıştır.

Şinasi’nin Tercüme-i Manzume adlı eseri ilk çeviri eserdir. (1859)

Ethem Pertev Paşa’nın Tıfl-ı Naîm adlı eseri Victor Hugo çevirisidir (1870).

Abdülhak Hamit  Makber adlı şiiriyle Ottova rima’yı nazım şekli olarak şiirimize kazandırır.

İlk roman tercümesi; Yusuf Kamil Paşa tarafından yapılan Fenelon’a ait Telemak romanıdır (1862).

Beşir Fuat’ın Victor Hugo (1885) adlı eseri realist yazarları tanımamızı sağladı ve realist yazarların eserleri çevrilmeye başlandı.

Ahmet Lütfi Efendi Hikâye-i Robenson adıyla Robinson Crusoe çevirisini yapmıştır (1864).

Teodor Kasap -> Monte Cristo çevirisini yapıp yayınlamıştır (1871).

Mahmut Nedim 1872 yılında Gülliver’in Seyahatnamesi’ni tercüme edip yayınladı

Münif Paşa’nın Muhaverat-ı Hikemiyye adlı eseri Voltaire, Fenelon ve Fontenelle’den seçilmiş pasajları kapsamaktadır (1859).

Yakup Kadri ve Yahya Kemal Nev-Yunanilik adı altında bir akım oluşturmaya çalışır – 1912
1940 yılından sonra Hasan Ali Yücel’in maarif vekili olmasıyla birlikte çeviri faaliyetleri hız kazanır, Tercüme Dergisi bu çalışmalarda önemli bir yer tutar.

Çeviri faaliyetleriyle birlikte Azra Erhat, Halikarnas Balıkçısı ve Sebahattin Eyuboğlu bigi yazarlar Mavi Anadolucular adıyla anılır.

Şinasi  Şiirlerinde akıl kavramını öne çıkarır.
Dini düşünceye karşı şiirleriyle Tevfik Fikret, isminden söz ettirir.
Âkif Paşa’nın Adem Kasidesi yokluk kavramı etrafında dönüp durur. Ziya Paşa da benzer bir inanç bunalımı içerisindedir.
Abdülhak Hamit’in şiirlerinde de gel/gitler gözlemlenir -> Makber

Materyalizm hakkındaki ilk fikirlere Ahmet Mithat Efendi’nin Dağarcık (1872) adlı dergideki yazılarında rastlanır.
Konuyu gündeme taşıyan ise Beşir Fuad olmuştur.

Batıcılık ve Türkçülük gibi akımlara bir tepki olarak ortaya çıkan İslamcılık akımının yayın organları Sırat-ı Mustakim ve Sebilürreşat dergileridir.

(Ünite 3)
Tanzimat döneminde biçimde çok fazla değişiklik gözlemlenmezken içerikte değişen sosyal ve kültürel koşullar kendine yer bulur.

Yeni Türk Edebiyatı, Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra, Sadullah Paşa, Akif Paşa, Ahmet Cevdet Paşa ve İbrahim Şinasi Efendi gibi isimlerin öncülüğünde oluşmaya başlar.

Lâle Devri’ni Batılılaşma hareketlerinin başlangıcı olarak kabul edebiliriz. (1718-1730)

Batılılaşma çabaları
Nevşehirli Damat İbrahim Paşa öncülüğünde kurulan Tercüme Heyeti,
Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin Paris Sefaretnamesi (1721-)
Mehmet Sait Çelebi ve İbrahim Müteferrika’nın 1726 da kurdukları matbaa.
Askerlik alanında yapılan yenilikler.

1793 yılında Londra’da elçilik kurduk.
Aydınlanmayla birlikte dilimize katılan kavramlar; hürriyet, müsâvat/eşitlik, uhuvvet/kardeşlik…

1838 tarihli Balta Limanı Antlaşması’nın maddelerini hukuki zemine taşımak amacıyla İngilizlerin baskıları sonucunda Tanzimat Fermanı ilan edilir (3 Kasım 1839).

1824 yılında II. Mahmut, ilköğrenimi zorunlu hale getirdi.
1832 yılında Tercüme Odası’nı kurdu
1846 yılında Mekâtib-i Umûmiyye Nezareti kuruldu.
1851’de encümen-i daniş kuruldu.

Tercüme odası ve encümen-i daniş, yeni edebiyatın ortaya çıkmasına ciddi katkı sağladı.

Tanzimat dönemi edebiyatçılarının hepsi tercüme odaları/kalemlerde çalışmışlardır.

Encümen-Daniş’in ilk icraatı  Ahmet Cevdet Paşa ve Fuat Paşa’nın birlikte yazdıkları Kavaid-i Osmaniye’dir.

Mustafa Reşit Paşa’nın konağı edebiyatımızın oluşmasında önemli bir yere sahiptir.
Dönemin edebiyatçılarından Ali Paşa, Fuat Paşa, Ahmet Vefik Paşa, Ahmet Mithat Paşa, Şinasi ve Ziya Paşa hep bu konakta yetişmişlerdir.

Dönemin edebiyatçıları aynı zamanda gazeteciydiler.

Osmanlı topraklarında çıkarılan ilk gazete 1828 yılında Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın çıkardığı Vekâyi-i Mısriyye’dir.

II. Mahmut hemen harekete geçerek Le Moniteur Ottoman isimli resmi bir gazete çıkartır, akabinde de Takvim-i Vekayi çıkmaya başlar (1831).

Ceride-i Havadis (1840) – William Churchill
İlk yarı resmi Türk gazetesidir. İlk muhabir, ilk ek neşri (Ruzname/Ruzname-i Ceride-i Havadis), ansiklopedik bilgiler, tıbbi bilgiler, ölüm ilanları, tefrikalar, okuyucu mektupları ve savaş muhabirliği bu gazete ile ülke topraklarına girdi.

Tercüman-ı Ahval (1860)
22 Ekim 1860 tarihinde, Agah Efendi ile Şinasi’nin birlikte çıkardıkları ilk özel gazetedir.

Tasvir-i Efkar (1862)
Şinasi tarafından çıkartıldı.
Namık Kemal, 200. Sayısından itibaren bu gazetede yazmaya başlar. Şinasi, 1865 yılında gazeteyi Namık Kemal’e bırakır. Namık Kemal, 1867 yılında gazeteyi Recaizade Mahmut Ekrem’e bırakır.

Münif Paşa -> Mecmua-i Fünûn (1862)
Ali Suavi -> Muhbir (1867)
Ali Reşit ve Filip -> Terakki (1868)
Namık Kemal & Ziya Paşa -> Hürriyet (1868)
Basiretçi Ali Efendi -> Basiret (1870)
Teodor Kasap -> Diyojen (1870)  İlk mizah gazetesi
Namık Kemal & Reşat, Nuri, Ebuzziya, Mahir -> İbret (1872)

(Ünite 4)
Tıfl-ı Naim çevirisi ile birlikte şiirimize katılan ottova-rima (sekiz mısralı nazım şekli) ilerleyen yıllarda Abdülhak Hamit’in Makber adlı şiirinde karşımıza çıkar.

Recaizade Mahmut Ekrem  Takdir-i Elhan’da “…her güzel şey şiirdir” der ve geleneksel şiirin katı kurallarına meydan okur.

Tanzimat dönemi şiiri, temaları bakımında birlik göstermez; Şinasi  Klasik, Namık Kemal  Romantik, Ziya Paşa  Felsefi şiirler yazar.

Her üç şair de şiir dilini gündelik dile yaklaştırmaya çalışırlar ancak çabaları yeterli olmaz.

Encümen-i Şuarâ
Eskiye bağlı bir şiir topluluğudur (1861).
Hersekli Arif Hikmet Bey’in Laleli’deki evinde her Salı toplantılar yapılırdı, Leskofçalı Galip’in idare ettiği toplantılara Namık Kemal, Ziya Paşa gibi isimlerde katılırdı.

Letaif-i Rivâyat – Ahmet Mithat Efendi’nin yayınladığı bu eser Türk hikayeciliğinin başlangıcı olarak kabul edilir(1870).

Şemseddin Sâmî – Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat 1872/73 yıllarında Hadika gazetesinde tefrika edildi.

Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası 1885 yılında Servet-i Fünûn dergisinde resimli olarak tefrika edilmiştir. İlk realist Türk romanıdır.

Samipaşazade Sezai’nin 1888 tarihli Següzeşt’i dönemin çarpıcı romanlarındandır. Esaret gibi güncel bir konunun işlenmiş olması bakımından önemlidir.

Nabizade Nazım’ın 1890 tarihli Karabibik adlı eseri ilk köy romanıdır.

1868 yılında Gedikpaşa tiyatrosunda Türkçe temsiller gösterilir.

İbrahim Şinasi’nin Şair Evlenmesi (1859) ilk tiyatro eserimizdir.

Ali Haydar ilk trajedi yazarı
Namık Kemal, ilk tiyatro kuramcısı,

Eleştiri alanında Şinasi’den sonra karşımıza çıkan ilk isim Namık Kemal’dir.
Ziya Paşa, Ahmet Mithat Efendi, Abdülhak Hamit ve Recaizade Mehmut Ekrem diğer isimlerdir.

(Ünite 5)
Temalar,

Kahramanlık -> Namık Kemal
Devlet büyüklerini övme -> Şinasi’nin Mustafa Reşit Paşa için yazdıkları
Devlet büyüklerini yerme -> Şinasi ve Ziya Paşa
Dini temalar -> Şinasi
Gönül / Akıl -> Şinasi, Namık Kemal

Yeni Temalar,
Görücü usulüyle evlenme
Şinasi -> Şair Evlenmesi’nde, Şemsettin Sami -> Taaşuk-ı Talat ve Fitnat’ta…
Esaret -> Hürriyet
Namık Kemal -> Şiirlerinde, Samipaşazade Sezai -> Seegüzeşt’de, Ahmet Mithat Efendi -> Hikayelerinde…
Eğitim
Şemsettin Sami (TTF), kız çocuklarının okutulması, Namık Kemal (İntibah) çocuk eğitimi, Mizancı Murat (Turfanda mı Yoksa Turfa Mı, 1890) eğitim alanındaki çalışmaların yetersizliğinden…
Vatan (yahut Namık Kemal)
Tarih (yahut Namık Kemal)
İnce hastalık
Namık Kemal (Zavallı Çocuk), Recaizade Mahmut Ekrem (Vuslat), Abdülhak Hamit (İçli Kız)…
Yokluk  Akıf Paşa
Tabiat  Abdülhak Hamit
Dış ülke izlenimleri  Namık Kemal, Ziya Paşa, Ahmet Mithat Efendi
Köy Hayatı  Nabizade Nazım (Karabibik), Ahmet Mithat Efendi (Bahtiyarlık)

(Ünite 6)
Nazım Şekilleri
Arapçada kapı anahtarlarından her birine mısra denir.
İslamiyetten önceki nazım şeklimiz dörtlüktür, İslamiyetten sonra Acem etkisi baş gösterir ve beyitler şiirimize hakim olur.
Şiirde şekil güzelliği üzerinde en çok kafa patlatanlar parnasyenlerdir.
Formalizm  salt dil ahengi ve biçimle ilgilenen şiir akımı.

Batı edebiyatından alınan nazım şekilleri
Düz kafiyeli nazım şekilleri  Couplet -> Mesneviye benzer, vezin serbestliği vardır. Beyitler kendi aralarında kafiyelidir.

Üçlükler
Vilanel  Köy türküleri, 1. Üçlüğün ilk ve son mısraı diğer üçlüklerde nakarat gibi tekrar edilir,
Terza rima  Üç mısralı bendler ve sonda yer alan bağımsız bir mısradan meydana gelir.
Terner  Aynı cinsten kafiyeli bentlerden oluşur. Her bent kendi içinde kafiyelidir.

Dörtlükler
Çapraz kafiyeli -> Rime croisee  Bent sınırı yok, kafiye düzeni abab, cdcd…
Yarı çapraz kafiyeli -> xaxa, xbxb…
Sarma kafiyeli -> Rime embrassee  abba, cddc…
Pantun  ilk mısra şiirin sonunda tekrar edilir. Dörtlüklerin 2 ve 3. Mısraları kendilerinden sonra gelen dörtlüğün 1. ve 3. Mısraı olarak tekrarlanır. 1. beyitte öznel 2. Beyitte nesnel tasvir yapılır. İlk dörtlük, ikisi kapalı ikisi açık olmak üzere çapraz kafiyelidir.
Rondel  4+4+5= 13 mısralık 3 bendden oluşur. 1. bendin ilk mısrası, 2. bendde 3. mısra ve şiirin son mısrası olarak tekrarlanır. 1. Bend abba şeklinde sarma, 2. Bend abab şeklinde çapraz kafiyelidir. 3. Bend yine sarma kafiyelidir.
Rime-plat  serberst bir tarzdır, aabb, ccdd, eeff şeklinde kafiyelenir.
Sekizlikler
Ottova rima  kafiye düzeni abababcc şeklindedir. İtalyan edebiyatında ortaya çıkmıştır.
Ethem Pertev Paşa’nın Tıfl-ı Naim çevirisiyle birlikte edebiyatımıza girmiştir.
Triyole -> Triolet Üçleme demektir. 1. Mısra, 4 ve 7. Mısrada tekrar edilir. Bendin 2. Mısraı, son mısra olarak tekrar edilir. Kafiye düzeni, abaaabab

Mısra sayısı farklı olanlar
Sone  2 dörtlük ve 2 üçlükten oluşan dört bend ve 14 mısradan oluşur. Kafiyeleri 1 açık 1 kapalıdır. Heksametron denilen bir vezinle yazılır.
Rondo (rondeau)  3 bend ve 15 mısradan oluşur. 2 ve 3. Bendlerin son mısraları birer kelimeli müstezattır. Kullanılan müstezat, şiirin ilk sözcüğüdür.
Balad -> Ballade  Halk şarkıları, mısra sayısı ilk mısradaki hece sayısı kadardır. 4 bendden oluşur. İlk mısra 8 heceli ise bendler 8+8+8+4 şeklindedir. İlk bendin son mısraı diğer bendlerin de son mısraı olarak tekrar edilir. Kafiye düzeni ababbcbc ve bcbc şeklindedir.

(Ünite 7)


Ses ve ahnek unsurları şiirde güzellik duygusunu veren/oluşturan etkenlerin başında gelir.

Hecelerin sayı bakımından veya açık-kapalı, uzun-kısa oluşlarına göre birbirine denk olmasını sağlayan araca vezin (ölçü) denir.

Aruz, hecelerin uzunluk ve kısalıklarına dayanan nazım ölçüsü demektir.
Arapça’nın hece yapısında bulunan uzun ve ksıa sesler bu veznin temelini oluşturur. Hecelerin uzunluk-kısalık özellikleri göz önünde bulundurularak oluşan parçalara “tef’ile” veya “cüz”denir. Her dizede işte bu tef’ile veya cüz denilen parçalardan en az dördünün bir araya gelmesiyle vezin kalıpları ortaya çıkar. Aruzla yazılmış bir dizeyi veznin parçalarına ayırmaya “takti” denir.
Bu kalıpların sınıflandırılması ise “bahir” ve “daire” denilen aruz sistemini oluşturur. Bu sisteme göre Araplarda 19 bahir, 6 daire; İran ve Türklerde ise 14 bahir 4 daire bulunur.

Türkçede uzun hece bulunmaması nedeniyle imale denilen ve bir vezin kusuru kabul edilen işlemle bir çok hece uzatılarak kullanılmıştır.

Abdülhak Hamit Tarhan biçim ve içerikte cesur denemelere girişmiş, gelenekte olmayan vezin kalıpları uydurmaya çalışmıştır.

Klasik ebiyatta aruzun bir-iki kalıbında, biru uzun, diğeri kısa dizelerle kurallı olarak kullanılan müstezat biçimi, Edebiyat-ı Cedide (Servet-i Fünûn) şairleri tarafından aruzun hemen her kalıbında uzun-kısa dizelerin belli bir kurala bağlı olmaksızın kullanılması yoluyla genişletilmiş ve buna serbest müstezat denilmiştir.
Divan edebiyatında da hece veznini kullanan şairlere rastlanmaktadır; 16. yüzyılda Usulî, 18. Yüzyılda Nedim ve Şeyh Galip hece vezniyle şiirler yazmışlardır.

Yei Türk edebiyatında ise Âkif Paşa ve Ethem Pertev Paşa, hece vezninin Tanzimat’tan sonraki yıllarda ilgiyi üzerinde toplamasına sebep olmuşlardır.

Halk edebiyatına duyulan ilgi, verilen önem, dönemin sanatçılarının teorik olarak hece veznine yönelmesini sağlamış ancak uygulamada yeterli örnek ortaya koyulmamıştır.

Özellikle Ziya Gökalp’in çabalarıyla hece vezni Cumhuriyet’ten önce edebiyatımızda egemen olmuştur.

Beş Hececiler olarak adlandırılan Enis Behiç, Orhan Seyfi, Yusuf Ziya, Halit Fahri ve Faruk Nafız, önceleri aruzla şiirler yazmalarına rağmen Ziya Gökalp’in etkisiyle hece vezniyle şiirler yazmaya başlamışlardır.

İster aruz ister hece olsun şiirin vezin bağından kurtulması gerektiğini savunan Nurettin Ferruh (Şiirde Şekiller ve Kafiyeler, 1896) serbest şiirin ilk kuramcısı olarak kabul edilebilir.

Serbest şiir 1930’lu yıllardan itibaren kabul görmeye başladı. Orhan Veli ve arkadaşlarının başlattığı Garip hareketiyle yaygınlaştı. 2. Yeni ile birlikte Tirk şiirine egemen oldu.

Şiirde en az iki dizenin sonunda anlam ve işlev bakımından farklı, ses bakımından aynı olan sözcüklere kafiye denir.
Recaizade Mahmut Ekrem, kafiyenin göz için değil kulak için yapılması gerekitiğini belirttikten sonra bu yöndeki (göz/kulak) tartışma sona erdi.

Divan ve Halk şiirinde önemli bir yeri olan redif, yeni Türk edebiyatında önemini tamamen yitirmiştir.

Aliterasyon
Bir veya birkaç dize içinde ya da metnin tamamında aynı ünsüzlerin tekrarlanmasıdır.

Asonans
Dize içinde veya dizelerin arasında aynı ünlülerin tekrarlanmasına denir.



(Ünite 8)

Kuram
Belli bir alanı kavranabilir hale getirmek amacıyla yöntemli ve tutarlı bir biçimde ortaya konmuş olan düşünce bütününe denir.

Theoria sözcüğü Batı dillerinde kavramın kökenini oluşturur.
(Theoria) Özgür, zorunlu olmayan, pratik hiçbir amaç gütmeyen, salt bilgi edinme anlamını kazanmıştır.

Edebiyat kuramı, edebiyatın tanımından başlayarak, mahiyetini ilkelerini, kategorilerini, ölçülerini, edebi değer ve yöntem sorunlarını, amacının ve işlevinin ne olduğunu, gerçekle, toplumla ve insanla ilişkisinin niteliğini; edebi eserin ortaya çıkış koşullarını konu edinen bütüncül yaklaşımlardır.
Aristoteles’in Poetika’sı bu alanda yazılmış ilk eserdir.

Eserin ortaya çıkışını sağlayan kuramsal arka planın anlaşılması, onun çözümlenmesinde yardımcı olur.

Yeni Türk edebiyatı, kuramsal zemin bakımından homojen değildir.
İlk kışakta Şinasi pozitivist felsefeden, ikinci kuşakta Abdülhak Hamit romantik akımdan etkilenmiştir. İleriki dönemlerde de bu çeşitlilik artarak devam etmiştir.

I.A. Richards, edebiyatçının amacının duygu uyandırmak olduğu tezine dayanarak edebiyat ve gerçek ilişkisinin kurulamayacağını ileri sürer.

Edebi eser karşısında ilk ve en basit tavır “hoşlanmak” ifadesiyle kendisini gösterir.

Bu yaklaşım ölçülebilir, baikaları tarafından da kabul edilebilir bir değer taşımaz. Bu noktada bir edebi eserin değerinin nesnel ölçütlere vurulup vurulamayacağı sorunu ortaya çıkar.

EDEBİYAT KURAMLARI

Eser sadece yazar ve okur arasında bir bağ kurmaz; aynı zamanda bir toplum içerisinde, ondan etkilenerek oluşur ve bir topluma hitap ederek onu etkiler.
Edebiyat kuramlarını; dışa dönük, yazar merkezli, okur merkezli ve eser merkezli olarak dört başlıkta incelemek mümkündür.

Dışa Dönük Edebiyat Kuramları

Yansıtma Kuramı
Bu anlayışa göre doğa sanatın modelidir.
Dış dünyadaki nesne ile eser arasındaki benzerlik ne kadar fazla ise sanatçının başarısı da o denli fazla kabul edilir. Gerek sanat eseri, gerekse taklit ettiği dış dünya Platon’a göre duyular dünyasına aittir ve değişkendir.
Bu noktada Platon sanatı olumsuzlar.
Aristoteles, sanat olanı değil, mümkün olanı anlatır demektedir.
Platon’un aksine Airstoteles, tragedyalar üzerinden katharsis (arınma) kavramını ortaya atarak sanatın insan duygularını olumlu yönde etkilediğini, dolayısıyla yararlı olduğunu ileri sürdü.
Sanat ve edebiyat, tabiatın aynasıdır.
Bu görüş zaman içinde alt kategorilere ayrışır:
Sanat, varolan görüntüleri yansıtır.
Sanat, geneli ve özü yansıtır.
Sanat, idel olanı yansıtır.

Neoklasikler yansıtma kuramını yeniden yorumlayarak sanatın genel tabiatın yansıtılması ve idealleştirilmiş tabiatın yansıtılması şeklinde iki temel kuram geliştirdiler.

Romantizme tepki olarak ortaya çıkan gerçekçi edebiyat akımı, insanı, toplumu ve tabiatı olduğu gibi sanat eserine aktarma iddiasıyla yansıtma kuramına dayanan bir akımdır.
Yazarın tarafsızlığını reddederek, toplumsal olaylar karşısında yargılayıcı bir tutum takınmasını savunan bir başka gerçekçi anlayış ise “eleştirel gerçeklik” olarak adlandırılmıştır. Gerçekçilik anlayışının üçüncü gurubunu ise “toplumcu gerçeklik” temsil eder ve tarihsel maddeci kurama bağlanır.

Marksist Estetik Kuramı
Toplumcu gerçekçilik, yansıtma kuramının marksist yorumuna dayanır.
Gerçeklikten algıladığı şey, toplumsal bir varlık olarak insan tarafından değer yüklenmiş bir nesnedir.
Plehanov, Troçki, Lunaçerski ve Lukacs’ın eserleriyle ortaya konulmuştur.

Determinizm (Gerekircilik) / Sosyolojik Eleştiri
Edebiyat eserinin üretildiği toplum, çevre ve dönem etkenlerinin önemini vurgular. Önde gelen temsilcileri; Mme de Steal, Sainte Beuve ve Hippolyte Taine’dir.
Bu tür çalışmalarda amaç edebi eseri anlamak değil, eseri toplumu yansıtan bir belge niteliği taşıdığı düşüncesiyle kullanmaktır. Bu görüş, edebiyatı, toplumu oluşturan kurumlardan birisi olarak algılamaktadır.

Tarihçi Eleştiri
Gustave Lanson, tarih metodu yoluyla edebiyat araştırmaları yapmıştır.
Metnin değerlendirilmesinde izlenecek yol, özellikle eski metinler için dönemin kendine özgü dil ve sözlük yapısının, dönemi etkileyen olayların ve kişilerin, eseri etkilemiş olması olası geleneklerin belirlenmesidir.
Bu anlayışı ülkemizde Fuat Köprülü temsil etmiştir.

Arketip Eleştirisi
Jung’a göre edebiyatta karşılaşılan birçok tema aslında insan ırkının yüzyıllarca kuşaktan kuşağa aktarageldiği derinlerde ortak duygu ve istekleri temsil eden sembollerin az çok değişikliklere uğramış biçimleridir.
Bu anlayış edebiyat eserindeki arketipleri araştırmayı benimsemiştir. Bundaki amaç, edebiyat esrerinin niteliğini ve değerini belirlemek değil eser aracılığıyla insanlığın ölümsüz sembollerini ortaya çıkarmaktır.
Cassirer ve Eliade bu anlayışa katkı yapmışlardır.

Yazar Merkezli Kuramlar
Anlatımcılık / Ekspresyonizm
Duygu, anlatımcılığın anahtar kavramıdır.
Sanat eseri, sanatçıların duygularının sonucudur. Sanatı, duygunun dile getirilmesi olarak kabul ederler. Eserr ancak sanatçının yaratıcı kişiliğinin sonucudur.
İki farklı kola ayrılır: Croce ve Collingwood’a göre sanatın özü, yaratma eylemindedir. Yaratma ise duyguların anlatımından ibarettir.
Öte yandan Tolstoy, sanatın bir duyguyu aktarabilme eylemi olduğu görüşündedir.
Anlatımcılık, 20. Yüzyılın başlarında dışavurumculuk terimiyle karşılanan sanat akımının adı oldu. Edebiyatta Trakl, Benn, Döblin, Mann gibi isimlerce temsil edildi. Kısa süre içinde soyut sanata dönüştü.

Psikolojik Eleştiri
Sanatçı ile sanat eseri arasında sıkı bir bağ gören bu anlayış, eserin değerini yazarın yaşantısının ve duygu durumunun araştırılmasında bulur. İki kola ayrılır. A) Eseri aydınlatmak için sanatçının yaşamını ve kişiliğini incelemek, B) sanatçının kişiliğini anlamak için eseri incelemek.
Bu yöntemi ilk olarak ortaya atan Saint Beuve olmakla birlikte asıl gelişimini Freud’a borçludur.

Okur Merkezli Kuramlar
Duygusal Etki Kuramı
Okurun eserden aldığı hazzı öne çıkarır.
Öncüsü, I. A. Richards’dır.
Richards’a göre dil bir yandan bilgi vermek, bir yandan da duyguları anlatmak işleviyle kullanılır. Edebiyatta bu ikici işlev geçerlidir.
Okur, estetik bir nesne olarak üretilen eserin karşısında duyduğu haz ile dengeli ve sağlıklı bir yaşantıya ulaşır.
Estetik değer, eserin kendisinde değil uyandırdığı bu estetik yaşantıdadır.

İzlenimci Eleştiri
Herhangi nesnel bir ölçüt öne sürmeksizin eleştirmenin, okurun eserle kurduğu öznel ilişkiyi okuma yöntemi olarak benimser. En önemli temsilcisi Anatola France’dır.
Eleştirmen eser hakkında konuşurken kendinden söz eder. Öznelliği nedeniyle bu yöntemi denemenin bir türü olarak kabul etmek doğrudur. Ülkemizdeki temsilcisi Nurullah Ataç’tır.

Fenomenoloji, Yorumbilgisi, Alımlama Kuramı
Kavram olarak görünenin arkasında hiçbir şey aranmaması, nesnelerin bizzat kendileri ile ilgilenmek anlamına gelir. Fenomenoloji “anlam” kavramıyla yoğun bir şekilde ilgilenmiştir. Anlam ne nesnel ne de özneldir. Husserl’e göre anlam dilden önce vardır.
Gadamer, Hakikat ve Yöntem adlı çalışmasında özellikle “anlam” açısından modern edebiyat kuramlarının sorunlarını tartışır. Gadamer’e göre dilin anlamı toplumsal bir sorundur.
Fenomenolojik anlayıştan yola çıkan ve daha çok eser üzerinde yoğunlaştığı görülen yorumbilgisinin son aşaması ise okur merkezli bir düşünce olan alımlama estetiği veya alımlama kuramıdır. Önde gelen temsilcileri R. Ingarden, W. Iser ve S. Fish’dir.

Eser Merkezli Kuramlar
Biçimcilik
Biçimcilere göre edebi eser, ele aldığı konu ve içerikle ölçülemez. Eserde içeriği meydana getiren bütün ögeler bir değişime uğrayarak dilin düzenlenmesinde ifadesini bulur. Bu nedenle asıl önemli olan dilin biçimsel olarak ortaya koyduğu organik düzendir. Biçim, eserde yer alan bütün ögelerin birbirine bağlanıp örülerek meydana getirdikleri düzendir.
20. yüzyılın başlarında Anglo-Amerikan ve Rus biçimciliği olarak iki koldan gelişme göstermiştir. Anglo-Amerikan okulun temsilcileri C. Brooks, A. Tate, R. Wellek, A. Warren’dir.
B. Tomaşevski, V. Şklovski, B. Eichenbaum, R. Jacobson gibi Rus biçimcileri ise 1915-1930 yılları arasında Moskova Dilbilim Çevresi ve Şiirsel Dil Araştırmaları Derneği çerçevesinde yaptıkları etkinliklerle diğer branşlardan bağımsız bir edebiyat biliminin mümkün olduğunu ortaya koymaya çalıştılar.
Edebi eserin biçimi alışkanlığı kırmak ve yabancılaştırma amacı taşır. Edebi eserin önemi algılamayı yavaşlatarak oluşturduğu estetik yaşantıdır. Önemli olan şairin gerçeklik karşısındaki tutumu değil, dil karşısındaki tutumudur.
Biçimci anlayış Prag Dilbilim Okulu çevresinde faaliyet gösteren Roman Jakobson’ın çalışmalarıyla yapısalcılıkla birleşmiştir.

Yapısalcılık, Post-Ytapısalcılık ve Göstergebilim
Yapısalcılık -> Ferdinand de Saussure(1857-1913)’ün Genel Dilbilim Dersleri adlı eserini temel alır.
Saussure’e göre dil, varlığı kendisini oluşturan ögelerin birbiriyle ilişkisi tarafından belirlenen bir bütündür. Dili eşzamanlı çalışna bir sistem olarak ele alır. Dil/söz ayrımını ortaya atar. Soyut sisteme dil, kullanılması anındakş uygulamaya da söz adını verir. Somut ve bireysel dil kullanımının arkasında soyut ve toplumsal bir sistem vardır. Bunu satranç oyunundaki oyun kuralları ve taşların rolüyle açıklar. Oyunun kurallarını bilmek yeterlidir.
Gösterge, başka bir şeyi temsil eden geçici araç olarak tanımlanabilir.
Yapı sözcüğü, birbiriyle ilişkili olan öğelerin toplamından daha fazla olan bir bütünlüğü ifade etmektedir.
Yapı kavramını edebi metinlere uygulayan A. J. Gremias.
İkili karşıtlık olarak adlandırılan gösteren çiftleri hiyerarşik bir biçimde anlamın derin yapısını oluşturur.
Yerdeşlik (İsotopi): Sözcüğün metinde ifade ve anlam olarak yenilenmesidir.
Yapısalcılığın edebiyat alanındaki çalışmalarını dört başlık altında incelemek mümkün: A) Yapısal üslup incelemesi B) Yapısalcı kurama uygun sanat eserinin belirlenmesi ve incelenmesi C) Yapısalcı bir edebiyat kuramı ve poetika ortaya konması D) Yapısal Eleştiri…

Derrida’nın edebi metnin çözümlenemezliği bağlamındaki görüşleri H. Bloom, J. H. Miller, G. Hartmann, P. D. Mann tarafından benimsenmiştir.

Yapısalcılığın Prag Okulu dışındaki en etkili temsilcisi Hjelmslev, Kopenhag okulunu, N. Chamsky ise Amerikan okulunu temsil eder.

Göstergebilim terimi C.S. Peirce’a dayanmaktadır. Bu daldaki çalışmalar Barthes tarafından ilerletilmiştir.

Yeni Eleştiri
1930-1950 yıllarında Amerika’da oırtaya çıktı. Estetik eleştiri, Rus biçimciliği ve yapısalcılıktan etkilenmiştir.
Edebi eser, özgün bir nesnedir.
Edebi eseri incelemek için eserden başka bir şeye ihtiyaç yoktur.
Biçimcilik, Yapısalcılık ve Yeni Eleştiri
Her üçü de metinden hareket eder, metin dışı ögelere değer vermez.
Biçimciler, edebi eserdeki önemli ögenin “biçim”, yapısalcılar metinde bulunan biçim ve içerikle ilgili bütünü oluşturan “yapı”, yeni eleştiriciler ise “estetik değer” olduğu görüşündedirler.
Biçimciler eserin biçiminden hareketle onu anlamaya çalışırken, yapısalcılar bir göstergeler sistemi olarak düşündükleri eserin derin yapısını ve bu yapıyı oluşturan özellikleri anlamaya çalışırlar.
Biçimciler eserden yola çıkarak genel bir edebilik kuramına ulaşmak, yapısalcılar ise edebiyatı bir göstergeler sistemi içinde çözmek isterler.

Metinlerarasılık
Her metnin başka metinlerin bir sentezi olduğu fikrine/görüşüne yaslanırlar.
Julia Kristeva tarafından 1960’ların sonunda ortaya atılan kavram, iki veya daha çok metin arasındaki karşılıklı konuşma olarak algılanır ve bir tür yeniden yazma işlemi olarak nitelenir.

(Ünite 9)

Metin – Batı dillerindeki karşılığı tekst (tekst – dokuma örme kökünden gelen “dokunmuş veya örülmüş şey” anlamlarını taşır).
Metin – Yazı
Metin - Organik bütünlüklü yazı
Metin kavramını: sözcükleri ve cümleleri belli bir amaç için, belirli bir düzen içinde dokuyarak oluşturulan yazı biçimidir.
Söylem, en küçük ses biriminden (fonem) cümleye kadar metinde görülen dilbilim birliklerinin zincirlenmesidir.
Anlatı, gerçek veya kurmaca olayların artarda gelişini ve onlar arasındaki zincirleme, tekrar, zıtlık gibi ilişkileri ifade etmek için kullanılır.
Metin, söylem ve anlatı ögeleri ve bu ögelerin kendi aralarındaki ilişkilerinden oluşan bir bütündür.

Roman Jakobson’ın dilin işlevleriyle ilgili sınıflandırması:
İfade etme
Etkileme
Bilgi verme
Algılama
Estetik
Üst dil işlevleri

Edebi metin dilin öncelikle estetik amaçla kullanıldığı metindir.
Metnin edebi oluşunu şu şekilde özetleyebiliriz:
Edebi metinlerde asıl önemli öge biçimdir. Edebi olmayan metinlerde önemli olan içeriktir.
Edebi olmayan metinlerde önemli olan bilgi vermektir. Edebi metinlerde bilgi vermenin yanı sıra estetik değer üretmekte amaçlar arasındadır.
Edebi eser çok anlamlı, edebi olmayan eser ise tek anlamlıdır.
Edebi metinde yazar, metinde bütünlük sağlayan bir üslup oluşturmak durumundadır.

Yazar, kabul görebilmek için metnini yazarken hem kendisinden önceki metinlerle uygunluk peşinde koşar, hem de farklılığını ortaya koyabilmek için onlarla çatışır.

METİN ÇÖZÜMLEMESİ
Çözümleme, bir metni belli bir yöntem ile okumak demektir.

Şerh, yazarın ne söylediği ile ilgilidir.
Tahlil, yazarın nasıl söylediği ile ilgilidir.

Metin çözümleme, eleştirinin bir alt kategorisidir.
Metin tahlili, metin incelemesi ve metin analizi ise metin çözümleme kavramıyla aynı anlamı işaret eder.

Metin yorumlaması, çözümleme çalışmalarından sonra metnin ortaya çıkardığı bütünün niteliklerini değerlendirme, metni kendi içerisinde tutarlılık, parçaların bütüne yaptığı katkı ve işlevsellik özelliklerini belirleme ve açıklama, metnin estetik değeri konusunda yargı ve çıkarımlarda bulunma çalışmasıdır.
Yeni Türk edebiyatı alanında metin çözümleme yöntemini ilk uygulayan Mehmet Kaplan’dır.

Metin çözümlemesi iki yönlü bir etkinliktir; metindeki duygu ve düşüncelerin neler olduğunu belirlemeye ve kavramaya çalışmak; söz konusu duygu ve düşüncelerin nasıl ifade edildiğini, hangi tekink yol ve yöntemlerle yazarın metnini oluşturduğunu araştırmak.

Metin Çözümleme Yöntemleri
A) Öznel / izlenimci okuma -> Bu yaklaşım biçiminden nesnel bir yöntem çıkmaz.
B) Psikolojik okuma -> Üç ayrı biçimde metne uygulandığı gözlemlenir: Yazarın psikolojisi, okurun psikolojisi ve metindeki karakterlerin psikolojik özelliklerini incelemek. Bu yöntem büyük ölçüde metnin tematik yönünü esas alır. Duygusal etki kuramında ve alımlama estetiğinde okurun eser karşısındaki psikolojik durumu ele alınmıştır.
C) Biyografik okuma -> Eserden hareketle yazarın hayatını, kişiliğini ve dünya görüşünü belirlemeye çalışmaktır.
D) Sosyolojik okuma -> Edebiyat eserlerini toplumu yansıtan belgeler olarak değerlendirir.
E) İdeolojik ve felsefi okuma -> Metni anlamak ve açıklamaktan çok belli bir görüşün ışığında değerlendirmek, hatta yargılamak söz konusudur. Bu bakımdan eleştirel okumanın bir alt kategorisi olarak kabul edilebilir.
F) Eleştirel okuma -> Kuralcı okuma. Metnin dışından kaynaklanan kurallar ve metni oluşturan bütünün ortaya koyduğu özellikler ölçü alınarak metin eleştirel bir yaklaşımla yorumlanır. Edebiyat türlerinin alışılmış, kabul görmüş kuralları, edebiyat akımlarının genel ilkeleri, dil bilgisi kuralları, edebi sanat ve tekniklerin uygulanması, metnin tutarlılığı gibi faktörler ise iç yaklaşımın dayanak noktalarını oluşturur.
G) Teknik okuma -> Sistemli bir biçimde okumadır.

Metin Çözümlemesinin Aşamaları
Metin Dışı Verilerin Belirlenmesi ve Elde Edilmesi
1- Yazar hakkında bilgi toplanması
2- Metnin üretildiği dönem hakkında bilgi edinmek, dönemin toplumsal ve siyasi özellikleri.
3- Metnin kimliği, yayın yeri ve zamanı.
4- Metinde uygulamak istediğimiz okuma yöntemi.

Biçim Çözümlemesi
Biçim, yazarın içerik elde etmek amacıyla kullandığı yöntem ve tekniklerin bütünüdür.
Biçimi oluşturan başlıca ögeler:
Metnin türü
Yazarın kullandığı söz varlığı
İsotopi (Sözcüğün metinde ifade ve anlam olarak tekrarlanması)
Fiil çekimleri, kip ve zamanların kullanımı
Dil seviyesi
Söz dizimi özellikleri
Cümle türleri
Tonalite
Ritm, armoni, ahenk ögeleri
Noktalama
Metnin yapısı
Edebi sanatlar
Kelime alanları

Biçim incelemesi başlı başına bir üslup araştırmasıdır. Üslup, yazış tarzıdır, içeriğin biçime dönüşmesidir.

İçerik Çözümlemesi
Metnin konusu
Temel ve yardımcı fikirler
Başıca imgeler, semboller, arketipler
Estetik ve ideolojik tercihler.
Yazarın amacı /niyeti.

Türlere Göre Metin Çözümlemesi
Şiir
Yaygın şiir inceleme tarzı meti içerik, biçim, dil-üslup özellikleri bakımından ele almaktır.
A) Biçimsel Tespitler
1- Şiirin dış yapı özelliklerinin belirlenmesi: Nazım şekli, nazım birimi, vezin, kafiye gibi ögelerin belirlenmesi
2- Ahenk oluşturan ögelerin düzeni ve metindeki işlevlerinin belirlenmesi
3- Sapmaların belirlenmesi
4- Çağrışımların, simetrik yapıların belirlenmesi
5- Edebi sanatların belirlenmesi
6- İmge ve metaforların metaforların metindeki konumları ve biçimleri
7- Üslup özellikleri
8- Tonalitenin belirlenmesi
B) İçerikle İlgili Tespitler
1- Konunun belirlenmesi
2- Konunun içeriğe dönüştürülmesinde seçilen araçlar (olay, tema vs)
3- Düşünce ve duygu ögeleri
C) Yapı İle İlgili Tespitler
1- Biçim ve içerikle ilgili ögelerin birbirleriyle ilişkisi.

Anlatı Metinlerinin Çözümlemesi
A) Biçimsel Özellikler.
1- Metinde hikaye etme, olay anlatma bölümleriyle tasvirlerin art arda sıralanışına ve bunlar arasındaki ilişkiye dikkat etmek gerekir. Bu ögelerin olayların gelişimindeki düzenlenişi nasıldır ve katkısı nedir.
2- Anlatımın, anlatılan olaya katkısı var mıdır? Narration (Hikaye ediş tarzı)
3- Zaman ve mekan ögeleri, olay örgüsü ve kişilerin karakteristik özellikleri arasında nedensellik ilişkisi aramak. Bu ögelerin metindeki işlevselliği.
4- Hikaye kahramanlarının sınıflandırılması.
5- Yazarın tercih ettiği anlatım tekniği. Seçilen tekniğin metne katkısı.
6- Anlatıcı ve bakış açısı ögelerinin tespiti.
7- Metnin üslubu
B) İçerikle İlgili Tespitler
1- Metnin konusu
2- Konu hangi figürler, tema ve kavramlarla edebi metne dönüştürülmüş.
3- Temel ve yardımcı düşünceler
4- Yazarın niyeti hengi biçimsel ögelerle nasıl yansıtılmış
5- Metnin tezi nedir?

Düşünce Yazıları
1- Temin tespiti: Konu nedir? Metin neden söz ediyor?
2- Savunduğu tez/tezler nedir/nelerdir?
3- Tezin aktarılmasında kullanılan deliller nelerdir?
4- Hangi örnekler kullanılmış?
5- Fikirler arasında mantıksal bağ var mı?
6- Paragraflar arasında düşünce bütünlüğü saplanmış mı?
7- Nasıl bir anlatım düzeni seçilmiş? Nasıl bir akıl yürütme sırası uygulanmış?
8- Kullanılan terimler, söz dizimleri, söz sanatları nelerdir?
9- Tonalite

İçerik: Şiirleri öncelikle şu içerik ögeleri bakımından incelemek gerekir: konu, izlek, düşünce, olay, varlık, duygu, görüntü…

Tevriye: birden fazla anlamı olan bir sözcüğün yakın anlamını vurgulayıp, uzak anlamını kastetmek.

Hüsn-i ta’lil: herhangi bir gerçek olayın meydana gelmesini, hayali ve güzel bir nedene bağlamak.

İstiare: Bir sözcüğün anlamını geçici olarak başka bir sözcük hakkında kullanmak. Bir şeyi gerçek anlamının dışında bazı bakımlardan benzerlik kurulan başka bir şeyin ismiyle belirtmek.



Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı 1

Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı 1

Ünite 1
Tanzimat Edebiyatının Arka Planı

1440 yılından itibaren Roma ve Floransa’da başka bir dünya algısı peşindeki insanlar klasik metinlerin çevirilerine başladılar. İlerleyen yıllarda bu eserler hakkında çok çeşitli tartışmalar ve yorumlar ortaya atıldı.
1456 yılında Gutenberg’in matbaasında kitaplar basılmaya başlandı.
1519 yılında Martin Luther İncil’i Almancaya çevirerek Roma Kilisesine savaş açtı.
15. yüzyıl boyunca Avrupa’da 1700 civarında matbaa kuruldu ve yaklaşık 15-20 milyon kitap basıldı.
Bütün bu gelişmeler 17. Yüzyıldan itibaren başta İngiltere olmak üzere Avrupa ülkelerinde meyvelerini vermeye başladı.
F. Bacon, T. Hobbes, Voltaire, Montesquieu ve Kant gibi düşünürler ön yargılar, dogmalar ve batıl inançlara karşı aklı yüceltmeye başladılar.
Aklın yükselişi 1750 yılından sonra başlayan Sanayi Devrimi’nin dayandığı temeldir. Pragmatizmin gelişimi de aynı dönemdedir. Avrupa insanı bu dönemde dünyayı işlenebilir hammadde olarak görmeye başlar.
Rasyonelleşmenin yaygınlaşmasıyla birlikte pozitivizm adeta bir din hüviyetine bürünür.
Sanayileşmenin getirdiği teknik imkânları ordularını modernize etmede de kullanan Avrupalı ülkeler dünya siyasetini yönetecek konuma eriştiler.
Avrupa’daki bu ilerleme Osmanlı topraklarındaki gayrı Müslimlerin iktidara karşıt bir tutuma girmeleri ve Avrupa ülkelerinin güdümüne girmeleri sonucunu doğurmuştur.
16. yüzyıla kadar Batıdaki gelişmeleri dikkatle takip eden Osmanlı Devleti bu tarihlerden itibaren yeniliklere ilgisi kaybederek Avrupa karşısında teknolojik bakımdan gerilemeye başlamıştır.
III. Selim döneminde Fransız Devrimi’nin neme nem bir şey olduğunun anlaşılması için sultana rapor sunan hariciyeci Atıf Efendi, Muvazene-i Politike adlı raporunda Aydınlanmacıları fısk-ı fücur cümbüşü olarak tasvir eder. Çağın olaylarına bakışımız işte bu minvaldedir.

1821-1825 yılları arasında Mora’da çıkan Rum isyanından mütevellit tercüme işlerinde Rumlara güvenemeyeceğini idrak eden Osmanlı, 1821 yılında Tercüme Odası ihdas ederek hariciyeci yetiştirmeye başladı. Tercüme Odası’nın Tanzimat aydınlarının Batıya açılmasındaki önemi çok fazladır.

Osmanlı’daki derileme 1683 tarihli Viyana bozgunu ve buna müteakip devam eden savaşların sonunda imzalanan Karlofça Antlaşması (1699) ile ayyuka çıkar. Batı bu tarihten sonra Türkleri Avrupa’dan çıkarmak üzere hareket etmeye cesaretlenir.

Kapitülasyonların ilerleyerek Osmanlı ekonomisini bitirme noktasına gelmesi gerilemenin bir diğer nedenidir. Ekonomideki gerilemeyle birlikte Batıdan borç almaya başlayan Osmanlı ekonomisi kısa zamanda vesayet altına girmiştir.

Osmanlı’nın gerileyişinin en güçlü ayaklarından biri de düzeni bozulan Yeniçerilerdir.


Ünite 2

Osmanlı Devletinde Çağdaşlaşma

Modernleşme çalışmalarına cesaretlenmemize sebep Büyük Petro’nun Rusya’da, Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’da elde ettiği başarılardır.
İlk girişimler Damat İbrahim Paşa döneminde başlar. Avrupa ülkelerine elçiler gönderiyoruz bu dönemde. 1719’da Viyana’da, 1921 yılında da Paris’e elçiler gönderilir.
Lale Devri’nde başlayan bu çalışmalar Osmanlı ordusunun İran hükümdarı Nadir Şah karşısında aldığı yenilgiyle (1730) galeyana gelen halkın Frenk tarzına nefreti iyi kullanan Patrona Halil’in başını çektiği isyanla sona erer.
Dini eserlerin basılmaması şartıyla kurulmasına izin verilen matbaada 1729 yılında Vankulu Lügati basılır.

Halil Hamit Paşa’nın gayretleriyle 1773’te Mekteb-i Riyaziye, 1776’da Handese Odası adıyla mühendislik okulu ve 1783’te de Mühendishane-i Bahr-i Hümayun açıldı.
1827’de Mekteb-i Tıbbiye, 1831’de Mızıka-yı Hümayun Mektebi, 1834’te Mekteb-i Ulum-ı Harbiye açıldı.

Çeviriler
1660’lı yılların başında Tezkereci Köse İbrahim Efendi, Fransız astronom Noel Duret’nin 1651’de Paris’te basılmış eserini Secencel el Eflak fi Gayet el-İdrak adıyla önce Arapçaya sonra da Türkçeye çevirir.
İbrahim Müteferrika, Kâtip Çelebi’nin Cihannüma ve Andreas Cellarius’un Atlas Celestis adlı eserlerini Türkçeye çevirdi.
Şanizade Ataullah Efendi, 1812 yılında Baron von Storck’un Miyar’ül-etibba adlı eserini, Hekimbaşı Behçet Efendi, İtalyan Antonio’dan Çiçekaşısı, Kolera Risaleleri ve Ruhiyyat Risaleleri’ni çevirir.
Münif Paşa’nın Volter, Fenelon ve Fontenel’den seçilmiş felsefi parçalar içeren eseri Muheverat-ı Hikemiyye (1859) ve Yusuf Kamil Paşa’nın Fenelon’dan Telemaque çevirileri (1859) yenileşme hareketlerinin düşünsel zeminin oluşturur.
Aynı yıl (1859) Ceride-i Havadis’te Victor Hugo’nun Sefiller’i Hikâye-i Mağdurin adıyla tefrika edilir.
Ahmet Lütfi Efendi, Daniel Defoe’nun Robenson Cruzoe adlı eserini (1864), Teodor Kasap, Monte Cristo’yu (1871-1873) ve Lesage’dan Topal Şeytan’ı (1872) çevirir.
Ziya Paşa, Rousseau’nun Emil (1870) ve Moliere’in Riyanın Encamı (1881) adlı eserlerini çevirir.
Ahmet Vefik Paşa, Moliere’in Tartuffe, İnfial-i Aşk, Don Juan, Adamcıl adlı eserlerini çevirir. Yine Moliere ait olan Zor Nikâh, Zoraki Tabip, Tabip-i Aşk, Dekbazlık adlı oyunlarını uyarlar.
Recaizade Mahmut Ekrem, Chateaubriand’ın Atala (1873) ve Bernard de Saint Pierre’in Pol ve Virjini’ini çevirir.

Gazeteler
İlk gazete II. Mahmut döneminde çıkar; Takvim-i Vekayi (1831). Başyazarı Esat Efendi idi.
İlk özel gazeteyi William Churchill Ceride-i Havadis adıyla çıkarır (1840). Gazetenin amacı Osmanlı topraklarındaki İngiliz çıkarlarını belirlemek ve bunun propagandasını yapmaktı.
Agâh Efendi’nin Tercüman’ı Ahval’i 1860’da yayına başlar. Şinasi’nin yönettiği bu gazetede ilk tiyatro eserimiz Şair Evlenmesi tefrika edilmiştir. Şinasi daha sonra bu gazeteden ayrılarak Tasvir-i Efkâr adıyla kendi gazetesini çıkarmaya başlar (1862).
Ali Suavi’nin Muhbir (1867), Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın Londra’da kurdukları Hürriyet (1868), yine Namık Kemal’in İstanbul’da çıkardığı İbret (1871), Ahmet Mithat’ın Devir (1872), Bedir (1872) ve pek çok romanını tefrika ettiği Tercüman-ı Hakikat (1878) dönemin diğer gazeteleridir.

Tanzimat Fermanı
Reşit Paşa tarafından 3 Kasım 1839’da okunmuştur.
Özünde tüm Osmanlı yurttaşlarına eşitlik vaat eden bu ferman Müslüman kesim tarafından yadırganmıştır.
Fermanda vaat edilen yenilikleri gerçekleştirecek düşünsel altyapıya sahip olmayan Osmanlı, bu iyi niyetli girişiminden zararlı çıkmıştır. Ağırlıkla gayrı Müslim kitlelerin haklarını gözeten ferman, ilerleyen yıllarda Avrupa ülkelerinin Osmanlı’nın iç işlerine müdahale etmeye başlamalarına zemin hazırlamıştır.
Tanzimat’ın asıl müspet etkileri edebiyat alanında gözlenmiştir.

Tanzimat dönemi aydınlarından Şinasi, akılcı bir kavrayışı, din ve Tanrı algısına kadar taşımak isteyen modernist bir öncüdür.
Reşit Paşa için yazdığı Kaside ve Münacat’ı yenilik düşüncelerinin edebiyatımızdaki ilk ve en ileri örneklerindendir.
Kuvvetler ayrımını meclis-i meşveret kavramı ile sürekli gündemde tutmaya çalışan Namık Kemal, demokrasi yanlısı tutumu ile Tanzimat döneminin en önemli aydınlarındandır.
Tasvir-i Efkâr’da 1866’da yayımlanan Lisan-ı Osmaninin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülahazatı Şamildir adlı makalesi Türkçenin yazı dili olarak Arapça ve Farsçadan ayrılması gerektiğinin önemine işaret eder.
Osmanlı-Rus savaşı dolayısıyla yazdığı Murabba’da hürriyet, vatan, devlet ve millet kavramlarını işler.
Ziya Paşa’nın Şiir ve İnşa adlı makalesi, modernleşme çalışmaları açısından önemlidir.
Sadullah Paşa, şair kimliğinden ziyade pozitivizm düşüncesiyle palazlanan Batıdaki teknolojik gelişmeleri görmesi bakımından dikkate değer bir aydındır. 19. Asır adlı manzumesi bu gözlemleri içerir.
Beşir Fuad, Büchner, Jean Masse ve Claude Bernard’dan yaptığı çevirilerle realizmi hakikuyyun sözcüğüyle karşılamış ve aşkın metafizik görüşleri reddetmiştir.

Özetleyelim; yeni Türk edebiyatının ortaya çıkışını 3/5 kitabın dilimize çevrilmiş olması hadisesine bağlamış bulunmaktayız.


Ünite 3

Tanzimat Döneminde Şiir: 1. Kuşak

Tanzimatla birlikte Batı tesirinde eserler verilmeye başlanması klasik edebiyat geleneğimizin bir anda terk edildiği anlamına gelmemelidir. Bazı şairler ve yazarlar klasik tarzda eserler vermeye devam etmişlerdir (Osman Şems Efendi, Kâzım Paşa, Leskofçalı Galip, Hersekli Ârif Hikmet). Bununla beraber Tanzimat döneminin birinci kuşak edebiyatçılarından Şinasi, Ziya Paşa ve Namık Kemal’in de biçim bakımından klasik tarza sadık kaldıkları eserleri mevcuttur.
Yenileşme hareketleri çerçevesinde Şinasi, konuşulan Türkçeyi yazı dili yapmak ister. Şair Evlenmesi adlı eserini bu düşünceyle kaleme almıştır.
Müntehabat-ı Eş’ar adlı eserindeki şiirlerinde de bu konuya dikkat etmiştir.
Namık Kemal ve Ziya Paşa, Şinasi kadar radikal davranamazlar ancak Ahmet Mithat Efendi tam manasıyla Şinasi’nin çizgisinde, halk dilinde eserler vermeye gayret etmiştir.

Gazetelerin günlük hayata dahil olmasıyla birlikte edebi eserler yüksek zümreye değil ağırlıkla halka yönelmiş ve bu, edebi eserlerde halk dilinin tercih edilmeye başlamasında etkili olmuştur.

Türkçe ile ilgili çalışmalara Şinasi, Türk atasözlerini derlediği eseri Durub-i Emsâl-i Osmaniye adlı eseriyle katkı yapar (1863).

Türk dili hakkında ilk ciddi çalışma Şemseddin Sami’nin Lisan-ı Türkî “Osmanî” başlıklı makalesidir (1881). Türkçenin sadeleşmesi gerektiğine dikkat çeken yazar, düşünceleriyle Ömer Seyfettin’i etkilemiş ve Yeni Lisan hareketine öncülük etmiştir.
Türkçenin sadeleşme yönündeki çalışmalara Ahmet Vefik Paşa da katkı yapmıştır (doğu lehçelerinden sözcük almak teklifini dışarıda tutmak kaydıyla).

Klasik tarzda eserler kaleme alan ve bunun yanında içerik bakımından edebiyatımıza yeni temalar getirmesi bakımından Âkif Paşa, dönemin dikkat edilmesi gereken edebiyatçılarındandır. Kaside-i Adem adlı eserinde varlığa karşı yokluk temasını yüceltmesi şiirimiz açısından daha önce benzeri olmayan bir örnektir. Eserlerinde kötümser ruh hali hakimdir.

Tanzimat’ın ilk yıllarında klasik tarza bağlı edebiyatçılar Encümen-i Şuara adıyla bir meclis teşkil ederler (1861).
Hersekli Ârif Hikmet’in Aksaray’daki evinde toplanan meclis, şiire hevesli gençlere yardımcı olmaya çalışır.
Leskofçalı Galip, Osman Şems, Hersekli Ârif Hikmet, Kâzım Paşa, Nevres, İbrahim Halet Bey, Üsküdarlı Hakkı Bey, Recaizade Celal, Salih Faik Bey, İrfan Paşa, Salih Naili, Ziya Paşa ve Namık Kemal bu meclise devam etmişlerdir.
Sebk-i Hindi ekolüne bağlı kalan meclis, şiirlerine başlık koymaları, ortak şiirler kaleme almaları, yeni tema arayışına girmeleri ve bazılarının dilde sadeleşemeye gitmeleri bakımından dikkate değer işler yapmıştır.

Şinasi
Şiirde ilk değişim içerikte gözlenir; bu dönüşümün ilk örneklerini İbrahim Şinasi’nin eserlerinde görebiliriz. Maliye eğitimi almak üzere 1849-1854 yılları arasında Fransa’da bulunan Şinasi, bu dönemde aralarında Lamartine’in de bulunduğu çeşitli sanatçılarla dostluklar kurar. Şinasi’nin Fransız sanat çevreleriyle olan bu dostluğun etkileri, şiirlerinde alışagelmediğimiz yeni sözcükleri kullanmasıyla kendini gösterir. Şiirlerinde vatan, hürriyet, devlet, medeniyet gibi sözcükler kullanan Şinasi’nin şiirimize dahil ettiği kavramlardan biri de akıldır.
Reşit Paşa için yazdığı kasideler ile de devrine yeni görüşler, düşünceler katmak/aşılamak istediğini görüyoruz.
Batı edebiyatından yaptığı çevirilerde yeni şekil denemelerinde bulunmuştur. Yazdığı kasidelerde nesib kısmını kaldırıp doğrudan medihte bulunmuştur. Klasik şiirin mazmunlarla dolu kapalı anlatımını çözüp, yaşanan hayatı anlatan canlı ve halkın iştirak edebileceği bir dile ulaşmak istiyordu.

Namık Kemal
Klasik tarz şiir zevkiyle yetişmiş ve çok sayıda klasik tarz şiiri bulunan Namık Kemal, 1862 yılında Şinasi ile tanıştıktan sonra sanatı ve edebi kişiliği tümüyle değişir.
Leskofçalı Galip’in etkisini uzun süre üzerinden atamayan Namık Kemal, Şinasi’yle tanıştıktan sonra da içerik ve biçim bakımından eski tarza bağlı eserler yazmıştır.
Namık Kemal’in şiirlerinde hürriyet, eşitlik, meşruti yönetim, hak, adalet, hamiyet, millet ve halk kavramları sıkça karşımıza çıkar. Bu kavramlar bir şekilde vatan temasına bağlanırlar.
Namık Kemal’in şiirimize katkıları ağırlıkla içerik yönündedir.

Ziya Paşa
Sanatı biçim bakımından klasik tarzın zevkini koruyan Ziya Paşa’nın şiirlerinde yenilikçi fikirler ve temalar, içerik olarak karşımıza çıkar.
Eski ile yeni arasında kalmış olan Ziya Paşa, aklıyla yenilikçiliğe destek olurken gönlüyle eskinin güzelliklerine sahip çıkmaktadır.
Klasik İslam felsefesiyle modern Batı bilimlerini, özellikle astronomiyi başarılı bir şekilde birleştirdiği şiiri Terci-i Bent ile edebi şöhrete kavuşmuştur. Şiirde hayata ve kâinata sorular yöneltir. Hayata pek de iyimser bir gözle bakmayan Ziya Paşa, şiirinde de sürekli olarak kötü olanın galip gelmesi ve iyinin kaybetmesi üzerinde durur.
Ziya Paşa’nın karamsar atmosferi, 1870 yılında İsviçre’deyken Bağdatlı Ruhi’nin Terkib-i Bent’ine nazire olarak kaleme aldığı Terkib-i Bent’te durulmuş görülür.
Harâbât Mukaddimesi’nde çocuk yaşta halk şiiriyle karşılaştığı bilgisini veren Ziya Paşa, Şiir ve İnşa makalesinde halk edebiyatını asıl edebiyatımız olarak kabul eder.

Sadullah Paşa (1838-1891)
Eserlerinin çoğu günümüze ulaşmamış olan pozitivist Sadullah Paşa, Batı hayranı, yenilikçi bir devlet adamıdır. Eserleri edebi içerikten ziyade fikri içeriğiyle dikkat çeker. On Dokuzuncu Asır isimli manzumesiyle döneminin aydınlarının yöneldiği Batı dünyasının temel değerlerini ortaya koymuştur. İnsan aklının gücü ve kudretinin öne çıkarıldığı şiirde, Ortaçağ karalığından aklın kılavuzluğunda kurtulan Batı medeniyetinin ilerlemesi etraflıca işlenir. Şiirde Osmanlı toplumuna da bu yolu izlemesi salık verilmektedir.


