SOS203U-Antropoloji Ders Notu

Cevapla
eka77
Mesajlar: 1
Kayıt: 13 Ara 2018 01:41
İletişim:

13 Ara 2018 02:24

SOS203U-ANTROPOLOJİ
Dosyaları indirebilmeniz için BURADAN kayıt olmanız gerekiyor.
Mert Ali
Mesajlar: 130
Kayıt: 09 Eki 2016 15:09
İletişim:

13 Ara 2018 10:40

SOS203U-ANTROPOLOJİ
Ünite 01: Antropoloji Nedir?
Antropolojinin Tanımı, Yaklaşımı ve İlkeleri
Antropoloji en kısa tanımıyla, insan çeşitliliğinin bilimidir. Antropoloji, dünya üzerindeki insan çeşitliliğini, kültürel, toplumsal ve biyolojik farklılıklar içinde değerlendirerek yerel ve evrensel olayların bunlar üzerindeki dönüştürücü etkilerini göstermeyi amaçlar. Hem bütüncü hem de farklılıkları vurgulayıcı bir doğaya sahiptir. Şekil veren ve alan bir varlık olan insana antropoloji bilimi çift yönlü olarak yaklaşır.
Antropolojik yaklaşım altı temel ilkeye dayanır:
1. Bütüncülük: İnsanı tüm olguları içinde (siyasi, ekonomik, sosyolojik, biyolojik) ele alarak bütüncü bir kültürel bağlama yönelmek.
2. Evrensellik: Toplumları insanın çeşitliliğinin birer göstergesi olarak kabul edip hiçbirini bir diğeri üzerinde ayrımcılığa sebep olacak biçimde farklılaştırarak ele almamak.
3. Uyarlama: İçinde yaşadığı çevre koşullarının insanın dönüşümünde başat bir rol oynadığını kabul edip her toplumu kendi özgül koşulları dâhilinde değerlendirmek. Belirli bir yaşam biçimin oluşmasında fiziksel çevrenin, yaşamsal çevrenin ve mekânsal çevrenin rolünü ortaya çıkarmaya çalışır.
4. Bütünleşme: Toplum pek çok farklı öğenin bir araya gelerek bütünlüklü bir yapı oluşturmasının sonucunda işleyiş kazanır. Bu bağlamda her toplum söz konusu bütünlük içinde ele alınmalıdır. Bütünlüklü bakış açısı ile kültürel öğeler arasındaki uyumsuzluk, değişme sürecinde uyum güçlükleri ve çatışmalar daha kolay fark edilebilir. Bütünlük varsayımı görece küçük ölçekli topluluklar yani köy aşiret, cemaat gibi topluluklar için daha geçerli ve işlevseldir. Büyük ölçekli toplumlarda (karmaşık iktisadi, toplumsal ve kültürel ilişkilerin hâkim olduğu, kalabalık toplumlar) toplumu bütünlüğü içinde görmek zorlaşır.
5. Kültürel Görecilik: Antropolog, kendi kültürünü gözetip etnikmerkezciliğe yer vermeden, yani kendi toplumunu ve değerlerini merkeze alarak,yücelterek, diğer toplumları anlamlandırmaya çalışmaz. Antropolog toplumların kültürel bakımdan farklı olduğunu bilir. Antropolog, bir toplum için doğru olanın başka bir toplum için doğru olamayabileceğini bilir.
6. Karşılaştırmacılık: Antropoloji, Toplumların kendine özgülükleri ve benzer olgulara karşı geliştirdikleri farklı refleksleri göz önüne alıp birbirleriyle karşılaştırarak değerlendirir. Kültürler karşılaştırılarak, kültürlerin özgül yönleri anlaşılır.
Bu çerçevede, antropolojinin üç temel sorusu belirgin hale gelir. Bunlar:
1. İnsanlar, toplumlar ve kültürler neden farklıdırlar, nasıl farklılaşırlar?
2. İnsanlar, toplumlar ve kültürler neden ve nasılbenzeşirler?
3. İnsanlar, toplumlar ve kültürler neden ve nasıl değişirler?
Antropolojinin Dalları
Antropoloji Bilimi dört ana dala ayrılır:
1. Sosyal-Kültürel Antropoloji
2. Biyolojik Antropoloji
3. Arkeoloji
4. Dil Antropolojisi
İnsanı ve toplumu biyolojik nitelikleri dışında kendi yaratısı olan toplumsal-kültürel alan içindeki olgular üzerinden değerlendiren Sosyo-Kültürel Antropoloji’nin belirleyici bilgi toplama yöntemi etnografik çalışmalardır. Görece daha karmaşık olan gününüz toplumunu incelerken daha etkili sonuçlar elde etmek amacıyla ana dal Tıbbi, Kent ve Kalkınma Antropolojisi gibi alt dallara ayrılmıştır.
İnsanı canlılar içindeki konumu, evrimi, eski insanların hastalıkları ve demografik özellikleri gibi onun canlı varlığını inceleyen Biyolojik Antropoloji ana dalı altı alt dala ayrılmaktadır;
• Primatoloji: iri maymunların ve primatları inceler.
• Paleoantropoloji (Eski İnsan Bilimi): İlk insan fosillerini inceleyerek genel evrim manzarası çıkarmaya çalışır.
• Biyoarkeoloji: eski insan iskeletlerini inceleyerek fiziksel değişimlerini ele alır.
• Fiziksel Antropoloji: insanların biyolojik çeşitliliğini büyüme, gelişme sorunlarını inceler.
• Adli Antropoloji: cinayet, kaza, katliam gibi sebeplerle hayatını kaybeden insanların kalıntılarını incelyerek mahkemelere veri sağlar.
• Popülasyon Genetiği: kalıtımsal ilişkileri, fark ve benzerlikleri inceler.
Çoğunlukla toprak altından çıkarılan maddi kültür varlıklarını bularak bunların değerlendirilmesini amaçlayan bilim dalı olarak Arkeoloji kendi içinde yüksekkültür ürünlerine ya da sıradan ürünlere eğilen iki farklı yaklaşım içermektedir. Antropoloji bilimi bu bağlamda arkeolojinin yalnızca bazı alt dallarını yöntem olarak benimser. Bunlar;
• Prehistorya (Tarih Öncesi)
• Tarihsel Arkeoloji
• Etnoarkeoloji
• Endüstriyel ve Kentsel Arkeoloji
Yalnızca insana ait bir özellik olarak konuşmanın kültür içindeki merkez konumunu göz önüne alarak bu bağlamda çalışmalar gerçekleştiren Antropolojinin alt alanına Dil Antropolojisi denilir.
Antropolojinin Tarihi
Dünya üzerindeki insan çeşitliliğine olan ilginin başlangıcı Antropolojinin de ortaya çıkışı olarak sayılabilir, bu bakımdan kendi çağının kültürel çeşitliliğini anlatan Herodotos, Marco Polo ve Evliya Çelebi ilk antropologlardan sayılabilir. 19. yüzyılda sosyal bilimler biçimlenirken Batı dünyasının kendi dışındaki kültürleri inceleme alanı olarak seçmeleriyle birlikte antropolojide ilk etnografik çalışmalar ortaya çıkmıştır. Küçük ölçekli toplulukları ele alan ilk antropologlar bütüncü yaklaşım sayesinde kuramsal sonuçlar çıkartmışlardır. İlk antropoloji çalışmaları oryantalizmle (Batı gözüyle Doğuya bakma) birlikte sömürgeciliğin bilimi olarak adlandırılmıştır. Britanya ve Kuzey Amerika’da gerçekleştirilen ve çalışmaların kabilelere, Afrika ve Avustralya’ya yönelmesi göz önüne alındığında bu adlandırmanın çok da haksız olduğu söylenemez. Britanya’da Radcliffe-Brown’un, Kuzey Amerika’da iseFranz Boas’ın önderliğinde iki farklı kuramsal yaklaşım geliştirilmiştir. Radcliffe-Brown toplumsal yapıları (yapısal işlevselci), Franz Boas ise daha çok kültürü yöntemsel belirleyici olarak kabul etmiştir.
Bunlara karşılık Kıta Avrupa’sında eski ve modern toplumları inceleme olanağı veren etnolojik yaklaşım yaygınlık kazanmıştır. Günümüzde tüm antropoloji çalışmaları genel bir anlayış ve yöntem birliği içinde toplanma eğiliminde olsalar da halen İngiltere’nin sosyolojiye yakın biçimde kültürel çalışmalar adı verilen akıma evrildiği, Kuzey Amerika’nın kültüralist ve biyolojik antropoloji ile arkeolojiyi içerdiği ve bütüncül kültürel inşa yaklaşımını koruduğu, Kıta Avrupası’nın da yapısalcı ve Marksçı modelleri tercih ettiği görülmektedir.
Bu sebeple Kuzey Amerika ve İngiliz antropolojileri postmodernist ve post-yapısalcı etkileşime açıktır. 17. yüzyıldan itibaren hızla gerçekleşen bilimsel devrim o zamana kadarki pek çok bilgi ve algının değişmesine sebep olmuştur. Bun devrimler arasında gökbilimciler Galileo Galilei ve Kopernik ile jeolog Charles Lyell’in yeni bulgular ışığında sundukları kuramlar sayılabilir.
Böylesi bir değişim içinde coğrafi keşiflerle bulunan yerli halkların varlığı da dünyadaki insan ve kültür çeşitliliğinin fark edilmesini sağlamıştır. Özellikle 18. Yüzyılda antropologların yaptıkları çalışmalarla çok sayıda yerel kültür, dünyaya tanıtılmış böylelikle etnikmerkezci bakış açıları kırılmaya başlanmıştır. Bu yüzyıllarda diğer bilim dallarıyla birlikte antropoloji de dogmaların yıkılmasına sebep olmuştur. Bunlardan en önemlisi ortaya konulan çalışmalarla insanın canlılar içinde ayrı bir yeri olmadığını kendi içinde bir evrimsel süreç izlediğini ve belirli bir canlı sınıfının üyesi olduğu gerçeğidir. Böylelikle büyük dinlerin ortaya koyduğu insanmerkezci (Homosantrizm) dünya görüşü de darbe almıştır.
Paleontolojinin (Fosilbilim) dünyanın ve canlılığın yaşının tayini konusunda ortaya koyduğu bilimsel önermeler o zamana kadar kabul edilen tarihlendirmelerden çok eski bir zamana işaret etmekteydi. Söz konusu veriler insanmerkezci dünya görüşünün yıkılmasındaki önemli etkilerden birisidir. Canlılarda evrim konusundaki ilk bilimsel açıklama Charles Darwin tarafından 1859 (Türlerin Kökeni) yılında yapılmıştır. Onun kuramına göre her canlı farklılaşan doğal koşullara göre değişerek uyum sağlayıp soyunu devam ettiriyor ya da bunu başaramayıp yok olmaya mahkûm oluyordu. İnsanın bunun bir parçası olarak var olduğunu da Paleontolojinin sağladığı veriler sayesinde bugün bilimsel geçerliği sorgulanır bir önerme olmaktan çıkmıştır. 1856 yılında Düsseldorf yakınlarındaki Neander vadisinde bulunan Neandertal fosil kalıntıları ve 20. yüzyılın başlarında Afrika’daki çalışmalarla bu alandaki bilgi birikimi oldukça artmış ve Biyolojik Antropolojinin de temelleri atılmış oldu. 18. yüzyılda antropoloji gelişirken Avrupalıların diğer toplumları tanımaya başlamasıyla aradaki farklılıklar belirginleşmiş ve ırk kavramı çevresinde örgütlenen bir algı ortaya çıkmıştır. Söz konusu bu ayrım sömürge düzeninin kendisini meşrulaştırmasında bir araca dönüşmüştür. Avrupalılar diğer halkların geri kalmışlıklarını onların ırksal özelliklerinin sınırlandırmasının bir sonucu olduğu görüşünü öne sürmüşlerdir. II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Antropoloji bu dünya görüşünün (Irkçı) bir aracı olarak kullanılmıştır. Böylelikle Antropolojiye karşı toplumlarda yanlış bir bilinç meydana gelmiştir. Ancak günümüzde Antropoloji insanın dünya üzerindeki çeşitliliğinin bir ırksal sınıflandırmaya tabi tutulamayacağını göstermektedir.
Antropolojinin Diğer İnsan ve Toplum Bilimleri İçindeki Yeri 19. yüzyılda felsefeden ayrılarak kendi özel alanlarını belirleyen sosyal bilimler içinde Antropoloji Batı dünyasını değil onun karşıtını, dışında kalanı inceleyen bir bilim dalı olarak ayrı bir yer edinmiştir. Temel sosyal bilimler Batı’yı var eden sosyal, ekonomik ve siyasal alanlarda tarihten yararlanarak veri sağlamışlardır. Ancak ilerlemeci yaklaşım her alanın kendi içinde özgül çalışmalar sürdürmesini gerektirmiştir. Ancak Antropoloji ilgilendiği toplumu tanımlarken bütüncü yaklaşımını sergileyerek kültürü oluşturan her öğeyi bir arada değerlendirmiştir. Bu bağlamda Batı dışında kalan antropoloji çalışmalarının konu edindiği toplumlar el değmemiş ve tarihsel dinamiklerden yoksun olarak algılanmıştır denilebilir. Toplumların tarihsel yapılarını ret ederek onları değişmemiş bir biçimde sunmak, sömürgeci yaklaşımın bir parçası gibi görmek erken çalışmalarda belirgindir. Kuruluş dönemlerinde görece küçük toplumları inceleyen antropolojinin bu durumu onun bütüncül bir bilimsel kuram geliştirmesini sağlamıştır. Söz konusu yaklaşım daha sonra tüm sosyal bilimlerce benimsenen bir olgu haline gelmiştir. Vico (1668-1744), Herder (1744-1803) ve Dilthey’ın (1833-1911) kültür üzerine geliştirdikleri kuramlar sayesinde kültürün algılanış ve ele alınma biçimlerinde belirgin ayrışmalar meydana gelmiştir. Vico, toplumun insan eliyle yaratılmış olduğunu dolayısıyla beşeri dünya ile fiziksel dünya arasında bir fark olduğunu vurgulamıştır. Herder, insanın yarattığı kültürlerin kendine özgülüğünü vurgulamıştır. Dolayısıyla o kültürü yaratan tarih ve çevrenin bilgisi olmadan insan anlaşılamaz. Haliyle doğa bilimleri kültürler üzerinde etkili sonuçlar elde edemez. Dilthey, bilimleri, tin bilimleri-fen bilimleri olarak ayırmıştır. Tin bilimleri betimleyici ve açıklayıcı olamazlar. Olsa olsa anlamacı olurlar. Açıklamak fen bilimlerinin işidir. Tin bilimleri anlamaya çalışır. Anlama sempati (içerden yaklaşma) ve sezgiyle kavrama ile mümkün olur. Diltheyci yaklaşım antropolojinin çalışma tarzı ile uyumlu görünmektedir. Bu gelişmelerin etkisindeki yaklaşımın en önemli temsilcilerinden olan Amerikalı antropolog Franz Boas (1858-1942) katılımlı gözlem tekniğini kullanmıştır. Böylelikle anlamacı bakış açısı gelişerek antropolojiyi diğer sosyal bilimlerden ayıran önemli bir olgu belirginleşmiştir. Antropoloji dışındaki sosyal bilimlerin çoğu erken dönemlerde Dilthey’ci yaklaşımı değil pozitivizmi benimsemiş ve fen bilimlerinin yöntemlerini uygulamışlardır. Antropolojinin çalışma alanının genişliği ve benimsediği yöntemler sayesinde kültürel çeşitliliğin kavranmasında avantajlı bir konuma gelmiştir. Antropoloji aynı zamanda insanı biyolojik bir varlık olarak da incelediği için fen bilimlerinin yöntemlerini de kullanmaktadır. Bu bağlamda antropoloji hem fen bilimlerinin hem sosyal bilimlerin yöntemlerini kullanabilmektedir. Antropoloji, bir yandan Nomotetik yani pozitivist ya da doğa bilimlerinin yöntemlerini benimseyebiliyorken diğer yandan idyografik niteliklere yani kültürleri içerden, tarihsel gelişimi ve özgül yönleri ile ele almaya yönelebilmektedir.
Antropolojinin Yöntemi ve Araştırma Teknikleri
Antropoloji iki belirgin yöntemsel eğilim içindedir. Biyolojik antropoloji doğa tarihi ya da pozitivist yöntemle çalışmaktadır. Sosyo-Kültürel Antropoloji ise yapısalcı ve yapısal-işlevselci eğilimin etkisi altındadır. Bronislaw Malinowski, Radcliffe-Brown ve Claude Lévi-Strauss gibi antropologlar 20. yüzyılın başlarında evrensel bir kültür kuramı geliştirmeye çalışmışlardır. Ancak sonrasında her kültürü kendi özgüllüğü içinde değerlendirme ve yorumlamacılık eğilimi yaygınlaşmıştır. Genel-geçer önermeleri arama girişimi zayıflamaya başlamıştır.
Böylelikle alan araştırmalarıyla antropologlar toplum içinde yaşayarak onlara dâhil olarak her açıdan onu değerlendirip bütüncül bir öneri sunmuşlardır. Topluluğun bir parçası olarak onu görme sürecine emik, onun dışına çıkarak ve genel antropoloji bilgisiyle değerlendirme sürecine ise etik yaklaşım denilmektedir. Araştırılan toplulukların el değmemiş, egzotik olmadıkları aksine tarihli toplumsallıklar olduğu da anlaşılmaya başladı. Bu çerçevede alan araştırmasının yanına kültür tarihi yöntemi de eklenmiş oldu. Zamanla postmodernizmin de etkisiyle antropoloğun konumu da sorgulanmaya başlamıştır. Antropoloğun da bazı kültürel deneyimlerle yüklü olmasının araştırmaya etkisi tartışılır hale geldi. Bu sebeple katılımlı gözlemin yanına bir de katılanın gözlemi araştırma tekniği eklemlenmiştir. Yalnızca bu yöntemi kullanan ve yeni etnografya ya da hikayeci etnografya adını alan çalışmalar da ortaya çıkmıştır. Soru kağıtları kullanmak yerine antropologlar derinlemesine görüşme ve uzun süreli gözlemi tercih ederler. Antropologlar genelde kültür aşırı yani başka kültürleri araştırma eğilimindedir. Günümüzde antropologlar için yalnızca kendi toplumları dışında değil kendi toplumları içinde de çok sayıda araştırma alanı ve konusu bulunabilmektedir.
Ünite 2: Kültür Kavramı
Kültür Nedir?
İnsanın doğa dışında yarattığı ve eklediği maddi manevi her şeye kültür denir. Kültür, insanın hayatta kalmasını sağlarken, insanı diğer canlılardan da ayıran bir olgudur. İnsanların barınma ve giyinme tarzları, dini inanışları, ideolojik bakış açıları vs. hepsi kültürün birer ögesidir. Geçmişten günümüze aslında aynı biyolojik yapıya sahip olan bireyler, zamanla biyolojik yeteneklerinin yetmediği noktada araç-gereçler ve kurumlar yoluyla sorun çözerek, kültürlerini oluşturmuşlardır. Bu nedenle insan üzerine çalışma yapanlar insan kavramı yerine “homo faber” yani alet yapan kavramını kullanmıştır. Mesela kuzey kutbuna yakın yerde yaşayan Eskimolar, bulundukları soğuk hava koşullarına entegre olabilme amaçlı igloo denilen buzdan kulübeler inşa etmiş ve avladıkları kutup ayılarının derilerinden kendilerine giyecek yapmış, köpekleri evcilleştirerek gidecekleri yerlere köpek vasıtasıyla gitmişlerdir. Bu yaşam koşullarına uyum kutuplarda başka, sıcak bölgelerde başka olduğu düşünüldüğünde insanların sadece yaşanabilir bir ortamda dünyaya geldiğinden bahsetmek eksik olur. Çünkü insan aynı zamanda bir kültüre mensup olarak dünyaya gelir. Bir kültür için doğru olan şey öteki kültür için doğru olmayabilir, farklılık gösterebilir. Zamanla insanların içinde bulunduğu koşullar değiştikçe kültürler de değişir. Mesela 1930 ve 1940’lı yıllarda badem bıyık batılılaşmanın bir göstergesi iken, şimdi gelenekselliğin sembollerinden biri olmuştur. Yani kültürel bir değişme söz konusu olmuştur. Buradan yola çıkarak, hiçbir davranışın doğal ya tarafsız olduğu söylenemez diyebiliriz. Çünkü her davranış ve düşünce bireyin içinde bulunduğu toplumun sahip olduğu kültürden etkilenmiştir. Amerikalı antropolog Edward Tylor’un yaptığı kültür tanımına bakılacak olursa; kültür kavramının bileşenleri saptanabilir. Ona göre kültür; bir toplumun üyesi olarak, insanoğlunun öğrendiği (edindiği) bilgi, sanat, gelenek-görenek ve benzeri yetenek, beceri ve alışkanlıkları içine alan karmaşık bir bütündür. Bu tanımlamada öne çıkan üç vurgudan biri; bir toplumun üyesi olan insandan bahsedilerek toplumsallığa yapılan vurgudur. İkincisi; öğrenme edimine yapılan vurgudur. Üçüncüsü ise; kültürün karmaşık bir yapı olarak nitelendirilmesidir. Toplumsallık, kültürün var olmasını belirleyen birincil etkendir. Çünkü toplum olmadan kültürün var olması da imkansızdır ve ancak toplum kültüre ihtiyaç duymaktadır. Öğrenme edimi de bir başka zorunluluktur. Yetişen her nesil yeni kültür inşa etmez, var olan kültürü öğrenir. Dolayısıyla önceki nesil yeni nesile var olan kültürü aktarır. Kültür, bireyin genetik olarak edindiği bir şey değildir. İçinde doğup büyüdüğü kültürü öğrenerek içselleştirir ve böylece o kültüre mensup bir birey olur. Sonradan toplumsal değişim ile kültürel farklılıklar görülebilir. Bizler bu topraklarda doğduğumuz ve büyüdüğümüz için Türkçe konuşup, buraya ait kültürel norm, değer ve kuralları benimseriz. Başka bir ülkede doğmuş olsak oranın kültürünü benimsemiş olurduk. Yani kimse etnik, kültürel ya da dinsel kimliğini, aidiyetini doğuştan getirmez. Sonradan, içinde bulunulan toplum vasıtasıyla öğrenilir. Bu nedenle yukarıdaki tanımda kültürün karmaşık bir yapıda olduğu savunulmuştur. Bu bakış açısının yapısal-işlevselci bir bakış olduğu söylenebilir. Kültür, çatışmaya neden olabilecek bir yapı olarak görülmez. Her kurum ve organ birbiriyle etkileşim ve uyum içerisindedir. Bu özellikler göz önüne alındığında basit ilişkilerin olduğu söylenemez. Karmaşık ilişkiler arasında toplumun kendini çevreye uyarlaması zorunluluğu doğmaktadır. Bu uyarlanma süreci ise bir kerede olup bitecek, kısa süreli bir şey değildir süreklilik arz eder. Sürekliliğin ise toplumsal dinamizmi yani toplumsal değişmeyi ortaya çıkardığı söylenebilir.
Kültürün Özellikleri
a) Kültür hem evrenseldir hem de özeldir.
b) Kültür kapsayıcıdır.
c) Kültür toplumsaldır.
d) Kültür bir soyutlamadır.
e) Kültür tarihsel ve süreklilik içinde bir olgudur, dinamiktir, değişmeye tabidir.
f) Kültür öğrenilir.
g) Kültür ihtiyaçları giderici ve doyum sağlamaya yönelik bir yapıdır.
h) Kültür bir bütündür ve bütünleştiricidir.
i) Kültür bir simgeler sistemidir.
j) Kültürün hem maddi hem de manevi yönü vardır, bu iki yön arasında bir ikilik yoktur.
k) Kültür doğal ve toplumsal dünya ile aramızdaki çevirmendir.
l) Kültür doğaya el koyar.
m) Kültür aynı zamanda bir idealler sistemidir.
n) Kültür bir uyarlanma tarzıdır.
o) Kültür hem uyarlayıcı hem de uyum bozucudur.
Kültürel Süreçler
Kültürün yaşanmasına, süreklilik sağlamasına ve değişmesine aracılık eden birtakım süreçler antropologlar tarafından sınıflandırılmış ve açıklanmıştır. Bu süreçler şunlardır:
Kültürleme (Enculturation): Bireyin doğduğu andan itibaren ailesinden başlayarak içinde bulunduğu kültürü tüm kurum ve ögeler üzerinden öğrenmesi sürecine kültürleme süreci denir. Toplumsallaşma, sosyalizasyon ya da eğitim denilen bu süreç insanın doğumundan ölümüne kadar devam eder, bitimsizdir. Çünkü insan hayatının her evresinde bir şeyleri öğrenmek zorundadır. Örneğin doğduğumuz andan itibaren cinsiyet rollerini öğreniriz; bu bakımdan erkeklik ve kadınlık biyolojik özellikleri dışında doğuştan taşıdığımız şeyler değil, kültürel olarak inşa edilmiş durumlardır. Bu sürecin hızı modernleşme döneminde daha çok artmış, her gün yeni şeyler öğrenmek zorunda kalmışızdır.