Ünite 4

Tanzimat Döneminde Şiir: 2. Kuşak

İkinci kuşak Tanzimat şairleri ilk kuşakta başlayan değişim ve yenilikleri ilerletirler. Birinci kuşağın akla dayalı toplumsal içerikli sanat anlayışı yerini, insanın iç dünyasındaki duygu durumların anlatımına bırakmaya başlar. Şiirde bireysel içerik ağırlık kazanır. Güzelliği esas alan sanat anlayışı bu döneme hakim olur.
II. Abdülhamit döneminin baskıcı uygulamalarının dönemin sanatçılarının romantizme bağlanmasına yol açtığı ve bunun sanatta güzeli yüceltmelerine, kurguda bireysel konulara öncelik vermelerine neden olduğu görüşü savunulabilir.
Dönemin isimleri; Recaizade Mahmut Ekrem (1847-1914), Abdülhak Hamit (1852-1937) ve Muallim Naci (1849-1893).
İkinci kuşağın hemen ardından çok sayıda genç şairden oluşan ara nesil de denilen üçüncü kuşak gelir ki bunlar devraldıkları yenilikleri daha geniş alanlara yayarak Servet-i Fünun dönemine taşırlar.
Şiirin içeriğiyle birlikte şeklinde de önemli değişikler deneyen ikinci kuşak, toplumsal konulardan ziyade bireysel konulara ve temalara yer vererek emeklemekte olan yeni edebiyatımızın içe kapanmasına neden oldular. İkinci kuşağın şiirlerinde aşk, ölüm, tabiat temaları, metafizik ve mistik arayışlar yer alır.
Kelime seçiminde titiz davranmalarına karşın dilin sadeleşmesine katkı yapamamışlardır.
Klasik tarzın klişeleşmiş mazmunlarının yerine yeni imgeler/semboller aranmıştır. Soyut mazmunların yerine tabiattan esinlenerek kurgulanmış görülebilir hayaller, tasvirler edebiyatımıza girmeye başlar.
Şiirin şekli üzerinde de değişik teknikler denenir.

Recaizade Mahmut Ekrem
İkinci kuşağın öncüsü Recaizade Mahmut Ekrem’dir. Şiirden başka, öykü, roman, eleştiri ve kuramsal yazılar neşretmiştir. Hariciye nezaretine memur olarak giren yazar burada Namık Kemal ile tanışır. Tasvir-i Efkâr’da yazıları çıkmaya başlar. 1867 yılında Namık Kemal’in Avrupa’ya kaçmasından sonra gazetenin idaresini üstlenir. Şurâ-yı Devlet üyeliği yapmak kaydıyla devlet adamlığı da yapan yazar, Mekteb-i Mülkiye-i Şahane ve Mekteb-i Sultanî’de dersler vermiştir.
Recaizade Mahmut Ekrem, ara nesil ve sonrasındaki Servet-i Fünun hareketi üzerinde etkili olmuştur. Onun bu etkisini edebiyat hakkındaki kuramsal yazılarında aramak gerekir. Servet-i Fünun hareketini başlatan aynı adlı dergiyi çıkaran ve derginin başına Tevfik Fikret’i getiren Ahmet İhsan, Recaizade Mahmut Ekrem’in öğrencilerindendir.
Talim-i Edebiyat adlı eseriyle yeni bir şiir anlayışını savunan yazar, klasik edebiyattan uzaklaşarak Batılı anlayışının gençlere yerleşmesine katkı yapmıştır.
Recaizade Mahmut Ekrem, şiirde güzelliği esas alır. Şiirde fayda ve ahlakı öne çıkaran birinci kuşak edebiyatçılardan bu yönüyle ayrılmaktadır. Güzel olan her şeyin şiire konu olabileceğini söyleyerek şiirin alanını genişletir.
Edebi eserde ve dolayısıyla şiirde üç tür güzellik görür;
Düşünce güzelliği,
Hayal güzelliği,
Duygu güzelliği…
Ona göre şiirin ölçülü ve kafiyeli olması gerekmez.

Abdülhak Hamit Tarhan
Şiir sanatındaki gücüyle öne çıkan ve yenilikçi edebiyatçıları etkileyen Abdülhak Hamit Tarhan, dil kurallarını ihlali, üslûp endişesi taşımaması, klasik tarzın estetik anlayışından uzaklaşması, metafizik endişeleri ve çok çeşitli imgeleriyle yenilikçi edebiyatçılar arasında sivrilir.
Fransız ekolüyle yetiştirilmiş olması, yenilikçi yanının beslenmesinden etkilidir.
Sanatı geniş ölçüde serbest çağrışımlara ve ilhama dayalıdır. Ağırlıkla ölüm ve metafizik içerikli şiirler yazmıştır.
Eşi Fatıma Hanım’ın ölümü üzerine yazdığı Makber (1885), ölüm ve metafizik konularında derinleşmesine sebep olur. Onun bu dönemdeki şiirleri felsefi şiir olarak kabul edilir.

Muallim Naci
Ziya Paşa gibi klasik şiiri çok iyi bilen, şekil ve zevk bakımından klasik edebiyata dayanan Muallim Naci, klasik şiiri sürdürmez. Klasik şiiri yenileme çabası içine girer. Yenileşmeye açık olan şair, klasik edebiyatla olan bağını sürdürür. Bu bakımdan neo-klasik kimliği kazanır. İlk şiirlerini henüz 18 yaşında Varna’dayken yayınlayan şair kısa zamanda üne kavuşur.
Mes’udi ve Mes’ud Harabatî mahlaslarıyla klasik biçimde aşk ve şarap eksenli şiirler yazar. Hayata tepeden bakma ve boş vermişlik hakimdir bu dönem şiirlerinde.
Eski ve yeni tarzı şiirlerinde görebildiğimiz Muallim Naci, daha çok klasik şiirin temsilcileri arasında kabul edilir. Bunun nedenleri, yenilikçilerin klasik tarzdan keskin biçimde uzaklaşmış olmalarına karşın Muallim Naci’nin klasik edebiyat zevkini yeni tarzda yazdığı şiirlerde de kullanmak istemesi, eski ve yeni tarzı savunan kutupların çekişmeye başladıkları dönemlerde klasik edebiyatı savunanların onun yakınında kümelenmeleri sayılabilir.

Yenileşmenin ikinci kuşağı, biçim yönünden şiirde arayışlarına devam ederler; hece ölçüsü ve Batı edebiyatından alınan nazım şekillerinde şiirler yazılır. Birinci kuşak şairlerden Ziya Paşa, hece ölçüsüyle şiirler yazmıştı. Namık Kemal ve onun isteği üzerine Abdülhak Hamit de hece ölçüsüyle eserler vermiştir.

Yenileşmenin Üçüncü Kuşağı: Ara Nesil
Şiirin şekil, üslûp ve içeriği üzerinde süregelen yenilikleri arttırarak devam ettirirler. Birinci ve ikinci kuşakta sayılı isim tarafından savunulan yenilik hareketleri bu dönemde sayılamayacak kadar çok genç kalemin elinde geniş bir yaşam alanı bulur.
Ara nesil döneminde öne çıkan isimler;
Menemenlizade Mehmet Tahir (1862-193)
Nabizade Nazım (1864-1893)
Mehmet Celal (1867-1912)
Nigâr Hanım (1862-1918)
Mustafa Reşit (1861-1936)
Recep Vahyi (1867-1923)
Fazlı Necip (1863-1932)
Müstecabizade İsmet (1868-1917)

Birinci ve ikinci kuşak edebiyatçıları daha ziyade gazetecilik faaliyetleri çerçevesinde seslerini duyuruyorlardı bu ara nesilde ise gazetelerin yerini dergicilik almaya başlamıştır.
Dönemin belli başlı dergileri;
Âfâk, Âsâr, Berk, Gayret, Gülşen, Güneş, Hâver, Hazine-i Fünun, Hizmet, Maarif, Malûmat, Mekteb, Mir’at-i Âlem, Muhit, Musavver, Nilüfer, Resimli Gazete…
Eser verdikleri yıllar II. Abdülhamit’in istibdat dönemine denk geldiği için, memleket meseleleri ve politik konularda yayın yapamayan edebiyatçılar, eserlerinde insanın iç dünyasına yönelmişlerdir. Mehmet Celal ve Mustafa Reşit Servet-i Fünuncularda doruğa ulaşacak olan santimantalizmin öncüleridir bu dönemde.
Sosyal ve faydacı içerikten uzaklaşarak estetik kaygılarla şiirler yazmaya başlamışlardır.
Ara Nesil edebiyatçılarının tamamının yenilikçi olduğunu iddia etmek gülünç olur. Muhafazakâr aydınlar, bu dönemde klasik edebiyat zevkini devam ettirme gayretinde olmuşlardır. Şeyh Vasfi, Elhac İbrahim Efendi, Hoca Hayrettin Efendi, Mehmet Salahi, Muallim Feyzi ve Ali Ruhi eskiyi sürdürmek isteyen isimler arasındadır.
Klasik edebiyat yanlılarının eski edebi geleneği sürdürmekteki ısrarları ileride Servet-i Fünuncuların öncüsü olarak anılacak olan Tevfik Fikret ve Cenap Şahabettin gibi isimleri de etkilemiş ve bu isimler ilk dönem eserlerinde klasik tarza bağlı kalmışlardır.
Eski ve yeninin kutuplaşmaya başlaması kaçınılmaz olarak bir ara bölge/ara gurup oluşması sonucunu doğurur. İntihâle karşı çıkan, Batılı gibi düşünüp Türk gibi yazmayı, sosyal şartlarımıza, adet ve geleneklerimize uygun bir edebiyat üretmeyi savunan Ahmet Rasim bu gurupta değerlendirilir. Ali Kemal ve Recep Vahyi de aynı çizgidedirler.

Ara nesil döneminde dikkat çeken bir diğer husus çeviri faaliyetleridir. Sadece Batı dilleri değil Doğu dillerinde de çok çeşitli türlerde eserler bu dönemde dilimize kazandırılmıştır.
Çeviri faaliyetlerinde titizlikle üslûp üzerinde durulması şiirimizde konuşma sentaksının gelişmesini sağlamıştır.
Yine şiirde anjambantlı cümlelere bu dönemde rastlanır.
Kafiyede şekil birliği bırakılıp fonetik benzerliğe önem verilmeye başlandı. Kafiyenin göze değil de kulağa göre tanzim edilmesi yüzyıllardır süre gelene klasik anlayışın sona ermesi anlamına gelmektedir.
Aşk ve ölüm, bu dönemin şiirindeki hakim temalardır. Verem, hüzün, gözyaşı, ev hayatı ve yaşama sevinci de tema ve konu olarak karşımıza çıkar. Ölüm temi o denli popülerdir ki mezarlığı keşfeden şairler, sevgilinin varlığının somutlaştığı yer olarak işlenene mezarlıklarla ilgili olarak Kitabe-i Seng-i Mezar başlıklı şiirler yazılmaya başlanır.

İlk örneklerine Mir’at-i Âlem dergisinde rastlanan Recaizade M. Ekrem’in Kelebek ve Hüseyin Haşim’in Kocakarı ve Kedi şiirleriyle başlayan tablo için şiir / tablo altı şiir modası bu dönemde rağbet görmüştür. Tablo şiirleri ağırlıkla tabiat tasvirleri ve bu yolla şairin kendi iç dünyasını ifadesi şeklindedir. Muallim Naci ve M. Faik’in de tablo altı şiirler yayınlamasıyla birlikte bu tür yaygınlık kazanmıştır.
Servet-i Fünun döneminde özellikle Cenap Şahabettin ve Tevfik Fikret’in yazdığı resim gibi şiirlerin gelişmesinde bu tablo şiirlerinin katkısı olduğu aşikârdır.
Recaizade M. Ekrem’in nesr-i muhayyel terkibiyle karşıladığı düzyazı şiir (mensur şiir) de ara nesil edebiyatçılarının rağbet ettiği bir türdür.
Mustafa Reşit, mensur şiirlerini Gözyaşları (1887/8) adlı bir kitapta, Halit Ziya ise Mensur Şiirler (1891) ve Mezardan Sesler (1891) adlı kitaplarda toplayıp yayımlar.
Mensur şiirler yazan bir başka şairimiz Mehmet Celal, Muallim Naci’nin bir şiirinin etkisinde kalarak aynı tem ve içerikle İstifâza başlığı altında mensur bir şiir yazmıştır.
Mensur şiir yazmaya şairleri cesaretlendiren, Recaizade M. Ekrem’in Takdir-i Elhan’daki mensur şiiri öven yazılarıdır (bu, elbette tek sebep değildir).


Ünite 5

Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatında Roman: 1. Kuşak

1605 yılında yayınlanan Don Kişot Batı’daki ilk roman olarak kabul edilir. Sanayi devrimi ve modernleşmeyle birlikte roman türü Batı edebiyatının lokomotifi konumuna gelir. Tanzimat’la birlikte başlayan yeni Türk edebiyatında roman türünün ilk örneklerine de ancak bu modernleşme döneminde rastlarız.
Ahmet Hamdi Tanpınar, bizde roman ve öykü türünün başlamasını çevirilere bağlar. Hakikaten de öyledir; 19. Yüzyılda yapılmaya başlayan çeviri eserlerden hemen sonra öykü, roman ve tiyatro türünde eserler neşredildiği gözlenmektedir.
İlk örnekler; Ahmet Mithat Efendi’nin 1870 yılında yayımlanmaya başlayan Kıssadan Hisse ve Letaif-i Rivayat serilerinde yer alan romanlar, Şemsettin Samî’nin 1872/1873 yıllarında çıkan Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat ve Namık Kemal’in İntibah ve Cezmi adlı romanlarıdır.
Birinci kuşak edebiyatçıların romanları ağırlıkla sosyal konulara eğilir;
Görücü usulüyle evlenme,
Batılılaşmanın yanlış anlaşılması,
Köy hayatı ve köy halkı,
Kölelik,
Tarihi dönemleri konu alan eserler,
Fen bilileri ve tekniğe bağlı gelişmeleri ele alan eserler…

Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat
Batılı anlamda ilk romanımız Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’dır. İlk eser olması bakımından teknik anlamda kusurları vardır.
Romanın esas karakteri Talat, Aksaray’daki evinde annesi Saliha Hanım ve Arap dadı Ayşe Kadın ile birlikte yaşamaktadır. Kocasıyla mektepte tanışarak evlenmiş olan Saliha Hanım, oğlunun da görüp beğeneceği bir kızla evlenmesini arzulamaktadır.
Bir kalemde memur olarak çalışan Talat, tütün satıcısı Hacı Baba’nın üvey kızını (Fitnat)evin cumbasında görür ve âşık olur. Tutucu bir adam olan Hacı Baba, kızını sokağa çıkartmamaktadır. Evinde dikiş dikerek zaman geçiren Fitnat’da Talat’ı görmüş ve beğenmiştir. Fitnat’ı görebilmek için kadın kılığına giren Talat, Fitnat’ın dikiş öğretmeni Şerife Hanım’ın evine gider. Şerife Hanım’ın Fitnat’a okuma yazma öğretme teklifini kabul eden Talat, Râgıbe adıyla Hacı Baba’nın evine gidip gelmeye başlar. Finat’ı gizli kimliğiyle görmeye başlayan Talat halinden memnundur. Fitnat bir gün Râgıbe Hanım’a cumbadayken gördüğü ve beğendiği genç bir adamdan söz eder. Fitnat bu genci Râgıbe Hanım’a benzetmiştir. Râgıbe Hanım’da Fitnat’a bir erkek kardeşi olduğunu söylemiştir.
Romanın bundan sonraki bölümünde Üsküdar’da büyük bir konakta yaşayan Ali Bey olaylara dahil olur. Boşadığı karısını geri çağırmak isteyen Ali Bey, eski eşinin öldüğü haberini alır ve kahrolur. Şerife Hanım, Ali Bey’in konağında bir cariyeye nakış dersleri vermektedir. Ali Bey’e eş arayan Şerife Hanım namzet olarak Fitnat’ı düşünür. Hacı Baba bu teklifi uygun bulur. Fitnat istemese de nikâh kıyılır. Râgibe’ye içini açan Fitnat, Talat’ı sevdiğini söyler. Kıyafetlerini çıkaran Râgıbe’de Talat olarak Fitnat’ın karşısına çıkar. Üvey kızının üzüntüsünü gören Hacı Baba, kızını dinlenmesi için Üsküdar’daki bir yakınının yanına yollar. Bu teklife çok sevinen Fitnat kendini Ali Bey’in konağında bulur. Yaşadığı entrika karşısında büsbütün yıkılan Fitnat’ı olaylardan habersiz olan Ali Bey kendi haline bırakır, ona yaklaşmaz. Fitnat’ın boynundaki muskayı ele geçirip okur; muskada ölen annesinin Fitnat’a vasiyeti yazılıdır. Fitnat’ın annesi Ali Bey’in boşadığı karısıdır. Tabiatıyla Fitnat’ta Ali Bey’in öz kızıdır. Bütün olayları öğrenen Ali Bey, Fitnat’ı Talat ile evlendirmeye karar verir. Ali Bey’in düşüncelerinden habersiz olan Fitnat bu sırada intihar eder (bıçakla bileklerini keser). Fitnat’ın başucunda gam ve kedere gömülen Talat da bu acıya katlanamaz ve ölür. Yaşanan bu olaylardan sonra Ali Bey’de çıldırır.
Görücü usulü evliliklerin doğru olmadığı mesajını yüklenen kurgusuyla bu eser sosyal içerikli bir roman olarak kabul edilmelidir.
Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ta evlilik dışında kız çocuklarına eğitim verilmemesi, kölelik gibi konuların da eleştirisi yapılmaktadır (Arap asıllı Ayşe Kadın romandaki köledir).
Romandaki tesadüflerin aşırılığı romanı gerçekçilikten uzaklaştırmaktadır.
Roman, otuz altı bölümden oluşmaktadır. Her bölümün başında bölümün içeriğine uygun başlık kullanılmıştır.
Roman, Aksaray’daki evle başlar ve önce Saliha Hanım sonra da Talat’ın hikâyesi anlatılır.
Laleli’deki Hacı Baba’nın dükkânıyla anlatının ikinci bölümü başlar. Burada da Fitnat’ın hikâyesine yer verilmiştir.
Romanın üçüncü ayağı Üsküdar’daki konakta başlar. Önce Ali Bey’in hikâyesi verilir. Şerife Hanım aracılığıyla Konak, olay örgüsüne bağlanır. Fitnat’ın konağa gelişiyle kurgu bağlanmış olur. Fitnat’ın muskasıyla romandaki düğümler çözülür.

Ahmet Mithat Efendi
Yaşadığı yıllarda hâce-i evvel sıfatıyla anılan yazar, halka yönelik öğretici eserlerinde sade dil kullanmaya gayret eder.
Çok sayıda roman yazmış olan Ahmet Mithat Efendi’nin eserlerinde olay örgüsü bir tek kahramanın etrafında kurulmaz, çok sayıda kahramanın serüveni çevresinde örülür. Kahramanlarının yetiştiği çevre ile karakterleri arasında ilgi kurar. Genellikle gerçekçi tiplere yer verir (olağanüstü kahramanlara yer verdiği eserleri de vardır).
Romanlarında iyi karakterleri mutlu, kötü karakterleri ise kötü bir sona sürükler.
Sevip beğendiği romanların benzerlerini yazma hevesiyle çok sayıda eser vermiş olan yazar kendisinden sonra gelen Hüseyin Rahmi Gürpınar’ı da bu bakımdan (popülizm)etkilemiştir.
Değişik sanat anlayışları ve edebiyatçıların etkisinde kalan Ahmet Mithat Efendi, farklı akımların etkisinde farklı türlerde eserler vermiştir:
Hasan Mellah (Monte Cristo’ya alternatif gibidir), Hüseyin Fellah, Dünyaya İkinci Geliş, A. Dumas tarzında yazılmış macera romanlarıdır.
Acaib-i Âlem, Ahmet Metin ve Şiraz, Jules Verne etkisinde yazılmış gezi ve bilimkurgu romanlarıdır.
Çengi, fantastik bir romandır, Ahmet Mithat Efendi’nin, çok beğendiği Don Kişot’un bir benzerini yazmak isteyerek kaleme aldığı eserdir.
Bahtiyarlık, köy romanıdır.
Yeniçeriler, Arnavutlar – Solyotlar, tarihi romandır.
Yeryüzünde Bir Melek, romantik; Henüz On Yedi Yaşında, realist; Müşahedat ve Taaffüf ise natüralist tarzda yazılmış romanlardır.
Bunca romana rağmen tekrara düştüğü pek görülmez. Eserlerinde yeni kurgular ve karakterler üretmekte hiç sıkıntı yaşamaz (bilgi birikiminin yanında hayal gücünün kuvvetli olduğunu da dikkate almak lazım).
Romanlarında kahramanlarının psikolojilerinden, duygu ve düşüncelerinden de söz eder. Romanlarının bazılarında kendisi/yazar kimliğiyle okuyucuya hitap eder (“Ey kâri!”, “Ey kârie!” gibi sözlerle okuyucuya seslenir), diyalog kurmaya çalışır, olaylara ve kahramanlara müdahale eder. Okurlarına yeni bilgiler vermek ve bir bakıma okurlarını eğitmek isteyerek kurguladığı hikâyeye müdahale eden Ahmet Mithat Efendi, bazı eserlerinde de kendi kendine konuşur. Bu müdahaleleri, hikâyesini anlattığı kahramana acımak yahut ona kızmak şeklindedir.
Eserlerinde ders vermeyi amaç edindiği için, eser sonlarında kıssadan hisse bölümleri yer alır.
Eserlerinde meddah tarzı anlatım yolunu seçtiği için laubali söyleyişi dikkat çeker. Üslûp kaygısı gütmemiştir.
Değişik konularda farklı tekniklerde eserler vermiş olması bakımından Ahmet Mithat Efendi’yi edebiyatımız için yol açıcı olarak kabul etmek yanlış olmaz.
Bahtiyarlık ve Bir Gerçek Hikâye adlı eserlerinde köy hayatından söz etmiştir.
Bahtiyarlık
Bahtiyarlık; köy hayatıyla şehir hayatını kıyasladığı bir eserdir. Öyküden ziyade roman tekniğiyle yazılmış bir eserdir. Eserde köy hayatı şehir hayatına üstün tutulmuştur. Dönüşümlü olarak şehir ve köy hayatından sahnelere yer verilirken anlatılan hikâyelerden köy hayatının şehir hayatına üstün geldiği sonucuna ulaşılır.
Mekteb-i Sultani’de yatılı okuyan iki öğrenci Senai ve Şinasi eserin tipleridir.
Senai, varlıklı bir köylü çocuğudur. Şinasi ise İstanbullu bir memur çocuğudur. Senai’nin hayali okulu bitirip şehirde kalmak, Şinasi’nin hayali ise okulu bitirip bir köye yerleşmek ve köy hayatı yaşamaktır.
Okulu bitirdikten sonra Şinasi, Senai’nin köyüne gider ve orada çiftlik kurar. Modern tarıma dayalı yaşam alanı inşa eder. Kısa süre içinde mutlu ve huzurlu olduğu kadar getirisi de yüksek bir standarda ulaşır.
Senai ise okulu bitirir bitirmez kendini Beyoğlu’nun eğlencesine bırakır. Rizette adlı Fransız şarkıcıyla ilişki kurar. Babasının gönderdiği paralarla bu hayata devam eder. Fransa’ya gidip orada hukuk tahsili yapmak hayali kuruyorsa da bu amacına ulaşamaz. Romantizmin etkisinde yazılmış olan eserde tabiatla iç içe, köy hayatı idealleştirilmiştir.
Eserde çiftlik dışında köy hayatına dair detaya inilmez. Yerel konuşmalara da yer verilmez. Bu olumsuzluklara karşın Yamalı Musa Ağa tiplemesi oldukça başarılı bir köy ağası tiplemesidir. Yazar, köy ağası aracılığıyla o dönemde uygulanmakta olan iltizam usulünü de eleştirmiştir.
Felatun Bey ile Rakım Efendi
1875 tarihli bu eserin Ahmet Mithat Efendi’nin eserleri arasında önemli bir yeri vardır. Tanzimat’tan sonra başlayan batılılaşmanın yanlış anlaşılmasını ele alan ilk eserdir. Birbirine zıt tiplemelerle Osmanlı toplumsal hayatı sade ve gerçekçi bir dille anlatılmaktadır.
Kutupluluk üzerine kurulu roman, çift zincirli olay örgüsüne sahiptir.
Felatun Bey, alaturkadan alafrangaya bir anda geçen, öğrenim düzeyi düşük bir babanın çocuğudur. Felatun Bey de babası gibi tahsili zayıf bir kimsedir. Babasının izinde alafranga bir hayat yaşamaktadır. Büyük bir kalemde çalışan Felatun Bey, eğlence ve gezmelerden zaman buldukça kaleme gidebilmektedir. Ancak Çarşamba günleri gidebildiği kalemde arkadaşlarında bütün bir hafta yaptıklarını anlatarak vakit geçirir. Kendini Eflatun’dan daha akıllı zanneden, kibirli ve kendini beğenmiş biridir. Babasının yirmi bin kuruşluk gelirine güvenen Felatun Bey’in kitaplara karşı özel bir merakı vardır; yeni çıkan kitapları aldırtır ve üzerlerine Ahmet Plâtun isminin A. P. harflerini bastırtıp kütüphaneye koyar ama asla okumazdı. Zaten okuyabilecek kadar birikimli biri değildir. Lüks yerlerde eğlenmek ve para harcamaktan mürekkep bir hayata sahiptir. Kız kardeşi Mihriban da Felatun Bey gibi şımarık ve sorumsuz biridir.
Romanın ikinci bölümünde karşımıza çıkan Râkım Efendi, Felatun Bey’den tamamen farklı, onun zıttı bir kişiliktir. Kavas olan babasını henüz bir yaşındayken kaybetmiş olan Râkım Efendi’yi annesi ve Arap dadısı yetiştirmiştir. Delikanlılık çağında annesini kaybeden Râkım Efendi, Hariciye kaleminde kendine bir iş bulur. Bulduğu her işe koşan Râkım Efendi, bir yandan da öğrenimine devam eder. Ermeni bir dostunun kütüphanesinde kitap okur. İlerlettiği Fransızcasıyla yaptığı çevirilerle para kazanmaya başlar. Yabancıların çocuklarına Türkçe ders verir. Felatun Bey’i aksine kendi kültürüyle barışık birisidir.
Râkım Efendi, Felatun Bey’de gördüğümüz olumsuzlukların giderildiği kişidir. Ahmet Mithat Efendi, Râkım Efeni tiplemesiyle, insanın kendi emeğiyle hayatını sürdürmesi, kendi kültürel değerlerine sahip çıkması gerektiğini anlatmaya çalışır.
Müşahedat (1891) adlı romanı yazılış tekniği ve de olay örgüsü bakımından dünya edebiyatı kapsamında ilk olma iddiasındadır. Ahmet Mithat Efendi, bu romanıyla Emile Zola’nın natüralizmine karşı bir natüralist tarz ortaya koymuştur. Avrupa’da örnekleri görülen natüralist romanlarda hakim olan kötümser havaya karşı, iyimser bir tarzda roman yazmak istemiş ve bunu da başarmıştır.
Müşahedat, takip adlı bir bölümle başlar. Anlatıcı, Beykoz’daki evinden İstanbul’daki matbaasına gitmek üzere Şirket-i Hayriye’nin vapuruna biner. Yolculuğun detaylı bir şekilde anlatıldığı bu bölümde anlatıcı kimliğiyle Ahmet Mithat Efendi karşımıza çıkar. Anlatıcı, her gün bindiği vapurda tanınmış bir yazar olarak itibarlı bir kişidir.
Yolculuk sırasında yaşlı bir kadının yanında biri sarışın diğeri esmer iki kadının Fransızca konuştuklarına şahit olur. Konuşulanlara kulak verir; yazmak istediği roman için bu kadınların anlattıkları hikâyeyi kullanmaya karar verir. Vapur yolculuğundan sonra da kadınları takip eder. Beyoğlu’ndaki evlerine kadar sürer bu takip. Tereddüt etse de kapıyı çalar. Kapıyı açan hizmetçi kadına kendini tanıtarak kadınlarla görüşmek istediğini bildirir. Avagni ve Siranuş isimli kadınlardan Siranuş, Ahmet Mithat Efendi’yi yazılarından tanımaktadır ve bu nedenle onunla görüşmeyi kabul eder.
Siranuş yazara, Avagni’nin hikâyesini anlatır. Anlatılanlarda bahsi geçen Refet’i bulur ve onun öyküsünü dinler. Bu şekilde Seyit Numan ve Siranuş’u da dinler. Anlatılanları bir kurgu içerisinde bir araya getiren yazarın yazdıklarını anlatan kişiler okuyup düzeltmeler yaparlar. Böylelikle Müşahedat, hem roman kişilerinin serüvenlerinin anlatıldığı hem de romanın yazılışının anlatıldığı bir romana dönüşmüş olur.
Roman, şimdi ve geçmiş’e ait iki metnin iç içe örülmesiyle vücuda getirilmiş olur.

Namık Kemal
Çok yönlü bir aydın olan Namık Kemal, bazı eserlerinin ön sözünde ve makalelerinde edebiyat ve roman hakkındaki görüşlerini dile getirir. Realist yazarlardan fazlaca etkilenmiş olan Namık Kemal, edebiyata meraklı kişilere Batı edebiyatını referans gösterir.
İntibah ve Cezmi adlarında iki roman yazmıştır. Konusunu sade tuttuğunu söylediği İntibah’la roman türünde bir örnek ortaya koymak istemiştir. İsmi Son Pişmanlık olan eser sansür tarafından İntibah’a çevrilmiş ve bu adla 1876 yılında yayınlanabilmiştir.
Realist tasvirlere yer verilmesi, psikolojik çözümlemelere gidilmesi bakımından Türk edebiyatının ilk edebi romanı olarak kabul edilen eser, sosyal içerikli romantik ekole bağlı olarak yazılmıştır. Mehmet Kaplan’ın ifadesiyle İntibah, aşk, kıskançlık ve intikam duygularını işleyen psikolojik bir eserdir.
Geniş bahar tasvirleriyle başlayan romanda gerçek hayattan uzakta özenle yetiştirilmiş bir gencin uygun olmayan bir kadına ilk görüşte âşık olması anlatılır. Gencin cariyelerinden birinin bu gence tek taraflı aşkıyla olay örgüsü dramatikleşir. Romanın başkişisi Ali Bey, Mehpeyker’e olan aşkı nedeniyle hayatını mahveder. Sahip olduğu varlıkları bu kadının uğrunda harcar. Annesinin ölümüne neden olur. Kendisine karşı düzenlenen bir suikasttan son anda kurtulur. Cariye Dilaşup, Ali Bey uğruna kendini feda eder. Kurtulan Ali Bey, olayları ancak idrak eder. Ne var ki son pişmanlık fayda getirmemektedir.
Romanın mesajı, hayatı yeterince tanımayan gençlerin karşılaşabilecekleri durumlar ve yapabilecekleri hatalar üzerinedir.
Annesi tarafından babasız büyütülmüş olan Ali Bey, arkadaşlarıyla birlikte gittiği Çamlıca’da Mehpeyker’le karşılaşır. Bu kadın yüzünden evini ve işini ihmal etmeye başlar. Annesi, Dilaşup’u yanına alarak oğlunun Mehpeyker’den uzaklaştırmak ister. Ali Bey’in arkadaşı Âtıf Bey’in amcası Mesut Efendi, Ali Bey’i Mehpeyker hakkında uyarır. Ali Bey, Mehpeyker’den uzaklaşmayı dener. Gururu incinen Mehpeyker Ali Bey’in peşini bırakmaz. Amacına ulaşamayan Mehpeyker, Dilaşup’a iftira atarak satılmasına sebep olur. Dilaşup’u satın alan Mehpeyker, Ali Bey’i öldürmeye karar verir. Suikast planını öğrenen Dilaşup Ali Bey’i uyarır. Ali Bey’in kılığına giren Dilaşup, Mehpeyker’in adamları tarafında Ali Bey zannedilerek öldürülür. Suikasttan kurtulan Ali Bey, kolluk kuvvetlerine haber verir. Mehpeyker’i öldürür. Dilaşup’u ve annesini kaybeden Ali Bey hapse girer. Hapishanede pişmanlıklar içerisinde altı ay kalabilen Ali Bey, burada ölür.
Roman genelinde Namık Kemal’in ahlakçı tavrı ve mekân tasvirlerindeki yetersizliği romanda hemen göze çarpan teknik zaaflardır. Romanın hemen başındaki oldukça uzun bahar tasvirleri, kasidelerde gördüğümüz nesip bölümlerinden alınmış gibi durmaktadır. Edebi dil kullanmak kaygısındaki yazarın bazı bölümlerde fazlaca ağdalı dil kullanması romanın zayıf taraflarıdır.
Tarihi roman olan Cezmi (1880), konusunu II. Selim devrinde başlayıp yaklaşık yüz yıl devam eden Osmanlı İran savaşlarını konu edinir.
Yazarın 1877’de Midilli’ye gittikten sonra kaleme aldığı eserin birinci fasıl’ının ilk alt bölümünde 16. Yüzyıl Asya ve Avrupa’sının genel panoraması verilir. Batı’daki gelişmeler karşısında Osmanlı’nın tutumu anlatılır.
Roman, idealize edilen Cezmi’nin savaşlarda gösterdiği kahramanlıklar ve savaş sırasında tanışıp dost olduğu Adil Giray’ı esaretten kurtarma çabaları üzerine kuruludur.
Cezmi, Osmanlı İran savaşları sırasında Kırım Ordusu kumandanı Adil Giray ve kardeşi Gazi Giray ile tanışıp dost olmuştur. Bir başka muharebede esir edilen Adil Giray, Kazvin Sarayında tutulmaktadır. Romanda Adil Giray’a âşık olan Şahın karısı Şehriyâr ile kız kardeşi Perihan’ın serüvenlerine de yer verilir.
Adil Giray, Perihan’a âşık olmuştur. Perihan Sünnî’dir. Şehriyâr Adil Giray’ın gönlünü fethe çalışırken Adil Giray, İran tahtını Şiilerin elinden almanın hesaplarını yapmaktadır. Tahtı ele geçirmeyi planlayan Adil Giray yardımcı olması için Cezmi’yi saraya getirtir. İran’a yolunu tutan Cezmi türlü tehlikeleri atlatarak Adil Giray’a ulaşır. Hazırlıklara başlarlar ancak Şehriyâr ve Vezir Mirza Süleyman durumdan haberdar olup, Perihan ve Adil Giray’ı öldürmek üzere harekete geçerler. Çıkan çatışmada Şehriyâr, Perihan ve Adil Giray ölürler. Çatışmalardan yaralı olarak kurtulan Cezmi, Adil Giray ve Perihan’ı defnederek İran’dan ayrılır.
Namık Kemal, bu romanında İntibah’a kıyasla daha başarılıdır. Diyalogların ve hareketlerin az oluşu, tasvirlerin öznel ve abartılı oluşu, psikolojik çözümlemelere yeterince yer verilmemesi göze çarpan kusurlardır. Romantizmin etkisiyle romanın acıklı bir sonla kapatılması eserin zayıf yanıdır.
Romantik bir eser olan Cezmi ile Namık Kemal, genç edebiyatçılara konu seçimi için Türk tarihini işaret etmektedir.
Şemsettin Sami ve Ahmet Mithat Efendi halka yakın ve popülist oldukları halde Namık Kemal, edebi kaygıları daha fazla olan bir edebiyatçıdır.

(Kitap Bitti)


Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı II

TANZİMAT DÖNEMİ TÜRK EDEBİYATI II

Ünite: 1
Tanzimat Dönemi Türk Romanı II (2. Kuşak)

Özellikleri
Sami Paşazade Sezai, Recaizade Mahmut Ekrem ve Mizancı Mehmet Murat bu dönemin romancılarıdır. Üçüncü kuşaktan Nabizade Nazım, Fatma Aliye ve Mehmet Celal bu isimlere sonradan katılır. Romanda ve şiirde bu dönemde, sosyal faydadan uzaklaşılırken sanat kaygısı daha ön planda tutulur. Servet- Fünun döneminin realist ve natüralist eğilimlerinin temeli bu dönemde karşımıza çıkar (roman tiplerinde görülen kalıtsal özellikler, toplumsal çarpıklıklar ve sorunların ele alınmaya başlanması). Olay merkezli eserler yerlerini karakteri merkeze alan metinlere bırakmaya başlar.

Sergüzeşt (1889)
Kölelik/esaret konusunu işleyen ilk eserdir. Kafkas esiri olarak getirildiği konakta iradesi dışında bir hayat yaşayan genç kızın (Dilber) Nil nehrinde son bulan hikâyesiyle kölelik konusunun olumsuzlukları sergilenir.
Sami Paşazade Sezai’nin annesi de Kafkaslardan gelen bir esirdi. Babasının konağındaki kültür ortamı ve annesinin durumu bu romanı yazmasına zemin hazırlamış olmalıdır.
Kafkaslardan kaçırılan Dilber, daha dokuz yaşındayken Hacı Ömer adlı esir tüccarı tarafından satın alınır. Mustafa Efendi’nin karısına 40 liraya satılır. Satıldığı evdeki hizmetçi Taravet, Dilber’e eziyet eder. Küçük kız evden kaçar. Latife kızı bulur ve himaye eder. Mustafa Efendi Dilber’i başka bir esir tüccarına 60 liraya satar. Moda’da konağı bulunan Âsâf Paşa Dilber’i 150 lira karşılığında satın alır. Dilber bu evde büyüyüp serpilir. Âsâf Paşa’nın oğlu Celal Bey, Dilber’i resim çalışmalarında model olarak kullanır. Celal Bey kıza tutulur, evlenmek ister ancak ailesi onay vermez. Celal’in annesi Zehra Hanım, Dilber’i yeniden satar. Celal Bey bu durum karşısında deliye döner, çıldırır.
Romanın son bölümünde Mısır’da bir saraya satılmış olan Dilber’i üzüntü içinde görürüz. Sahibinin isteklerine karşılık vermediği için bir odaya kapatılan Dilber, başka bir kölenin yardımıyla saraydan kaçar. Hayatta yapayalnız kalan Dilber, aşkının acısıyla çaresizlik içinde Nil’in kıyısında yürürken kendini sulara bırakır.
Kronolojik olarak ilerleyen romanda zaman atlamaları vardır. Bu nedenle teknik olarak başarısız bir romandır. Romanda mekân konusuna da dikkat edilmiştir. Dilber’in içinde bulunduğu mekânlar onun kaderini etkileyen faktörler olarak karşımıza çıkar. Romanda olaylar daha çok kapalı mekânlarda geçer: a) Esircilerin evi, b) Mustafa Efendi’nin evi, c) Âsâf Paşa’nın konağı, d) Mısır’daki saray.

Araba Sevdası (1896)
Zeynep Kerman’ın dikkat çektiği gibi; Araba Sevdası romanı edebiyatımızda romantik-realist tartışmalarının yaşandığı bir dönemde yazılmıştır. R. Mahmut Ekrem romantizmin savunucusudur ancak Araba Sevdası’nda Bihruz Bey vasıtasıyla romantik, hayalci tiplerle alay edilmektedir.
İlk olarak 1896’dan itibaren Servet-i Fünun’da tefrika edilmeye başlanan eser ressam Halil Paşa tarafından resimlenmiştir. Eser bu yönüyle ilk resimli roman olma özelliği gösterir.
Babasının ölümüyle servet sahibi oluveren Bihruz, Fransızca hocası tutar (Mösyö Pierre, iyi eğitimli biridir. Ne var ki Bihruz’u elinde tutmak için onu istismar eder. Mösyö Pierre bu haliyle tipik Batı insanını temsil etmektedir). Araba alır. Mirasyedi hayatı sürmeye başlar. Züppeleşir. Sohbet arkadaşları berberi ve terzisidir(!). Gösteriş olsun diye kitaplar satın alır. Çamlıca’ya gittiği bir gün gözü bir kadına ilişir. Onu tekrar görebilmek için sık sık aynı yere gider. Platonik aşka tutulur. Berna Moran’a göre romantik aşka tutulmuştur Bihruz. Arkadaşı Keşfî ona kızın öldüğünü söyler/uydurur. Bihruz buna sebep aşktır diye içlenmeye başlar. Serveti tükenmeye başlar. Arabasını satar. Şehzadebaşın’da o kıza (Periveş) rastlar. Kadının hafif biri olduğunu öğrenen Bihruz oradan uzaklaşır.
Olay örgüsü zayıf, yazım tekniği nispeten iyi bir romandır. Dili oldukça ağdalıdır. İç konuşma bilinç akışı teknikleri başarıyla kullanılmıştır.

Turfanda Mı Yoksa Turfa Mı? (1890/91)
Otobiyografik bir romandır. Döneminin bürokrasisini, sosyal, ekonomik ve siyasi sorunlarını eleştiren bir eserdir. Romanın konusu kalkınmanın köylerden başlaması gerektiği fikri üzerine kurulmuştur.
Bir Gerçek Hikâye, Bahtiyarlık (Ahmet Mithat) ve Karabibik (Nabizade Nazım) Türk edebiyatına köye yönelişi temsil eden diğer öncü eserlerdir.
Fransa’da eğitim gördükten sonra ülkesine dönen Mansur Bey hizmet aşkıyla doludur. Geldiği ilk günlerde sosyal ortama uyum sorunları yaşamaya başlar. Amcası Şeyh Salih’in konağına yerleşir. Diğer amcasının kızı Zehra’da konaktadır. İkisi arasında duygusal yakınlık oluşsa da birbirlerine açılamazlar. Salih Efendi’nin eşinin kardeşi Râşit Efendi çeşitli hile ve entrikalarla Salih Efendi’nin malını mülkünü kendi yeğeninin üzerine kaydettirmek amacındadır. Karşısına çıkan bazı kişileri öldürür. Sonunda konağı da yakar. Salih Efendi ölür.
Mansur, Zehra’yla evlenerek Anadolu’ya geçer. Köye yerleşip kalkınma projeleri üzerinde çalışır. Köylülerle iyi ilişkiler kurar. Köyde bir ilkokul bir de ziraat okulu açar. Bir iplik fabrikası açmaya çalışır. Kazancı kendilerine kalacak şekilde köylüleri fabrikaya yerleştirir.
Mansur Bey kalkınma projeleri üzerinde çalışırken devleti sarmış olan yolsuzluklar, usulsüzlükler ve bozuk adalet sistemine tanıklık eder.
93 harbi sebebiyle cepheye çağrılan Mansur Bey’in projesi yarım kalır. Cephede üstleriyle anlaşamayan Mansur Bey Şam’a sürgün edilir. Eşi ve çocuklarına mektuplar gönderir. Yarım kalan projesini onlara emanet ettiğini bildirir. Cepheden dönemez, ölüm haberi gelir.
Turfanda Mı Yoksa Turfa Mı? romanı dönemin siyasi ve toplumsal sorunlarını eleştirel bakışla ele alırken sorunlara çözümler önermesi bakımından önemli bir eserdir. Romanda eski ve yeni diye niteleyebileceğimiz iki ayrı insan tipi göze çarpar. Mansur Bey, adaletten ve çalışmaktan yana yeni insan tipini, Râşit Efendi ise entrikaların, maddi hırsların temsilcisi gibidir.

Üçüncü Kuşak: Ara Nesil ve Roman Sanatı
Türk edebiyatının modernleşme sürecinin üçüncü kuşağı (ara nesil) döneminin önde gelen isimleri; Nabizade Nazım, Mehmet Celal, Selanikli Fazlı Necip, Fatma Aliye ve Mustafa Reşit’tir. Bu isimler arasında Nabizade Nazım’ın Zehra’sı (1895’te Servet-i Fünun’da tefrika edilmiştir) oldukça önemli bir eserdir. Kenan Akyüz’e göre ilk psikolojik roman denemesi olarak kabul edilebilir. Himmet Uç’a göre, Zola’nın Nana’sına benzeyen eser natüralist, fenni bir romandır. İsmail Çetişli’ye göre kıskançlık teması üzerine kurulu bir eserdir.

Zehra
Suphi, Şevket’in yanında çalışmaktadır. Şevket’in kızı Zehra’ya âşık olur ve evlenirler. Cicim aylarından sonra Zehra’nın kıskançlık krizleri baş göstermeye başlar. Suphi, Sırrıcemal adlı gündelikçiye tutulur. Şevket ölür, işler Suphi’ye kalır. Başka bir evde Sırrıcemal’le yaşamaya başlar. Suphi bir süre sonra Ürani adlı kadına âşık olur. Ürani, Zehra’nın tuttuğu biridir. Ürani, Suphi’nin parasını yer. İşler bozulmaya başlar ve roman hazin şekilde sonlanır.
Romanda İstanbul’un eğlence mekânları, tuluat tiyatroları ayrıntılarıyla tasvir edilir. Zehra’nın kıskançlıklarını ırsiyete bağlayan yazar bu anlamda ilk psikolojik romana imza atmış sayılabilir. Olaylar arası hızlı geçişler romandaki teknik kusurların başında gelir. Ahmet Mithat ve Namık Kemal etkisinde yazılmış bazı bölümler yine kusurlar arasında kabul edilebilir. İradesiz biri olarak tasvir edilen Suphi karakteri oldukça başarılı anlatılmaktadır.

Gençlik aşkı Anna’ya duyduğu aşkla beslenen sanatının ürünleri Venüs (1886) ve Küçük Gelin (1893) adlı otobiyografik eserlerin yazarı Mehmet Celal çok sayıda romana imza atmıştır. Cemile (1886), Margrit (1891), Elvâh-ı Sevda (1892), Bir Kadının Hayatı (1894), Zehra (1894), Dâmenâlûde (1895), Müzeyyen (1898), Leman, İsyan ve Kuşdilin, yazarın diğer romanlarıdır. M. Fatih Andı’ya göre o, romanlarıyla edebiyatımızı köye açmıştır. Popüler tarzda romantik ve santimantal eserler veren yazar, devrinde ilgi gördüyse de ileri kuşakların ilgisinden uzak kalmıştır.

Fazlı Necip değişik alanlarda çok sayıda eser neşretmiştir. Garip Aileler, Bir Gençliğin Güzarı (1895), Dilaver, Yine Orada (1899), Sevda-yı Mefun (1899-1900), Şık (1900-1901), Pervin (1901), Dört Mevsim (1901-1902), Cani mi Masum mu? (1901), Dehşetler İçinde I, II, III (1910), Küçük Hanım (1910), Menfa (1910), Ah Anne!.. (1925), Saraydan Mecnunlar (1925), Külhani Edipler (1930) ve Muhacir (1930) yazarın eserleridir.
Edebiyata Victor Hugo’dan yaptığı çevirililerle başladı. Asır gazetesinde gazeteciliğe başladıktan sonra yazı dilini sadeleştirmeye başlar. Konuları milli ve yerlidir. Milli edebiyatın habercisi niteliğindeki sade Türkçeyle yazılmış şiirler çalıştığı gazetede çıkmıştır. Eserlerindeki müspet kahramanlar iyi eğitimlidirler. Menfi tiplemeler ise hasis ve eğitimsizdirler. Müspet tiplemeler karşılaştıkları güçlüklerden akılları sayesinde çözüm yolunu bulup huzura ulaşırlar. Eserlerinde doğu-batı çatışması, alaturka-alafranga çatışması, tarihi ve cinai konuları işlemiştir.

Edebiyatımızın ilk kadın romancılarından olan Cevdet Paşa’nın kızı Fatma Âliye, 1892 yılında George Ohnet’in Volonte adlı eserini Merâm adıyla Türkçeleştirmiştir. Hayal ve Hakikat (1892), Muhâdârat (1892), Refet (1899), Ûdî (1899), Levâyih-i Hayat (1899) ve Enîn (1912) kendi imzasıyla yayımlanmış romanlarıdır.
Çok iyi eğitim almış olan Fatma Âliye, Terâcim-i Ahvâl-i Felâsife (1901) ve Tedkik-i Ersâm (1901) adlarıyla iki de felsefi eser neşretmiştir.
Kıskançlık temalı Muhâdârat adlı eseri aşk ve evlilik entrikaları üzerine kuruludur. Baskı ile yapılan evliliğin yol açacağı mutsuzluklar ve kadının ilk aşkından sonra yeniden sevebileceği fikri ile yazılmış bir eserdir. Romanın sonunda Ahmet Mithat Efendi’nin eserlerinde gördüğümüz ders çıkarma düşüncesi vardır.
Enîn adlı eserinde Muhâdârat’a benzer konuları işler.
Refet adlı romanında öğretmen olma hayali peşindeki yetim bir kızın haksızlıklara karşı mücadelesini konu edinir.
Fransızcaya da çevrilen Ûdî, bir kadının namusuyla çalışarak hayatını kazanabileceği fikri üzerine kuruludur.
Levâyih-i Hayat, evlilik konusunu ele alır. Roman, 5 kadının evlilikleriyle ilgili olarak birbirlerine yazdıkları 10 mektuptan mürekkeptir.

Çok sayıda eser vermiş olan Ahmet Rasim, edebi değerinin zayıf olduğu gerekçesiyle müfredatımızın ilgisinden yoksun kalmaktadır. Yazarın eserleri:
İlk Sevgi (1890), Bir Sefilenin Evrak-ı Metrûkesi (1891), Endişe-i Hayat (1891),
Güzel Eleni (1891), Leyâl-i Istırap (1891), Mehâlik-i Hayat (1891), Meşakk-ı Hayat (1891), Meyl-i Dil (1891), Tecârib-i Hayat (1891), Afife (1892), Mekteb Arkadaşım (1894), Numûne-i Hayâl (1894), Tecrübesiz Aşk (1894), Biçare Genç (1894), Gam-ı Hicran (1894), Sevda-i Sermed (1895), Asker Oğlu (1897), Nâkâm (1897), Ülfet (1899, daha sonra Hamamcı Ülfet adıyla, 1922), Belki Ben Aldanıyorum (1909, İki Güzel Günahkâr’da Bedia adıyla, 1922), İki Güzel Günahkâr(1922), İki Günahsız Sevda (1923).

Hikâye ve romanları kurguları bakımından birbirlerinden pek ayrılamayan Mustafa Reşit, eserlerindeki ahlakçı ve öğretici tutumu nedeniyle Ahmet Mithat’a yakındır (Ersin Özarslan).
Flora adlı eserinde (1885), deniz kıyısında sandalda yaralı halde bulduğu kıza âşık olan şairin karşısına çıkan engeller konu edilir.
Lorans (1892), karşılıklı aşk ve engelleri üzerine kuruludur. Lorans’la Pertev’in aşkına engel, Lorans’ın babasıdır.
Defter-i Âmâlim (1892), âşık olduğu kızın hastalanıp ölmesi karşısında aşığın yaşadığı çaresizliği konu eder.
Son Salon ve Aşk (1899), salonların ahlak çöküntüsüne sebep olduğunu iddia eder. Mustafa Reşit’in eserleri edebi anlamda oldukça zayıftırlar ancak teknik bakımdan bazı yenilikler taşımaktadırlar; mektup türünü edebi kurgu unsuru olarak kullanan ilk isimlerden biri olması buna örnektir.

Ünite 2

Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatında Öykü

Öyküleme
Anlatma geleneği içerik ve yapı bakımından masal, efsane, destan, hikâye, roman vs. gibi türlere bürünmüş ve ihtiyaç olarak varlığını her daim hissettirmiştir.
Anlatımdaki/anlatıma konu olan öyküdeki olay ve durum kişi, yer ve zaman üçlüsünü ön plana çıkarır.
Anlatının öznesi, nesnesi ile bunlar arasındaki ilişkiyi sağlayan eylemin yönü, eylemin niteliği ve amacı, öykünün izleksel/tematik kurgusunu sağlar.
Yazarın/anlatıcının savunduğu değerler tematik güçler, bunun karşısında yer alan güçler de karşı güçler olarak tanımlanır.
Anlatıda dramatik aksiyonu sağlayan temel unsur, tematik güç ile karşı gücün karşılaşması/çatışması sonucu ortaya çıkar. Anlatıda bu karşılaşma kişiler, kavramlar ve simgeler düzlemi olmak üzere üç farklı düzlemde/boyutta takip edilebilir.
Olay merkezli anlatılarda kişiler düzlemi öne çıkarken, karakter ve düşünce sentezleyici anlatılarda ise kavramlar ve simgeler öne çıkar (Dede Korkut öyküleri olay merkezli anlatılardır, Orhan Pamuk’un Kara Kitap adlı romanı karakter ve düşünce sentezleyici anlatıdır; olaylara karakterin iç dünyasındaki değişme ve gelişmeler yön verir).

Türklerde Öykü Geleneği
Anlatı geleneğimizin ilk örnekleri daha çok şifa dağıtıcılığı ve din adamlığı yapan kamlar/baksılar ve ozanlar tarafından icra edilirdi. Daha sonraları ayıtıcı/ayıtmat, kıssahan, meddah, âşık/ozan denen köy köy dolaşan anlatıcılar ortaya çıktı. 19. yüzyıldan itibaren Batı edebiyatının etkisine giren geleneğimiz biçim ve içerik bakımından değişim geçirmeye başladı. Anlatı geleneğimiz özellikle son 50 yılda (1950 sonrası) yabancı kaynaklardan uzaklaşmaya başlayıp kendi özgün doğasını kurmaya başlamıştır.
Erken dönem anlatılarımızın en meşhuru Dede Korkut hikâyeleridir. Anlatım tekniği bakımından vak’a icat etme, özgün tipler/karakterler üretme ve olaylar arasındaki nedensellik bağının güçlü olması itibarıyla başarılı anlatı yapısına sahiptirler. Osmanlı dönemi edebiyatımızda Fars edebiyatının çeşitli metinlerinin etkisinde kalarak ağırlıkla mesnevi tarzında anlatılar üreten edebiyatımız parıltılı eserler ortaya koymuştur. Sürekli aynı konuların işlenmesi teknik beceriyi arttırırken içerik çeşitliliğinin kısır kalması edebiyata ilgiyi sınırlamıştır.
Biçim bakımından farklı olmasına karşın roman ve hikâye için Tanzimat döneminde hikâye tabiri kullanılmıştır (Namık Kemal ve Halit Ziya’da durum böyledir). Ahmet Mithat, Emin Nihat, Mehmet Celal ve Mustafa Reşit gibi öykü türünde eser veren isimlerin artmasından sonra hikâye ve roman türleri için farklı adlar kullanılır oldu.

Geleneksel Öykücülükten Modern Öyküye
Modern dönemin belirgin içerik özellikleri değişen yaşam biçimi, değer yargıları ve eski-yeni çatışmasıdır. Muhayyelât-ı Aziz Efendi, Müsâmeretnâme, Kıssadan Hisse gibi anlatılar dönemin noktalarıdır.

Giritli Aziz Efendi’nin eseri olan Muhayyelât-ı Aziz Efendi, klasik biçim altında ortaya çıkan değişimin ilk örneklerini bize verir. Eserde üç hayal ve bunların her birinin başında birer öykü yer alır. 1797’de yazılan eser (bu tarih tahminidir) ilk defa 1852’de basıldı.
Klasik öykü özellikleri göze çarpar. Kullanılan dil kimi yerde ağdalı olsa da eserin genelinde sadedir. Mekân tasvirlerinin bazıları coğrafi gerçeklikle örtüşmektedir. Karakterleri sosyal durumlarına göre konuşturması ve 18. yüzyıl İstanbul’una dair motifler işlemesi eserin önemini arttıran unsurlardır.

Tanzimat döneminde farklı alfabelerde yazılmış bazı eserlerde geleneksel çizginin dışına çıkma çabaları dikkat çeker: Vartan Paşa’nın yazdığı 1851’de Ermeni harfleriyle basılan Akabi Hikâyesi, Hasan Tevfik Efendi’nin 1868’de yazdığı Hayâlât-ı Dil, Evangelinos adlı Rum gazetecinin 1872’de yayımladığı Temaşa-i Dünya ve Cefakâr ü Cefakeş.
Batı’dan yapılan çevirilerden sonra Ahmet Mithat Efendi öykü yazmaya başlar. 1870 tarihli Kıssadan Hisse adlı kitabında Aisopos ve Fenelon’dan aldığı fıkralar dikkat çeker. 1870-1895 yılları arasında 25 kitap içinde 30 parçalık Letaif-i Rivâyât’ı yayımlanır.
Emin Nihat Bey’in yedi uzun öyküden oluşan Müsâmeretnâme’si 1872’de yayımlanmaya başlar. Eser, eski ve yeninin bir arada görülebileceği parçalar içermesi bakımından tipiktir. Tanzimat’tan bu yana edebiyatımızın en çok işlenen teması eski yeni çatışmasının güzel iki örneği bu eserde yer alır (Binbaşı Rıfat Beyin Sergüzeşti ve Bir Osmanlı Kapudanının Bir İngiliz Kızı ile Vukubulan Sergüzeşti).
Dönemin yazarı bilinmeyen bir diğer önemli eseri Âşıkla Maşuk Dürbünü ve Her Milletin Güzeli adını taşır. Eser, uzun-kısa çok sayıda öyküden oluşur.
İlk dönem eserlerde üslup kaygısı taşımadan yazılmış olan bu öyküler meddah geleneğimizden etkilenmişlerdir.

Geçiş Dönemi Öyküleri

Letaif-i Rivâyât
Letaif-i Rivâyât serisinde Ahmet Mithat, Batı edebiyatında gördüğü anlatım tekniklerini, izlek ve konuları eserine dâhil etmeye çalışır. Geleneksel biçimlerimizden âşık tarzı ve meddah tarzından da vazgeçmeyen yazar halka ulaşmak için bütün bu imkânları kullanmak yoluna gider. Halka ulaşma gayesi nedeniyle sanatsal kaygılardan uzak kalmayı başarmıştır.
Letaif-i Rivâyât, 25 cilt ve toplam 30 eserden müteşekkildir. Eserlerden bazıları 30-40 sayfalık öyküler bazıları 200 sayfayı bulan kısa romanlardır. Bu eserlerin arasında tiyatro oyunları da vardır. Sayıları 11 olan uyarlama ve çeviri eserler Batı edebiyatından ne ölçüde etkilendiğimizi gösteren verilerden biridir.
Letâif-i Rivâyât serisindeki öykülerini Suizan, Esâret, Gençlik, Teehhül, Gönül, Mihnetkeşân, Bir Gerçek Hikâye, Bahtiyarlık, Bir Fitnekâr, Nasip, Bekârlık Sultanlık mı Dedin?, Bir Tövbekâr, Çifte İntikam, Esaret, Obur, Para, Kısmetinde Olanın Kaşığında Çıkar, Diplomalı Kız, Emanetçi Sıtkı, Cankurtaranlar, Ana Kız, Bir Acibe-i Saydiye, İki Hud’ekâr olarak belirlemiş olalım.
Orhan Okay bu eserle ilgili olarak, konu birliğinin olmamasına dikkat çeker. Erken dönemde yazılan metinlerde dili ağdalıyken ileri dönemde daha sadedir.
Konuları: evlilik ve aşk başta olmak üzere, kadın, kadının eğitimi, esaret, adi suçlar, sonradan görmelik, eğlence, namus şeklinde sıralanabilir. Eserlerinde ana konunun yanında kısa hikâyeler şeklinde farklı olaylara da yer verir.
Bir Gerçek Hikâye, Bekârlık Sultanlık mı Dedin?, Bir Tövbekâr, Teehhül ve Gençlik adlı eserleri evlilik temalıdır. Mihnetkeşân’da eğlence düşkünü bir insanın yaşam tarzını değiştirerek evlenmesini işler. Henüz On Yedi Yaşında ve Yeryüzünde Bir Melek romanlarında genelev kadınlarının evlilik yoluyla düştükleri bataklıktan kurtulabileceklerini anlatır. Bir Fitnekâr’da evlilik entrikası etrafında kurulan dolandırıcılığın yol açtığı felaketler işlenir. Sanat değeri düşük kabul edilen Nasip adlı öyküsünde kaderci dünya görüşü hâkim temadır. Konusu yabancı bir eserden alınmış olan İki Huda’kâr’da şehir hayatının yapmacıklığı ele alınır. Emanetçi Kız, ahlaki güzelliğin ön planda tutulduğu bir aşk hikâyesidir. Diplomalı Kız, eğitimin önemine işaret eder. Fransızcaya da çevrilmiş olan Suizan’da kötü niyete bağlı yanlış anlama konu edilir. Kısmetinde Olanın Kaşığında Çıkar ve Çifte İntikam adlı eserlerin konuları Fransa’da geçer. Bu iki eserdeki kişiler de yabancıdır.
Ahmet Mithat, Letaif-i Rivâyât dışında Durûb-i Emsâl-i Osmaniye Hikemiyâtının Ahkâmını Tasvir başlıklı eserinde Şinasi’nin atasözleri kitabının A maddesinde yer alan 18 atasözünü öyküleştirir.

Sami Paşazade Sezai
Kısa anlatılarımızı batılı biçime yakınlaştırması bakımından önemli bir isimdir Sami Paşazade Sezai. Öyküyü bağımsız bir tür olarak kabul eden ilk kişidir. Öykünün mesajının, amacının ahlaki olması zorunluluğuna ilk karşı çıkan da Sami Paşazade Sezai’dir. O bir anlamda öykücülükte ‘edeb’li olma zorunluluğunu ortadan kaldırmıştır.
Öykülerinde toplumun çeşitli kesimlerinden kişilerin serüvenlerini anlatır. Öykü karakterlerinin duygularını da yazar. Bu yolla karakterlerini gerçeğe yakınlaştırır. Dili süslü, üslubu Ahmet Mithat ile Namık Kemal arasında bir çizgidedir. Öyküleri; Küçük Şeyler (1891) ile anı ve makalelerinin de yer aldığı Rumuzu’l Edeb (1900) adlı kitaplardadır. Küçük Şeyler’de yer alan öyküler biçim ve yapı bakımından Fransız tarzına benzerler. Burada yer alan öykülerin Servet-i Fünun dönemi edebiyatçılar üzerinde de ciddi tesirleri olduğu muhakkaktır (Bkz. Halit ziya). Öykülerinde romantizm, realizm ve natüralizmin tesirleri görülebilir.
Pandomima adlı öyküsünde Paskal’ın iç dünyasının başarıyla yansıtır. O döneme kadar edebiyatımızda görülmemiş biçimde sıradan insanı detaylı şekilde tasvir etmesi bakımından bu öykü önemlidir. Kediler adlı öyküsünde de sıradan insanı ele alır. Bu öyküsünde de nesnelerin ve mekânın anlatı kişisi üzerindeki etkileri başarılı biçimde anlatılmıştır.