Kültürleşme (Acculturation): Birbirinden farklı iki kültürün farklı şekillerde temas etmesiyle alışveriş içine girmeleri ve bu alışveriş sonrası birbirinden alıp verdikleri ögelerin giderek birbirine karışması ve kökenlerinin bilinemez hale gelmesiyle oluşan süreçtir. Coğrafi olarak yalıtılmış ya da dünyanın en ücra köşeleri olarak kalmış bölgeler dışında kültürleşmeye maruz kalmamış yer yoktur. Örneğin Osmanlı kültürü Balkanlar’a girdiğinde oradaki Slav kültürleri üzerinde büyük bir etki yaratmıştır. Slav dillerine birçok Türkçe sözcük geçmiş ve Osmanlı’dan gelen kahve kültürü Türkiye’dekine benzer alışkanlıklar yaratmıştır. Aynı şekilde Osmanlı da onlardan etkilenmiştir.
Kültürel Yayılma (Diffusion): Herhangi bir kültür merkezinde ortaya çıkan maddi ve manevi kültür ögelerinin çevreye yayılarak benimsenmesidir. Mesela batıdaki giyim tarzı çevreye yayılırken, Türkiye’de de yaygınlık göstermiş ve benimsenmiştir.
Kültürlenme (Culturation): Farklı bir kültürel yapıdan gelen bireylerin, başka bir kültürel alana gelmeleri durumunda ya da geldikleri yerde yeni bir uyarlanma ihtiyacıyla karşılaştıklarında, ne içine girdikleri kültürde bulunan ne de ait oldukları kültürde var olan yeni bir kültürel öge yaratmaları ve yeni bir bireşime varmaları sürecine kültürlenme süreci denmektedir. Bu sürece örnek olarak kentlerde çok rastladığımız gecekondu tipi evler verilebilir. Bu tip evler ne köydeki konut tiplerine ne de kentteki konut tiplerine benzemektedir. Köyden kente göç edenlerin kültürlenme sürecinde oluşturdukları kültürel bir ögedir.
Kültür Şoku (Culture Shock): Bireyin doğup büyüdüğü ve içselleştirdiği kültürel ortamından ayrılarak, dilini, dinini ve kültürel yapısını hiç bilmediği dilini bilse dahi kültürel ögelerine tamamen yabancı kaldığı bir kültüre girmesi ile yaşadığı ruhsal bunalım sürecine kültür şoku denmektedir. Bireyin içinde bulunduğu kültür, her yönüyle alışıldık seyir izlediğinden benimsenmiş olur. Ancak kendi kültüründen tamamen farklı bir kültüre geçilmesi günlük hayatı etkilediğinden ve hatta temel ihtiyaçları bile karşılamaktan alıkoyduğu için bireyi gerçek manada sıkıntıya sokmakta ve bunalıma itmektedir. Yabancı ülkelere giden göçmenler bu sürece örnek olarak verilebilir. Farklı bir kültüre girmiş olmanın verdiği sıkıntı bu süreçte gözle görülebilir bir hal almıştır. Bu konuda “Otobüs” filmi konuyu daha anlaşılır kılmaya yardım edecektir.
Kültürel Gecikme (Cultural Lag): William F. Ogburn tarafından adlandırılan bu süreç, kültürel değişme etkisi altında kalan kurumların bu değişmeye gösterdikleri tepkinin hızındaki farklara denilmektedir. Genellikle teknolojik yeniliklerin bu uyumsuzlukları ve gecikmeleri yarattığı söylenebilir. Çünkü teknoloji maddi kültürel bir ögedir. Maddi kültür erken gelişirken manevi kültürün onunla paralel bir şekilde ilerlemesi her zaman görülemeyebilir. Bu nedenle de aralarında uyum farkları görülür. Örneğin teknolojik bir gelişme olan cep telefonlarını herkes kullanır bu maddi kültürün benimsenmiş olmasıdır. Ancak toplantıda sessiz moda alınmıyorsa bu telefonun kullanılma kültürünün benimsenmediğini yani manevi kültürde gecikme olduğu gösterir.
Kültürel Özümseme (Assimilation): Çeşitli nedenlerle bir kültürün bir başka kültürü etkisi altına alması, kendini benimsetmesi ve hatta sonrasında kendi içinde eritmesi şeklinde tanımlanan süreçtir. Bir bölgede hakim kültür haline gelen kültürün, yüksek ya da gelişkin kültür imgesi sunmasından dolayı öteki kültürleri baskısı altına alır. Bu baskıdan dolayı öteki kültürlere mensup olanlar da kendilerini baskı altında hisseder ve adeta kendi kültürlerinden kaçmaya başlar, kültür değiştirirler. Böylece kültürel özümseme süreci başlar. Günümüz toplumunda küresel kültürün yaygınlaştığı düşünüldüğünde, çoğu kültürün bu şekilde eriyerek kaybolmaya yüz tuttuğu söylenebilir.
Kültürel Bütünleşme (Integration): Belirli bir coğrafyadaki egemen kültürlerin öteki kültürleri baskı altına almasına karşın, günümüzde yaygınlaşan çok kültürcülük politikalarıyla bu kültürlerle uzlaşma arayışına girmesi sonucunda, diğer kültürlerin kendilerini korumalarıyla birlikte, büyük kültürle uyumlu hale gelmeyi ve bu kültürün şemsiyesi altında bir alt-kültür olarak tanımlanmayı benimsemeleri sürecidir. Bu süreçte egemen kültür, öteki kültürleri koruma ve gelişmelerini sağlama amacı güderek onlara siyasi, iktisadi ve toplumsal mekanizmalar açısından kolaylıklar sağlar.
Zorla Kültürleme (Trans-Culturation): Egemen kültürün, diğer kültürleri zorla kendisine benzetmesi ve buyolla yok olmalarını sağlamaya itmesidir. Bu süreçte dönüştürülmek istenen kültüre ait tarihi ve manevi izler tahrip olduğundan, kültüre mensup olanların gönüllülüğü ve kendiliğindenliği söz konusu değildir. Dönüşüm zorla eğitim kurumları, askeri kurumlar ve başka toplumsal ajanlar tarafından yürütülür. Zorla kültürleme süreci, günümüz toplumlarında hoş karşılanmadığından ve uygulandığı koşullarda uluslararası toplumlardan tepki alacağı düşüncesiyle uygulanmaz. Özümseme ve bütünleşme süreçlerini içeren değişikliklerin yapılması amaçlanır.
Kültürel Değişme ve Gelenek: Yukarıda anlatılan bütün süreçler kültürel değişmeye neden olur. Dinamik bir olgu olan kültür, gelenekleri meydana getirir. Gelenek, kültürün değişim sürecinde belli bir dönemde ortaya çıkan eski bir referanstan ibarettir. Bu referans kültüre ilk girdiğinde yenilik olarak adlandırılırken, sonradan gelenek halini alır ve yaygınlaşır. Tarihçi Eric Hobsbawn “geleneğin icadı” kavramını geliştirmiştir. Ona göre tüm gelenekler, geçmişten günümüze süregelmiş bir kültür değeri gibi algılanırlar ancak sadece modern toplum tarafından icat edilmişlerdir ve bu kültürün temelleri kendinden önceki kültürel değişimde saklıdır.
ÜniteNo:3 Kültüre Yaklaşımlar: Temel Antropoloji Kuramları
Antropolojideki kuramsal zenginlik sosyal/kültürel alanda ortaya çıkan, birbiri ile iç içe geçmiş, birbirini eleştiren veya birbirini destekleyen ya da farklı sorunlara odaklaşan tartışmalardan beslenmektedir. Bu anlamda kuramsal bir çoğulluk mevcuttur. 19. Yüzyılda sosyal bilimlerin etkisi altına alan evrimci (ilerlemeci) ve işlevselci (dengeyi öngören) kuramlar, 20. Yüzyılın ortalarından itibaren ise çatışmacı kuramlar antropolojiyi etkisi altına almıştır. İlk kuramlar bütünselci olup toplumları düzenli ve dengeli sistemler olarak betimlemişlerdir. Sömürgeci geçmişi hesaba katmayan ve eleştirmeyen bu kuramlar sömürgeciliğin çözülmesi ile (II. Dünya Savaşı sonrası) yerini, toplumda çatışmaya odaklanan çatışmacı teorilere bırakmıştır.
Evrimci ve Tarihselci Kuramlar
19. Yüzyıl Evrimciliği: Bütün toplum ve kültürleri bir gelişme çizgisi içinde görmeye çalışan evrimcilik antropolojinin ilk kuramsal modelidir. Dönemin hâkim bilimleri biyoloji ve jeolojide ortaya çıkan yaklaşım her şeyin değişerek günümüze geldiğini vurgular. Kültürlerin de ilkel olandan ileri olana doğru tek hatlı bir evrim hattından geçtiğini ileri sürer. Evrimci okulun ilk temsilcisi antropolojinin konusunun kültür olduğunu söyleyen, biyolojik olan ile kültürel olanı ayıran ve evrimi aklın ilerleyişi olarak gören Edward Taylor’dur. Taylor Comte ve Hegel’den etkilenerek; uygar olanı hurafeleri bırakıp aklı ve bilimi kullanmasıyla vahşi olandan ayırmaktadır. Evrimciliğin bir diğer temsilcisi, kültürel evrimi teknolojik gelişme ile birlikte ele alan L. Henry Morgan; ‘Eski Toplum’ eserinde insanlığı; yabanıllık (avcılık toplayıcılık hâkimdir, çömlekçiliğe kadar sürer), barbarlık (çömlekçilik, yerleşik hayat, hayvanları evcilleştirme, demirin ergitilmesi) ve uygarlık (yazının keşfiyle başlayan evre, eski ve modern olarak ikiye ayrılır) olmak üzere üç aşamada ele alır. Bu aşamalandırma teknolojiye dayanmakla birlikte çok eşlilikten tek eşliliğe geçişi de içermektedir. Evrimciler, çoğunlukla veri azlığı sorunu yaşarlar. Başkalarının anlatılarıyla hareket ederek sistemli ve nesnel olamazlar. Veri azlığı sorunu tarihsel ilerleme fikriyle birleşerek sorunlu hale gelmiştir. Kültür kavramını öne çıkararak insanları ruhsal bir birlik olarak ele alsalar da kültürlerin eşitsizliğine ve kültürel göreceliğe vurgu yapma da yetersiz kalmışlardır. Batılı modern kültürü (beyazları temsil eden) evrimin üst basamağına koymuşlardır.
Difüzyonizm (Yayılmacılık, Kültür-Çevre Kuramı):
Evrimciliğe karşı yükselen difüzyonizm; kültürde değişim ve gelişimde kültürlerin başka kültürlerden etkilenmesini esas alır. Teknolojik yenilikler kültür içinde kendiliğinden gerçekleşemez. Biricik ve tek hatlı bir evrim şeması mümkün değildir. Alman difüzyonistlerine göre insanlık tarihinde birkaç çekirdek bölge mevcuttur, kültürel öğeler buradan çevreye yayılmıştır. Mısır ve Mezopotamya gibi yüksek kültürler önce temas sonra göç ve fetih yoluyla daha geniş alanlara yayılmıştır. Difüzyonizmi Kuzey Amerika’ya taşıyan Franz Boas’tır. Kültürel öğelerin coğrafi (çevre) dağılımına odaklanan Boas ve takipçileri, belirli bir coğrafyadaki ortak kültürel özellikleri paylaşan kültürlerle ilgilenmişlerdir. Müzeci antropoloji etkisinde örnekler toplayarak yayılma alanları ve tiplerini sınıflandırmışlardır. Ancak yine de kültürü bir bütünlük olarak ele almamışlardır. 20. Yüzyılda gelişen bütünselci bakış, difüzyonizmi kökünden sarsmıştır.
Tarihsel Özgücülük(Amerikan Tarih Okulu):
Kurucusu başlangıçta difüzyonizmi benimseyen Franz Boas’tır. Ona göre farklı yaşamlar ve düşünme tarzları fiziksel çevreden etkilenir. Baffin Adaları’nda Eskimoları inceleyen Boas, benzer iklimlerde farklı kültürel çeşitliliği gözlemleyip çevresel belirleyicilik fikrini terk ederek, kültür ile tarihsel gelenekler ilişkisine yöneldi. Kültürel gelişimde evrensel yasalar yerine tek tek kültürlerin nasıl geliştiğine bakılması gerektiğinin altını çizerek kültürlerin özgü ve ayrı bir tarihi olması gerektiğinin savunan tarihsel özgücü görüşe yakınlaşmıştır. Böylece de nomotetik anlayış yerine idyografik anlayışı önemsemiştir. Kültürel gelenekler ve yaşam tarzlarını üç etken ile açıklamak gerekir: çevresel koşullar, psikolojik etkenler ve tarihsel bağlantılar. Bunlardan öncelikli olan ise tarihsel bağlantılardır. Kültürü anlamak toplumun tarihinin anlaşılmasıyla mümkündür. Kültürün coğrafi bağlamından soyutlandığın anlaşılamayacağını savunan Boas, bu fikriyle de kültürel göreceliğin kurucularından biri olarak görülür. Kültür kendi tarihinin ürünüyse tek çizgide ilerleyen bir insanlıktan söz edilemez. Üstün, geri, ilkel, çağdaş gibi terimlerle kültürler karşılaştırılamaz ve buna bağlı olarak genel bir kültür kuramına da varılamaz.
İşlevselci ve Yapısalcı Kuramlar
İngiliz İşlevselciliği:
Kültürel öğelerin kültür bütünü içindeki işlevi ve uyuma katkısını araştıran işlevselcilik uzun süreli alan araştırmasını uygulamasın bakımından önceki yaklaşımlardan ayrılır. İngiliz işlevselciliğinin kurucusu B. Malinowski’ye göre, bütün insanlar; yeme, giyim gibi devamı sağlamak için bazı ortak temel ihtiyaçlara sahiptir. Bunların karşılanması ile ikincil ihtiyaçlar ortaya çıkar. Kültürel işlevler hem temel, hem de ikincil ihtiyaçları gidermeye dönüktür. Belirli işlevlere sahip öğeleri karşılıklı ve bağımlı ilişkiler bütünü içinde ele alarak kültür bütününe vurgu yapar ve tarihçi yaklaşımdan ayrılır. İşlevselcilik kültürü bireyin ihtiyaçları bağlamında ele alarak, bireyi aşan sosyokültürel oluşumları, iktisadi bunalımları hmal etmektedir. Öte yandan; “insan ihtiyaçları aynı ise kültürel farklılığın kaynağı nedir?” sorusuna açıklama getiremez.
Yapısal İşlevselcilik:
Kurucusu Radcliffe- Brown’dur. Toplumu birbirini destekleyen öğe ve kurumların karşılıklı ilişkilerinin toplamı olarak gören ve kültürün bireylerin değil toplumsal işleyişin ürünü olduğunu söyleyen Durkheim’den etkilenmiştir. Malinowski gibi psikolojik ve biyolojik öğelerden çok sosyolojik öğelere ağırlık vermiştir. Ortak bilincin toplumsal yapının temel unsuru olduğunu belirten Durkheim’e göre ortak bilinç bireyi aşar ve şekillendirir. Toplumun karşılıklı ilişkiler içinde olan bireylerden oluştuğunu ancak bunu birey davranışı ile açıklanamayacağını öne sürer. Farklı toplumlar farklı kolektif temsillere sahiptir. Bu görüşlerden etkilenen Radcliffe-Brown toplumu bir organizmaya benzetir. Bu organizma varlığını kurarak devamını sağlayacak biçimde dengeli halinde çalışan bir bütündür. Malinowski (İngiliz İşlevselciliği)birey ve ihtiyaçları üzerinde dururken Radcliffe ve Brown (Yapısal işlevselcilik) toplumsal yapının işler biçimde sürdürülmesine odaklanır. Her iki görüş de bütüncü bir anlayışa sahiptir ve alan araştırmalarına katkılar yapmıştır. Kültürel öğeleri tek başına olgular değil de içinde var oldukları toplumsal bağlamla birlikte ele alarak bütüncü görüşü güçlendirmişlerdir. Ancak her iki görüş de tarihsel gerçekliği dışarıda bırakma, değişmeyi ihmal etme ve fizyolojik çevre ve biyolojik çevrenin kültür üzerindeki etkisi bu kuramda ihmal edilmiştir.
Yapısalcılık:
Antropoloji alanında yapısalcılığı, dil bilimci Saussaure’den etkilenen C. Levis Strauss geliştirmiştir. İşlevselcilik gibi tarihi, dışarıda bırakan bir analiz çerçevesi oluşturmuştur ve zihinsel süreçlere odaklandığı için çevresel uyarlamayı ihmal etmiştir. Toplum olgu ve öğeler, toplumsal yapı denilen ve sadece bir model kullanılarak erişilecek gizli boyutun varlığı ile anlaşılır. Bu gizli boyut, dilde saklıdır. Dil aklı düzenleyen mekanizmaların dışavurumudur. Kültür de bu mekanizmaların bir dışsal yansımasıdır. Zihinsel algılar insanla nesnel dünya arasındaki tek ilişki biçimidir. Nesnel dünya zihinsel kavrayış dışında bir gerçeklik değildir. Dünya zihinde inşa edilir ve dille dışa vurulur. Yapısalcı antropoloji bu düzeneğin ilkelerini inceler. Diğer bir yapısalcı Louis Dumont Hindistan’daki kast sitemini üç ilkeyle açıklar: ayrılma, hiyerarşi, etkileşim.
Psikoloji ve Biyoloji Yönelimli Kuramlar
Kültür-Kişilik Kuramı:
Ruth Benedict’in öncülük yaptığı, 1930’ların ortalarından itibaren antropoloji-psikoloji ilişkilerinden etkilenerek Kuzey Amerika’da gelişen bu kuram, kültürlerde ve ruh hallerinde karşılık bulan ortak tema ve başa çıkma yollarının varlığına işaret eder. Kültürler ruh hallerindeki başa çıkma yolları üzerinden tanımlanabilir ve sınıflandırılabilir. Kültürün iç tutarlılığı bireyin sorunlarla başa çıkma kapasitesini yükselttiği oranda sürdürülebilir. ‘Kültür Örüntüleri’ eserinde Benedict, uzlaşmacı ve aşırılıklardan kaçınan Apollon tipi kültür ve coşkulu, romantik şiddet ve tehlikeye eğilimli Dionisyak kültür şeklinde bireylerin ruhlarını etkileyen iki tip kültürü ayırt etmiştir. Amerikan ordusu Japonların inatçı savaşkanlığını açıklayabilmek için Benedict’i görevlendirmiştir. Bu süreçte kalem aldığı ‘Krizantem ve Kılıç’ adlı eserinde Benedict Japon ruhu ile Japon kültür arasında ilişki kurar. Benedict’in temsil ettiği kültür-kişilik kuramı insanları sadece kültürel uzay içinde var olan ve fiziksel dünyadan, tarihsel olaylardan soyutlanan öğeler olarak ele almasından ötürü eleştirilmiştir.
Sosyobiyoloji Kuramı:
Kültürel öge ve kurumları biyolojik ve genetik nedenlere dayandıran bu kuram, tarih ve kültür araştırmaları gibi toplumsal bakışı gerektiren insani çeşitliliği biyolojik nedenselliğe indirger. Karakteristik özelliklerin kültürel süreçler yoluyla kazanılmış durumlar olmadığını, bu özelliklerin genlerde saklı olduğunu iddia eder.
Çatışmacı ve Uyarlanmacı Kuramlar
Yeni Evrimcilik:
İkinci Dünya Savaşı sonrasında geleneksel yapıdaki toplumların küresel sistemle bütünleşmesi, yeni ulusların ortaya çıkışı, enflasyon, enerji bunalımı, kirlenme işsizlik gibi sorunlar karşısında mevcut değerler ve kurumlar yeniden gözden geçirilmeye başlamış ve böyle bir arka planda da antropoloji akımlarında da değişme vurgusu güçlenmiştir. Sanayileşme ve teknolojik gelişmenin etkilerine açık olan toplumları odağına almaya başlayan bu akıma yeni evrimcilik denmektedir. Gordon Childe ile çalışmış olan Leslie White yaklaşımın ilk temsilcisi olup, kültürün genel evrimleşme eğilimiyle ilgilenmiştir. Kültürel ilerleme görüşünü veri kabul etmek yerine bunun nedenlerini açıklamaya girişmiştir. Teknolojik ilerlemeyi belirleyici kabul eden Lewis Morgan’a yaklaşmakla birlikte ilerlemiş sayılan toplumlarla ilkel sayılan toplumların farkını açıklarken, kullanılan enerji miktarını esas almıştır. Kültür enerjiden yararlanmayı öğrenme sırasında ilerler. Kas gücünden, hayvan gücüne, oradan rüzgar ve su gücüne sonunda fosil yakıtlara varan enerji kullanımı kültürel hayatın bir kurgusudur. Her teknolojik ilerleme kullanılan enerji miktarını arttırmakta dolayısıyla karmaşık bir toplumsal ve kültürel hayata geçilmektedir.
Kültürel Ekoloji Yaklaşımı:
Julian Steward’ın temsil ettiği bu okul, belirli bir kültür ya da kültür bölgesinde oluşan değişimler dizisine vurgu yaparak çevrenin kültürel evrim ve oluşumlar üzerindeki etkisini vurgular. Çok hatlı bir evrim modelini savunarak 19. Yüzyıl evrimciliğinden farklılaşır. Buna göre insanlık; basitten karmaşığa doğru, tek ve zorunlu bir çizgi üzerinde değil çevresel ve toplumsal koşullara bağlı olarak her coğrafya ve zamanda farklı gelişme yollarını ve çeşitliliğini barındırır. Sosyokültürel sistemler ile çevreler arasındaki ilişkilere odaklanır. Kültürün uyarlanma yeteneğine, kültürün ortaya çıkış ve gelişiminde uyarlanmanın temel güç olduğuna vurgu yapar.
Yeni İşlevselcilik:
Malinowski’nin öğrencileri Evans-Pritchard ve Meyer Fortes’in ‘Afrika Siyasal Sistemleri’ adlı eserindeki makalelerden kök almaktadır. Temsilcilerinden Gluckman, Malinowski’yi esas almakla birlikte onu toplumdaki örgütlenme içerisinde çatışmayı ele almamakla eleştirmektedir. Dayanışma ve toplumsal sürekliliği sağlayan kurumlar yanında düşmanlıklar, yabancılaşma, otoriteye yönelik tehditler de hayatın olağan yönleridir. Gluckman’a göre çatışmaya rağmen dayanışma korunabilmektedir. Kurumlardan birinde ortaya çıkan hatta süreklilik kazanan çatışmalar başka kurumların gerektirdiği uzlaşmayla dengelenebilmektedir. Bununla birlikte çatışma sistemi güçlendirip besleyebilmektedir. Genel anlamda yeni işlevselciliğin zayıf yönü ise toplumsal değişimi açıklamada yetersiz kalmasıdır.
Marksçı Antropoloji:
Marksçı antropoloji, Stanley Diamond, Claude Meillasoux ve Maurice Gaudelier gibi antropologlarca kurulmuştur. Çevre ile kültürel evrim arasındaki ilişkileri, sistemlerin dönüşümüne kaynaklık edecek ilişkiler çerçevesinde ele alırlar. Marx’ın değişmeyi ortaya çıkaran koşulları ele alırken, uyumdan çok çatışmaları merkeze almasından esinlenirler. Kaynak ve iktidarın belirli ellerde toplanması ve kaynak dağılımının eşitsizliği; bir yandan sürekli çatışma potansiyelini canlı tutmakta ve iktidar mücadelelerine yol açmakta, diğer yandan kültürel değişmenin temel dinamiği olmaktadır. Marksçı antropologlar kültürün içindeki üretim ve dağıtım araçlarının nasıl şekillendiğine ve nasıl değiştiğine odaklanmışlardır. Morgan’ın evrimci tezlerine dayanarak ‘Ailenin, Devletin, Özel Mülkiyetin Kökeni’ eserinde tek çizgili evrim modelini kuran Friedrich Engels’in yaptığı hataya düşmeyerek yerel koşullar bağlamında farklı yolların izlenebileceğini savunmuşlardır. Ancak iktisadi indirgemeciliği antropolojiye taşıyarak, her farklı üretim-dağıtım ilişkisine göre farklı üretim tarzlarını icat etmekle ve kültürün görece özerk konumunu ihmal etmekle eleştirilirler.
Kültürel Maddecilik:
Kültürel özellikler ve ürünlere önem veren bu yaklaşım, geçmiş kültürlerin kanıtı olarak ortaya çıkarılan maddi ürünlerin yorumu olan arkeolojinin temel dayanağıdır. Kültürel özelliklerin, kodların, norm ve değerlerin başta çevresel etkenler olmak üzere toplumların maddi koşullarına göre şekillendiğini savunur. Tarihsel maddecilik ve Marksçı antropolojiyle örtüşen bu yaklaşımın başlıca temsilcisi Marvin Harris’tir.
Özgücü Kuramlar
Etnobilim ya da Bilişsel Antropoloji Yaklaşımı:
Yapısalcılık Kuzey Amerika’da yeni bir biçim kazanarak bilişsel antropolojiye dönüşmüştür. Etnografik veriler aracılığıyla kültürlerin yapısal ilkelerini ortaya çıkarmaya çalışır. Kültürel yapıların yerlilerin dünya görüşünü yansıttığını savunur. İnsanların dünyayı nasıl kavradığına odaklanır. Bir kültürün mensupları, çevreyi kendi dil kategorileri vasıtasıyla algılar ve yapılandırır. Bilişsel çerçeveden çıkan kural ve ilkeler karar verme mekanizmalarını etkiler.
Simgeci/ Yorumcu Antropoloji Yaklaşımı:
Kültürü, o kültürün mensuplarınca ortak olarak paylaşılan simge ve anlamlardan ibaret bir sistem olarak gören bu yaklaşımın temsilcisi Clifford Geertz’dir. Bilişsel antropologlar, kişilerin kendi kültürü üzerine söylediklerini önemserken; simgeci veya yorumcu antropologlar, ayinler, mitoslar, akrabalık gibi kurum ve yorumlama biçimlerinin araştırılması gerektiğini savunurlar. Kültürün bütünsel bir oluşum değil de çelişik duygu, inanç ve kurallar topluluğu olduğunu savunarak aşırı göreceliğe kayarlar. Her duygu, inanç ve kurallar topluluğu dünyayı farklı biçimde yenidenkurar. Dünyayı başka şekilde görme olanağı yoktur. Bu olanağın yokluğu kültürler arasındaki geçişlilik kanallarını kapatır. Kültürlerin birbirine benzediği önermesini geçersizleştirir.
Feminist Antropoloji: 20. yüzyılın sonlarına doğru, postmodernist akımların ortaya çıkmasıyla birlikte, sömürünün bir tek doğu-batı ikiliği biçiminde olmadığı, benzer biçimde tek sömürü ilişkisinin sermaye ve çalışanlar arasında yaşanmadığı yönünde yeni bir söylem yükselmeye başlamıştır. Sömürü ve tahakkümün hayatın her alanına yayıldığı görüşü ile birlikte feminist antropoloji sömürü ve tahakküm ilişkilerini kadın-erkek ilişkilerindeki eşitsizliklerde aramıştır. Kültürel fark biçimindeki sömürü ve tahakküm ilişkisinin tüm kültürlerde var olduğunu ileri süren feminist antropoloji eşitsizliğin kültürel görünümünü, toplumsal cinsiyet rollerinin kültürel inşasında aramaktadır. Bütün kültürlerde yer alan etnik-merkezcilik gibi erilmerkezciliğin varlığını keşfetti. Erilmerkezcilik, toplumun ve toplumsal zihniyetin örgütlenmesinde erkeği ve onun rollerini merkeze alan eğilimdir. Bugün toplumsal cinsiyet çalışmaları, sadece kadın sorununu ele almayı bırakarak erkek araştırmalarına da yönelmiştir. Bu anlamda feminist kuram ve feminist antropoloji, toplumsal cinsiyet antropolojisine dönüşmüştür. Bu yaklaşımın başlıca temsilcisi ise Margaret Mead’dır.
Ünite No: 4 İnsanın Canlılar Dünyasındaki Yeri ve Biyolojik Çeşitliliği

İnsanın Canlılar Dünyasındaki Yeri
İnsanoğlu etrafındaki her şeyi sınıflandırır. Sınıflandırma bir taraftan etraftaki varlıkları tanımayı kolaylaştırırken diğer taraftan da canlı ya da cansız varlıkların birbirlerine olan yakınlığını anlamayı sağlar. Bu nedenle hayvanlar, bitkiler ve insanlar genel bir grup adı altında kümelendirildikten sonra daha küçük bir başlık altında yeniden sınıflandırılmaya tabi tutulurlar. Diğer bir ifade ile çevremizdeki dünyayı daha iyi bir şekilde anlamak için başvurduğumuz sınıflandırma benzer özellikler gösteren ilkeler ile bütünleşmektedir. Bu konu hakkında her ne kadar önceleri insanların kendi aralarında yaptıkları sınıflandırmalar olduysa da bilimsel anlamda ilk canlı sınıflandırması, Carl von Linné’nin (1707-1778) çalışmasıdır. Biyolojik bir sınıflama sistemine dayalı “taksonomi” olarak bilinen bu sistem, canlıları paylaştıkları benzer özelliklere göre bir sınıflandırmaya ve onların birbiriyle olan ilişkisini ortaya koymaya yönelik bir girişimdir. Bir tür, canlılar arasında birden fazla canlı ile benzerlik gösterebilir. Örneğin balinanın da tıpkı insan gibi yavru doğurması ve onu sütü ile beslemesi, onun memeli olduğunu dolayısıyla da bu özelliğini ortak bir atadan aldığı söylenebilir.
Ortak atadan kalıtılan, birden fazla tür tarafından paylaşılan ve yapısal açıdan benzerlik gösteren organlara kökendeş (homolog) organlar denir. İnsanın kolu, yarasanın kanadı ve balinanın yüzgeci, kökendeş organlardır. Ancak biyologlar canlıları sınıflandırırken onların organlarının gösterdiği işleve göre değil yapı ve kökenlerine göre sınıflar ve kuşlar, balıklar, memeliler ve böcekler şeklinde sınıflandırma ortaya çıkmaktadır.
Böylelikle bu grupların birbirleriyle ortak özellikleri, onların kökenine ilişkin bize bilgi vermiş olur. Bu özellikler sadece yapı ve köken ölçütüne göre değil gelişmiş ya da ilkel özelliklerin korunması durumuna göre de yapılmaktadır. İlk memeliler beş adet parmağa sahipken primat takımı üyelerinin de beş parmaklı el ve ayağa sahip olmaları primat takımının ilkel özelliklerinin korunduğu anlamına gelir. Ayrıca, tek toynaklı günümüz atında, bu gelişmiş bir özellik anlamına gelmektedir. İnsanın beş parmağa sahip olması ilkel bir özellik olmasının yanında, diğer parmaklarına oranla el başparmağı türemiş bir organ olarak görülmekte ve prosimiyenlerden daha hassas tutuculuk özelliğine sahip insan başparmağı gelişmiş bir özellik olarak kabul edilmektedir. Canlıları sınıflandırmada, DNA(Deoksiribo Nükleik Asit) dizilimi, DNA çaprazlanması, proteinlerin immünolojik tepkimelerinin karşılaştırılması gibi yöntemlerle türler arasında genetik uzaklık belirlenmektedir.
Primatlar
Primat, prosimiyenlerin, Eski ve Yeni Dünya maymunlarının, kuyruksuz büyük maymunların ve insanı da içine alan memeli takımına denilmektedir.
Primatların Özellikleri: Primatların, ağaç yaşamına uyarlanmayı yansıtan temel anatomik özellikleri bulunmaktadır. Bu grubun tüm üyelerinde el ve ayaklarda beş adet parmak vardır. Primatların el ve ayaklarındaki başparmaklar diğerleriyle karşılaşabilmek özelliğine sahiptir. Diğer primatlarda içerisinde insan, dik duruş pozisyonu ve iki ayak üzerinde hareket edebilen tek primat olup ayaklar bir kaide özelliği kazanarak başparmağın tutuculuğu büyük oranda güdükleşmiştir. İnsan dışındaki primatlarda ise bu özellik korunmuştur. Primatlarda, ağaçta rahat hareket edebilmek açısından esnek ve hareketli bir iskelet sistemi bulunmaktadır. Koklama duyusunun öneminin azalmasına karşın görme duyusu önem kazanarak primatların kafataslarının ön kısmına yerleşmiş olan gözlerin görüş alanlarının birbirine çakışmasıyla üç boyutlu görüş yetisi gelişmiştir. Ayrıca, renkli görme yetisine sahiptirler. Memelilerdeki toplam 44 diş sayısı, primat takımında 36 ve 32’ye düşmüştür. Bir çok primat, karma beslenme rejimine sahiptir. Yani hem bitkisel hem de hayvansal kaynaklı besinleri tüketebilirler. Buna omnivor ya da hepçil de denilmektedir. Yeryüzündeki en iri beyne sahip canlılar primatlardır. İri beyin, daha karmaşık düşünce sistemi ve öğrenme gelişimine işaret etmektedir. Primatlar grup içerisinde yaşamaya eğilimli olup grup içindeki yaşam toplumsal öğrenmenin de önemine vurgu yapmaktadır.
Primat takımı bu bahsettiğimiz özelliklere göre memeliler sınıfının diğer takımlarından ayrılmasına rağmen bu takım içerisindeki diğer aile, sınıf ve türler de bu takımın bütün özelliklerine sahip değildir.
Prosimiyenler: Primat takımı, iki büyük alt takıma ayrılmaktadır. Bunlar; prosimiyenler ve antropoidler. Prosimiyenler, lemurlar, lorisler ve tarsiyerleri içeride alt takımdır. Prosimiyenlerin burunları ileri doğru çıkıntılı olup uç kısmında nemli bir bölge vardır. Prosimiyenlerin gözleri kafatasının yan kısmında yerleşmiş olup daha kısa hamilelik sürecine sahiptirler. Çoğunlukla gece ve ağaç yaşamına uyarlanmışlardır. Meyve, yaprak, ağaç filizleri, böcek ve tırtıl yiyerek beslenirler.
Antropoidler: Antropoidlerin ayırıcı özellikleri; iri boyutları, daha fazla hacimli olmaları, koklama duyularının zayıf olması, görme duyularının ise daha gelişmiş olmasıdır. İnsansı maymunlar olarak da bilinirler. Görme duyuları renkli ve üç boyutludur. Beyin hacimleri daha fazladır. Prosimiyenlere göre daha sosyaldirler. Maymunların önemli bir kısmında parazit ayıklama alışkanlığı mevcuttur.
Yeni Dünya Maymunları: Yeni Dünya maymunları, 350 gr ağırlığındaki Tamarilerden 9 kilogram ağırlığındaki Howler Maymunlarına kadar geniş bir yelpazeyi kapsar. Hemen hemen hepsi ağaçlarda yaşarlar. Genellikle gündüz yaşamına uyumlu gözleri, üç boyutlu ve renkli görür. Burun yapılarındaki kanatları da diğerlerinden farklı olarak dışa dönüktür. Bu maymunlara platirini de denmektedir.
Eski Dünya Maymunları: Eski Dünya maymunları, büyük bir çeşitliliğe sahiptir. Sahra altı Afrika’dan Asya’nın güneyine tropikal, yarı tropikal, çalılık, savanlık, yarı savanlık, yarı kurak çöl alanlar ve kış sezonlarında kar alan soğuk bölgelere kadar yayılmışlardır. Hem yerde hem de ağaçta yaşayan türleri mevcuttur. Zamanlarının çoğu uyuyarak, parazit ayıklayarak veya yiyecek aramakla geçer. Katarini adıyla da bilinirler. İki üst aileye sahiptir. Bunlar: insanı, kuyruksuz büyük maymunları ve hilobatları içeren Hominoidea ile maymun Cercopithecidea’dır. Bazı Eski Dünya maymunları ile kuyruksuz büyük maymunların bazılarında gözlenen, kollar aracılığıyla ağaç dallarında salınarak uygulanan hareket sistemine Braşiyasyon denir. Toplam 32 dişleri mevcuttur. Sosyal organizasyonları oldukça karışıktır. Bu maymunlar arasında tek eşlilik yaygın değildir.
Hominoidler: Kuyruksuz büyük maymunlar ve hilobatlar Hominoidea adındaki üst aile içerisinde yer almaktadır. Kuyruksuz büyük maymunlar primatlar içinde en büyük ve en ağır olanlarıdır. Çeneleri iri ve ileri doğru çıkıntılıdır. Ayakları da tıpkı elleri gibi tutucu özelliğe sahiptir. Başparmakları kısa olduğu için bir maddenin iki parmakla özenli bir şekilde tutulmasını ifade eden hassas tutuş yetenekleri gelişmemiştir. Büyümeleri diğer hayvanlara ve insan dışındaki primatlara nazaran yavaştır. Sosyal gruplar halinde yaşarlar. Şempanzeler dişil gruplar oluştururlar. Kuyruksuz büyük maymunlarda avlanma, alet yapımı ve kullanımı, iletişim ve öğrenme gibi insana özgü davranış biçimi bulunmaktadır. Şempanzelerde iletişim için 25 farklı sesten oluşan bir çığlık sistemi bulunmaktadır. Şempanze, goril ve orangutan gibi kuyruksuz büyük maymunlar işaret dilini öğrenerek insanla iletişim kurabilirler. Kuyruksuz büyük maymunlar genetik olarak insana benzer özellikler göstermektedir.
İnsan: İnsanın içine dahil edildiği bu grupta insanı ve insana ait özellikleri bir başlık altında özetlemek mümkün değildir. Ancak insan, kendi grubu içindeki canlılarla belli kısımlarda fiziki benzerlikler göstermesine rağmen bir çok bakımdan kendi türündeki canlılardan farklılaşır. Örneğin, insan beyni diğer bütün canlılardan daha iridir. Yüzü kısa ve bütünüyle beyin kutusunun altına yerleşmiştir. Ön dişlerinin boyutu özellikle köpek dişlerinin boyutu kısa, azı dişleri kalın bir mine tabakası ile kaplıdır. Omurga S formundadır. El ve kol dengesi çok hassas ve ölçülü bir özelliğe sahiptir. İnsan ile içine dahil edildiği diğer canlılar grubunda bulunan varlıklar arasındaki en büyük farklılıklardan bazıları, insanın çocukluk döneminin uzun olması, kültüre bağlılık, dil öğrenme yetisi gibi bir çok neden insanı diğer canlı türlerinden ayırır. En önemlisi de diğer canlılar tek başına yaşayabilirken insan kültür olmadan ve toplumdan soyutlanarak yaşayamaz. Diğer primatların sosyal ilişkilerine göre çok daha büyük çeşitlilik ve karmaşıklık mevcuttur. İnsan davranışları büyük ölçüde öğrenmeye dayalı alışkanlıklara dayanır.
İnsanın Biyolojik Çeşitliliği
Irk mı? Biyolojik Çeşitlilik mi?
İnsan biyolojide homo sapiens hominoidea üst ailesi içinde yer alır. Bir canlı türüyle başka bir canlı türü arasında benzerlikler olsa bile türler üreme engeliyle birbirlerinden kesin olarak ayrılırlar. Ancak insan türü içerisindeki populasyonlarda da bireyler arasında farklılıklar bulunmaktadır. İnsanoğlu, doğadaki canlıları kendisini merkeze alarak sınıflamış, aynı zamanda kendi türünün gösterdiği çeşitliliği de sınıflayarak algılamaya çalışmıştır.
Sınıflandırmaların tarihinin çok eskiye dayandığı düşünülse de bilinen en eski çalışma M.Ö. 1350 yıllarında Mısırlıların ait olup insanların fiziksel özelliklerini kullanarak Kırmızılar(Mısırlılar), Sarılar(Doğulular, Asyalılar), Siyahlar (Afrikalılar), ve Beyazlar (Kuzeyliler) olmak üzere dört gruba ayırmaktadırlar. Bununla beraber insanın deri rengine dayalı sınıflandırmalar M.Ö. 2. Yüzyılda Çin ve eski Yunan’da da bulunmaktadır. 1492’de Amerika’nın keşfi ise Avrupalıların kendileri ve diğerleri arasında bir ayrıma gitmelerine neden olmuştur.
Özellikle Amerika’daki yerli halkların insan olup olmadığına kadar varan tartışmalar kendi aralarında yapılmıştır. Hatta Montesquieu bile “erdemli bir varlık olan Tanrı’nın iyi bir ruhu simsiyah bir bedene yerleştirebileceğini sanmıyorum” diyerek 18. Yüzyılda ırk ayrımının vardığı noktayı göstermektedir. Bu ortamda yani Avrupalıların ve Avrupalı olmayanların aynı kökenden gelip gelmediklerine yönelik tartışmalar “monogenizm” yani bütün insanlığın “Adem” ile “Havva”dan geldiğini, daha sonra farklı çevrelere uyum sağladıklarını ifade eden ve “poligenizm” yani bütün insanlığın “Adem” ile “Havva”dan gelmediğini dolayısıyla ayrı türler olarak değerlendirilmemesi gerektiğini ifade eden fikirsel ayrılıklar ortaya çıkmıştır.
Bu bağlamda insan ırkına yönelik temel çalışmalardan biri Johann Friedrich Blumenbach (1753-1840) tarafından insanların deri rengine göre sınıflandırılmasıdır. Bu sınıflandırmada beyaz, sarı, siyah, kızıl ve kahverengi olmak üzere beş ırk grubu oluşturulmuştur. Ancak insan ırkının sadece deri rengine göre farklı bir kategoride değerlendirilemeyeceği gerçeği bu sınıflandırmaya farklı kriterler de eklemiştir. Bu yüzden İsviçreli anatomist Retzius, ırk sınflandırmasında “kafatası endisi” denilen ve genişlik ölçüsünde uzunluk ölçüsüne bölümünün 100 ile çarpılması ile elde edilen büyüklüğe göre insanları kafatasını uzun, orta yuvarlaklık ve yuvarlak olarak sınıflamıştır. Ancak bu sınıflandırma, daha sonra ırkçılık tartışmalarının odağına yerleşmiştir.
20. Yüzyılın ortalarında UNICEF, antropolog ve biyologların oluşturduğu bir komisyon ile bir ırk tanımı yapmıştır. Bu tanıma göre, ırk, belirgin ve aynı zamanda kalıtsal olan doğal seçilim, mutasyon, karışma ve yalıtılma gibi etmenlerin sonucunda ortaya çıkan bedensel farklılıklarla belirlenen insan birimleridir. İnsan topluluklarının kültürel ve etnik özellikleri ırk sınıflandırmalarından kullanılmış, benzer fiziksel özelliklere sahip toplumlar farklı ırklar altında ya da dini gruplar da birer ırk olarak değerlendirilmişlerdir. Irkların sınıflandırılmasında hangi kriter kullanılsa kullanılsın bütün insan gruplarını bir kriterde sınıflandırmak mümkün değildir. Siyah, sarı ve beyaz renklere ayrılan insanları grupladığımızda Avustralya yerlileri ile Pigmeler, Etiyopyalılar, Nilotikler gibi birçok Afrikalı topluluk siyahlar içerisinde sayılacaklardır. Ne var ki Pigmeler dünyanın en kısa boylu, Nilotikler en uzun boylu insanlar arasındadır. Boy açısından farklı bir sınıflandırma yapmak gerekecektir. Hiç bir fiziksel özellik tek başına ırkları sınıflamada başarılı olamayınca farklı arayışlara girişilmiştir. Bu nedenle araştırmacılar, belli insan ırklarını tanımlarken birden fazla özelliği kullanmıştır. Örneğin Beyaz ve Sarı ırkın özelliklerini bir karışımı olduğu söylenen Türkler, orta boylu, belirgin biçimde yuvarlak başlı, düz ve siyah saçlı, geniş ve elmacık kemikleri çıkık yüze sahip, çekik gözlü, göz kapakları hafif şişkin insanlar olarak tanımlanmıştır. Ne var ki insanlarda fiziksel karakterlerden biri ya da bir kaçı diğer gruplardan farklılık gösterebilmekte, farklılıklara başka fiziksel özellikler de dahil olarak tartışma çıkmaza girmektedir.
20. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar kabul edilen görüş, insan gruplarının görünebilir özellikleri doğuştan kazandığı ve bu özelliklerin çevresel faktörlere göre değişmediği fikriydi. Oysaki ırk sınıflandırmalarında sıklıkla kullanılan boy uzunluğunun çevresel faktörlerden etkilendiği görülmektedir.
Bu sınıflandırmayı yapmada önümüze çıkan bir sorun da ırkların birbirine karışımıdır. Göçler ve nüfus hareketleri yoluyla bir çok insan grubu geçmişte yer değiştirmiştir. Farklı ırklara mensup ebeveynlerden doğan çocukların hangi gruba dahil edileceği belirsiz bir durumdur. Biyolojik ırk sınıflandırmalarının biyolojik temele dayanmadığına dair en önemli kanıt R.C. Lewontin’in 1972 yılında yayınladığı “Evrimsel Biyoloji” adlı çalışmasında ortaya konmuştur. Bu çalışmasında Lewontin, ırklar arasındaki genetik farklılıkları belirlemek için dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan topluluklardan 7 büyük ırk grubunu ele alarak 17 polimorfik (fenotipik etki yapabilen bir gen değişkeni) özellik aramıştır. Elde edilen verilere göre; coğrafik ve yerel ırk gruplarının insan genetik çeşitliliğinin yalnızca %15’ini açıklayabildiğini, geri kalan %85’ini açıklayamadığını göstermiştir. Bu veriler, genetik bilgisine dayanarak ırk kavramını tanımlamanın olanaksızlığını belirtmektedir.
Yeryüzünün hemen her bölgesine uyarlanmış ve çok çeşitlenmiş insan türü, birçok özellik açısından birbirinden farklılık gösteren gruplardan oluşmaktadır. Renk açısından ele alacak olursak; tropikal bölgede yaşayanlarda koyu tenli insanlar yaşar. Tropikal bölgeden uzaklaştıkça ten rengi açılır. Açık ten güneş yanığı ve kansere neden olur. Güneş ışınlarının daha az olduğu Kuzey bölgelerinde yaşayan insanlarda derinin rengi daha açıktır. Bu bölgede yaşayan koyu tenli insanlarda raşitizm görülür. Koyu renk tropikal bölgelerde avantaj iken, açık renk Kuzey bölgelerinde avantaja dönüşmektedir.
İnsanın beden yapısı ve boyutu çeşitlilik gösteren bir özelliktir. Yeryüzünde sıcak yerlerde yaşayan insanlar daha ince ve uzun olma eğilimindedir. Aynı hacme sahip olmalarına rağmen uzun olanların daha tıknazlardan daha fazla yüzey alanına sahip olma eğilimleri vardır. Yani tropikal bölgede yaşayan bir çok insan topluluğunun gövdesine oranla kol ve bacakları daha uzun bir yapıya sahiptir. Kuzeyde yaşayan Eskimolarda ise daha tıknaz bir yapı mevcuttur. Tıknaz yapı yüzey alanının azalmasına neden olmakta vücut ısısının daha etkili şekilde kullanılmasına olanak sağlamaktadır. Bu çevreye uyarlanmanın güzel bir örneğidir. Diğer taraftan türü yalnızca görülebilen özellikleri ile değil görülemeyen ve genotip olarak ifade edilen bir organizmanın sahip olduğu özellikleri de çeşitlilik ve uyarlanmayı kanıtlamak mümkündür. Bilindiği üzere A, B ve O olmak üzere üç kan tipi var. Bu da kendi arasında AA, BB, OO, AO, BO, AB olmak üzere 6 gruba ayrılır. Bunların sahip olduğu özellikler de farklılık göstermektedir. Verilen bu özellikler ve örnekler insan gruplarının farklı coğrafyalarda neden farklılaştığını, genetik açıdan diğerlerinden neden daha farklı bir örüntü sergilediklerini açıklamada önemlidir. İnsanların fiziksel farklılıklarının, doğuştan kazanılmış, değişmez ve kolayca sınıflanabilir özellikler değil, insan yaşadığı çevreye uyarlanmayla kazanılmış ve çeşitli biyolojik süreçlerle değişebilen özellikler sergilemektedir.
Ünite 5: İnsan Evrimi

Evrim basitçe, zaman içerisinde bir türün genetik yapısında meydana gelen değişimi ifade eder. Eğer bu değişim genetik yapıda bir kuşaktan diğerine olduysa mikro evrim olarak adlandırılır. Ancak türü oluşturan grupların üreme engeliyle birbirlerinden ayrılarak yeni türlerin ortaya çıkmasına olanak sağladıysa, değişim makro evrim olarak adlandırılır. Geçmişte mevcut olan yaşam formları günümüzde bulunmamakta, günümüzdeki canlılara ise milyonlarca yıl öncesine ait jeolojik tabakalarda rastlanılmamaktadır. Eski canlı formlarına ait binlerce kemik ve dişlerden oluşan fosil kalıntıları ele geçmiştir.
EVRİM DÜŞÜNCESİNİN GELİŞİMİ
Sanıldığının aksine Charles Darwin, evrim fikrini ortaya atan ilk düşünür olmamakla birlikte evrim düşüncesinin kökleri Antik çağa kadar uzanmaktadır. Örneğin Aristotales canlıların en ilkel düzeyde “kendiliğinden” oluştuğunu, doğanın gereksinimlerine göre organların oluştuğunu belirterek transformizm adı verilen ilk evrim düşüncesini ortaya atarken, Carl von Linné, taksonomi olarak da bilinen sınıflamayla, bilinen bütün canlıları anlamlı gruplar halinde organize etmiş, aynı zamanda, cins ve tür ayrımını yaparak ikili isimlendirmeyi bilim dünyasına kazandırmıştır.
Her ne kadar değişen dünya ve canlılar arasındaki farklılıkları açıklama çabaları 18. yüzyıla kadar uzansa da, bu döneme kadar inanılan temel görüş, canlıların Tanrı tarafından yaratıldığını ve değişmez niteliklere sahip olduklarını savunan yaradışçılıktır. Lamarck, Lyell ve Cuvier gibi düşünürler evrim düşüncesinin temelini atmış, daha sonra Darwin bu düşünceyi geliştirerek bir adım ileriye taşımıştır. Darwin, öncelikle incelediği türlerin hemen hepsinin çeşitlilik (varyasyon) gösterdiğini gözlemlemiştir. Bir türün devamı ve evrimsel başarısı için, türü oluşturan bireylerin çeşitliliğinin zorunluluk olduğu sonucuna varmıştır. Darwin, çeşitliliğin türlerin yaşadığı çevreyle uyumlu olduğunu, her canlının yaşadığı alana uyarlandığını göstermiştir. Yapay seçilim ve doğal seçilim ayrımı yapmıştır. Buna göre yapay seçilimle Darwin, canlıların arasında da beslenme, üreme gibi nedenlerle bir mücadelenin olduğunu, bu mücadelede yaşadığı çevrede en iyi uyarlanan ve üreyenlerin başarılı oldukları, diğerlerinin ise elenerek yok oldukları sonucuna ulaşmıştır. Kuşaklar boyunca çevrelerine uyumlarında daha avantajlı olanların ve daha çok yavru verenlerin seçiliminin, canlılardaki değişimin temel düzeneği olduğunu vurgulayarak doğal seçilim yoluyla evrim kuramını geliştirmiştir. Kısacası evrim canlılardaki değişimden başka bir şey değildir.