Nabizade Nâzım
Realist-natüralist bir yazardır. 8 uzun öykü yazmıştır (Yadigârlarım, Bir Hatıra, Karabibik, Sevda, Hasba, Seyyie-i Tesâmüh, Zavallı Kız, Hâlâ Güzel, Bir Fakir Aile, Enginde). Toplum katmanları ve insanları natüralizmin daha doğru biçimde yansıtacağı inancındadır. Olay örgüsü genellikle tesadüfler üzerine kuruludur. Olayların seyri tutarlıdır. Mekân ve kişi tasvirlerinde çok başarılıdır (Karabibik).
Ağdalı bir dille yazılmış olan Seyyie-i Tesâmüh’te basın hayatını eleştirir. Karabibik’te köy hayatını işler.
Karabibik’te Antalya’nın Kaş ilçesinde Beymelik köyündeki hayatı dekor olarak kullanır. Yerel hayatı yerel dille anlatır. Tasvir ve tahlillerin başarısıyla birlikte öykünün gerçeklik değeri artar. Eserde bir de Rum köyü (Temre) tasvir edilir. Beymelik’teki olumsuz faktörlerin birçoğu Temre’de olumlu olarak resmedilir. Hikâyenin konusu oldukça basittir: karısı ölen Karabibik’in iki hayali vardır (bir çift öküz almak ve kızı Huri’yi evlendirmek). Temre köyündeki tefeci Yani’den borç alarak öküzleri temin eder. Tarla yüzünden kavgalı olduğu Yosturoğlu’nun yeğeni Hüseyin, Huri’yi ister ve evlenirler. Karabibik hayallerini bir şekilde gerçekleştirmiştir. Sol yanındaki ağrı nedeniyle Temre köyündeki doktor Linardi’nin evine gidip gelmeye başlar. Bu gidişlerinden birinde Linardi’nin karısına sarkıntılık yapar. Hikâye bu şekilde biter.

Diğer Öykücüler
Recaizade Mahmut Ekrem bu dönemin öykücülerindendir. Üç uzun öykü yazmıştır (Sâime, Muhsin Bey yahut Şairliğin Hazin Bir Tecellisi ve Şemsâ). Sâime’de çocuk sevgisi ve çocuğun yetiştirilmesini ele alır. Muhsin Bey…’de romantik aşkı konu edinir. Şemsâ’da Anadolu’dan gelen ve bir ailenin yanına evlatlık olarak kalan kızın hayatını işler. Üç öykü de romantizmin etkisi altında yazılmıştır. Edebi değerleri zayıftır.

Aynı dönemde Mehmet Celâl’de öyküler yazmıştır. Öykü türünde Hâlâ Seviyor yahut İftirâk (1891), Vicdan Azapları (1891), Oyun (1892), Mev’id-i Mülâkât (1893), Ak Saçlar (1895), Solgun Yâdigârlar (1899), İskambil (1899), Sefîd-ser (1899), Piyano (1900), İsmete Taarruz (1900) ve Zindan Kapısında (1906) adıyla kitapları çıkmıştır. Daha çok aşk ve aile hayatını konu edinmiştir.
Mustafa Reşit, popülist ve basit öyküler yazmıştır. Aşk ve evlilik temalı öykülerinde romantizmin ve santimantalizmin etkileri dikkat çeker. Bir Çiçek Demeti (1885), Tezkir-i Mazi (1885), Cüzdanımdan Birkaç Yaprak (öykü ve mensureler, 1886), Tesâvir-i Hayat (1894) gibi öykü kitapları bulunmaktadır.

İlk kadın öykücülerimizden Fatma Makbule Leman bu dönemde eser vermiştir. Gazete ve dergilerde yayınlanan öykü ve şiirlerinin bazılarını Ma’kes-i Hayal (1898) adlı kitapta toplamıştır. Kadın temalı eserlerinde kız çocuğunun eğitimi, aşk ve evlilik hayatını işler.

Ünite 3

Tanzimat Dönemi Edebiyatımızda Tiyatro

Tanzimat’ın ilanından sonraki birinci yılda İstanbul’da dört tiyatro açıldı. Tiyatro oyunu için ilk yazılı metnimiz 1859 yılında Şinasi tarafından yazılan Şair Evlenmesi’dir. Şinasi’yi Ali Haydar, Ebuzziya Tevfik ve Direktör Âli Bey takip ederler. Orta oyunu ve meddah gibi geleneksel oyunlarımız tiyatro ile karşılaşınca tuluat oyunları ortaya çıktı. Müfredatta Şair Evlenmesi ilk tiyatro eseri olarak yazılmışsa da Şinasi’den önce Doğu Dilleri Okulu’nun çok sayıda tiyatro eserini Türkçeye çevirdiğini belirtmek gerekir (Nasreddin Hoca’nın Mansıbı, Vakayi-i Acîbe ve Havadis-i Garibe-i Kefşger Ahmed, Hikâyet-i İbdâ-i Yeniçeriyân Be Bereket-i Pîr-i Bektaşiyân Şeyh Hacı Bektaş Velî-i Müslüman, Godefroi de Bouillon). Bunların dışında Ermeni harfli oyunlar ve tarihçi Hayrullah Efendi’nin Hikâye-i İbrahim Paşa be-İbrahim-i Gülşenî adlı eserleri Şair Evlenmesi’nden önce yazılmışlardır. Şinasi’yle aynı dönemde Mirza Feth Ali Ahunzade, Azeri Türkçesiyle hiciv yönü ağır basan altı komedi yazmıştır (Temsilat).

Şair Evlenmesi
Tek perdelik bir komedi olan eser, 1860’da Tercüman-ı Ahval’de tefrika edildi. Yerli unsurların yoğun olarak kullanıldığı oyun Batı tarzı tiyatro sanatını halka ulaştırmak amacıyla gelenekten azami ölçüde beslenmiştir. Eserde halktan tiplemeler ve günlük konuşma dili dikkat çeker. Tanpınar’ın nitelemesiyle Şinasi bu eseriyle edebiyatçılarımıza sokağın anahtarını vermiştir.

Paris’te elçilik kâtipliği de yapmış olan Ali Haydar, Türk edebiyatının ilk trajedi yazarı olarak tanınır. Sergüzeşt-i Perviz (1866), İkinci Ersas (1866) adlarıyla iki manzum trajedi ile Yunan mitlerinden ilhamla yazılmış olan Rüya Oyunu (1875) başlığını taşıyan bir de manzum komedisi vardır. Gonca-i Çin adlı dramı ve Hekimlerin Hazakatı veya Tiyatro İçinde Tiyatro adlı komedisi yayımlanmamıştır.

Direktör Ali Bey mizah edebiyatının öncülerindendir (Eserleri: Misafiri İstiskal (1870), Kokona Yatıyor (1870), Geveze Berber (1873). Letafet (1897) adlı eseri operettir. Ayyar Hamza (1871) ise uyarlamadır). Tiyatronun gelişmeye başladığı bu dönemde Namık Kemal ve Abdülhak Hamit trajediye, Âli Bey ve Ahmet Vefik Paşa ise komediye yönelmişlerdir.

Konusunu Kırım Savaşından alan Vatan yahut Silistre (1873) kısa cümleleri, romantik-epik kurgusu ve içerdiği vatan temasıyla dönemin en dikkat çekici eseridir. Râz-ı Dil adıyla yazılmış olan ve sansür kurulunda ismi Gülnihal olarak değiştirilen eser Namık Kemal’in ikinci tiyatro eseridir. Âkif Bey adlı oyununda bir bahriye zabitinin vatanseverliği ve eşine sadakatsizliğini işler.
Zavallı Çocuk’ta genç bir kızın sevdiği erkek yerine annesinin isteği üzerine zengin biriyle evlenmesi sonrasında yaşanan felaketler anlatılır. Edebiyatımıza aşk yüzünden verem olup ölen sevgili motifini getiren bu eser çığır açıcı niteliktedir.
Haremağalarının entrikalarını işleyen Kara Bela, yazarın sağlığında basılamamıştır.
Konusunu Moğol istilasına karşı girişilen mücadeleden alan Celaleddin Harzemşah, Namık Kemal’in üzerinde en çok çalıştığı eseridir. Yazar, Celaleddin’in şahsında İslam birliği fikrini kuvvetli bir şekilde ifade eder. Bu eser romantik tiyatromuzun ilk zirvesidir.

Amacı Türk insanına okuma zevki ve kültürü aşılamak olan Ahmet Mithat Efendi de yedi tiyatro eseri yazmıştır: Eyvah, Açıkbaş, Ahz-ı Sâr yahut Avrupa’nın Eski Medeniyeti, Hükm-i Dil, Çengi yahut Dâniş Çelebi, Fürs-i Kadimde Bir Facia yahut Siyavuş ve saray tarafından takip edilmesine yol açan Çerkes Özdenler’dir.
Eyvah adlı oyununda çok eşli bir adamın sonunda her iki eşini de kaybetmesini anlatır.
Gönül adlı hikâyesinin oyunlaştırılmış şekli olan Hükm-i Dil’de genç ve asil bir kızın bahçıvana olan aşkı etrafında asalet kavramı konu edilir.
Çengi yahut Dâniş Çelebi’de cin ve perilerle aklını bozmuş genç adamın hikâyesiyle toplumdaki muskacılar irdelenir.
Çerkes Özdenler’de sonu kanlı biten bir aşk hikâyesi etrafında Çerkezlerin adetlerini anlatır.
Acı Baş, tek perdelik bir komedidir.
Fürs-i Kadimde Bir Facia yahut Siyavuş, konusunu Şehname’den alan tarihi bir oyundur.
İnci Enginün, Ahmet Mithat’ın oyunlarının fikir ve görüşleri için:
a) Evlilik meselesi
b) Batıl inançlar
c) Modaya uyma
d) Dil meselesi
e) Ahlaki değerler (dürüstlük)
f) Asalet kavramı, şeklinde maddeler belirler.
Görüldüğü gibi toplumu eğitmek, terbiye etmek gibi bir görev üstlenmiştir.

Avrupa’da eğitim görmüş olan Ahmet Vefik Paşa, Bursa’da valiyken şehre tiyatro binası yaptırmıştır. Uyarlamalar yapmış, tiyatro için oyuncu yetiştirmiş, Türkçesi muhteşem eserler vermiştir. 1869-1871 yılları arasında Moliere’den 5 oyun uyarlamıştır. Bu oyunlar sahnelenirken yeni oyunlar uyarlamaya, çevirmeye devam etmiştir. Moliere’den uyarladığı 16 oyunu bir ciltte toplamıştır.

Şemseddin Sami’nin ilk oyunu Suhrab yahut Ferzendküş adlı trajediden sonra hepsi yayınlanmış ve oynanmış Besa yahut Ahde Vefa (1875), Seydî Yahya (1875), Gave (1876) adlı üç eser daha neşretmiştir.
Besa yahut Ahde Vefa, yemin üzerine kurulmuş altı perdelik bir trajedidir. Arnavut gelenekleri verilen sözün tutulma zorunluluğu gibi motifler içerir.
Seydi Yahya, Endülüs tarihine dönük bir oyundur.
Konusunu Şehname’den alan Gave, baskıcı rejime karşı ayaklanan halkı anlatır.

Ebuzziya Tevfik: İlk eseri Ecel-i Kaza (1872), Türk halkı karşısında oynanan ilk telif eser olma özelliğine sahiptir (Âlim Gür). Konusu Erzurum’da geçen trajedide kan davası konulu aşk ve evlilik anlatılır. E. Tevfik’in diğer oyunu Habibe yahut Semahat-ı Aşk’tır.

Yenileşmenin İkinci Kuşağında Tiyatro
Recaizade Mahmut Ekrem dört tiyatro eseri yazdı.
Afife Anjelik (1870) adlı eserde kocası savaşa giden yeni evli kontese göz koyan saray bakıcısının iftiralarıyla kontun kontesi boşaması ve idama mahkûm etmesi anlatılır. Kontes kaçıp dağlara sığınır. Savaştan dönen kont, gerçeği öğrenmiştir. Ava çıktığı bir gün tesadüfen kontesi ve çocuğunu bulur.
Edebiyatımıza tabiat konusunu sokan başlıca eserlerden olan Atala yahut Amerika Vahşileri (1873), Chateaubriand’ın aynı adlı romanının uyarlamasıdır. Egzotik bir kurgusu vardır.
Çok Bilen Çok Yanılır (1874) konusu Maraş’ta geçen bir komedi, Vuslat yahut Süreksiz Sevinç (1874) ise dramdır.

Abdülhak Hamit
25 kadar oyun yazmıştır. Oyunları sahne tekniğine uygun değildir. Bazı oyunları manzum (Tezer, Eşber, İlhan, Turhan, Sardanapal, Abdullahü’s-Sagir, Nesteren, Liberte), bir kısmı düzyazı (Macera-yı Aşk, İçli Kız, Sabr ü Sebat, Duhter-i Hindu, Tarık, İbn-i Musa, Finten, Yadigâr-ı Harp), bir kısmını da manzum-düzyazı biçiminde yazmıştır (İbn-i Musa, Zeynep, Tarık, Finten, Yadigâr-ı Harb). Tayfalar Geçidi, Arziler, Ruhlar ve Yabancı Dostlar ise diyaloglardan oluşmaktadır.
Oyunlarının bir kısmının konusunu tarihi olaylardan seçmiştir. Yerli olaylara yer verdiği eserleri de vardır. Duhter-i Hindu adlı oyununun sonundaki bir bölümde tiyatro sanatı hakkındaki düşüncelerine yer vermiştir. Bu yazılarda insanın her gün yaşadığı olayların tiyatroya konu edilmesine karşı olduğunu dile getirir (bu tür oyunları ahlak risalesi olarak niteler). Tiyatro eserleri bilmediğimiz, başka hayatları anlatmalıdır. Eserlerinde tarihi mekânlar ve uzak coğrafyaları sıkça görme nedenimiz daha çok budur.
Muallim Naci, Heder adında bir oyun yazabilmiştir. Bürokrasi içinde heder olup giden bir genci betimler.
Sami Paşazade Sezai’nin bu dönemde Şir adlı bir oyunu bulunmaktadır. Üç perdelik bir dramdır.
Mizancı Mehmet Murat biri kendi eseri (Tencere Yuvarlandı Kapağını Buldu ) diğeri (Akıldan Bela) çeviri olmak üzere iki eser neşretmiştir. Akıldan Bela, Puşkin’in dört perdelik bir oyunundan çeviridir. Rusçadan dilimize çevrilen ilk eserlerden biridir.

Üçüncü Kuşak: Ara Nesil Döneminde Tiyatro
Dönemin tiyatro oyunu yazarları:
Abdülhalim Memduh Bedriye (1888, Yoksul Münir’in zengin Bedriye’ye olan imkânsız aşkını konu eder), Nâlân (1886), Ümitsiz Mülâkat yahut İstifade-i İbret; İbnürreflat Ali Ferruh (1865-1903), Huflenk (1887, namus temalı aşk hikâyesidir); Mustafa Nuri, Büyücü Karı yahut Teehhül-i Cebrî (1885) ve Mizancı Mehmet Murat, Tencere Yuvarlandı Kapağını Buldu (1908), Nabizade Nâzım, Hoşnişîn veya Cihanda Safa Bu mudur? adlı piyesleri kaleme alır. II. Meşrutiyet yıllarında Nigâr Hanım da Girîve (çok eşliliğin acı sonuçlarını anlatır) adlı bir oyun yazar.
Bu dönemde ağırlıkla aşk ve evlilik konulu eserler neşredilmiştir.

Ünite 4


Metin Çözümlemeleri

Akif Paşa / Mersiye

Tıfl-ı nâzeninim unutmam seni
Aylar günler değil geçse de yıllar
Telh-kâm eyledi firâkın beni
Çıkar mı hatırdan o tatlı diller

Kıyılamaz iken öpmeğe tenin
Şimdi ne hâldedir nâzik bedenin
Andıkça gülşende gönce-dehenin
Yansın âhım ile kül olsun güller.

Tegüyyürler gelip cism-i semîne
Döküldü mü siyâh ebrû cebîne
Sırma saçlar yayıldı mı zemîne
Dağıldı mı kokladığım sümbüller?

Feleğin kînesi yerin buldu mu
Gül yanağın, reng-i rûyun soldu mu
Acaba çürüdü toprak oldu mu
Öpüp kokladığım o pamuk eller?
(Akif Paşa Divançesi, s. 164)

Adem Kasidesi’nden sonra dikkat çeken Mersiye şiiri, şair torununun ölümü üzerine yazmıştır. Ölüm olgusunu, düşüncesini klasik tarzın dışında ele alır.
Şair şiirinde ölüm sonrasını sorgulamaya girişir.
Tanpınar, edebiyatımızda çocuk ve çocuk sevgisinin bu şiirle başladığını söyler.
Ruhun ölümsüzlüğü düşüncesi Türk edebiyatının ana karakteristiklerinden biridir.
Klasik şairlerimiz için ölüm, bilinmezlik değil, aksine ebediyettir.
Mersiye ve ağıtlar ağırlıkla ölen kişinin özelliklerini, niteliklerini anlatır. Ölen kişinin kaybından dolayı feleğe sitem edildiği görülür. Mersiyelerin hemen hepsinin son bölümleri ölen kişiye edilen dualardan meydana gelir.

İçerik, Dil ve Üslup
Tanpınar, Mersiye başlıklı koşmanın ancak Tanzimat döneminde yankı bulmuş olmasına dikkat çekerek Akif Paşa’nın ne kadar ileri bir şiir yazdığını söyler. Hece vezninin Tanzimatla birlikte rağbet kazanmasında da bu mersiyenin etkisi dikkate alınmalıdır.

(Ölümle değişme fikri) Şiirde görülen “cism-isemîn” terkibinde mezardaki çocuğun vücudu yasemin çiçeği gibi vücut şeklindeki bir metaforla ifade edilir.

Yunus Emre, Şeyyad Hamza, Âşık Yunus gibi isimler, erken dönemde ölüm olgusunu şiirlerinde realist tarzda işleyen isimlerdir.

İbrahim Şinasi / Şair Evlenmesi

1860’ta Tercüman-ı Ahval’de tefrika edildi.
Eser, gelenekten yararlanması, halk ananelerini sahneye taşıması, sade dili ve basit yapısıyla yol açıcı etkilere sahiptir.
Şair Müştak Bey ve Kumru Hanım birbirlerini sevmektedirler. Kızın ailesi imamın da yardımıyla şaire kızın huysuz ve çirkin ablasını nikâhlar.
Çıkan yaygara sonunda imam işi düzeltir.

Olay Örgüsü (Entrik Yapı)
Müştak Bey, Kumru Hanım’ı beklerken Sakine ile karşılaşınca bayılıp düşer. Oyunun düğüm noktasıdır bu sahne. Bundan sonra kız evinin ahalisi Müştak Bey’e baskı yapmaya başlar.
Hikmet Efendi, imama para kesesini göstererek işi düzeltmesini ister. İmam, keseyi yan cebine koymasını ister. Sonra da büyük kız derken yaşça değil boyca büyük olanı kast ettiğini söyleyerek işi düzeltir.
Cevdet Kudret’e göre Şair Evlenmesi, devri için ileri bir adım atarak “kadınla erkeğin birbirleriyle görüşüp anlaştıktan sonra evlenmeleri gerektiği” düşüncesini savunur.
Oyunun kişileri mahalle halkındandır. Moliere’in eserlerindeki tipleri çağrıştıran tiplere yer verir (Zîba Dudu / Cimri’deki Frasine benzer).
Eseri ortaoyunu ile Fransız komedisinin harmanı olarak telakki edebiliriz.
Eser, Türk edebiyatına realizmi getirmesi bakımından ayrıca önem arz eder.

Namık Kemal / İntibah

Tanpınar bu eseri edebiyatımızın ilk romanı olarak kabul eder.
İlk baskısı Vakit Mecmuası’nda yapılmıştır (1876).
23 bölüm olan eserin her bölümün başında beyitlere yer verilmiştir.
Eserin üçüncü bölümünde Ali Bey’i tanımaya başlarız.
Ali Bey, babasının ölümü üzerine Babıâli’de memuriyete başlar. Annesinin (Fatma Hanım) telkiniyle Çamlıca’ya gezmeye gider. Bu gezmelerden birinde gördüğü bir kadını düşünmeden edemez hale gelir. Tanışırlar, Mehpeyker’le sık sık Çamlıca’da buluşmaya başlarlar.
Ali Bey’in arkadaşı Atıf Bey’in dayısı Mesut Efendi, Mehpeyker’in meşhur bir aşüfte olduğunu söyleyerek Ali Bey’i uyarır.
Ali Bey, ilişkisini sonlandırma kararı alır. Duyduklarını Mehpeyker’e anlatır. Mehpeyker kendini acındırarak Ali Bey’i avcunun içine alır. Artık daha sık görüşmeye başlarlar. Oğlu evi iyice boşlayınca annesi, Mesut Efendi’nin tavsiyesiyle eve bir cariye (Dilaşup) getirtir.
Ali Bey, Mehpeyker’in yalısında beklerken sevdiği kadının Suriyeli bir dostu olduğunu öğrenir. Kadına hakaret ederek evine döner. Zaman içinde Dilaşup’a meyletmeye başlar. Mehpeyker ise intikam planları yapar. Dilaşup’a iftira atar. Hiddetlenen Ali Bey, cariyenin satılmasını ister. Alkol ve kumara başlayan Ali Bey, babasından kalan serveti tüketir. Annesi de üzüntü ve yokluk içerisinde ölür. Mehpeyker, Dilaşup’u yanına alır. Bağ evinde bir eğlence tertip eden Mehpeyker, Ali Bey’i eğlenceye davet eder. Amacı, Dilaşup’un gözü önünde Ali Bey’i öldürterek intikam almaktır. Planlı öğrenen Dilaşup Ali Bey’i haberdar eder. Eğlence sırasında Ali Bey’in paltosu içindeki Dilaşup öldürülür. Dilaşup’un fedakârlığı karşısında Ali Bey de Mehpeyker’i öldürür. Yakalanıp hapse atılan Ali Bey bir süre sonra ölür.
Namık Kemal eser boyunca okuyucuya yönelik ifadeler kullanır (meddah geleneğinin etkisi).
Eserde mekân tasvirleri dikkat çeker. Yazar, mekânlarla karakterleri arasında ilişki kurmaya çalışır.
Olay örgüsü bahar mevsiminde başlayıp kışın başlangıcında sona erer.
Romanda Ali Bey’in macerası anlatılsa da asıl güçlü karakter Mehpeyker’dir. Roman karakterlerinin Mehpeyker hakkındaki kötüleyici ifadelerine karşın yazarın tasvirlerinde Mehpeyker çok güzel bir kadın olarak tasvir edilir.

Nabizade Nâzım / Karabibik

1891’de yayımlandı. Realist ve natüralist çizgiler taşır. Eser, Beşir Fuat ile Menemenlizade Tahir arasında cereyan eden romantizm-realizm tartışmasının devam ettiği dönemde realizme/natüralizme örnek olması için yazılmıştır.
Karabibik, karısı ölmüş, kızı Huri ile birlikte yaşayan fakir bir köylüdür. Huri’nin yaşı otuzu aşmış olmasına karşın aksak ve çirkin olduğu için evlenememiştir.
Karabibik’in hayali bir çift öküze sahip olmak ve kızını evlendirebilmektir.
Her yıl tarlasını sürebilmek için Kara İmam’dan öküz kiralar. Kızını İmam’ın kayını Sarı İsmail’e vererek öküzleri bedava getirmenin hesabını yapmaktadır. Sarı İsmail bir başkasıyla evlenecektir. Bunu öğrenen Karabibik, komşu Temre köyündeki tefeci Anderya’dan borç alarak öküzlerine kavuşur.
Mal sahibi olan Karabibik’in kızına da talip çıkar (planı buydu zaten). Tarla sınırı yüzünden kavgalı olduğu Yosturoğlu’nun yeğeni Hüseyin, Huri’yi ister.
Hayallerini yoluna koyan Karabibik, sol böğründe hissettiği ağrıdan mütevellit komşu köyün doktoru Linardi’ye gidip gelmeye devam eder. Bir fırsat, doktorun hafifmeşrep karısına da sarkıntılık etmeyi ihmal etmez.
Öykü, Şubat ayının bahara meylettiği günlerde geçmektedir.
Natüralist tarza uygun olarak eserde mekân tasvirlerine önem verilmiştir.
Öykü kişilerinin davranışlarının belirleyicileri ekonomi ve cinselliktir.

Ünite 5
Tanzimat Devri Edebiyatında Mizah ve Hiciv

Mizahi ürünler hayatın içinde var olan komik öğeleri öne çıkarırken hiciv, daha ziyade hayatın içerisinde var olan çarpıklıkları işaret eder, onlarla yer yer alay eder. Edebiyat camiasında ince zekâ ile işlenmiş mizahi ürünler takdir görürken incelikten uzak, kaba bünyeler, müstehcen ve kaba ifadelerle mizah yapmaya çalışırlar.
Halk edebiyatımızda mizah ve hicvin örnekleri çoktur.
Ozanlar arasındaki taşlamalarda da mizah öğelerine yer verilmiştir.
Klasik Türk edebiyatında şiir ön planda olduğu için hicivler daha ziyade manzum olarak yazılmıştır.
Şeyhî, Harnâme; Fakirî, Risale-i Tarifât, Bağdatlı Ruhi, Terkib-i Bend; Fuzûlî, Şikâyetnâme; Nef’î, Siham-ı Kaza; Kânî, Hırrenâme; İzzet Molla, Mihnet-Keşân, mizah hiciv türündeki meşhur eserlerdir.

Tanzimat döneminde çıkmaya başlayan gazete ve dergiler, mizah edebiyatının gelişmesine katkı yapmıştır.
Hovsep Vartan Paşa – Boşboğaz Bir Âdem (1852) Ermeni harfleriyle Türkçe yayımlanmıştır.
Ebuzziya Tevfik & Kemalpaşazade Sait – Terakki (1870) 13 sayı çıkan dergi yayın hayatına daha sonra önce, Terakki-Eğkence(si) sonra da Letâif-i Âsâr adıyla devam etmiştir.
Teodor Kasap – Diyojen (1870), Çıngıraklı Tatar (1873) ve Hayal (1873) Diyojen’de daha çok siyasi ve sosyal konulara yer verilmiştir.
Zakarya Beykozluyan – Lâtife (1873)
Mihaliki Efendi – Şafak (1874)
Basiretçi Ali Efendi – Kahkaha (1874)
Mehmet Tevfik – Çaylak (1876)
Geveze (1875)
Meddah (1875)
Gazete ve dergilerden başka; Ethem Pertev Paşa, Av’ava-nâme (havlama kitabı) adlı mizahi bir eser yayımlar. Eserde bir filozofla bir köpeği konuşturur.
Ziya Paşa, Zafername ve Zafername Şerhi adlı eserlerini siyasi rakiplerinden olan Sadrazam Ali Paşa’yı hicvetmek için yazmıştır. (Eserde Ali Paşa’nın Girit isyanını bastırmak için kullandığı yöntemler eleştirilir).
Ziya Paşa’nın Terkib-i Bend’i de hiciv öğeleri içerir. Ancak burada belli bir kişi ya da kurumdan ziyade genel olarak adalet konusu ele alınır.
Namık Kemal’in Hırrename (kedi kitabı) adlı eseri Âli Paşa’nın yerine sadrazam olan Mahmut Nedim Paşa’nın adının karıştığı yolsuzluklarla ilgilidir.

Kanlıcalı Nihat, Kâzım Paşa, Hayret Efendi ve Sait Bey de hicivleriyle tanınmış ancak yaşadıkları dönemin ötesine geçememiştirler.

Lehcetü’l-Hakayık (1896) ve Seyyareler (1899) adlı kitapların yazarı Direktör Âli Bey, Diyojen’de mizahi yazılar yazmıştır. Lehcetü’l-Hakayık sözlüklerde yer bulamamış 300 kadar sözcüğün mizahi anlamlarını açıklar. Bu bakımdan eser, Türkçenin ilk mizah sözlüğüdür.
Seyyareler, mitolojik kurgusu olan bir masaldır.
Mehmet Eşref, gazete ve dergilerde sürekli olarak özellikle II. Abdülhamit’i ve hükûmet adamlarını eleştirmiştir. Eşref, bu hicivlerini İtimdâd (1904), Deccal I (1904), Hasb-i Hal yahut Eşref-Kemal (1905), Deccal II (1907), Şah ve Padişah (1908), İran’da Yangın Var (1908) adlı kitaplarında toplamıştır.

İbrahim Şinasi’nin Şair Evlenmesi mizahi öğeler içerir.
Ahmet Vefik Paşa’nın Moliere uyarlamaları ve çevirileri çoğunlukla mizahidir.
Ahmet Mithat Efendi, Felatun Bey ile Rakım Efendi adlı romanında alafranga, züppe tiplemesini mizahi üslupla eleştirir.
Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası da alafranga tipleri eleştirir.


2. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı

II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ TÜRK EDEBİYATI

Ünite 1
Meşrutiyet Dönemi Toplum ve Kültür Hayatının Özellikleri
Edebiyat Tarihçiliğinde Edebî Devir ve Siyasi Devir ilişkisi
“Edebiyat tarihi, medeniyet tarihinin bir şubesidir” (Gustave Lanson).

Yenileşme dönemi Türk edebiyatı kendi içinde,
Tanzimat dönemi,
I. Meşrutiyet dönemi (1876-1908)
II. Meşrutiyet dönemi (1908-1922)
Cumhuriyet dönemi (1923-) şeklinde tasnif edilir.

II. Meşrutiyet Döneminin Sınırları
Bu dönem, Terakki ve İttihat Cemiyetinin baskılarıyla anayasanın ilan edilmesiyle başlar (23 Temmuz 1908). İstanbul’un işgaliyle birlikte bu dönem sona ermiş kabul edilir (16 Mart 1920).
Siyasal olarak bu dönemde göze çarpan olgu toplumun örgütleşmesidir.

Fikir Akımları
Batıcılık
Osmanlıcılık
İslamcılık (Sırat-ı Müstakim / Sebillüreşat)
Türkçülük (Türk Derneği, Türk Yurdu Dergisi)
Sosyalizm
Meslek-i İçtimai (Prens Sabahattin, Âdem-i Merkeziyet)

Azınlık Irkçılığı
Batılıların “Şark Meselesi” adı altında yürüttükleri Osmanlıyı parçalama çalışmaları kapsamında azınlıklar üzerinde kışkırtmalar devam etmiştir.

II. Meşrutiyet’in ilanından kısa süre sonra Kıbrıs, Lefkoşa’da Türk Teâvün Cemiyeti kuruldu. Türkçe hakkında çalışmalar yapan Türk Cemiyeti’nin ırk ve kavmiyet kavramlarıyla bir ilgisi yoktur.

25 Mart 1912’de kurulan Türk Ocağı Derneği, Türkçü çizginin ana hatlarını belirlemekte yararlı oldu.

Dönemin aydınlarının siyasete ilgisi de dikkat çekicidir. 31 Mart olayından sonra bazı mebuslar önce Hizb-i Cedit adı altında birleşerek İttihat ve Terakki’den uzaklaştı, daha sonra da Hürriyet ve İtilaf Partisi’ni kurdu. Mutedil Hürriyetpervan Fırkası ve Avam Fırkası, kurulan diğer partilerdir.
İlerleyen yıllarda Halaskâr-ı Zabitân ve Babıali Baskını olayları siyasi tarihimizin karanlık sayfaları arasındadır.

Sultan II. Abdülhamit Aleyhtarlığı
Bu dönemde eli kalem tutan hemen herkesin ortak paydası Sultan Abdülhamid karşıtlığıydı. Sultan, istibdadından dolayı tam anlamıyla günah keçisi durumuna getirilmiştir.

Toplumsal Hayatın Özellikleri
Dernekler için 1908-1914 yılları çok bereketli geçmiştir.
Sivil toplum örgütleri de bu dönemde çoğalmaya başlamıştır.
Kadınlara yönelik derneklerin fazlalığı dikkat çeker bu dönemde. Naciye Sultan himayesinde kurulan Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i İslâmiyesi, Enver Paşa tarafından kurulmuştur (1916). Kadın dergilerinde de bu dönemde artış yaşanmıştır.
II. Meşrutiyetin ilan edildiği yıl (1908), üç kadın derneği kurulur; Tealî-i Nisvan Cemiyeti, Osmanlı Kadınları Şefkat Cemiyet-i Hayriyesi, Osmanlı Kadınları Terakki-perver Cemiyeti. Bunları 1909’da kurulan Osmanlı Cemiyet-i Hayriye-i Nisvaniyesi, Mamulât-ı Dahiliye Kadınlar Cemiyet-i Hayriyesi ve Esirgeme Derneğii takip eder.
Bazı parti veya dernekler ayrıca “hanımlar şubesi” kurmuşlardır.

Savaş Yılları
3 Ekim 1908’de Bulgarlar isyan edip bağımsızlıklarını ilan ederler. İlerleyen dönemde çete terörü başlar. Ekim 1911’de İtalya ile savaşa giren Osmanlı devleti ancak 11 Ekim 1922’de barışa kavuşabildi.

İktisadi Hayat
Savaş, birileri için para demektir. Osmanlı devletinde 1849-1900 yılları arasında kurulan şirket sayısı 65’tir.
1908’e gelindiğinde bu sayı 86’ya ulaşır.
1908-1919 yılları arasında kurulan şirket sayısı ise 228’dir.

Edebî Hayatın Özellikleri
Bu dönemde edebi faaliyetler iki ana akım etrafında gelişir: Fecr-i Ati ve Milli Edebiyat akımları.

Ferdiyetçi sanat anlayışını temsil eden Fecr-i Âtî,
Toplumcu sanat anlayışına yönelen Millî Edebiyat Hareketi,
Her iki akıma da yakın duran Nesl-i Âtî (Nâyîler),
“Millî Edebiyat” anlayışını birtakım kurallara bağlamak niyetiyle kurulan Şairler Derneği, dönemin edebi guruplarıdır.

Tiyatro alanındaki canlılık dikkat çekicidir bu dönemde. Sanat adına toplumla temas kurmak isteyen Fecr-i Âtî mensupları ve toplumsal faydayı savunan Milli Edebiyat mensupları tiyatroyla ilgilenmiş çok sayıda oyun sahnelemişlerdir.

İlgi gören edebi türler ise mensur şiir ve hikâyedir.

II. Meşrutiyet döneminin hâkin edebi akımları Natüralizm ve Sembolizmdir. Natüralizmin düşünsel dayanağı olan pozitivizmi savunan isimler Baha Tevfik ve Bekir Fahri İdiz’dir.

Bu dönemde edebi tartışmaların da ardı arkası kesilmemiştir. Polemiklerin odağındaki isimler Hüseyin Rahmi, Şahabettin Süleyman ve Mehmet Akif’tir.

Basın Hayatı
1895’ten itibaren yayımlanan Hanımlara Mahsus Gazete, kadınlara yönelik süreli yayınlarımızın en uzun ömürlüsüdür.
Âlem-i Nisvan (1906-1910), Demet (1908), Erkekler Dünyası (1913), Genç Kadın (1918), Hanımlar Âlemi (1914-1918), Kadın (1908-1909), Kadın (1910, Kadın/Musavver Kadın 1911), Kadın (1911-1912), Kadınlar Âlemi (1914), Osmanlı Kadınlar Âlemi (1914), Kadınlar Dünyası (1913-1921), Kadınlık/Kadın Duygusu (1914), Kadınlık Hayatı (1913), Mehasin (1908-1909), Seyyâle (1914) ve Sıyanet (1914) bu dönemin belli başlı yayınlarıdır.
Çocuk dergilerinde de ciddi oranda artış yaşanmıştır. Mizah dergilerinin sayısında da aynı şekilde artış gözlenmektedir.
II. Meşrutiyet Türkiye’sinde bir süreli yayının resimli çıkması, bir cazibe ve kalite göstergesidir. Bu sebeple o yılların pek çok dergisi, adında, “musavver” veya “resimli” gibi sıfatlar taşır.

Uzun yıllar baskı altında kalan basın-yayın camiası II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte özgürlüğe kavuşur. Ancak savaşların başlamasıyla birlikte birtakım sınırlamalara maruz kalır. 1909’da çıkan Matbuat Nizamnamesi 1931 yılına kadar yürürlükte kalır.
Özetle; “yeni bir Türkiye’nin doğum sancıları da II. Meşrutiyet yılları içindedir.” Tunaya

Ünite 2
Fecr-i Ati Kuruluşu ce Çalışmaları
Fecr-i Âtî topluluğunda
Ahmet Hâşim,
Celâl Sâhir (Erozan),
Emin Bülent (Serdaroğlu),
Fâik Âli (Ozansoy),
Köprülüzâde Mehmet Fuat (Köprülü),
Refik Halit (Karay),
Şahabettin Süleyman,
Tahsin Nahit,
Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) gibi edebiyat tarihimiz için önemli isimler yer almıştır.
Fecr-i Ati’nin ilk toplantısı 20 Mart 1909’da yapıldı. Başkanlığına Faik Ali seçilmiştir.
Topluluk mensupları, en muteber kültür ve sanat dergilerinden Servet-i Fünûn, Resimli Kitap,
Musavver Eşref’te yayın faaliyetini sürdürürler.
Şahabettin Süleyman, Fecr-i Âtî’nin yayın organı olmak niyet ve ümidiyle Şiir ve Tefekkür adlı bir mecmua çıkarır. Bu yayın ancak iki sayı devam eder. Daha sonra Jale adıyla aynı maksatla başka bir yayın daha çıkarır ancak ekonomik güçlükler devamlılığına engel olur.
Servet-i Fünun dergisi sahibi Ahmet İhsan’ın teklifiyle edebi faaliyetlerini aynı çatı altında gerçekleştirmeye karar verirler ve bunu bir beyanname ile ilan ederler (Fecr-i Âtî Encümen-i Edebîsi Beyannamesi).
Beyannamede kendilerinden önceki edebi faaliyetler eleştirilmiştir.
Kütüphane kurmak, tercüme kurulu oluşturmak, halka açık konferanslar düzenlemek, Batı’daki benzer müesseselerle temas kurup fikir alış-verişini geliştirmek gibi hedefler belirlermişlerdir.
Fecr-i Âtî Kütüphanesi adı altına beş kitap neşredilmiştir:
Timsal-i Aşk (Cemil Süleyman), Hayat-i Fikriye (Köprülüzâde Mehmet Fuat),İnhizam (Cemil Süleyman), Ruh-ı Bî-kayt (Tahsin Nahit), Fırtına (Şahabettin Süleyman).

FECR-İ ÂTÎ YERİNE NESL-İ ÂTÎ (NÂYÎLER)
Milli Edebiyat hareketinin heyecan yarattığı gümlerde Şahabettin Süleyman mensubu olduğu gurubun faaliyetlerini bir liste halinde göstermek maksadıyla “Bir Bilanço” yazısını yazar. “Bataklıkta” başlıklı yazısı bunun devamıdır. Bu yazılarda Fecr-i Ati’nin maksadına ulaşamadığını belirtir. Hakkı Tahsin bu yazılara müteakip yeni bir neslin yetişmekte olduğunu belirtir. Gurup içinden benzer çizgide yazılar yayımlanır. Fecr-i Ati’cilerin bir kısmı bu yazılardan sonra “Nesl-i Ati Cemiyet-i Edebiyesi” başlıklı bir beyanname yayımlar.
Amaçlarını batı tarzını taklitle sınırlanan edebiyatımızı bu çıkmazdan kurtarmak olarak ilan ederler. Tahsin Nihat’ın yayımladığı beyannameden sonra tartışmalar çıkar. Yeni Nesil gençleri Rübap mecmuasında kendi eserlerini methederler. Mehmet Rauf, gençlere destek veren yazılar yazar. Hamdullah Suphi ve Şahabettin Süleyman ise ortada yeni nesil olmadığını, gençlerin Fecr-i Ati’nin devamı olduğunda ısrar ederler. Fahri Celâl Göktulga’nın ağabeyi Süleyman Bahri de gençlere hücum eden yazılar yazar.
Yeni Nesil’ciler, Kehkeşan adlı dergide faaliyetlerine devam ederler. Liderleri Selahattin Enis’tir. Kehkeşan kapandıktan sonra da Nihal adlı dergiye geçerler. Nihal kapandıktan sonra Safahat-ı Şiir ve Fikir adlı dergiye geçerler.
Şahabettin Süleyman, Büyük Duygu dergisinde çıkan “Yeni Bir Halet-i Ruhiye” başlıklı yazısıyla gençleri takdir etmeye başlar. Safahat-ı Şiir ve Fikir’de çıkan bir yazısında da bu gençleri Nâyiler olarak takdim etmiştir. Nâyiler, şiirde iç musikiye önem veriyorlardı.

Ünite 3

Fecr-i Ati’de Şiir
Fecr-i Âtîciler, şiir anlayışı bakımından Edebiyat-ı Cedide’den Cenap Şahabettin’in tanıdığı Sembolizm’i tercih etmişlerdir. Şiirde kapalıydılar. Şiirlerindeki kapalı üslup ileriki dönemlerde İkinci Yeni’yi etkileyecektir.
Celâl Sahir ve Faik Ali istisna kabul edilirse bu dönemin şairleri 19-24 yaş aralığındadırlar.

FECR-İ ÂTİ ŞİRİNİN ÖZELLİKLERİ
Siyasetten uzak durdular.
Çeşitli nazım biçimlerini kullanmışlardır. Serbest müstezat(nazm-ı serbest/ serbest şiir/nazım) ve soneyi özellikle tercih ettiler.
Şiirlerinde belli bir duygulanım anını resmettikleri için şiirleri genellikle kısadır (duygu anları kısa olduğu gibi).
Aşk ve tabiat en sık işlenen temalardır.
Mevsimler ve vakit şiirlerde önemli yer tutar. Sonbahar hüznün ve romantizmin ilhamını verir. Alacakaranlık en sık tercih edilen vakittir.
Tabiat en küçük ayrıntısına varıncaya dek şiire dâhil edilmiştir.

Dil ve Üslup
Kelime seçiminde oldukça titizdirler. Kelimelerin ses ve ahengine önem verirler. Şiiri kelimelerden mürekkep musiki parçası olarak görürler. Şiirlerindeki duygu yoğunluğu çok fazla nida kullanmalarına neden olmuştur.

Başlıca Temsilcileri
Ahmet Haşim
Tahsin Nahit
Mehmet Behçet
Emin Bülent
Celal Sahir
Faik Ali
Fuat Köprülü
Ali Canip
Hamdullah Suphi
Fazıl Ahmet
Mehmet Ali Tevfik
İbrahim Alaattin
Abdülhak Hayri
Nevin
Ahmet Samim
Mehmet Rüştü

Ahmet Haşim, Resimli Kitap’taki şiirleriyle orijinal üslubunu ortaya koymuştur. Şi’r-i Kamer serisi bu kitaptadır.
Göl Saatleri şairin 1909-1915 arasında yazdığı şiirleri içerir.
Piyale, abidevi şiirlerini bir araya getirdiği kitabıdır.
Ahmet Haşim için şiirin amacı anlatmak değil duyurmaktır, şiirin kaynağı ise şuuraltıdır.
Emin Bülent (Serdaroğlu) kısmen sosyal olaylara açık bir şairdir. Fuzuli hayranıdır. Şiirlerinde Tevfik Fikret’in tesirleri görülür. Şiirleri ölümünden sonra Salih Zeki Akay tarafından kitaplaştırılmıştır.

Tahsin Nahit, Ahmet Haşim’den sonra bu gurubun en güçlü sesidir. Selanik’te çıkan Çocuk Bahçesi adlı dergide şiirleri yayımlanmıştır.
İsmail Hami ile birlikte Kanat adında bir dergi çıkarmıştır.
1910’a kadar yazdığı şiirleri Rûh-ı Bî-kayd adıyla kitaplaştırdı.
Şiirin yanı sıra tiyatro ile de ilgilendi. Bu alandaki ilk denemesi Hicranlar (1908) adını taşır.
Hadiye Ebuziyya’nın Jöntürk adlı eserine son şeklini Tahsin Nahit vermiştir.
Şahabettin Süleyman’la birlikte Ben… Başka ve Kösem Sultan piyeslerini yazdı.
Firar adlı eserinden başka uyarlama/çevirileri de vardır.

Mehmet Behçet Yazar çeşitli gazete ve dergilerdeki yazılarıyla tanınır.
Kastamonu Lisesi’nde müdürken Gençlik adlı bir dergi çıkarmış, Açık Söz adlı bir başka dergide de Nida müstearıyla milli mücadeleye destek vermiştir.
Eserleri:
Erganun (1911)
Yumak (1938)

Ali Canip Yöntem 1913 yılına kadarki şiirlerinde aruzu tercih etmiş bu tarihten sonra ise hece veznine geçmiştir.
1918’e kadarki şiirlerini Geçtiğim Yol (1918) adlı eserinde bir araya topladı.

Fazıl Ahmet (Aykaç) Terbiyeye Dair (1910) ilk kitabıdır.
Hitabeler, Şiirler, Hicivler ve Saire… (1934),
Divançe-i Fazıl der Medh-i Efâzıl -Teşâur-ı Nef’îyâne- (1913),
Harman Sonu (1919),
Şeytan Diyor Ki,
Kırpıntı (1924),
Gelecek Asırlarda Tarih Dersi (1928)

Mehmet Ali Tevfik (Yükselen) Verlaine’den tercümeleriyle tanındı. İlk şiirleri 1912’de Turanlıların Defteri adlı kitabında yayımlandı.

Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Bir dönem Fecr-i Ati’ye başkanlık yapmıştır.
Şiiri bırakmasına sebep Ahmet Haşim kadar iyi yazamayacağını düşünmesidir. Şiirleriyle değil de daha çok hitabeleriyle tanınır. Hitabelerini Dağ Yolu ve Günebakan adlı kitaplarında bir araya getirdi. Bir diğer özelliği mizahi yazılarıdır.

Fecr-i Ati’ya başkanlık yapmış olan iki şair Faik Ali ve Celal Sahir bir dönem milli edebiyat hareketine dâhil olmuşlardır.
Faik Ali’nin eserleri
Kardeş Sesi
Beyaz Gölgeler
Buhran
Siyah Kitap
İstanbul İçin Mebus Namzetlerim (Hakkı Naşir müstearıyla basıldı)

Köprülüzade Mehmet Fuat, Fecr-i Ati adına Yeni Lisan ve Milli Edebiyat akımına en şiddetli hücumlarda bulunan kişidir.
Ahmet Haşim’den sonra en başarılı Fecr-i Ati şiirlerine imza atmıştır.

Ünite 4

Fecr-i Ati’de Nesir

Hikâye ve Roman
Fecr-i Ati’nin hem hikâye hem de tiyatro özellikleri gösteren tekellümi hikâye veya novel diyalog dedikleri karşılıklı konuşma metinleri vardır.
Tekellümi hikâyeler, konuşma bölümleri olan hareket tasviri olmayan metinlerdi.
Bu türe en çok ilgi gösteren kişi Şahabettin Süleyman’dır. Bu tür çalışmalarında kadın-erkek ilişkileri üzerinde durur.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Bir Serencam adlı eserinde Fecr-i Ati çatısı altında yazdığı eserlerini bir araya getirmiştir.
Eserlerindeki mekân ve insan manzaraları arasındaki sıkı bağ dikkat çekicidir.
Cebriyecilik ve fatalizm iki zıt kutup olarak eserlerindeki tipleri tasnifte öne çıkan başlıklardır.
Yakup Kadri, eserlerinde daima realist ve zaman zaman natüralist çizgidedir.
Balkan Savaşları yaşanırken Fecr-i Ati’den uzaklaşan yazar Milli Edebiyat Hareketi içinde yazmaya devam etmiştir.

Refik Halit Karay
Fecr-i Ati dönemindeki eserlerinde cinsi münasebetleri işler. Bu dönemde yazdığı Hakk-ı Sükût işçi-patron münasebetini ele alan ilk eserimizdir.

Şahabettin Süleyman
Bir Tecrübe
Dayak
Fedakâr
Yazarın aşk ve sefahat âlemlerini işleyen eserleridir.
1913’te Sabah gazetesinde Evvel Zaman İçinde başlıklı hikâyeleri hiciv türündedir.
Derebeyi, alegorik bir hikâyedir.
Hüseyin Veli Efendi adlı hikâyesinde ileri fikirli bir aydının cemiyet tarafından dışlanmasını ele alır.
Hikâyeden ziyade edebiyat tarihi, tiyatro, eleştiri ve fikir yazılarıyla tanınmıştır.
Yayımlanmış eserleri
Eğitim konulu olanlar,
Rehber-i Erib Kâmil Bir Muallimin Şakirtlerine Dersleri
Meşrutiyette Terbiye-i Etfâl
Resimli Muktatafât
Tiyatro
Fırtına
Çıkmaz Sokak
Ben… Başka!
Kırık Muhafaza
Estetik
Sanat-i Tahrir ve Edebiyat
Malumat-ı Edebiye
Edebiyat Tarihi
Tarih-i Edebiyat-ı Osmaniye
Yeni Osmanlı Tarihi Edebiyatı I.
Eleştiri
Nâmık Kemal “Karabela” Münasebetiyle
Abdülhak Hâmit Hayatı ve Sanatkâr
Fikir
Osmanlılıkta Vâhime-i Mesuliyet

Fecr-i Ati’nin hikâye ve roman türündeki en başarılı ismi Cemil Süleyman’dır.
Âşiyan ve Tanin’de çıkan hikâyeleriyle şöhret oldu.
Timsâl-i Aşk
Ukde
İnhizam
Siyah Gözler
Kadın Ruhu
Eserlerindeki tipler, Halit Ziya ve Mehmet Rauf’un eserlerindekilere benzer. Siyah Gözler’de dul bir kadının psikolojisini başarıyla aktarmıştır.

Ali Süha Delibaşı
Asıl başarıyı mensur şiirleriyle elde etti.
Eserleri:
Roman:
İkinci Gençlik
Piyes:
Kaybolan Ses
Arlezien (Daudet’ten)
Alev (Kistemackers’ten)
Bir Günün Beyliği (Noèden’den)
Okumuş Adam (Labiche’den)
Kibarlık Budalası (Molièrè’den)
Adamcıl (Molièrè’den)
Tarihte Halk Tiyatrosu (Boll’dan)

İzzet Melih Devrim
İyi eğitim aldı, farklı şehirlerde yaşadı, beş ayrı yabancı dil öğrendi. Sanatın çeşitli branşlarına hevesliydi. Sahip olduğu donanım dikkate alındığında imza attığı eser sayısı çok azdır.
Uzun yıllar üzerinde çalıştığı Maziye Rağmen adlı romanını 1909-1911 yılları arasında Resimli Kitap mecmuasında Tezad ismiyle tefrika etti.
Sermet adlı romanı Pierre Loti’nin takdimiyle Fransızcaya çevrilmiştir.
15’i mektup olmak üzere 19 hikâyesini Hüzün ve Tebessüm adıyla yayımladı.
Kısa hikâyelerini bazı deneme ve gezi yazılarıyla birlikte Her Güzelliğe Âşık adlı eserinde bir araya getirdi.
İlerleyen dönemde çocuklar için eserler yazmıştır.
Orhan’ın Deniz Eğlenceleri
Orhan ile Gümüş
Orhan’ın Hayvanlar Bahçesi
Orhan’ın Tayyareciliği

Mensur Şiir
Fecr-i Âtî mensupları arasında “mensur şiir”, “mensure”, “fantazi” veya “fantaziye” hatta bazen “şiir” diye niteledikleri bu türü denememiş olan yoktur.
Topluluk mensupları arasında bu türe ciddi manada rağbet edenler Şahabettin Süleyman, Yakup Kadri, Refik Halit, Fazıl Ahmet, Ali Süha, İzzet Melih, Emin Lami ve Mehmet Behçet’tir.

Şahabettin Süleyman
Mensurelerinde ferdi meseleler dikkat çeker. Mensurelerini Üç Sene başlığı altında yayımlamıştır.
Fantaziye başlıklı sosyal aksaklıklara dikkat çeken yazılarını Gölgeler ve Hakikatler adı altında yayımladı.

Fecr-i Âti çatısı altında mensur şiirin en başarılı ismi Yakup Kadri’dir.
Fecr-i Âtî mensubu olarak kaleme aldığı mensureleri kalabalıklar içinde insanın yalnızlığı fikri etrafında döner durur.
Mensurelerini Erenlerin Bağından, Okun Ucundan, Alp Dağlarından ve Miss Chalfrin’in Albümünden adlı kitaplarında yayımlamıştır.

Refik Halit Karay
Mensurelerinde ruh derinliğine değil nesnelere bakan gözlere işaret eder. Bu nedenle sıradan, basit şeyleri ele almıştır.

Mehmet Behçet Yazar
İlk mensurelerini Buhurdan adlı eserinde topladı.
Yumak’taki şiirleri daha çok serbest şiir niteliğindedir.

Ali Süha Delibaşı
Mezamir-i Elem adıyla yayımlamak istediği Mensurelerini kitaplaştıramamıştır.

Emin Lami
Mensureleri Bahçe ve Servet-i Funun sayfalarında kalmıştır.

Ünite 5
Milli Edebiyat Hareketi
Bu terim, yerine milliyetperver edebiyat, milliyetçi ya da Türkçü edebiyat isimleriyle birlikte düşünülmüş ve zaman zaman da biri diğerine tercih edilerek kullanılmıştır.

1908’den itibaren Osmanlı Devleti, karşılaştığı sorunlara paralel geliştirdiği ideolojik akımların tamamının yansımalarını edebiyatta da görebiliriz. Bu dönemin baskın akımı milliyetçiliktir. Osmanlı aydınlarının bir kısmı da ümmetçilikten uzaklaşarak yerli Türk kimliğinin inşası çabasına girer (Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin ve Ali Canip bu çizgide yer almışlardır).
Milli edebiyat akımının etkin olduğu dönemde Nâyîler, Nev-Yunaniler ve Şairler Derneği farklı edebi fraksiyonlar da mevcuttur.
Milli edebiyat akımını bazı edebiyatçılar 1908’den itibaren faal kabul ederlerken bazıları Genç Kalemler dergisinde 1911 yılında yayımlanan “Yeni Lisan” makalesini esas alırlar.
Hareket,1922 yılına dek etkin şekilde çalışmalarına devam eder.

MENSUPLARI
Hareketin karakterini Genç Kalemler dergisi içinde başlayan Yeni Lisan hareketi belirler.
Öncüleri de Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin ve Ali Canip’tir.
Ziya Gökalp, Yeni Lisan’ın fikir babasıdır.
Sonraki yıllarda Halide Edip, Yakup Kadri, Refik Halit, Aka Gündüz, Reşat Nuri, Fahri Celalettin, Müfide Ferit ve Ahmet Hikmet bu guruba dâhil olmuşlardır.
Bu isimlere şiirleriyle Fuad Köprülü, Şükûfe Nihal, Faruk Nafiz, Enis Behiç, Orhan Seyfi, Halit Fahri ve Yusuf Ziya destek vermiştir.

SİYASAL VE SOSYAL DURUM
Siyasi ve sosyal koşulları belirleyen olgu yaşanan toprak kayıpları ve buna bağlı olarak meydana gelen ekonomik çöküştür. Bu durum halkın kendine güvenini sarsmıştır. Memleket genelinde umutsuz bir hava hâkimdir. Bu koşullar içinde Milli Edebiyat Hareketi içinde en belirgin fikri payda, milliyetçilik olmuştur. Milliyetçiliğin perde arkasında Batıcılık dikkat çeker niteliktedir.

İttihat ve Terakki Cemiyeti Türkçülük fikrini savunmuştur. Bu düşünceyi halka aşılamak üzere Türk Derneği, Türk Yurdu, Türk Ocağı ve Türk Bilgi Derneği gibi dernekler kurmuştur. Bu dernekler Türk milliyetçiliğinin gelişmesine katkı yapmıştır.
Turancılık temelinde yükselen Türkçülük akımının fikir babası Ziya Gökalp’tir. Gökalp’in düşünceleri zaman içinde Turancılıktan uzaklaşarak Türk milliyetçiliği çizgisine geçmiştir.
Milli kültür ancak halka gidilerek bulunabilir. Ziya Gökalp bu nedenle aydınlara halka yönelmelerini tavsiye eder. Batı medeniyetini tanıyan aydın, halka giderek kendi kültürünü tanıyacak ve halka medeniyeti aşılayacaktır. Cumhuriyetin ilk yıllarında Gökalp’in fikirleri esas alınmıştır: Halka medeniyeti götürmek için çalışmak, Cumhuriyetin erken yıllarında sıkıca sahip çıktığımız şiarımızdı.
Milliyetçi düşünceyi etkileyen isimlerden biri de Yahya Kemal’dir.
Anadolu’yu işaret eden Yahya Kemal, Türklerin Anadolu’ya gerdikten sonraki tarihini esas alır.

Ünite 6
Yeni Lisan
Mehmet Emin Yurdakul’un Türkçe Şiirler’i Türklük ruhunu beslemiş, 1905’te Çocuk Bahçesi dergisindeki edebî tartışmalar da Millî Edebiyat Hareketinin yolunu açan oluşumlardandır.

1908’de kurulan Türk Derneği, Türk milliyetçiliği düşüncesi etrafında oluşturulmuş ilk dernektir. Kurucuları Ahmet Mithat Efendi, Emrullah Efendi, Necip Asım, Bursalı Mehmet
Tahir, Veled Çelebi, Akçuraoğlu Yusuf, Agop Boyacıyan Efendi, Arif Bey, Akyiğitoğlu Musa Bey, Fuad Raif Bey, Rıza Tevfik Bey, Ferid Bey ve Celal Beydir.
Öncelikleri bir sözlük tertip edebilmektir.
İlk yıllarda Sırat-ı Müstakim dergisinde yayınlar neşredip 1911’den sonra kendi dergilerinde (Türk Derneği dergisi) yayına devam ettiler.
Dernek Rusçuk, İzmir, Kastamonu ve Budapeşte’de şubeler açmıştır.

‘Yeni Lisan’ hareketi 1911’de Selanik’te çıkmakta olan Genç Kalemler dergisinde başlar.
‘Yeni Lisan’ bir anlayış olarak Türk millî edebiyatının yeniden doğuşunu sağlayacak prensipleri içermektedir. Prensipler, Genç Kalemler dergisinin 11 Nisan 1911 tarihli sayısında yer alan “Yeni Lisan” makalesinde ortaya konur.

Genç Kalemler, 1909’dan itibaren Hüsn ve Şiir adıyla çıkmakta olan bir dergidir.
Derginin müdürü Nesimi Sarım’dır. Dergideki başmakaleler ise Ali Canip imzasını taşır.
Derginin ismi Ali Canip’in teklifiyle değiştirilir.

“Yeni Lisan” Makalesi ve Dille İlgili Teklifler
Yeni Lisan makalesi milletçe ilerlemenin temelinin, dil birliğinde olduğu düşüncesindedir. Makale, Ömer Seyfettin’in imzasıyla yayımlanmıştır. Ömer Seyfettin bu makalede Türkçenin acilen yabancı sözcüklerin tesirinden uzaklaştırılmasını önermektedir. Dilde önerilen kelime tasfiyesi derhal tepki çekmiş ve tartışmalara yol açmıştır. Zira böylesi bir ayıklama dilde ve ifadede zayıflamaya yol açacaktır. Kaldı ki dile dışarıdan müdahale edilemez (bunun aksini harf devrimiyle ispatlayacağız).

Genç Kalemler, Türk Yurdu, Yeni Mecmua, Küçük Mecmua gibi dergiler Türk tarihi, dili, edebiyatı hakkında bilgiler vererek milliyetçi bilincin gelişimine katkı yapmıştır.

Türk Yurdu Cemiyeti ve Türk Yurdu Dergisi
Türk Yurdu Cemiyeti 31 Ağustos 1911’de Mehmet Emin, Ahmet Hikmet, Ahmet Ağaoğlu, Âkil Muhtar ve Yusuf Akçura gibi dönemin Türkçüleri tarafından kurulmuştur. Dernek üyeleri daha sonra Türk Ocağı çatısı altına geçtiler.

Türk Ocağı ve Türk Yurdu Dergisi
Derneğin resmen kuruluşu, nizamnamesinin hazırlanmasından sonra Ziya Gökalp’in de katıldığı 25 Mart 1912 tarihindeki toplantıyladır. Üyeleri Ahmet Ferit (Tek), Yusuf Akçura, Mehmet Ali Tevfik ve Dr. Fuad Sabit’tir. Türk Ocaklarının ilk başkanı Ahmet Ferit Bey’dir.
1931’de Cumhuriyet Halk Fırkası, doğrudan partiye bağlı bir teşkilat olarak Halk Evlerini kurma kararı almış ve Türk Ocakları kapatılmıştır.
Türk Yurdu’nun “Türk milliyetçiliğine istikamet verici dönemi 1911-1918 arasındaki 14 ciltlik ilk 161 sayısıdır.

Türk Bilgi Derneği ve Bilgi Mecmuası
Emrullah Efendi’nin başkanlığında 1913’te kuruldu. Yayın organı Bilgi Mecmuası’dır. Dernek, bir akademi gibi çalışmıştır.