Her ne kadar doğal seçilim yoluyla evrim kuramı Darwin ile birlikte anılsa da, aynı sonuçlara Alfred Russell Wallace tarafından da ulaşılmıştır. Darwin, canlıların çeşitliliğinin evrim açısından önemini, popülasyon içerisindeki mücadele ve üreyen grupların birbirlerinden izolasyonunu ve coğrafi engellerin yeni bir türün oluşumundaki etkisini açıklamakla birlikte, tür içerisindeki çeşitliliğin kaynakları, tür içerisinde çeşitliliğin nasıl devam ettiği ve evrimin hızı gibi temel evrim sorunlarını çözümleyememiştir. Sir Francis Galton, farklı renkteki tavşanlardan kan alarak, bunu diğer tavşanlara transfer etmiş; ardından bunları çiftleştirmiş, ancak renk özelliğinin kan transferi aracılığıyla geçmediği sonucunda ulaşmıştır. August Weismann ise bütün kalıtsal bilginin germ plasma adı verilen üreme hücrelerinde yer aldığını belirleyerek, üreme hücrelerini etkileyebilen çevresel özelliklerin vücut hücrelerini etkilemediklerini saptamıştır. Bu ise modern genetiğin temelini oluşturmuştur.
Özelliklerin gelecek kuşaklara nasıl aktarıldığı sorununu, Gregory Mendel bezelyeler üzerinde gerçekleştirdiği çalışmalarla çözümlemiştir. Mendel, genetik özelliklerin ayrı birimler halinde eşit oranlarda karışan modeline karşıt tanecikli kalıtım modelini bulmuştur. Buna göre, bezelyenin biçimi ve rengi gibi özellikler birbirinden bağımsız halde, gen olarak bildiğimiz özellikler tarafından aktarılmaktadır. Mendel bir kuşaktan diğerine kalıtımın nasıl gerçekleştiğini ortaya koyarken, türün ya da türü oluşturan popülasyonların genetik yapısındaki çeşitliliği, rekombinasyon ile açıklamıştır. Rekombinasyon, rastgele üremeyle bir türün gen havuzu içerisindeki genlerin bir araya gelerek, sonsuz bir çeşitlilik oluşturabilmeleridir. Ancak, bu özellik mevcut genetik yapı içerisine yeni özelliklerin nasıl girdiğini açıklayamamaktadır. Bu durumda mutasyon adı verilen bir diğer evrimsel süreç karşımıza çıkmaktadır. Canlıların genotipik özellikleri, genetik kod olarak bilinen kromozomlar aracılığıyla aktarılmaktadır. Bu genetik kod, ışınım, kimyasal gazlar gibi dış etkilerle rastgele değişebilmektedir. Bu değişim, canlının ihtiyaçlarını karşılamaktan ziyade, kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Mutasyonlar çoğunlukla zararlı olmakla birlikte, bazıları o çevre koşulları içerisinde etkisiz (nötr), çok azı ise yararlıdır. Ortaya çıkan mutasyonlar, doğal seçilim yoluyla elenmedikleri, üreme aracılığıyla gelecek kuşağa aktarıldıkları sürece, popülasyonun gen havuzuna yeni özelliklerin katılmasının, diğer bir deyişle türün çeşitlenmesinin ham maddesini oluşturmaktadır.
Genetik yapı, yalnızca mutasyonlar aracılığıyla değil, aynı zamanda bir kuşaktan diğerine bir genin frekansının değişimiyle karakterize olan genetik sürüklenmeyle de değişebilmektedir. Bütün canlılarda üremenin rasgele olması, genetik yapının bir kuşaktan diğerine rastgele değişimine yol açmaktadır. Ayrıca, bir popülasyondan diğerine göçler de gerçekleşmektedir. Bu genetik göçlere gen akışı denmektedir. İşte evrim, bu süreçlerin ve eklenebilecek başka durumların karmaşık bir işleyişinin ürünüdür.
PRİMATLARIN EVRİMİ
Primatlar yeryüzünde Paleosen olarak adlandırılan Senozoyik çağın ilk evresinde ortaya çıkmışlardır. Bu çağ, Paleosen, Eosen, Oligosen, Miyosen ve Pliyosen olmak üzere beş evreden oluşur. Yaygın şekliyle dinozorlar olarak da bilinen iri sürüngenlerin yeryüzünden yok olduğu bu dönemde, memeliler ve kuşlar yayılmışlardır. İklimin günümüzdekinden daha soğuk olduğu ve iklimsel dalgalanmalar gösterdiği Paleosen dönemde, memelilerin sayısı hızla artmaya başlamış, ilk primat benzeri memeliler de bu evrede ortaya çıkmışlardır. Bu dönemin sonunda meydana gelen ısınma ve artan yağışlar, tropikal ve yarı tropikal ormanların genişlemesine yol açarken, bu değişim primatlar için uygun yaşam alanları yaratmıştır. Atlar, balinalar, yunuslar gibi birçok memelinin ortaya çıktığı Eosen dönemde, primat benzeri memelilerden ağaca tırmanmaya yarayan kavrayıcı el ve ayakları, kısalmış burun çıkıntıları ve iri beyinleri olan ilk gerçek primatlar evrimleşmişlerdir. Havanın tekrar soğuduğu, otlakların artmasına karşın ormanlık alanların daraldığı, buna bağlı olarak da etçillerin yayıldığı Oligosen dönemde, gerçek maymunlar olarak da adlandırılan antropoidler ortaya çıkmıştır. Bu dönem kuyrukları tutucu olan maymunların da ilk kez ortaya çıktığı dönemdir. Goril, şempanze ve insanın ortak atasının ortaya çıktığı ve hominoidlerin atalarının yaygınlaştığı ve sonlarında ise iki ayaklı ilk hominidlerin ortaya çıkmaya başladığı dönem Miyosen’dir. Miyosen dönem memelileri, çoğu günümüzde de yaşayan modern görünümlü türlerden oluşmaktadır. Bu dönemde Afrika ve Avrasya kıtaları birbirleriyle birleşmiş, bu birleşme hominoidlerin, Anadolu’nun da içinde bulunduğu Asya ve Avrupa kıtalarına yayılmasına ve türlerin çeşitlenmesine yol açmıştır. Miyosen dönem hominoidleri, orangutan, goril, şempanze ve insana doğru giden evrimsel hatta yer almışlardır. Hominoidler tek bir grup olarak Eski Dünya maymunlarından 20 milyon yıl önce ayrılmışlardır.
İLK HOMİNİDLER
Hominidler, kuyruksuz büyük maymunlarınkinden daha iri beyinli, onlardan daha az çıkıntı yapan yüz iskeletine, küçülmüş köpekdişlerine sahip iki ayak üzerinde dik yürüyen primatlardır. Son birkaç yıl içerisinde Afrika’daki araştırmalarla yeni fosil cins ve türler ortaya çıkarılmıştır. Çalışmalar, bunların iki ayağı üzerine dik yürüyen cinsler olduğunu ortaya koymuştur. İnsansı özelliklerinin yanı sıra uzun kollar, iri diş yapısı, eğri parmakları ve duruş pozisyonu gibi kimi özellikler açısından insandan farklılaştığı bilinen bu türlerden biri ya da birkaçı insanın atasal kuşağını oluşturmuşlardır. Afrika’da bulunan kalıntılar dik yürümenin kökenin 6-7 milyon yıl öncesine kadar uzandığını göstermektedir. 1924 yılında Güney Afrika’da bir taş ocağında bulunan ve Raymond Dart tarafından incelenen 3-4 yaşlarında bir çocuğa ait kafatası fosiliyle birlikte ilk kez, hominid oldukları kuşkuya yer bırakmayacak nitelikteki Australopiteklerle karşılaşılmıştır. Özellikle 1970’lerden sonra hız kazanan araştırmalarla sayıları yüzleri aşan, iki cins (Australopithecus ve Paranthropus) ve 8 türle temsil edilen insansılar ortaya çıkmıştır. Australopitekler, fosillerine yalnızca Afrika kıtasında rastlanan bir cinstir. Bu türe çoğunlukla Doğu ve Güney Afrika’da, Etyopya, Kenya, Tanzanya, Güney Afrika gibi ülkelerde rastlanmıştır. Australopitekler iri çene ve dişleri buna karşın küçük beyin hacmiyle karakterize olan bir cinstir. Beyin kapasiteleri, modern insanın beyninin üçte biri kadar, kuyruksuz büyük maymunlarınkiyle hemen hemen aynı boyuttadır. Elmacık kemikleri oldukça iri ve yanlara doğru çıkıntı yapan Australopiteklerin yüzleri, insandan çok kuyruksuz büyük maymunları andırmakla birlikte, onların tam bir benzeri de değildirler. Australopiteklerin dişleri ve çeneleri son derece iridir; çoğunlukla meyve, yaprak, bitki filizi, kökler, sert ve kabuklu yemişler gibi bitkilerle ve hayvansal proteinlerle beslenmektedirler. Bütün Australopitek türleri hem bitki hem de hayvanlardan oluşan karma bir beslenme alışkanlığına sahiptirler.
Boy uzunlukları, 110 ilâ 150 cm arasındadır. Kolları bacaklarına oranla görece uzundur. Australopiteklerin bütün türleri dik yürüme özelliğine sahiptir. Dik yürüme insan evrimi açısından son derece önemlidir. Dik yürümenin ekolojik ve enerji açısından sağladığı avantajlardan çok, kolların harekete katkısı yerine ellerin serbest kalması açısından son derece önemli bir evrimsel uyarlanmadır. Dolayısıyla, serbest kalan eller, insanın bunları besinlerin taşınması, alet kullanımı, alet yapımı ve avlanmada kullanılmasını sağlaması nedeniyle son derece önemlidir. Australopitek ve Paranthropusların dik yürümelerine, dolayısıyla ellerinin serbest kalmasına karşın, alet yaptıklarına ilişkin kanıtlar yoktur. İri dişleriyle güçlü çiğneme kasları, iri diş ve çeneleriyle Paranthropus cinsi evrimsel açıdan körelmiştir. O halde insana giden evrim hattında yer alan türler iri dişli, kaba yüzlü olanlar değil, küçük dişli, küçük yüzlü ve görece iri beyinli olan türlerdir.
İLK İNSANLAR
Evrimsel anlamda insan sayılmak ya da Homo cinsine dahil edilmek için, başta alet üretimi ve kullanımı olmak üzere, dik yürüme, iri bir beyin, konuşabilme yetisi gibi özelliklerin bütününe sahip olmak gerekmektedir. Bunların gelişimi Homo cinsini oluşturan Homo habilis, H. rudolfensis, H. ergaster, H. erectus, H. neanderhlaensis, H. antecesor, H. heidelbergensis ve nihayet H. sapiens gibi türlerde, 2,5 milyon yıllık bir evrimsel süreçte gerçekleşmiştir.
Homo habilis adını, “becerikli, yetenekli insan” tanımlamalarından almıştır. Homo habilis fosillerinin önemli bir kısmı Doğu Afrika’dan ele geçmekle birlikte bir kısmı da Güney Afrika’dan çıkarılmış, son zamanlarda her iki bölgeden ele geçen fosiller Homo habilis ve Homo rudolfensis olmak üzere iki farklı tür altında değerlendirilmektedir. Bunlardan iri beyinli ve iri dişli olanlar Homo rudolfensis olarak adlandırılırken, daha küçük beyine sahip, küçük diş ve yüz yapısı gösteren grup ise Homo habilis olarak adlandırılmaktadır.
İlk insan olarak değerlendirilen Homo habilis günümüzden önce yaklaşık 2,4–1,6 milyon yılları arasında Afrika’da yaşayan, yok olmuş bir türdür. Homo habilislerin yüzleri Australopithecus Africanustan daha narin ve küçük, modern insanınkinden daha iri, ama Africanuslardan daha küçük dişlere sahiptirler. Australopithecus Africanustan yaklaşık %30 daha fazla olan beyin kapasiteleri vardır. Yaklaşık 130 cm boy uzunluğuna, ortalama 45 kg civarında ağırlığa sahiptirler. Kollar günümüz insanına oranla daha uzundur. Homo habilislerin Oldowan kültürü ya da yontuk çakıl kültürü olarak adlandırılan alet teknolojisini geliştirdikleri saptanmıştır. Günlük ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla taşların bir ya da birkaç bölgesini kırarak kaba taş baltalar üretmişlerdir. Ürettikleri aletlerle habilislerin avlandıklarına ilişkin kesin kanıtlar mevcut olmamakla birlikte alet üretimi ve bunu gündelik ihtiyaçlarını karşılamakta kullanan ilk insan Homo habilistir. Homo habilislerin anamenis ve afarensis hattındaki Australopiteklerden evrimleştiği ve Homo ergaster ve erectusların da atası olduğu kabul edilmektedir.
Homo erectuslar, Afrika dışındaki kıtalarda da rastlanan ilk türdür. Homo erectuslar yukarıdan aşağıya basık bir kafatası yapısına, geriye doğru çıkıntılı bir art kafa kemiğine, güçlü ense tutunma kaslarına sahiptirler. Alınları basık ve geriye doğru eğimli olup, kaş kemerleri siperlik gibi çıkıntılıdır. Geniş ve ileri doğru çıkıntılı birüstyüze ve geniş bir buruna sahiptir. Çene ve dişlerinin biçimi günümüz insanınkine benzemekle birlikte, daha iridir. Boy uzunluğu fosil kalıntıların ele geçtiği gruplara göre de farklılık göstermektedir. Çin’de ele geçen fosillerde yaklaşık 155 cm olan boy, Java’dakilerde 170 cm’dir. Güçlü beden yapıları Homo erectusların uzun mesafeli hareket etmeye uygun iskelet ve kas sistemine sahip olduklarını göstermektedir. Homo erectuslar Alt Paleolitik olarak adlandırılan eski taş çağı kültürünün üreticileridir. En yaygın alet tipini aşölyen adı verilen aletler oluşturmaktadır. Zamanımızdan yaklaşık 1,5 milyon yıl önceye ait bu aletler, üçgen ya da badem biçimli taş baltalardan oluşmaktadır. Bu aletler kesme, parçalama, kazma, kazıma, yüzme gibi birçok amaç için kullanılmışlardır. Homo erectuslar çakmaktaşı ve bazalt gibi sert taşların yanı sıra kemik, diş, boynuz, ağaç ve bazı bitkiler gibi doğada kolaylıkla bulunan birçok hammaddeden de yararlanarak alet üretmişlerdir. Ürettikleri aletleri avlanmada kullandıkları, hatta avın grup halinde yapıldığı saptanmıştır. Homo erectuslarla ilgili en önemli kültürel gelişim, ateşin kullanımıdır.
Ateşin kullanımı, Homo erectusların Avrupa’ya yerleşmesinden çok daha öncelere gitmektedir. Bilinen en eski ateş kalıntıları yaklaşık 1,5 milyon yıl öncesine ait olup Kenya’da ele geçmiştir. Kendisinden önceki türlere oranla daha narin bir çeneye, çiğneme kaslarına ve dişlere sahip olan Homo erectuslarda gözlenen bu tür değişimlerin besinlerin pişirilmesi ve hazırlanmasından kaynaklandığı öne sürülmektedir. Çin’de ele geçen Homo erectuslardan yaklaşık 35’inin kafataslarının alt kısımlarının kırılması, bunların insan eti yedikleri yönünde bir bulgu olarak değerlendirilmektedir. Afrika’da Bodo’dan ele geçen bir kafatasında kafa derisinin yüzüldüğüne ilişkin kanıtlar mevcuttur. Yamyamlık olarak da değerlendirilen bu davranışın, beslenmeden çok ayin amaçlı olduğu kabul edilmektedir. Homo erectusun iri beyni, alet üretimi, grup halinde avlanma, ateşin kontrolü gibi biyolojik ve toplumsal özellikleriyle çevrelerine başarılı bir şekilde uyarlandıkları ve gelişmiş bir iletişim sistemine sahip olduğu kabul edilmektedir.
İlk örnekleri 1848 yılında İspanya’da Cebelitarık’ta, daha sonra 1856 yılında Almanya’nın Neander vadisinde bulunan fosiller, Almanya’daki buluntu yerinden hareketle Homo neanderthalensis (Neandertal insanı) olarak isimlendirilmiştir. Neandertaller günümüzden önce 200 bin yıl ilâ yaklaşık 30 bin yılları arasında yaşamışlardır. Bu türün yeryüzündeki dağılımı doğuda Özbekistan’dan batıda Atlantik kıyılarına, kuzeyde Galler bölgesinden güneyde Cebelitarık ve Doğu Akdeniz’e kadar geniş bir alanı kapsamaktadır.
Neandertaller yukarıdan aşağıya basık, yanlara doğru genişlemiş iri bir kafa yapısına sahiptir. Beyni günümüz insanının ortalamasından bile daha fazladır. Alnı modern insanınkinden daha basık, kaş kemerleri birbirleriyle birleşik ve gözlerin üzerinde bir siperlik yapacak şekilde ileri doğru fırlaktır. Günümüzdeki insana göre geniş bir burnu mevcuttur. Alın ve üst çene kemiklerindeki sinüsleri geniştir. Neandertaller, güçlü çiğneme kaslarına ve iri ön dişlere sahiptirler. Geniş ve kaslı omuzlar, kalın ense, güçlü kollar, kalın bacaklar Neandertallerin ilk dikkati çeken özellikleridir. Erkekleri yaklaşık 170 cm, kadınları ise 150 cm boy uzunluğuna sahiptir. Gövde ve kollarına oranla kısa bacaklarıyla tıknaz bir beden yapısına sahiptirler. Neandertallerin bacak kemikleri hızlı bir koşma yeteneğine, elleri ise güçlü bir şekilde tutma, kavrama ve sıkma yeteneğine sahip olduklarını göstermektedir. Orta Paleolitik dönem boyunca yaşadıkları saptanan Neandertal insanları taş, kemik, boynuz, diş ve ağaç gibi hammaddeleri kullanarak birçok alet üretmişlerdir. Ancak, Neandertaller Musterien kültürü olarak da bilinen yonga aletlerle tanınırlar. Kadın ve erkek arasında iş bölümünün var olduğu belirlenen Neandertaller, yaşadıkları alanları farklı işlevler için bölümlere ayırmışlardır. Bu amaçla yaşadıkları mağara ya da kaya altı sığınaklarının bir alanını ocak için, diğer alanını işlik, bir diğer alanını ise çöplük olarak kullanmışlardır.
Avcı ve toplayıcı olan Neandertaller, balık ve midye gibi deniz ve tatlı su hayvanlarını da tüketen ilk türdür. Kalın kaş kemerleri, gelişkin sinüsleri, geniş burunları ve iri Beyni gibi morfolojik özellikleriyle Neandertaller soğuk iklime uyarlanmışlardır. Buzul çağında yaşamış olan Neandertaller böylesi bir ortamda, avladıkları hayvanların postlarını giyinmişlerdir. Yaralanma ve hastalıklar nedeniyle bakıma muhtaç olanların diğerleri tarafından bakımlarının yapıldığının ve beslendiklerinin saptanması, Neandertallerin toplumsal örgütlenmelerinin ileri düzeyde olduğunu göstermektedir. Neandertaller ölülerini de gömmüşlerdir. Açtıkları çukurlara ölülerin bacakları karına çekilmiş, elleri yüzün önüne gelecek biçimde, bebeğin anne karnındaki duruş pozisyonuyla gömmüşlerdir. Bu tür mezarlara Fransa, Kuzey Irak ve İsviçre’de rastlanmıştır. Neandertal insanının günümüz insanından tamamen farklı bir genetik yapı sergilediği, bu insanlardan günümüz insanına genetik aktarımın olmadığı ortaya koyulmuştur. Yapılan analizler, Homo neanderthalensis’in 690 ilâ 550 bin yıl önce günümüz insanına doğru ilerleyen evrim çizgisinden tamamen ayrılmış farklı bir tür olduğunu göstermiştir. Genetik araştırmalardan elde edilen bulgulardan hareketle, günümüz insanlarının tamamının 200 ilâ 100 bin yıl önce Afrika’da yaşamış ortak bir ataya sahip oldukları düşünülmekte ve Neandertallerin günümüz insanına doğru ilerleyen evrim çizgisinden daha önce ayrılan bir tür olduğu anlaşılmaktadır. Buzul çağına özgü soğuk iklime uyum sağlayan Neandertaller, buzulların kuzeye çekilmesiyle birlikte yaklaşık 40 bin yıl önce kuzeye doğru hareket eden Homo sapienslerle aynı yaşam alanlarını paylaşmaya başlamışlardır. Alet teknolojisi, konuşma yetisi, iletişim, sanat, karmaşık düşünce sistemi gibi bakımlardan daha gelişmiş olan Homo sapienslerle giriştikleri biyolojik savaşı kaybederek yerlerini, bizim doğrudan atamız olan Homo sapienslere bırakmışlardır.
Modern insanın kökeniyle ilgili tartışmalar 19. Yüzyıla kadar uzanmakla birlikte, günümüzde yürütülen tartışmalar temelde iki ana başlık altında toplanabilir. Moleküler çalışmaların bulguları ve bunların antropolojik çalışmalardan elde edilenlerle desteklenmesi sonucunda oluşturulan ve Chris Stringer ve arkadaşları tarafından savunulan tek merkezli evrim hipotezi Homo sapiens’in Afrika’da küçük ve izole bir grupta evrimleştiğini, daha sonra hem kıtada hem de Asya ve Avrupa gibi dünyanın diğer bölgelerinde yaşayan diğer türlerin yerini aldığını varsaymaktadır. Diğer olası neden ise birbirleriyle karşılaşmış olan iki ayrı tür içerisinde anatomik açıdan modern Homo sapienslerin avcılık ve toplayıcılık, barınma, kaynakların kullanımı gibi konularda diğerlerinden üstün olmasıdır. Diğer yandan Milford Wolpoff, Alan Thorne ve WU Xinzhi gibi araştırmacıların fosillerin morfolojik özelliklerine dayalı karşılaştırmalı çalışmalarına göre, modern insan gruplarının bulundukları bölgelerde, birbirlerinden bağımsız olarak evrim geçirmişlerdir. Çok merkezli evrim olarak bilinen bu hipotezde Homo erectus ve Homo sapiensler arasındaki morfolojik benzerliğin bu insanların bölgesel evriminin ürünü olabileceği, birbirini izleyen fosil gruplarının yerel evrimleşmesinin sonucu olduğu kabul edilmektedir. Morfolojik özellikleri büyük oranda bizlere benzeyen modern Homo sapienslerin evrimleşmesiyle birlikte, biyolojik açıdan pek çok çevreye uyum sağlanmış ve kültürel açıdan da önemli bir çeşitlilik ortaya çıkmıştır.
Homo sapiensler Üst Paleolitikte dilgilerin yoğunlaştığı kültürler oluşturmuşlardır. Ayrıca kenar kazıyıcılar, uçlar, kargı, mızrak, olta, zıpkın, defne yaprağı biçiminde aletler, deliciler gibi çok sayıda alet üretmişlerdir. Aletler arasında kemik ve fildişinden yapılan olta ve zıpkınlar ilk kez bu dönemde karşımıza çıkarken, ok ve yayın da bu dönemde ortaya çıktığı belirlenmiştir. Kemik ve diğer hayvan kalıntılarını da kullanan Homo sapiensler hayvan kemiklerini ıspatula, bardak, pipet gibi kullanmışlar, hayvanların derilerinden ise giysiler üretmişlerdir. Mağaraların karanlık köşelerini aydınlatmak için taş ve kemikten kandiller üretmişler, yakmak için hayvansal yağlar kullanmışlardır. Barınaklar yapmışlar oldukça karmaşık silahlar geliştirmişlerdir. Bunlar arasında mızraklar, mızrak uçları, kargılar, hayvan tuzakları ilk akla gelenlerdir. Aynı zamanda, alet yapan aletler de bu dönemde yaygınlaşmıştır. Homo sapiensler ağaçları ısıtarak uçlarını sertleştirmiş ve kargı olarak kullanmışlar, taşları ise ısıtarak daha kolay işlenebilir hale dönüştürmüşlerdir.
Homo sapiensler konaklayabilmek amacıyla duvarlar örmüşler, yaşam alanlarının üzerlerini hayvan kemikleri, çalılar, deri gibi malzemelerle kapatmışlar, dolayısıyla ilk konutları üretmişlerdir. Üst Paleolitik dönemde kaynaklarından uzakta saptanan amber ve deniz kabukları gibi takılar, kaynaklarından uzak noktalarda saptanan silahlar ile hammaddeler, grupların uzak mesafelere yer değiştirmesinin ya da ilkel ticaretin bu dönemde mevcut olduğuna işaret etmektedir.