Şairler Derneği
1917’de ibdaî bir edebiyat vücuda getirecekleri beyanıyla ortaya çıkan ve hece vezniyle şiirler yazacaklarını söyleyen bir gurup genç tarafından kuruldu. Orhan Seyfi, Hasan Zeki, Hakkı Tahsin, Safi Necip, Salih Zeki, Selâhattin Enis, Ömer Seyfettin, Faruk Nafiz, Yahya Saim,
Yusuf Ziya Şairler Derneği’nin üyeleridir.
Servet-i Fünûn’dan başka Dergâh ve Yeni Mecmua’da makaleler yayımladırlar.

Yukarıda açıklaması verilen derneklerden başka, Halka Doğru, Yeni Hayat, Türk Sözü ve Yeni Mecmua’da benzer isimlerin katkılarıyla Yani Lisan hareketine katkı yapmışlardır.
Yeni Mecmua ‘Beş Hececiler’in tanınması için önemli bir zemin olur.

Şair ve Şair Nedim Mecmuaları: Son Hece Aruz Tartışması
Fuad Köprülü, Yeni Mecmua’da Türklerin milli vezninin hece olduğunu söyler (1918). Bu yazıdan sonra Şair ve Şair Nedim dergilerinde vezin konulu yazılar çıkar.
Şair dergisi sayfalarını hece veznine açmıştır.
Ömer Seyfettin (önceleri heceye karşıyken sonradan heceden yana tavır almıştır)Şair dergisinde Yalpa Vuranlar başlıklı yazısıyla aruzu tercih eden şairler hakkındaki düşüncelerini dile getirir.
Şair Nedim dergisinde Halit Fahri (aruzdan yanadır) Ömer Seyfettin’e Şiire Karışmayınız! Başlıklı yazısıyla karşılık verir.

Dergâh Mecmuası
Dergâh’ın yazarları arasında Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Yakup Kadri, Halide Edip, Falih Rıfkı, Ruşen Eşref, İsmayıl Hakkı, Abdülhak Şinasi, Mehmet Halid, Fuad Köprülü, Necmeddin Halil, Ali Mümtaz, Ahmet Kutsi, Nurullah Ata yer alır.
Dergâh’ta Yahya Kemal’in kültür milliyetçiliği çatısı altındaki yazıları çok ses getirir.

Ünite 7
Milli Edebiyat Hareketi İçinde Şiir

Dilde sadeleşmenin çokça taraftan bulduğu bir dönemde Yahya Kemal ve Mehmet Akif, aruzdan yana olsalar da Milli Edebiyat Hareketi içinde ele alınmalıdırlar.

Mehmet Emin: Millî Şiirin Erken Sesi
1898’de yayımladığı Türkçe Şiirler (1898) adlı şiir mecmuasıyla 10 yıldan daha öncesinde millî şiir ahenginin öncülüğünü yapmıştır.
Cemalettin Efgani’nin sohbetlerinden aldığı etkilerle sanatçı kimliğini oluşturan Mehmet Emin, ilk kitabı Fazilet ve Asalet’ten (1890) sonra yayımladığı Türkçe Şiirler’le modern Türk edebiyatında hece vezni ve sade Türkçeyle yazılmış şiirin öncülüğünü yapar.
Halkın anladığı Türkçe ve hece veznini kullanmak üzere yola çıkmasına karşılık halk şiirinin sesini yakalayamamış olması onun şiirinin en büyük eksikliğidir.
Kendi beniyle ilgili şiir yazmamıştır.
Olgunluk dönemi şiirleri Türk Sazı (1914) adlı eserindedir.
Çocuk Bahçesi adlı macmuada hakkında çıkan tartışmalar şairin şöhretini arttırır.
Mefkûre, Mehmet Emin’in şiirinin esasıdır. Şaire göre mefkûre, Allah’ın ve Resulün ruhunu hayata taşımaktır.
Dicle Önünde adlı kitabında Türk-Arap dostluğu üzerinde durur.
Hasta Bakıcı Hanımlar adlı eserinde Kızılay’a yardım eden kadınlardan söz eder.
İsyan ve Dua Birinci Dünya Savaşı’nda yaşanan felaketler karşısında şairin duygularını dile getirir.
Aydın Kızları, orduya ithaf edilmiştir.
Tan Sesleri, Ordunun Destanı, Turan’a Doğru, Zafer Yolunda ve Ankara şairin diğer kitaplarıdır.

Rıza Tevfik
Mehmet Emin’in şiirindeki ahenksizlik dönemin edebiyatçılarının farkında oldukları bir durumdu. Buna rağmen Rıza Tevfik Çocuk Bahçesi’nde yayımladığı bir açık mektupla Mehmet Emin’in şiirini beğendiğini ve kendisinin de bu şekilde yazacağını belirtmiştir.
Mehmet Emin’in şiirindeki ahenksizliği hecedeki durakları yerine getirerek kazanabileceği kanısındaydı. 1911 tarihli Divan adlı şiiri bu çabaların ürünüdür. 1911-1921 tarihleri arasındaki başarılı şiirlerini Serab-ı Ömrüm adlı kitapta toplar(eski şiirleri de bu kitaptadır).

Yeni Lisan makalesinde edebiyata yönelik tenkitler var ama teklifler yoktur. Milli Edebiyat hareketinde şiirin belirgin özellikleri vezin, dil ve içeriktir. 1905 tarihli edebi tartışmalardan sonra hece vezni ve sade Türkçe kullanım alanı bulmuştur.

Şair Ziya Gökalp
Kötü olan şiirlerine rağmen iyi bir düşünce şairidir. Şiirlerinde de Turan’dan Türkiye Türkçülüğüne doğru bir daralma gözlenir. Hece vezninden yanadır. Turan adlı şiiri aruzdan heceye dönüş ve Milli Edebiyat şiiri açısından mihenk taşıdır.
“Vatan ne Türkiyâ’dır Türklere ne Türkistan
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan”

Gökalp bu şiirinden sonra hece veznine döner.
Türk kültürünü tanıyan, bilen ve bunu yaşatma arzusunda olan aydının yaşam biçimini “yeni hayat” terkibiyle kavramsallaştırmıştır. 1911 tarihli “Yeni Hayat ve Yeni Kıymetler” başlıklı makalesinden itibaren bu görüşlerini ilerletmiş ve Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak (1918) adlı kitabında derinlemesine ele almıştır.
Türkçülüğün Esasları (1923) görüşlerini sistematikleştirdiği eseridir.

Gökalp Türk masal ve efsanelerini manzum olarak yazmak istemiştir. “Altun Destan” bu çabanın ilk örneklerindendir. Altın Işık (1923) bu şekilde yazılmış şiirlerinden mürekkep bir eserdir.
1911-1915 tarihli şiirlerinin ekseni uzak Türk tarihi ve Türk mitolojisidir.
Türkiye Türkçülüğüne geçişin işaretleri “Kavm” adlı şiirinde görülür.
Eserleri: Şaki İbrahim Destanı (1908), Kızıl Elma (1904), Yeni Hayat (1918), Altın Işık (1923), Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak (1918), Türkçülüğün Esasları (1923), Türk Töresi (1923), Doğru Yol (1923), Türk Medeniyeti Tarihi (1926).

Şair Ömer Seyfettin (1884-1920)
İlk şiiri 14 yaşındayken yayımladığı Lane-i Garam’dır.
Çeşitli müstearlar kullandığı için bütün şiirlerine kesin olarak tespit edilememiştir.
1911 tarihi onun şiiri için de dönüm noktasıdır.
1911 öncesinde Namık Kemal hayranı olan şairin, Tevfik Fikret etkisi altında olduğu anlaşılmaktadır.
Bu dönemde Servet-i Fünûn çizgisinde eser veren sanatçı aruz veznini kullanmıştır.
1911 sonrasında heceye yönelen şair, içerik olarak da sosyal konulara yönelmeye başlar. Bununla birlikte şiirlerinde en çok kullandığı şekil sonedir.
Ziya Gökalp gibi o da Türk masal ve destanlarını nazma çekmeye çalışmıştır.

Ali Canip
Muallim Naci tesirinde yazdığı ilk şiirleri gazel tarzındadır. İleri yıllarda Servet- Fünûn çizgisinde nispeten sade Türkçe şiirler yazar.
1913’ten sonra daha çok ilmi çalışmalara yönelir. Bu yıllarda hece vezniyle şiir yazmıştır (Kaval adlı şiiri buna örnektir).
1902-1912 yılları arasında yazdığı şiirleri Geçtiğim Yol (1918) adlı kitapta toplamıştır.

Dönemin Diğer Şairleri
Beş Hececiler: Faruk Nafiz Çamlıbel, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç, Halit Fahri Ozansoy ve Enis Behiç Koryürek.
Faruk Nafiz, Milli Edebiyat’ın en önemli şairlerinden biridir. Şiirinin ilk yıllarında Servet-i Fünûn etkisindedir. İlk şiirlerinde aruzu tercih etmiştir. Şarkın Sultanları (1918) bu tesirleri yansıtır. Birinci Dünya savaşı yıllarında heceye yönelir. Dinle Neyden adlı kitabı bu dönemin ürünüdür. 1926’da yazdığı “Sanat” şiiriyle Milli Edebiyat’ın poetikasını ortaya koymuştur. Gönülden Gönüle, şairin üçüncü şiir kitabıdır.

Yusuf Ziya, Şairler Derneği’nin kurucularından olan şair, Şair adlı dergiyi de çıkaran isimdir. İleri yıllarda mizaha yönelen şairin şiir kitapları; Akından Akına (1916), Cenk Ufukları (1917), Âşıklar Yolu (1919), Şen Kitap (1919) ve Şairin Duası (1919).
Sanatçının heceyle yazdığı Binnaz adlı manzum tiyatro eseri önemlidir.

Orhan Seyfi de Fırtına ve Kar adlı ilk kitabında aruzu kullanmıştır. İkinci kitabı Peri Kızıyla Çoban Hikâyesi heceyle yazılmıştır. O Beyaz Bir Kuştu yine heceyle yazılmıştır.

Halit Fahri ve Enis Behiç de ilk şiirlerinde aruzu tercih etmiştir.

Mehmet Âkif
Şiirlerinden başka İslamcılık anlayışının öncüsü konumundadır. Cemaleddin Efganî’nin bir dönem İstanbul’da ikamete mecbur kalması İslamcılığın gelişmesinde etkili olmuştur.
Batılı eğitim anlayışıyla yetişen Mehmet Akif, düşüncelerinde de Batı’dan kopuk değildir. Bu nüansla Mutavassıtlar arasında değerlendirilebilir.
Mehmet Akif, İslam’da modernleşmeye açık olan fikirlerini Sırat-ı Müstakim dergisinde dile getirir.
Türkçülükten, kavmiyetçi olduğu için uzaklaşan şair İslamcı çizgide eser vermeye devam etmiştir.
Ülkede yaşanan sıkıntıların İslam’ın özüyle Batının fenninin birleştirilmesiyle açılacağına inanır.
Aruz veznini sokaktaki insanın konuşma diliyle icra ederek aruza milli kimlik kazandırmaya çalışmıştır.
Yedi şiir kitabını Safahat adı altında bir araya getirmiştir. 1911 tarihli Safahat adlı ilk şiir kitabında şairin sanat anlayışının çıkış noktalarını görebiliriz: Fatih Camii ve Hasta adlı şiirleriyle sosyal konulara, Tevhid yahud Feryad ile de İslamcı yaklaşıma işaret eder.
Batı hayranlığı ve din karşıtı kavmiyet düşüncesini Süleymaniye Kürsüsünde adlı kitabında tenkid eder.
1913 tarihli Hakkın Sesleri şairin üçüncü şiir kitabıdır. Eserde sekiz ayet ve bir hadisin manzum açıklamasını yapmıştır.
1914 tarihli Fatih Kürsüsünde, benzer içeriktedir.
Hatıralar (1917), bazı ayet ve hadislerin manzum yorumlarıyla Birinci Dünya Savaşı yıllarına ait seyahat notlarını içerir (Almanya – Türkiye mukayesesi bu eserdedir).
Asım (1924), şairin zirve eseridir. Manzum hikâyeden oluşur. Hocazade ve Köse İmam’in diyalogları İslam dünyasının sorunlarını ele alır, öneriler aktarır. Eserde Asım, yeni nesli temsil eder.
Gölgeler (1933), şairin Mısır’dayken yazdığı şiirleri içerir. Eserde yurt hasreti dikkat çeker.

Yahya Kemal
Fransa’da bulunduğu yıllarda edindiği toprağa bağlı milliyetçilik fikrini yazılarına taşır ve dikkat çeker (Albert Sorel ve Camille Julian’ın etkisindedir).
Yahya Kemal’e göre Türkler tarihi yapan ancak yazamayan bir millettir. Tarih yazımının eksikliği kolektif şuuraltının oluşmamasının sebebidir ona göre. Eserlerinde tarihten hareketle bilinç oluşturma arzusu dikkat çeker.
Ok dışındaki tüm şiirlerini aruzla yazmıştır.

Ünite 8
Milli Edebiyat Döneminde Hikâye ve Roman

Tarihe ve destana yönelişler, meşrutiyetle ilgili oluşum ve beklentiler, savaşlar ve onun hayat içindeki yansımaları, sosyal hayatta yeni bir olgu olarak ortaya çıkan kadının sosyalleşmesi konusu dönemin roman ve hikâyesinin en çok kullanılan konularını oluştururlar.
Modern Türk edebiyatının ilk polisiye romanı Ahmet Mithat Efendi’nin yazdığı 1885 tarihli Esrar-ı Cinayat’tır.
Namık Kemal’in bazı tarihî portreleri bir araya getirdiği Evrak-ı Perişan, devri neredeyse baştanbaşa besleyen önemli bir eser olur.
Tarih bilincinin oluşturulması gayretleri içerisinde Ergenekon Destanı’na sıklıkla müracaat edilmiştir.
Çanakkale Savaşlarının kazanılması Türk milletinin zafere inancını, güvenini tazelemiş Milli Edebiyat akımının önünü büsbütün açmıştır.
Milli Edebiyat akımının hâkim olduğu dönemde kendi özgün üsluplarını koruyan kalemler de eser vermeye devam etmiştir (Hüseyin Rahmi, Selahattin Enis, Fecr-i Ati mensupları gibi).
Ahmet Mithat 1910 yılında Jöntürk adlı eserini yayımlar ve 2 yıl sonra da vefat eder. Halit Ziya son romanı Nesl-i Ahir’i 1909’da tefrika etmeye başlar. O da artık roman yazmayacaktır. Mehmet Rauf, Eylül ile yakaladığı başarıyı tekrarlama gayreti içerisinde eser vermeye devam etmiştir.
Edebiyat-ı Cedide’cilerden Hüseyin Cahit kısa hikâyelerini Hayat-ı Hakikiye Sahneleri adı altında yayımlar (1909). Aynı çizgideki Safveti Ziya’da eser vermeye devam eder.
Yeni Lisan çatısı altında Ahmet Hikmet Müftüoğlu Yeni Lisan hareketinin fikirleri ekseninde Gönül Hanım isimli romanını yayımlar (1920). Çağlayanlar adlı diğer eserinde kısa hikâyelerine yer verir (1922).

Yeni Lisan Hareketinin Roman ve Hikâyedeki İsimleri
Ömer Seyfettin
Yazın kimliğinin esası ele aldığı konuların içerisine tezler yerleştirmek ve bunu okuyucusuna aktarmaktır. Fikirlerini anlatmak için basit olayları ele alması geniş kitlelere ulaşmasında sanatçının önünü açmıştır.
Beyaz Lale, Bomba, Nakarat ve Hürriyet Bayrakları adlı eserlerini Yakorit sınır bölüğünde bulunduğu dönemde edindiği birikimle yazmıştır.
Başını Vermeyen Şehit, Kütük, Vire, Ferman, Pembe İncili Kaftan, Teke Tek, Topuz ve Kızıl Elma Neresi adlı eserin konusu tarihtir. Tarihi konulu eserleriyle yaşadığı kayıplarla zor günler geçirmekte olan milletine tarihini hatırlatmak ve özgüvenini geri kazandırmak istemiştir. Tarihi konulu eserlerini Eski Kahramanlar başlığı altında toplamıştır.
Hikâyeleri genel olarak birinci tekil şahsın ağzından aktarılmıştır. Hikâyelerindeki tiplerin bireysellikleri neredeyse yoktur.
Hikâyeleri olması gerekenle olan arasındaki tezadı gözler önüne serer. Bunu anlatırken taşıdığı ince mizah duygusu sanatçının üslubunun önemli niteliklerinden biridir.
Hikâyelerindeki kahramanlar kimlik sahibidir. Kahramanlarının kimliğini özenle inşa eden yazar, bu yolla okuyucularında da kimlik hassasiyeti oluşturmaya çalışır.

Halide Edip
II. Meşrutiyet’ten sonra Türk Ocağı’nda yaptığı konuşmalar, Tanin ve Türk Yurdu’ndaki yazılarıyla Türkçülük fikrinin inşasında rol oynamıştır.
Eserlerinde milli olanı vurgulamaya çalışmıştır. Mutlak batılılaşma yerine nasıl çağdaşlaşmalıyız tartışmasının tırmandığı yıllarda millilik vurgusu önemlidir.
Eserleri Ferdiyetçi ve psikolojik romanlar (Handan), milli/toplumsal romanlar (Ateşten Gömlek), Töre Romanları (Sinekli Bakkal) şeklinde tasnif edilebilir.
Handan (1912), Raik’in Annesi (1908), Heyula (1909) ve Seviye Talip (1910) gibi ilk romanları kadın meseleleri ve çocuk eğitimi hakkındadır.
Handan adlı eserini Handan tipinin mektupları ve hatıra defteri etrafında inşa eder.
Yeni Turan (1912) adlı eserinde eğitimli kadına toplum içinde rol vermeye çalışır. Romandaki Kaya adlı kadın karakter(!) topluma şekil vermeye çalışır.
Ateşten Gömlek (1922) adlı romandaki Ayşe karakteri ferdi saadet için toplumsal saadetin şart olduğu tezini savunur. Ateşten Gömlek, Peyami adlı tipin hatıra defteri etrafında örülür.
Kaya ve Ayşe ile başlayan toplumu biçimlendirmeye çalışan kadın tiplemesi Sinekli Bakkal’da Rabia tiplemesiyle devam eder.
Milli Mücadeleye katılan Halide Edip, Türk’ün Ateşle İmtihanı (1959-60) ve İzmir’den Bursa’ya (1923) adlı eserlerinde bu yıllara dair izlenimlerini anlatır. Ateşten Gömlek ve Vurun Kahpeye ise aynı dönemi ele alan romanlarıdır. Aynı içerikteki hikâyelerini Dağa Çıkan Kurt (1922) adlı eserinde bir araya toplar.

Yakup Kadri
Bir Serencam adlı ilk eserinden sonra ferdi konuları bir kenara bırakarak sosyal meselelere yönelir.
1918’den itibaren İstanbul’da İkdam gazetesinde makale ve hikâyeler yazar. 1921’den sonra Halide Edip’le birlikte Yunanlıların Ege’ye verdikleri zararı tespit etmek üzere Tetkik-i Mezalim Hayati’ne katılır. Rahmet ve Milli Savaş Hikâyeleri bu döneme ait izlenimlerin ürünleridir. Bütün eserlerinde kötümser bakış açısı hâkimdir.
Kiralık Konak adlı eser üç kuşak boyunca bir ailenin yaşamında görülen değişimleri anlatır. Naim Efendi, yeninin içerisinde direnen eskiyi, damat Servet Bey ve ailesi Batılılaşmanın neden olduğu değişimi tasvir eder. Üçüncü neslin temsilcisi olan Hakkı Celis ise tamamlanmamış değişim sürecinin figürüdür. Bireysel kaygılardan sıyrılmış olan Hakkı Celis sosyal hayatın endişelerini bünyesinde toplar. Çanakkale’ye giderek şehit olur. Servet Bey ve ailesi ise savaş yıllarını fırsata çevirerek zenginleşmeye yoluna giderler. Yazarın Sodom ve Gomore (1928), Yaban (1932) ve Ankara (1934) adlı romanlarında da benzer portreler gözlemlenir.
Nur Baba adlı romanında Bektaşi tekkesinin çöküşünü anlatır.

Reşat Nuri
Milli Edebiyat döneminde yazdığı tiyatro yazılarıyla dikkat çeker. Harabelerin Çiçeği yazarın ilk eseridir. 1922’de Vakit gazetesinde tefrika edilen Çalıkuşu yazara büyük bir şöhret getirir.
İstanbul Kızı adında bir tiyatro eseri olarak tasarlanmış olan Çalıkuşu, tefrika edildikten sonra yazar tarafından gözden geçirilerek romanlaştırılmıştır.
Eserlerinin tamamında Anadolu manzaralarını okurlarına aktarır. Kadın ve erkek kahramanları Cumhuriyet Türkiyesinin ideal tipleridir. Bu ideal tipler Anadolu’da ihtiyaç duyulan eksiklikleri yanlışlıkları gidermek üzere çalışırlar. Acımak’ta Zehra, Yeşil Gece’de Şahin, Kan Davası’nda Ömer, Anadolu’ya hizmet için giderler.
Reşat Nuri iyimser bir romantiktir. Buna karşın eserlerinde pembe gözlük kullanmaz. Toplumsal tenkidi dozunu kaçırmadan hemen bütün eserlerinde kullanır.

Refik Halit
Türkçü hareketten uzak duran yazar, Memleket Hikâyeleri (1919) adlı eseriyle Anadolu insanına yönelik çarpıcı tespitler yapar. Anadolu insanını ele alan ilk yazarımız olması bakımından Refik Halit ayrıca önemlidir. Kısa hikâyenin edebiyatımızdaki en başarılı isimlerinden biridir.

Ahmet Hikmet Müftüoğlu
Servet-i Fünûn döneminde yazdığı mensur şiirlerini Haristan ve Gülistan’da bir araya toplar.
Çağlayanlar, Türkçülük etkisiyle yazdığı kısa hikâyelerinin kitaplaştırılmış şeklidir.
Turhan Nasıl Çıldırdı? adlı hikâyesinde Turhan adlı karakter üzerinden Türk kimliği anlatılır. Kimliğini yitirmiş insanları gören Turhan durumu düzeltmek ister ancak başarılı olamayıp delirir.
Gönül Hanım adlı eseri (ancak 1971’da kitaplaşabilmiştir), Turancılık düşüncesini anlatır. Romanda Türk dünyasının farklı bölgelerinde yaşayan kahramanları Orhun Yazıtlarını bulmak üzere seyahate çıkarır. Roman kahramanlarından Gönül Hanım ve Tolon, İstanbul’da bir okul açmak istemektedirler. Eğitim konusu bu noktada detaylı şekilde ele alınır.

Müfide Ferit
Aydemir (1918) adlı eseriyle meşhurdur. Bu roman, Türkçülüğü anlatmaktadır. Halide Edip’in Yeni Turan’ının aksine Aydemir, Asya Türklüğü üzerinde durur. Romanda Türk birliğini kurmak isteyen Demir’in görüşleri önemlidir.
Müfide Ferit, Cumhuriyet yıllarında Pervaneler adlı bir eser daha yayımlar.

Bağımsız Yazarlar
Hüseyin Rahmi, 1888 tarihli Şık romanıyla meşhur olmuştur. Natüralist bir yazar olan Hüseyin Rahmi deneysel roman örneklerin verir.
Aka Gündüz ve Memduh Şevket Milli Edebiyat döneminde eser vermişseler de yazdıklarıyla bu akıma katkı yapmamışlardır.
Polisiye roman yazarı Moralızade Vassaf Kadri, Fahri Celalettin, natüralist hikâye yazarı Selahattin Enis, Amak-ı Hayal ve Öksüz Turgut yazarı Şehbenderzade Ahmet Hilmi, Küçük Paşa’nın yazarı Ebıbekir Hazım bu dönemin diğer isimleridir.








2. Abdülhamid Dönemi Türk Edebiyatı

II. Abdülhamid Dönemi Türk Edebiyatı

Ünite 1

Edebiyat- Cedide
II. Abdülhamit döneminin edebi hareketleri Edebiyat-ı Cedide ve bu cemiyetin dışında kalan çalışmalar şeklinde iki başlık altında incelenebilir.
Edebiyat-ı Cedide topluluğu (1896-1901) içerisinde yer alanlar kendilerini bu adla tanıtmışlardır. Bazı araştırmacılar bu topluluğu etrafında birleştikleri derginin adına izafen Servet-i Fünun Edebiyatı adıyla anmışlardır.

Siyasi Ortam
II. Abdülhamit, 31 Ağustos 1876’da tahta çıktı. 23 Aralık’ta Kanun-i Esasi’yi yürürlüğe koydu. Seçimler yapıldı ve 19 Mart 1877’de Meclis-i Mebusan’ı açtı. Aynı dönemde batılı ülkeler Osmanlı’yı paylaşma planlarını görüşmek üzere Şark Meselesi başlığı altında incelenebilecek bir dizi çalışma yaptılar. Osmanlı’dan ağır talepler içeren bir protokol saraya gönderdiler. Devlet bu talepleri reddetti. Bunun üzerine 24 Nisan 1877’de Ruslar Osmanlı Devleti’ne savaş açtı. Yenilen Osmanlı ordusu Balkanlardan ülkeye sürülen göçmenler, içeride rahat durmayan azınlıklar bir de meclisteki kargaşalarla uğraşmak durumunda kalınca 3 Mart 1878’de meclisi kapatma kararı aldı. Batının baskıları devam eder. İngilizler Kıbrıs’ı savaşmaksızın ele geçirir (4 Haziran 1878). 13 Temmuz tarihli Berlin antlaşmasıyla ülke çok fazla toprak kaybeder. Bosna-Hersek Avusturya’ya, Tunus Fransa’ya, Mısır’da İngiltere’ye kalır. Bulgarlar da gaza gelip Doğu Rumeli’yi işgal ederler (1885). Bütün bunlar olurken II. Abdülhamit ülkeyi parçalanmaktan kurtarmak için çok sıkı tedbirler alır (sansür ve zaptiyeler bu dönemin ürünüdür). Sultan sertleştikçe karşısındaki muhalefet de güçlenmiştir. Sultan Abdülaziz döneminde filizlenen Yeni Osmanlılar, II. Abdülhamit döneminde Jön Türkler adıyla muhalefeti artırır. Meşruti idare ve Kanun-i Esasi için ısrar ederler. Baskılar sonuç verir 1908’de anayasa yeniden yürürlüğe girer. Bulgarların bağımsızlık ilanı ve Girit’in elden çıkması meclisin açılışından hemen sonradır. Ülkede karışıklıklar iyice artar. Mecliste azınlıkları temsil eden vekiller ayrılıkçı hareketleri desteklemeye başlar. 31 Mart Vakası patlak verir (13 Nisan 1909). Hareket ordusu isyanı bastırdıktan sonra İttihat ve Terakki yönetime el koyar. II. Abdülhamit Selanik’e sürülür.

Edebi Ortam
1884’ten sonra Türk edebiyatı, Muallim Naci ve Recaizade Mahmut Ekrem ekseninde yeni ve eski edebiyat taraftarları olmak üzere iki guruba ayrılır. Muallim Naci 1884’te Tercüman-ı Hakikat’te çalışmaya başladıktan sonra çevresinde klasik edebiyat yanlısı isimler toplanmış ve gazete eski tarz eserler veren bir mecraya dönüşür. Ahmet Mithat bu durumdan haz etmediği için Muallim Naci’yi gazeteden uzaklaştırır. Recaizade Mahmut Ekrem önce Zemzeme III (1885) ardından da Takdiri Elhan’da Muallim Naci’nin şiirlerini eleştirir. Muallim Naci bu eleştirilere İmdadü’l-midad ve Demdeme’deki yazılarıyla karşılık verir. Bu tartışma ses getirince kimi şairler Naci’nin etrafında Ukaz-ı Osmani adı altında toplanmış ve Saadet gazetesinde birbirlerine nazireler yazmışlardır. İzmir merkezli gençler, Ukazı Subban adı altında toplanarak Hizmet gazetesinde eski tarz yanlılarını eleştirirler. Tartışma devam eder, Naci yanlıları (Şeyh Vasfi, Harputlu Hayri, Mehmet Emin Humayi, Ali Ruhi, Üsküdarlı Safi, Halil Edip, Andelip, Müstecabi İsmet vs.) Saadet, İmdadü’l-midad ve daha sonra Teavün-ı Aklam gibi gazete ve dergilerde toplanırlar. Ekrem yanlıları (Menemenlizade Tahir, Ali Ferruh, Abdülhalim Memduh, Mehmet Rüşti, Ahmet Reşit vs.) ise Gülşen, Gayret, Sebat, Risalei Hafi gibi dergilerde saf tutarlar.
Naci’yi destekleyen İsmail Safa, Menemenlizade Tahir, Cenap Şehabettin ve Tevfik Fikret bir süre sonra Recaizade Mahmut Ekrem’in eksenine geçerler. Recaizade Mahmut Ekrem ekseninde 1890’lı yıllardan itibaren Mirsad, Malumat, Mektep ve Maarif gibi dergilerde yazmaya başlayan gençlerin faaliyetleri Servet-i Fünun topluluğunun kurulmasına hazırlık yapmıştır.
Servet-i Fünun’un kurulmasını hazırlayan olaylardan bir diğeri de Hasar Asaf’ın Musavver Malumat’ta yayınlanan Burhan-ı Kudret (7 Kasım 1895) adlı şiiri nedeniyle çıkan tartışmadır (Abes-muktebes tartışması).

“Zerre-i nurundan iken muktebes
Mihr ü mehe etmek işaret abes”

Bu beyitte kafiye oluşturan muktebes kelimesinin sonu (س), abes kelimesinin sonu ise (ث) ile biter. Divan edebiyatı geleneğinde yazılışı farklı olan bu harfler kafiye oluşturmaz. Bu nedenle Mehmet Tahir Efendi bu kelimelerin kafiye oluşturmadığını öne sürer. Tartışma, kafiye göz için midir kulak için midir çizgisinde şekillenmiştir. Recaizade Mehmut Ekrem de tartışmaya dahil olunca yenilikçi-gelenekçi kutuplaşması oluşur.

Birtakım yazar ve şairleri Servet-i Fünun dergisinde toplayan bir diğer olan ise Recaizade Mehmut Ekrem’in Şemsa adlı hikâyesinin kendisinden izinsiz Musavver Malumat’ta yayınlanmasıdır (28 Kasım 1895). Bu olaydan sonra Servet-i Fünun’u çıkaran Ahmet İhsan (Tokgöz) ve Recaizade Mehmut Ekrem bir araya gelmiştir.

Servet- Fünun Dergisi (1896)
Servet, 1890 yılında İstanbul’da çıkan bir gazetedir. Servet-i Fünun 27 Mart 1891’den itibaren bu gazetenin haftalık edebi içerikli eki olarak çıkmaya başlamıştır. Recaizade Mehmut Ekrem yenilikçi yazarlar için bu dergiyi mecra olarak kullanmak istedikten sonra 7 Şubat 1896’da derginin 256. sayısından itibaren Tevfik Fikret yayın yönetmeni olur. Edebiyat-ı Cedide işte bu tarihte başlamıştır.

Tevfik Fikret derginin başına geçtikten sonra Cenap Şahabettin, Halit Ziya, Mehmet Rauf, Hüseyin Siret, İsmail Safa, Ali Ekrem (Ayn Nadir), Celal Sahir, Menemenlizade Mehmet Tahir, Ahmet Reşit (H. Nazım), Süleyman Nazif, Ahmet Şuayp, Hüseyin Suat, Hüseyin Cahit, Süleyman Nesip, Faik Ali, Ahmet Hikmet, Hüseyin Kâzım gibi şair ve yazarlar derginin kadrosunda yer almışlardır.
Cenap Şahabettin şiirlerinde kullandığı yeni tamlama ve terkiplerle dikkat çekip tepki aldı. Bu alışılmadık imgelerden dolayı Ahmet Mithat, Cenap Şahabettin’i “Dekadanlar” adlı makalesiyle sert bir dille eleştirdi. C. Şahabettin bu eleştirilere “Dekadanlık Nedir” adlı yazısıyla cevap verdi. Tevfik Fikret’te “Timsal-i Cehalet” adlı şiiriyle Ahmet Mithat’a hücum etti. Ahmet Mithat “Teslim-i Hakikat” adlı yazısıyla çark edip yenilikçileri takdir etti.
Araba Sevdası, Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnu, Kırık Hayatlar, Eylül ve Hayal İçinde (Hüseyin Cahit), adlı romanlar Servet-i Fünun’da tefrika edildi. Dergide ayrıca “Musahabe-i Edebiye” başlığı altında kuramsal yazılar da yer aldı.

Edebiyat- Cedide Sanat anlayışının Özellikleri
- Tanzimat devrinin ilk dönem sanatçılarının aksine toplumu eğitmek, bilinçlendirmek gibi bir kaygısı yoktur. Sanat icra etmek ve güzelliği yansıtmak amacındadır.
- Toplumsal konuların yerine bireysel temalar öne çıkmıştır.
- Topluma sırt çeviren içe dönük bu gurubun eserlerinde hayal-gerçek çatışmaları ve karamsar duygular göze çarpar.
- Gerçekçi tarzda kurgusu sağlam romanlar neşredilmiştir.
- Şiirde parnasyenlerin, romanda ise ağırlıkla realistlerin etkisinde kalmışlardır.
- Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın öncüsü olduğu dilde sadeleşme hareketi terk edilmiş ve ağdalı, anlaşılması zor dile geçilmiştir.
- Yani tamlama ve imgelere yer verilmiştir.
- Pekiştirici edatlar ve aşırı duygusallığı ifade eden ünlemlere sıklıkla yer verilmiştir.
- Şiirlerde aruzu ustalıkla kullanmışlardır.
- Kafiyenin kulak için olduğu anlayışını benimsemiş ve buna uygun olarak yazılışları farklı sesleri aynı olan harflerle kafiye yapmışlardır.
- Kimi zaman bir paragraf hatta sayfa boyunca devam eden uzun cümleler kurmuşlardır.
- Divan şiirinde cümlenin ve anlamın bir dize veya beyit içinde tamamlanmasına karşılık Edebiyat-ı Cedide şiirinde cümlenin ve anlamın bir dizenin ortasında başladığı veya bittiği görülür, hatta 7-8 dizeye kadar yayılan cümlelere rastlanır. Buna anjambman denir. Bu yolla şiir giderek düzyazıya yaklaşmıştır.
- Sone (4+4+3 dizelik şiirlerdir) ve terzirima (üç dizeli bentlerle yazılır, şiirin sonunda tek bir dize yazılır) gibi nazım biçimleri kullanılmaya başlanmıştır.
- Müstezat nazım biçimini farklı vezinlerle kullanarak serbest müstezat tarzında şiirler yazmışlardır

Topluluğun Dağılması (1901)
1900 tarihinde Ahmet Şuayp “Son Yazılar” başlıklı yazısıyla Edebiyat-ı Cedide’yi bireysel temalarla ve aşk konusuna sıkışmakla suçlar. Ali Ekrem (Ayn Nadir) “Şiirimiz” başlıklı bir dizi yazısıyla dağılmayı tetikler.

Ali Ekrem makalesinde Servet-i Fünun yazarlarının hemen hepsini eleştirir. Tevfik Fikret bu makaleyi kırparak ve kimi yerlerini değiştirerek yayınlar. Ali Ekrem uygulanan bu sansür yüzünden dergiden ayrılır. H. Nazım, Menemenlizade Mehmet Tahir ve Samipaşazade Sezai gibi arkadaşları da ona katılarak dergiden ayrılıp II. Abdülhamit yanlısı Malumat dergisine geçerler. Ali Ekrem’in makalesi bu dergide yayınlanır (27 Aralık 1900). İki dergi arasında tartışmalar çıkar. Bu tartışmalar üzerine Ali Ekrem ve Ahmet Reşit Bey’lerin dergide yazmaları saray tarafından yasaklanır. Tevfik Fikret’te Ahmet İhsan’la bozuştuğu için dergisinden ayrılır. Derginin başına Hüseyin Cahit geçer. Hüseyin Cahit’in Fransızcadan çevirdiği Edebiyat ve Hukuk başlıklı makale sakıncalı bulunduğu için dergi kapatılır. Bir süre sonra dergi yeniden açıldıysa da eski kadrosu dağıldığı için etkisini devam ettiremez.

Ünite 2

Edebiyat-ı Cedide Şiiri

Tevfik Fikret (1867-1915)
24 Aralık 1867 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babası Hüseyin Efendi, annesi ise Hatice Refia Hanım’dır. Galatasaray Lisesi’nde Muallim Naci, Muallim Feyzi ve Recaizade Mahmut Ekrem’den dersler aldı. 1888’de Hariciye Bakanlığı İstişare Odası’nda çalışmaya başladı. 1890’da Nazım Hanım’la evlendi. 1895’de oğlu Haluk doğdu. Aynı yıl Robert Kolej’de Türkçe öğretmeni olarak çalışmaya başladı. 1896’da Servet-i Fünun dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapmaya başladı. 1901’de bu görevinden ayrıldı. 1903’de Rumelihisarı’nda Âşiyan adını verdiği evini yaptı ve orada inzivaya çekildi. 1908’de inziva dönemi bitti. Hüseyin Cahit ve Hüseyin Kâzım’la birlikte Tanin’i çıkarmaya başladı. 1909’da Galatasaray Lisesi müdürlüğüne atandı. Bir süre sonra Amerikan Koleji’nde çalışmaya başladı.
İttihat ve Terakki’yi 1908’de alkışlarla karşılamışsa da ilerleyen yıllarda bu gurubu baskıcı rejimleri ve yolsuzluklara bulaşmaları nedeniyle eleştirmeden geri durmadı. Meclis-i Mebusan’ı kapatan İttihat ve Terakki için “Doksanbeşe Doğru” şiirini yazdı. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girmesine “Sancak-ı Şerif Huzurunda” adlı şiiriyle karşı çıktı. Mehmet Akif, bu şiire ve Tarih-i Kadim’e Süleymaniye Kürsüsü adlı manzum eserinde sert eleştirilerde bulundu. Tavfik Fikret’te “Tarih-i Kadime Zeyl” adlı şiiriyle dine, savaşa ve Osmanlı tarihine karşı olan mücadelesini sürdürmüştür. 19 Ağustos 1915’te öldü.

Sanatı ve Şiirleri
İlk şiirleri 1884 yılında Tercüman-ı Hakîkat’te yayınlanır. İlk şiirlerinde Muallim Naci’nin etkisi altındadır. 1891-1895 arasındaki şiirleri Mirsad ve Malûmat dergilerinde çıkar. Şiirinde yenilik peşinde olan şair Recaizade Mahmut Ekrem ve Abdülhak Hamit’in etki alanına girer. Olgunluk dönemi ürünlerini Servet-i Fünun dergisinin başına geçtiğinde vermeye başlar. 1901-1908 yılları arasında II. Abdülhamid ve istibdat aleyhinde şiirler yazar. İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra toplumsal konulara yönelir. 1912-1915 yılları arasında siyasi eleştirilerinin dozunu artırır.

İlk Şiirleri
Tevfik Fikret, Farsça hocası Muallim Feyzi’nin teşvikleriyle şiir yazmaya başladı. Muallim Feyzi, öğrencisinin şiirlerini Muallim Naci’yle olan dostluğu nedeniyle Tercüman-ı Hakikat’e gönderdi. Fikret, Divan şiiri geleneğine bağlı olarak yazdığı ilk şiirlerini Nazmi müstearıyla yayımlamıştır.
1891’den itibaren yayınlanan “Bahar”, “Ulviyyattan”, “Ah, Bilsen Ne Afet Olmuşsun”, “Hüsnün”, “Uzletgen-i Maderi Ziyaret” şiirleriyle Muallim Naci ekseninden uzaklaşmaya başlamıştır.
Tevfik Fikret, Mirsad’dan sonra şiirlerini yayımladığı Malumat’ta daha yenilikçi bir çizgidedir. Bu dönemde edebiyata ilişkin makaleler de yayımlar. Bu dönemin şiirlerini Rübab-ı Şikeste’nin Eski Şeyler bölümünde kullanmıştır. 1891-1895 yılları arasında ruh hali iyimser olan şair II. Abdülhamid’i öven manzumeler dahi yazmıştır.

Edebiyat-ı Cedide Yılları
Servet-i Fünun dergisinde çalışmaya başladıktan olgunluk dönemi ürünlerini vermeye başlayan şair aynı dönemde Mektep, Maarif ve Mütalaa adlı dergilerde de şiirler yayımlamıştır. 1896 yılından itibaren düşünce dünyasında değişimler yaşamaya başlayan şair Tanrı inancından uzaklaşmaya, karamsar bir ruh haline girmeye başlar. Robert Kolej’de içinde bulunduğu yabancı çevre, istibdat idaresi ve şeker hastalığı bu dönüşümde etkili olmuş olabilir.
Tevfik Fikret’in şiirlerinin tematik bakımdan tasnifi: a) Kendi ben’ini duyuş tarzını anlattığı şiirleri, b) Sanatla ilgili şiirler, c) Kötümserlik temasını işlediği şiirler, d) Hayal şiirleri, e) Aşk şiirleri, f) tabiat şiirleri, g) Haluk’a hitaben yazdığı şiirleri, h) Kız kardeşi için yazdığı şiirleri, ı) Portreler/Portre şiirler, i) Merhamet şiirleri, j) Vatan konulu şiirler, k) Dini şiirler

Edebiyat-ı Cedide Sonrası Şiirleri (1901-1908)
1903’te Âşiyan’da inzivaya çekilen Fikret, bu dönemdeki şiirlerinde toplumsal temalara yönelmiştir. Bu dönemde yazdığı istibdat aleyhtarı şiirlerinin en ünlüsü “Sis”tir.

İkinci Meşrutiyetten Sonraki Şiirleri (1908-1915)
Arkadaşlarıyla birlikte Tanin gazetesini çıkarmaya başlayan Fikret, kötümserliği geride bırakmış, iyimser şiirler yazmaya başlamıştır. Haluk’un Defteri’ni bu yıllarda bastırır (1911). Oğlu Haluk’un şahsında Türk gençlerine seslenir; ilerleme, çalışma ve yurt sevgisini aşılamaya çalışır. İttihatçılar onu hayal kırıklığına uğrattıktan sonra Doksanbeşe Doğru, Revzen-i Mahlu ve Han-ı Yağma adlı eleştirel şiirlerini yayımlar. Fikret, hayatının son demlerinde hece vezni ile çocuklar için şiirler yazmış ve bunları Şermin adlı kitabında yayımlamıştır.

Tevfik Fikret’in Şiirinin Başlıca Özellikleri
Türk şiirinin batılılaşmasında önemli bir isimdir. Biçim bakımından parnasyenlere, ilham bakımından romantiklere yakındır. Şiirde, Divan şiirinin temel birimi olan beyit hakimiyetini kırmış, anlamı ve cümleyi beyitlerin dışına taşımıştır. Müstezatı serbestleştirerek şiiri düzyazıya yakınlaştırmıştır. Şiirde konu ve aruz kalıpları arasında uyum aramış ve bunu uygulamaya çalışmıştır. Tüm bunlara karşın dili çok ağırdır. Rübab-ı Şikeste (1899), Haluk’un Defteri (1911), Rübabın Cevabı (1911), Şermin (1914), Tarih-i Kadim (1905’te yazıldıysa da tarih kaydı olmayan basımları yapılmıştır).

Cenap Şahabettin (1871-1934)
2 Nisan 1871’de Manastır’da doğdu. Babasının ölümü üzerine ailesi İstanbul’a yerleşir. Tıp öğrenimini 1889’da tamamladı. 1914’te emekli olana dek Kamerun, Cidde, Mersin, Rodos gibi çeşitli yerlerde karantina doktorluğu yapmıştır. 1914’te Darülfünun’da Fransızce tercüme müderrisliğine atanır. Daha sonra garp edebiyatı müderris vekili olur. 1919’da Osmanlı edebiyatı tarihi müderrisliği yapar. 1920’de Ali Kemal’in Peyam-ı Sabah adlı gazetesinde milli mücadele karşıtı yazılar yayımlar. Darülfünun’dan uzaklaştırılır. İlerleyen dönemde tavrını değiştirir. 26 Eylül 1932’de birinci dil kurultayına katılır. 13 Şubat 1934’te vefat eder.

İlk Şiirleri
Muallim Naci ekseninde şiirler yazar ve ilk şiiri (Nazire-i Gazel-i Muallim) 1885’te İmdadü’l-Midad’ta çıkar. Muallim Naci’nin çıkardığı Saadet’te başka şiirleri de çıkar. 1887’de Tâmât adlı ilk şiir kitabını yayımlar.

Paris Dönemi (1889-1896)
Cilt hastalıkları hakkında uzmanlaşmak için 1889’da Paris’e giden Şahabettin, burada batı şiirini yakından tanıma imkânı bulur. Ağırlıkla sembolist şairlerin şiirlerini okuyan Şehabettin’in şiiri de bu yönde dönüşüme uğrar. Yeni şiirlerini 1894’ten itibaren Malumat, Hazine-i Fünun, Maarif ve Mektep adlı dergilerde yayımlamaya başlar. Mektep dergisi Cenap Şahabettin’in şiiri açısından önemlidir. Şairin kırk kadar şiiri bu dergide yayımlanmıştır. Resim ve müziğe önem veren bu şiirler yenilik yanlısı genç şairler tarafından heyecanla karşılanmıştır. Edebiyat-ı Cedide gurubunun gösterdiği teveccühe kayıtsız kalamayan Şahabettin, Servet-i Fünun dergisinin kadrosuna geçer.

Edebiyat-ı Cedide Dönemi
1896 yılında Mektep’te yayımlanan Terane-i Mehtab adlı şiiriyle Dekadanlar tartışmasına yol açmıştır. Aşk ve tabiat temalarına yer veren şair aşkı bazı şiirlerinde romantik perspektifte işlerken bazı şiirlerinde cinsel çağrışımlarla iç içe kullanır. Tabiat temalı şiirlerinin en meşhuru Elhan-ı Şita’dır. Ağırlıkla sonbahar ve kış mevsimleri (karamsar ruh halini ifade etmek için) anlatılır. Estetik yanı ağır basan şiirleri yapaylıkla eleştirilmiştir.

1908’den Sonra
1908’den sonra siyasi yazılar yazmaya başlar. Kalem dergisinde Dahhak-ı Mazlum müstearıyla mizahi yazılar yayımlar. Ali Canip Yöntem’le uzun tartışmalara girer. 1915’te bazı makalelerini Evrak-ı Eyyam adıyla yayımlar. Cemal Paşa’nın davetiyle Şam’a gider ve seyahat notlarını Sabah gazetesinde Suriye Mektupları adı altında yayımlar. 1918’de Süleyman Nazif’le birlikte Hadisat gazetesini çıkarmaya başlar. Aynı dönemde Tasvir-i Efkâr gazetesi adına Avrupa gezileri yapar. İzlenimlerini Avrupa Mektupları adlı kitabında yayımlar (1919). 1920’de Ali Kemal’in Peyam-ı Sabah’ında yazmaya başlar. Buradaki yazılarında milli mücadeleyi eleştirir.

Ali Ekrem (Bolayır) (1867-1937)
Namık Kemal’in oğludur. 2 Ağustos 1867’de doğdu. Babasının vefat ettiği gün Mabeyn-i Humayun kâtipliğine atandı. 18 yıl burada çalıştı. 1906’da Kudüs mutasarrıflığına, 1908’de de Beyrut valiliğine atandı. 1910’da Darülfünün’da Tarih-i Edebiyat muallimliğine atandı. 1912’de Cezayir-i Bahr-i Sefid valiliğine atandı. 1913’te Darülfünun’a döndü. 1917’de oğlu Cezmi’nin intiharı üzerine rahatsızlandı. 1919’da tetkikatı lisaniye heyetine başkan seçildi. 3,5 yıl Galatasaray Lisesi’nde öğretmenlik yaptı. 1923-33 yılları arasında Darülfünun’da Şerh-i Mütûn dersleri verdi. 1933’te telif ve tercüme heyetine seçildi. Maltepe Askeri Lisesi’nde 2 yıl edebiyat öğretmenliği yaptı. 27 Ağustos 1937’de vefat etti.

Sanatı ve Şiirleri
İlk şiirlerini dokuz yaşında yazmaya başlar. İlk yazısı “Dağ” 1891’de Resimli Gazete’de basıldı. “Kumru” adlı ilk şiiri 1891’de Mirsad dergisinde yayımlandı. Ali Ekrem o yıllarda divan şiirini iyi bilen buna karşın yeniliklere de açık olan İsmail Safa’nın etkisi altındadır. 1894’ten itibaren Malumat dergisinde şiirler yayınlar. 1896’da Servet-i Fünun’da yazmaya başlar.

Edebiyat-ı Cedid Dönemi
Ali Ekrem, Servet-i Fünun’da Ayn Nadir müstearını kullanmıştır. 1900 tarihli “Şiirimiz” başlıklı yazısı nedeniyle Tevfik Fikret’le anlaşmazlığa düşünce dergiden ayrılır. Bu döneme kadar ki çalışmalarında yenilik yanlısı bir tutum içinde olan şair, şiirlerinde tabiat, aşk ve ölüm gibi konuları işler. Ali Ekrem’in tabiat temalı şiirlerinde gece, ay, yıldızlar, dağ, deniz ve çiçek gibi unsurlar öne çıkar. Bu şiirlerde tabiat gerçekçi bir dille ele alınmaz. Şair tabiatla kendi duyguları arasında münasebet kurmaya çalışır.

İkinci Meşrutiyet Sonrası
1908’de basılan Kırmızı Fesler adlı şiir kitabında istibdat dönemini, hafiyeleri ve jurnalciliği eleştiren müstezat tarzında uzun bir manzumesi vardır. Bu dönemde şair toplumsal konulara ağırlık vermiştir. Şiirlerindeki dil kullanımı sadeleşmiş zaman zaman heceyi kullandığı şiirler yazmıştır. Kaside-i Askeriye, 1908’de yazdığı Hürriyet Kasidesi’ne nazire olarak kaleme alınmış, vatan sevgisi, kahramanlık ve hürriyet temalarını işleyen 41 beyitlik bir manzumedir. Ordunun Defteri (1918) orduya moral amaçlı şiirlere yer verdiği bir eseridir.

Cumhuriyet Sonrası
Şiir Demeti (1924) ve Vicdan Alevleri (1925) bu dönemin ürünleridir. Milli duyguları öne çıkaran şiirler yazmıştır bu dönemde. Ana Vatan (1921), vatan sevgisi ve kahramanlık temalarına sahip hece vezniyle yazılmış şiirleri içeren bir eseridir.

Hüseyin Suat (Yalçın) (1867-1942)
İstanbul doğumludur. 1886’da Mekteb-i Tıbbiye’den mezun olduktan sonra Midilli Belediye Doktoru olarak çalıştı. 3 yıl sonra İstanbul Üçüncü Belediye Doktorluğuna atandı. Branşında uzmanlaşmak amacıyla 1893’te Paris’e gitti. 1898’de Şam’da görev aldı. Kurtuluş Savaşı yıllarında Ankara’ya gitti. 1921’de Yunus Nadi ile birlikte Kalem dergisini çıkardı. Cumhuriyet’in ilanından sonra Deniz Yolları Vapurunda doktorluk yaptı.

İlk Şiirleri
Başlangıçta divan şiiri tarzında gazeller yazdı. Mekteb-i Tıbbiye yıllarında Cenap ve onun kardeşi Ali Nusret ile tanışarak yenilikçileri tanımaya başlar. Hamit’in şiirlerinden haberdar olur. Paris’e gittiği dönemde batı şiirini tanır. 1890’lı yıllardan itibaren Mektep, Malumat ve Mütalaa gibi dergilerde yenilikçi şiirleri yayınlanmaya başlar. 1896’da Servet-i Fünun dergisine geçer. 1910 yılında Lane-i Melal adlı ilk kitabı yayınlanır. Aşk, tabiat ve ölüm, şiirlerinin başlıca temalarıdır. Aşk’ı cinsel yönüyle ele alır. Ölüm temalı şiirlerinde derin ıstıraplar ve melal vardır. Şair bu nedenle melal şairi olarak tanınır.

İkinci Meşrutiyet’ten Sonra
Dönemin modasına uyarak bireysel konulardan uzaklaşarak toplumu ilgilendiren konulara yer vermeye başlar. 1908’den sonra ağırlıkla mizaha yönelmiştir. Bu dönemde sıkça Gave-i Zalim müstearını kullanmıştır. 1923’te Gave Destanı adlı kitabı yayınlanır. Şiir dışında pek çok tiyatro eseri vardır.

Süleyman Nazif (1869-1927)
Şairliğinin ilk döneminde Namık Kemal tarzında vatan şiirleri yazmıştır. İlk şiirlerini 1906’da Mısır’da basılan Gizli Figanlar adlı kitapta toplamıştır. 1897’den itibaren Servet-i Fünun dergisinde İbrahim Cehdi müstearıyla yazmaya başlar. Edebiyat-ı Cedide’nin çizgisine uygun eserler verir. Aşk şiirlerinde ayrılık acısını işler. 1908’den sonra geleneğe uygun olarak toplumsal konulara ağırlık verir. Şiirlerinin yanı sıra düzyazı eserleri de vardır.

Hüseyin Siret (Özsever) (1872-1959)
1900’de siyasi bir olaya karışınca Adıyaman’a sürülür. Oradan Paris’e kaçıp Jöntürklere katılır. 1920’de kesin olarak yurda döner.
Namık Kemal hayranı olduğu öğrencilik yıllarında şiire ilgi duymaya başladı. Hayran olduğu bir diğer isim Recaizade Mahmut Ekrem’dir. İlk şiirlerini 1894’ten itibaren Mektep dergisinde yayımlamaya başlar. Biçim ve dil bakımından divan şiirine uygun bu eserlerde yeni imgeler kullanır. Servet-i Fünun’da çıkan ilk şiirlerinde siret imzasını kullanır. Sürgün yıllarında Ömer Senih müstearını kullanmaya başlar. Çoğunluğunu aruzla yazdığı şiirlerinde melankolik ruh hali göze çarpar. İlk kitabı Leyal-i Girizan 1904’te Paris’te basılır. 1928’de Bağbozumu, 1937’de Kıvılcımlı Kül adlı kitapları yayınlanır. Üstadın Şiiri (1937), Kargalar (1939), İki Kaside (1942), Bir Mektubun Cevabı, Hüseyin Avni Ulaş’a (1948) diğer eserleridir.

Faik Ali (Ozansoy) (1876-1950)
Asıl adı Mehmet Faik’tir. Süleyman Nazif’in kardeşidir. Muhabbet adlı ilk şiirini 1896’da Maarif dergisinde yayımladı. İlk şiirinden itibaren Edebiyat-ı Cedide çizgisindedir. 1896-1908 arasında yazdığı şiirlerini Fani Teselliler (1908), ve Temasil (1913) adlı kitaplarda topladı. Fani Teselliler’in hasbihal adlı mukaddimesinde şiire ilişkin görüşlerine yer verir. Midhat Paşa (1908) ve Elhan-ı Vatan (1915) şairin diğer kitaplarıdır. Tabiat, aşk, kadın ve özlem başlıca temalarıdır. Şiirlerinin çoğunu sone biçiminde yazmıştır.

Celal Sahir (Erozan) (1883-1935)
14 yaşında şiir yazmaya başladı. Şiirlerinde aşk ve kadın temalarına yer verir. Kadın şairi olarak tanınır. Edebiyat-ı Cedide dönemine ait şiirlerini Beyaz Gölgeler (1909) adlı kitabında toplamıştır. 1908’den sonra Fecr-i Ati topluluğuna katılmış, milli edebiyatı desteklemiştir. Bu dönemde sade bir dille hece vezniyle şiirler yazmıştır. Buhran (1909), Siyah Kitap (1912) diğer şiir kitaplarıdır.


Ünite 3

Edebiyat-ı Cedide Romanı
Bu dönemin romanında ilkeleri belirleyen Halit Ziya olmuştur. İzmir’de yaşadığı yıllarda Hizmet gazetesinde Hikâye başlıklı bir dizi yazı yayımlar. 1891’de kitaplaştırdığı eserinde bizde ve batıda romanın tarihini ele alır. Hayaliyyun dediği romantiklerle hakikiyyun dediği realistlerin eserlerini mukayese eder. Popülist yazarları ise masalcılar diye yaftalar ve bunların amacının sanat yapmak değil para kazanmak olduğunu söyler.

Halit Ziya, İzmir döneminde dört (Sefile, Nemide, Bir Ölünün Defteri, Ferdi ve Şürekâsı), İstanbul döneminde de dört (Mai ve Siyah, aşk-ı Memnu, Kırık Hayatlar, Nesl-i ahir) roman yazmıştır. 1887’den itibaren Hizmet’te tefrika edilmeye başlanan Sefile adlı romanını ilerleyen yıllarda Recaizade Mahmut Ekrem bastırmak istediyse de teftiş kurullarınca engellenmiştir (dini değerlere aykırılığı gerekçesiyle). Kırık Hayatlar 1924’te kitaplaşabildi, Sefile ve Nesl-i Ahir ancak 2000’li yıllarda kitap halinde basılabildi.

Sefile: Anne ve babasını kaybeden Mazlume sokakta kalır. Onu sokakta gören Mihriban, acır ve yanına alır. Mihriban ve kızı İkbal, kötü yola düşmüş kadınlardır. İkbal’in âşığı İhsan Mazlume’nin ırzına geçer. Zaten hasta olan İkbal, kederlenir ve ölür. Bir süre İhsan’la yaşayan Mazlume terk edilir. Mihriban’la da geçinemeyince evden ayrılır. Genelevde çalışmaya başlar. Burada karnındaki çocuğunu düşürür. İhsan’a karşı nefret içerisindeki kadın, geneleve gelen İhsanı, boğazını ısırarak öldürür. Kendisi de orada ölür.

Nemide: Doğumu sırasında annesini kaybeden Nemide, babasıyla yaşamaktadır. Baba, Şevket Bey, hayatını kızına ve bahçede yetiştirdiği güllere adamıştır. Nemide, birlikte büyüdüğü amcaoğlu Nail’e karşı duygusal yakınlık hissetmektedir. Nail, tıp eğitimi için Paris’e gider. Nemide de bu sırada Nail’in teyzekızı Nahit’le arkadaş olur. Eğitimini tamamlayıp yurda dönen Nail, Nemide ile nişanlanır. Nail’e âşık olan Nahit, bu duruma razı değildir. Nail’i baştan çıkarır. İkisi arasındaki yakınlaşmayı fark eden Nemide, geri çekilir, hatta ikisinin birlikteliği için çaba sarf etmeye başlar. İçten içe kabullenemediği halde bu şekilde davranır ve nihayetinde ölür.

Bir Ölünün Defteri: Nemide’nin farklı bir versiyonu olarak değerlendirilebilir. Annesi ölen Osman Vecdi’yi babası, halasına emanet ederek uzaklara gider. Halasının kızı Nigâr’la birlikte büyüyen Osman Vecdi, Galatasaray Lisesi’nde okumaya başlar. Hüsam’la arkadaş olur, onu eve davet eder. İleri dönemde Osman doktor, Hüsam ise gazeteci olur. Halası, Nigâr ile Osman’ı evlendirmek ister ancak Hüsam’la Nigâr arasında yakınlık vardır. Nigâr, annesinin talebini kabul etmez. Nigâr’dan hoşlanan Osman, aradan çekilir. Sevdiği kız ile arkadaşının arasını yapmaya çalışır. Hayata küsen Osman, gönüllü olarak orduya katılır. Çok çaba harcasa da ölmeyi beceremez, bir kolunu kaybederek geri döner. Herkesten uzakta müzmin hayatı yaşar. Bir gece Hüsam’ı evine davet eder. Hatıra defterini ona teslim eder ve nihayetinde ölür.

Ferdi ve Şürekâsı: İsmail Tayfur, babasının vefatı üzerine eğitimini yarıda bırakarak ailesinin yanına döner. Ferdi Efendi’nin yanında çalışmaya başlar (babası da Ferdi Efendi’nin yanında çalışıyordu). Ferdi Bey’in kızı Hacer, İsmail Tayfur’a âşık olur. İsmail Tayfur’un annesi, babasının sokakta bulup eve getirdiği Saniha ile birlikte yaşamaktadır. İsmail Tayfur, Saniha’ya âşıktır. İsmail Tayfur, annesi ve patronunun baskısıyla Hacer’le evlenir (Ferdi Efendi, kızının günlüğünü okuduktan sonra bu evliliğe istemeden razı olur, yani sırf kızı mutlu olsun diye İsmail’e baskı yapar). Evliliğinde mutluluk bulamayan İsmail Tayfur, Saniha’yla olan ilişkisini sürdürür. Kocasının evi terk edeceğini anlayan Hacer, kapıyı kilitleyip odayı ateşe verir. İsmail Tayfur kurtulur ancak Hacer kurtulamaz bu yangından. Bu olay karşısında aklını yitiren İsmail Tayfur yeniden ailesiyle birlikte yaşamaya başlar.

Mai ve Siyah: Babasının ölümü üzerine ailesinin sorumluluğunu üstlenen Ahmet Cemil bir yandan da tercümeler yapmakta diğer yandan okulunu bitirmeye çalışmaktadır. Mir’at-ı Şuûn gazetesinde çalışmaya başlar. Hayalci bir adam olan Ahmet Cemal, okulunu bitirmek, şiirlerini kitaplaştırmak ve Lamia ile evlenmek arzusundadır. Kız kardeşi İkbâl’i matbaa müdürü Vehbi ile evlendirir. Şiirlerini yazıp bitirir. Lamia’nın babası Hüseyin Nazmi’nin köşkündeki sanatseverlere eserini tanıtır. Eseri çoğunlukla beğenilir. Ahmet Cemil’in yıldızı bu noktada sönmeye başlar. Eniştesi Vehbi, kız kardeşinin ölümüne sebep olur. Matbaa için alınan borç ödenemeyince Ahmet Cemil’in ipotek gösterilen evi elden çıkar. Lamia, nişanlanır. Ahmet Cemil işten kovulur. Hayal kırıklığı altında ezilen Ahmet Cemil, eserini imha eder. Taşrada memuriyet yapmak üzere annesiyle birlikte İstanbul’dan ayrılır.

Aşk-ı Memnu: Adnan Bey, kızı olacak yaştaki Bihter’le evlenmek ister. Bihter’in annesi Firdevs Hanım rıza göstermese de Bihter ısrar eder ve evlilik gerçekleşir. Anne ve kızı Adnan Bey’in konağında yaşamaya başlarlar. Cicim ayları uzun sürmez, huysuzlaşan Bihter, Adnan’la tartışmak için odasına girer. Odada, Adnan’ın yeğeni Behlül’le karşılaşır. Behlül, Bihter’i baştan çıkarır. İkisi arasında ilişki başlar. Bihter’le gönül eğlendiren Behlül, Adnan Bey’in ilk eşinden olan kızı Nihal’le ilgilenmeye başlar. Firdevs Hanım Bihter’le Behlül arasında bir şeyler yaşanmış olabileceğini düşünerek Behlül’le Nihal’in arasını yapmak üzere çalışmalara başlar. Bu yolla kızından da kendince intikam almaktadır. Bihter deliye dönse de elinden bir şey gelmez. Behlül’le Bihter’in tartışmalarına tanık olan Nihal, orada bayılır düşer. Adnan Bey, Nihal’in yanına gelince, Bihter de Adnan Bey’in odasına gider. Nihal’i gizliden seven Beşir, Adnan’a her şeyi anlatır. Bihter kendini odasına kapatıp Adnan’ın silahıyla intihar eder.

Kırık Hayatlar: Ömer Behiç, tıp tahsilini yurt dışında tamamlamış bir doktordur. Karısı Vedide ve iki kızıyla birlikte yaşamaktadır. Sakin bir hayat süren Ömer, okul yıllarından arkadaşı Piç Bekir’le karşılaşır ve bu karşılaşmadan sonra bir nebze sosyalleşir. Bekir çok çapkın biridir (Piç!), sosyetenin zengin ailelerinden birinin kızı Nebile’yle aşk yaşamaktadır. Bekir, bir arkadaşına bakması için Ömer’i alıp Nebile’nin yaşadığı eve götürür. Burada Nebile’nin kardeşi Neyyir ile karşılaşır. Ömer, kıza tutulur. Bir bahane tekrar görüşürler. Aralarındaki ilişki devam eder. Zaman içinde Bekir, dul bir kadına âşık olur (Müzzan), çapkınlıkları bırakır. Ömer’in işleri yolunda gitmez, kızı rahatsızlanır. Neyyir, kendine zengin bir sevgili bulur. Ömer, ailesini iyiden iyiye boşlar. Karısı bu yasak ilişkiyi fark eder. Kızı ölür, Neyyir, bir başkasıyla evlenir, karısı ise evde bir yabancı gibidir artık. Neyyir, evli olduğu halde Ömer’le ilişkisini sürdürmek ister. Ömer’e haber eder, görüşmek ister. Ömer, ayakları geri gitse de Neyyir görmek üzere yola çıkar. Yolda fikir değiştirip kızının mezarına gider. Pişmanlık içerisinde saatlerce ağlar. Evine dönüp karısının dizlerine kapanır, ağlamaya devam eder.

Nesl-i Ahir: Süleyman Nüzhet, uzun yıllar Avrupa’da kaldıktan sonra yurda dönmüş dul bir adamdır. Kızı(Azra), büyümüş serpilmiştir. Kızıyla birlikte Büyük Ada’da yaşamaya başlar. Süleyman Nüzhet, eniştesinin 22’lik kızına tutulur. Avrupa’dan dönüşte tanıştığı İrfan adlı ihtilalci gençle sık sık görüşmeye başlar. Eve girip çıkmaya başlayan İrfan’la Azra arasında yakınlık başlar. İsmi bir suikasta karışan İrfan, korkuya kapılıp intihar eder. Baba kız, bir arada yaşamaya devam ederler.
Realizme bağlı olan Halit Ziya, eserlerindeki olayları sebep-sonuç ilişkileriyle birlikte açıklayabilmek için, diğer birçok realistte de görüleceği gibi geriye dönüş metodunu çok kullanır. Realizme uygun olarak olay akışından ziyade tasvir tahlillere geniş yer verilir. Romanlar, olay merkezli değil kişi merkezlidir. Realizmde, mekân tasvirlerinin yanında nesnelerin de önemli yeri vardır. Edebiyat-ı Cedide romanlarında ayna, karakterlerin kendileriyle yüzleşmelerine vesile olan nesnedir. Tanzimat edebiyatının ilk romanlarında karşımıza çıkan olaylara müdahale eden yazar sesi, Edebiyat-ı Cedide romanlarında ortadan kalkar. Halit Ziya, eserlerinde kendi fikirlerini gizli tutar, varlığını gizlemeye çalışır. Karakterin ruh halini anlatmak için yansıtıcı bilinç yöntemini kullanır. Bu yöntemde 3. şahıs anlatıcının karakterlerin bilincinden geçenleri anlatır. Yazarın varlığını silmek başvurduğu yöntemlerden biri de kahramana mektup veya hatırat kullandırarak düşüncelerini anlatma fırsatı vermeleridir. Bir Ölünün Defteri’nde bu yola başvurulmuştur. Natüralistlerde karşımıza çıkan anne babadan karakteristik özelliklerin karaktere geçmesi durumu, Halit Ziya’da çokça karcımıza çıkar. Dolayısıyla kaderci bakış açısına sahiptir. Üçlü aşk kalıbı, hemen bütün romanlarında karşımıza çıkar. Kaçış teması da Edebiyat-ı Cedide’nin birçok romanında olduğu gibi Halit Ziya’nın romanlarında da karşımıza çıkar.

Mehmet Rauf
Eserleri: Eylül (1901), Bir Zambak Hikâyesi (1910), Genç Kız Kalbi (1912), Bir aşkın Tarihi (1912), Menekşe (1913), Karanfil ve Yasemin (1924), Böğürtlen (1924), Defne (1927), Kan Damlası (1928), Son Yıldız (1927), Halas (1929), Harabeler (1927), Kâbus (1928).

Eylül: Eser Halit Ziya’ya ithaf edilmiştir. Eser ilk olarak 1900 tarihinden itibaren Servet-i Fünun’da tefrika edilmiştir. Eserde Suat ve Necip arasındaki yasak aşk anlatılır. İkiliyi birbirlerine yakınlaştırması bakımından piyano başında geçirilen zamanda oluşan duygusal paylaşımlar edebiyatımız açısından orijinal motiflerdir. İkili yakınlaşmaya devam ederlerken Suat’ın kocası Süreyya, balık avlamak üzere sandal gezintilerine çıkmaktadır. Yaz bitiminde evli çift İstanbul’daki köşklerine geri döner. Necip artık sık sık Suat’ı ziyaret edememektedir. İlişkinin anlaşılmasından çekinmektedir. Suat’ın soğuk tavırları ilişkinin geleceği olmadığına inandığı mesajını verir. Köşkte yangın çıkar. Suat içeridedir. Necip’te Suat’ı kurtarmak için köşke girer. Dışarıya çıkan olmaz. Romanda Suat ve Necip’in profilleri dikkatlice aktarılırken Süreyya ihmal edilir, o adeta boş bir çuvaldır. Realizme özgü idealizmden uzak durma titizliği eserde olumlu bir tipleme görme imkânını elimizden alır. Süreyya’nın annesi dışındaki herkes sorunlu tiplerdir. Romandaki mekânlardan İstanbul’daki ev oldukça kasvetlidir. Süreyya ve Suat bu nedenle yaz aylarını geçirmek için Boğaziçi’nde yalı kiralarlar. Boğaziçi huzurlu ve mutlu zamanların yaşandığı mekândır. Beyoğlu ise Necip’in mekânıdır. Beyoğlu oldukça renkli olmasına karşın ikiyüzlü ve samimiyetsiz olması nedeniyle Necip burada mutlu değildir.
Bir Zambak Hikâyesi, yayınlandığı devirde pornografik bulunmuş ve Mehmet Rauf’un hapis yatmasına, askerlikten kovulmasına sebep olmuştur. Genç Kız Kalbi, Pervin adlı iyi eğitim almış bir kızın hikâyesidir. İzmir’de yaşadığı çevreye sığamayan Pervin, türlü hayallerle İstanbul’a gelir. Tam bir hayal kırıklığı yaşadıktan sonra İzmir’e geri döner. Bir Aşkın Tarihi, Macit’in Güzin’e duyduğu aşk ve sonrasında yaşadığı pişmanlık konu edilir. Menekşe’nin başkişisi Hüseyin Bülent, tanınmış bir şair ve yazardır. Evli ve çocuklu olmasına rağmen çapkın bir tiptir. Violet’le tanışıp duygusal bir sürece girer. Mustafa Özbaltacı’ya göre otobiyografik öğeler taşıyan bir eserdir. Karanfil ve Yasemin’de Samim ile Nevhiz arasındaki aşk anlatılır. Samim’e âşık olan Pervin evlenip Avrupa’ya gider. Kocasıyla geçinemeyip geri dönünce Samim’le yakınlaşır. Samim, iki kadın arasında kalır. Böğütlen’de tezatlar işlenir. Define’de iç içe geçmiş iki hikâye işlenir. Bu hikâyenin devamı niteliğindeki Kan Damlası, bir dizi cinayetle başlar. Son Yıldız’da Perran ile Fuat’ın ilişkisi anlatılır. Halas, aşkı geri planda tuttuğu tek romanıdır. Vatan sevgisi ön plana çıkarılmıştır. Harabeler, sembolik ifadesi olan bir romandır. Kabus, kurgusu zayıf bir romandır.

Hüseyin Cahit Yalçın
Nadide (1891) ve Hayal İçinde (1898) adında iki romanı vardır. Nadide adlı roman Ahmet Mithat Efendi’nin etkisinde yazılmıştır. Hüseyin Cahit bu romanını 16 yaşında yazmıştır. Diğer roman ise Edebiyat-ı Cedide anlayışına uygun bir eserdir. Nadide’de hikâyesi anlatılan Nadide, emelleri uğrunda annesini bile öldürebilecek kadar cani ruhlu bir kadındır. Diğer romanında bir Rum kızına âşık olan Nüzhet’in yaşadığı dönüşümler anlatılır.

Safveti Ziya (1875-1929) dönemin bir başka romancısıdır. Salon Köşelerinde (1910) adlı romanıyla bilinmektedir. Dönemin en alafranga yazarı olan Ziya, devrin salon hayatını, bu çevre içindeki insanları ayrıntılı şekilde yansıtmıştır. Orijinal olmayıp, Halit Ziya’yı taklit eden biridir.


Ünite 4

Edebiyat-ı Cedide Hikâyesi
Batılı anlamda ilk uzun hikâye örnekleri Ahmet Mithat Efendi’nin Letaif-i Rivayat serisindeki 25 kitap içinde 27 hikâye ve üç romandan (Yeniçeriler, Çingene, Bahtiyarlık) müteşekkildir. Eserdeki uzun hikâyeler hacim bakımından büyük, ancak tek konu etrafında gelişmiş anlatılardır. Recaizade Mahmut Ekrem, Muhsin Bey, Şairliğin Hazin Neticesi ve Şemsa adlı eserleriyle uzun hikâyeyi denemiştir. Ancak bunlar başarısız örneklerdir.

Halit Ziya Uşaklıgil
Altı eseri uzun hikâye olarak kabul edilebilir; Bir Muhtıranın Son Yaprakları (1888), Bir İzdivacın Tarih-i Muaşakası (1888), Deli (1888), Bu Muydu? (1896), Heyhat (1897), Bir Yazın Tarihi (1898), Valide Mektupları (1909). Bunların arasında Deli, yarım kalmış bir eserdir. Halit Ziya, bu eserlerin bazıları için küçük roman tabirini kullanır. Realist tekniklerle kaleme aldığı hikâyelerinde kurguyu hatıra defteri aracılığıyla oluşturur. Deli adlı eser ise postmodern tarzın öncüsü olabilecek bir tarza sahiptir. Eser, deli sözcüğünden ve çağrışımlarından vesile yarım bırakılmıştır. Kısa cümleler ve basit üslupla kaleme alınan eserin yarım kalmasını Ömer Faruk Huyugüzel, edebiyatımız açısından talihsizlik olarak değerlendirir.

Halit Ziya Deli’ye benzer bir hikâyeyi yıllar sonra Üç Mektup adıyla yazmıştır. Hikâyede tutuklanıp yargılandıktan sonra serbest kalan bir gencin içinde bulunduğu durum üç mektupla anlatılmıştır. Hikâyedeki genç adam hapisten çıktıktan sonra sürekli takip edildiği düşüncesine kapılır. Kaldığı evde annesi de dahil olmak üzere herkesten şüphelenir. İçini döktüğü hatıra defterini herkesten saklar. Yaşadıklarını, hissettiklerini mektuplara yazarak bahçeye atar. Komşu evdeki bir arkadaşı mektupları sahiplerine ulaştırır. Genç adamın üçüncü mektubu evi yakacağını ima eden satırlar içerir. Hikâye, II. Abdülhamit döneminin istibdadının yaşattığı psikolojik baskıyı tasvir açısından değerlidir.
Bir Yazın Tarihi de hatıra defteri kurgusuyla yazılmıştır. Defterin sahibi İhsan, izin günlerini akrabasının yalısında geçirir. Yalıda 5 kız vardır. Defterde bu kızlarla ilgili izlenimlerine yer verir. Kızlardan öksüz ve veremli olan Meliha’ya ilgi duyar. Meliha ise ona ancak ölümünden sonra duyduğu ilgiyi açığa vurur.
Bir Muhtıranın Son Yaprakları’nın içine kapanık kişisi Necip ile Heyhat hikâyesindeki genç şair, karakter bakımından birbirlerine yakındırlar. İkisi de yaşadıkları ortamdan şikâyetçidirler. İnsanlardan uzakta kalmak için köylere sığınmışlardır. Bu iki tiplemeyle Aşk-ı Memnu’nun Ahmet Cemil’i birbirlerine benzer. Edebiyat-ı Cedide’nin genelindeki kötümserlik bu karakterlerde fazlasıyla mevcuttur.
Bu Muydu? iki kız arkadaşın yaşadıklarından sonra birbirlerinin mutsuz olduklarını öğrenmelerini anlatır. İnci Ertegün bu hikâye için, genç kızların mutluluk üzerine kurdukları evlilik hayallerinin hiç de gerçekçi olmadığını anlattığını ve bu bakımdan Ahmet Mithat’ın Felsefe-i Zenan ve Fatma Aliye’nin Levayih-i Hayat adlı eserlerine benzediğini söyler. Eserde iç monologlara yer verilmesi teknik açıdan önemlidir.
Halit Ziya’nın uzun hikâyeleri genele olarak acıklı atmosfere sahiptir. Bir İzdivacın Tarih-i Muaşakası nispeten iyimser bir atmosfere sahiptir. Eser, evli bir çiftin evlenmeden evvel birbirlerine yazdıkları mektupları yıllar sonra okumalarını konu edinir. Valide Mektupları, bir annenin(Semiha) yeni evli kızına(Süreyya) yazdığı 5 mektubu içerir.

Mehmet Rauf
Garam-ı Şebab (1896), Mehmet Rauf’un ilk uzun hikâyesidir. Realist eserde olaylar anlatıcı Memduh’un gözünden kaleme alınmıştır. Eserin kurgusu Bir Muhtıranın Son Yaprakları’na benzer. Eserdeki genç, yalnız kalarak büyük bir hayalini gerçekleştirmek ister. Eserde tabiat tasvirleri geniş yer tutar. Memduh’un âşık olduğu kadın Memduh’a yüz vermez ve genç adam sığındığı köyden ayrılır.
Ferda-yı Garam (1897), Servet-i Fünun’da tefrika edildikten sonra kitaplaşmış bir eserdir. Babasının memuriyeti nedeniyle amcasının yanında kalan Macit, amcasının kızı Sermet ile birlikte yetişir. İlk zamanlardaki geçimsizlikleri ileride sevgiye dönüşür. Beykoz’a yerleşen Macit bu ayrılığa üzülür, hastalanır. Ameliyat olması gerekir ancak korkar. Sermet’İn telkiniyle ikna olur. İyileşme sürecinde de birliktedirler. Sevgi dolu hayaller kurarlar ancak bu hayallerini gerçekleştirmeye cesaret edemedikleri için birlikte ölmeye karar verirler. Hayallerle süslenen aşk, gerçeklerden kaçış temsili olarak ölüm, bu hikâyede öne çıkmaktadır.
Serap (1909), 1. şahıs ağzından anlatılan hayal hakikat çatışmasını anlatan bir eserdir. Geri dönüşlere yer vermesi dikkat çekicidir. Genç adam, vapurda gördüğü güzel bir Rum kadına vurulur. Hayaller kurduktan sonra bunu bir tesadüf olduğunu düşünür. Genç adam küçük yaşta annesini kaybetmiş, kıt kanaat geçindiği memuriyet hayatında evlenmekle iyi ettiği sonucuna varır. Vapurdan inip evine vardığında karısını hasta bulur. Karısının yüzündeki kırışıklara bakarken yıllar önce âşık olduğu karısının aslında bir serap olduğunu düşünür. Karısıyla eski günleri yad ederler. Karısı artık yaşlanmakta olduklarını söylediğinde iyice üzülür. Aynaya bakmak ister, alt kata inerken gelen misafirini içeri alır. Yakın dostuyla oturur sohbet eder. Konu yine yaşlılığa gelir. Dostunun anlattığına göre istibdat dönemi hayatlarının en güzel yıllarını alıp götürmüştür. Dostunu uğurlar, karısının uyuduğunu görür, dönüp aynaya bakar. Aynada gördüğü harap bir gençlik manzarası gibidir. Artık âşık olunacak değil katlanılacak biridir. Karamsar düşüncelerden sonra karısının yanına uzanır. Karakterin kendisiyle yüzleşmesine vesile olan “ayna” önemli bir semboldür.

Kısa Hikâye
Türk edebiyatında kısa hikâye Samipaşazade Sezai’nin hikâyelerini topladığı Küçük Şeyler adlı eseriyle gerçek kimliğine kavuşmuştur. Romanda olduğu gibi kısa hikâyede de Halit Ziya çağdaşlarının çok önündedir.

Halit Ziya Uşaklıgil
Hikâyelerini topladığı kitapların sayısı 13’tür. Çoğunluğu çevirilerden oluşan 1893-1895 yılları arasında yayımlanan 4 ciltlik Nakil, 1897-1899 yılları arasında yayımlanan 3 ciltlik Küçük Fıkralar, Bir Yazın Tarihi (1900), Solgun Demet (1901), Bir Şiir-i Hayal (1914), Sepette Bulunmuş (1920), Bir Hikâye-i Sevda (1922), Hepsinden Acı (1934), Aşka Dair (1935), Onu Beklerken (1935), İhtiyar Dost (1937), Kadın Pençesi (1939), İzmir Hikâyeleri (1950). Üslup olarak romanlarındaki biçimin koruyan yazar, içerik olarak nispeten alt tabakadan insanların hayatlarını konu edinmiştir. Çoğunlukla tanıdığı kişilerin ya da şahit olduğu olayların hikâyesidir bunlar. Kırık Hayatlar, aile konusuna en çok değindiği eseridir. Aile hikâyelerinde koca ve kaynanadan vesile mağdur olan kadın öne çıkmaktadır. Korkudan Sonra adlı öykü, mutsuz evliliklere istisnadır. Acı Sadaka ve Hayat-ı Şikeste’de aileleri tarafından istismar edilen kızların hikâyesi konu edilir. Halit Ziya’nın aşk konulu hikâyeleri genellikle hazindir. Olumlu atmosferlere tensel ilişkilere yer verdiği metinlerde rastlıyoruz; Bir Şi’r-Hayal adlı kitabın Şadan’ın Gevezelikleri başlıklı bölümünde bu nitelikte 6 hikâye vardır. Merhamet temalı Köy Hatırası adlı hikâye Tevfik Fikret’in manzum hikâye tarzındaki “Balıkçılar” adlı şiirini hatırlatmaktadır. Ali’nin Arabası adlı hikâyede de merhamet duygusu öne çıkmaktadır. Küçük Levha adlı hikâyede annesiyle birlikte gezinti yapan küçük bir çocuğa ilişkin gözlemler yer almaktadır. Bisikletli bir adam çocuğa çarpar ve çocuk korkuyla annesinin eteklerine kapanır. Halit Ziya burada anlatıcı olarak kötümser bir hayat felsefesi aktarır. Hayat, darbelerle doludur. Halit Ziya’nın kişileri genellikle hayaller kuran fakat gerçeklerle yüzleştiklerinde hemen kırılan tiplerdir. Hayvanları konu alan eserlerinde ise hayvan sevgisi ve merhamet duygular öne çıkar. Ömer Faruk Huyugüzel’in töre hikâyeleri başlığı altında topladığı hikâyeler, İzmir Hikâyeleri adlı kitabındadır. Töre hikâyelerinin atmosferi diğerlerine nazaran daha iyimserdir.

Mehmet Rauf
Rahim Tarım’ın tespitine göre Mehmet Rauf, kırk altısı II. Meşrutiyetten önce, seksen altısı II. Meşrutiyetten sonra olmak üzere yüz otuz iki hikâye yazmıştır. Bu hikâyeleri on iki kitapta toplanmıştır: İhtizar (1909), Âşıkane (1909), Son Emel (1913), Hanımlar Arasında (1914), Üç Hikâye (1919), Kadın İsterse (1919), Pervaneler Gibi (1920), İlk Temas İlk Zevk (1922), Aşk Kadını (1923), Gözlerin Aşkı (1924), Eski Aşk Geceleri (1927), Safo ile Karmen (1920).

İlk hikâyesi Hizmet gazetesinde Rauf Vicdanî müstearıyla yayımladığı Düşmüş adlı eseridir. Hikâyelerinin konusu çoğunlukla kadın ve aşktır. II. Meşrutiyetten sonraki eserlerinde konularını çeşitlendirmeye çalışır. Hikâyeleri oldukça başarılıdır. Fedakâr anne ve babaların hatta çocukların yaşadıklarını işlediği hikâyeleri de oldukça fazladır (Hep Onlar İçin, Bayram Hediyesi, Ayşe Kadın). Ana Kalbi adlı hikâyede Şerminde Hanım kayınvalidesiyle anlaşamamış ancak her daim boyun eğmiştir. Bir gün kaynanasına karşılık verince evde kıyamet kopar, Şerminde Hanım evi terk etmek zorunda kalır. Ana kuzusu oğlu da bu duruma ses çıkarmamıştır. Kerkük’e giden Şermin yeniden evlenir. Yıllar sonra kocası vefat eden Şerminde Hanım, oğlunu görebilmek için yollara düşer. Oğlu subay olmuş ve valinin kızıyla evlenmiştir. Evi bulur, içeri girer, oğlunu beklemeye başlar. Beklerken aşağılık kompleksine kapılır ve kimseye görünmeden evi arka kapıdan çıkarak terk eder. Ana Evlat adlı hikâyesi de benzer içeriktedir. Bekârlar Arasında adlı hikâyede erkek bakış açısından evlilikle ilgili görüşleri dile getirir. İhtizar adlı hikâyesinde de evlilik teması işlenir. Evlilik konulu hikâyelerinde genelde olumsuz bir tablo çizer. Unutmaya ve Unutulmaya Mahkûm ve Bir Hayat adlı hikâyelerde ise mutlu evlilik tabloları çizer. Fenerci ve Ayna adlı hikâyelerde yasak aşkı işler. Ana Kız ve Zehirlerim’de merhamet teması öne çıkar. İstiklal mücadelesi verdiğimiz dönemde vatanseverlik ve kahramanlık konularını işlediği hikâyeler yazar. Halil Hoca ve Bir Yiğit bu hikâyelerdendir.
Mehmet Rauf, hikâyelerinde ağırlıkla şahısların iç dünyaları üzerinde durur. Korku adlı hikâyesinde bu teknik başarıyla uygulanmıştır. Karakterlerin iç monologlarına yer verdiği Girdap’ta bilinç akışı başarılı bir şekilde denenmiştir.

Hüseyin Cahit Yalçın
Hikâyelerini II. Meşrutiyet öncesi ve Malta sürgünü sonrası dönemlerinde yazmıştır. Siyaset ve gazetecilikle meşgul olduğu dönemde edebiyatla ilişkisi neredeyse yoktur. Hikâyelerini Hayat-ı Muhayyel (1899), Hayat-ı Hakikiye Sahneleri (1910) ne Niçin Aldatırlarmış (1922) adlı kitaplarında toplamıştır.
Hayat-ı Muhayyel, kaçış temini işler. Bir gencin medeniyetten uzakta bir adada dostlarıyla uzakta ideal dünya kurma arzusunu ele alır (Tevfik Fikret’in Yeşil Yurt adlı şiiri de benzer bir temaya sahiptir). Kaçış temalı hikâyelerinde kişiler çok karamsardır. Tabiat her zaman sığınılan bir mekândır. Görücü ve Köy Düğünü adlı hikâyelerinde gözlemciliği ön plana çıkar. Azınlıkları anlattığı hikâyelerinde insanlar mutlu, Müslümanların anlatıldığı hikâyelerinde ise insanlar sıkıntılar içinde mutsuzdurlar. Ayastafanos Hikâyeleri adı verilen bu metinleri bir dönem yaşadığı Ayastafanos köyündeki izlenimlerinden yola çıkarak yazmıştır. Bunların dışında Beyoğlu’ndaki zevk ve sefa âlemlerini anlattığı, mekân olarak Avrupa şehirlerini ele aldığı hikâyeleri de vardır.

Ahmet Hikmet Müftüoğlu
Edebiyat-ı Cedide üslubuna bağlı tek eseri Haristan’dır. Kitaba adını veren Haristan ve Gülistan, şiirsel üslupla yazılmış, kadın ve erkeğin birbirini bütünlediğini anlatan bir hikâyedir. Kadınlar dış görünüşleriyle ön plana çıkar. Kendilerine talip bekleyen pasif tiplerdirler. Eserdeki Yeğenim ve Nakiye Hala adlı hikâyelerde Türkçülük fikri dikkat çeker. Üç Mektup adlı hikâyesinde alafrangalığı eleştirir.


Ünite 5

Metin Çözümlemeleri: Şiir

Şiir Çözümleme Üzerine
Edebi metinleri çözümlemek, onu meydana getiren birimler arasındaki ilişki ağını tespit etmek; metinden hareketle, onun yazılmasına sebebiyet veren zihniyeti belirlemek; metnin yapısını meydana getiren unsurları çözümleyerek temayı bulmak; dil, anlatım ve ahenk unsurlarını ortaya koymak gibi çalışmalara ihtiyaç gösterir.

Zihniyet terimi ile metnin kaleme alındığı dönemde geçerli olan zevk ve anlayışı ifade etmek istiyoruz. Her metin kullanılan dil malzemesi, başvurulan anlatım tarzı, ele aldığı temayla yazıldığı döneme ait zevk ve anlayışı en iyi ifade eden araç durumundadır. Zihniyet, metnin yazıldığı dönemde geçerli her türlü güçten (siyasi, iktisadi, askeri, dini) hareketle oluşan ve bunların hiçbirine indirgenemeyen zevk ve anlayışa verilen addır.

Tanzimat döneminden itibaren Osmanlı Devleti’nin örnek aldığı ülke Fransa’dır. Fransa etkisi edebiyat alanında çok belirgindir. Edebiyat-ı Cedide şiiri parnasizm ve sembolizmin etkisi altında ortaya çıkmıştır. Parnasizme bağlı şairler tasvirlere uzun yer verip, şiir tabloları çizdiler. Dizeleri kuyumcu titizliğiyle işledirler. Buna rağmen ancak yapay ve soğuk bir güzellik ortaya koyabildiler. Parnas okulu sanat akımı olarak değil romantizm ve sembolizm arasındaki geçiş süreci olarak değerlendirilmeli (Alkan).

Parnas okulunun önemli temsilcileri: Théophile Gautier (1811-1872), Leconte de Lisle (1818-1894), José Maria de Hérédia (1842-1905). Tevfik Fikret bu akımın ülkemizdeki ilk ve en önemli temsilcisidir. Edebiyat-ı Cedide’nin duyarlı olduğu bir diğer akım da sembolizmdir. Sembolizm, parnasçılara tepki olarak ortaya çıkmıştır. Şiirde bireysel duyarlılığı ön plana alan bir akımdır. Tabiat ve dış dünya olduğu gibi değil sanatçının algıladığı biçimde tasvir edilir. Sembolist şairler şiirde musikiye ve ahenge önem verirler. Doğrudan anlatmak yerine hissettirmek, duyurmak ve sezdirmek esastır. Sembolizmde anlatım kapalıdır. Varlığa sezgiyle ulaşmaya çalışırlar. Alışmış mısra düzenini serbest nazım lehine değiştirirler. Bütün insanlar ve bütün zamanlar için geçerli olacak güzellik kavramına inanmazlar, oluşuma(devinime/dönüşüme) inanırlar (Alkan). Verlaine, Rimbaud, Mallarme, Moreas ve Valery, bu akımın büyük üstatlarıdırlar. Cenap Şahabettin sembolizmi benimsemiştir.

Tevfik Fikret – Sahaif-i Hayatımdan
Bunu şiirimde söylüyor belki
Ben hakîkatten ihtirâz ederim;
Âsümân füshat-ı kebûduyla,
Deniz emvâc-ı pür-sürûduyla,
Gece esrâr-ı bî-hudûduyla
Beni terhîb eder; o füshattan
Sıkılır sanki rûh-ı pür-hazerim,

Sanki her dalga bir lisanla bana
Haykırır nâ-flinîde bir mânâ,
Sanki leylin zılâl-i hâmûflu
Canlanır pîfl-i irti’âbımda...
Ne mükedder mizâc-ı ahvel ki
En mülevven dem-i flebâbımda
Görerek bofl hayâtı-ı pür-cûflu
Beni gâfil yaflattı hilkatten,
Tuttu âvâre her saâdetten.

fiu hazîn fıtrat-ı garîbemle
Ben seyyâha benzerim ki mehîb
Çölde flemsin fluâ-ı sûzânı
Yakarak gözlerimde elvânı,
Görmez artık selâmet imkânı;
O zaman her yanında bir boflluk
Duyarak, bir edâ-yı mâtemle
-Dest-i lerzân-ı pîfl-i çeflminde

Oturup nîm mürde vü zinde
Bir tecelliye muntazır, düflünür;
Bu tecelli ki mevt-i hâildir,
Ona bir fli’r içinde sarhoflluk
Vererek, neflve-i ümîd ile pür
Bir cihân gösterir ki muğfildir...
Ah ey gaflet, ey serâb-ı nasîb,
Seni mümkün mü etmemek ta’kîb!
-
Zihniyet
Şiirin merkezinde “ben” vardır. Yaşadığı ruh halini bilinciyle kavramak ve anlatmak ister (metindeki birçok söz gurubu bize bunu söyletiyor). Şiirin problemi bu ruh halidir. Demek ki bu metin, ruh hallerinin problem olarak ele alındığı bir dönemde ve yerde/ortamda kaleme alınmış. Şairin dikkati “ben”in iç dünyasına dönüktür.

Yapı
Metin bir ruh halini ifade eden sözlerle başlamaktadır. Metindeki duygu hali ilk iki mısrada ifade edilmiştir: “Ben hakikatten ihtiraz ederim” sözü şiirdeki duyguyu vermektedir. Sonrasında, diğer birimlerde, “ben”in bunu nasıl yaşadığı, bunun sebebi, nereden kaynaklandığı anlatılmıştır. Metindeki birimler arasında akli ve organik bir ilişki vardır. Dolayısıyla organik bir şiirdir. Yenileşme döneminin önemli unsurlarından biri de organik şiirdir.

Tema
Şiirin teması metindeki birimlerin ortak paydasıdır. İlk birimde konu ortaya koyulmuş; “ben hakikatten çekinirim”. Buradaki hakikat ikinci birimde açıklanmış; buradaki hakikat “ben”in mizacıdır. Üçüncü birim bu mizacın özelliklerini anlatır; “ben” kendisini çöldeki gezgine benzetir. Bu birim şiirin buradan öncesi ve bu noktadan sonrası arasında köprü görevi görmektedir. Bu durum ayrı bir birim olarak değerlendirilmelidir. Beşinci birim çöldeki gezgini anlatır. Metnin sonunda da bu kaderi yaşamaktan insanın kurtulamayacağı anlatılır. Bütün bunların birleştiği husus, insan gerçekliği kendi mizacına göre şekillendirir ve yaşar ifadesiyle dile getirilir. Yenileşme dönemi şiirinde bütün ruh halleriyle insan şiire konu olmaya başlar.

Şiir Dili
Metnin ikinci birimindeki kelime ve kelime gurupları, Fikret’in şiir dilinin önemli bir özelliğini vermektedir. Sıfatlar verilen önem ve yüklenen değer burada öne çıkmaktadır. Anlatıcının ruh halini ifade eden sözler yine sıfatlarla birlikte metinde yer almaktadır. Yani bir sözcük yalın anlamında verilmemiş, o söze isnat edilen anlamı işaret etmek için gerekli sözcükler de şiire dahil edilmiştir. Daha da ileriye gidilerek yani tamlamalar / ifade biçimleri denenmiştir.

Ahenk
Tanzimat şiirinde ses ve söyleyiş divan şiirinin devamı gibidir. Abdülhak Hamit, eski şiir sesi ve söyleyişini, ölçüsüz tavrı, sızlanma ve dertlenmeleriyle alt üst eder. Bu sayede yeniye zemin hazırlar. Yenileşme dönemi şiiri Edebiyat-ı Cedide zevkinde yeni bir kimlik kazanmıştır. Kimlik birden bire kazanılmaz, dolayısıyla bir geçiş dönemi söz konusudur. Bu değişimin merkezinde dünyevileşen insan vardır. Klasik dönemin insana yukarıdan bakan sesi kısılmış, gündelik hayatın içindeki insanın sesi duyulmaya başlamıştır.

Tevfik Fikret - Halûk'un Bayramı
Baban diyor ki: 'Meserret çocukların, yalnız
Çocukların payıdır! Ey güzel çocuk, dinle;
Fakat sevincinle
Neler düşündürüyorsun, bilir misin? ... Babasız,
Ümitsiz, ne kadar yavrucakların şimdi
Sıyah-ı mateme benzer terâne-i îdi!
Çıkar o süsleri artık, sevindiğin yetişir;
Çıkar, biraz da şu öksüz giyinsin, eğlensin;
Biraz güzellensin
Şu ru-yı zerd-i sefalet... Evet meserrettir
Çocukların payı; lâkin sevincinle
Sevinmiyor şu yetim, ağlıyor... Halûk, dinle!
-

Zihniyet
Bu bir bayram şiiri değil, babasız, ümitsiz çocuklara karşı duyulan merhameti ifade eden bir metindir. Yazıldığı dönemde gündelik hayatın akışı içinde gözlemlenen olaylar ve görünüşler şiire konu edilmiştir. Amaç sosyal hayatı gözlemlemek değil, kişinin gördükleri ve yaşadıkları hakkındaki duyguları, izlenimleri ifade etmektir.

Yapı
Şiirde ilk birim “baban diyor ki” söz gurubundan müteşekkildir. Babanın diyecekleri ikinci birimi oluşturacaktır. Şiir, ikinci birimdeki “meserret çocukların, yalnız çocukların payıdır!” cümlesi üzerine kurulmuştur. Üçüncü birim çocuğun şiire dahil olduğu dizeyle başlar. Babayla çocuğun sevinci, öksüz çocukları düşündürür. Dördüncü birim şairin bu duyarlığını ifade eden dizelerdedir. Beşinci birimde, sevinmek çocukların hakkıdır ne var ki birinin sevinciyle bir başkası sevinemiyor. Oysa bütün çocuklar sevinmelidir, düşünceleri anlatılıyor. Birimler arasındaki ilişki, düşünce yazısını oluşturan parçalar arasındaki bağı çağrıştırmaktadır. Organik bir şiirdir.

Tema
Şiirin sonunda bayram günü bir çocuğun neşesinin yoksul ve öksüz bir başka çocuğa keder getirdiğini anlatan şair, şiirin sonunda merhamet duygusunu en açık biçimde ortaya koyar. Şiirin hemen başında gördüğümüz çocuğun neşesini anlatan ifadeler arka planda kalıyor. Şiirin sonucu da merhamet vurgusu etrafında yapılmıştır. Şiirin teması yoksul ve kimsesizlere duyulan merhamet duygusudur.
Tevfik Fikret’in Edebiyat-ı Cedide yıllarında yazdığı şiirlerin önemli bir bölümünün teması merhamettir. Bu şiirler ağırlıkla Fransız şair Francois Coppée etkisinde yazılmışlardır.

Şiir Dili
Gündelik konuşma dilinden sözcük ve sözcük guruplarının şiirde kullanıldığı görülmektedir. Çocuk ve çocuklarla ilgili ifadeler şiirde sıklıkla kullanılmıştır. Belli bir konuya ısrarla dikkat çekmek için böyle yapılmıştır.

Ahenk
Metnin ahengini belirleyen, yoksul bir çocuğun hali karşısında merhamet duygusuyla kendi çocuğuna nasihat veren babanın duyguları ve ifadeleridir. Şiirin akışı içinde babanın ses tonu kademe kademe yükselmektedir. Merhamet duygusu açıkça verildikten sonra tonlama yumuşamaya başlıyor.

Cenap Şahabettin – Temaşa-yı Hazan
Gel bugün de, sükut ile, güzelim
İhtizâr-ı hazânı seyredelim:

Ey benim, ey hazân-likâ güzelim,
Bir dimağî vedâd ü ref’etle
Kalalım ser-be-ser tabîatle;

Elem-i arza iştirâk edelim;
Mevsimin kâinat-ı ye’sinden
Olalım biz de bir gam-ı zinde...

Bu soluk mevsim-i küdûretten
Dağılır bir vedâ-ı bî-kelimât,
Pek hayalî, rakîk bir “heyhât!”

Za’f ile diz çöken tabîatten
Yükselir bir fecî’ vaz’-ı duâ,
Gizli bir şehka, bir sükût-ı recâ.

Böyle leb-beste terk-i ömr etmek,
Nazarî bir lisan ile ancak
Ebedî iftirâki anlatmak,

Bir tahassürle dem-be-dem dönerek
Eylemek cebhe-i hayâta nazar:
Bu azîmette bir fecâat var!..

Sevgilim, dinle, işte bâd-ı hazân
Müteverrim misâli öksürüyor,
Hem de bir öksürük ki çok sürüyor;

Bir bahâr-ı terennüm her ân
Çâk olur sanki sadr-ı hâtırası:
Bu suâlin kesilmiyor arkası;

Kâinât oldu sanki ser-tâ-ser
Bir büyük hastahâne-i etfâl,
Öyle bir yer ki pür-hurûş-ı suâl,

Bâd-ı pür-va’d-i nevbahârı eder
Bir enîn-i elîm ile tekzîb
Öksüren, inleyen şu bâd-ı ratîb.

Sar’a-i ihtizâr gusûn
Çırpınır, çarpınır, kırar, kırılır;
Bâd-ı nâlâna haykırır, darılır...

Âh, o dallardaki fütûr-ı derûn,
Onların tavr-ı serzenifl-kârı
Onların mâderâne ekdârı!...

O nihâlânda sallanan yuvalar,
O perâkende, nâzenîn, muğber
Uçuşan, savrulan, düşen tüyler...
Âh, o son tüy ki, muhteriz kovalar
Câ-be-câ’ rûh-ı âşiyânesini,
Yuvanın yâd-ı pür-terânesini...

Kim bilir hangi tâir-i şûhun
Yâdigâr-ı hayât-ı kalbîsi
Doldurdu bu lâne-i hevesi?

Kim bilir hangi pür-tarab rûhun
Yıkılan âşyanda mahfîdi
Râz-ı aşkîsi, râz-ı ümmîdi?...
[...]
Senenin cismi muhtazır gibidir.
Şu mesâfât-ı bî-nihâyette,
Bister-i vâsi’-i tabîatte...

Bu dıram şimdi muntazır gibidir
Perde-i berfin arza inmesine,
Kışın âsâyiş-i mukaddesine...

Yeter artık nezâremiz güzelim,
O senin mevti görmemiş dîden
Korkarım incinir bu rü’yetten;
Gel bahar-ı hayâli seyredelim...
-
Zihniyet
Tabiatı can çekişir vaziyette anlatan söz gurupları şiirde dikkat çekicidir. Bu ifadeler şiirin zihni yapısını da açıklamaktadır. Tabiat gözlemlenirken, varlığıyla bütünleşilen doğadaki üzüntü hali şirin temasını, sesini ve dil malzemesini de belirlemektedir. Şiirdeki ilk birimde doğanın bir ruha sahip olduğunu kabul eden şair onunla bütünleşmiş, aynîleşmeyi istemiştir. Bu bize metnin zihniyetini anlatır. Şiirde her şey sonbaharın ruhu etrafında birleşmektedir.

Yapı
Şiir, son baharın can çekişini seyre çağıran bir davetle başlar. İkinci birimde bu trajik manzarada rüzgârın söyledikleri ifade edilmektedir. Üçüncü birimde ağaçların trajik hali tasvir edilir. Dördüncü birimde bozulan kuş yuvaları, semaya açılan ancak toprağa düşen yapraklar anlatılır. Beşinci birimde gökyüzü manzaraları anlatılır. Şiir, ilk mısra ile başlattığı hazanı seyretme sahnesini, yanındaki sevgilisine hitaben üç mısra ile sonlandırır (ölümü görmemiş gözlerin incinmesinden endişeyle). Metni meydana getiren birimler birbirlerini tamamlayarak bir bütün meydana getirmişlerdir. Şiir organiktir.

Tema
Metnin birimleri sonbahara özgü izlenimler etrafında ifade edilen şairin sonbahar tasavvurudur. Şiirde salt bir manzara resmedilmiyor, tabiata ruh atfedilerek insan ruhundaki duygulanımlar doğadaki göstergelerle sembolleştiriliyor. Metnin temasının da burada aranması gerekmektedir. Cebap Şahabettin’in Temâşâ-yı Hazân, Temâşâ-yı Leyâl, Elhan-ı Şitâ, Yakazât-ı Leylîye gibi şiirlerinde sembolistlere özgü tema ve dil arayışlarını görürüz.

Şiir Dili
Şiirdeki tema şiirin dilini de belirler. Çağrışım ve telkinle ifade edilen duygular, alışılmış dille/dilde gerçekleşmez. Cenap Şahabettin’in birçok şiirinde dil, anlatım aracı olmanın yanında duyurma, çağrıştırma aracı olarak da kullanılmıştır. Şiirde insana özgü pek çok sıfat tabiata atfedilmiş ve böylece tabiat manzaralarındaki hal ve görünüşler somutlaştırılmış, bilinebilir duruma getirilmiştir.

Ahenk
Şiirde birçok dizede konuşma diline özgü doğal söyleyiş tarzını görüyoruz. Bu şekilde nazım nesre yaklaştırılmaktadır. Temâşâ-yı Hazân şiirinde ahenk, şairin sevgilisine sonbaharda doğanın görünümünü anlatırken kullandığı ses tonu ve söyleyiş çerçevesinde oluşmaktadır. Şairin kullandığı sözcükler, anlatmak istediği anlamı hissettirmeyi, duyurmayı sağlayan sözcüklerdir.

Süleyman Nazif – Bahar-ı Münkesir
Müteverrim gibi bu yerde bahar
Eriyor pür melâl, bî-hande
Hüzn-i vahşetle ağlayan dağlar
Müncemid bir figâna benzemede.

Bu mulût-ı kesîf içinde bütün
Bu hazârat siyah olup gidiyor,
Hüzn-i vahşetle ağlayan her gün
Ömrümüzdür tebâh olup gidiyor.

Ruhlar neşreder havâ-yı bahâr,
Feyz ü tâb-ı rebiî ile ezhar
İnkisâf eyledikçe mestâne,

Mest ü sâkit durur hayat fakat
Bu sükût-ı kesîf ile hilkat
Beflerin ağlayan sefâletine.
-

Zihniyet
Şiirde insana özgü hal ve davranışlar doğal varlık ve görünüşlere izafe ediliyor. Doğal varlık görünüşlerde insana özgü ruhi nitelikleri aramaya çalışmak Edebiyat-ı Cedide şairlerinin şiirlerinde gördüğümüz bir durumdur.

Yapı
Şiirin ilk biriminde baharın görünüşü anlatılmış. İkinci birimde baharda yaşayan varlıkların hali anlatılmış. Üçüncü birimde baharla birlikte ruhlarda yaşanan değişme anlatılmış. Son birimde tabiatın, insanlığın yaşadığı sefalete üzüldüğü söylenmiştir. Metinde her birimin kendi içinde anlam bütünlüğü olduğunu ve birimlerin bir araya gelerek daha geniş bir anlam alanına işaret ettiğini görüyoruz. Bu yolla organik bir yapı ortaya çıkmıştır.

Tema
Şiirde kötümser bir ruh halinin tabiatı algılayışı ve değerlendirişi üzerinde durulmaktadır. Güzellik ve değer nesnede değil ona bakan kişinin ruh halinde aranmalıdır. Bireysel bakış açısı şiire hakimdir. Doğal güzellik doğaya bakanı –insanın ruh haline göre- şekillendirmektedir. Bu fikirler tema olarak karşımıza çıkmaktadır.

Şiir Dili
İnsanın ruh hallerinin doğa karşısında anlatılırken kullanılan alışılmamış terkipler dönemin şiir dilinin oluşmasında önemli rol oynamıştır. Edebiyat-ı Cedide ile olgunlaşmış olan şiir dilindeki bir yenileşme ilerleyen yıllarda da Türk şiirinde gelişimini sürdürmüştür.

Ahenk
Ahengi oluşturan öğeler; ses, ses benzerlikleri, tekrarlar, söyleyiş ve ritimdir. Şiirdeki dizelerin düzenlenişinde konuşma diline özgü söyleyişin hakim olduğu görülmektedir. Şiire özgü söyleyişte konuşma dilinin doğal akışına yaklaşılmaya çalışılmıştır. Dize sonlarındaki ses benzerliklerinin ahengi zenginleştirdiğini de söylemek gerekir.


Ünite 6

Edebiyat-ı Cedide Roman ve Hikâyelerinden Çözümleme Örnekleri

Anlatma Esasına Bağlı Edebi Metinlerin Çözümlenmesi
Metin çözümlemede öncelikle zihniyet belirlenmelidir. Daha sonra metin yapı bakımından çözümlenmelidir. Yapı çözümlemesinde olay örgüsü, mekân, kişiler ve zaman üzerinde durmak gerekir. Daha sonra yapıdan hareketle tema belirlenmelidir. Son olarak metnin dil ve anlatım özellikleri ele alınır.

Halit Ziya – Mai ve Siyah

Zihniyet
Romanda 19. yüzyıl sonunda İstanbul’da sürdürülen hayat çeşitli yönleriyle hareket noktası olarak alınmıştır. Eserin hemen başında anlatılan Tepebaşı’ndaki ziyafet sahnesiyle romanda karşılaşacağım kişiler tanıtılmış / tasvir edilmiştir. Yazar, yaşadıkları hayata göre karakterlerinin tasvirini vermekle romanda anlatacağı olaylar karşısında bu kişilerin nasıl davranacaklarına dair de kurgu çalışması yapmıştır. Realist bir yazar olan Halit Ziya, bu yolla, dış gözleme dayalı anlatıma bağlı kalarak romanının kurgusunu sağlamlaştırmaktadır / sağlamlaştırabilmektedir. Hayatı idare eden prensipler eserde anlatılan olayları da birbirine bağlamaktadır.

Yapı
Olay Örgüsü: Eseri dört birime ayırabiliriz. Birinci bölüm, insanları tanıtmakla görevli, Tepebaşı’ndaki ziyafet sahnesidir. İkinci birim Ahmet Cemil’in matbaaya gitmesiyle başlar. Bu birimde Ahmet Cemil’i hayalleriyle birlikte etraflıca tanıyoruz. Üçüncü birim, Ahmet Şevki Efendi’nin Ahmet Cemil’e, kız kardeşi İkbâl’i matbaa sahibinin oğlu Vehbi Bey’le evlendirmesini teklif ettiği bölümdür. Bu olayla birlikte romanın bu ana kadar devam eden olumlu seyri sona erecek olumsuz olaylar başlayacaktır. Bu olay, Ahmet Cemil’in hayatının alt üst olmasına, bütün hayallerinin yıkılmasına neden olacaktır. Dördüncü birim, İkbâl’in ölmesiyle başlar. Bütün bu birimleri birbirine bağlayan öğe Ahmet Cemil’dir.
Kişiler: Romanın merkezindeki Ahmet Cemil’dir. Romandaki diğer kişileri, Ahmet Cemil’in ailesiyle ilgili olanlar, sanat ve zevk birlikteliği içinde olduğu kişiler ve matbaa / iş çevresindeki kişiler şeklinde kategorize edebiliriz. Ahmet Cemil, yeniliği temsil eden kişidir. Sanat anlayışı bakımından Raci, Ahmet Cemil’in zıddıdır. Ahmet Cemil hoşgörülü, Raci ise kindardır. Eserin genelinde Ahmet Cemil çok fazla idealize edilmiştir.
Mekân: Ahmet Cemil’e babasından kalan Süleymaniye’deki küçük ev, huzuru temsil eder. Bu evle Hüseyin Nazmi’nin yaşadığı ev arasındaki farklılıklar dikkate değerdir. Hüseyin Nazmi, köşkte oturmaktadır. Maddi imkân ve imkânsızlık çatışması verilmiştir. Matbaa ve Beyoğlu’ndaki eğlence muhiti romandaki diğer mekân öğeleridir. Mekân ve insan ilişkisi romanda önemlidir, Ahmet Cemil’in Tepebaşı’ndaki ziyafette kendi geleceğiyle ilgili şaşalı hayaller kurması, biraz da mekânın şaşasından kaynaklanmıştır. Romandaki mekân insan kaynaşması romanda gerçekliği veren en önemli öğelerden biridir.
Zaman: Ahmet Cemil Mirat-ı Şuûn gazetesinde çalışmaya başladığında 19 yaşlındadır. Romanın sonunda yazarın anlatımından olayların 5 yıllık bir zaman içinde gerçekleştiğini öğreniyoruz. Metinde anlatılanlardan eserdeki zamanın 19. yüzyılın sonlarındaki İstanbul’a ait olduğunu öğreniriz, demektir ki Mai ve Siyah, yazıldığı döneme tanıklık eden bir romandır.

Tema
Ahmet Cemil’i dikkate alırsak bu eser, hayal – hakikat çatışmasını anlatmaktadır. Ancak eseri dikkatle incelediğimizde maddi imkânlarla başarıya ulaşılacağı fikri de öne çıkmaktadır.

Dil ve Anlatım
İlahi bakış açısıyla kaleme alınan Mai ve Siyah’ta eserle yaşanılan zaman arasındaki mesafe (kinaye mesafesi) fazla değildir. Realist metinlerin genel özelliklerinden biri de budur. Mai ve Siyah’ın dili (1940’lı yıllarda yazar tarafından eserin sadeleştirildiğini hatırlamak gerekir) Türk edebiyatında gelişmekte olan bir tür olarak roman türü için çığır açıcı niteliktedir. Klasik edebiyat dilinin roman için yeterli olmadığının farkında olan Halit Ziya, somut olanı ifade edebilmek için ayrıntılı tasvirler yapmış bu yolda dilin olanaklarını ustalıkla kullanmıştır. Türk edebiyatı bahsi açıldığında Halit Ziya’ya uğraman yol alamayışımızın sebebi de budur.

Halit Ziya – Aşk-ı Memnu

Zihniyet
Romanda yüksek zümre bir ailenin aşk ilişkileri anlatılmaktadır. Yazarın kurgusunda farklı seviye ve yaratılışta insanların aynı mekânda yaşamalarıyla birlikte ortaya çıkabilecek olaylar anlatılmaktadır. Romanın hareket noktası, insanlar arasındaki ilişkide belirleyici olan bireylerin kişilikleridir.

Yapı
Olay Örgüsü: 22 bölüm olan romanın ilk bölümünde, Melih Bey takımı içinde Bihter anlatılır. İkinci bölümde, Adnan Bey ve ailesi hakkında bilgi verilir. Her iki bölümde de Bihter’le Adnan Bey’in birbirlerine olan ilgisinden söz edilir. Üçüncü bölümde, Bihter’le Adnan’ın evliliğinden önce yalıdaki mutlu günler resmedilir. Dördüncü bölümde düğün hazırlıkları anlatılır. Beşinci bölümde yalıya gelen Bihter’i kıskanan Nihal ön plandadır. Bihter ise Nihal’e hoş görünmek çabası içindedir. Altıncı bölümde Behlül sahne alır. Yedinci bölümde düğünden bir yıl sonra Göksü’da yapılan ziyafet anlatılır. Romanın kırılma noktası Göksu’daki ziyafettir. Bu noktadan sonra romandaki kişiler ve olaylar çıkmaza girecektir. Ziyafette Behlül’ün Peyker’e kur yapması Bihter’in kadınlık duygularını ateşler. Sekizinci bölümde Bihter kendi kendine hayatında aşk istediğini söyler. Bihter’in telkiniyle yalıdan bazı kişiler ayrılmak zorunda kalır. Nihal bu nedenle babasına kırılır. Bihter – Behlül yakınlaşması da baş başa kaldıkları bir ana Bihter’in cesaret vermesiyle başlar. On birinci bölümde Behlül, yaşadığı ilişkileri hatırlayarak Bihter’le olan ilişkisinin muhasebesini yapar. On ikinci bölümde de Bihter, yaşadıklarının muhasebesini yapar. Annesi de vaktiyle eşini aldatmıştır ve Bihter annesine benzemek istememektedir. Bu nokta önemli; realizm gereği karakterlerin davranışlarının sebeplerini vermek isteyen yazar Bihter’deki hafifliğin genetik bir mazisi olduğuna işaret eder. On üçüncü bölümde Nihal’i biraz daha yakından tanırız. Nihal bu bölümde, davetli olarak gittiği bir düğünde geleneksel evlilik merasimine karşı olduğunu ifade eder. On dördüncü bölümde Firdevs Hanım yalıya gelir. On beşinci bölümde Behlül, piyano çalan Nihal’i dinlemektedir. Melodiler ona yaşadıklarını hatırlatır. On altıncı bölümde Firdevs Hanım, Adnan Bey’e Nihal ile Behlül’ün evlenmesinin isabet olacağını söyler. On sekizinci bölümde Bihter bu yakınlaşmaya engel olmaya çalışır. Nihal ile Behlül, Büyük Ada’ya giderler. Aralarındaki ilişki aşka dönüşmüştür artık. Firdevs Hanım Bihter’in tehditleri altında bu evliliğe engel olmak için Behlül’e bir mektup gönderir. Nihal bu mektubu görür ve yalıya döner. Son bölümde Nihal’i içten içe seven ve bütün olayları bilen Beşir, Adnan Bey’e her şeyi anlatır. Yaklaşan sonu fark eden Bihter intihar eder.
Kişiler: Bir kadının birey olarak kendini duygularıyla ifade etmesi, kadınlığa ait istek ve arzularını dile getirmesi, edebiyatımızda ilk defa Bihter’le mümkün olmuştur. Bihter, Behlül ve Nihal hayatın bir evresinde bile olsa farklı şeyler yaşamak arzusunu temsil ederler.
Mekân: Farklı tipleri, karakterleri bir araya toplayan Adnan Bey’in yalısı, romandaki mekândır. Mekân-insan ve olay bütünleşmesi romanda dikkat çekicidir; yalının ahalisi huzurlu ve mutlu günlerini dışarıdan, farklı kültürden insanların yalıya gelmesiyle birlikte hızla kaybederler. Bihter’in yalıya gelmesiyle birlikte başlayan gerilim zaman ilerledikçe artmış ve Bihter’in daha büyük hatalar yapmasına yol açmıştır.
Zaman: Romandaki zaman, Bihter’in Adnan’la tanışması ve intihar etmesi arasındaki süredir. Romanda bu süre dışında zamana izafe edebileceğimiz veri yoktur (dönemin atmosferini dikkate alarak elbette zaman aralığı belirleyebiliriz ama yazar bu takvimsiz durumu özellikle tasarladığı için böyle söylüyoruz).

Tema
Romandaki birimlerin ortak paydasına baktığımızda bireylerin psikolojilerinin sosyolojik gerçeklikle çatışmasını görüyoruz. Farklı dünyaların insanlarını bir hayatın içine sıkıştırdığımızda belli bir süre sonunda maraz çıkmasından daha doğal bir şey olmadığını belirtelim.

Dil ve Anlatım
Yazarın Mai ve Siyah’taki dil ve anlatım özellikleri Aşk-ı Memnu’da daha ileri seviyededir (şahsi kanaat).

Mehmet Rauf – Eylül

Zihniyet
Romandaki ilişkiler ağı içerisinde olaylardan ziyade karakterlerin psikolojik durumları anlatılmaktadır. Romandaki karakterler iç sıkıntısından mustarip umutsuz ve karamsar kişilerdir. Bunun nedeni aşırı duygusal olmalarıdır. Duygusallıkları onların zihnini dış dünyanın gerçeklerinden uzaklaştırıp bireysel hazlara yöneltmiştir. Romandaki Necip, Suat ve Süreyya karakterlerinin ortak noktalarından biri de tabiat aşığı olmalarıdır. Romanın merkezi mekânı bir evdir ve bu yolla roman boyunca karakterler dış dünyadan izole edilmişlerdir. Mehmet Rauf, üstadım dediği Halit Ziya’nın üslubuna özenmişse de onun kadar başarılı olamamıştır. Eylül’de daima aşk, tutku, güzellik, şiir ve musikiden söz etmiştir. Karakterlerin yaşadığı huzursuzluklar güzel sanatlar aracılığıyla ifade edilmiştir. Romanda yer alan gerçekçi mekân tasvirleri ve ruh tahlillerine rağmen yazar, bireyleri ön plana aldığı için söyleyiş ve anlatımda lirizm ve santimantalizmden uzaklaşamamıştır.

Yapı
Olay Örgüsü: Kişilerin ruh halleri romanın iskeleti durumundadır. Olay akışındaki ilk birim Süreyya’nın bağ evinde bunalıp Boğaziçi’ne gitmek istemesiyle başlar. Bu bölümde Süreyya’nın sıkıntılarına yer verilir. İkinci birimde kocasının mutlu olmasını isteyen Suat, babasından yalı kiralamak için para ister. Üçüncü birimde yalıya yerleşirler. Dördüncü birimde Necip, yalıya ziyaretlerini sıklaştırır. Beşinci birimde Necip tifoya yakalanır. Necip’i ziyaret eden Suat, Necip’in yastığının altında kaybolan eldivenini bulur. Necip’in gizli aşkını fark eden Suat, durum değerlendirmesi yaptıktan sonra bu aşka kayıtsız olmadığını da fark eder. İki âşık birbirlerine kavuşmayı isteseler de Süreyya’ya ihanet etmeyi göze alamazlar. Altıncı birimde Necip, Suat’a aşkını itiraf eder. Süreyya’nın kardeşi Hacer’in romana dahil olmasıyla gerilim artmaya başlar. Mutsuz bir evliliği olan Hacer’in gözü dışarıdadır. Hacer’in bu tavırları üzerine Suat, evliliğin kutsallığını düşünmeye başlar. Yedinci birimde Suat ve Necip’in huzursuzlukları en üst noktaya ulaşır. Sekizinci birimde yalıdan ayrılıp İstanbul’a dönerler. Dokuzuncu birimde konaktaki ortam Necip ve Suat’ın görüşmelerini engeller. Onuncu birimde ateşler içindeki konakta mahsur kalan Suat’ı kurtarmak için konağa giren Necip, ölüm pahasına aşkına kavuşur.
Kişiler: İçinde iki zıt karakter besleyen Necip, en mutlu olduğu zamanlarda bile mutsuz olmanın bir yolunu bulmaktadır. Bu takıntılı tipleme fazla abartılıdır. Süreyya’nın kardeşi Hacer, evliliği kutsallaştıran Suat’ın tam zıddıdır. Hacer’in kişiliği Suat’ı etkiler, romanın kurgusu içinde bu çok önemli bir eşiktir.
Mekân: İlk mekân Süreyya’yı mutsuz eden bağ evidir. Bağ evinden kaçış Süreyya için baba otoritesinden uzaklaşmaktır. Yalı, romandaki mutsuz tiplerin sanat ve doğayla terapi yaptıkları mekândır. Romanda Beyoğlu’nun eğlence mekânları ihanetler, yalanlar ve entrikalarla özdeşleştirilir.
Zaman: Olaylar yaz mevsiminin başlangıcıyla sonbaharın ilk zamanları içinde geçer. Romanın başında Suat ve Süreyya’nın 5 yıllık evli olduklarını öğreniriz. Eylül, Suat ve Necip’in ayrılmak zorunda kaldıkları aydır. Eylül, âşıkların gerçeklerle yüzleştikleri aydır.
Tema
Romanın teması toplumun kabul ettiği, benimsediği değerlerle bireysel arzu ve isteklerin çatışmasıdır. Romanda anlatılan aşk sadece hayal edilmiştir, yaşanma fırsatı bulamamıştır.