Modern Homo sapienslerle ilgili en etkileyici arkeolojik buluntular onların inanç sistemlerini ve değerlerini yansıtan heykelcikler ve mağara resimleridir. Mamut, geyik, yaban atı, domuz, bizon gibi hayvanların sıklıkla resmedildiği mağara duvar resimlerinin çizilmesi için genellikle karanlık ve kuytu bölgeler tercih edilmiştir. Demir oksit, mangan oksit ve kalsiyum karbonat gibi kimyasal maddelerden elde ettikleri kırmızı, siyah ve beyaz rengin yaygın bir şekilde kullanıldığı duvar resimlerinin dinsel ve büyüsel nedenlerle yapıldıkları bulgulanmıştır. İlk Venüs heykelcikleri de bu dönemde yapılmıştır. Genellikle kadınların göğüs, karın ve kalça bölgelerinin abartılarak temsil edildiği bu heykelcikler kemik, fildişi, taş ve kilden üretilmiştir. İnsan heykelciklerine ek olarak kuğudan ata kadar birçok hayvanın heykelcikleri de yapılmıştır. Süslenmek amacıyla kullanılan takılar da Üst Paleolitik dönemde karşımıza çıkan kültürel uygulamalar arasında yer almaktadır.
Modern Homo sapiensler gelişmiş morfolojik, davranışsal ve kültürel özellikleriyle yeryüzünün birçok bölgesine yayılmışlardır. Yaklaşık 40 bin yıl önce Güneydoğu Asya ile Avustralya arasında yer alan adalardan da yararlanarak, sallar aracılığıyla Avustralya kıtasını iskân eden Homo sapiensler, 20-12 bin yıl önce buzullar nedeniyle deniz seviyesinin düşmesi ve Bering Boğazı’nın buzlarla kapanmasından yaralanarak Amerika kıtasını iskân etmeye başlamışlardır.

Ünite No 6: Sanayi Öncesi Uyarlanma ve Yaşam Tarzları: Avcı-Toplayıcılık ve Tarım

Avcı- toplayıcılık günümüzden 10,000 yıl öncesine kadar yaklaşık 2-2,5 milyon yıl boyunca sürmüştür ve yaşam tarzı, üretim etkinliğine dayalı değildir. Bitki ve hayvan varlığının istismarına dayanmakta olup buna uygun bir örgütlenmeyi de içerir. Göçerlik ve geçici yerleşimlerde süren bu tarzın temel besini ettir. Avcı-toplayıcılık, uzun süren buzul çağın etkisi ile kısıtlı bir bitkisel ortamda varlığını sürdürdü. On bin yıl önce buzul çağın bitmesi ve küresel ısınmanın başlaması doğayı dönüştürmüş, sulak arazilerin ve hayvanların sayısı arttırmıştır. Böylece göçebe toplumlar, sulak arazilerin etrafına yerleşmeye ve bitkileri ve hayvanları evcilleştirmeye başlamış, üretimciliğe geçilmiştir. Atık V. Gordon Childe’nin Neolitik Devrim adını verdiği dönem başlamıştır. Bu devrim ile avcı-toplayıcılık tasfiye olmuş tarım ve hayvancılığa dayalı yaşam tarzı güçlenmiştir. Sanayi Devrimi’nin eşiğine gelindiğinde avcı-toplayıcılıkla geçinen insan topluluklarına, ancak Kuzey ve Güney Amerika’da, Güney ve Batı Afrika’nın bazı bölgelerinde, Kuzey Kutup dairesi çevresinde, Avustralya’da ve çevresindeki adalarda, Sibirya’nın uç bölgelerinde rastlanabilmekteydi. 18.yy’da sonuçlarını veren bilimsel devrimin ardından bilgi birikimi ve teknolojik olanaklarla ortaya çıkan sanayi devrimiyle birlikte, insan, hayvan emeğinin ve doğadan sağlanan verimi çok düşük enerjinin yerini makine gücü ve fosil yakıtların sağladığı yüksek verimli enerji almaya başladı. Sanayi Devrimi; makineli tarım, nüfus artışı, metropollerin oluşumuna kaynaklık etmiştir.
Avcı ve Toplayıcılık
Günümüzden 10,000 yıl öncesine yani bitkilerin ve hayvanların evcilleştirilmesine kadar iklim ve çevre koşullarının da etkisi ile tüm toplumlar avcı toplayıcıydılar. 16.yy.’dan itibaren Avrupalıların kolonileştirme çalışmalarına kadar tarımın gelişmesi rağmen avcı ve toplayıcılık devam etmiştir.
Kolonileştirme avcı-toplayıcılığı ortadan kaldırmaya başladı. Bu tarz artık tropik ormanlar, çöller ve kutup bölgeleri gibi besin üreticiliğine uygun olmayan yerlerde devam etti. Avcı ve toplayıcıların varlıkları artık ulus devletlerin modernleştirici etkisi karşısında tehdit altındadır. Ortadan kalkmış son örnek Avustralya Aborjinleri olmuştur. Günümüzde ise Güney Afrika’daki (Botswana) Klahari Çölü’nde yaşayan Kung Sanlar avcıtoplayıcı yaşam tarzına sahiplerdir. Avcı ve toplayıcılar ekolojik koşullara üst düzeyde bağımlıdır. Bu bağlamda önemli kavram Biyolojik Taşıma Kapasitesidir (belirli bir yaşam alanında ekolojik koşulların sunduğu olanaklarla zorluk çekmeden yaşayabilecek canlı sayısını ifade eder).
Bir alanın Biyolojik taşıma kapasitesini belirleyen etkenler: Toplam besin miktarı ve değeri; nüfusun doğum ve ölüm oranları, göç verme, göç alma dinamikleri; insanların besin olabilecek kaynakları tanıma yeteneğidir. Antropologlar, belirli bir çevrenin biyolojik taşıma kapasitesini hesaplarken, o çevrenin insanın tüketimine sunduğu istikrarlı ve en düşük bitkisel ve hayvansal besin potansiyeli ile su miktarını hesapladıkları gibi, o çevreye uyarlanmış olan insan topluluğunun kültürel besin listesini de(bir kültürün yenebilir saydığı besin ürünlerinin tamamı) hesaplar. Diğer önemli nokta hayati kaynakların kıtlaşmasıdır. Kıtlaşan kaynak ne ise biyolojik taşıma kapasitesi bakımından hayati önemdeki kaynak odur. Örneğin Kung San’ların hayati öğesi sudur.
Arkeologlar neolitik dönemin başında paleolitik dönemlerde en yüksek nüfusun 5 milyon olduğunu belirtir. Ömür beklentisi, belirli bir dönem ve toplumda bireylerin ortalama olarak kaç yıl yaşayabileceğini gösteren yaştır. Avcı ve toplayıcı toplumlarda bir bebeğin ömür beklentisi 20-25 yıldır, bireyin ulaşabileceği en yüksek yaş 40 civarıdır. Doğurganlığın ve ölüm oranlarının yüksekliği bir nüfus dengesi yaratmakta ve nüfus artışını yavaşlatmaktaydı. Yabancı halklarla temastan kaynaklanan enfeksiyonlar, kolonileştirme dönemindeki terör, soykırım nüfusu azaltır. Bu etkiye nüfusu azaltan temas döngüsü de denir.
Avcı-toplayıcılarda, teknolojik gelişmenin yavaş olmasının yanı sıra 2 milyon yıldır kullanılan araç ve gereçlerin geliştiği gözlemlenmektedir. Paleolitiğin başlarında iki yüzeyli ya da konik basit taşlı el baltalarıyla yapılan avcılık, Orta Paleolitik’te yonga ve dilgilerden oluşan daha geniş bir alet çantasına (topluluğun hayatını sürdürmek için kullandığı araç ve gereçlerin tamamı) kavuşmuştur. Üst paleolitik’te ise mızrak uçları, ok ve yay kullanılmıştır. Toplayıcılıkta ise orak kullanılmıştır.
Avcı-toplayıcıların temel örgütlenme biçimine takım denir. 25 ile 100 arasında değişen küçük takımlar halinde yaşanılırdı. Doğadaki kaynakların sınırlılığı kalabalıklılığı tehdit sayardı. Mevsimin etkisiyle besin ve su kaynaklarının değişkenliği göçebeliğe yol açardı. Bu hareketlilikler karşılıklı ziyaretleri, değiş tokuşu geliştirdi ve temasa yol açtı. Bu temasların en çok bilinenleri: sessiz ticaret, ticaret ortaklığı ve Kula Döngüsüdür.
Sessiz ticaret, Batı Afrika’nın avcı-toplayıcı topluluklarından Mbuti Pigme’leriyle bahçeci komşuları Bantu’lar arasında yapılır. Hareketli bir hayat süren Pigme’ler, avladıklarını, topladıklarını, değiştirmek istedikleri maddeleri almak için bir Bantu köyünün sınırına toplu halde bırakarak giderler. Bantu’lar da değiştirmek istediklerini Pigme’lerin maddelerinin yanına bırakırlardı. Taraflar, ürünleri gözden geçirirlerdi, teklif az bulunur ya da beğenilmezse çekip gidilirdi. Sessiz bir pazarlık ile anlaşma sağlanırdı. Ticaret ortaklığında ise taraflar ticaret kardeşlikleri kurarlardı. Taraflar, karşılıklı olarak ellerindeki ürün fazlasını, bazı armağanlarla birlikte kardeşlerine götürür ve karşılığında diğer topluluğun ürün fazlasını ve armağanlarını alırlardı. Ürünlerin yakın değerde olmasına dikkat edilir. Malinowski’nin, Argonaut (Yunanca denizci) adını verdiği balıkçı toplulukların denize açılarak ve kanoların yönüne bağlı olarak değişebilen ürünlerin (küpe bilezik gibi) değiş tokuşuna ise kula denir.
Avcı-toplayıcılar ilişkileri ve ihtiyaçlarının minimalizmi (ihtiyaçları en az sayıda girdi ve kaynak kullanarak giderme) barışçı olmalarını sağlar. Toplulukların küçüklüğü ve hareketliliğin kısıtlılığı; çatışma ve rekabeti azaltmıştır. Anlaşmazlık durumunda çözüm ayrılmadır. Ayrılmaya, ayrıcalığı bulunmayan takım lideri karar verir. Bu karar, otorite temin aracı değil, zorunluluktur ve liderlik ya da reislik, imtiyaz değil, yükümlülüktür. Bu anlamda bu topluluklar eşitlikçidirler. İşbölümünün cinsiyet düzeyinde kalması ve uzmanlaşmanın olmayışı da tabakalaşmayı önlemektedir. Kanada’nın Pasifik kıyılarında yaşayan Kwakiutl’ların tabakalaşmayı önlemek için potlaç geleneğini yürütürler. Yiyecek biriktirilmez. Temel ihtiyaçlar karşılandıktan sonra arta kalan üretim fazlası olarak tanımlanan artı ürün yaratımı yoktur.
Avcı ve Toplayıcılar farklı çevrelere uyarlanarak farklı av ve toplama biçimleri geliştirmişler dolayısıyla farklı yaşam biçimlerinin ve kültürlerin ortaya çıkmasına yol açmışlardır. Kolonizasyon öncesi Amerika’sında bugünkü Kanada ve ABD toprakları yoğun biçimde avcı toplayıcılarca işgal edilmişti. Bizon sürüleri avcılığıyla geçinen ya da orman içi avcı-toplayıcılığa uyarlanan bu toplulukların çoğunluğu, kolonileştirme sırasında yok edilmiştir.
Avcı-toplayıcılar, sağlıklıydılar ve protein ağırlıklı beslenmekteydiler ancak çok hareketlik proteinden kaynaklanan kan yağlanmasını önlemekteydi. Küçük gruplar halinde ve yalıtılmış yaşayan bu topluluklar, temasla geçen birçok hastalıktan korunmaktadır. Farklılaşma; yaş ve cinsiyet gibi biyolojik değişkenler üzerinden yürüdüğü için hastalık farklılaşması da (mesleğe özgü hastalık gibi) yoktu. Salgınlara karşı dirençleri yüksekti. Barınaklar, aile içi hastalık bulaşımını tetiklese de havadan gelen enfeksiyonları azaltmaktaydı. Borneo’nun Sarawak bölgesinde yaşayan Penan’lar, yer değiştirme davranışlarına bağlı olarak yerleşik komşularında görülen sıtma hastalığına yakalanmazlar.
Ancak tarım devriminden sonra değişen yaşam koşulları insanlığı tehdit eder. Örneğin; Avrupalılar, Amerika kıtasına geldikten sonra, avcı-toplayıcıları ciddi salgın hastalıklar sarmıştır. Bu süreçte Kızılderililerde kızamık ve çiçek hastalığından, Mandanlarda ise çiçek hastalığı toplum ölümler getirmiştir. Modern dönemde, alkolizm, uyuşturucu, depresyon, kültür şoku, işsizlik bu toplulukları tehdit etmiştir.
Tarım Ve Hayvancı Uyarlanma
Dünyanın 10 bin yıl öncesinde başlayan ve hala devam Holosen devri küresel ısınma ile birlikte son buzul çağdan çıkılarak avcı-toplayıcılığın terk edilmesine ve besin üreticiliğine yol açtı. İklimbilimciler buna büyük iklim geçişi der. Son Buzul Çağı’nın değişken iklimi, yerleşik hayata ve tarımcılığa geçişle simgelenen Neolitik dönemin hazırlayıcısı olan Epipaleolitik dönemin (Ortadoğu’da 10- 12 bin yıl önce ortaya çıkan ve kültürel gelişimleri yansıtan dönem) yaşam koşullarını da ortaya çıkarmıştır. Ortadoğu’daki Epipaleolitik kültürler yerleşik köy hayatına geçişin ilk adımıdır. Bu dönemde zaman zaman bitki örtüsü zenginleşmiş ve yazlık kışlık yerleşmelere bağlı mevsimlik hareketler gelişmiştir. Epipaleolitik insanları, tam olarak tarıma başlamamış, avcılık ve bazı bitkilerin toplayıcılığını yapmışlardır. Tohumu yenen bazı bitkiler bu dönemde yabani olarak yayılmıştır. Özellikle arpa ve buğdayın daha sonra evcilleştirilerek tarıma alınmış olan yabani türleri, izleyen Neolitik dönemde olduğu gibi Epipaleolitik dönem yerleşmelerinin yoğun biçimde yayıldığı, Doğu Akdeniz koridorunda ve Kuzey Irak-Yukarı Mezopotamya yaşam alanına yayılmıştır.
Buzul Çağı 12 bin yıl öncesine kadar devam etmiş, küresel ısınmayla buzullar çekilmiş ve ormanlar ve sulak alanlar ortaya çıkmış bitki ve evcilleşen hayvanlar yayılmaya başlamıştır. Gordon Childe buna Neolitik devrim adını verir. Ortadoğu’da tahıl merkezli, Uzakdoğu’da pirinç merkezli, Afrika’da darı ve patates merkezli Amerika’da mısır merkezli bir tarımsal gelişme yaşanmıştır. Bu gelişmeler dalga dalga yayılmıştır. Yabani bitki türlerinin çeşitlenmesi yaşam kalitesi ve güvencesi sağlamışsa da, asıl önemli gelişme Holosen yani tam ısınma döneminde (10 bin yıl öncesi) tarımın gelişmesidir. İklimsel gelişmeler ise iklimsel optimum (9 bin yıl önce başlayan ve 5 bin yıl öncesine kadar süren) evresinde yaşanmış, sıcaklık, güneş radyasyonu, karbondioksit yoğunlaşması en yüksek seviyelerine ulaşmıştır. Bu durum yağışın artması ve nemlenmeye yol açmış ve Ortadoğu’da iklim değişimi çarpıcı sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Ortadoğu’da evcilleştirilen yabani arpa ve yabani buğdayın Filistin’den başlayıp Yukarı Mezopotamya’yı kuşatan, oradan da İran’daki Zagros dağlarının Batı yamaçlarını işgal eden bir hilal şeklinde bir yayılım alanının olduğu görülmektedir. İlk Neolitik köyler verimli hilal denilen bu alanda ortaya çıkmıştır. İlk neolitik yerleşme bölgeleri: Rift Vadisi adını verdiğimiz Kızıldeniz’den başlayıp Şeria ve Ürdün nehri vadileri ile Ölü Deniz’i izleyen çöküntü alanı. Dicle ve Fırat’ın yukarısında kalan kuzeyden Toros Dağları ile sınırlanan alan. Zap Irmakları boyunca El-Cezire’den daha yüksek dağ vadilerine uzanan Zagros Dağları bölgesidir.
İlk neolitik köylerden Eriha’da avcılık sürmüş ancak arpa tarıma alınmıştır. Suriye’deki; Tel Aswad Neolitik yerleşmesinde buğday, bezelye mercimek ve arpa tarımı yapılmıştır. Türkiye’de; Ergani yakınlarındaki Çayönü; Adıyaman’daki Gritile, Hayaz Höyük; Şanlıurfa’daki Nevali Çori, Göbeklitepe, Malatya’daki Cafer Höyük, Batman’daki Hallan Çemi önemli Neolitik merkezlerdir. Verimli hilal alanı ilk evcilleştirme bölgelerindendir. Ekmeklik buğday ve emer buğdayı, buradan Avrupa ve Asya’ya yayılmıştır. İlk evcil buğday türlerinin merkezi, Diyarbakır ile Şanlıurfa arasında kalan Karacadağ bölgesidir. (Kıtalara göre, bitki türlerinin evcilleştirilme yeri ve zamanı iin sayfa 129’daki, tablo 6.1’ inceleyiniz.)
Hayvanların evcilleştirme alanları da aynı bölgededir. Koyun Doğu Akdeniz, Orta Fırat ve Yukarı Mezopotamya bölgesinde, keçi Toroslara kadar uzanan Doğu Akdeniz bölgesinde, domuz Zagros bölgesinde evcilleştirilir. Ancak ilk evcilleştirilen hayvan köpektir. Köpeği avcıtoplayıcılar evcilleştirmiştir. Eti yenilen hayvanlar tarım toplumunda evcilleştirilmiştir. Neolitik dönemde ilk domuz, koyun ve keçi evcilleştirilir. (Hayvanların evcilleştirilme alanları ve tarihleri için sayfa 132’deki tablo 6.2’yi inceleyiniz)
Tarıma geçilmesi ile hem doğum hem de ölüm oranları artış göstermiştir. Yerleşik yaşam tarzı ile salgın hastalıklar, kalp ve eklem rahatsızlıkları yayılır ve çatışma riski büyür. Nüfus yine de doğrusal olarak artış gösterir. Robert J. Braidwood, tarımın ilk çıktığı bölgede aşırı nüfus baskısı yüzünden biyolojik taşıma kapasitesinin üzerinde bir nüfus yükü oluştuğunu ve bunun göçü doğurduğunu ileri sürer. Tarımın doğuya, batıya ve güneye yayılmasını buna bağlar. Biyolojik taşıma kapasitesinin doygunluğu ile tarımcı yaşam çepere doğru yayılmıştır. Ammerman ve Cavalli-Sforza buna ilerleme dalgası demektedir. Tarım döneminde nüfus beklenen artışa ulaşamamışsa da (kıtlık, çocuk ölümleri, doğum sırasında kadın ölümleri, savaşlar toprağın verimsizleşmesi gibi nedenlerle) avcı ve toplayıcılıktan çok daha hızlı artmıştır.
Tarımın yayılmasıyla; Bahçecilik, geçimlik tarım, yoğun tarım, göçebe hayvanlık gibi farklı tarım biçimleri oluşmuştur. Göçebe-Hayvancılığın temel uyarlanması hayvanların evcilleştirilmesidir. Yaşam biçimi hayvanların ihtiyaçlarına göre düzenlenir. İnsanların temel üretim ve besin kaynağı olan hayvan sürüleriyle birlikte her zaman taze olan otlak ve çayırlara doğru hareket yani transhümans esastır. Bu yüzden göçebe hayvancılık yerleşikliği değil göçerliği gerektirir ya da belirli noktalar arasında hareketi gerektirir. Pastoralistler (koyun, keçi deve sığır lama, alpaka ve ren geyiği çobanlığıyla geçineler): tamamen göçebe hayat sürdürenler, yaylacılık yapanlar, yarı göçebe topluluklar gibi farklı biçimlerde karşımıza çıkabilir.
Göçebe-çobanlığın özgün biçimi yerleşik olmayan tümüyle otlak ve çayırlar arasında gezinerek yapılan konargöçer bir hayata dayanır ve geniş alanlara ihtiyaç duyar. Tarih boyunca Avrasya bozkırlarında ve İran, Afganistan, Arabistan yarımadası, Moğolistan ve Mezopotamya düzlükleri gibi geniş ve değişen rakımlı düzlüklere sahip alanlarda yapılmıştır. İkinci bir biçimi yaylak ile kışlak arasında doğrusal bir hareket gösteren mevsimlik göçebeliktir. Örneklerini de İspanya ve Fransa’nın Pirene dağlarından Alp dağlarına, oradan Toroslara, Karadeniz dağlarına, Kafkaslara, Zagroslara ve Elbruz silsilesine uzanan Alp dağları sisteminde gözlemleriz. Türkiye’nin Yörükleri bunun örneğidir.
Ayrıca tarım ve hayvancılığı bir arada yürütenlere agropastoralistler denilmektedir. Bu gruplar kışları köyde yazları ise hayvanları sürmek için yaylalara çıkarlar. Kademeli yaylacılık sistemine sahip olan bu topluluklar yaylada sürekli yer değiştirmekte en sıcak dönemlerde de yaylanın en tepesine çıkmaktadır (Doğu Karadeniz yaylacılığı gibi). Yaylalarda çadır kullanıldığı gibi sabit konutlar da kullanılabilir. Göçebe çobanlar yerleşik bitki üreticileriyle karşılıklı bağımlılık ilişkisi içindedir.
Hayvansal ürünler ile zirai ürünler değiş tokuş yapılır. Bu büyük pazarların doğmasına neden olmuştur. Kaba Tarım Biçimleri: nüfusu fazla yoğun olmayan bölgelerde, geniş alanlarda düşük verimli tarım biçimi kaba tarımdır. Bu tarım tipi yerleşiktir ve en ilkel tarım biçimlerini de barındırır. Yerleşik basit köy olarak şekillenir toprak bilinci görülür. Avcı-toplayıcılara oranla nüfus yoğunluğu yüksek olan bu biçim, istikrarlı besin güvencesi sağlar. Kaba tarım biçimleri: Bahçecilik ve Geçimlik tarla tarımıdır. Çapa tarımı da denilen bahçecilik avcı ve toplayıcılıktan sonra ilk başvurulan yöntemdir.
Kaba tarım biçimlerinden en az emek harcanan ve an az enerji üretilen biçimidir. Tarla üzerinde mülkiyet gelişmemiştir. Toprağa nadas uygulanır. Genellikte toprak bir kere işlenmekte ve terk edilmek üzerine kuruludur. Her yıl orman içindeki bir alandaki bitki örtüsü temizlenerek tarla açılır ve ağaç ve çalı-çırpı yakılır. Yakılma sonucunda ortaya çıkan küller tarlanın verimini artırır ve burada ekim yapılır. Verimlilik azalana kadar bu alan kullanılır. Bahçeciliğe bu yüzden dönüşümlü tarım ya da tarla orman dönüşümü de denir. Bahçeciler, tıpkı avcıtoplayıcılar gibi, komşularıyla basit ticarî ilişkilere girerler. Geçimlik tarla tarımı, bahçeciliğin uygun olduğu coğrafyalar dışında yapılır. Artık değer üretimi yoktur.
Küçük ve düzensiz tarlalardaki ekinden elde edilen verim hane ihtiyacını giderecek kadardır. Üretim ve tüketim birlikte yapılır. İnsan gücü ve yüksek emek gücü kritik önem taşır bundan dolayı geniş aile ön plandadır. Tabakalaşma neredeyse yoktur. Bahçecilik kadar olmasa da topraklar nadasa bırakılır. Her biri birer bağımsız üretim ve tüketim birimi olan haneler, burada da, tıpkı bahçecilikte olduğu gibi eşitlik ilkesine dayalı olarak etkinliğe katılır. Hane (aile) temel iktisadi ve toplumsal birimdir.
Sadece geçimlik tarım yapmayıp artık değer üretmeyi amaçlayan tarım yoğun tarımdır. Tarım artık değer yaratmaktan ya da para kazanmaktan fazlasıdır. Yine hane temel birimdir. Neolitik dönemi izleyen İÖ. 5500 3500 arasındaki Tunç Çağı’nı hazırlayan Kalkolitik dönem ve Tunç çağına (İÖ: 3500-1200) girildiğinde özellikle Mezopotamya’da kuru tarım ve sulamalı tarıma geçilmesi ile birlikte artı-ürün yaratılmaya başlanmıştır. Bu artı ürünün hız kazanması ile birlikte Gordon Childe’ın tanımladığı Kentleşme Devrimi (ikinci büyük devrim) ortaya çıkmıştır. Tarımdan elde edilen artık, tarımda fiilen çalışmak zorunda olmayan bir nüfusu da besleyebilecek hale gelmiştir. Uzmanlar, yeni mekânsal ve siyasal örgütlenme biçimleri, kent ve devlet, ortaya çıkmıştı.