Dil ve Anlatım
Yazar, olay örgüsü üzerinde durmayıp basit ayrıntıları tasvir etmiştir. Bu detaylı tasvirler sonucunda Necip adeta bir fetişiste olup çıkmıştır (İnci Erginün). Necip, en küçük detaylara karşı bile aşırı duyarlıdır. Suat’ı her zaman yanında hissetmek için onun eldivenin tekini çalmıştır. Romanda olaylar hakim anlatıcının bakış açısıyla anlatılmıştır. Romanın sonunda yazar aceleci davranmıştır, yangının çıkış sebebi belli değildir ve kısaca geçiştirilmiştir.

Halit Ziya – Mavi Yalı (Hikâye)

Zihniyet
Hikâyenin kahramanı sıradan biridir. Hayatında hayale yer vermeyen biridir. Hayatını idame ettirmek dışında gayesi olmayan birinin hayatını model almıştır. Maupassantvari bir hikâyedir.

Yapı
Olay Örgüsü: İlk birimde hayatı boyunca hayal kurmamış olan kahramanımız(kaptan) mavi yalıyı görünce hayaller kurmaya başlar. İkinci birim, kahramanın yalıyla ilgili hayallerinden oluşmaktadır.
Kişiler: Tek bir kişinin etrafında gelişen hikâyenin sonunda eski bir arkadaş hikâyeye dahil olur. Şaşırtıcı bir figür olmaktan öteye geçemez bu eski arkadaş (Maupassant etkisi). Kaptanın annesi ve kardeşinden de haklarında bir şey öğrenemediğimiz kadar kısa söz edilir.
Mekân: Hayatı işiyle sınırlı olan kahramanın hikâyesinde mekân, gerçekliği sembolize eden boğazda sefer yapan vapur ve hayallerin odağındaki mavi yalıdır.
Zaman: Hikâye, kahramanın çocukluk yılları ile mavi yalı hayallerinin yıkıldığı zamanı kapsar.

Tema
Hayal hakikat çatışmasının sade ve açık tarzda anlatıldığı başarılı bir hikâyedir. Metnin teması, kaptanın yaşadığı hayal / hakikat çatışmasıdır.

Dil ve Anlatım
Anlatıcı, ilahi bakış açısından; kişi, olay ve çevreyi dikkatle sunan yazar-anlatıcıdır. Halit Ziya’nın hikâyedeki dili romanlarındakinden daha sadedir. Halktan birini anlatırken kullanmak zorunda olduğu ses, eşya ve görünüşlerle şekillenmiştir. Edebiyat-ı Cedide’nin edebi diline has yapı ve terkipler yine de göze çarpar.


Ünite 7

Edebiyat-ı Cedide’de Mensur Şiir

Prose Poetique / Şiirsel düzyazı
Edebi bir tür olarak mensur şiirin ilk örnekleri poeme en prose adıyla Aloysius Bertrand tarafından sunulmuş.

Mensur şiirin ilk örneği Aloysius Bertrand’ın 1842’de yayınladığı Gaspard de la Nuit’dir. Bertrand’ı Le Centaure ve La Bacchante isimli eserleriyle Maurice de Guerin izler. Baudelaire’in Le Spleen de Paris, Rimbaud’nun Les Illuminations ve Une Saison en Enfer, Mallarme’ın Divagations ve Comte de Lautreamont (Isidore Ducasse)’un Moldoror’un Şarkıları bu türün önemli eserleridir.
19. yüzyılın sonlarında mensur şiir diğer Avrupa ülkelerinde de karşılık bulur. İngiltere’de Thomas de Quncey, The English Mail Coach (İngiliz Posta Arabası) adlı eseriyle; Almanya’da Hölderlin (ölm. 1843), Stefan George ve Rainer Maria Rilke; İspanya’da G. Adolfo Becquer; Danimarka’da Jens P. Jacobsen; ABD’de Edgar Allan Poe (ölm. 1849) ve Rusya’da Senilila Stichotvorenija v Proze adlı eseriyle Turgenyev, mensur şiirin önde gelen isimleridir.

Mensur şiir bir iki paragraftan birkaç sayfaya kadar olabilen belli bir konu ve tema etrafında örülmüş kısa yazılardır. Servet-i Fünun çevresindeki pek çok edebiyatçı, içinde oldukları santimantal havanın da etkisiyle mensur şiiri denemiştir.
Recaizade Mahmut Ekrem’in nesr-i muhayyel dediği mensur şiir nesr-i şairâne, nesr-i şi’r-âmiz, nesr-i nazm-âmiz, mensure, nesr-i hayali, nesrâ-i şiir-âmiz, nesr-i hayali gibi ifadelerle karşılanmıştır. Mensur şiir ifadesini ilk olarak Halit Ziya kıllanmıştır (1886, Hizmet gazetesi). TDK bu türe şiirce adını yakıştırmıştır. Mensur şiirin tanımı hakkında yazıp çizenler olmuş; Oktay Rifat, metinde önemli olanın biçim değil içerik olduğunu altını çizerek şiiri belirleyenin kafiye ve uyak olmadığının anlaşıldığını söyler. Hülya Argunşah ise mensur şiir için maddeler halinde tanımlama yapar. Servet-i Fünun gurubunun şiirde yakalamaya çalıştıkları melodi ve müzikal haz için mensur şiir oldukça uygun bir uygulama sahasıdır; mensur şiirlerde sıkça karşımıza çıkan bağlaç ve virgüllerle birbirine bağlanmış uzun cümleler, yazarın sözcüklerle sağlamaya çalıştığı ritim duygusu için önemlidir. Mensur şiirde yoğun olarak kullanılan noktalama işaretleri de melodiyi yönlendirmek amacıyla kullanılmıştır. Duygu yoğunluğu ön planda olan yeni ve genç şairlerin kendilerini ispatlama amacıyla ilk etapta denedikleri edebi tür olarak karşımıza çıkar. Tanzimat döneminde yapılan şiir çevirileri de mensur şiirin edebiyatımıza girmesini kolaylaştırmıştır (Ahmet Hamdi, mensur şiir çevrilerini kötü bir çığır olarak nitelemiş).
Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre mensur şiirin önünü açan Recaizade Mahmut Ekrem’dir. Halit Ziya’nın mensur denemeleriyle yakın tarihlerde Mustafa Reşit’in de mensur şiirleri yayınlanır. Mustafa Reşit, mensur şiirlerini Gözyaşları (1884) adlı bir kitapta toplar. Tesadüfen karşılaştığı küçük gündelik olayları duygusal yoğunlukla ifade ettiği metinlerine benzer içerik Mehmet Celal’in Elvah-ı Şairane adlı kitabında karşımıza çıkar. Bu metinlerde tabiat varlıkları, şairin duygularını ifade ederken kullandığı semboller gibidir.
Mensur şiir, Servet-i Fünun’cuların kaleminde moda haline gelir. Şairane düzyazı, dönemin roman ve hikâyelerinde de karşımıza çıkmaktadır (Mai ve Siyah ve Eylül romanlarında örnek olabilecek kısa parçalar fazlasıyla vardır). Halit Ziya’dan sonra mensur şiirin en başarılı örneklerini Mehmet Rauf verir. Mensur şiirlerini 1901 yılında Siyah İnciler adlı kitapta toplar. Şiirlerinin tematiği aşk, kötümserlik, kaçış, tabiat, yalnızlık ve ölümdür. Mensur şiirin bir diğer önemli ismi Hüseyin Cahit Yalçın’dır. 24 kısa yazısı bu kapsamda değerlendirilebilir. Celal Sahir Erozan mensur şiirlerini Buhran (1909) ve Siyah Kitap (1912) adlı kitaplarında toplamıştır.

Ünite 8

II. Abdülhamit Dönemi Türk Edebiyatı

Servet-i Fünun topluluğunun dışında kalan edebi etkinliklerin tanımında ara nesil ifadesi yaygınlıkla kullanılmaktadır.
Dönemin önemli temsilcileri:

Hüseyin Rahmi Gürpınar
Ahmet Mithat Efendi çevresinde yetişmiş yazarlarımızdandır. Şık romanı vesilesiyle Ahmet Mithat Efendi’yle tanışmıştır. Tercüman-ı Hakikat yazarlarındandır. 1894’te İkdam’da yazmaya devam eder. İffet adlı romanı bu gazetede yayınlanır. Mutalleka (Edebiyatımızda mektup tarzındaki ilk romandır) bir sonraki romanıdır. En önemli eseri Mürebbiye’dir. Tesadüf, Bir Muadele-i Sevda, Metres ve Nimetşinas bir şekilde Mürebbiye romanına bağlıdır. Birçok romanında karcımıza çıkan alaturka ve alafranga tiplerin çatışması Alafranga adlı romanında asıl konu olarak karşımıza çıkar. Romanının sansür edilmesinden sonra bir süre roman yayınlamayan Hüseyin Rahmi, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra mizah dergileri çıkarır. Şıpsevdi adlı romanı Sabah gazetesinde tefrika edilir. Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç, Sevda peşinde, Gulyabani ve Cadı, bu dönemin romanlarıdır. Birinci Dünya Savaşı yıllarında edebiyatımızın tanınmış isimlerinden biri haline gelen yazar, Ben Deli Miyim, Mezardan Kalkan Şehit, Kokotlar Mektebi, Şeytan İşi ve Utanmaz Adam eserleriyle yazı hayatına devam eder.
Eserlerinde doğu-batı, eski-yeni gibi çatışmaları mizahi bir dille ele alan yazarın asıl özelliği dilidir. Sanatlı söyleyişten uzak gündelik konuşma dilini eserlerinde başarıyla kullanmış olan yazarın eserleri, Türk romanının gelişmesinde çok önemli bir merhaledir. Emile Zola’nın deneysel natüralist roman formunu uygulamaya çalışmıştır. Romanlarındaki tiplemelerde fizyolojik, sosyolojik ve kalıtımsal koşullanmalar çokça karşımıza çıkar. Hüseyin Rahmi’nin olay örgüsü içinde toplumda gördüğü aksaklıkları ele alması onu Edebiyat-ı Cedide gurubunda kesin biçimde ayırmaktadır.

Ahmet Rasim
Edebiyata ilgisi öğrencilik yıllarında başlayan yazarın ilk denemeleri klasik edebiyatçılarımızın eserlerine yazdığı nazirelerdir. İlerleyen yıllarda Fransızca öğrenip Fransız edebiyatını okumaya başlar. 1884 yılında Ceride-i Havadis gazetesine girer. Daha sonra Tercüman-ı Hakikat’e geçer ve ilk kitabı Fonograf’ı yayınlar (1884).
Ahmet Mithat Efendi çizgisinde eserler vermeye başlayan yazarın edebiyatımıza katkısı ağırlıkla dil odaklıdır. Şehir hayatının farklı kesimlerinden tiplemeler ve olayları yazılarına konu eden Ahmet Rasim bu özelliğiyle de dönemin edebiyatçıları arasında önemli bir kişiliktir. Milli Edebiyat’ın dilini hazırlayan yazar olarak kabul edilir. Ahmet Mithat ve Hüseyin Rahmi gibi Ahmet Rasim’in yazı hayatının gayesi halkı bilgilendirmektir.
Şehir Mektupları adlı eseri İstanbul’un gizli kalmış köşelerindeki hayatın zenginliklerini, renklerini ele alır. Gecelerim, Ömr-i Edebi, Eski Maceralardan Fuhş-i Atik, Matbuat Hatıralarından, Muharrir, Şair, Edip gibi eserlerinde de samimi dil ve renkli tipler dikkat çeken niteliklerdir. Osmanlı Tarihi, Küçük Tarih-i İslam, Resimli ve Haritalı Osmanlı Tarihi, İki Hatıra Üç Şahsiyet ve İstibdattan Hakimiyet-i Milliyeye adlı eserleri halkı öğretmeyi amaçladığı için sade bir dille, sohbet havasında yazılmış eserlerdir.

Mehmet Celal
Yazı hayatına 1884 yılında başlayan Mehmet Celal 1901 yılına dek değişik türlerde birçok esere imza atmıştır. İrticalen şiir söyleme yeteneğiyle tanınır. Edebi kıymeti zayıf şiirler yazmıştır. Şiirlerinde Naci’nin tesiri altındadır. Hikâyeleri ise konu bakımından döneminin sosyal hayatını anlatan teknik olarak zayıf nitelikte eserlerdir. Şiir, roman, hikâye ve inceleme başlıklı eserlerinin sayısı yüze yakındır.

Şair Nigâr Hanım
Kardeşinin ölümü üzerine ilk şiirlerini yazan Nigâr Hanım o tarihte 12 yaşındaydı. Genç kızlık yıllarında şiir kitabı neşreder. Gazetelere fotoğraf vererek dedikodulara yol açar. Şiirlerinin edebi kıymeti zayıftır. Günlüğe düşülmüş notlar gibidirler. Nesir ve şiirlerinde teknik, yaşanmışın şiirleştirilmesi şeklinde zuhur eder. İlk eseri Efsus’tur (1887). Genç bir Müslüman kıza ait olmaları bakımından önemlidir bu şiirler. Niran, 1896’da neşredilir. Aks-i Seda 1899’da yayımlanır. Sefahat-ı Kalb, Elhan-ı Vatan ve Girive diğer eserleri’dir.

Ali Kemal
İlk şiirlerinde Muallim Naci etkisindedir. 1885’te Gülşen adlı dergiyi çıkarır (henüz 16 yaşındadır). 1887’de Fransa’ya gider. Avrupa’nın başka şehirlerini de gezer. Abdülhamit karşıtlarıyla tanışır, onlardan biri olur. 1889’da İstanbul’a döner. Muhalif tavrı karşılığını bulur; Halep’e sürülür. Muhalif tavrı hiç değişmez, 1912’den sonra İstanbul’a döner ama bu defa da İttihat ve Terakki tarafından sürgün edilir. Yeniden İstanbul’a döndükten sonra Bir Safha-i Tarih ve Rical-i İhtilal adlı siyasi metinleri kaleme alır. Peyam adında bir gazete çıkarır. Aşırı muhalif bu gazete kapatılır. Sabah gazetesinde yazmaya başlar. Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na girer. Mensubu olduğu partinin kabinesinde Dahiliye Nazırı olarak yer bulur. Kuvayı Milliye karşıtı tamimleriyle dikkat çeker (halk nezdinde vatan haini olarak nam salar).
En çok dikkat çeken eseri Sorbonne Darülfünununda Edebiyat-ı Hakikiye Dersleri adlı çalışmasıdır. Eser, realizmin esaslarını ele alır (1898). Paris Musahabeleri, Mesele-i Şarkiyeye Medhal (1900) edebiyat dışı eserleridir. Çölde Bir Sergüzeşt ve İki Hemşire birer köy romanıdır. Tenkit alanında Müverrih mi Şair mi? (1917), Yıldız Hatırat-ı Elimesi (1910), Bir Safhayı Şebab-Bir Safhayı Tarih (1913), Rical-i İhtilal: Condorcet, Saint Just, Danton, Robespierre (1913), Fetret (1913), Tarih-i Siyasi (1918), İlm-i Ahlak (1914) gibi eserleri vardır.

Tevfik Nevzat
Eğitimini kendi çabalarıyla devam ettirir. 1884’te Nevruz dergisinde şiirleri yayımlanır. Halit Ziya’yı takip ederek 1886’da İzmir’de Hizmet gazetesine geçer. 1894 yılında Avrupa’ya kaçar. Padişah affını alınca İzmir’e döner. 1895’te Ahenk adında bir gazete çıkarır. 1891’de Aheng-i Şebab adlı şiir kitabı basılır. Şiir dışındaki yazıları kitaplaşmamıştır.

Selanikli Fazlı Necip
İmzasına ilk olarak Gonce-i Edeb dergisinde rastlarız (Selanik). Beşir Fuad ile mektuplaşmaları edebiyat camiasında tanınmasını sağlamıştır. 1895 yılında Selanik’te yayına başlayan Asır gazetesinde 1909 yılına dek başyazarlık yapmıştır. Bir gençlik Rüzgârı, Dilaver, Cani mi Masum mu? Sevda-yı Mefdun, Şık, Dört Mevsim, Yine Orada, Pervin, Garip Aileler, Nasıl Nefy Olunuyordu? Adlı romanları bu gazetede tefrika edildi. Japonya Seyahatnamesi, Roz ve Ninet, Arsen Lüpen gibi çevirileri de gazetede yayımlandı. Eserlerinde kullandığı sade Türkçe Milli Edebiyat’ı hazırlayan süreçlerden biri olarak kabul edilebilir.
Sevda-yı Mefdun, Şık, Dört Mevsim ve Pervin adlı romanlarında alafranga tipler dikkat çeker. Bu tiplerin karşısında batılılaşmayı doğru anlamış bir diğer kahraman muhakkak vardır. Konuları bakımından eserleri üç ayrı kategoride incelenebilir: İlk romanından itibaren doğu-batı, alaturka-alafranga çatışmasını ele alır. Tarihi ve cinai konuları ele aldığı eserler, modernleşmeyi telkin eden eserler diğer başlıklardır. Menfa, II. Abdülhamit dönemini eleştiren tek eseridir.

Mustafa Reşit
İmzasına ilk olarak 1880 yılında çıkan Şark mecmuasındaki mukaddimede rastlarız. Genç şair ve yazarların yetişmesinde katkıları olan mecmualardan bir diğeri Envar-ı Zeka’yı da Mustafa Reşit çıkarmıştır. 1884’te derginin yayın hayatı sona ermiş bir yıl sonra da yazarın romanları kitaplaşmıştır. Bir Çiçek Demeti, Tezkir-i Mazi, Ye’is Yahut Bir Cürm-i Meşhud ve Fiora aynı yayımlanmış eserleridir. Son romanı Son Salon ve Aşk 1899’da yayımlanmıştır. Şiirlerini topladığı Gözyaşları (1886) en önemli eseridir.

Kitap bitti


Cumhuriyet Dönemi Türk Nesri
CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK NESRİ

Ünite 1
CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK NESRİ

Dil Üzerine
Her dil, konuşulduğu coğrafyanın yüzyıllar içerisinde ürettiği sosyal ve milli bir kurumdur.

“Dilin milli ve zengin olması milli hissin inkişafında başlıca müessirdir.” Atatürk

“Türkçe bizim manevi ve mukaddes vatanımızdır. …bir millet lisanını bozar, kaybederse, hatta siyasi hakimiyeti baki kalsa bile tarihten silinir.” Ömer Seyfettin

NESİR/DÜZYAZI ÜZERİNE
Nesir (Ar.): Yayma, saçma, dağıtma.
Nesir kavramı eski dönemlerde inşâ, mensûr, mensûre sözcükleriyle karşılanırdı. Günümüzde ağırlıkla düzyazı tabiri kullanılır.
Nesir yazarı anlamındaki nâsir yerine Tanzimat devrinden itibaren münşi tabiri kullanılmaya başlanmıştır.
Nesrin edebi tür olarak kabulü geç dönemde mümkün olmuştur.
Nesrin en küçük birimi cümledir. Cümlelerin mantıksal bir düzlemde belli bir anlam veya fikir etrafında düzenlenmesiyle paragraf, bir veya birden fazla paragrafın kompozisyona dönüşmüş şekliyle de metin meydana gelir.
Dil ürünlerini üç guruba ayırabiliriz; günlük dil, bilim dili ve edebi dil.
Türk nesrini üç ana başlık altında ele alıyoruz:

1 – Tanzimat Öncesi Türk Nesri
a) İslamiyet Öncesi Türk Nesri
Sözlü edebiyat ürünü olan savları bu dönemin ürünü olarak kabul ediyoruz. Yenisey ve Orhun Yazıtları Türk nesrinin ilk ve en önemli örnekleridir.
Uygur dönemi nesri ise dini akımların etkisi altındadır: Irk Bitig, Altun Yaruk, Prens Kalyanamkara ve Papam Kara Hikâyesi, Sekiz Yükmek vs.
b) İslamiyet Sonrası Türk Nesri
Karahanlılar bölgesinde Kutadgu Bilig, Atabetü’l-Hakâyık ve Divanu Lügati’t-Türk;
Harezm sahasında Rabguzi’nin Kısas-ı Enbiya;
Antınordu sahasında Kerderli Mahmud bin Ali’nin Nehcü’l Feradis’i ve Kodeks Komanikus
Çağatay sahasında Ali Şir Nevayî’nin Mecalisü’n-Nefais ve Muhakematü’l-Lugateyn, Ebulgazi Bahadır Han’ın Şecere-i Türk ve Şecere-, Terâkime ve ilk Kur’an tercümeleri İslami dönemin ilk nesir örnekleridir.
Halk Edebiyatında Nesir: Masallar, efsaneler, menkıbeler, fıkralar vs. halk nesrinin belli başlı türleridir.
Divan Edebiyatında Nesir: Tarih, destan, hikâye, seyahatname, biyografi ve mektuplar bu başlıklar altında incelenebilir.
Sade Nesir: Yalınlık ve açıklık sade nesrin belirleyici özelliğidir. Kur’an tefsirleri, hadis kitapları, İslam tarihleri, hikâyeler ve ahlak içerikli eserler sade nesrin hâkim olduğu eserlerdir.
Orta Nesir: Medrese tahsili görmüş yazarların pek çoğu orta nesri tercih etmiştir. Orta nesirde asıl amaç sanat yapmaktan ziyade düşüncenin ortaya koyulması, aktarılmasıdır. Nâimâ’nın Tarih’i, Kâtip Çelebi’nin Mizân’ül-Hak’ı, Koçi Bey’in Risale’si fetva ve sefaretnameler orta nesrin örnekleridir.
Süslü Nesir: Fatih devrinden itibaren görülmeye başlayan, divan şiiri tesiri altındaki nesir türüdür. Halk dilinden tamamen uzak, anlaşılması zor metinlerdir. Bu tür nesir yazarına münşî denir. Veysî ve Nergisî ile en üst noktasına ulaşmıştır.

2 – Tanzimat Sonrası Türk Nesri
Tanzimatla birlikte gazete ve dergilerin üretilmeye başlanması sade nesrin gelişimi açısından çığır niteliğindedir. Şiir karşısında nesir türleri gelişme göstermeye başlar.
Dönemin edebiyatçıları eserleriyle nesir türünün gelişmesine ve dilin sadeleşmesine katkı yaparlar. Servet-i Fünûn ve Fecr-i Ati dönemi edebiyatçılarının süslü dili nedeniyle nesir dilinde ağırlaşma görülse de ilerleyen dönemlerde sadeleşme devam etmiştir.
Ali Canip, Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp’in içinde olduğu Yeni Lisan ve Milli Edebiyat hareketleri planlı olarak yapılan dilde sadeleşme çalışmalarıdır.

Cumhuriyet Döneminde Türkçe
Harf İnkılabı (3 Kasım 1928): …
Türk Dil Kurumu: 12 Temmuz 1932’de kuruldu.
Dil Çalışmaları: 1924’te Türkiyat Enstitüsü kuruldu. 1936’da DTC Fakültesi açıldı. 1943-1976 yılları arasında 8 ciltlik Tarama Sözlüğü, 1963-1983 yılları arasında 10 ciltlik Derleme Sözlüğü, 1992’de Karşılaştırmalı Lehçeler Sözlüğü ve daha birçok sözlük hazırlanmıştır.

Dilde Özleştirme Çalışmaları: 1938’den itibaren yoğun olarak, 1960 ve 1980 yılları arasında düşük yoğunlukta devam etmiş olan öz-Türkçe hareketi Türk dilini baltalamak üzere yaptığımız en verimli çalışmalardandır. Öz-Türkçe hareketi sayesinde Cumhuriyetin ilk kuşağının konuştuğu Türkçeyi dahi anlayamaz hale gelebildik.

1923-1940 Dönemi Türk Nesri
1923 öncesindeki dil ve nesir Cumhuriyet dönemi nesrinin de temelini teşkil eder. Bu dönemin öne çıkan tematiği dil birliği ve bilincinin oluşturulması yönündeki çalışmalardır.

1940-2010 Dönemi Türk Nesri
Türkçe içerisindeki Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin atılması ve öz-Türkçecilerin dile müdahaleleri ve hızla ilerleyen teknolojiye paralel olarak gelişen iletişim olanaklarının dile müdahaleyi imkânsız hale getirmesi bu dönemde gözlenen olgulardır.

Cumhuriyet dönemi Türk nesrini edebi nesir, bilimsel nesir, didaktik nesir ve gündelik nesir şeklinde tasnif ediyoruz.
Edebi Nesir
Söz ve anlam sanatlarıyla süslü olan edebi dil, gündelik dilin çok üstünde zenginliğe ve derinliğe sahiptir.
Bilimsel ve Öğretici Nesir
Çeşitli akademik branşlarda yayımlanan makale ve kitaplar bilimsel nesrin içeriğini teşkil ederler. Bilimsel bir iddiası olmayan ancak okuyucuyu bilgilendirme amacı güden yazılar ise didaktik nesrin içeriğini oluştururlar.
Günlük Nesir
Sözlü nesir ve süreli yayınların içeriğini oluşturduğu türdür. Kurumlar arası yazışmalar da günlük nesir örnekleri arasında kabul edilir.

Ünite 2
Hikâye – Öykü

Cumhuriyete Kadarki Türk Hikâyesine Genel Bakış
Hikâye sözcüğü Türk kültür tarihi içinde mitten modern hikâye ve romana uzanan geniş bir anlam yelpazesine sahiptir.
Modern hikâye için tanım: Olay ve durumların insan, zaman ve mekân unsurlarıyla birlikte kurgulanarak, ayrıntılara girilmeden okurlara estetik haz verecek şekilde anlatılmasıdır.
Tanzimat Dönemi
Modern Türk hikâyesinin erken dönem kare ası; Giritli Aziz Efendi’nin Muhayyelât-ı Aziz Efendi (1852), Emin Nihat’ın Müsameretnâme (1870), Ahmet Mithat Efendi’nin Kıssadan Hisse (1870) ve Letâif-i Rivâyât adlı eserleridir.
Bunlardan sonraki nesilde Sami Paşazade Sezai Küçük Şeyler (1892), Recaizade Mahmut Ekrem üç kısa hikâyesi ile Nabizade Nazım da Karabibik başta olmak üzere kısa hikâyeleriyle modern Türk hikâyesine katkı yapmışlardır.
Hikâyenin gerek yapı gerekse dil bakımından yetkin bir forma ulaşması Halit Ziya’nın eserleriyle mümkün olmuştur.
Sanat hayatı boyunca eserleriyle halka ulaşmayı amaç edinen Hüseyin Rahmi’nin eserleri de hikâye türünün popüler olmasında etkili olmuştur.
Milli Edebiyat Hikâyesi: Yeni Lisan’la başlayan dilde sadeleşme hareketi Milli Edebiyatın da başlangıcını teşkil eder. Bu dönemde eser vermeye başlayan kalemlerin büyük bölümü Cumhuriyetin ilanından sonra da eser vermeye devam etmişlerdir. Bu dönemin en önemli hikâyecisi Maupassant tarzı hikâye anlayışına bağlı olarak 150 kadar hikâye yazmış olan Ömer Seyfettin’dir.
Dili sade, üslubu şairane yazar Ahmet Hikmet Müftüoğlu, diyaloglara geniş yer veren Aka Gündüz, Anadolu edebiyatı çığırının başlatıcısı kabul edilen Refik Halit Karay, Balkan Savaşlarının yaşandığı dönemle birlikte toplumcu ve Milli Edebiyat anlayışına dâhil olan Halide Edip, Halide Edip gibi ferdiyetçi anlayışla eser vermeye başlayıp daha sonra toplumsal meselelere eğilen Yakup Kadri de Milli Edebiyat döneminin hikâyecileri arasında yer almaktadır. 1920’lerden sonra Çehov tarzı hikâyeleriyle edebiyatımızda müstesna bir yer edinen Memduh Şevket Esendal ve klasik tarzda 200 kadar hikâye yazmış olan Reşat Nuri Gültekin dönemin diğer hikâye yazarlarıdır.

CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK HİKÂYESİ
Dört başlık altında değerlendirmek mümkündür:
a) Milli edebiyat anlayışını sürdürenler
b) Sosyal / Toplumcu gerçekçiler
c) Bireyin iç dünyasını esas alanlar
d) Yeni arayışlar içinde olanlar

İlk Hikâyeciler
1920’ye kadarki dönemde Maupassant tarzı hikâyenin rağbet gördüğünü biliyoruz. Memduh Şevket Esendal sanat hayatının ileri yıllarında Çehov tarzı hikâyeler yazmaya başlar.
Esendal bu evrede yazdığı 200 kadar hikâyesinde realist sanata bağlı olmakla birlikte olay örgüsü üzerinde pek durmaz, olaylar genellikle bir anda başlar, okuyucunun merak duygusunu harekete geçirecek unsurlara dikkat etmez, daha çok kişilerin ruh hallerini işaret eden bu hikâyelerde dramatik unsurlar öne çıkar.
Esendal’ın hikâyeleri, İmparatorluktan cumhuriyete geçiş döneminin problemlerine odaklanmıştır.
Dil bilinci güçlü bir edebiyat insanı olan Esendal’ın 1920’den sonra yazdığı hikâyelerindeki anlatım günlük konuşma diline yaklaşır. Doğallık, onun üslubunun belirgin yanıdır (Bkz. Çehov). Hikâyelerinin büyük çoğunluğu vefatından çok sonra yayımlanabildi.

Fahri Celalettin Göktulga (1895-1975)
İlk kitabı Talak-ı Selase (1923) çok ilgi gördü. Kına Gecesi (1927), Eldebir Mustafa Efendi (1943), Avurzavur Kahvesi (1948), Salgın (1953), Rüzgâr (1955) yazarın diğer hikâye kitaplarıdır.
Eserlerinde geleneksel hikâye tarzına sadık kalmıştır. İnsan mizacı üstünde durur. Kişiler arası ilişkiler etrafında hikâyeler kurgular. Sosyal hayat ve geleneklerdeki değişimlere dikkat çeker.

Osman Cemal Kaygılı (1890-1945)
Eşkıya Güzeli (1925), Sandalım Geliyor Varda (1938) adlı eserleriyle halk yazarı olarak dikkat çeker. Alt tabakadan insanları hayatlarını realist bakış açısıyla ele alır. Samimi ve mizahidir.

Kenan Hulusi Koray (1906-1943)
Yedi Meşaleciler’in tek hikâye yazarıdır. Sanat hayatının ilk yıllarında mensur şiir diyebileceğimiz tarzda eserler veren Kenan Hulusi, ilerleyen yıllarda Vakit gazetesi etrafındaki sosyal gerçekçi guruba dâhil olur.
Bir Yudum Su (1929), Bahar Hikâyeleri (1939), Son Öpüş (1939), Bir Otelde Yedi Kişi (1940) isimli kitaplarının dışında gazetelerde kalmış hikâyeleri de vardır.

Sosyal Gerçekçiler
Birinci Kuşak (1930-1945)
Realist yazarlar ağırlıkla gözlemlenebilen dış gerçekliğe odaklanırlar. Eleştirel toplumcu gerçeklik 1930’dan itibaren Vakit gazetesi etrafındaki yazarların kaleminde yeni bir boyut kazanır. Sadri Ertem’in öncüsü olduğu bu kuşak Selahattin Enis, Reşat Enis Aygen, Hakkı Süha Gezgin, Refik Ahmet Sevengil, Kenan Hulusi Koray ve Bekir Sıtkı Kunt’tan oluşur.
Hikâyelerini Silindir Şapka Giyen Köylü (1933), Bacayı İndir Bacayı Kaldır (1933), Korku (1934), Bay Virgül (1935), Bir Şehrin Ruhu (1938) adlı kitaplarda toplayan Sadri Ertem harf inkılabından sonra eser vermeye başladı.
Sömürülen sınıflar, bürokratik baskılar, halk-aydın çelişkisi gibi çeşitli toplumsal konulara dikkat çekmiştir. Hayata bakışı maddeci ve karamsardır.
Selahattin Enis (1892-1942)
Sadece 13 hikâyesini kitaplaştırabilen (Bataklık Çiçeği, 1924) yazarın diğer hikâyeleri yayımlandıkları dergilerde kalmıştır. Maupassant ve Zola tarzında gerçekçiliği benimseyen yazarın eserleri pek anlaşılamamış bilakis yadırganmıştır. Çingeneler isimli eseri nedeniyle yargılanmıştır. Acı ve rahatsız edici olayları işlemiştir. Hikâyelerini zengin-fakir, iyi-kötü gibi zıtlıklardan doğan çatışmalar üzerine kurar. Fahişeler etrafında cinsellik ve ahlaki düşmüşlük sıkça ele aldığı konular arasındadır.
Nahit Sırrı Örik (1895-1960)
Sanat hayatına Les Oeuvres Libres (1927) adlı bir Fransız dergisinde yayımlanan Zeynep La Courtisane (Kibar Fahişe Zeynep) isimli hikâye ile başlayan Nahit Sırrı, çöküş dönemine odaklı eserler yazdı. Eserlerinde güçlü kadınlar dikkat çeker. Objektif ve soğukkanlı bir anlatımı vardır. Üslubu akıcıdır. Hikâyelerini Kırmızı ve Siyah (1929), Sanatkârlar (1932), Eski Resimler (1933), Eve Düşen Yıldırım (1934) adlı kitaplarında toplamıştır.
Bekir Sıtkı Kunt (1905-1959)
1930’dan sonra hikâye yazmaya başlayan yazar, ilk kitabı olan Memleket Hikâyeleri’nde ağırlıkla köylünün sıkıntı ve ihtiyaçlarına dikkat çeker. Talkınla Salkım ve Herkes Kendi Hayatını Yaşar adlı kitaplarında sert eleştirel tavrını biraz yumuşatır. 1940’tan sonra Çehov tarzı hikâyeye yönelir. Yataklı Vagon Yolcusu ve Ayrı Dünya bu çizgide yazılmış eserleridir.
Sabahattin Ali (1907-1948)
İlk kitabı Değirmen’de romantiktir. İlk hikâyelerinde Maupassant, Poe ve Gorki tesiri görülür. 1936 tarihli Kağnı ve 1937 tarihli Ses, yazarın olgunluk dönemi eserleri olarak kabul edilebilir. Anadolu’nun ezilen insanlarını anlattığı hikâyeleri çok başarılıdır. Yeni Dünya (1943) adlı eserinde sosyal eleştiri dikkat çeker. Sırça Köşk (1947) tamamen sosyal gerçekçi ve tenkitçi bir eserdir.
Sabahattin Ali’nin eserleri sağlam konu, çok iyi gözlemlenmiş tabiat ve başarılı vak’a düzenlemesiyle öne çıkar. Hikâyeler, Maupassant tarzı giriş, gelişme ve sonuç bölümleri çerçevesinde sağlam bir kurguya sahiptirler.
Çoğu hikâyesinde vermek istediği mesaj, kurguya şekil verir mahiyettedir.
İlhan Tarus (1907-1967)
Doktor Monra’nın Mektubu (1938), Tarus’un Hikâyeleri (1947), Apartman (1950), Ekin İti (1953), Köle Hanı (1954) isimli kitapların sahibi olan yazar memuriyet hayatına paralel olarak memur, gecekondu insanları, bürokratlar, kenar mahalle insanlarının hayatlarından sahneleri ele alır. Sosyal sorunlara değinir.

İkinci Kuşak (1945-2000)
Toplumcu gerçeklik akımı bu dönemde de devam eder.
Kemal Bilbaşar (1910-1983)
Eleştirel gerçekçi kimliğiyle dikkat çeker. Kasaba insanının hayatını anlatır. Sanat yönü zayıf eserlerinde şive taklitlerine geniş yer verir. Eserleri: Anadolu’dan Hikâyeler (1939), Cevizli Bahçe (1941), Pazarlık (1941), Pembe Kurt (1953), Üç Bulutlu Hikâyeler (1956), Irgatların Öfkesi (1971).
Kemal Tahir (Demir) (1910-1973)
1931 yılında şiirle başladığı yazın hayatında 1940’ta hikâyeye geçti. Asıl başarısını 1950’den sonra yazdığı romanlarıyla yakaladı. 1955’te Göl İnsanları adı altında topladığı hikâyelerinde köy merkezli toplumsal sorunları ele alır. Toplumsal yapıyı aktarmak konusunda çok başarılıdır.
Orhan Kemal (1914-1970)
Edebiyata şiirle başlayan yazar, Nazım Hikmet’le tanıştıktan sonra hikâye ve romana yöneldi. Anlattığı hayatın içinden gelmiş olması onu diğer isimlerden (Sabahattin Ali, Sadri Ertem) ayırır. Orta ve alt tabaka insanların hayat mücadelesini ve özlemlerini anlatır. Eserlerini zıt karakterler arasındaki çatışma üzerine kurar. Kahramanlarının ahlaki değerleri ve bu değerleri koruma konusundaki ısrarları dikkat çeker.
Üslubu özensizdir. Hikâye kitapları: Ekmek Kavgası (1949), Sarhoşlar (1951), Çamaşırcının Kızı (1952), 72. Koğuş (1954), Grev (1954), Arka Sokak (1956), Kardeş Payı (1957), Babil Kulesi (1957), Dünyada Harp Vardı (1963), İşsiz (1966) Önce Ekmek (1968).
Samim Kocagöz (1916-1993)
150 kadar hikâyesinde Söke civarındaki insanların hayatlarını işler. Toprak işçisi bu insanlar makineli tarıma geçildikten sonra sorunlar yaşarlar. Eserlerindeki çatışma geleneksel üretim tarzı ile endüstriyel üretim tarzı arasındadır. Telli kavak (1941), Sığınak (1946), Sam Amca (1951), Cihan Şoförü (1954), Ahmet’in Kuzuları (1958), Yolun Üstündeki Kaya (1964), Yağmurdaki Kız (1967), Alandaki Delikanlı (1978), Zar Kanat (1985), Gecenin Soluğu (1985), Baskın (1990).
Fakir Baykurt (1929-1999)
Kırsal kesimden insanların sorunlarını dile getirdiği eserlerinde yerel şiveleri başarıyla kullanır. İdeolojik yaklaşımı öne çıkarır. Bu durum eserlerinin sanatsal değerini düşürür. Hikâyeleri: Çilli (1955), Efendilik Savaşı (1961), Karın Ağrısı (1961), Cüce Muhammet (1964), Anadolu Garajı (1970), On Binlerce Kağnı (1971), Can Parası (1973), İçerdeki Oğul (1974), Sınırdaki Ölü (1975), Kalekale (1978), Barış Çöreği (1982), Gece Vardiyası (1985), Duisburg Treni (1986).
Bekir Yıldız (1933-1998)
Evlilik kurumunun çarpıklıkları, yabancılaşma, insani ilişkilerde yozlaşma, göç meselesi üzerinde durur. 1980’den sonra fantastik kurgular yazmıştır. Hikâyeleri: Reşo Ağa (1968), Kara Vagon (1969), Kaçakçı Şahan (1970), Dünyadan Bir Atlı Geçti (1975), Beyaz Türkü (1973), Alman Ekmeği (1974), Mahşerin İnsanları (1982), Bozkır Gelini (1989).
Necati Cumalı (1921-2001)
Köylünün tabiatla mücadelesi ve kadın erkek ilişkileri ağırlıkla işlediği konulardır.
Hikâyeleri: Yalnız Kadın (1955), Değişik Gözle (1956), Susuz Yaz (1962), Ay Büyürken Uyuyamam (1969), Makedonya 1900 (1976), Kente İnen Kaplanlar (1976).
Aziz Nesin (1916-1995)
Mizahi ve ironik tarzıyla müstesna bir yere sahiptir. Bazı eserlerinde eleştirinin dozunu kaçırıp yaşadığı toplumun dini ve ahlaki değerlerine saldırdığı da gözlenir. Hayatını yazıyla kazanan Nesin’in bazı hikâyeleri taslak aşamasında yayımlanmıştır. İdeolojik tavrı nedeniyle sık sık tekrara düşmüştür. Dil ve üslup endişesi taşımayan yazarın 2000’den fazla hikâyesi vardır.
Haldun Taner (1916-1986)
Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu adlı hikâyesi katıldığı yarışmada birinci olmuştur. Yaşasın Demokrasi (1949), Tuş (1951), On İkiye Bir Var (1954), Yalıda Sabah (1983) hikâye kitaplarının bazılarıdır. İronik üslubuyla dönemin edebiyatçılarından ayrılır.
Rıfat Ilgaz (1911-1993)
Radarın Anahtarı (1957), Don Kişot İstanbul’da (1957), Kesmeli Bunları (1962), Şevket Usta’nın Kedisi (1965), Garibin Horozu (1969) isimli hikâye kitaplarında sosyal eleştiriyi mizahla birleştirmiştir.
Halikarnas Balıkçısı (1886-1973)
Bodrum’a sürüldükten sonra sanat hayatına varoldu. Eserlerinde bölge insanını ele aldı. Değişmez konusu deniz ve deniz insanlarıdır. Eserlerinde mitoloji, folklor ve tarih geniş yer tutar. Hikâyeleri: Ege Kıyılarında (1939), Merhaba Deniz (1947), Ege’nin Dibi (1952), Yaşasın Deniz (1954), Gülen Ada (1957).
Zeyyat Selimoğlu (1922-2000)
Halikarnas Balıkçısı’nın yolundan gitti. Direğin Tepesinde Bir Adam (1969) adlı hikâye kitabında deniz insanlarının iç dünyalarını anlatır.

İç Gerçekçiliğin Hikâyecileri
Birinci Kuşak (1930-1945)
Peyami Safa (1899-1961)
Alemdâr gazetesinin hikâye yarışmasında birincilik kazanarak edebiyat ortamına adım atmıştır. Kardeşiyle birlikte çıkardıkları Yirminci Asır gazetesinde Asrın Hikâyeleri başlığı altında imzasız hikâyeler neşreder.
100 civarındaki hikâyesini Bir Mekteplinin Hatıratı: Karanlıklar Kralı (1913), Siyah Beyaz Hikâyeler (1923), İstanbul Hikâyeleri, Ateşböcekleri (1925), Gençliğimiz (1922), Sürgünlerin Gölgesinde (1924) adlı kitaplarda yayımladı.
Mekân olarak çoğunlukla İstanbul’u kullanan yazar kadın erkek ilişkileri, aşk, kıskançlık, sahtekârlık konularını işler. Dil ve üslubu çok sağlamdır.
Samet Ağaoğlu (1909-1982)
Dostoyevski etkisi altında psikolojik hikâyeler kaleme almıştır. Varlık, kader, ölüm, ilişkiler, aile gibi konular etrafında insan ve psikolojisini işler. Olay örgüsüne önem vermediği intibaı verir. Karakterleri bunalımlı tiplerdir. Hikâyeleri: Strazburg Hatıraları (1950), Öğretmen Gafur (1953), Büyük Aile (1957), Hücredeki Adam (1964), Katırın Ölümü (1965).

İkinci Kuşak (1945-2000)
Döneme Sait Faik damga vurmuştur.
Sait Faik (1906-1954)
Eserleri çığır açıcıdır. Kitaplarına almadığı ilk hikâyelerinde (Semaver) geleneğe bağlıdır; Maupassant tarzında toplumsal gerçekçi çizgide yamaya başlar.
Fransa dönüşünde yayımladığı Sarnıç ve Şahmerdan’da asıl edebi kimliğinin izleri görülmeye başlar: Vak’a hikâyesini bırakıp durum hikâyesine geçmeye başlar. Dikkatini büyük şehrin küçük insanlarına çevirir. Lüzumsuz Adam’daki hikâyelerinde karakterlerin iç dünyasına odaklanır. Son dönem eserlerinde insanın iç dünyasını merkeze alan denemeye yaklaşan bir tarza ulaşmıştır. Sanat hayatının üçüncü merhalesinde bireyin şuuraltını esas alır. Sürrealist çizgileri öne çıkarır. Gerçeği sembol ve alegori içerisinde saklar, ölüm korkusu yaşama sevincinin yerini almıştır artık.
İnsanı merkeze aldığı hikâyelerinde çatışmadan ziyade sevgi merkezli daha iyi bir dünya arayışındadır.
Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962)
Eserleri, dili kullanmadaki ustalığıyla kendini belli eder.
14 hikâyesini Abdullah Efendi’nin Rüyaları (1943), Yaz Yağmuru (1955) adları altında yayımlamıştır. Hatıra ve gözlemlerine dayanarak yazdığı hikâyelerinde insanın iç dünyasına yönelir. Gerçek ile hayal arasında gidip gelen anlatımı daha çok rüya üzerinde durur. Sanal bir alem kurgular. Ana temaları rüya, zaman, kadın ve musikidir. Marcel Proust’ın etkisi altında bireye ait geçmiş zamanın peşindedir.
Ziya Osman Saba (1910-1957)
Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi (1952) ve Değişen İstanbul (1959) adlı kitaplarında toplam 15 hikâyesi vardır. Şair bir mizacın geçmişe ait özlemlerini anlatmıştır. Eserleri hikâye-anı niteliğindedir.
Tarık Buğra (1918-1994)
1949’da ilk hikâye kitabı Oğlumuz’u yayımlar. Hikâyeleri vak’a değil durum odaklıdır. Yazar için hayatın anlamı dışta değil içtedir. Bu nedenle karakterin iç dünyasına odaklanır. Aşk, sanat, aile ve çocuk sevgisi onun başlıca temalarıdır. Dili süslü ve sanatlıdır. Anlatımı lirik ve şiirseldir. Yarın Diye Bir Şey Yoktur (1952), İki Uyku Arasında (1954), Hikâyeler (1964) diğer hikâye kitaplarıdır.
Oktay Akbal (1923-)
Sait Faik’in izinde bireyi esas alan çizgidedir. Durum anlatılarına ağırlık vermiştir. Hikâyelerinin merkezine kendi benini koyar. Önce Ekmekler Bozuldu (1946), Aşksız İnsanlar (1949), Bizans Definesi (1953), Bulutun Rengi (1954), Berber Aynası (1958), Yalnızlık Bana Yasak (1967), Tarzan Öldü (1969), İstinye Suları (1973), Karşı Kıyılar (1973), Lunapark (1983), Bayraklı Kapı (1986), Ey Gece Kapını Üstüme Kapat (1988) gibi kitapları vardır.
Nezihe Meriç (1924-2009)
Rüya ile gerçeği bir arada vermeye çalıştığı eserlerinde kadın duyarlılığı ile insanın iç ve dünyasını bir arada ele aldı. İlk yıllardaki iyimserliğini ileri yıllarda kaybetti. Mekân-insan ilişkisine önem verdi. Hikâyeleri: Bozbulanık (1953), Topal Koşma (1956), Menekşeli Bilinç (1965), Dumanaltı (1979), Bir Kara Derin Kuyu (1989), Yandırma (1998), Gülün İçinde Bülbül Sesi Var (2008)

Yeni Arayışlr
Yusuf Atılgan (1921-1989)
Tek hikâye kitabı Bodur Minareden Öte (1960) adıyla yayımlandı. Bütün hikâyeleri Eylemci adıyla yayımlandı (1993). Hikâyelerinde geleneksel ile modern hayat arasında yaşanan çatışmaların bireyin ruhunda yol açtığı bunalımları anlatır. Hayatın tekdüzeliğine yoğunlaşır. Problem olarak cinsellik, Atılgan’ın işlediği bir diğer konudur. Bütün eserlerinde kötülüğün kaynağı formundaki modernizm fon olarak karşımıza çıkar.
Adalet Ağaoğlu (1929-
Yüksek Gerilim (1974), Sessizliğin İlk Sesi (1978), Hadi Gidelim (1982), Hayatı Savunma Biçimleri (1997) adlı hikâye kitaplarıyla 1970 sonrasının önemli yazarları arasında yer alır. Ne anlatacağından ziyade nasıl anlatacağını önemser. Eserlerinin dili sanatlı ve gerçekçi bir anlatıma sahiptir.
Oğuz Atay (1934-1977)
1973’te Korkuyu Beklerken adlı hikâye kitabı yayımlanır. Çehov tarzında durum hikâyeleri yazmıştır. Psikolojik açıdan dengesiz, toplumdan kopuk, yalnız ve bunalımlı kişilerin kendileriyle ve çevreleriyle olan çatışmalarını anlatır.
Ferit Edgü (1936-
Gerçekliği tek biçimde değil çeşitli biçimlerde yansıtmaya çalışır. Yalnızlık ve yabancılaşma üzerinde durur. Bilinçaltı yöntemi ve alegorik anlatımdan yararlanır.
Hikâye kitapları: Kaçkınlar (1959), Bozgun (1962), Av (1968), Bir Gemide (1978), Çığlık (1982), Binbir Hece (1991), Doğu Öyküleri (1995), İşte Deniz, Maria (1999), Do Sesi (2002), Avara Kasnak (2005), Nijinski Öyküleri (2007).
Tomris Uyar (1941-2003)
Şiirsel bir dilin öne çıktığı eserlerinde sürekli yenilik peşindedir. Hikâyelerini anılar, izlenimler, çağrışımlar, iç konuşmalar ve çeşitli imgeler etrafında kurgular. Kadın öncelikli olmak üzere modern insanın bunalımlarını anlatır.
Hikâyeleri: İpek ve Bakır (1971), Ödeşmeler (1973), Dizboyu Papatyalar (1975), Yürekte Bukağı (1979), Yaz Düşleri/Düş Kışları (1981), Gecegezen Kızlar (1983), Yaza Yolculuk (1986), Sekizinci Günah (1990), Otuzların Kadını (1992), Güzel Yazı Defteri (2002).
Nazlı Eray (1945-)
Fantastik gerçekçi olmakla birlikte hikâyelerini gerçeklik ve fantastik olmak üzere iki düzlemde kurar. Bu iki düzlem üzerinde sıradan insanın sıkıntılarını, arayışlarını anlatır.
Hikâyeleri: Mösyö Hıristo (1959), Ah Bayım Ah (1976), Geceyi Tanıdım (1979), Kız Öpmek Kuyruğu (1982), Hazır Dünya (1983), Eski Gece Parçaları (1985), Yoldan Geçen Öyküler (1987), Aşk Artık Burada Oturmuyor (1989), Kapıyı Vurmadan Gir (2004).
Selim İleri (1949-)
Yalnızlıktan doğan hüznü anlatır. Küçük burjuva karakterlerin uyumsuzlukları ve dışlanması bu yalnızlığın sebebidir. Hikâyeleri dramatiktir. Hikâye kitapları: Cumartesi Yalnızlığı (1968), Pastırma Yazı (1971), Dostlukların Son Günü (1975), Bir Deniz Eteklerinde (1980), Son Yaz Akşamı (1983), Eski Defterde Solmuş Çiçekler (1982), Hüzün Kahvesi (1991), Otuz Yılın Tüm Hikâyeleri (1997).
Rasim Özdenören (1940-)
Büyük şehirde değerlerinden koparılmış insanın yalnızlığını anlattığı ilk hikâyelerinde toplumcu-gerçekçidir. İleri dönemde aile kurumundaki çözülmeyi ele almaya başlar. Son dönem eserlerinde modernitenin kaosundan tasavvufa sığınan bireyleri işlemeye başladı.
Hikâyeleri: Hastalar ve Işıklar (1967), Çözülme (1973), Çok Sesli Bir Ölüm (1977), Çarpılmışlar (1977), Gül Yetiştiren Adam (1979), Denize Açılan Kapı (1983), Kuyu (1999), Hışırtı (2000), Ansızın Yola Çıkmak (2000).
Sevinç Çokum (1943-)
Hikâyelerinin kaynağı hayatı, hatıraları ve yakın çevresinin hayatıdır. Gelenek, ahlaki ve milli değerlere vurgunun öne çıktığı eserlerinde yalın, sade ve sıcak bir üsluba sahiptir.
Hikâyeleri: Eğik Ağaçlar (1972), Bölüşmek (1974), Makine (1976), Derin Yara (1984), Onlardan Kalan (1987), Rozalya Ana (1995), Bir Eski Sokak Sesi (1996), Evlerinin Önü (1997), Beyaz Bir Kıyı (1998), Gece Kuşu Uzun Öter (2001).
Mustafa Kutlu (1947-)
Tanzimat öncesi geleneğe bağlı olan yazar, eserlerinde gelenekle barışık, yeni bir form arayışlarını sürdürmüştür. Hikâyeleri iki kaynaktan beslenir; taşra insanının büyük şehirdeki sıkıntıları ve insanın iç gelişimi. Tasavvufi kavramları yoğun olarak kullandığı eserleriyle edebiyatımıza metafizik bir boyut katmıştır.
Hikâyelerinden bazıları:
Yokuşa Akan Sular (1979), Yoksulluk İçimizde (1981), Ya Tahammül Et Ya Sefer (1983), Bu Böyledir (1987), Sır (1990), Hüzün ve Tesadüf (1998), Beyhude Ömrüm (2001), Mavi Kuş (2002), Tufandan Önce (2003), Rüzgârlı Pazar (2004), Chef (2006).

Genel olarak şunları söyleyebiliriz: Cumhuriyetin ilk yıllarının hikâyecileri Milli Edebiyat akımının kalemleriydi. Sonraki dönemin sosyal ve toplumcu yazarları da ağırlıkla bu isimleri okumuş ve onlardan etkilenmiştir.
Cumhuriyet döneminin konuları başlıca iki kategoride incelenebilir; birincisi, bireysel konu ve temalar ikincisi ise toplumsal meselelerdir. Maupassant tarzı hikâye, Türk hikâyeciliğinde en çok görülen tarzdır. Çehov tarzı ilk olarak M. Ş. Esendal’ın 1925’ten sonra yazdığı hikâyelerde karşımıza çıkar. Sait Faik, Oktay Akbal ve Tarık Buğra bu çizgide yazmışlardır. 70’li yıllarla birlikte yenilik arayışları hız kazanır. Varoluşçuluk ve gerçeküstücülük belli ölçülerde yazarlarımızı etkiler. 80’lerden sonra postmodernizm etkili olmaya başlar.

Ünite 3
Makale – Fıkra

Makale belli bir konuda bilgi vermek, ele alınan konuyu, belli bir düşünce perspektifinden savunmak amacıyla yazılan yazılardır. Makale, örnek durumlarla tezini ispat etmeye çalışmasıyla deneme ve fıkradan ayrılır.
Klasik kompozisyon planında olduğu gibi makalede de giriş bölümünde ele alınan konu ortaya koyulur. Konuyla ilgili tezler sıralanır. Gelişme bölümünde çeşitli kanıtlarla iddia ispata çalışılır. Sonuç bölümünde iddia edilen tez savunulur.

Türk Edebiyatında Makale
Gazete ve dergilerin yayımlanmaya başlanmasıyla birlikte diğer pek çok düzyazı türü gibi makale de edebiyatımızda yerini almıştır.
Makale türünün gelişmesine katkı yapan yayın organları:
Namık Kemal ve Ziya Paşa önce Hürriyet (1868)’i ardından 1871’de İbret’i çıkardılar.
A. Mithat Efendi, Devir (1872) ve Tercüman-ı Hakikat (1878),
Şemseddin Sami, Sabah (1876) ve Tercüman-ı Şark (1878)
Ebuzziya Tevfik, Hadika (1872) ve Sirac (1873)
Basiretçi Ali Bey, Basiret (1869)

Ahmet Emin Yalman ve Asım Us tarafından 1917’de kurulan Vakit gazetesi ilerleyen yıllarda Yusuf Ziya, Sadri Ertem, Hakkı Süha, Refik Ahmet ve Fikret Adil gibi pek çok edebiyatçımızın makalelerine yer vermiştir.
İsim babalığını Atatürk’ün yaptığı Yunus Nadi ve arkadaşlarının kurduğu Cumhuriyet gazetesi de bu pek çok yazarımızın makalelerine yer vermiştir.
1935 yılında İş Bankası tarafından kurulan Tan gazetesi, Türkiye’nin en eski gazetelerinden olan Akşam gazetesi (1918), Atatürk’ün talimatıyla 1920’de Ankara’da kurulan Hâkimiyet-i Milliye gazetesi (1934’te Ulus adını alır) makale ve fıkra yazarlarımıza sayfa/köşe açmışlardır.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında Tan, Vatan, Akşam, Tanin, Tasvir-i Efkâr gibi gazetelerde daha çok politik makaleler görülür.
1948 yılında Sedat Simavi tarafından kurulan Hürriyet gazetesi, çağdaş edebiyatımızın önde gelen isimlerinin makalelerine yer vermiştir.
1950’de Ali Naci Karacan tarafından kurulan Milliyet gazetesi ağırlıkla sanat ve kültür içerikli makalelere yer vermiştir.
Kemal Ilıcak’ın kurduğu Hadiselere Tercüman (1961) daha çok milliyetçi çizgide yazılara yer vermiştir.
1985’te kurulan Sabah gazetesi liberal, 1986’da kurulan Zaman ise muhafazakâr çizgide makalelere yer vermiştir.

Fıkra
Her hangi bir konuda yazarın düşüncelerini okurlarıyla paylaştığı, konuşma diline yakın bir dille yazılmış kısa düşünce yazılarına fıkra denir. Fıkrada öne çıkan unsurlar eleştirel tavır, iğneleyici, alaycı üslup ve senli benli konuşma havasıdır. İspata gerek duymayan bu yazıların amacı okurun ilgisini, dikkatini çekmek ve haber vermektir.

Türk Edebiyatında Fıkra
Şinasi’nin Tercüman-ı Ahval ve Tasvir-i Efkâr’daki yazılarından itibaren sade bir dille yazılan sohbet havasındaki yazıların sayısında artış olmuştur.
Cumhuriyet öncesinde ve sonrasına yazdığı fıkra yazılarını kitaplaştıran isimlerden bazıları:
Ahmet Rasim, Eşkâl-i Zaman (1918), Gülüp Ağladıklarım (1924), Muharrir Bu Ya (1926)
Falih Rıfkı Atay, Eski Saat (1933), Niçin Kurtulmamak (1953), Çile (1955), İnanç (1965), Kurtuluş (1966), Pazar Konuşmaları (1966)
Arif Nihat Asya, Kanatla ve Gagalar (1945), Enikli Kapı – Top Sesleri (1964), Terazi Kendini Tartamaz (1967), Tehdit Mektupları (1967), Onlar Bu Dilden Anlar (1970), Aramak ve Söylememek (1976), Ayın Aynasında (1976), Kubbeler (1976)
Peyami Safa’nın fıkraları Objektif başlığı altında yayımlanmıştır.
Ahmet Haşim, Gurebahaneyi Laklakan (1928), Bize Göre (1928), Frankfurt Seyahatnamesi (1933)
Refik Halit Karay, Bir içim Su (1931), Bir Avuç Saçma (1937), İlk Adım (1941), Üç Nesil Üç Hayat (1943), Makyajlı Kadın (1943), Tanrıya Şikâyet (1944)
Orhan Seyfi Orhon, Fıskiyeler (1922), Dün Bugün Yarın (1943), Kulaktan Kulağa (1943), Burhan Felek’in Felek (1947), Yaşadığımız Günler (1971), Recebin Kahvesi (1984), Biraz da Yarenlik (1984), Felek’ten Dostlara (1984), Geçmiş Zaman Olur Ki (1985), Mabet ve Millet (1970), Sohbetler (1987)

Ünite 4
Deneme
Deneme ≡ Ortaya karışık
Montaigne’in icadı olan deneme için Cumhuriyetten önce tecrübe-i kalemiyye, kalem tecrübesi gibi tanımlar kullanılmıştır.
Denemenin belirlenmiş bir tekniği yoktur. Anekdot, örnek, ironi ve hicivle çekici kılınmış serbest yazılardır. Denemeler iddiada bulunmayabilir, ispat içermeyebilir.
Karaalioğlu birikim sahibi kişilerin kalem tecrübelerine deneme demektedir.
Cemal Süreya denemeyi, düşünmeyi sağladığı için yararlı bulur.
Salah Birsel yazdığı denemelerine olaylar mozaiği demeyi tercih eder.
Murat Belge, deneme için miadını doldurmuş bir tür olarak söz eder. Denemedeki ferdi tavırdan dolayı böyle bir kanaattedir.
Emin Özdemir, Nurullah Ataç’la birlikte denemenin edebiyatımıza girdiğini, Ataç’tan önce yazılanların deneme olarak kabul edilemeyeceğini belirtir.
Nermi Uygur, “…her şeyin her şeyle sarmaş dolaş seviştiği bir süreç…” şeklinde tanımlar denemeyi.
Deneme sözcüğünün etimolojisini ortaya koyan M. Kayahan Özgül, denemenin tanımı için kalem tecrübesi ifadesine geri döner (Fr. Essay / Ar. Sa’y / Tr. “çalışma”).