Modern çağa kadar pek çok yoğun tarım biçimi yapılmıştır. İlki, toprağın mülkiyetinin bir toprak beyinde veya kral gibi bir yöneticide bulunduğu ve çiftçilerin onlar için üretim yaptığı feodal veya haraççı üretim tarzıdır. Burada çiftçiler, toprak sahiplerinin tarlalarında ortakçı veya yarıcıydılar. Üretilen artık değer egemenlere aktarılırdı. Yoğun tarımdaki en yaygın ve uzun süren istismar biçimidir. İkinci üretim; yoğun tarım, köle emeği kullanılarak yapılan üretimdir. Bu üretim şeklinde serf (toprakta üretim yapmak şartıyla yaşayan ve geçimini böylece temin eden köylü tipi) yerine yoğun köle emeği kullanılırdı. Yüksek bir artı değer üreten köle emeği sistemin merkezindedir. Endüstriyel bitkiler üretilirdi.
Üçüncü üretim, küçük köylü işletmelerine dayanmaktaydı. Köylü özgürdür ve üretim kararı küçük köylü ailesinde alınır. Ancak çiftçi, pazarda oluşan fiyatların, üretimdeki girdi fiyatlarının ve en önemlisi demografik etkinin baskısı altındadır. Hane nüfusu arttıkça toprak bölünmekte ve verimliliği azalmakta kente göç artmaktadır.
Kaba tarım yapanlar üretim araçları üzerinde tasarruf hakkına sahipken köylülerin bu hakları yoktur. Köylülerin tasarruf etme biçimlerine kendileri değil üretim araçları üzerinde mülkiyet gücüne sahip olanlar müdahale etmektedir. Tarım biçimlerinin hedefi istikrarlı ve güvenilir enerji elde etmektir. Bahçeciler (kas enerjisi başlıca enerjileridir) dönüm başına daha az ürün alır ve daha az enerji elde eder. Kaba tarım daha az enerjiye ihtiyaç duyarlar ve geniş bir biyolojik çeşitliliği kullanabilirler. Yoğun tarımcılar ise tek ya da birkaç ürüne bağımlıdırlar ve biyolojik çeşitliliği tehdit ederler. Göçebe hayvancıların temel enerji kaynağı otlak ve çayırlardır, verime çok fazla emek ile ulaşırlar.
Göçebeler yerleşiklerin alanlarına zarar vermekteler yerleşikler tarafından uzaklaştırılmak istenmektedir. Devlet ise göçebeleri yerleşik vergi birimine dönüştürmek ister. Yerleşikleşme ve nüfus artışı daha karmaşık bir örgütlenmeyi doğurur ve işbirliğini zorunlu kılar. Örgütlenmeyi sağlayacak kişiler ve karar verecek mercilerin belirlenmesi toplumda kural ve normların oluşturulması temek ihtiyaçlardandır. Sorunlar birleşerek değil bölünerek çözülür. Ayrıca tarlaların temizlenmesi, üretim süreçleri için zamanın düzenlenmesi, ürünün ekimi, dikimi, hasat ve kaldırılıp depolanması, gereğinde pazara iletilmesi, ortaya çıkan uyuşmazlıkların çözümlenmesi bir işbirliğini ve örgütlenmeyi gerektirir. Tarımcılar evlilik ve akrabalık ilişkileri temelinde örgütlenir. Üretim birimi hane yani ailedir. Haneler cemaatle bütünleşir. Göçebelikte de temel birim ailedir ancak otlak ve yaylalar üzerindeki mülkiyet ilişkileri karşımıza kabile, aşiret ve beylikleri çıkarır. Tarımcılar avcı-toplayıcılara göre tanımlanmış ve sınırları daha net otorite ve iktidar ilişkileri örerler. Bu örgü içinde bir tür önderlik ortaya çıkar. Ancak önderlik rolü tarımcılar içinde büyük bir çeşitlilik arz eder.
Geçimlik tarım yapanlar; klan (ortak atadan geldiğine inanan ve somut soy bağı olmayan akraba grubu), kabile beylik biçiminde örgütlenir. Kabile tarımcılar için temel örgütlenmedir. Kabile bir ya da birkaç soydan (ataya bağlayan kültürel bağ) oluşur. Soy grupları nesep (somut soy ilişkisi) ya da klan biçiminde olabilir. Daha karmaşık bir örgütlenme biçimi Konik Klan Modeli, baba yanlı soy çizgisini izler ve en büyük oğul öncelikli olduğu ve esas ataya yakın olanın statüsünün daha yüksek olduğu sistemdir. Bu model insanı daha savaşçı ve dayanışmacıdır. Göçebelerde çatışma riski daha yüksektir.
Göçebelerde kabile bir birim olmaktan çıkarak alt birim olarak aşiretler önem kazanabilir. Aşiret ortak çıkarların belirlediği bir geçmişten geldiğine inanan, dil ve kültür ortaklığı paylaşan bir yâda birkaç kabilenin soyun oluşturduğu siyasi birliktir ve kandaşlık önemsizdir. Aşiret birleşmeleri beylik, şeyhlik ve emirlik adını alır. Siyasi olarak aristokratik yapı yönetici kesimde görülmektedir. Bu yapı Bireylerin kendi akrabaları, soyu ya da kabilesi içinden evlenme eğilim olan içevlilik il güçlenmektedir. Bu süreçte yeniden dağıtımın, yani biriken servetin kurumsal mekanizmalar yoluyla yeniden topluluğa döndürülmesinin, yeri çok önemlidir. Bey, otoritesinin gücünü, geleneksel bağların yanı sıra, bu süreçten alır. Bu nedenle beyliklerde soy aristokrasisinin elinde toplanmış aşırı bir zenginlik görülmez. Ayrıca beylikler kaotik dönemlerde etkisini göstermektedir. Bu ortamlar etnik aidiyet temelli siyasal yapılara dönüşümü kolaylaştırmaktadır.
İlk beylikler, Tunç çağında (İÖ. 3 bin) ortaya çıktı. İklim değişiklikleri, kıtlık ve çatışmalar beylikleri yükseltmiştir. Aşiretler, kabileler ve etnik gruplar bir otoriteye bağlanmaya başladı. Bu otoritenin kaynağı bey ya da şeftir. Beylik aşiret ve devlet arasında bir ara formu temsil eder. Yapıyı içevlilik güçlendirir.
Tarımcılıkta avcılık-toplayıcılığa göre güvenli bir beslenme rejimi mevcuttu. Topluluğun bulunduğu ekosisteme göre beslenme şekli değişmektedir. Avrasya, tahıl, Uzakdoğu pirinç, Orta ve Güney Amerika mısır ağırlıklı beslenir.
Yerleşik tarıma geçişle birlikte unlu ve şekerli yiyeceklerin tüketiminde neredeyse sıçrama yaşanmış ağız diş hastalıkları artmıştır. Bu nedenle diş çürüğüne uygarlık hastalığı adı verilmektedir. Tarımcılıkla birlikte sıtma yaygınlaşmıştır. Yerleşik yaşama geçişle birlikte savunma mekanizması tama olarak gelişemeyen toplumlar ciddi hastalıklara sebep olmuştur. Hayvanların evcilleştirilmesiyle birlikte ise çiçek, grip, verem, sıtma veba, kızamık kolera da evrimleşmiş biçimde yaygınlaştı.
Bakterili yumurta ve et, Salmonella, pişmemiş domuz, Trişinoz, çiğ balık Anisakiasis, kedi kaynaklı kedi humması, papağan hastalığı, sığır kaynaklı Brucella gibi hastalıklar hayvan evcilleştirilmesi ve hayvan yetiştirmeye bağlı olarak ortaya çıkmışlardır. Bazı hastalıklar ise hayvanda var olan mikroplardan türemiştir. Örneğin, tüberküloz ve çiçek sığırlardan, domuz ve köpekten falciparum sıtması türemiştir. Veba da toplu yaşamın hediyesi olarak görülebilir.
Ünite 7: Kent, Devlet ve Endüstri
Kültür tarihçisi V. Gordon Childe, tarihteki ilk büyük devrimin tarım devrimi, ikinci büyük devrimin de Kent Devrimi olduğunu belirtmiştir. Childe’dan sonra gelen antropolog ve kültür tarihçilerinin vurgusunu yaptığı asıl dönüşüm ise 18. yüzyılın Endüstri Devrimi’dir. Endüstri Devrimi, tarım döneminin koşullarını değiştirerek köylülerin artık ürününe el koyarak zenginleşen yönetici ve aristokratların yerini geniş kentli sınıflar, işçiler, burjuvalar ve hizmet çalışanları almıştır. İnsan ve hayvan gücüne dayalı üretim, makinelerle kitlesel halde seri üretime dayalı olarak yapılmaya başlamıştır.
Kentleşme ve Tarım Dışı Tabakalaşmanın Doğuşu
İ.Ö. 4 binin sonunda Mezopotamya’da ortaya çıkan ilk kentler, tarım yapan yerleşmelerin ürün fazlalarını pazarlayıp mübadele ettiği yerlerde doğdu. Ürünlerin üzerinden toplanan vergiler ve haraçlar ile oluşan tabakalaşma kentlerin örgütlenme zeminini oluşturdu. Kentler ayrıca kendisine bağlı kırsal alanların ihtiyaçlarına cevap verecek kurumları içinde barındırmaya başladılar. Bu kurumlar artık değere el koyma mekanizmalarını da geliştirmiştir.
Kaba emeğin kullanıldığı kırsal alan ile uzmanlaşmış emeğin ve ticari ilişkilerin hâkim olduğu kent bölgeleri arasında bir gerilim oluşmasıyla kent, toplumun ulaşması gereken değerlerin ve ideallerin sahibi olarak yüksek kültürü içinde barındırıp medeniyet kavramıyla sıkı bir ilişki içerisinde olmuştur. Büyük-küçük gelenek, yerlikozmopolit, yazılı-sözlü kültür ve yerel-evrensel kavram karşıtlıkları da kır-kent arasındaki bu duruma vurgu yapar.
Yazılı kültür şiiri yazılı kültüre ürünüyken aşık geleneği sözlü kültür ürünüdür. Büyük gelenek, yöneticilerin temsil ettiği resmi ve Ortodoks dünya görüşünü yansıtırken küçük gelenek daha gevşek ve bağdaşmacı gelenekleri içermektedir. Kentin bütün kozmopolitizmi yazılı kültürün çatısı altında birleşmektedir.
Kent “çok kültürlü” bir yapıya sahiptir. İçeriğinde barındırdığı tüm farklı unsurları kendini kırdan ayıran yazılı kültür özelliğine dayanarak birleştirir. Diğer yandan kır ve kent zaman zaman etkileşime geçer ve birbirlerine ait özellikleri süzgeçlerinden geçirip kendilerine uyarlayabilmektedirler.
Devletin Gelişimi
Kentlerde oluşan kurumların/örgütlerin varlığı, etki alanları tarımsal üretim alanları ve doğal-coğrafi sınırlarca belirlenmiş ilk devletleri karşımıza çıkarır. İlk devletlerin oluşmasında etkili faktörler şu şekilde sıralanabilir:
• Kent, ekonominin, pazar yerinin, ticari faaliyetlerin, devletin vergisinin toplandığı, tarım dışı mal ve hizmetlerin yürütüldüğü ve üretildiği merkezi bir yerdi. Bunlar örgütlenme ve iş bölümüne dayalı bir toplumsallaşma anlamına gelmekteydi.
• Tarımsal üretim sonucu artış gösteren nüfus, ilk devletlerin oluşumunu tetiklemiştir.
• Nüfus artması nedeniyle insanların basit örgütlenme biçimleri nüfusun tamamını denetlemekte yetersiz kalmış ve bu durum insan topluluklarında çatışmalara neden olmuş ve çatışmalara karşı düzen ihtiyacı baş göstermiştir.
• Zenginliği korumak amacıyla ortaya çıkan ve karşılığında artı üründen beslenen profesyonel askerler(koruyucular) diğer bir sebeptir.
Devletin üç önemli işlevi ise:
• Üretim araçlarının, üreticilerinin korunması ve geliştirilmesi
• Üretim ilişkilerinin korunması ve geliştirilmesi
• Devlet aygıtının güçlü tutularak toplumun üstünde yer almasının sağlanması
Dolayısıyla denilebilir ki devletin oluşumu ve gelişimi için tarım devriminin sonrasındaki gelişkin ve karmaşık yapılaşma beklenmiştir. İlk devletler arasında Mısır, Mezopotamya, Yunan, Roma, İran, Hitit, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı sayılabilir.
İşlevlerini yerini getirmek için devlet şu kurumlardan oluşmaktadır:
• Belirli bir toprak parçasında hükümranlık ve bu toprak parçasında yaşayan insanlar üzerinde varsayımsal ve ideolojik hakimiyet
• Hukuk
• Güvenlik ve zor aygıtları
• Maliye
Bu dört kurum, ilk devlet biçimlerinde askerler, din adamları, yönetici- seçkinleri içine alan saray örgütlenmesince bütünleştirilmekteydi. Bu yüzden de çoğu zaman yönetici- seçkin ve teba arasında toplumsal hareketlilik bulunmamaktaydı.
Kurulmuş ilk devlet, bir kent devletidir. Antropolojik açıdan ilk devleti izleyen süreçte devleti iki ana evrede inceleyebiliriz. Bunlar; kapitalizm öncesi (prekapitalist) devlet biçimleri adı altında toplanan tarım devletleridir.
Tarım devletinde önemli olan, tarımdan kazanılan ürün artığının iktidar sahiplerine akmasıdır. Burada uyrukla devlet arasında bir kimlik politikası şekillenmemiştir. Tarım devleti, güçlenip diğerlerini egemenliği altına almasıyla ve topraksal(teritorial) devletin doğmasıyla ortaya çıkar. Bu devletlerin artık belli bir toprak parçası üzerinde egemenlikleriyle tanımlanır hale gelmeleri temel özelliklerini oluşturur. Bu devlet, tarımsal artıktan beslenen, profesyonel orduya sahip, yeni alanlara yayılma potansiyeli olan bir devlettir. Nüfusun belirli bir etnik ve dilsel gruptan değil de o topraklar üzerinde yaşayan çeşitli halklardan oluşuyor olması ise bu devletlerin bir diğer özelliğidir. Ancak yöneticiler ve yönetimin başındaki hanedanın genellikle belirli bir etnik gruptan olduğu görülür.
Topraksal devlet ile toprak mülkiyetinin önemi artmıştır. Bu devletlerin yöneticileri, seferlere katılan savaş beylerine ele geçirilen toprakları verirdi. Böylece beylerin daha sonraki savaşlara katılımı ve asker besleyecek kaynak topraktan sağlanmış olurdu. Bu durum tarımsal devletlerde tabakalaşma ve sınıfsal ayrışmanın kaynağını teşkil etmiştir. Diğer yandan ise toprak mülkiyeti ve askeri katkı durumları tabakalaşmaya sebep olmuştur.
Yayılma eğiliminin doğal sonucu olarak karşımıza “imparatorluk” kavramı çıkmaktadır. İmparatorluklar, kendilerine bağlıların otoriteye rızasını kazandırmak için kutsal anlamları üstlenerek kendilerine ideolojik bir zemin hazırlamaktadırlar. Böylece seçilmiş tek kişiye ve aileye yegâne yönetme yetkisi için sebep oluşturulur. Bu ideolojinin adı imparatorluk ideolojisidir ve ilk örneği Büyük İskender’dir. Büyük İskender tarihteki ilk büyük imparatorluğu kurarak o zamanın kavrayışı olan doğu ve batıyı birleştirmiştir. İmparatorluklarda her zaman diğerlerinden öne çıkan önemli kentler olmuştur. Bu kentlerde yaşıyor olmak yönetimden olmaktır ve bu bir ayrıcalıktır. Ayrıca bu kentler, taşradan gelen ürünler ile beslenirler, mimarileri gelişmiştir ve ince sanatlar ile uğraşılır. Dolayısıyla yüksek kültürün üretildiği yerler de buralardır.
Tarım devleti döneminde yurttaşın kültürlemesi görevi, cemaatler ve geleneksel ilişkilere bırakılmıştır. Devletin tebasından beklentisi, mutlak itaat ve vergileri ödemesidir. Modern devletlerden farklı olarak, tarım devletlerinde sınırların korunması için egemenlik iddia edilen yerlerde yerel güçlerle siyasal ittifak yapılır. Bu sebeple sınırlardan ziyade uçlardan bahsedilmelidir.
Endüstri Toplumu ve Yeni Yaşam Biçimi
Tarım çağı, Endüstri Devrimi ile sona ermiştir. 18. Yüzyıl itibariyle yeni gelişen çağ ile beraber yeni yaşam ve geçim biçimleri ortaya çıkmış, tarımdan kitlesel üretim yapan endüstriye doğru kaymalar başlamıştır. Üretim ve tüketim zamanla yeni bilimsel devrime göre değişecek, köylüden işçiye geçişler artacak, üretim mekanları köylerden kent ve fabrikalara kayacaktır. Bu değişimler olurken geleneksel tarım imparatorlukları da yıkılmış ve yerine ulus-devletler kurulmuştur.
Endüstri Devrimi (1640 İngiliz Devrimi) ve 1789 Fransız İhtilali ile tarım döneminde toprak mülkiyetine bağlı olarak güçlü olan aristokrat sınıf önemini kaybederek yalnızca sembolik olarak varlığını sürdürmüştür. Kentli sermaye sahibi sınıf ise siyasal sistemde ve ticari faaliyetlerde önem kazanmaya başlamıştır. Eski ayrıcalıklara önem veren bürokrasiden Max Weber’in tanımladığı akılcı bürokrasiye geçilmiştir.
Yeni gelişmelerle birlikte kültürel süreçlere müdahale ederek yurttaş yaratma projesine sahip modern devlet biçiminin en yaygın hali ulus-devlet olmuştur. Amaç, ulusal kültür yaratmaktır. Yani tek bir standart dil ve bu dilin araçlarıyla iletişim kuran, laik kurumlar aracılığıyla toplumsallaşan ve devletin belirlediği müfredat aracılığıyla kültürlenen eğitim ile yurttaşlar oluşturmaktır.
Meşruluğunun sebebi de bu ortak kültürle ilişki kurulacak ulus kavramıdır. Dolayısıyla eskiden önceki geleneksel otoriteden meşruluk sağlayan kutsallık ve soyun yerine yurttaşlık ilişkisi geçmiştir.Ulus-devletleri oluşturan genellikle milliyetçilik hareketleri olmuştur.
Milliyetçilik şu üç amaca yönelmiş bir harekettir:
• Ulusal ekonomi yaratma,
• Özerk bir ulusal yasama/yürütme,
• Ulusal bir kültür ve buna bağlı kimlik yaratma
Endüstri toplumunda kültür özel değil evrenseldir. Dolayısıyla kültürde türdeşliği hedefleyen ulus-devlet ile bütünlük içerisinde yer alan etnik gruplardan ve benzeri unsurlardan kaynaklanacak kültürel çeşitlilik varlığı arasında oluşacak gerilim milliyetçiliği doğurur.
İlkselci(primordialist) görüşe göre etnikliğin geçerliliği unsuru modern öncesi ya da görece izole topluluklarla sınırlı iken etnik bilinç modern toplumda da ortaya çıkmıştır. Modern toplumlarda ve milliyetçilik baskısı altında kalan yalnız kalabalıklar içinde yabancılaşan kişiler, aidiyet ve dayanışma ihtiyacını yoğun biçimde yaşayarak etnik bilince sarılabilirler. Ancak bu durum toplumsal çatışmalara zemin hazırlayabilir.
Irkçılık ise insanların biyolojik özelliklerinin çeşitliliğinden ötürü eşit olmadıkları fikrinden doğan ve sömürgeleştirmeyi meşru kılan bir ideolojidir. Tarihsel süreç içerisinde yaşanan bir takım olaylar sonucunda uluslararası örgütler ve birçok devlet ırkçılığa engel olmaya yönelik düzenlemeler yapmıştır.
Bilimsel devrimler neticesinde, önce buharlı makinelerin icadıyla kömür, ardından yanmalı motorun bulunmasıyla petrol ve bu gidişata paralel olarak önce tekstil sektörü daha sonra otomotiv ve elektrik sektörü önem kazanmıştır.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra ise teknolojik gelişmeler neticesinde nükleer enerji, iletişim, havacılık, uzay gibi sektörler de bu öncülüğü ele geçirmiştir.
Bilimsel gelişmelere bağlı olarak hastalıkların azalması ve yaşam şartlarının iyileşmesiyle nüfus artışı hızlanmıştır. Yeni oluşan toplumsal sisteme uyum sağlayabilecek insanları kültürleme görevini ise devlet ve okullar üstlenmiştir.
Kentler, endüstrileşmenin merkezi oldu. Pazar hizmeti gören, yönetim ve adalet işlerinin yürütüldüğü eski kent, dönüşüm geçirdi. İlk olarak nüfus yapısında değişiklik görüldü. Endüstrideki işçi ihtiyacını karşılamak için kırdan kente göçler oldu. Kırdan kente göç eden ilk insanlar iş edinirken sonradan göç edenler istihdamın doymuş olması sebebiyle iş bulamayıp şehrin yoksullarını oluşturmuşlardır. Yoğun göç dalgalarından ötürü gecekondulaşma ve varoşların artışıyla çarpık büyüme sorunu baş göstermiştir. Plansız kentleşme ve gecekondulaşma çarpık büyümenin en önemli göstergesidir. Tarımdan elde edilen gelirin yetersiz oluşu ile kır neredeyse tamamen boşalmış ve dev kentlerden(megapollerden) bahsedilir olmuştur.
Tarımda yeni üretim yöntemleri ortaya çıkmıştır. Makine, insan gücünün yerini almış, bu durum köydeki işgücü fazlasının kente göç etmesine sebep olmuştur. Endüstriyel tarım ürünlerinin niteliğini arttıran yeni üretim teknikleri geliştirilmiştir. Besinler yerine endüstriyel bitki üretimine geçildi. Tarımda uzmanlaşma ile yeni meslekler ortaya çıkmıştır. Ticari ve endüstriyel getirisi fazla olan ürünlere daha çok önem verilmiştir.
Tüm gelişmelere rağmen yine de bazı ürünlerin, niteliğinden ötürü, yetiştirilmesi ve/veya hasat için insan gücüne ihtiyaç duyulmuştur.
Günümüzde, yoğun üretime rağmen, Dünya topraklarının yalnız %11’i tarımsal üretim için kullanılmaktadır. İktisadi Eşitsizliğin Yayılması, Az Gelişmişlik ve Üçüncü Dünya Kapitalist ekonominin dünyayı birleştirmesiyle iktisadi sistemde yeni değişimler gerçekleşmiştir. II. Dünya Savaşı sonrası bağımsızlığını ilan eden Üçüncü Dünya ülkeleri ile Batı arasında zenginlik farkı oluşmuştur. Üçüncü Dünya ülkeleri, iktisaden Batı’ya bağımlıdır. Immanuel Wallerstein bu durumu merkez-çevre ülkeler formülüyle açıklarken, iktisatçı Andre Gunder Frank, Bağımlılık Kuramı adı altında incelemiştir. Neticede Üçüncü Dünya ülkelerinde, Batı ile aralarındaki bağımlılık ilişkisi sebebiyle yeterli ve sürdürülebilir bir kalkınma yaşanmamıştır. Az gelişmişlik modeli ise, Batı’nın geçtiği aşamalardan geçilince bu toplumlarca gelişmişliğin yakalanacağını savunur. Az gelişmiş toplumlara, dışarıdan kurumlar empoze edilerek bu toplumların kalkışa geçeceklerini savunur. Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, IMF(Uluslararası Para Fonu) gibi kurumlar bu görüşün ürünüdür. Her ne kadar durum farklı çerçevelerde açıklanmaya çalışılsa da Endüstri Devrimi’ni gerçekleştirmiş devletler ile diğerleri aralarındaki iktisadi düzey farkı aşikardır. Bu farkı, kalkınma iktisatçıları az gelişmişlik kavramıyla açıklamaya çalışırken diğer yandan da kültürel gecikme, kötü uyarlanma gibi sonuçlar doğurmuştur.
Sosyalist Blok’un çöküşüyle küreselleşme şu sonuçları getirmiştir:
• Sermaye küresel dolaşıma girmeye başlamıştır.
• Teknoloji ilerlemiş ve yayılmıştır.
• Fakir Güney ülkelerinden zengin Kuzey ülkelerine doğru göç başlamış, insan hareketliliği artmıştır.
• Fikirler, imgeler, simgeler hızlı bir dolaşıma girmiştir.
Bu gelişmeler kültürel alanda da değişime yol açtı:
• Klasik antropoloji içerisinde yerel bağlam ortadan kalktı.
• Güvensiz ekonomik koşullar yeni bir kaos hali yarattı.
• Küreselleşmeyle her şey anlık ve geçici hale gelmesiyle kimlik arayışı öne çıktı.
Endüstrileşmenin ilk döneminde üretim önemliyken küreselleşme ile birlikte tüketim ön plana çıkmıştır. Bu durumun sonucu olarak dönüşüm yaşanmış, küçük işletmeler azalırken, belirli bir merkezde örgütlenmiş ve zincirleme mağazalar yoluyla dünyanın her yerine yayılmış ürünlerin tüketimi bir değer ölçüsü haline gelmiştir.
Endüstri toplumunun hızlı değişimleri sonucunda bir kültür ihtiyacı ortaya çıkmış ve sinemanın, müziğin, sporun ve diğer unsurların üretildiği bir kültür endüstrisi oluşmuştur. Bu endüstriye bağlı olarak üretilen ve kitlelere hitap eden tüketim nesnelerinin tümüne yani tüketilebilen bu kültüre popüler kültür denilmektedir.
Popüler kültür ile tüketim iç içedir. Moda ise popüler kültürün tüketimi artırmak amacıyla ortaya çıkardığı kurumların en önemlilerinden biridir. Moda ile ihtiyacı karşılamak için giyinmekten ziyade her yıl farklı çeşitlerde kıyafetlere önem verilerek kıyafetlerin tüketimi sağlanmaktadır.
Modanın yanı sıra trendler(eğilimler)ortaya çıktı. Bunlar, geçici tüketim eğilimlerini belirli dönemlerde geçerli kılmaktadır ve medya tarafından tanıtılıp yayılmaktadır. İşe ayrılan zamanın önem kazanması ve yeme/içme alışkanlıklarının değişmesiyle besin değeri kazanımlarında farklılık olmuştur. Ayak üstü yenilen yiyecekler, enerji açısından zengin fakat besin değeri açısından fakir yiyecekler olduğu için endüstri çağının hastalıklarının yayılmasına zemin hazırlamıştır.
Çokkültürlülük, Çokkültürcülük ve Antropolojide Yeni Yönelimler
Endüstri toplumunun bir sonucu olarak kentlere doğru oluşan yoğun göçle bir araya gelen karmaşık nüfus pek çok farklı kültürün ve kültürel eğilimin yan yana yaşamasına yol açtı. Bu nüfuslar yan yana yaşamasına rağmen içe kapanma eğilimi göstermiş ve kültürel kimlikler güçlenmiştir. Sosyal devletin zayıflamasıyla başka dayanışma biçimleri de ortaya çıktı. Bunlar arasında daha çok etnik ve dinsel gruplar, cemaatler ve hemşerilik ilişkilerinin öne çıktığı görülmektedir. Etnik azınlık ve göçmen dernekleşmeleri, üyelerine artık yöresel bağ, etnik aidiyet, iş temelinde meydana gelerek çeşitli iş veya dayanışma sağlama işlevi görür hale gelmiştir. İşlevleri kimi zaman sendika veya siyasal parti gibi daha geniş birliklerin işlevleriyle de örtüşebilmektedir. Bu yeni toplumsal örüntü çokkültürlülük kavramıyla açıklanmaktadır. Çokkültürcülük ise farklı kimliklerin yok edilmeye veya özümlenmeye çalışılması yerine korunması ve içinde bulunulan topluma entegre edilmesi düşüncesini benimseyen siyaset anlayışıdır.
Çokkültürlü yapıların kabulüne yönelik görüş, endüstrileşmiş Batı ülkelerinde kentlerdeki nüfusun kültürel niteliklerini ve kültürel değişimini araştırmaya itti. Tüm bu değişimleri incelemek için sosyoloji ile antropolojinin kesişme noktasında kültürel çalışmalar isimli bir saha doğmuştur. Bu okul, kentin odağındaki moda, popüler kültür, iletişim biçimleri, tüketim tarzları, boş zaman, yeni edebiyat, kimlik ve kimlik ideolojileri gibi geniş bir konu yelpazesini incelemektedir.
Gelişmeler ilerleyişe işaret etse de aynı zamanda ekolojik sorunları ve sosyal problemleri de beraberinde getirmiştir. Kalkınma ile insan varlığını tehdit eden unsurların oluşması paralelinde uygulamalı antropoloji, bu iki durum arasındaki gerilimi gidermeye yönelik sistemli çabalar üzerine çalışmaktadır.
Endüstri toplumunun ihtiyaçları, ihtiyaca yönelik yeni teknik ve yöntemler geliştirilmesine neden olmuştur. Ergonomi de denilen endüstriyel antropoloji, fiziksel antropoloji ile antropometrinin en yeni uygulama alanıdır. Antropometri, insan bedeninin ve iskeletinin boyut, biçim ve bileşim yönünden ölçülmesidir. Makinelerin,
Ünite 8: Akrabalık ve Toplumsal Cinsiyet
Tarihin ilk dönemlerinden günümüze kadar görülen tüm toplumlar, soylarının devamı için birbirlerinden farklı olmakla birlikte evlilik sistemleri ve akrabalık bağları oluşturmuşlardır. Evlilik, ergenlik dönemine girmiş erkek veya kadınların üremek, çocukların yetişmesini sağlamak, toplumsal ve iktisadi olarak yeni bir bütünlük oluşturmak için içinde yaşanılan toplum tarafından kabullenilmiş ve onay verilmiş birliktelik biçimidir. Buna bağlı olarak akrabalık ise soy ve evlilik yoluyla kültürel olarak kabul edilmiş toplumsal ilişkiler ağı olarak tanımlanabilir. Bu ilişkiler tüm toplumlarda evrensel bir önem taşımaktadır. Öte yandan evlilik ve akrabalık evrensel bir olgu olması yanında onlara yüklenen anlamlar, ilişkili adlandırmalar, tanımlama ve sınıflandırmalar farklılık gösterebilir.
Cinsiyet de biyolojik olarak evrensel bir gerçeklik olmakla birlikte insan toplumlarının cinsiyetlere kültürel anlamlar yüklemeleri ve onlardan toplumsal, kültürel ve iktisadi rollere göre hareket etmesi beklenmiştir. Bu nedenle antropoloji cinsiyete bakarken onda biyolojik değil toplumsal bir yan görür.
Evlilik ve Aile
İnsan toplumları, kadınla erkek arasındaki ilişkileri rastlantısal cinsellik ve ilişki biçimlerinin ötesinde bir kurallar, normlar ve değerler sistemine bağlamıştır. Evlilik, soyun devamını sağlamak ve diğer temel cinsel ve iktisadi ihtiyaçları gidermek için erkek ile kadın arasında toplumun onayladığı bir birlik olarak tanımlanabilir. Evliliğin kurumsallaşmasına dayanak teşkil eden asıl etken insan yavrusunun uzun süreli bağımlılığıdır. Bunun yanında cinsel rekabet sorununu gidermesi de evliliğin diğer bir işlevidir. Evlilik yoluyla kurulan iktisadi birlik ve ilişki biçimi evlilik kurumunun en önemli işlevlerinden biridir.
Evlilik yoluyla kurulan birliktelikle çiftler, yeni iktisadi olanaklara, yeni dayanışma ilişkilerine ve siyasal bağlantılara açılabilirler. Bu yolla iş bulmak, yeni statüler edinmek, yeni barınma olanakları sağlamak ve borç para bulma gibi birçok şey kolaylaşabilir. Bizim toplumumuzda dayısını bulmak, dayısı olmak gibi deyimler adı kayırmacılık(kliyentalizm) denilen ilişkilere vurgu yapar.
Çeyiz, drahoma(kadının ailesinin erkek tarafına verdiği düğün hediyesi), nişanlılık armağanları, başlık parası bu mübadele ilişkisinin iktisadi araçları olarak değerlendirilebilir. Levi –Strauss, evliliğin bir mübadele ilişkisi olduğunu ve evlenen tarafların evlilik yoluyla karşılıklı hak ve ayrıcalıklar yaratan bir kaynak ve kişi mübadelesi içerisine girdiklerini belirtir. Ayrıca, Levi- Strauss yaptığı tespitlerde grupların başka hangi gruplarla evlilik ilişkisi kurup kuramayacağını belirleyen basit ve karmaşık sistemlerin, belirli bir grubun bir başka gruba kız alıp verdiği doğrudan takas sistemleri ve kadınların sadece belli bir yöne doğru takas edildiği dolaylı(asimetrik) takas sistemlerinin bulunduğunu belirtmektedir.
Kişinin kendi grubu içinde yaptığı evliliğe içevlilik(endogami), dışarıdan bir gruptan yapılan evliliğe ise dışevlilik(egzogami) denir. İçevlilik, grup içinden evlilik olduğu gibi grubu dışarıya kapalı tutar ve mülk, servet, kaynak ve soy dağılımını önler. Dış evlilik ise iç evliliğin getirdiği kapalılığı önler ve grupları evlilik yoluyla birbirine bağlar. Kültürler kişilerin kimlerle evlenip kimlerle evlenemeyeceğini belirlemektedir. Belirli bir zaman diliminde tek bir erkeğin ancak tek bir kadınla evlenmesine izin veren sisteme tekeşlilik(monogami) adı verilir. Bu sistemde ikinci bir eşle evlenmek; boşanmak veya eşin ölümü sonunda mümkün olabilmektedir. Kadının veya erkeğin aynı zaman dilimi içerisinde birden çok eşle evlenmesi durumuna ise çokeşlilik (poligami) denilmektedir. Çokkarılık(polijini) ve çokkocalılık (poliandri) olmak üzere çokeşliliğin iki türü vardır.
Evlilik biçimleri, eşlerin yerleştikleri yere göre farklılık gösterir. Modern toplumlarda en yaygın görülen durum evlenen çiftlerin yeni bir ev açmasıdır. Buna yeniyerli(neolokal) evlenme denir. Erkek egemen toplumlarda kadının kocanın ailesinin yanına yerleşmesine babayerli(patrilokal) yerleşme olarak adlandırılır.
Anasoylu toplumlarda ise genellikle yerleşim anayerlidir (matrilokal). Evlilik iki kişinin özel bir tercihi olmasının ötesinde toplumsal bir kurum olup bir toplumsal ağa ve belirli toplumsal süreçlere dâhil olmak anlamına da gelir. Örneğin eş seçme seçeneklerinin kültür tarafından belirli mecralarla sınırlandırıldığı evliliklere tercihli evlilik denilir. Toprağın veya malların bölünmesini ve evin dağılmasını önlemek ve aileye yeni iş gücü kazandırmak için evliliğin dışarıdan değil içeriden veya yakından yapılması tercihli evlilik modelinin temel ilkesidir. Evli eşlerin erkek ya da kadının ebeveyninin yanına yerleşme konusunda özgürce seçim yaptıkları uygulamaya ambilokal denir. Erkeğin ve kadının ebeveyninin yanında sırayla ikamet etme uygulamasına çiftyerlilik(bilokal) denir.
Süreç olarak evliliklere baktığımızda; içevlilik uygulamalarında en sık karşılaşılan biçimler paralel ve çapraz kuzen evlilikleridir. Bu evlilik biçimleri akraba evlilikleridir. Amca ve teyze çocukları gibi aynı cinsten kardeşlerin çocukları arasındaki evliliğe paralel kuzen evliliği, hala ve dayı çocukları gibi ayrı cinsten kardeşlerin arasındaki evliliğe ise çapraz kuzen evliliği denir. Bir başka tercihli evlilik biçimi evlenecek iki erkeğin birbirlerinin kız kardeşleriyle evlenmesi biçiminde işleyen berdel veya berder evliliği biçimidir.
Yeniden evlenme örüntüleri olarak modern toplumlarda eşin ölümü veya eşlerin boşanması durumunda, kişinin yeniden evlenmesi büyük ölçüde kişinin kendi tercihlerine bağlıdır. Daha geleneksel ve kapalı toplumlarda ise dullar için bu seçim kurumsallaşmıştır. Bu kurumlardan biri levirattır. Levirat uygulamasında erkek eş öldüğünde, karısı kocasının erkek kardeşlerinden biriyle evlenir böylelikle ilk evlilikten doğan çocuklar için baba soyunu sürdürmek mümkün olur. Bir başka biçim ise sorarat uygulamasıdır. Sorarat, levirat uygulamasının tersidir. Karısı ölen erkeğin, onun kız kardeşlerinden biriyle evlenmesi durumudur. Toplumlar karmaşıklaştıkça ve genişledikçe akrabalık sınırlarının ötesine geçen evlilik eğilimleri artar, öte yandan dış evlilikler yoluyla kimliklerini yitireceklerini düşünen etnik ve dinsel gruplar, kimi zaman da cemaatler grup içinden evlenmeyi teşvik edip sürdürme eğilimi içerisinde olabilir.
Türkiye’de görülen bir başka yeniden evlenme örüntüsü taygeldi evlilik biçimidir. Taygeldi evliliği, çocuklu dul bir erkekle çocuklu bir dul kadının kendilerinin ve çocuklarının evlenmesi biçiminde ortaya çıkan bir evlilik biçimidir. Bazı toplumlar ve kültürler ise yeniden evlenmeyi uygun bulmaz ve bunun en uç örneklerinden biri dul kalan kadının kocasına öte dünyada hizmet edeceği düşüncesiyle intihar etmesi veya öldürülmesi uygulamasıdır.
Evlilik kurumu iktisadi mübadele biçimlerini de içeren bir yapıya sahiptir. Evlenen kişilerin evlenme karşılığında kendi grubuna veya içine girdiği gruba kazandırdığı iktisadi bir değer vardır. Örneğin başlık parası uygulaması gibi evliliğin gerçekleşmesi noktasında erkeğin kadına veya kadının ailesine mal veya para biçiminde bir ödeme yapması buna bir örnektir.
Evlilik kurumu belirli prosedürler ve törenler içeren bir özellik de göstermektedir. Kültürden kültüre değişiklik gösterse de toplumca tanınmış bir törenler dizisi söz konusudur. Evlenecek çiftlerin ailelerinin veya grupların birbirinden söz alıp vermesiyle başlayan bu süreç beşik kertmesi şeklinde olabileceği gibi, nişanlılık biçiminde de olabilir.
Ebeveyn ve çocuklardan oluşan en küçük akraba-temelli toplumsal birime aile denir. Bu kavram içine günümüz modern toplumlarındaki anne, baba, çocuktan oluşan çekirdek aile yanında daha geniş akrabaları ve ilişki biçimlerini içine alan geniş aile formu da girmektedir. Aile kurumunun en önemli işlevleri üremenin sağlanması ve türün devamını sağlayıcı fonksiyonları yerine getirmesidir.
Akrabalık ve Soy
Akrabalık, soy ve evlilik yoluyla kültürel olarak kabul edilmiş toplumsal ilişkiler sistemi olarak tanımlanabilir. Akrabalık kurumu insan toplulukları için iki temel işlevi yerine getirmektedir. İlki, statü ve mülkiyetin bir kuşaktan diğerine aktarılmasıdır. Bir diğer işlevi, toplumsal grupları oluşturması, insanlar arasında dayanışmanın sağlanması ve grup sürekliliğinin sağlanmasıdır. Bu süreklilik akrabalık sistemleri içerisinde ortaya çıkan otorite mercileri tarafından yerine getirilir. Bu otorite soyun izlenme ilkesine göre sistem içerisinde bulunan en büyük kadının veya erkeğin elinde bulunabilmektedir.
Akrabalık kategorileri olarak birbirinden ayrı olan ama karşılıklı ilişkisi bulunan iki akrabalık türü söz konusudur. Bunlardan biri biyolojik temelli soy akrabalığı olan kandaşlık, diğeri ise evlilik yoluyla edinilen hısımlıktır. Ancak her toplum kandaşlığı farklı biçimde tanımlayabilmektedir. Örneğin bazı toplumlarda çocuk yalnızca anasıyla kandaş sayılırken, bazılarında ise yalnızca baba kandaşlığı kabul edilmektedir. Bütün akrabalık sistemlerinde ebeveynlerle çocuklar ve kardeşler arasındaki ilişki olmak üzere iki temel ilişki vardır. Bunlar en yakın biyolojik ilişkiler olmasının yanında biyoloji yalnız ilişkilerin temelini oluşturur; tanımlamalar ise kültüreldir.
Modern batı toplumlarında biyolojik baba, toplumsal ve yasal olarak tanınan baba ve annenin kocası olmak üzere üç farklı statüden bahsedebiliriz. Buradaki üç statü aynı kişide toplanacağı gibi farklı kişilerde olabilir. Örneğin çiftler boşanıp yeniden evlendiğinde kategorilere açıklık getirmek üzere üvey baba ve gerçek baba kategorileri kurulur ve yukarıda belirtildiği üzere iki farklı statü ortaya çıkmış olur. Yeğenlik ve kuzenlik de temel akraba sistemlerindendir.
Akraba adlandırma sistemleri olarak çok sayıda adlandırma düzeni söz konusudur.
• Hawai Sistemi, en az sayıda terimi kapsayan en sade akrabalık sistemidir. Aynı kuşakta yer alan ve aynı cinsiyetten olan bütün akrabalar aynı adla anılırlar. Bütün kadın kuzenler kız kardeş, bütün erkek kuzenler ise erkek kardeş olarak anılır.
• Eskimo Sistemi olarak adlandırılan sistemde kuzenler, erkek ve kız kardeşlerden ayırt edilerek isimlendirilmekte bütün kuzenler ise aynı akrabalık kategorisi içerisinde değerlendirilmektedir.
• Sudan Sistemi, bütün sistemler içerisinde en fazla ayrımı içeren sistemdir. Burada bütün kuzenlere farklı bir ad verilmektedir.
• Omaha Sistemi, babayanlı soyla ilintili bir niteliktedir. Aynı kuşaktan birkaç akraba için aynı terim kullanılır. Örneğin baba ile amca anne ile teyze aynı adla anılır.
• Crow Sistemi, Omaha sistemindeki anayanlı örüntüye benzemektedir. Babanın anasoyundaki akrabaları (baba, amca, hala oğlu ile hala ve hala kızı) cinsiyetlerine göre aynı adla anılırken ana yanındaki akrabalar arasında kuşak farkları gözetilmektedir.
• Iroquis Sistemi, Crow ve Omaha sistemlerine benzemektedir. Bu sistemde kişinin babası ve amcası aynı adla, annesi ve teyzesi aynı adla anılmaktadır.
Akrabalık temelli gruplar, yardımlaşma, saldırma ya da savunma, törensel birlikler oluşturma, siyasal bir grup, lobi grubu veya idareci bir klik olma türünden işlevler ve amaçlar yüklenebilirler.
Soy kavramı, kişiyi atalarına bağlayan toplumsal ve kültürel olarak tanınmış bağlara işaret eden bir kavramdır. Bu kavram, ortak bir erkek ya da kadın ataya dayalı akrabalık grubu olarak tanımlanabilmektedir. Belirlenmiş soy ilkelerine göre tanımlanmış belirli soy türleri vardır.
Örneğin tek hatlı soy, sadece erkeğin ya da sadece kadının soy çizgisinin izlendiği bir özellik göstermektedir. Erkek soy çizgisine babayanlı, kadın soy çizgisine anayanlı soy denir. Bazı kültürlerde ise soy her iki taraftan izlenir ve buna çift hatlı soy denilmektedir. Bazı toplumlarda ise hangi soyun izleneceği bireyin takdirine bırakılmıştır ve buna paralel soy çizgisi denilmektedir.
Cinsiyet ve Toplumsal Cinsiyet
Erkek ve kadın cinsiyetleri biyolojik oluşumlar olarak nitelense de ona yüklenen toplumsal ve kültürel anlamlar ve beklentilerle bu durum biyolojik temelden daha öteye taşınır. Buradan hareketle cinsiyetin toplumsal anlamda nasıl kurulduğuna ilişkin özellikle feminist antropologların yaptığı çalışmalar sonunda bir çalışma alanı ortaya çıktı.
Bu alana da toplumsal cinsiyet adı verilmiştir. 1970’lerde yoğunlaşan çalışmalar kültürel bazı farklar olsa da her toplumda inşa edilen toplumsal cinsiyetin aynı zamanda kadın-erkek eşitsizliğinin de temeli olduğunu ortaya koymuştur. Bu nedenle bu çalışmaların yoğunlaştığı alana başlangıçta feminist antropoloji adı verilmiştir. Böylece, ev içi alan-kamusal alan, doğa-kültür gibi karşıtlıkların eleştirilmesi ve sorgulanmasının yolu açılmıştır.
Bu çalışmalarla birlikte kadınlık rollerinin sorgulanması ve bunun biyolojik bir kader olduğuna dair hâkim yargı temelinden sarsıldı. Özellikle sosyalleşme ve kültürlenme süreçlerinde kız ve erkek çocuklarına aktarılan roller, bu süreçlerin toplumsal olarak inşa edilen ve kurulan yapılar olduğunu göstermektedir.
Cinsellik temelde biyolojik bir güdü olmakla birlikte insanların denetlediği ve koşulladığı bir dürtüdür. Cinsel ilişkilerde kişisel tercihlerle birlikte toplumsal ve kültürel kaygılar da önem taşır. Bu güdünün yol açabileceği düzensizlikler, rekabet ve çatışmaları önlemek için bütün toplumlarda cinsel ilişkiler belirli kurallara bağlıdır. Bu durum, toplumsal cinsiyetin şekillenmesinde etken olmuştur. Zira cinsellik toplumsal hayatta kullanılan stratejik bir kaynak olarak değerlendirilmiştir. Eskimo’lar erkek için eşinin cinselliği, diğer erkeklerle anlamlı ve kalıcı bir toplumsal bağ kurması açısından bir araçtır. Bu çerçevede toplumlar cinselliğe ilişkin belirli kısıtlamalar getirmiştir. Bunlar cinsel ilişkinin tamamıyla yasaklandığı manastır hayatından evlilik öncesi ve evlilik dışı ilişkiyi olağan karşılayan tutumlara kadar çeşitlilik göstermektedir. Bazı toplumlarda cinsellik, sadece üreme amacına hizmet etmesi amacına yönelik bir etkinlik olarak değerlendirilmiştir.
Pek çok toplum cinselliği evlilik düzeyindeki serbestlikle sınırlandırmış ve bekâret kavramını evlilik töreninin ve kurumunun önemli bir parçası olarak nitelemiştir. Bu durum toplumun ölçeğiyle de ilişkilendirilebilir. Küçük ölçekli tarım toplumların evlilik öncesi cinsel ilişkilere, geniş ölçekli toplumlara göre daha fazla hoşgörüye sahip olması buna örnektir. Cinsellik kısıtlamalarına ilişkin evrensel bazı tutumlardan da söz edilebilir. Örneğin ensest tabusu, yani yakın akraba olarak tanımlanan kişilerle cinsel ilişkinin yasaklanması, evrensel bir kural kabul edilebilir. Bunun yanında bazı akrabalar arasında cinsel ilişki yasaklanırken bazı toplumlarda özellikle küçük ölçekli ya da tarım toplumlarında belirli akrabalar arasında evlenmeler teşvik edilmektedir.
Ünite 9: Din ve Kutsal

Din: İnancın kurumsallaşması
İnanma ihtiyacı, bireysel, rastlantısal ya da konjonktürel biçimde değil, din adını verdiğimiz sistemleşmiş kurumlar aracılığıyla sağlanır. Din ise doğrudan doğruya doğaüstüne yani, gözlemlenebilir dünyanın ve duyularımızla algıladığımız çevrenin ötesine işaret eder.
Doğal dünyanın aksine doğaüstü alan tarihsiz ve zamansız olmakla birlikte mutlak kaderin ve mutluluğun alanıdır. Doğaüstü olarak kurgulanan kutsalın dünyevi alandaki temsili kimi zaman ayin adı verilen eylemlerle gerçekleştirilir. İnanç ve eylemler yoluyla anlamlandırılan din, bu şekilde gerçekliğini kazanır ve toplumsal bir kurum haline gelir.
İslam’daki cuma namazı ile Ramazan orucu, Hristiyanlıktaki büyük perhiz ile Noel ayini, Avustralyalı Aborijinlerin bereket ayini gibi kutsallığı simgeleştiren ayinler ve çeşitli ibadet biçimlerini içeren kurumsallaşmış davranış örüntüleri dinin ritüel boyutunu oluşturur. Bu gibi ritüeller yoluyla yaşanan deneyimler, bireyi gündelik varoluşun dünyeviliğinden çıkararak belirli bir aşkınlığa ulaştırır ki, bu durum dinin psikolojik boyutudur.
Din, sadece insanların doğaüstü ile kurduğu özel ilişkiden ibaret olmadığından, bu ilişkinin kurulmasında aracı rolü üstlenenler, bu özellikleri dolayısıyla dünyevi iktidar alanı içinde kendilerine bir yer edinirler. Nitekim Avrupa’da, 15. Yüzyılın sonunda Martin Luther önderliğinde ortaya çıkan, Protestan akımın Katolik kilisesine karşı verdiği mücadele sonucunda dinle dünya işleri arasında bir ayrıma gidilmesi ve kilisenin demokratikleşmesi hareketiyle başlayan Reform Çağı’ndan önce papalar, bütün Avrupa krallarının dünyevi iktidarının onay merciiydi, dolayısıyla onların iktidarı üzerinde kontrol sahibiydi.
İnanç sistemlerinin çeşitliliği
Toplumların yaşadıkları çevreye uyum sağlama biçimleri ve bu biçimlerin yerleştirdiği dünya görüşü, onların inanç sistemlerini de etkilemektedir. Nitekim, Anthony Wallace kültürlerin yaşam ve geçim biçimleriyle uyarlanma tarzları bakımından şamanistik inançlar sistemi, komünal inanç sistemleri, Olymposçu inanç sistemleri, ve tektanrıcı sistemler olmak üzere dört temel din kategorisinin varlığından söz etmektedir.