Batı Edebiyatında Deneme
Essay/deneme, kelime anlamı itibarıyla denemek, girişmek, teşebbüs etmek, kalkışmak anlamlarına gelir. Bacon bu sözcüğü kendi denemelerinin adı olarak kullandı ve İngiltere’ye taşıdı. Bacon, deneme türüne şekil ve içerik bakımından yeni bir çehre kazandırdı.
Alexander Pope manzum yazılarını tanımlamak için bu ifadeyi kullandı. Manzum deneme pek rağbet görmedi. Addison ve Steele’in Tatler ve Spectator’u denemeye modern formunu kazandırdı.
Montaigne ve Bacon batı edebiyatında formal (resmi) ve informal (teklifsiz, senli benli) olmak üzere iki farklı denemenin ortaya çıkmasına sebep oldular.
Formal denemenin önde gelen isimleri: J. Swift, M. Twain, T. De Quincey, G. Orwell, E.M. Forster’dır.
İnformal denemenin önde gelen isimleri: M. Arnold, J. Stuart Mill, R.W. Emerson ve H.D. Thoreau’dur.
Günümüzde denemede artık böyle bir fark kalmamıştır.
Türk Edebiyatında Deneme
Tanzimat öncesinde tarz olarak deneme kabul edilebilecek metinlerimiz yok değildir. Münşeat, tezkire, seyahatname, kıyafetname ve şehrengizlerde bunlara örnek metinler mevcuttur.
Tanzimatın ikinci kuşağında sanat merkezli bilincin oturması deneme için gerekli şartları tesis etmiştir. R. Mahmut Ekrem, A. Hamid ve M. Naci yazıları arasında ilk deneme örneklerinin de yer aldığını kabul edebiliriz.
Servet-i Fünûn döneminde çeşitli edebi türler denenmiş olduğu halde deneme örneklerine rastlamıyoruz. Bu dönemde yazılan musahabe başlıklı yazılar denemeye yaklaşır niteliktedir.
Batılı anlamda denemenin ilk örnekleri II. Meşrutiyet’ten sonra karşımıza çıkar. Ö. Seyfettin, A. Haşim, A. Rasim, Y. Kemal, Y. Kadri ve H. Edip başarılı denemeler yazmıştır.
Yahya Kemal ve Ahmet Haşim bu alanda çok başarılı örneklere imza atmıştır.
Peyami Safa’nın 1 Nisan 1936 tarihli “Musahabe Edebiyatı” başlıklı yazısında bu türü üslup ve metot kuramayan yazarların sığınağı olarak kabul eder.
Nurullah Ataç 1938 tarihli bir yazısında kendisinin münekkit değil essayist olduğunu söylemektedir. Nurullah Ataç, 1944 tarihli bir yazısında essai kelimesinin yanında denemeye de yer verir.

Deneme Türleri

Üslup Bakımından Denemeler
İnformal – Senli Benli Deneme: Montaigne / Nurullah Ataç
Formal – Resmi Deneme: Bacon tarzı bu deneme de yazar, otorite pozisyonundadır. Bu tür denemeler dogmatik, sistematik ve açıklayıcıdır. Ülkemizde Yahya Kemal bu türe örnekler yazmıştır.

İçerik Bakımından Denemeler
Sanat ve Edebiyat Konulu Denemeler
Nurullah Ataç, Cemal Süreya, İsmet Özel, Orhan Burian, Peyami Safa, Mehme Kaplan, Sezai Karakoç, Enis Batur, Mermi Uygur, Cemil Meriç vs. pek çok yazarımız bu türde eser neşretmiştir.
Psikoloji-Felsefe Konulu Denemeler
Bilgi ve birikim isteyen içeriğinden dolayı daha az örneğine rastlarız; Nurettin Topçu, Nusret Hızır gibi…
Şehir Konulu Denemeler
Bu tür bütün dünya edebiyatlarında çok yaygındır. Ahmet Rasim, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Beşir Ayvazoğlu gibi isimler bu türde eserler neşretmişlerdir.
Sosyal, Siyasi ve Dini Konulu Denemeler
İsmet Özel (Üç Mesele), Mehmet Kaplan (Nesillerin Ruhu), Nurettin Topçu (İslam ve İnsan)
Karışık Konulu Denemeler
Gündelik hayatın içinden çeşitli konuları ele alan denemelerdir. Murat Belge (Tarihten Güncelliğe), Ahmet Haşim (Bize Göre)

Ünite 5
Sohbet – Söyleşi
Bir yazarın çeşitli konular hakkında karşısında okuyucuları varmış gibi, onlarla sohbet ediyormuşçasına yazdığı makale planlı fikir yazılarına sohbet denir. Makaledeki ağırbaşlı, ciddi hava sohbette yerini samimi bir anlatıma bırakır.
Sohbet yazarları konusunda bilgili, birikimli kimselerdir. Sohbet yazısında öne sürülen fikirlerin kanıtlanması gerekmez.
Eleştiri ve deneme arasında kalan sohbette yazar güncel konulara odaklanır. Başkalarının düşüncelerine değinmekle eleştiriye, kendi görüşlerini açıklarken de denemeye yaklaşır.
Sohbet yazılarının dili günlük konuşma dilidir.
Sohbet Türünün Özellikleri
Anlatım sohbet havası içinde, samimi, içten ve senli benlidir. Yazar soru-cevaplı cümleleriyle sohbet havası yaratır.
Yazar iddialarında ısrarcı değildir.
Yazar daha çok kişisel düşüncelerine odaklanır.
Yazar güncel olaylardan örneklerle düşüncelerini destekler.

Ahmet Rasim (Ramazan Sohbetleri), Yahya Kemal (Tarih Musahabeleri), Eşref Rado (Eşref Saati), Attila İlhan gibi yazarlarımızın sohbet türünde eserleri mevcuttur.

Ünite 6
Gezi – Seyahat Yazıları
Temel hareket noktası coğrafya olan gezi yazılarının anı ve günlük türleriyle yakınlıkları vardır. Edebiyatımızda ilhamını gezmek fikrinden alan eserler vardır; Ahmet Mithat Efendi’nin Hasan Mellah’ı, Yakup Kadri’nin Bir Sürgün’ü, Reşat Nuri’nin Çalıkuşu, Refik Halit’in Sürgün ve Gurbet Hikâyeleri adlı eserleri gibi.

Dünya Edebiyatında Gezi Yazısı
Homeros (Odysseia), Xenophon (Anabasis), Alexis de Tocqueville (Amerika’ya Yolculuk), Heinrich Harrer (Tibet’te Yedi Yıl) gibi eserler bu türe örnektir.

Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatında Gezi Yazıları
Tanzimat öncesi edebiyatımızda daha çok seyahatname adıyla neşredilmiş gezi yazılarına rastlanır. Bunun ilk örneği Hoca Gıyaseddin Nakkaş’ın Hıtay Sefaretnamesi olarak bilinen 1422 tarihli Acâibü’l-Letaif adlı eseridir. Aşağıda klasik dönemde yazılmış gezi kitaplarının bazıları belirtilmiştir.
Ali Ekber’in Hıtâînâme (1515-1516)
Pirî Reis’in Kitab-ı Bahriye (1521/1526)
Seydi Ali Reis’in Mir’atü’l-Memâlik (1557)
Âşık Mehmet Çelebi’nin Menâzıru’l-Avâlim (1597)
Evliya Çelebi’nin Seyahatname
Nâbî’nin Tuhfetü’l Haremeyn
Halide Edip’in 1937’de Londra’da basılan Inside India kitabı dışında Türkçe müstakil bir gezi kitabı olmamakla birlikte bazı kitaplarında gezi yazısı sayılabilecek bölümler vardır. Dağa Çıkan Kurt adlı kitabında Yolculuk Notları başlığı altında İtalya seyahatini anlatır.
Yakup Kadri, Alp Dağlarında ve Miss Chalfrin’in Albümünden adlı eserinde İsviçre Alplerinde gördüklerini anlatır.
Celal Esad, Seyahat İntibaları adlı eserinde İtalya, Hollanda ve İskandinav kentlerinde gördüklerini anlatır.
Selim Sırrı Tarcan ve Ahmet Haşim gezi yazısı neşretmiş diğer yazarlarımızdır.
Coğrafya öğretmeni olan Faik Sabri Duran, İstanbul’dan Londra’ya Şileple Bir Yolculuk ve Akdeniz’de Bir Yaz Gezisi adlı eserlerinde İstanbul’dan Londra’ya pek çok şehirden söz eder.
Edebiyat tarihçilerimizden İsmail Habip Sevük, yurtdışı gezilerini Tuna’dan Batı’ya adlı kitabında anlatır. Yurtiçi gezilerini ise Yurttan Yazılar’da anlatır.
Reşat Nuri’nin Anadolu Notları, bu türün en güzel örneklerinden biridir.
Falih Rıfkı Atay, gezi türünde on kadar eser neşretmiştir.
Ahmet Hamdi’nin Beş Şehir adlı eseri deneme, hatıra, şehir monografisi ve gezi yazısının bir arada gözlenebildiği bir eserdir.

Ünite 7
Anı – Hatıra – Günlük
Hatıratın geçmişe dair olması anlatıyı tarihe yaklaştırır. Belli bir dönemi anlatan hatıratlar ise anlatılan olaya bağlı olarak seyahatname, otobiyografi, sefaretname, tezkire, mektup ve günlük türleriyle yakınlık kurabilir.
Günlükler günü gününe yazıldıkları için oldukça fazla detay içerirler. Anı kitapları bu derece detay içermez.
Anı türünde olaylar kronolojik sırayla anlatılır.
Anı kitaplarını yazarın toplumdaki yeri, mesleği, eserin içeriği veya yazıldığı yere göre tasnif etmek mümkündür.
Siyasi ve tarihi içeriği öne çıkan anı kitapları daha geniş okur kitlesine hitap eder.
Kültür sanat içerikli anı kitapları önem sırasında ikinci basamakta yer alırlar.
Çeşitli meslek guruplarından kişilerin ferdi anı kitapları da önem skalamızda üçüncü sırada yer alır.
Cumhuriyet döneminin önemli anı kitapları;
Atatürk, Nutuk
Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz
Rauf Orbay, Cehennem Değirmeni
Ethem Bey, Hatıraları
Celal Bayar, Bende Yazdım
Yakup Kadri, Vatan Yolunda
Abdülhak Şinasi Hisar’ın romanları da dâhil olmak üzere eserlerinin tümünde hatıra tadında parçalar mevcuttur.

Günlük
Eski Türkçede Ruzname sözcüğüyle karşılanmıştır.
Günlüklerdeki yargılar sübjektiftir.
Anı kitaplarında olduğu gibi günlüklerde de eser sahibinin mesleği, toplumdaki yeri önem arz eder.
Julius Sezar’ın kendini savunmak üzere kaleme aldığı Gallia Savaşı, günlük türünün ilk örneği kabul edilir.
Romantizmin etkili olduğu 18. asırdan itibaren günlük örnekleri hızla artmıştır. Rousseau’nun İtiraflar’ı, Goldoni’nin İyiliksever Somurtkan’ı, Goethe’nin Şiir ve Hakikat’i, Hugo, Stendhal ve Verlaine’in günlükleri erken dönemde yazılmış önemli güncelerdir.
Arap edebiyatında rihlat, vefayat, havadis, Farsça metinlerde sefername, tezkire ve Türkçede vekayi, sergüzeşt, seyahatname, sefaretname gibi metinler arasında hatıraların da yer aldığı bilinmektedir.
Orhun Yazıtlarını Türk kültür tarihinin ilk anı türü olarak kabul edebiliriz.
Bâbur Şah’ın hatıralarını içeren Bâburname, anı türünün olgun bir örneğidir.
Seyyid Muradî Reis’in yazdığı, Barbaros’un savaşlarını anlatan Gazavât-ı Hayreddin Paşa,
Macuncuzade Mustafa Efendi’nin Sergüzeşt-i Esir-i Malta (1597), Temeşvarlı Osman Ağa’nın hatıralarını bu türün örnekleri arasında sayabiliriz.
III. Selim’in sır kâtibi Ahmed Efendi’nin Ruzname’si Padişahın gülük hayatı, saray ve çevresini anlatmanın yanında 1791-1802 tarihleri arasındaki siyasi olaylarına da değinmesi bakımından ayrıca önemlidir. Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran ve Mısır seferlerini anlatan Haydar Çelebi Ruznamesi ile Ahmet Ağa’nın Vaka-yı Beç (II. Viyana Kuşatması günlüğü olarak bilinir) adlı eserleri de günlük türünün erken örnekleri arasında kabul edilebilir.
Tanzimat’tan sonra;
Direktör Ali Bey’in Hindistan’a yaptığı geziyi anlatan Seyahat Jurnali (1897) ilk günlük örneği olarak kabul edilebilir.
Cevdet Paşa’nın Tezakir ve Ma’rûzat adlı eserleri döneminin siyasi olaylarını anlatır.
Keçecizade İzzet Molla’nın Mihnetkeşan (1852)
Ahmet Mithat Efendi’nin Menfa (1876)
Ziya Paşa’nın Defter-i A’mâl (1881)
Muallim Naci’nin Medrese Hatıraları (1886), Ömer’in Çocukluğu (1889)
Sami Paşazade Sezai’nin Londra Hatıraları (1896)
Ahmet Rasim’in Gecelerim (1896), Eşkâl-i Zaman (1918), Muharrir-Şair-Edip (1922)
Ali Kemal’in Ömrüm (1919) adlı eserleri neşredilmiştir.
Halit Ziya’nın Saray ve Ötesi adlı eseri de Mabeyn başkâtibi olduğu 1909-1912 yılları arasında saray hayatını ve İttihat Terakki-Saray ilişkilerini anlatması bakımından çok önemlidir.
Cumhuriyet döneminde Nurullah Ataç’ın günlükleri önemlidir. Bir diğer önemli isim Salah Birsel’dir. Fethi Naci’nin Eleştiri Günlükleri edebiyat hayatımız açısından önemlidir.
Batı edebiyatında; Pavese, Kafka, Gide, Baıdelaire, Camus, Tarkovski, Kierkegaard, V. Woolf ve Zweig, meşhur güncelerin yazarlarıdır.

Ünite 8
Biyografi
İnsanlığa katkı yapmış kişilerin hayat hikâyelerinin yazılmasıyla ortaya çıkan bir türdür. Biyografilerde gerçeklik vurgusu ön plandadır. Bu nedenle tanıklıklara yer verildiği görülür. Klasik edebiyatımızda bu türe Tercüme-i Hal, Hal Tercümesi denmektedir.
Otobiyografilerde kişisellik ön plandadır. Tür olarak anı ve hatıraya yakın olan otobiyografi, merkeze yazarın kendisini almasıyla öznelleşerek diğer türlerden ayrılır(anı ve hatırada anlatılan kişiler ve olaylar ön plandadır).
Ünlü bir kişinin (veya şehrin ya da bir fenomenin) şahsiyetini etraflıca ele alan eserlere monografi denilir.
Biyografik romanlarda bilinen, önemli bir şahsiyet hikâyenin kahramanı gibi ele alınır. Ancak burada da amaç edebi bir eser vermek değil, anlatıya konu olan kişinin hayat hikâyesine sadık kalmaktır.
Vefat sonrasında gazete ve dergilerde çıkan yazılara nekroloji denmektedir. Biyografik bilgi verdikleri için önemlidirler.
Ölüm karşısındaki çaresizliğimiz tarihin en eski çağlarından itibaren ölümsüzlük düşüncesini cazip kılmıştır ve bu nedenle biyografi türüne tarih içinden bolca malzeme çıkmaktadır. Mezar taşları dahi buna örnektir.
Plutarkhos’un Paralel Yaşamlar’ı türün ilk örneği kabul edilir (46-120)
İngiltere’de 6. yüzyıldan itibaren ahlaki mesaj vermek amacıyla azizlerin hayatlarını anlatan hagiographi denilen tür ortaya çıkar. Ortaçağ boyunca bu devam eder. Boccacio, De Casibus Virorum et Feminarum Illustrium adlı eseriyle türün yeniden canlanmasını sağlar.
Rönesans’la birlikte sanatçıların hayat hikâyeleri biyografiye konu olmaya başlar. Giorgio Vassari (Lives of Artists, 1550), William Poper (Life Sir Thomas More), George Cavendish (Life of Wolsey) dikkat çeken isimlerdir.
Modern anlamdaki biyografi Lytton Strachey’in Eminent Victorians (1918) adlı eseriyle başlar. Türün duayeni Zweig’tır.
İslam dünyasında; siyerler, gazavâtlar, ahbar kitapları, tabakat kitapları, tezkireler, menakıpnameler, şecere kitapları, kısasü’l-enbiyalar biyografi açısından verimli kaynaklardır.

Cumhuriyet Öncesi Türk Edebiyatında Biyografi
Şairler hakkında yazılan tezkirelerin ilk örneği Arap edebiyatında Muhammed b. Sallam el-Cumâhi (öl. 865) tarafından yazılmıştır (Tabakâtû’ş-Şu’arâ).
Türk edebiyatında ilk tezkire Ali Şir Nevayî tarafından yazıldı. Anadolu sahasında ise ilk örnek Sahi Bey’e aittir (Heşt-Behişt). Latifî ve Âşık Çelebi’nin tezkirelerin bu türün en başarılı örnekleridir.
Tanzimat döneminde;
Mehmet Siraceddin’in Mecmuau’ş-Şuarâ ve Tezkire-i Üdebâ (1907)
Bursalı Mehmet Tahir’in Osmanlı Müellifleri (1916-1925)
İbnulemin Mahmud Kemal İnal’ın Son Asır Türk Şairleri (1930)
Nüzhet Ergun’un Türk Şairleri (1935)
Recaizade Mahmut Ekrem’in Kudemadan Birkaç Şair (1885)
Ebuzziya Tevfik’in Numune’i Edebiyat-ı Osmaniye (1890)
Muallim Naci’nin Osmanlı Şairleri (1890) ve Esami (1890)

Cumhuriyetten sonra;
Süleyman Nazif (Mehmet Akif), Mithat Cemal Kuntay, Abdülhak Şinasi Hisar, Yakup Kadri, Sadettin Nüzhet Ergun (Divan edebiyatından pek çok şair hakkında biyografiler hazırlamıştır), Asım Bezirci, İ. Alaettin Gövsa, Gündüz Akıncı, Behçet Necatigil, Şevket Süreyya Aydemir önemli eserler neşretmişlerdir.
Üniversitelerin mezun vermeye başlamasıyla bilimsel biyografilerin sayısında da artış olmuştur:
Kenan Akyüz, Mehmet Kaplan, Olcay Önertroy (Halit Ziya Uşaklıgil, Romancılığı ve Romanımızdaki Yeri), Birol Emil (Mizancı Murad Bey, Hayatı ve Eserleri), Haluk İpekten, İsmail Parlatır, Fatih Andı, İsmail Çeşitli, Nurullah Çetin, Yakup Çelik, Mustafa Özbaltacı, Ramazan Korkmaz, Güler Güven…
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir ve Yahya Kemal isimli eserleri hem edebi hem de bilimsel biyografiye örnek teşkil edebilecek nitelikte eserlerdir.

Biyografik Romanlar;
Hasan Ali Yücel’in 1932’de yayımlanan Goethe Bir Dehanın Romanı adlı eseri türün ilk örneği kabul edilir. Mehmet Emin Erişirgil’in 1951’de yayımlanan Bir Fikir Adamının Romanı Ziya Gökalp ve İslamcı Bir Şairin Romanı Mehmet Akif adlı eserleri ve Yusuf Ziya Ortaç’ın İsmet İnönü adlı eserleri biyografik romanlarımızdandır.
Oğuz Atay’ın 1975’te yayımlanan Bir Bilim Adamının Romanı adlı eseri kurgusundaki başarı nedeniyle müstesna bir yere sahiptir.
Nermiz Bezmen’in dedesinin hayatını anlattığı Kurt Seyt ve Shura, Kurt Seyt ve Murka, Ayşe Kulin ve Hıfzı Topuz’un bazı romanları, Atilla Şenkon’un Bütün Düşler Nazlı’dır adlı eserleri bu türde eserlerdir.

Portreler;
Yusuf Ziya Ortaç, Haldun Taner, Beşir Ayvazoğlu, Hüseyin Cahit Yalçın, Hakkı Süha Gezgin, Orhan Okay ve Hilmi Yavuz bu nitelikte eserler neşretmişlerdir.
Nekroloji edebiyatı bakımından da kayda değer birikime sahibiz diyelim ve fasıla edelim…

Ünite 9
Mektup – Söylev

Mektup sözcüğü Arapçada yazılı, yazılmış anlamlarına gelmektedir. Türün en eski örnekleri Mısır firavunlarının yazdığı diplomatik mektuplar ile Hitit krallarının Boğazköy arşivindeki mektuplardır.
Özel Mektuplar
Yakın ilişkideki insanlar arasında yazılan mektuplardır. İçeriği yazanla yazılanı ilgilendirir. Bu bakımdan gizliliği vardır.
İş Mektupları
Konusu ne olursa olsun bir iş veya hizmet içeren mektuplardır.
Edebi ve Felsefi Mektuplar
Düşünce, görüş-fikir veya tezin savunulması amacıyla yazılan mektuplardır. Bu mektupların bazısı gazete ve dergilerde yayımlanmak üzere yazılmış açık mektuplardır.

Antik Yunan’dan günümüze mektup türü önemli bir iletişim aracı olmuştur. Latin edebiyatında Çiçero’nun elinde iyice işlenen mektup kâğıdın kullanıma girmesiyle birlikte yaygınlaştı.
Rönesans İtalya’sında Aretino, Tasso ve Ariosto’nun mektupları önemlidir. Aydınlanma döneminde bu türün en büyük ustası Voltaire’dir (18 bin mektubu vardır).
Doğuya baktığımızda İslamiyet’ten önce mükatebe ve mürasele adıyla mektup yazıldığını görürüz.
Edebiyatımızda dostluk, sevi içerikli mektuplara muhabbatname, meveddetname ve uhuvvetname; astın üste yazdığı mektuplara arıza, şukka; tevazu göstermek için bazen varakpâre denilmiştir.
Âşık edebiyatımızda mektuba kâğıt, gam yükü, gönül dili, çile bohçası gibi adlar verilmiştir.
Divan edebiyatında ise mektuba inşa denilmiştir. Mektup yazanlara münşi, resmi yazışmacılara nişancı, münşilerin eserlerini bir araya getirdikleri metinlere münşeat denilmiştir.
Fuzulî’nin Şikâyetname’si mektup türünün örnekleri arasındadır. Lamiî, Gelibolulu Ali ve Ragıp Paşa mektup türünde eserler vermiştir.
Tanzimat döneminde Abdülhak Hamit, Namık Kemal ve Muallim Naci; II. Meşrutiyetten sonra Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp mektup türüne rağbet etmiştir.

Söylev
Sözlü bir türdür; bir düşünce, inanç ya da fikri savunmak, dinleyenlere aşılamak amacıyla yapılan etkili konuşmalardır. Söylev sanatına hitabet, söyleyene hatip denir.
Söylevde öncelikle konu ve amaç belirlenir.
Hitap edilecek kitlenin niteliği göz önüne alınır.
Konuya uygun malzeme toplandıktan sonra inceleme ve gözleme geçilir.
Fikirlerin öncelik sırası belirlenir ve konu belli bir plana oturtulur.
Söylevin girişinde amaç belirlenir.
İsteğe bağlı olarak girişte veciz sözler, özdeyişler kullanılabilir. Bunlar söyleve ilgiyi artırır.
Gelişme bölümünde konu ayrıntılarıyla ele alınır. Tezler ileri sürülür. Düşünceler dile getirilir. Örnekler verilir. Belgelerle kanıtlar sunulur.
Sonuç bölümü ki en önemli bölümdür, öne sürülen tezle ilgili yargılar, olabildiğince etkili ve çarpıcı şekilde bu bölümde toparlanır.
Söylevde kısa cümleler tercih edilir. Devrik cümle kullanılarak dinleyicinin ilgisi çekilir.

Daha çok haber kipinde veya mastar halinde fiiller kullanılır. Basmakalıp söz ve deyimlerden kaçınılır. Söylevin konusu dinleyici kitlesini ilgilendiren bir meseleyi işaret etmelidir.
Söylevin özü köklü bir zihin kültüründen kuvvet alır. Zihin kültürü ise edebi, sosyal, tarihi bilgilerin bir bileşimidir. Konuşmacının sakin, serinkanlı olması önemlidir. Konuşurken telaşa düşmemelidir.
Topluluğun sesi olmak, toplulukla duygudaşlık kurmak, dinleyicilerin içinde bir tartışma yaratmak söylevin baş amacıdır.
Siyasi Söylev
Bilimsel Kültürel Söylev
Düşünce insanlarının konferansları bu başlık altında incelenebilir.
Askeri Söylev
Kumandanların cephedeki konuşmaları bu başlık altında incelenebilir.
Dini Söylev
Mabetlerdeki dün konulu konuşmalardır. Cuma hutbeleri bu türün en bildik örneğidir.
Hukuki Söylev
Mahkeme salonunda iddianameler ve savunmalar bu türün içeriğini oluşturur.

Söylev türünün en eski kaynağı Aristoteles’in Retorik adlı eseridir.
Retorik, söylevdeki kanıtlama öğesi üzerinde durur. Kitabın ilk iki bölümü söylevin içeriğiyle, üçüncü bölüm ise ifade ile ilgilidir.
Demosthenes ve Çiçero diğer kuramcılar olarak incelenebilir.
Söylev konusunda araştırmalar yapmış olan Farabi, Fusulül Medeni adlı eserinde iyi bir devler adamında olması gereken nitelikleri sıralarken söz söyleme yeteneğinden ayrıca söz eder.
Söylevin tarihimizdeki ilk örneği Orhun Yazıtları’dır.
Halide Edip’in 16 Mayıs 1919 tarihli Sultanahmet mitingindeki konuşması, Hamdullah Suphi’nin 30 Mayıs 1919 tarihli Sultanahmet mitingi konuşması, Mehmet Emin Yurdakul’un 23 Mayıs 1919 tarihli Sultanahmet mitingi konuşması, Süleyman Nazif’in 1920’de Piere Loti gününde İstanbul Üniversitesi’nde yaptığı konuşma ve Atatürk’ün Nutuk başta olmak üzere çeşitli konuşmaları söylev türünün örnekleridir.

Ünite 10
Röportaj – Mülakat

Kelimenin kökü Latince toplamak, getirmek anlamlarına gelen reportare fiiline dayanmaktadır.
Haber yazısından farklı olarak röportajda yazar kendi kişisel görüşlerini de dile getirirken aynı zamanda okurlarını yönlendirmeye de çalışır.
Düşünsel bir planlamayla yazılan röportajlarda yazar anlattıklarının doğruluğunu konuşma, bilgi toplama ve fotoğraflarla destekler. Röportajın inandırıcılığı gerçeklere dayanmasıyla doğru orantılıdır. Röportajda diğer bütün anlatım biçimlerinden yararlanmak mümkündür.
Röportaj tanıtma özelliği olan metinlerdir. Bilgi verirken katı değildir. Bazen sohbet bazen de konuşma tarzındadır. Metnin canlılığına dikkat edilir.
Makalede olduğu gibi röportaj da bir teze dayanır. Yazar bu tezi inceler, araştırır, tanıklarla görüşür, fotoğraf ve belgelerle okuyucusunun bilgisine sunar.

Yöntem Açısından Röportajlar
Konuşmaya dayalı ve belgesel olmak üzere ikiye ayrılırlar. Belgesel röportaj; sözlü ve yazılı kaynaklardan faydalanır, bilgi toplar, araştırmasını bu şekilde hazırlayıp okuyucunun ilgisine sunar.
Ele Alınan Konu ve Görüşülen Kişilere Göre Röportajlar
Bu başlık edebi, siyasi, sağlık veya spor içerikli alt kategorilere inebilir.
Uzunluğuna Göre Röportajlar
Bir konu hakkında tek bir metinden oluşan röportajlar olduğu gibi bir konuyu kapsamlı şekilde ele alan dizi röportajlar da vardır.
Anlatım Tarzına Göre Röportajlar
Öyküsel ve kurgusal gibi alt kategorileri vardır. Kurgusal röportajda tanıkların anlatımını metnin içinde çeşitli yerlerde kullanan yazar bu yolla metin kurgusunu öne çıkartmış olur.
Sunuş Tarzına Göre Röportajlar
Çarpıcı giriş yazılarıyla başlayan röportajlar Amerikan röportajı olarak adlandırılır. Bu tür röportajlarda en sonda söylenmesi beklenen sözler giriş bölümünde açıklanır.
Yazarın kendini merkeze aldığı, ön plana çıkardığı röportajlara Alman röportajı denir.
Gezi yazılarındaki gibi yazarın ilgisini çeken detaylara yer vermeyip gezilen bölgeyle ilgili sorunsalları öne çıkaran metinlere de gezi röportajı denir.

Türk Edebiyatında Röportaj Türünün Gelişimi
İlk örnekleri seyahatnamelerde görmek mümkündür. Seydi Ali Reis’in Mirat’ül Memalik adlı eseri gezi tarzı röportaja örnek olarak incelenebilir.
Evliya Çelebi’nin Seyahatname adlı eseri de gezip gördüğü yerleri etraflıca tanıtıyor olması bakımından röportaj olarak kabul edilebilir.
Ruşen Eşref’in Diyorlar ki adlı eseri mülakat biçiminde bir röportaj kitabıdır.
Hikmet Feridun Es (Bugün de Diyorlar ki), Mustafa Baydar (Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar), Gavsi Ozansoy (40 Yıl Sonra Diyorlar ki), Yaşar Nabi (Edebiyatçılarımız Konuşuyor) mülakat türünün diğer örnekleridir.
Ruşen Eşref, Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal’le Mülakat adlı eseriyle Mustafa Kemal’le ilk röportajı yapmıştır.
Falih Rıfkı (Faşist Roma, Kemalist Tiran, Kaybolmuş Makedonya, Moskova-Roma), Yılmaz Çetiner (Bilinmeyen Aravutluk, El Fateh), Abdi İpekçi (Dünyanın Dört Bucağından), Fikret Otyam (Ne Biçim Amerika, Ne Biçim Rusya) gezi röportajı tarzında eserler neşrettiler.
Sait Faik, adliye muhabirliği yaptığı dönemde gerçekleştirdiği röportajları Mahkeme Kapısı adlı eseriyle yayımladı (1956).
Bu türün diğer önemli eserleri;
Cevat Fehmi, Geceleri Bizi Kimler Bekliyor (1933)
Necmi Onur, Çanakkale Savaşları ve Şehitler Abidesi (1950), Çadır Tiyatrosu (1966)
Dursun Akçam, Analarımız (1962)
Fikret Otyam, Doğudan Gezi Notları (1960), Bir Karış Toprak İçin (1965), Oy Fırat Asi Fırat (1966)
Tahir Kutsi Makal, İç Göç (1964), Acı Yol (1964)
Hikmet Çetinkaya, Toprak Bizim Canımız (1973)
Yılmaz Çetiner, Bir Yudum Çay İçin (1968)
Nurullah Berk, Ustalarla Konuşmalar (1971)

Mülakat
Arapça kökenli mülakat sözcüğü karşılıklı buluşmak, görüşmek anlamlarına gelmektedir. Soru cevap temeline dayanan mülakatlar röportaj türünün başlangıcı sayılabilir. Mülakatta konuşulanların aynen yayınlanması zorunludur. Mülakat bu sebeple ciddi bir ön çalışmayı gerektirir.

Türk Edebiyatında Mülakat Türünün Gelişimi
Ruşen Eşref’in eseri mülakat türünün ilk örneğidir. Mülakat türü gazetelerin talebi doğrultusunda yıllar içinde hızla gelişmiştir, örnekleri artmıştır.


Kitap bitti

Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri
CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK ŞİİRİ

Ünite 1
Tarihsel Toplumsal Edebi Şartlar
Tanzimat döneminden itibaren edebiyatımız batı etkisi altında gelişme göstermiştir.
23 Temmuz 1908’de İttihat ve Terakki’nin baskısıyla Kanun-i Esasi yeniden yürürlüğe girer.
II. Meşrutiyet dönemi boyunca otuza yakın siyasi parti kurulmuş ve beş defa seçim yapılmıştır.
Cumhuriyet öncesi dönemde etkili olan düşünce akımları Türkçülük, İslamcılık ve Batıcılık (Tevfik Fikret ve Abdullah Cevdet, şiirleriyle bu akıma destek olmuşlardır) olmuştur. II. Meşrutiyet döneminin ilk yıllarında etkili olan Osmanlıcılık akımı da bazı aydın çevrelerinde taraftar bulmuştur. Osmanlıcılık akımı Balkan Savaşlarından sonra etkisini yitirmiştir.
Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad adlı dergiler, Sultan Abdülhamid’in de desteğiyle İslamcılık akımının yaygınlaşmasında etkili olmuştur.
Cumhuriyet döneminde de çok etkili olan Türkçülük akımının temel esasları;
Dilde Türkçülük, estetik Türkçülük, ahlaki Türkçülük, hukuki Türkçülük (demokratik halk hükûmeti kurma düşüncesi), dini Türkçülük (Türkçe ibadet taraftarıdırlar), ekonomik Türkçülük (karma-ekonomik düzen), siyasi Türkçülük (halkçı ve Türkçü politikaların desteklenmesidir), felsefi Türkçülük…
Trablusgarp Savaşı ve hemen ardından Balkan Savaşlarında verilen ağır kayıplar edebiyatımızın tematiklerinin kaynağını oluşturmuştur.

II. Meşrutiyet Dönemi Biçim ve Dil
Milli Edebiyat akımı Türkçülük ve uluslaşma çabalarının ürünü olarak dikkate çekmektedir. Bu dönemde yazı diliyle konuşma dili arasındaki mesafe kapanmaya başlamıştır.
Milli Edebiyat ≡ milli dil
Dilde sadeleşme cumhuriyetin ilanından önce meyve vermeye başlamış olan bir akımdır. Ömer Seyfettin, Refik Halit, Yakup Kadri, Halide Edip ve Reşat Nuri’nin erken dönem eserleri edebiyatımıza bu çerçevede katkı yapmıştır.
Aruz / Hece tartışmaları bu dönemde dikkat çeken bir diğer konudur. Mehmet Emin Yurdakul 1898’de yayımladığı Türkçe Şiirler adlı eseriyle bu yönde ilk adımı atan isimdir.
Şiirde ferdi duyguların öne çıkması Edebiyat-ı Cedide’den itibaren artarak devam eder. Erken dönemde ferdi temalarda milli temalar, aynı söylem içerisinde, iç içedir (Ahmet Haşim müstesna).
Cumhuriyet öncesi dönemin savaş şiirleri;
Abdülhak Hâmid’in İlhâm-ı Vatan, Fâik Âli’nin Elhân-ı Vatan, Nigâr Hanım’ın Elhân-ı
Vatan, Ali Ekrem’in Ordunun Defteri, Mehmed Ali Tevfik’in Turanlı’nın Defteri,
Mehmed Emin’in Ordunun Destanı, Zafer Yolunda, Halid Fahri’nin Cenk Duyguları adlı kitaplarıdır.
İsmi verilen bu kitapların dışında Abdülhak Hamid’in Girit İçin, İlham-ı Nusret, Cenap Şahabettin’in Hilal-i Giryan, Emin Bülent’in Kin, Mehmet Akif’in Çanakkale Şehitlerine başlıklı şiirleri, Bülbül, Mithat Cemal’in Kuvvete, Orhan Seyfi’nin Ordu Kafkasya’ya Girince, Yusuf Ziya’nın Kafkasya’dan Kalanlara, Yahya Kemal’in 1918 adlı şiirleri yine savaş konuludur.
Meclis’in Ankara’da açılmasıyla birlikte edebiyatta Anadolu ilgisi artmaya başlar. Halk, millet, memleket, vatan ve çağdaş medeniyet kavramları dönem edebiyatının başlıca kavramları ve konuları arasında yer alır.
Devrim tarihinin en hızlı dönemleri edebiyat tarihimiz açısından da bir hayli dinamiktir. Mehmet Kaplan’ın yakıştırmasıyla bu dönem edebiyatı destani ruh taşımaktadır.
Milli Şef döneminde Tercüme Dergisi’nin etkinliği dikkate değerdir.

Ünite 2
1920-1940 Arası Türk Şiiri
İstiklal Harbi’nden çıkmış ve yeni bir Cumhuriyet kurmuş olmanın coşkusu şiirde kendini hissettirir. Bu durum eskiyi reddediş ve yeniye övgü şeklinde tezahür eder.
Bu dönemde eser veren şairler ve eserleri;
Hüseyin Siret: Bağbozumu (1928), Kıvılcımlı Kül (1937)
Süleyman Nazif: Malta Geceleri (1924)
Mehmet Behçet: Buhurdan (1925)
Fazıl Ahmet Aykaç: Kırpıntı (1924)
Neyzen Tevfik: Azab-ı Mukaddes (1924)
Halil Nihat Boztepe: Ayine-i Devran (1924), Mahitab (1924), Ağaç Kasidesi (1947)
Rıza Tevfik: Serab-ı Ömrüm (1934)
Samih Rifat, şiirleri kitaplaşamasa da gazete ve dergilerde bu dönemde yayımlanan eserleriyle dikkat çekmiştir.
Mehmet Emin’in Mustafa Kemal (1928) ve Ziya Gökalp’in Altın Işık adlı eserleri dönemin edebi ortamında yankı bulmamış eserler arasındadır.
Ortak noktaları aruz vezninde ısrar olan Ahmet Haşim, Yahya Kemal ve Mehmet Akif, bu dönemin en güçlü şairleridir.

Mehmet Akif Ersoy
Hamasi edebiyatın Namık Kemal’den sonraki temsilcisidir.
Şiirinin özellikleri;
Şiirlerindeki doğallık, şiirlerinde konuşma diline yaklaşması, gerçekçi tasvirlerle çarpıcı ve alışagelmemiş metaforların bir arada kullanılmasıyla elde edilen orijinal imgeler, vezin ve kafiye konusundaki başarısı, şiirindeki diyalog tekniği, mesaj yüklü dizeleriyle elde ettiği öğretici etki.
Eserleri;
Safahat (1911)
Süleymaniye Kürsüsünde (1912)
Hakkın Sesleri (1913)
Fatih Kürsüsünde (1914)
Hatıralar (1917)
Asım (1924)
Gölgeler (1933)

Yahya Kemal Beyatlı
Batı şiiriyle geleneksel şiirimizi başarıyla sentezlemiştir. Derslerini izlediği Albert Sorel’den tarih bilinci, parrnasyen şair J.M. de Heredia’dan da klasik metinlerde olduğu gibi temiz, sade ve sağlam şiir dili bilincini almıştır. Yakup Kadri’yle birlikte savundukları Nev-Yunanilik akımı bu düşüncelerden beslenmiştir.
Yahya Kemal, şiirin “duygunun lisan haline gelinceye kadar yoğrulması” olduğunu söyler.
Duyguyu dile, dili sese dönüştürecek olan deruni ahenk ve tarih bilinci olacaktır.
İmtidat: Bergson’un “süre”sine benzer. Süreklilik, değişerek devam etmek, devam ederken değişmek gibi anlamları içeren bir kavramdır. Yahya Kemal’in sanat anlayışının anahtarı bu kavramdır.
Eserleri;
Kendi Gök Kubbemiz (1961)
Eski Şiirin Rüzgârıyla (1962)
Rubailer ve Hayyam Rubailerini Türkçe Söyleyiş (1963)
Bitmemiş Şiirler (1976)

Ahmet Haşim
Göl Saatleri (1921) ve Piyale (1926) şairin şiirleri tamamen ferdîdir. Toplumsal olaylara şiirlerinde yer vermez. Sembolizmin etkisindeki şair yeni Türk edebiyatında saf şiirin öncüsü olmuştur. Piyale’nin başında yer verdiği “Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar” başlığı altında ele aldığı şiirde mana ve vuzuh konulu yazısı Türk şiirinin modernleşme sürecindeki temel taşlarından biridir.
Şair bu yazısında şiirin anlaşılmaya ihtiyacı olmayan sözle musiki arasında sözden ziyade musikiye yakın bir ara-dil olduğunu belirtmiştir. Yahya Kemal’in deruni ahenk kavramıyla bu görüş arasında paralellik vardır.

Dergâh Dergisi
1921-23 yılları arasında on beş günde bir olmak üzere 42 sayı çıkmış olan Dergâh dergisi, cumhuriyet döneminin ilk yıllarında şairlerimiz üzerinde etkisi olan önemli bir yayın organıdır. Derginin ismi için Ahmet Haşim “haşhaş”, Yahya Kemal ise “ithaf” ismini önermiştir.
Dergâh’ın yayın politikasında Yahya Kemal’in düşüncelerinin belirleyici olduğu dikkat çekmektedir.
Yahya Kemal’in ilk sayıda yayımlanan “Üç Tepe” adlı yazısı bildiri niteliğindedir: Tanzimatçılar dünyaya Çamlıca tepesinden bakarken Servet-i Fünûncular Tepebaşından bakmışlardı. Yahya Kemal bunların karşısına Milli Mücadele’nin simgesi olan Metristepe’yi çıkarır.

Dergide yayınlanan Mustafa Şekip (Tunç)’un makaleleri ve Bergson çevirileri modern-mistik eğilimlerin oluşmasında etkili olmuştur.

1. Kuşak Hece Şairleri
Orhan Seyfi Orhon, Halit Fahri Ozansoy, Enis Behiç Koryürek, Yusuf Ziya Ortaç, Faruk Nafiz Çamlıbel, “Hecenin Beş Şairi” veya “Beş Hececiler” olarak anılmaktadırlar. Bu isimlere öncekilerden Mehmet Emin, Ziya Gökalp, Şükufe Nihal Başarır, İbrahim Alaettin Gövsa ve Halide Nusret Zorlutuna da eklenerek “On Hececiler” de denilmiştir.

Hececiler sade Türkçenin, İstanbul Türkçesinin şiir dili haline gelmesini sağladılar.

Hecenin 2. Kuşağı ve Ritmin Zaferi
Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Kutsi Tecer, Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Muhip Dıranas, Cahit Sıtkı Tarancı, bu isimler hecenin ikinci kuşağını oluşturan şairlerdir. Hem biçim hem de içerik bakımından şiire yenilikler getiren Ercüment Behzat Lav ve Nâzım Hikmet ise üçüncü kuşağı oluşturur (Memleket Edebiyatı).
Adını ilk kez Altın Kitap dergisinde yayımlanan Musul Akşamları şiiriyle duyuran Ahmet Hamdi, şiirlerinin tamamını 1961’de kitaplaştırdı. Düşünceleri Yahya Kemal çizgisindeki şairin şiirlerinde Ahmet Haşim’in etkisi hâkimdir.
Ölüm, yalnızlık ve hüzün gibi ferdi içerikli ilk şiirleri Dergâh’ta yayımlanan Ahmet Kutsi Tecer ilerleyen dönemde halk kültürü ve ülke gerçeklerine yönelir. Ülkü dergisi etrafındaki etkinlikleri ve Âşık Veysel’i kültür dünyamıza tanıtması önemlidir. Şiirlerinde canlı bir Türkçe, ritim ve ses özellikleri dikkat çeker.
Fahriye Abla şiiriyle popüler olan Ahmet Muhip Dıranas, Türk şiirinde hecenin son halkasını teşkil eder. Dil ve duyarlılık bakımından en çok dikkat çeken isimlerden biridir.
Cahit Sıtkı, hecenin 2. Kuşağında dikkat çeken bir diğer şairdir. Şiirleri Ömrümde Sükût (1933), Otuz Beş Yaş (1946), Düşten Güzel (1952) ve Sonrası (1957) adlarıyla yayımlandı. Şiirlerinde sese ve ahenge önem veren şair, şiirlerinde duyguyu ritme dönüştürmeye çalışır.

Hecenin ikinci kuşağında yalın Türkçe ve hece vezni şiirimize tamamen hâkimdir. Bu dönemin şiirinin özellikleri;
Sembolizmin yanında halk şiirinin özellikleri bir aradadır.
Dönemin şiiri biçim ve özde titizdir. Ses ve ahenk öğeleriyle özgün imge ve anlam öğeleri sıkı şekilde kaynaşmıştır.
Şiirde anlamın sezdirilmesine öncelik verilmiştir.
İlk kuşağın epik ve didaktik tarzına karşılık bu kuşak şairleri lirizmin peşindedir.
Şiirin amacı yine kendisidir yani saf şiir anlayışına bağlıdırlar.

Memleket Edebiyatı
Cumhuriyetin kuruluşundan hemen önce kimlik oluşturucu bir öğe olarak ele alınan Anadolu, din ve soy etkenlerinin dışında Anadolu’nun maddi ve manevi gerçekliğini esas alan ulusçuluk düşüncesinin güdümündedir. Nurettin Topçu buna ek olarak felsefi ve mistik bir derinlik katmıştır Anadolu düşüncesine.
Memleket edebiyatı kapsamında Anadolu düşüncesinin şiirimizdeki başlangıcı Faruk Nafiz Çamlıbel’in Çoban Çeşmesi (1926) adlı şiiri olarak kabul edilir. Bu kitaptaki “Sanat” adlı şiir hem şairin hem de memleket şiirinin poetikası gibidir. Şair, “Han Duvarları” adlı şiiriyle bu akımın en tanınmış ürününü verir.
Gurbet şairi olarak tanınan Kemalettin Kamu, şiirleriyle Faruk Nafiz’in yolunu izlemiştir. Memleket şairlerinden Ömer Bedrettin Uşaklı’nın Deniz Sarhoşları (1926), Yayla Dumanı (1934) ve Sarıkız Mermerleri (1940) adlı kitaplarındaki şiirleriyle Anadolu manzarası resmeder.
Zeki Ömer Defne, halk şiiri geleneği ile modern dünyayı kucaklamaya çalışır.
Bedri Rahmi Eyüboğlu, folklor motiflerini renkli ve coşkulu bir dille kullanmıştır.
Sanatı zayıf olsa da ele aldığı konular itibariyle Behçet Kemal Çağlar’ı da Memleket Şairleri dahilinde kabul edebiliriz (Faruk Nafiz’le birlikte Onuncu Yıl Marşı’nı yazmıştır).
Orhan Şaik Gökyay ile Arif Nihat Asya bu kuşağın hamasi sesleridir.
Memleket Edebiyatının konularının yerel olması ilerleyen dönemde taraftar bulmasını güçleştirmiştir.

Yeni Oluşumlar / Yedi Meşaleciler
Muammer Lütfi’nin Yedi Meşale adında ortak bir kitap çıkartmaya çalıştığı şairler Sabri Esat Siyavuşgil, Yaşar Nabi Nayır, Vasfi Mahir Kocatürk, Cevdet Kudret Solok ve Ziya Osman Saba ile hikâyeci Kenan Hulusi Koray cumhuriyet döneminin ilk edebiyat topluluğu olan Yedi Meşalecileri teşkil ederler.
Memleket edebiyatından bıktıklarını dile getiren bu isimlerin tepkisi gençlik hevesi olarak kalmıştır.
Ortak kitaptan sonra Odalar ve Sofralar (1933) adında bir kitap yayımlayan Sabri Esat, çeviri ve bilimsel meşgalelere yönelir. Kahramanlar (1929) ve Onar Mısra (1932) adlı eserlerin sahibi Yaşar Nabi, Varlık dergisini yönetir. Vasfi Mahir, Tunç Sesleri (1935), Geçmişten Geceler (1936), Bizim Türküler (1937) ve Ergenekon (1941) adlı eserleri yazdıktan sonra zamanını edebiyat tarihi çalışmalarına ayırır. Cevdet Kudret, Birinci Perde (1929) adlı eserinden sonra eleştiri ve edebiyat tarihi türlerine yönelir. Ziya Osman Saba ise Sebil Güvercinler (1943), Geçen Zaman (1947) ve Nefes Almak (1957) adlı eserleriyle kendine müstesna bir yer edinmiştir. Şiirlerinde ev ve ev içi imgelerini sadelikle şiirleştirmesi dikkat çeken niteliğidir.
Yedi Meşaleciler kısa soluklu olsalar da şiirlerindeki ince duyarlılık ve dış dünyayı ressam dikkatiyle resmeden dizeleriyle dikkat çekmişlerdir.

Türk Şiirinde Kaynak Arayışları: Mitoloji, Folklor, Sembolizm
Yeni kurulan cumhuriyetle birlikte dilde sadeleşme edebiyat ortamında karşılık bulmuş ve dildeki bu yenilik kendine kültürel bir dayanak bulmak ihtiyacı içerisine girmiştir. Bu çerçevede Ahmet Kutsi Tecer’in izindeki bir gurup halk kültüründen beslenmeye çalışmış, bir başka gurup Ziya Gökalp’in izinde Türk mitolojisinden faydalanmaya çalışmış diğer bir gurup ise Ahmet Haşim ve Tanpınar çizgisinde sembolizmden ilham alarak kültürel bir yapı arayışı içinde olmuştur. Halk kültürü ve mitoloji odaklı arayışların Türk şiirine yatay (kültürel kimlik olarak katkı yaptığı için), sembolizmin ise dikey boyut kattığı düşünülebilir (yapısal katkı yaptığı için).

Ünite 3
Garip Hareketi
Ankara Erkek Lisesi’nden itibaren arkadaşlıkları devam eden Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rifat’ın başlattığı yenilikçi harekettir. İlk şiirleri okulun yayın organı olan Sesimiz adlı dergide yayımlanır. 1936’dan itibaren Varlık dergisinde görülürler. Bazı şiirlerinde Mehmet Ali Sel müstearını kullanan Orhan Veli ilk şiirlerinde (1936-37) başarılı bir hece şairidir. 1938’de yayımladığı Kitabe-i Seng-i Mezar (Süleyman Efendi ve nasırı hakkındaki şiir) şiiri alayla karşılanmıştır.
1941’de yayımladıkları Garip adlı ortak yayının önsözünde şiir ve sanat anlayışlarını açıkladılar. Bu üçü dışında bugün artık isimleri hatırlanmayan pek çok şair zamanla bu harekete dâhil olmuştur. Orhan Veli 1945’ten sonra yenilikçi anlayışının keskin çizgilerini yumuşatır; klasik şiirin imkânlarını şiirlerine kabul eder.
Garipçiler özellikle şairane kabul edilebilecek sözcükleri şiirlerinden uzak tutmuşlardır. Sözcük ve konu seçiminde şiirin ele almadığı alanları kullanmışlardır. Orhan Veli özellikle geleneksel şiirin sahip olduğu estetik nitelikler ve bunların bağlı olduğu sosyal değerlere karşı tavır takınmıştır.
Konuşma dilindeki sözcükleri yine konuşma dili içindeki anlam örgüleri dâhilinde kullandılar.
Dizeleri şekil ihtiva eden yapısal kurallarının dışında kullandılar. Bu sayede anlam, şiirin bütününe açılma imkânı elde etmiştir. Bu tarz şiirlerde anlam genelde şiirdeki son dizeye taşınmıştır.
Yinelemeleri anlamı pekiştirmek amacıyla kullandılar.
Şiirde mizahın etkisini arttırdılar. Garip şiiri en çok bu yönüyle tanınmıştır.
Şiirlerde görülen öyküleme teknikleri ve duygusal söylem Garip şiirinin diğer özelliklerindendir.
Orhan Veli’nin 1945’te yayımlanan Vazgeçemediğim kitabındaki “İstanbul Türküsü” adlı şiiri Garip hareketinin dönüm noktasıdır. Bu şiirle birlikte Orhan Veli, halk şiiri öğelerini kullanmaya başladı. Bu ılımlı tavır 1949’da çıkarmaya başladıkları Yaprak dergisindeki şiirlerde de devam eder.

Garip Önsözü
Garipçiler ilk olarak Ulus gazetesinin düzenlediği “Şiir Ölüyor mu” isimli ankete verdikleri cevapla Garip hareketinin muhtevasını açıkladılar. Burada Garipçiler geleneksel şiiri keskin biçimde reddettiler. Onlara sanat itikat tellallığı yapmamalıdır. Orhan Veli daha sonra Resimli Hayat’ta Emin Karakuş’un yaptığı mülakatta (Türk Edebiyatını İnkâr Eden Genç) aynı tavrı sürdürmüştür. Varlık dergisinde yayımlanan “Garip”, “Ahenk ve Tasvir”, “Taklit” ve “Şairane” başlıklı seri yazılarında düşüncelerini temellendirmiş daha sonra bu yazıları düzenleyerek Garip adlı kitapta önsöz olarak kullanmıştır.
Garip önsözünde öne çıkan düşünceler;
Gelenek şiiri konuşma dilinden uzaklaştırmıştır. Gelenek şiirinin ana öğeleri vezin ve kafiye şiirin esası durumuna gelmiştir. Hâlbuki bu yanlıştır. Vezin ve kafiye şiir dilini doğallıktan uzaklaştırıyor.
Söz ve anlam sanatlarının niceliği şiire ve edebiyata yeni bir değer kazandırmaz.
Çağlar boyunca şiir, egemen sınıfın emrinde kalmıştır. Yeni şiirin dayanağı azınlık bir kesim olmayacaktır.
Şiirde resim ve müzik diğer sanatlara özenmek zayıflık göstergesidir. Her sanat alanının kendine özgü imkânları vardır ve bunlarla varolmalıdır. Sanatçının başarısı bilinçaltının doğallığını dışa vurmadaki başarısıyla doğru orantılıdır (bu çerçevede kavram olarak sürrealizme yaklaşırlar, pratikte anlamın peşinde olmaları sürrealistlerle aralarındaki farkı teşkil eder).
Belli akımlar ve ekoller beraberlerinde kurallar getirdiği için şiirin önünde engeldirler.
Sıradan insanın şiirini yazmak peşindedir Garipçiler.
Güzel olan sözcükler arasındaki anlam bütünlüğüdür. Şiiri doğal akışına ulaştırmak için yapılması gereken şairane söyleyişi terk etmektir.


Modernizm ve Orhan Veli
Sembolistlerden sonra Avrupa’da etkili olan akımların tümü başlangıçta modernizm sözcüğüyle ifade ediliyordu. Dadaiz, sürrealizm, fütürizm gibi bu akımların ortak paydası iki dünya savaşı arasındaki bunalım dönemine ait olmalarından kaynaklanan eleştirel tutumdur. Bu akımlardan sürrealizm, Garipçiler üzerinde etkili olmuştur.
Garipçilerin Türk şiirine etkisi muazzamdır. Geleneksel şiiri yerle bir eden Garipçiler Türk şiirini geri dönülemeyecek şekilde modernize etmişlerdir. Ziya Osman Saba ve Ahmet Hamdi gibi hecenin büyük şairleri bile Garip hareketinden sonra serbest şiire geçmişlerdir.

Ünite 4
Nâzım Hikmet ve Toplumcu Gerçekçi Şiir

Nâzım Hikmet Ran, 1902’de Selanik’te doğdu. Annesinin ismi Celile’dir. İstanbul’da bahriye mektebini bitirdi (1919). İlk şiirlerini Mevlevî ve şair olan dedesi Nâzım Paşa etkisinde yazmaya başlar. 17 yaşında yazdığı “Serviliklerde” başlıklı şiirini Yahya Kemal’in düzelttiğini söyler.
1918’den itibaren Yeni Mecmua, Kitap, Alemdar, Ümit gibi dergilerde şiirleri yayımlanmaya başlar. Hece vezni, kafiye ve dil bakımından ilerleme kaydettiği gözlenen ilk şiirlerinde ulusal duygular dikkat çeker.
1921 yılında cepheye katılmak üzere İnebolu’dayken Spartakistlerle tanışır (Alman asıllı Bolşevik örgüt). Gurup içerisinden Sadık Ahi’den (Mehmet Eti) Bolşevik Devrimi, Marksizm, sosyalizm gibi kavramları öğrenir ve derhal etki altına girer.
Vâlâ Nureddin’le birlikte Bolu’ya öğretmen olarak ataması gelir. Bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra Batum üzerinden Moskova’ya geçer. İki yıl ekonomi politik dersi görür. Bu dönemde Mayakovski ve Rus fütüristleriyle tanışır onların sanat anlayışı ekseninde şiirine yön vermeye başlar. Vezinsiz ve basamaklardan oluşan şiir biçimini ilk defa bu yıllarda denemeye başlar.
1924’te yurda döner. Aydınlık ve Orak-Çekiç dergilerinde çalışır. TKP’ye üye olur. 1925’te yurt dışına kaçar. İstiklal Mahkemesi, gıyabında 15 yıl mahkûmiyet kararı alır. 1926’da Viyana’da parti kongresine katılır. İlk şiir kitabı Güneşi İçenlerin Türküsü (1928) Bakü’de basılır.
Çıkan af yasasından yararlanmak üzere yurda döner. Hopa’da tutuklanır. Üç ay hapse mahkûm edilir. Tahliyeden sonra Resimli Ay dergisinde çalışmaya başlar. 835 Satır ve Jokond ile Si-Ya-U adlı kitaplarını yayımlar (1929).
“Putları Yıkıyoruz” adlı yazısıyla Abdülhak Hamid ve Mehmet Emin Yurdakul’u sert şekilde eleştirdi. 1929’dan itibaren verimli bir döneme girdi.
Varan 3, 1+1=Bir, Sesini Kaybeden Şehir, Benerci Kendini Niçin Öldürdü, Gece Gelen Telgraf adlı şiirleri ile Kafatası, Bir Ölü evi adlı oyunları yayımlanır.
1933-38 yılları arasında Portreler, Taranta Babu’ya Mektuplar, Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı, Yolcu adlı eserleri yayımlanır. Bir yandan da hakkında açılan davalarla uğraşır. Çeşitli davalardan toplam 28 yıl hapse mahkûm edilir. 1950’ye dek sürecek mahpus yılları başlar. İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde yatar. Cezaevindeyken Kuvayi Milliye Destanı, Memleketimden İnsan Manzaraları, Saat 21-22 Şiirleri, Rubailer adlı şiir kitaplarını ve Ferhat ile Şirin, Sabahat adlı oyunlarını yazar.
1949’dan itibaren yurt içi ve dışında “Nâzım’a Özgürlük” kampanyaları başlar. İki defa açlık grevine girer. 14 Mayıs seçimlerinde iktidara gelen Demokrat Parti tarafından serbest bırakılır.
Kendisine pasaport verilmemesi ve askere çağrılması üzerine Haziran 1951’de yurdu terk eder. Bakanlar kurulu kararıyla vatandaşlıktan çıkarılır. 1954’te Leh vatandaşlığına geçer. Borzenski adını alır. 1963’te Moskova’da ölen şaire 5 Ocak 2009’da yeniden Türk vatandaşlığı verilmiştir.
Hayatını sosyalizm düşüncesine adamış olan şairin sosyalist kimliğinin yansımaları sanatında da açıkça görülür. Aşkları ve memleket özlemi şiirlerinde öne çıkan diğer temalarıdır.

Nâzım Hikmet’in Türk Şiirindeki Yeri
1922’de yazdığı “Açların Gözbebekleri” (basamaklı şiirin ilk örneğidir) edebiyatımızda yeni bir biçim, tarz ortaya koymuştur.
İlk şiirlerinden itibaren şiirinin ritim ve ses özellikleri dikkat çeker. Şiirlerinde dinamik bir müzikalite vardır.
1938’e kadarki şiirlerinin hitap gücü dikkat çekerken bu tarihten sonraki şiirlerinde öyküleme tekniğini daha sık kullandığı ve lirizmin öne çıktığı görülür.
Nâzım Hikmet’in şiirinin en çok dikkat çeken özelliği biçim ve içerik unsurlarının uyumudur.
Nâzım Hikmet’in şiirinin özellikleri;
Şiirinin dış görünüşü, biçim özellikleri,
İçeriğe uygun sesleri bulmak,
Sinematografik anlatım,
Edebiyatın çeşitli türlerinin özelliklerini bir araya getirme; hem birimde hem de bütünde olarak anlam vurgusu,
Modernist ve geleneksel unsurları bir arada kullanabilme,
Bütün bu nitelikleri sosyalizmle harmanlama…
Şiirinin gücü Nâzım Hikmet’e popülarite kazandırmışsa da Türk şiirinde çığır açıcı etkisi olmamıştır.
Bugün ismi hatırlanmayan bazı isimler 30’lu yıllardan itibaren Nâzım Hikmet’in etkisinde şiirler yazmıştır. İlhami Bekir bunlar arasında ilk akla gelenidir. Birçok şiirinde Nâzım Hikmet’i adeta taklit etmiştir. 24 Saat adlı kitabıyla Türk edebiyatında işçileri konu edinen ilk şair kabul edilir.
Hasan İzzettin Dinamo, Nâzım Hikmet’in etkisinde yazdığı şiirlerini Deniz Feneri adlı kitapta topladı (1937).
Asıl işi mimarlık olan Nail V. Çakırhan, 1+1=Bir (Nâzım Hikmet’le birlikte, 1930) ve Daha Çok Onlar Yaşamalıydı (Bütün şiirleri, 1996), adlı kitaplarındaki şiirlerinde Nâzım Hikmet’in etkisi altındadır.

Toplumcu Gerçekçi Edebiyat Anlayışı
Gerçekçi anlayış, gözlemci, eleştirel ve toplumcu gerçekçi olmak üzere üç alt kategoride incelenebilir. Gözlemci gerçekçilik, dış gerçekliğin esere olduğu gibi yansıtılması; eleştirel gerçekçilik, gözlemin eleştirel bir nitelik taşımasını isterken toplumcu gerçekçilik, tezlidir ve gerçekçiliği Marksizmle yorumlar. Toplumcu gerçekçiliği Marksizmin sanat hayatındaki versiyonu olarak düşünmek yanlış olmaz.
1934’te Moskova’daki yazarlar birliği kongresinde Gorki, toplumcu gerçekçiliğin ölçülerini ortaya koymuştur:
a) Toplumcu gerçekçilik bir tezi savunur.
b) Sosyalist bireysellik ancak kolektif emek içerisinde gelişebilir. Edebiyatta insanı belirleyen en temel öğe kolektivizmdir.
c) Yaşam eylem ve yaratmadır. Yaşam maddi olandır, doğayla sınırlıdır.
d) Sosyalist bireyselliğin geliştirilmesi toplumcu gerçekçiliğin temel amacıdır.

Ercüment Behzat Lav
Almanya’da öğrenciyken dadaizm ve gerçeküstücülükten etkilenen Lav, serbest tarzda şiirler yazar. Şiirlerinde yer yer toplumsal gerçekçi motifler görülse de bütünüyle bu çerçevede düşünülmemesi gereken Lav, kesin bir ideolojiye bağlılık gösteremez. Şiirinin asıl amacı, yerleşik düzene başkaldırıdır. Şair şiirlerinde, içerikten ziyade biçime ağırlık vermiştir. Şiirlerini S.O.S. (1931), Kaos (1934), Açıl Kilidim Açıl (1940), Mau Mau (1962), Üç Anadolu (1964) adlı kitaplarda toplamıştır.

Toplumcu Gerçekçi 1940 Kuşağı
Rıfat Ilgaz (Yarenlik, Sınıf, Yaşadıkça)
Cahit Irgat (Bu Şehrin Çocukları, Rüzgârlarım Konuşuyor, Ortalık, Irgatın Türküsü)
A. Kadir (İbrahim Abdülkadir Meriçboyu) (Tebliğ)
M. Niyazi Akıncıoğlu (Haykırışlar)
Ömer Faruk Toprak
Enver Gökçe
Mehmet Kemal (Kurşunluoğlu)
Arif Damar
Ahmet Arif
Şükran Kurdakul
Hasan İzzettin Dinamo ve Attila İlhan’ı da bu listeye dâhil edebiliriz.

Nâzım Hikmet’in izinden giden bu şairlerin ortak noktaları Milli Şef’in baskısından mustarip olmalarıdır.
Öyküleme tekniğini daha çok kullanan bu şairler ses ve ahenk özellikleri bakımından Nâzım Hikmet’in şiirinin yanına yaklaşamazlar.
Rıfat Ilgaz bazı şiirlerinde Garipçilere yaklaşır. Şiirleriyle Cahit Irgat’ta hem toplumcu gerçekçi hem de Garipçiler arasında kalır. Bazı şiirlerinde metafizik imgeler de mevcuttur.

Mavi Hareketi
Adını 1952-56 tarihleri arasında 32 sayı yayımlanmış olan Mavi adlı dergiden alır. Edebiyatımıza daha çok düzyazı alanında katkı yapmıştır. Orhan Duru, Ferit Edgü, Tarık Dursun K, Tahsin Yücel, Demir Özlü gibi isimler bu dergiyle edebiyat ortamına girdiler. Derginin toplumcu gerçekçi çizgiye geçmesi Ahmet Oktay ve Attila İlhan’ın yazılarıyla olmuştur. Attila İlhan “Sosyalizm Realizm Münasebetleri Yahut Başlangıç” adlı yazısında başta Garipçiler olmak üzere, toplumcu gerçekçi şairleri ve diğer bazı şairleri eleştirir. Attila İlhan’ın yazılarıyla başlayan sosyal realizm anlayışı dergideki bütün yazıları kuşatır. Derginin asıl önemi Attila İlhan’ın Orhan Veli’yi bopstil (züppe) olarak nitelemesidir. Attila İlhan’ın şiirin poetik değerlerini yeniden edebiyatçılarımıza hatırlatması, Garipçilerin şairler üzerindeki sarsıcı etkisini durdurmuştur. Bu hareketin şairleri Attila İlhan, Ahmet Oktay, Özdemir Âsaf, Arif Damar ve Hasan Hüseyin Korkmazgil’dir.

Attila İlhan
1946’da CHP şiir yarışmasında “Cebbar Oğlu Mehemmed” adli şiiriyle Cahit Sıtkı’nın “OtuzBeş Yaş” adlı şiirinin ardından ikinci oldu (Üçüncü olan eser Fazıl Hüsnü’nün “Çakır Destanı”ydı).
Şiirinin kaynaklarından biri Nâzım Hikmet’tir. Şairin ilk yıllardaki şiirlerinde folklordan gelen öğeler, ses özelliklerine dikkat eden öyküleyici anlatım dikkat çeker. 1950’den sonra Garipçilere karşı çıkarken şiirin düz ve yalın olamayacağını, zengin benzetmelerle, içli ve derin olabileceğini, kendine özgü bir söyleyiş özelliği taşıması gerektiğini söyler.
40 kuşağı toplumcu şairlerinin devlet baskısı altında kalmaları nedeniyle Garipçilerin popülaritesi artmıştır. Buna karşılık 40 kuşağı toplumcuları feodal motifler ve çocuk realizmi arasında kalarak kendini tüketmiştir. Attila İlhan kendini sosyal realizm adını verdiği bir anlayışla diğerlerinden ayırır.
İsmet İnönü’ye karşı olarak Mustafa Kemal Atatürkçülüğü dediği Atatürkçülükle Marksizm arasında; ulusçu-ulusalcı düşünce ile Türk tarihi arasında bağlantılar kurmak, kendi ifadesiyle “bileşim” oluşturmak ister.
Sol düşünceyi Atatürk düşüncesiyle birleştirmeye çalışan şair toplumcu gerçekçi anlayışı divan şiiri estetiğiyle renklendirmek ister. Onun bu arayışları şiirini Nâzım Hikmet etkisinden kurtarmıştır.
Sonuç olarak Attila İlhan, Batı şiiri estetiği ile gelenek arasında sentez kurmak isteyen şehirli, entelektüel ve toplumcu öznenin şiirini yazmıştır.
Attila İlhan’ın şiirini üç dönemde ele almak mümkündür:
Toplumcu gerçekçi dönem (Sisler Bulvarı ve Duvar)
Bireyselliğin varoluş içinde algılandığı dönem (Yağmur Kaçağı, Ben Sana Mecburum, Bela Çiçeği ve Yasak Sevişmek)
Divan şiiri birikiminden yararlandığı dönem (Tutuklunun Günlüğü ve sonraki şiirleri)

Ahmet Oktay
Dr. Kalligari’nin Dönüşü (1966) ve Yol Üstündeki Semender (1987) önemli şiirlerinin yer aldığı kitaplarıdır. Epik söylem, toplumsal duyarlılık ve sözcük zenginliği şiirlerinin belirgin özelliğidir.

Ünite 5
Modern Türk Şiirinde Metafizik Eğilimler

Metafizik sözcüğü ilk olarak Aristoteles’in eserlerini tasnif eden Andronikos’un, “Prote Philosophia” adlı kitaba Meta ta Physika demesiyle ortaya çıkmıştır.
Ortaçağdan itibaren sözcüğün içeriği tefekkür kavramıyla örtüşür niteliğe büründü. Günümüzdeki kullanım alanı da daha çok tanrısal olanı düşünme şeklindedir.
Metafizik / mistik düşünce / Bergson’un “sezgi” kavramı, bütün bunlar maddi alanın ötesini, görünenin ötesini işaret eden içeriklere sahiptir.

Sanat, Metafizik ve Mistisizm
Gücünü daha çok imaj unsurundan alan şiir için mistik/metafizik alan zengin bir kaynaktır. Klasik dönemdeki tasavvufi içerikli şiirler bunun örneğidir. Aynı çizgi yeni Türk edebiyatı döneminde de devam etmiştir: Abdülhak Hamid’in Makber, Külbe-i İştiyak, Kürsi-i İstiğrak gibi şiirleri metafiziğe dairdir.
Cumhuriyet döneminde de metafizik içeriğe eğilimli şairlerimizin sayısı azımsanamayacak kadar fazladır. Bununla beraber belli bir ekol oluşturamamışlardır (metafizik kurguların sistematiği olmaz, kişisel algıya/sezgiye dayalı gelişim gösterirler).
Ahmet İnam, “Türk Şiirinde Mistik Eğilimler” başlıklı yazısında altı ayrı mistik tavırdan söz eder: Hasta mistisizm (Necip Fazıl), sanat mistisizmi (Ahmet Hamdi), yaşama mistisizmi (Âsaf Halet), aşama olarak mistisizm (Fazıl Hüsnü), ruhsal mistisizm (Behçet Necatigil) ve kurtuluş olarak mistisizm (Sezai Karakoç).

Necip Fazıl Kısakürek
1950’den 1980’lere kadarki dönemde Türk şiirinin en çok dikkat çeken şairlerindendir. Şiiri öncelikle Nâzım Hikmet’in materyalist şiirine tepki gösterir. Metafizik duyarlılığı saf şiir anlayışına varoluş sorunlarını katarak geliştirir. Memleket edebiyatı içinde hece şiirini sıkıştığı tekdüzelikten kurtarıp zirveye taşıyan şair siyasi, aksiyoner kişiliğiyle de ilgiyi üstünde tutmuştur.
Necip Fazıl, 1905’te Çemberlitaş’ta doğdu.
Heybeliada bahriye mektebinde okurken edebiyata ilgi duyar. 1921’de Darülfünun felsefe şubesine kaydolur. Bergson üzerine çalışmalar yapan M. Şekip Tunç’un derslerini takip eder. Devlet bursuyla felsefe tahsili için Paris’e gider. Gece hayatı, kumar gibi alışkanlıklar edinerek yurda döner. “Kaldırımlar” adlı şiirini bu dönemde yazar.
Bankalarda memur-müfettiş ve çeşitli okullarda öğretmenlik yaptı. 1942’den sonra geçimini basın-yayın yoluyla temin etti. Ağaç ve Büyük Doğu dergilerini çıkardı.
1934’te tanıştığı Abdülhakim Arvasi onun hayatında dönüm noktasını teşkil eder. O tarihe kadar şiirlerinde ferdi duyguları dile getiren şair artık dindar-muhafazakâr kitlenin şairi olarak anılmaya başlanacaktır. İlk dönemi Kaldırımlar, ikinci dönemi Sakarya Türküsü temsil eder. Şair, 25 Mayıs 1983’te vefat etmiştir.
Şiir hakkındaki görüşlerini Ağaç dergisinde “Manzara” ve Büyük Doğu’da “Tanrı Kulundan Dinlediklerim” başlıklı yazılarında açıklamıştır.
1946’da Büyük Doğu dergisinde “İdeolocya Örgüsü” başlığı altında yayımlanan yazıları arasında Türk şiirinin en derli toplu, sorunlarını, niteliklerini konu edinen yazılarını yayımlar (bu yazılar 1955’ten itibaren şiir kitaplarında “Poetika” başlığıyla yayımlanır). Bu yazılarında şairi ilahi emanetin sahibi, Tanrı ile sıradan insan arasında bir yerde konumlandırır.
“Şiirde Usûl” ve “Şiirde Gaye” başlıklı yazılarında şiirin nasıl yazıldığını anlatır. Ona göre remzî ve sırrî olmak şiirin ana vasıflarıdır. Şiir somuttan soyuta gider. Şiirdeki somut nesneler, eşyalar sembol olarak kullanılır. Heyecan, ahenk ve deha şiir için gerekli değerlerdir.
“Kitabe” adlı ilk şiirini 1 Temmuz 1923’te Yeni Mecmua’da yayımlayan şair ölümüne dek çeşitli konularda 100 kadar eser neşretmiştir. Şiir kitapları:
Örümcek Ağı (1925)
Kaldırımlar (1928)
Ben ve Ötesi (1932)
101 Hadis (1951)
Sonsuzluk Kervanı (1955)
Çile (1962)
Şiirlerim (1969)
Esselam (1973)
Dinamik, sürekli değişim çabasında bir şair olan Necip Fazıl özellikle gençlik yıllarında yazdığı şiirleri ilerleyen dönemlerde sürekli değiştirmiş, yeniden düzenlemiştir.

Âsaf Halet Çelebi
Çok geniş kültür coğrafyasından gelen unsurlarla dikkat çeken çarpıcılık ve yalınlık taşıyan şiirler yazmıştır.
Fransızcanın yanı sıra Farsça, Sanskritçe gibi bazı doğu dillerini de bilirdi. İlk şiirleri klasik tarzda yazılmış gazellerdi ki bunların hiçbirine kitaplarında yer vermemiştir. 1937’den itibaren şiirleri çeşitli dergilerde yayımlanır. He (1942) ve Lamelif (1945) adlı kitaplarındaki şiirlerine yenilerini ekleyip Om Mani Padme Hum (1953) adıyla yayımladı.
Şiir hakkındaki görüşlerini İstanbul’da “Benim Gözümle Şiir Davası” üst başlıklı yazı dizisinde izah etmiştir.
Şiirle metafizik âlem arasında kesin bir ilişki kurar. Saf şiirinin ilahi bir kaynağı olduğuna inanır. Şiirlerinde hikâye ve tasvirden uzak durur. Şiir, kelimelerin bir araya gelmesiyle oluşmuş büyük bir kelimedir. Saf şiir kendi öz formuna ulaştıktan sonra artık ondan ne bir sözcük çıkartılabilir ne de ona ilave yapılabilir.
Anlamdan ziyade sembollere önem verir. Kafiye ve vezni önemsemediği halde ritim ve ses unsurlarına ihtimam gösterir.
Şiirinin kaynakları doğu mistisizmi, tasavvuf, kutsal metinler ve çocukluğundan kalan masal ve izlenimlerdir. Şiirlerinde ölüm, yokluk, sonsuzluk, çocuk bilinçaltı gibi konuları ele almıştır.
Şiirlerinde sıkça anlamı bilinmeyene yabancı dillerden alınma sözcükler, terkipler kullanır. Bu yabancı sözcükler letrizmden farklı olarak sembol amaçlı olarak kullanılmıştır. Yani bu sözcükler anlamlarından gayri bir değere sahiptirler.

Fazıl Hüsnü Dağlarca
1914’te İstanbul’da doğdu. 1935’te harp okulunu bitirdi. On beş yıl orduda çalıştı. Çalışma bakanlığına bağlı olarak müfettişlik yaptı (1952-1960). Kitap adında bir yayınevi çalıştırdı. 1960-64 yılları arasında Türkçe adıyla aylık dergi çıkardı. 20 Ekim 2008’de vefat etti.
Yayımlanan ilk eseri Yeni Adana gazetesinde çıkan bir hikâyedir (1927). “Yavaşlayan Ömür” adlı ilk şiiri ise 1933’te yayımlandı. 1935’te çıkan ilk kitabı “Havaya Çizilen Dünya” Necip Fazıl etkisinde yazılmış vezinli kafiyeli şiirleri içerir. 1940’ta çıkan “Çocuk ve Allah” kitabıyla dikkat çekmiştir. Çocuk saflığıyla varlığın gizemini kavramak, insan hayatının uzak yakın anılarının yansımaları, çarpıcı imajlar ve lirizm eserin değerini arttıran faktörlerdir.
Cemal Süreya onun şiirlerini “sezgi dönemi” (1955’e kadarki şiirleri) ve “akıl dönemi” (1955’ten sonraki şiirleri) olmak üzere iki veçheye ayırır. İlk dönemdeki mistik unsurlar ikinci dönemde azalmış bunun yerine aktüel, gündelik hayata dair konular şiirine dâhil olmuştur. Konu yelpazesi en geniş şairlerimizden biridir. Biçim ve yapı bakımından da şiirinde çeşitli formları görmek mümkündür. Lirik ve epik türde çok sayıda şiiri vardır. Çok yazması (sadece şiir kitaplarının sayısı 60’ı geçmiştir) bazı şiirlerinde sanat bakımından eksiklikleri de beraberinde getirmiştir.
Ahmet Hamdi’den Cahit Zarifoğlu’na birçok şairin şiirinde mistik vurgular dikkat çeker. Bu şiirlerin ortak paydası, varlığın görülen âlemle sınırlı olmadığı, insanın varoluşunun görünen dünyanın, tabiatın üzerinde bir görkeme meyyal oluşuna yapılan vurgudur.

Ünite 6
Modern Türk Şiirinde Gelenekten Yararlananlar
Gelenek / anane / tradition
Guenon’a göre gelenek kavramı, doğu toplumları için uygarlığa denktir.
T.S. Eliot’a göre gelenek, tarih bilinciyle birlikte geçmişin yaşanan an içerisinde değerlendirilmesidir.
Yeni Türk edebiyatı ilk yıllarından itibaren geleneği reddetmeyi hatta onunla alay etmeyi istikamet bellemiştir. Yahya Kemal müstesna olmak üzere Cumhuriyetin ilk dönemlerinde bu tavır devlet politikası olmuştur. Özellikle divan edebiyatı odaklı bu eleştiriler, aşağılamalar Abdülbaki Gölpınarlı’nın Divan Edebiyatı Beyanındadır (1945) adlı eserine dek devam etti.

Yahya Kemal / Gelenek ile Gelecek Arasında
Tarih bilincine sahip bu şairimiz divan edebiyatına istifade edilmesi gereken edebi ve kültürel bir değer olarak bakabilmiştir.
Yahya Kemal, divan şiirine deruni ahenk kazandıran ritmik yapı unsurlarının, mermer sağlamlığındaki söyleyiş örneklerinin, kullanılan dilin, rind imajıyla simgeleşen insan tipini oluşturan kültürün modern şiirin yapısal nitelikleri içerisinde işlenebileceğini düşündü ve bunu şiirinde uyguladı.

1950’lerden itibaren geleneğe yaklaşımlarda Yahya Kemal köprü konumundadır.
Bu tarihten sonra Hisar gurubu ağırlıkla geleneğin biçimsel unsurlarını sürdürmek istedi.
Behçet Necatigil ve Hilmi Yavuz gibi şairler geleneği kaynak olarak kullandılar.
Sezai Karakoç ve Ebubekir Eroğlu gibi şairler ise geleneği uygarlık özü olarak kabul edip modern tarzdaki şiirlerine bu özü taşımaya çalıştılar.

Hisar Gurubu
1950-57 arasında 75, 1964-80 arasında da 202 sayı çıkmış olan Hisar dergisi etrafında toplanan edebiyatçıların oluşturduğu bir topluluktur.
İlk olarak Garip akımına karşı sistematik bir tavır ortaya koydular. Nâzım Hikmet merkezli toplumcu gerçekçi akıma da karşı çıktılar. Hisarcılar şiirin küçük ve basit şeylerden neşet ettiğini söylediler. Şiirlerinde biçime çok fazla önem verdiler.
“Güzel şiir ölçülü olmayabilir fakat mutlaka şekillidir.” Munis Faik (Ozansoy)
Yeni şiirin divan şiiri ve halk şiiri geleneği üzerinde yükselmesi gerektiği düşüncesindeydiler.
Sanatçını bağımsızlığı (ideoloji güdümlü yazmaması), sanatın milliliği, şiir dilinin yaşayan dil olması değer verdikleri esaslardır.
Aruz, hece ve serbest biçimlerde memleket edebiyatı duyarlılığını devam ettiren ürünler vermişlerdir.
Yahya Kemal’in divan şiiriyle kurduğu yakınlığı halk edebiyatı geleneğiyle genişletmeye çalıştılar. Çaba sarf ettiler ancak sanat yönü ve derinliği zayıf, tekdüze şiirler yazabildiler.
Gurubun önde gelen isimleri Fâik Ali’nin oğlu Munis Faik, Mehmet Çınarlı, İlhan Geçer, Mustafa Necati Karaer, Yavuz Bülent Bakiler’dir.
Çınarlı’nın şiir kitapları;
Güneş Renkli Kadehlerle (1958)
Gerçek Hayali Aştı (1969)
Bir Yeni Dünya Kurmuşum (1974)
Zaman Perdesi (1983)
Güzelliklere Doyamam (1995)

Geçer’in şiir kitapları;
Şiirlerini Büyüyen Eller (1954)
Belki (1960)
Bir Bulut Geçti (1973)
Hüzzam Beste (1986)
Özlem Rıhtımı (1986)

Karaer’in şiir kitapları (sese verdiği önemle gurubun en iyi şairi kabul edilir);
Sevmek Varken (1972)
Güvercin Uçurmak (1977)
Kuşlar ve İnsanlar (1982)
Kerem ile Aslı (1985)

Bakiler’in şiir kitapları;
Yalnızlık (1962)
Duvak (1971)
Harman (2001)

Geleneğin Estetik Gücü / Behçet Necatigil ve Hilmi Yavuz

Behçet Necatigil
İlk şiirlerinde Garip hareketinin etkisindedir. 1963 tarihli Yaz Dönemi adlı kitabından sonra kendi şiir kimliğini kurmuştur. Geleneğin yanında modern Alman şiiri de onun için yol açıcı olmuştur. Divan şiirindeki birçok mazmun ve fikri şiirine almıştır. Anlam yapı taslakları oluşturmak üzere klasik edebiyatın imkânlarını kullanmıştır. Tevriye ve cinasları çokça kullanmıştır. Tevriye sanatını çok seven ve çok kullanan şair bu sanata olan ilgisini İki Başına Yürümek (1968) adlı kitabının ismiyle de işaret eder.
1961-1965 yılları arasında yazdığı şiirlere Divançe ismini vermiştir.

Hilmi yavuz
Şiir kitapları;
Bakış Kuşu (1969)
Bedreddin Üzerine Şiirler (1975)
Doğu Şiirleri (1977)
Yaz Şiirleri (1981)
Gizemli Şiirler (1984)
Zaman Şiirleri (1987)
Söylen Şiirleri (1989)
Ayna Şiirleri (1992)
Çöl Şiirleri (1996)
Akşam Şiirleri (1998)
Yolculuk Şiirleri (2001)
Hurufî Şiirler (2004)
2005 yılına kadar bütün şiirlerini Büyü’sün Yaz (2006) adı altında bir araya getirdi.
Şiirin yapılan bir şey olduğunu söyler. Onun içim sahihlik çok önemlidir.
Şiirinde gelenekle moderniteyi bağdaştırmaya çalışır. Geleneği bir kimlik olarak gören şair, kavramı, “değişenin içinden değişmeyeni çıkarmak, bulmak” şeklinde tanımlar (Yahya Kemal’in imtidat kavramıyla ilişkilidir).
Aruz kalıpları ve ritim bakımından divan şiirinden faydalanan şair, metinlerarası göndermelerle divan edebiyatı ve halk edebiyatı ürünlerini kendi metni içerisinde kullanır.

Geleneği Yeniden Üretmek / Sezai Karakoç
Sezai Karakoç geleneği uygarlık birikimi olarak kabul eder. Ona göre gelenek, peygamberler tarihidir, semavi din çizgisidir. Her uygarlığın din çatısı altında yükseldiğine işaret eden şair kendi geleneğimiz olan İslam gelenek olarak alıp geleceğe taşımak hedefindedir. Genel düşüncesini “diriliş adıyla kavramlaştırmıştır.
Şairin gelenekle temasını iki aşamada değerlendirir. İlk aşama şairin geleneğin birikimini fark etmesidir. İkinci aşama ise bu birikim karşısında durabilmek, hesaplaşabilmek ve onun karşısında var olmak, kendini ispat etmek çabasıdır. Bu noktada birçok şairin paniğe kapılıp geleneğe sırt çevirebileceği hatta onu yadsımaya çalışacağı muhakkaktır. Ancak ideal olan bu hesaplaşmayı göze almak ve gerçekten yeni olanı vücuda getirmektir. Yapılacak yenilik biçimde değil; ruhta, özde olmalıdır. Bunu başarmanın yolu artık eskimiş olanın içindeki ölmezliği keşfetmekten geçer.
1967’de çıkan Hızırla Kırk Saat’ten itibaren yazdığı şiirlerinde amaç geleneksel kültür birikiminin bugünün insanı için diriltici faktör olmasıdır.

Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde kendine özgü bir tarz ortaya koymuş olan Cahit Zarifoğlu, ikinci kitabı Yedi Güzel Adam (1973)’dan başlayarak Menziller (1977) ve son kitabı Korku ve Yakarış (1985)’taki şiirlerinde Sezai Karakoç’un çizgisindedir.

Karakoç’un çizgisindeki bir diğer şair de Ebubekir Eroğlu’dur. Eserleri; Kuşluk Saatleri (1974), Kayıpların Şarkısı (1984), Yirmidört Şiir (1991), Şahitsiz Vakitler (1998), Sınır Taşı (2006), bu tarihe kadarki bütün şiirlerini Berzah adlı eserde bir araya getirdi, Sesli Harfler (2011)
İkinci Yeni deneyimi, dini/mistik şiir geleneği, divan şiiri birikiminin yanında modern İngiliz şiiri Eroğlu’nun şiirinin beslendiği kaynaklardır.
Sevap Defteri (1992) başlıklı deneme kitabında klasik dönemin büyük şairlerinden söz eder.
Bazı kitaplarında “Aldı…” üst başlığıyla klasik şiirimizden çeşitli şairlerin şiirlerini yeniden yazmıştır. Bu durum nazire geleneğinin modern şekli olarak değerlendirilebilir. Eroğlu, klasik şiiri yeniden üreten bir şairdir.

Gelenekten beslenen daha birçok şairden söz etmek mümkündür. Divan ve halk şiiri özelliklerini sürdürmeye çalışan M. Akif İnan bunlardan biridir. Kendine özgü üslubu, söyleyiş tarzıyla Hüsrev Hatemi dikkat çeken bir diğer şairdir.


Ünite 7
İkinci Yeni

1950’lerin ortalarında ortaya çıkmış bir akımdır. Dönemin sosyal ortamı ve Garip hareketine duyulan tepki bu akımı hazırlayan etkenlerdir. Orhan Veli etkisiyle basitliği övülesi bir şey zanneden genç şairlerin sığ şiirlere temayül etmeleri şiirde tıkanmaya sebep olmuştur. Attila İlhan’a göre hareketin sebebi Demokrat Parti yönetiminin baskılarıdır. Turgut Uyar’da benzer bir noktaya çeker; Demokrat Parti’nin sebep olduğu para enflasyonu karşılığında hızlı şekilde yaşanan değer değişmesinin bu akımın ortaya çıkmasında etkili olduğu görüşündedir.
Bu akımın eleştirmeni olarak kabul edilen Muzaffer Erdost, Pazar Postası’ndaki bir yazısında yeni şiir hareketi için “İkinci Yeni” tabirini kullandı.
1953-55 yılları arasında adları daha sonra bu hareket içinde anılacak olan bazı şairler yeni tarzda şiirler yayımlamaya başladılar. 1956’dan sonra bu hareketin şiirleri ağırlıkla Pazar Postası’nda yayımlanmaya devam etmiştir. 1960’tan sonra ise hareketin etkisi ortadan kalkmıştır. Kısa süreli bu hareketin daha sonra bağımsız olarak şiirler yazmaya devam ettiler. Hareketin ömrü kısa sürmüşse de modern Türk şiirinin kendini bulması bakımından etkisi muazzam olmuştur. Modern Türk şiirinin membaı İkinci Yeni’dir demek abartı olmaz.
Bazıları Oktay Rifat’ın Perçemli Sokak (1956) adlı eserini (özellikle önsözü) bu akım için başlangıç noktası kabul ederler. Bazıları ise hareketin gizli öncüsünün Attila İlhan olduğu görüşündedir.
Oktay Rifat, “Bir sözün anlamı çoğu zaman o sözün gözümüzün önüne getirdiği görüntüden başka bir şey değildir” dediği yazısında şiirde anlam ve soyutlama konularına yeni bir tartışma başlatmıştır.
İkinci Yeni’nin öncü şairlerinden Ece Ayhan, “parasız yatılılar” eliyle kurulduğunu söylediği İkinci Yeni’nin Türk edebiyatında ilk “sivil şiir” olduğunu; öncülüğünü ise Sezai Karakoç ve Cemal Süreya’nın yaptığını belirtir.
Cemal Süreyya (Gül, Güzelleme, Üvercinka)
Edip Cansever (Aşkın Radyoaktivitesi, Yerçekimli Karanfil)
Turgut Uyar (Göğe Bakma Durağı)
Sezai Karakoç (Balkon)
Bu hareketin öncüsü olarak kabul edilmelidirler. İlhan Berk ve Ülkü Tamer de İkinci Yeni’nin öncü şairleri arasındadır. Sezai Karakoç daha sonra farklı bir çizgide şiirler yazarak kendi ekolünü oluşturmuştur.

Özellikleri
Dil konusunda titizdirler. Dil onlar için iletişim aracı olmanın ötesinde estetik form ve duyum için işlenmesi gereken mecradır. Buna bağlı olarak İkinci Yeni şiirinde;
a) Sözdizimsel sapmalar
b) Alışılmamış bağdaştırmalar
c) Düz mantığa aykırı ifadeler
şiirin yapısal unsurları olarak göze çarpar. Dildeki bu çalışmalardan dolayı İkinci Yeni şiiri anlamsızlıkla suçlanmıştır. Bu oldukça acımasız bir yargıdır. İkinci Yeni şiirinde anlam arka plandadır ama bu anlamın yadsındığı sonucuna götürmemelidir.
İkinci Yeni şairleri için nesneler, eşyalar ayrıcalıklı öneme sahiptir. Doğal, olağan durumundaki haliyle bile bir nesne olağanüstü özellikler taşıyabilir. Şair, soyutlamalar yoluyla nesneyi estetiğin konusu yapar.
Şiirleri başta resim olmak üzere diğer sanatlarla yakın ilgi/ilişki içindedir.
Sürrealist bir yazı otomatı gibi serbest çağrışımlara başvurur.
İnsanı toplum ve varoluş arasındaki sıkışmışlığı içinde ele alır.

İlhan Berk
Manisa’da doğdu. 1945-55 yılları arasında öğretmenlik yaptı. 1955-69 yılları arasında Ziraat Bankası’nda çevirmen olarak çalıştı. 2008 yılında Bodrum’da vefat etti.
İlk kitabı Güneşi Yıkanların Selamı, 1935’te yayımlandı. İstanbul Kitabı (1947), Günaydın Yeryüzü (1952), Türkiye Şarkısı (1953), Köroğlu (1955) adlı eserleri toplumcu anlayışla yazılmıştır. Şair sonraki yıllarda bu kitapları unutmak istediğini söylemiştir. Sezai Karakoç, İlhan Berk için İkinci Yeni’nin her konudaki “en”idir der (en soyut, en toplumcu vs.). Çeşitli konularda öne çıkabilmesi onun deneyci bir şair olmasından ileri gelir.
Turgut Uyar
Ankara’da doğdu. 1941’de askeri okuldan mezun oldu. 1947-58 yılları arasında subay olarak orduda görev yaptı. Emekli oluncaya kadar SEKA Ankara şubesinde çalıştı. 1985’te İstanbul’da vefat etti.
“Yad” adlı ilk şiirini 1947’de Yedigün’de yayımladı. 1963-65 yılları arasında çıkan Dönem dergisinin kurucuları arasında yer aldı. Yeni Türk şiirinin evrelerini incelediği yazılarını “Bir Şiirden” (1983) adıyla yayımladı. Şiir hakkındaki yazıları, söyleşileri ve diğer çalışmaları Korkulu Ustalık (2009) adıyla yayımlandı. İlk şiir kitabı Arz-ı Hal (1949) ve ikincisi Türkiyem (1952) Anadolu motifli, hece kalıplarında yazılmış şiirleri içerir.
Dünyanın En Güzel Arabistanı (1959)
Tütünler Islak (1962)
Her Pazartesi (1968)
Divan (1970)
Toplandılar (1970)
Kayayı Delen İncir (1981)
Bazı eklemelerle birlikte toplu şiirlerini Büyük Saat (1984) adıyla yayımladı.
Dünyanın En Güzel Arabistanı adlı kitabındaki “Akçaburgazlı Yekta” tiplemesini konu edinen şiirleri çok ilgi gördü (az bile).
Şiirlerinde yer yer nesir cümlesine yaklaşan dizeleri dikkat çeker. İç konuşma ve öyküleme teknikleriyle ördüğü şiiriyle özgün bir lirizme ulaşır. Yalnızlık, hüzün ve sıkıntı temalarını çok yalın ve çok başarılı biçimde kullanmıştır.

Ömer Edip Cansever
Uzun yıllar Kapalıçarşı’da kuyumculuk yaptı. İlk şiirlerini 13 yaşındayken Arkadaş dergisinde yayımladı. Garip hareketi etkisinde yazdığı şiirleri İkindi Üstü adıyla yayımlandı. Şair daha sonra bu kitabını yok saymaya çalışmıştır.
Dirlik Düzenlik (1954) adlı ikinci kitabına yine Garip hareketi etkisi altındadır ancak buradaki şiirlerde şair kimliği ilerleme kaydetmiştir. 1957 tarihli Yerçekimli Karanfil ile adını iyice duyurur. Şiiri de oturmuştur artık. Buradaki şiirlerinde yabancılaşma, doğa ve toplum içinde yaşanan çelişkiler ve cinsellik temaları bundan sonraki dönemlerde de Cansever’in şiirinin temel izlekleri olur. 1964’te çıkan Tragedyalar’a kadar İkinci Yeni çizgisinden sapmaz. Tragedyalar’da ise farklılaşır; dizeleri işlevsizleştirir. Tiyatro oyunlarında kullanılan diyalog, monolog ve iç-monologları kullanır. İlerleyen dönemlerde dramatik anlatım tekniklerini kullanarak üslubunu geliştirir/açar. Ben Ruhi Bey Nasılım (1971) ve Bezik Oynayan Kadınlar (1982) anlatım ustalığı ve bilinçaltı serpintilerinin şiirleştirilmesiyle dikkat çeker. Şiirlerindeki tarihsel ve mitolojik motifler çağrışım zenginliği sağlayarak şiirini güçlendir.

Cemal Süreya
Erzincan’da doğdu. Ailesi Dersim Harekâtı sırasında Bilecik’e sürüldü. Mülkiye’yi bitirip maliye müfettişi olarak çalıştı. 1965’ten itibaren yayıncılık yaptı.
“Şarkısı Beyaz” adlı ilk şiiri Mülkiye Fikir ve Sanat dergisinde çıktı (1953). 1966-70 yılları arasında Tomris Uyar’la birlikte Papirüs dergisini çıkardı. Yazılarının bazılarını Şapkam Dolu Çiçekle (1976) ve Günübirlik (1982) adlarıyla kitaplaştırdı. 1958’de yayımlanan Üvercinka ile dikkat çekti. Şiirlerindeki orijinal imajlar ve söyleyiş biçimiyle İkinci Yeni’nin öncüsü kabul edildi. Buna karşılık şiirlerinde anlam asla geri planda ya da kapalı kalmadı. Şiirinin gücü olağanüstü imajlar ve şaşırtıcı metaforlardadır. Üvercinka sözcüğü onun şiiri için anahtar olarak kullanılabilir.
Şiirlerinde ölüm, yalnızlık ve melankolik hallerin karşısına erotizmi koyar. Lirizmle ironiyi, duyguyla zekâyı, anlam çağrışımlarıyla sözcüklerin ses tınılarını başarıyla harmanlamıştır.

Ece Ayhan
Datça’da doğdu. Sivas Gürün’de kaymakamlık yaptı (1962). 1966’dan sonra yayıncılık yaptı. Ömrünün son demini huzurevinde geçirdi.
1954’ten itibaren çeşitli dergilerde şiirleri yayımlandı.
İlk kitabı Kınar Hanım’ın Denizleri 1959’da çıktı. Bundan sonraki şiirlerinde yoğun sürrealist anlatımıyla anlamı, şiirindeki zengin söz varlığının içinde örtmüştür. Bakışsız Bir Kara Kedi (1965) mensur bir şiirdir. Türk şiirindeki en ileri söyleyiş deneyleri bu kitapta okunabilir.
Şiirindeki bozuk dil bilinçli bir seçimdir. Rejim karşıtlığını rejimin dilini bozmakla gösterir.
Şiirin bilinen, görülen, gündelik gerçeklikle ilgisi olmadığını söyleyen şair şiirini kültürel çağrışımlar üzerinde kurar. Devlet ve Tabiat ya da Orta İkiden Ayrılan Çocuklar İçin Şiirler (1973) ve Yort Savul (1977) çok ilgi görmüştür.

Ülkü Tamer
Gaziantep’te doğdu. Aktörlük, yayıncılık ve çevirmenlik yaptı. İlk şiiri “Dünyanın Bir Köşesinde Lucia”, 1954’te Kaynak dergisinde yayımlandı.
Şiir kitapları;
Soğuk Otlar Altında (1959)
Gök Onları Yanıltmaz (1960)
Ezra ile Gary (1962)
Virgül’ün Başından Geçenler (1965)
İçime Çektiğim Hava Değil Gökyüzüdür (1966)
Sıragöller (1976)
Bütün şiirlerini Yanardağın Üstündeki Kuş (1986) adıyla yayımladı.
İngiliz, Amerikan şiirinin etkisinde kalmıştır. Çocuksu duyarlılığı, ironinin sağladığı anlatım özellikleri şiirinin öne çıkan unsurlarıdır.

İkinci Yeni’den Diriliş Hareketine: Sezai Karakoç
İkinci Yeni’nin ilk döneminde şiirleriyle bu akımın içinde yer alan Sezai Karakoç, metafizik ve gelenek kavramlarıyla olan olumlu ilişkisiyle diğerlerinden ayrılır.
Diyarbakır’da doğan Karakoç, ortaokulu Gaziantep’te liseyi Kahramanmaraş’ta bitirdi. 1955’te Mülkiye’den mezun oldu. 1956-65 yılları arasında memurluk yaptı.
1955’te Şiir Sanatı dergisini çıkardı (2 sayı). 1960’tan itibaren aralıklarla Diriliş dergisini çıkarmaya başladı. Gazetelerde denemeleri yayımlandı. 1990’da Diriliş Partisi’ni kurdu. Partisi 1997’de kapatıldı. Halen Diriliş Yayınları’nı yönetmektedir.
“Sabır” adlı ilk şiirini Mehmet Levendoğlu müstearıyla yayımladı. Heceyle yazdığı ilk şiirlerinde ifade gücü dikkat çeker. Uzun dönem kitaplarına almadığı Monna Rosa şiiri çok popüler oldu. Bu şiir Karakoç’un lirik döneminin başlangıcını teşkil eder. İkinci Yeni’yle anılmasına sebep Körfez (1959), Şahdamar (1962) ve Sesler (1968) adlı kitaplarıdır. İkinci Yeni’den uzaklaştıktan sonra şiirinin merkezini metafizik kavramı dolduracaktır. Kendi ifadesiyle “metafizik gerilimli şiirler” yazmaya başlamıştır.
Epik şiirin modern dönemdeki başarılı örnekleri olan Hızırla Kırk Saat (1967), Taha’nın Kitabı (1968) ve Gül Muştusu (1969) adlı kitaplarıyla kendi şiirini keskin biçimde ortaya koymuş olur. Dini duyarlılığa dayanan zengin imajlar barındıran bu şiirleriyle çağının eleştirisini yapar. Anlamın çağrışımlara bırakılmadığı, titizlikle ifade edildiği şiirlerdir bunlar.
Zamana Adanmış Sözler (1975) kitabındaki “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” başlıklı şiirin IV. bölümü çağdaş bir na’t olarak değerlendirilmiş ve modern Türk şiirinin başyapıtları arasında kabul edilmiştir.
2000 yılında bütün şiirlerini Gündoğmadan adıyla yayımladı. Sezai Karakoç, cumhuriyet dönemi Türk şiirinin en “yerli” şairidir.

Ünite 8
1960-1970 Dönemi Türk Şiiri
Türk şiiri bu dönemde poetikadan uzaklaşıp politikaya yakınlaşmıştır.
Dönemin önde gelen şairleri;
Turgay Gönenç
Afşar Timuçin
Erdem Beyazıt
Hüsrev Hatemi
Cahit Zarifoğlu
Egemen Berköz
Ataol Behramoğlu
Süreyya Berfe
Refik Durbaş
Güven Turan
İsmet Özel

İsmet Özel
1944’te Kayseri’de doğdu. 1962’de Ankara’da liseyi bitirdi.
Mülkiye’yi yarıda bırakıp uzun zaman sonra Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi (1977). 1980 yılına kadar sendikalarda, dergilerde ve Ticaret Bakanlığı’nda çalıştı. Bir ara Çıdam Yayınevi’ni kurup yönetti.
“Yorgun” adlı ilk şiirini Yelken Dergisi’nde yayımladı (1963). Ataol Behramoğlu’yla birlikte Halkın Dostları dergisini yayımladı (1970-72). 1974’ten sonra Marksist çevrelerden uzaklaştı. 2000’li yılların başında muhafazakâr çevrelerle arasına mesafe koyup nevi şahsına münhasır Türkçü vurguyla İstiklal Marşı Derneği’ni kurdu.
Şiir kitapları;
Geceleyin Bir Koşu (1967)
Evet İsyan (1969)
Cinayetler kitabı (1975)
Şiirler 1962-1974 (1980)
Celladıma Gülümserken Çektirdiğim Son Resmin Arkasındaki Satırlar (1984)
Erbain/Kırk Yılın Şiirleri (1987)
Bir Yusuf Masalı (2000)
Of Not Being A Jew (2005)
Şiir hakkındaki düşüncelerini Şiir Okuma Kılavuzu (1980) adlı kitabında dile getirdi.
İlk şiirlerinde İkinci Yeni’ye yakın bir çizgidedir. Bu dönemdeki şiirlerinde imaj önemli bir araçtır. Söz diziminde sözcüklerin gerilimini yansıtacak düzenlemeler yapması dikkat çekti. Evet İsyan’da döneminin toplumsal-siyasal eğilimlerini başarıyla şiire taşıdı ve toplumcu gerçekçi akım içerisinde kendine yer edindi.
İlk dönem şiirlerinde öne çıkan Kapitalist sistem eleştirisi ikinci dönem şiirlerinde modernizm eleştirisine dönüşür.

Ataol Behramoğlu
Çatalca’da doğdu. 1974’te Rus Dili Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. 1970’ten itibaren Londra, Paris, Moskova gibi şehirlerde bulundu. 1974’te yurda döndükten sonra Şehir Tiyatroları’nda dramaturg olarak çalıştı. 1977’de Barış Derneği’nin kurucuları arasında yer aldı. 1980 darbesinden sonra tutuklandı. On ay hapis yattı. 1983’te aynı davadan 8 yıla mahkûm edildi. Fransa’ya kaçtı. 1989’da yurda döndü. Editörlük ve T.Y.S. başkanlığı yaptı. İstanbul Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı.
İsmet Özel’le birlikte Halkın Dostları (1970-72), kardeşi Nihat Behram’la birlikte Militan (1974-76), Fransa’da bulunduğu dönemde Anka (1986) adlı dergileri yayımladı.
Eylemci kimliği ile yazı hayatı iç içedir.
Eserleri;
Bir Ermeni General (1965)
Bir Gün Mutlaka (1970)
Yolculuk, Özlem, Cesaret ve Kavga Şiirleri (1974)
Ne Yağmur Ne Şiirler (1976)
Kuşatmada (1978)
Mustafa Suphi Destanı (1979)
Dörtlükler (1980)
İyi Bir Yurttaş Aranıyor (1983)
Bebeklerin Ulusu Yok (1988)
Aşk İki Kişiliktir (1999)
İlk şiirlerinde İkinci Yeni etkisi görülse de şiirlerinin genelinde Nâzım Hikmet – Ahmet Arif çizgisinde toplumcu-gerçekçi bir çizgidedir.
Şiirlerinde duygusal vurgu çok kuvvetlidir. 1969’da Ant dergisinde yayımlanan “Genç Şairler Savaş açıyor” başlıklı oturumda dile getirdiği siyasal düşüncenin şiire yedirilmesi yolundaki düşüncelerine paralel olarak Marksist ideolojinin güdümünde şiirler yazdı. Epik şiir denemeleri de olan şair son dönemde temalarını genişletmiş, aşk konulu şiirler de yazmıştır.

Erzurum’da doğan Refik Durbaş, 1971’den sonra gazetecilik ve yayıncılık yaptı. Kuş Tufanı (1971), Hücremde Ay Işığı (1974), Nereye Uçar Gökyüzü (1983), Yol Uzundur Ama Ölümden Kısa (2002) şiir kitaplarının bazılarıdır.
Anlık duyguları, ezilmiş kesimlerin durumlarını duyarlılıkla şiire taşımıştır. Şiirlerinde halka yakın duran şair, divan ve halk şiiri geleneğinden de yararlanmıştır.
Güven Turan Sinop’ta doğdu. İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü 1967’de bitirdi. Reklam yazarlığı, okutmanlık ve metin yazarlığı yaptı. Şiirden başka roman, öykü ve eleştiri türünde de eserler verdi. Güneşler Gölgeler (1981), Peş (1982), Sevda Yorumları (1990), 101 Dize (1996) Gizli Alanlar (1997), İz Sürmek (2001) şiir kitaplarından bazılarıdır.
İmaj ve ayrıntılara önem veren şair yalnızlık ve hüzün temalı şiirleriyle toplumcu şairlerden ayrılır. İçe dönük ve izlenimcidir. Kısa ve kesik söyleyişlerle kendine özgü bir lirizm yakalamıştır.

Dini Duyarlılığın Modern Görünümü / Cahit Zarifoğlu

Cahit Zarifoğlu
Ankara’da doğdu. 1971’de Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu.
1976’da Mavera dergisini yayımladı. İlk şiirlerinden itibaren İkinci Yeni ve modern Alman şiirinin özelliklerini taşıyan, insanın varlık içerisindeki konumunu araştıran, giderek hikmete yönelen bir tutum içerisinde oldu. Şiirleri taşıdığı hüzünle Turgut Uyar’a, düşünce bakımından Sezai Karakoç’a, imge zenginliği açısından Rilke’ye yaklaşır. Bunlara rağmen o orijinal bir şairdir. Bu kendine özgü tavrı nedeniyle kapalı ve anlaşılmaz bulunmuştur.
Cahit Zarifoğlu’na göre şiir insandan ve maddeden bağımsız bir varlığa sahiptir. Şair, şiiri insana ulaştıran bir kanal/yoldur. Şiire bu nedenle dışarıdan müdahalede bulunulmamalıdır. Şiir de insanlar gibi Yaratan’a yönelme temayülü içindedir. Bu nedenle metafiziksiz şiir olmaz.
İlk kitabı olan İşaret Çocukları (1967) adlı kitaptaki şiirlerinde art arda gelen şaşırtıcı, özgün imge sağanağı şairi kuşağı içinde öne çıkaran unsurlardır.
İkinci kitabı Yedi Güzel Adam (1973) destansı söyleyişin modern örneğidir. Bu eserinde tasavvuf ve toplumsal içerik de şiirine dâhil olmuştur.
Menziller (1977) ve Korku ve Yakarış (1985) tasavvufi içeriğin yoğunlaştığı şiirleri ihtiva eder.

Erdem Beyazıt
Maraş’ta doğdu. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Öğretmenlik, kütüphanecilik, memurluk yaptı. 1987’de milletvekilliği yaptı. 2008’de vefat etti.
Mavera dergisinin kuruluşuna katkı yaptı. Akabe Yayınları’nın kurulmasını sağladı.
Eserleri;
Sebep Ey (1972)
Risaleler (1987)
Şiirlerinde ses unsuru önem arz eder. Ses, anlamın sadece mahfazası değil yönlendiricisidir de.

Ünite 9
Çağdaş Türk Şiiri

1970-1980 Arası Türk Şiiri
1970’li Yıllar / Türk Şiirinin Tıkanma Dönemi
1970’ten sonra siyasi gündem poetik içeriği bastırmış ve şiirde tıkanma yaşanmıştır. Edebiyatın yoğun olarak politikayla içli dışlı olduğu süre boyunca bu durum devam eder. Burada dikkat edilmesi gereken husus politik tavrın şiirde belirgin unsur olmasıdır; poetik unsur geri planda kalmadığı halde şiirin ideolojik içeriği taşıyabildiğini Nâzım Hikmet ve Ahmet Arif gibi şairlerden biliyoruz. Ancak bu dönemde yazılanlar şiirden ziyade politik slogan değerinde metinlerdir.
Bu dönem şiirinin genel özellikleri;
Şiirin siyasal mücadele aracı olarak görülmesi,
Duyarlılık yerine duygusallığın öne çıkması,
Geniş kitlelerin ilgisini çekecek tematiklerin artması,
Şiirin ses ve imge gibi unsurlarının göz ardı edilerek doğrudan konuşma üslubunun artması,
Nâzım Hikmet çizgisinde toplumcu-gerçekçi anlayışa ilgi duyulması, ne var ki bu ilgi sadece dize düzeni bakımından Nâzım Hikmet’in şiiriyle benzerlik gösterir.
Yangın Yılları (1979), Hüznün İsyan Olur (1979), Dövüşen Anlatsın (1980) gibi kitapların sahibi Ahmet Telli; İlk İşim Uyanmak (1970), Gelincik Günleri (1978), Uzun Yollar Yolcusu (1978) kitaplarının sahibi Hüseyin Yurttaş, Ahmet Ada, İsmail Uyaroğlu, Seyyit Nezir, Barış Pirhasan, Abdülkadir Budak, Yaşar Miraç, Erol Çankaya, Veysel Çolak dönemin şairleri arasındadır.

Toplumcu şairler dışında Necip Fazıl-Sezai Karakoç çizgisindeki poetik oluşumlar da dikkate değerdir: Nuri Pakdil öncülüğünde yayımlanan Edebiyat dergisi çevresindeki şairler ve Mavera dergisi çevresi, bu dönemde İslami değerler ve Batı karşıtlığı noktasında birbirine yakın, benzer içerikte şiirler yazmıştır.

Arif Ay, Hira (1978), Dosyalar (1980) ve Şiirin Kandilleri gibi kitaplarında söyleyişi ve soyutlamaya dayalı imgeleriyle dikkat çeker. Toplumsal eyleme dönük özelliği olan tasavvuf ve halk kültüründen gelen duygu değerleriyle yazdığı Bir Savaşçıdır Kalbim kitabının şairi Osman Sarı öne çıkan şairlerdendir.
İçerik bakımından tasavvuf kültüründen gelen öz ile çağdaş bireyin insan, tabiat ve toplumla karşılaşmasını imgesel göndermelerle şiirler yazan Ebubekir Eroğlu, klasik şairlerin şiirlerine çağdaş anlamda nazireler yazarak dikkat çekmiştir.
1970’ten sonra yazdıklarıyla kendine özgü bir yer edinen Enis Batur, deneysel şiirlerine halen devam etmektedir. Deneysel şiirler yazan bir diğer şair Tarık Günersel, şiir tekniği ve deneysel çabalarıyla dikkat çekmiştir.
Modern yaşamı ironiyle işleyen yalın söyleyişli şiirleriyle Cahit Koytak bu dönemde dikkat çeken bir diğer şairdir.

1980-2000 Yılları Arası Türk Şiiri
80 darbesinden sonra şiir yavaşta olsa kendi doğal ortamına dönmeye başladı. Sloganlar şiirden temizlendi, saf şiire yönelmeler başladı. Yönelişler dergisi çevresi başta olmak üzere şiirde poetik değerleri önde tutan edebiyatçıların sayısı arttı. Yönelişler’i Şiir Atı, Poetika, Sombahar gibi dergiler izledi. Ebubekir Eroğlu şiir hakkındaki yazılarıyla bu yönde etkili olmuştur. 80’li yılların şiiri, 70 kuşağını tamamen göz ardı ederek İsmet Özel ve İkinci Yeni şairleri gibi diğer dönemlerin şairlerinin izinden gitmeye çalıştı.
Adnan Özer, Ahmet Erhan, Arif Ay, Cevdet Karal, Haydar Ergülen, Hüseyin Atlansoy, İhsan Deniz, Lale Müldür, M. Mungan, Tuğrul Tanyol, Osman Konuk gibi şairler öne çıkan isimlerdir.

Adnan Özer (Ateşli Kaval, Çıngırağın Ölümü, Zaman Haritası)
Sosyalist çizgidedir. Şiirinin kültürel zemini Yunan mitolojisi, Anadolu efsaneleri, masalları ve halk kültürümüzdür. Slogancı solcu şiire karşı tavır takınır. Kırsalı ve halkı hayatı doğuran ve besleyen unsurlar olarak görür.

Ahmet Erhan (Akdeniz Lirikleri, Sevda Şiirleri, Ölüm Nedeni Bilinmiyor)
80 sonrasının toplumcu-gerçekçi şairi olarak tanınır. Akdeniz kültürünü kaynak olarak ele alır. İnsanı tarihsel bir araç olarak görmeyen, köklerini geçmişten alan hümanizmle yeni bir estetik arayış içine girer.

Haydar Ergülen (Sırat Şiirleri, Eskiden Terzi, Nar, Üzgün Kediler Güzeli)
Yeni bir gerçekçilik arayışındaki şair, Attila İlhan’ın imgeci tutumuna, Necatigil’in naif gerçekçiliğine ve Hilmi Yavuz’un imgeci, mitik niteliğine yakınlık gösterir. “Ne olduğunu bilmediğim bir şeyin var olduğuna inanıyorum şiirde” diyen şair insanın acı ve sıkıntılarını hafifletmeye çalışan iyimser yaklaşımlar gösterir.

Hüseyin Atlansoy (İntihar İlacı, Şehir Konuşmaları, Kaçak Yolcu, Yarın Bekleyebilir)
Sezai Karakoç çizgisindedir. Cahit Koytak ve Osman Konuk’la sanatsal ve düşünsel çerçevede ortaklıkları vardır. Şiirinde modernizme karşı eleştirel, ironik tavır öne çıkar. “Zeki fakat aynı zamanda egemen güçler tarafından ezik kalmaya mahkûm edilmiş kişilerin elinde güçlü bir silahtır” der ironi için.

İhsan Deniz (Mağara Külleri, Gecediloldu, Hurufî Melâl, Buz ve Fire)
Sezai Karakoç çizgisindedir. Metafizik algıya önem verir. Medeniyet inşasının yapı taşlarından olan şiir bu işlevini yerine getirebilecek şiirin şehirli kültürden doğabileceğini söyler.

Lale Müldür (Kuzey Defterleri, Uzak Fırtına, Seriler Kitabı)
Şiirlerinde geniş bir coğrafyanın izleri görülür. Biçim arayışları, metinlerarası göndermeler, lirizmden marjinal eğilimlere uzanan söyleyiş özellikleri onun şiirinin dikkat çeken yanlarıdır. Anlatımı genel olarak simgecidir.

Murathan Mungan (Kum Saati, Yaz Geçer)
Duygusallığın öne çıktığı ferdi şiirleriyle dikkat çeker. Şiirlerinde masal, mitoloji, halk öyküleri ve diğer geleneksel anlatılardan yola çıkarak günümüz insanının toplum içi sorunlarını, varoluşunu, yabancılaşmasını dile getirir. Geleneği zemin olarak ele almaz. Bu arka plan kendi Asyalılığıyla hesaplaşan bireyin çıkış noktasıdır sadece.

Osman Konuk (Seni Yalnız Ben Anlarım, Tehlikeli Belki, Beyaz Savunma)
Modern şiirin insanın dünya ve tabiatla doğrudan ilişkisinin sonucu olduğunu söyleyen şair, modern şiirin estetikle açıklanmaya çalışılmasına da karşıdır. Tabiat ve Tanrıyla olan sözleşmenin bozulması onun için nirengi noktasıdır. Şehre ait insanın traji-komik durumunu her yönüyle ele alan şiirleri vardır.

Tuğrul Tanyol (Elinden Tutun Günü, Ağustos Dehlizleri, Oda Müziği, Büyü Bitti)
İkinci Yeni imgeciliği ile Hilmi Yavuz’un metafizik algısı arasında kendine sezgisel bir duyuşla yeni imge ve ses düzeni kurmaya çalışır. Şairin insanın değişmeyen yanlarını izlerdiği söyler. Aşk, yalnızlık, ölüm ve anılar onun başlıca temalarıdır. Şiirinde anlamdan ziyade imge ön plandadır.

Vural Bahadır Bayrıl (Melek Geçti, Şer Cisimleri)
Gelenek ve metafizikle Hilmi Yavuz tecrübesiyle buluşan şair, şiirin kurumsal sorunlarına da dikkat çekmeye çalışmıştır.

80 sonrası dönemin ortak özellikleri;
İmgeye önem vermek, sözü metafor teknikleri içerisinde tutarak anlamdan ziyade duyuş ortaya koymak,
Dünya görüşü ne olursa olsun şiiri bunun üstünde tutmak,
Şiirin çeşitli dönemleriyle temas kurmak,
Bireyi ve bireyin sorunlarını merkeze almak,
Biçimsel çeşitlilik (bu yapısal çeşitlilik 80 sonrası şiiri hakkında genel bir yargı oluşmasına engel olmaktadır),

Ünite 10
Cumhuriyet Türk Şiiri Genel Değerlendirme

Şiirin kaynakları söz konusu edildiğinde en çok gelenek kavramı mesele edilir.
Gelenek iki düzlemde ele alınabilir;
1) Kültürel gelenek
2) Edebi gelenek
Cumhuriyet dönemi şiirimizde hem algı hem de uygulama alanı bakımından gelenekle kurulan ilişkiler çeşitlilik gösterir.
İlk yıllarda yeni kurulan Cumhuriyetin getirdiği heyecan edebi ürünlerin hemen tümünde görülür.
Bu bağlamda Yahya Kemal kolektif ruh, Mehmet Akif iffihat-ı İslam, Ziya Gökalp kültürel geleneğe atıfla milli tarihe atıf yaparak belirleyici yollar açmıştır.
Yeni kurulan Cumhuriyetin Osmanlı kültürüyle bağını korumak endişesiyle Necip Fazıl ve Sezai Karakoç İslami vurguyla öne çıkarlar.
Klasik şiirin ses özellikleri başta olmak üzere yapısal imkânlarından yararlanarak edebi birikimimizi ideolojik tartışmalara mahal vermeyecek şekilde kullanmayı başaran Behçet Necatigil’in şiiri müstesna bir yere sahiptir.
İkinci Yeni şairleri dil özellikleri ve biçim bakımından gelenekten istifade etmiş ancak anlam alanı bakımından gelenekten tamamen ayrı yeni bir şiir ortaya koymuşlardır.
Garip hareketi gibi kendilerinden önceki tüm edebi ve kültürel birikimi yadsıyan akımın da Türk şiirinin kendi kimliğini bulmasında önemli bir merhale olduğu dikkatten kaçmamalıdır. Orhan Veli ve arkadaşları idealize edilmişi değil var olan alt kültürü şiire taşımışlardır.

Simge olarak kullanılıp yeni imajlar elde etmeye imkân vermeleri ve adeta imge arşivi olarak kullanılabilirliği gibi sebeplerle mitoloji bütün dönemlerde şiir (ve dahi edebiyatın geneli) için eşsiz bir kaynak olmuştur. Fars, Arap, Yunan ve Türk mitolojisi Osmanlı şiirinin beslendiği kaynaklardandır. Bu içeriğe sahip olan Şehname ve Târihi’l-Ümem ve’l-Mülûk yüz yıllar boyu başvurulan eserlerin başında gelmiştir.
Tanzimat döneminde özellikle Yunan ve Latin kaynaklı mitolojik metinlere ilgi artar. Cumhuriyete yakın ortaya çıkan Nev-Yunanilik ve daha sonra Ceyhun Atıf ve Salih Zeki gibi şairlerin yunan mitlerine yaptığı göndermeler sentetik görünüm arz ettikleri için edebi yankı vermemişlerdir.
İkinci Yeni şairlerinin ilgi duyduğu mitler Hıristiyan, Pagan ve Yahudi kaynaklı olanlardır.

Fransız sembolizmi ve toplumcu gerçekçi edebiyat akımı şairlerin şiire bakışında yönlendirici olan akımlardır.
Ahmet Haşim, anlamı geride bırakıp daha çok şiirde müziği öne çıkarmaya çalışmıştır.
Ahmet Hamdi ve Âsaf Halet için de müzik aynı öneme sahiptir.
Şiiri kalpte doğan deruni ahengin dile yansıması şeklinde izah eden Yahya Kemal için şiirdeki anlam ve söz sanatları sadece içteki mananın doğru biçimde ifade edilmesi için kullanılması gereken araçlar olarak kabul eder.
Necip Fazıl görünen dünyaya dair her şeyin şair tarafından sorgulanmasını ve bu yolla bireyin hakikate ulaşmasına yardımcı olmasını şiirin ön koşulu kabul eder. Ona göre şiir mutlak hakikati arama yoludur.
Şiirde fikri içeriği ve biçimsel düzenlemeyi hakir gören Orhan Veli, şiirin değerini ve önemini taşıdığı manada arar. Şiirin niteliği edasıdır.
Fazıl Hüsnü, imgelerin önemine vurgu yaparak şairin içtenliği nispetinde imgelerinin derinleşip şiirinin değerini arttıracağını söyler.
Attila İlhan’ın şiirinde imgeler seslerle, müzikle desteklenir.
Şiire giden yol şairin hayati sorumluluğuna tekabül eder diyen İsmet Özel, şiirin insana öncelikle kendini tanıyabilme imkânı sunduğunu söyler.

Temalar
Erken dönemde etkili olan memleket edebiyatı Anadolu’yu ve Anadolu insanını şiire dâhil eder. Öncüsü Faruk Nafiz Çamlıbel’dir. Şiirde yerli unsurlar, değerler ve konuşma dili hâkimdir.
Sosyalizmin etkili olmaya başlaması edebiyatta da kendini gösterir. Toplumcu şairler ilk yıllarda Atatürk ilkeleriyle sosyalimin ilkelerini uzlaştırmaya çalışırlar. Toplumcu şiire alması gerektiği biçimi Nâzım Hikmet vermiştir.
Modern insanın modern dünyadaki meselelerini merkeze alan ilk şiirler Necip Fazıl’a aittir. Yalnızlık, şehir, ölüm, hüzün kavramları daha sonra İkinci Yeni şairleri tarafından ele alınmıştır.
Garipçilerin şiirinde küçük adam, Beş Hececilerden Attila İlhan’a uzanan geniş bir şairler listesinde aşk Mehmet Akif’ten itibaren İslami motifler, ağırlıkla tasavvufi birikimden beslenen mistisizm çeşitli biçimlerde ele alınan, şiirimizin değişmez temalardandır.

Kitap Bitti
Dosyaları indirebilmeniz için BURADAN kayıt olmanız gerekiyor.
Cevapla
  • Benzer Konular
    Cevaplar
    Görüntü
    Son mesaj
  • Bilgi
  • Kimler çevrimiçi

    Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 7 misafir