Kutsallık sadece doğaüstü ya da göksel bir nitelik değildir. Somut olarak bazı insanlarla özdeşleşebilir, bazı insanlar tarafından temsil edilir. Bu çerçevede iki tür din kişisi ayırt etmek mümkündür. Birincisi ayinleri ve çeşitli dinsel uygulamaları gerçekleştiren, bunları yönetme yetkisi bulunan, dinin diline ve programına vâkıf uzmanlardır. Kimi zaman da böyle bir tescil olmadan, birtakım hikmetli sözleri ve davranışları nedeniyle toplum tarafından bu mertebeye eriştirilmiş kişiler ortaya çıkar.
Bunlar, sıradan insanlardan ayrı bir yerde durduklarına ya da istisnai güç veya niteliklerle donatıldıklarına inanılan karizmatik kişiliklerdir ve dinsel otoritelerini, herhangi bir yerden icazet almadan bu karizma aracılığıyla kendileri elde ederler.
İyi örgütlenmiş tarım toplumlarında, dinin toplumun temel bir kurumu haline gelmesiyle birlikte tam zamanlı din uzmanları çıkmıştır. Ancak bu rutin işlere yoğunlaşmış kişilerin yanında büyük bir kutsallık atfedilen başka din uluları vardır. Bunlar din kuran, tanrısal sözü insanlara aktaran kişilerdir. Bunların başında ise peygamberler gelir. Max Weber, model peygamberler ve misyoner peygamberler olmak üzere iki tip peygamberden söz eder.
Farklı tarihsel ve ekolojik koşulların etkisiyle ortaya çıkmış, bu koşullarla bağlantılı biçimde çeşitlenmiş geniş bir inançlar yelpazesinden söz edebilir. Bu bağlamda temel inanç sistemleri aşağıdaki gibidir:
• Animizm, animatizm ve animalizm
• Şamanizm
• Teizm
• Doğu mistisizmi ve yeniden doğuş inancı
• Bağdaştırmacılık (Senkretizm)
Animizm insanlarda ve diğer canlılarda var olduğu düşünülen ruhların, fiziksel çevrede bulunan her türlü nesnede de bulunduğuna inanılması iken, animatizm bunun bir adım öncesidir ve insanların bütün doğayı canlı olarak algılaması biçiminde tanımlanabilir. Animalizm ise, özellikle avcı kültürlerde insanların hayvanlarla kurduğu özel mistik bir ilişkinin adıdır.
Temeli animizm olan şamanizm, karmaşık dinsel, büyüsel ve tıbbi uygulamalar bütünüdür. Şamanizmin merkezinde şaman adı verilen mistik bir kişi yer alır. Kendisine mistik güçler atfedilen şaman, toplumsal hafızayı da temsil eder ve bu nedenle sözlü kültürün ve toplumun mitolojisinin taşıyıcısıdır. Şamanizmi diğer inanç sistemlerinden ayıran en önemli yön, onun kurumsal ve örgütlü bir yapısının olmamasıdır.
Doğaüstü alana mensup bir ya da birden çok yüce ve ölümsüz tanrının varlığına dayanan, bütün ölümlü varlıkların onların varlığıyla ilişkili olduğunu ve onların hükmü altında bulunduğunu savunan inanç sistemlerine teizm adı verilmektedir. Çoktanrıcılık (panteizm) ve tek tanrıcılık (monoteizm) olmak üzere iki tür teizm vardır.
Hz. İbrahim kaynaklı olduğuna inanıldığı için İbrahimî dinler adı verilen Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam tek tanrılı dinlerin başlıca örnekleridir.
Temelinde insanın da doğanın bir parçası olduğu, insanla diğer canlılar arasında hiyerarşik bir ilişki bulunmadığı fikri yatan doğu mistisizmi, yaşarken azla yetinme, çile çekme, başka canlılara zarar vermeme gibi erdemleri gözetmeyi, bu erdemlerle yaşanan bütünlüklü bir hayatın ödülünün ise yeniden insan olarak hayata gelmek olduğunu öne süren çeşitli inanç sistemlerinden oluşur.
Kast sisteminin katı tabakalaşmasına bir tepki olarak doğan ve hayatın temelinin acı olduğunu söyleyen Budizm ile içine doğduğu toplumsal tabakadan yani kasttan kaynaklanan statüyü kabul edip boyun eğmeyi vaaz eden Hinduizm mistik dinlerin başında gelmektedir. Bunların yanı sıra, inanç ve ibadetten ziyade ahlâk öğretilerine dayanan Konfüçyusculuk ve Taoculuk’da Doğu mistisizminin en önemli öğretileri arasında yer alır.Ayrıca doğu mistisizmi, tek tanrılı dinleri de etkilemiş ve onların içindeki tasavvuf eğilimlerini beslemiştir.
Bunlarla birlikte, dinlerin kitabi biçimde tebliğ edilmiş, sınırları belirlenmiş yorumuna ortodoksi, bu yorumun dışına çıkarak kişisel deneyimlere yer açan ve ahlâki ve mistik arayışlara girişen uygulamalara da heterodoksi adı verilir.
Bağdaştırmacılık (senkretizm) ise, dinler ve inançlar arasında yaşanan kültürlenmeye karşılık gelir. Dinler ve inançlar arasında ortaya çıkan temaslar sonucunda, dinler ve inançlar birbirlerinden kimi inanç ve ibadet öğelerini alarak kendi inanç sistemleri içinde özümserler. Başka inançlara ait simgeler ithal edilerek bu simgelere yeni ya da yerli anlamlar yüklenebilir (Bağdaştırmacılık örneği olarak bkz. sayfa 202 -Tepoztlán örneği-).
Tabular, kültler ve dinsel simgeler
İnanç sistemlerinin yanaşılmasını, dokunulmasını, yenilmesini, hatta kimi zaman adlarının anılmasını yasakladığı canlı ve cansız varlıklar tabu şeklinde ifade edilmektedir. Nitekim İslam ve Yahudi inancında kirlilik tabusu olan şeyler tanımlanmıştır. Örneğin domuz yeme yasağı böyle bir tabudur. Bunun yanı sıra birinci derecede akraba sayılan kişilerle cinsel ilişki yasağı, yani ensest tabusu, hemen hemen bütün kültürler için geçerlidir.
Kutsal olarak tanımlanmış varlıklar etrafında oluşmuş inanç ve tapınma biçimleri kült şeklinde ifade edilir. Bu varlıklara saygı duyulur, tapınılır, zaman zaman kurbanlar sunulur ve onlar için ayinler düzenlenir. Belirli kült araçlarını kullanma yetkisi olan cemaat veya din önderlerince yönetilen kültler; arınma, bereket ve doğurganlık gibi temaların odağında yer alır. Örneğin Anadolu’da taş, ağaç, su gibi kültlere rastlarız. Zaman zaman rastladığımız çaput bağlanmış ağaçlar, ağaç kültünün örnekleridir.
Dinsel simgeler, soyut dinsel öğelerin somut biçimde algılanmasına hizmet eden nesne, davranış ve tutumlardan oluşur. Simgeler aşağıdaki kategorilerde ele alınabilir.
• Kültüre özgü simgeler:
Evrensel nitelikte dinsel simgeler olabileceği gibi, aslında pek çoğu kültürlere özgüdür. Dolayısıyla bu simgeleri anlayıp onun gerektirdiği tutumu takınmak, kültür tarafından aktarılan ve o kültürden olmayanların bilemeyeceği bir davranış modelidir.
• Besin simgeciliği:
İnsanların yedikleri ya da yemekten kaçındıkları besinler genellikle dinsel inançlarıyla ilişkilidir. Nitekim, Hinduizmdeki inek tabusu buna örnek verilebilir. Bunun yanı sıra, bazı zaman ve durumlarda belirli yiyeceklerin tüketilmesi öngörülmüştür. Bu bağlamda, Muharrem ayında aşure pişirilip yenmesi dinsel bir ritüel hâlini almıştır.
• Totemler:
Özellikle kabile toplumlarında, kabileler belirli hayvan türleriyle özdeşleştirilmişler, bunun sonucunda da özdeşleştirilen bu hayvan o kabilenin totemi haline gelmiştir. Söz konusu hayvan türüyle atasal bir soy ilişkisine inanılmasına dayanan bu evren kavrayışı totemcilik şeklinde ifade edilmektedir. Avustralya Aborijinlerinde doğum totemleri ve ata totemleri olmak üzere iki tür totemcilik söz konusudur.
• Sanat simgeciliği:
Özellikle dünya algı ve kavrayışının büyük ölçüde dine dayandığı toplumlarda, sanatsal ifade biçimlerinin dinselliği yaygındır. Bu tür toplumlarda sanatçılar da; genellikle mitosları, kutsal varlıkları ve dinsel ilkeleri yansıtan eserler üretir. Bu üretim dinsel ayinlerde kullanıldığı ve dinsel mekânları süslediği gibi evlerin dekoru içinde de önemli bir yere sahiptir.
Mitoloji ve mitoslar
Dinsel nitelikli efsaneler mitos şeklinde ifade edilmektedir. Kutsal bir öyküye gönderme yapan her mitos, sadece kutsal bir masal değildir. Her mitos, mitosun içinde yer aldığı daha genel bir inanç sisteminin kabullerini, insan hayatı ve deneyimleri örneğinde öyküleştirir.
Mitosların çeşitli işlevleri vardır. Bunlar aşağıdaki şekilde sıralanabilir:
• Mitoslar bir toplumun dayanışmasını ve birliğini, dolayısıyla kimliğini kuran tarihsel öykülerdir.
• Geçmişte yaşadığı varsayılan tarihsel ve kutsal kişilerin hayatları üzerinden doğru hayatı anlatan birer ahlak öğretisi oluştururlar.
• Kişilerin dünyayı algılama biçimlerinin, tutumlarının ve davranışlarının toplumun öngördüğü kalıplara uydurulmasını sağlar.
• Hayatın ve toplumun kökenine, hayat ile ölüme, kişiler arasındaki çelişki ve çatışmalara ilişkin varoluşsal sorulara kültürün ürettiği cevapların aktarılmasında en önemli aracı vazifesi görürler.
Mitoloji ise, her toplumsal varlığın dünyadaki varoluşunun doğaüstü bir başvuru çerçevesinde meşrulaştırılmasıdır. Sümer mitolojisi, eski Yunan mitolojisi, Roma mitolojisi, Hint mitolojisi gibi var olan pek çok mitoloji de göstermektedir ki, mitolojiler, aynı zamanda birer dünya görüşüdür. Ayrıca bazı mitolojiler, kimi toplumların dinlerinin temelini oluşturmuştur.
Örneğin eski Yunan mitolojisi, aynı zamanda bir dindir.
Ünite 10: Dil ve İletişim
İletişim, karşılıklı taraflar arasında ilişki kurulmasını sağlayan, sözle veya davranışlarla gerçekleşen bir bilgi iletme sistemidir. Bütün canlılarda var olan bu sistemin temeli, sözle veya davranışla ifade edilen tüm simgelerin karşılıklı olarak anlamlandırılabilmesidir ve bu anlamlandırma süreci bir toplumsalın varlığını ortaya koyar. İletişim karmaşıklaştıkça niceliksel ve niteliksel olarak farklılaşır. Konuşma dili, beden dili, yazı dili ve sanat müzik gibi çok çeşitli yollarla sağlanan iletişim, sadece insanlara özgü olan kültürü oluşturur ve yeniden üretir.
Konuşma Dili
Dil, içinde bulunulan kültürü ve toplumsal çevreyi konuşma aracılığıyla somutlaştıran soyut kurallar bütünüdür. Bütün insanlar biyolojik olarak dil öğrenme ve konuşma yeteneğine sahip olarak doğarlar. Ancak öğrenilecek dil- ana dili- ve davranış biçimlerimiz kültür tarafından belirlenir.
Her dil, içinde bulunduğu kültüre göre farklı kavramlara, isimlere ve anlam sistemine sahip olur. Dil, isim, fiil kipleri ve zaman çekimiyle doğada mevcut olmayan bir toplumsal anlamlandırma sistemi yaratır; kendi anlam sistemi içinde nesneleri, olayları, durumları farklı farklı isimlendirir ve aynı dili kullananlar arasında bir mutabakat yaratır. Dolayısıyla dünya üzerinde yüzlerce farklı dil ve anlam sistemi mevcuttur.
Bütün dillerin gelişme süreci üzerinde, içinde bulunulan coğrafya, çevresel ve kültürel değer ve ilişkiler, yaşam biçimi ve tarihsel süreçler etkilidir ve dil bir uyarlanma ürünü olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla hiçbir dil, bir diğerinden gelişmiş, ilkel ya da basit değildir.
Konuşma dilinin sesler ve gramer olarak iki ana unsuru vardır ve ancak bunların birlikteliği anlamlı bir bütünlük oluşturur. Dilin sesleri sesbilim (fonoloji) tarafından incelenirken; basit seslerin anlamlı birimler oluşturacak biçimde örgütlenmesiyle biçim bilim (morfoloji) ve sözcüklerin anlamlı bir bütün oluşturmak üzere bir araya gelmesiyle de sözdizimi (sentaks) ilgilenmektedir. Biçim ve sözdizimi gramerin iki temel boyutunu oluşturmaktadır.
Dillerin Çeşitliliği
Konuşma dilinin nasıl geliştiği konusundaki temel tartışma Neandertal insanı ile Homo sapiens üzerinden devam etmektedir. Ancak genel kabul gören görüş, Homo sapiens’in Üst Paleolitik dönemde, yaklaşık 40 bin yıl önce, Afrika’dan çıkışı ve bütün kıtalara yayılışıyla dillerin çeşitlendiği yolundadır.
Bu dönemde iki temel dil öebeğinin ortaya çıktığı öne sürülmektedir: Bunlardan birincisi, Fince, Lap dili, Macarca ve Estonca gibi diller tarafından temsil edilen Proto-Ural dil kuramıdır. İkinci kök dil kuramı ise, Bask- Kafkas dillerinin kökenine gönderme yapmaktadır. Bu iki kök dilin birliğinin, günümüzden yaklaşık 20- 25 bin yıl önceki Akdeniz dil katmanını ortaya çıkardığı öne sürülmektedir. Ancak dildeki temel yayılma, Neolitik çağda tarıma geçiş ve göçlerle birlikte gerçekleşmiş, anayurdu Anadolu olan Hint- Avrupa dilleri, Anadolu’nun tarımcı toplumlarının göçüyle birlikte Avrupa ve Hindistan’a yayılmıştır.
Dillerin gelişimi ve yayılımında coğrafi, ekolojik koşullar ve diğer kültürlerle etkileşim son derece önemlidir. Coğrafi engeller ve izolasyonun olduğu sahalarda kültürel etkileşimin zorluğundan kaynaklı olarak çok sayıda farklı dil ve lehçe konuşulmaktadır. Ayrıca bugün konuşan hiç kimsenin kalmadığı, aynı zamana bir kültür kaybı olarak da ifade edilebilecek olan ölü diller de bulunmaktadır.
Ancak ölü dillerden bazıları geride yazı bıraktıkları için- Eski Mezopotamya dilleri, bazı Anadolu ve Eski Akdeniz dilleri, Latince gibi- üzerinde çalışılabilen diller sınıfına girmektedirler. Peki binlerce dil ve lehçeden oluşan bu çeşitlilik nasıl sınıflandırılmaktadır? Burada, iki ayrı dilsel varlığın aynı dile ait sayılması için gerekli olan yüzde 70 anlaşabilirlik yani, karşılıklı anlaşabilirlik ölçütü kullanılmaktadır. İkinci bir ölçüt olarak, anlam düzeyi esas alınmaktadır. İki dilde de aynı sözcükler mevcut olabilir, ancak karşılık geldikleri anlamlar farklı olabilir. Bu durum kültürle yakından alakalıdır. Üçüncü ölçüt ise, dil varlıklarının ayrı bir edebi dil olarak gelişmeleri durumunda onların ayrı birer dil olarak tanınması gereğini varsayar.
Dillerin kendi içerisinde de farklılıklar mevcuttur. Bu farklılıklar, sözcüklerin seslendirmesinde kullanılan fonem ve vurguların farkından kaynaklanmaktadır. Aynı dil grubu içerisindeki insanların birbirini anladığı bu dil gruplarına lehçe (dialect) denilmektedir. Dil içi farklılaşmaların etnik gruplarla veya toplumsal konumla ilişkili olarak ortaya çıktığı kullanımlar ise ağız olarak adlandırılmaktadır. Bireylerin kendi özel eğilimleri doğrultusunda kendilerine özgü oluşturdukları konuşma üslubu ise, kişisel ağız (idiolect) olarak ifade edilmektedir.
İnsanların farklı coğrafyalara yerleşmeleri, göçler, siyasi ve kültürel ilişkiler, köke doğru gittikçe tek bir ata dile ulaşan dil akrabalıkları, büyük dil ailelerini oluşturmuştur.
Buna göre başlıca dil aileleri şunlardır:
• Altay Dilleri
• Ural Dilleri
• Çin- Tibet Dilleri
• Güneydoğu Asya Dilleri
• Malezya- Polinezya Dilleri
• Papua Dilleri
• Avustralya Dilleri
• Andaman Dilleri
• Dravidi Dilleri
• Kafkas Dilleri
• İber ve Bask Dilleri
• Hint- Avrupa Dilleri
• Hami- Sami Dilleri
• Hoin- San Dilleri
• İnuit (Eskimo)- Aleut Dilleri
• Amerika Dilleri
Türkçe, Altay dilleri arasında yer almaktadır. Dünyadaki en yaygın dil grubu olarak ise Hint- Avrupa dilleri karşımıza çıkmaktadır (S: 234, Harita 10.1).
Bir kültür çevresinden bir diğerine geçiş, göç eden toplulukları yeni çevrenin egemen dilinin etkisi altına alır. Yeni çevrenin kültürüne, coğrafyasına, yaşam biçimine ilişkin pek çok sözcük ana dile girdiği gibi, egemen dil de bu dilden etkilenir. Bu süreç dil kültürleşmesi olarak ifade edilmektedir.
Çok sayıda farklı dilin konuşulduğu coğrafyalarda bütün toplulukların anlaşmak üzere kullandıkları ortak dili ifade eden ve o coğrafyanın dillerinden biri olan lingua franca, iktisaden veya siyaseten güçlü bir toplumun dili olduğu için baskın olan ve ön plana çıkan dili ifade etmektedir.
Aynı şekilde sömürgecilik de dillerin yayılmasında önemli bir etkendir. İngilizce, Fransızca, İspanyolca, Portekizce gibi sömürgecilik etkisiyle yaygınlaşan diller, sömürgecilik sonrası ulus-devletleşme sürecinde çok dilli toplumlarda anlaşma sağlanmak üzere lingua franca ilan edilmişlerdir.
Sömürgeleştirmenin etkisiyle, belirli bir dil alanına giren yabancı bir dilin, basitleştirilmiş bir gramer ve söz varlığıyla o dil alanında kullanılan biçimine pidgin dil denilmektedir. Bu diller, Batılıların farklı coğrafyaları kolonileştirmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Bir pidgin dilin yerli bir dil haline gelmiş biçimine ise kreol dil denilmektedir.
Kendiliğinden gerçekleşen dil değişikliklerinin yanı sıra planlı dil değişiklikleri de söz konusudur. Bu değişikliklerden birisi ölü dillerin canlandırılmasıdır. Yeni kurulan bazı ulus-devletler ölü bir dili canlandırarak ya da sentetik bir dil yaratarak yeni bir ulus devlet dili meydana getirmektedirler. İsrail’in ölü bir dil olan İbranca’yı yeniden canlandırarak resmi dil haline getirmesi bunun örneğidir. Bir diğer planlı değişiklik ise; dilde sadeleşme hareketleri ve ulusal bir dil yaratılmasıdır. Bu ise, bilinçli siyasal çaba ve çalışmalarla nüfus içindeki dilsel farklılıkları ortadan kaldırmak ve ulusal birliği sağlamak amacıyla mevcut dillerden birinin öne çıkarılarak resmi dil ilan edilmesi ve diğer dillerin varlığının tehdit edilmesi sürecini ifade eder.
18.yüzyılın sonundan itibaren Avrupa’daki milliyetçihalkçı hareketler sonucunda ortaya çıkan ulusal dil yaratma çabaları söz konusudur. Türkiye’de de Tanzimat’la beraber dönemin seçkin dili olan Osmanlıca’ya karşı sadeleştirme harekâtı başlatılmış ve Türk Dil Kurumu kurulmuştur.
Dil üzerinde etkide bulunan bir diğer faktör de; bilginin ve teknolojik yeniliklerin dünya çapında hızla yayıldığı endüstri toplumudur. Kitle iletişim araçları ve bunların küresel düzeydeki etkilerinin ortaya çıkardığı yeni dil, yerli diller üzerinde büyük bir etki yaratmış ve genelde İngilizce olan tüketim, moda, reklam ve teknoloji odaklı bu yeni dilin kavramları İngilizce’yi bir dünya dili haline getirmiştir. Eğitim sisteminde de etkilerini gösteren bu süreç bilginin yayılması ve paylaşılmasında bir avantaj olmakla beraber yerel dillerin gerilemesine, dilin özgün kültürel özelliklerinin yitirilmesine ve belirli merkezlerin bilgi üzerindeki egemenliğinin pekişmesine yol açmıştır.
İletişim Süreçleri ve İletişim Ortamları
İletişim, göndericiyle alıcı arasındaki bilgi alışverişidir. En yaygın iletişim biçimi konuşma olmakla birlikte, iletişim sesle, dansla, şarkıyla, şiirle, simgeyle, görüntü ve kokuyla da kurulabilmektedir. Bu iletişim araçlarının tümüne işaret denir ve iletişim bu işaretlerin kodlarının anlamlarının çözülmesiyle sağlanır. Bu durum, işaretler üzerinde bir anlaşma gereğini ortaya çıkarır, zira sadece iki kişinin anlayacağı özel işaretlerin yanı sıra daha büyük toplumsal gruplar tarafından paylaşılan işaretler de söz konusudur. Genel olarak iletişim için gerekli işaretlerin bilgisine kültürleme sürecinde ulaşmak mümkünken, daha özel iletişim türleri özel bir eğitimi gerekli kılmaktadır.
Bütün canlı türlerinin hayatını sürdürebilmek için iletişime ihtiyacı olmakla beraber, insanlar gibi bazı tür canlılar daha karmaşık bir iletişim sistemi içinde yaşarlar. Bireyin toplum içerisinde sahip olduğu ve hayati önem taşıyan ebeveynlik, cinsellik, rekabet, savunma, saldırı gibi eşgüdüm ve anlaşma gerektiren rolleri iletişimi oldukça önemli kılmaktadır. İçgüdülerin yanı sıra öğrenme süreci toplumsal koşullara uyum açısından bireye esneklik sağlamaktadır. İnsanlarda, en esnek iletişim sistemleri olarak simgeler aracılığıyla iletişim yaygındır.
Her türlü nesne, renk, hareket, hatta sessizliği içeren kodlar olan işaretler, hayvanların çoğunda genetik kodlar aracılığıyla biyolojik olarak belirlenmiş olup, öğrenilerek aktarma çok az düzeydedir. Ancak insanlarda iletişim tamamen, kültüre bağlı, göreli ve keyfi olarak belirlenmiş, işaretlere yani simgelere dayalıdır. Bayrak, trafik işaretleri, korna, selamlaşmak, bunları her biri kültürün anlamlarını daha önceden bireylere öğretmiş olduğu simgelerdir. Kültürel olduğu için de aynı simgeler farklı kültürlerde farklı anlamlara gelebilmektedir (S:238, Resim 10.2).
Simgeler ve işaretlerin yanı sıra beden dili, yazı dili, işaret dili gibi farklı iletişim türleri de söz konusudur. Jest ve mimikler, ses tonu, vurgu gibi konuşmayı aşan davranış ve tavırlar iletişimsel bir değer taşımaktadır. Son yıllarda araştırmaların üzerinde durduğu beden dili (kinesics),evrensel işaretlerin yanı sıra yerel işaretler de taşımaktadır. Ayrıca birtakım bedensel hareketler ve davranışlar farklı kültürlerde farklı anlamlar ifade edebilmektedir. İçinde bulunulan ortam, iletişime geçilecek kişilerin özellikleri beden diliyle geçilen iletişim üzerinde etkili olur. Buna etkileşim geometrisi denilmektedir. Ayrıca beden üzerindeki tasarruflar da giyim kuşam gibi- toplumsal etkileşimi yönlendirici bir etkiye sahiptir.
Konuşma dilinin yazılı işaretlere dökülmüş ve standartlaşmış haline de yazı dili denilmektedir. Yazı dilindeki işaret sistemine alfabe denir. Sesleri temsil eden işaretlerden kurulu alfabelere fonetik alfabe (Latin, Arap, Kiril), resimlere dayalı alfabelere piktografik alfabe(Mısır resim yazısı) ve kavramları temsil eden işaretlerle kurulu alfabelere de idiyografik alfabe(Çin yazısı) adı verilir.
Her dil, yazılı değildir. Yazı, devletli toplumların kurulmasıyla icat edilmiş, kayıt altına alma ihtiyacıyla ortaya çıkmıştır. Bu anlamda mühürler yazı dilinin ilk işaretleri sayılır. Bunun yanı sıra yazı dilinin konuşma dilinden farklı olarak birtakım standartları, konuşma lehçelerini, ağızları ihmal eden ortak bir üslubu, imlası da söz konusudur.
İnsanların konuşma ve işitme yoluyla iletişim kuramadıkları durumlar için geliştirdikleri bir diğer iletişim türü, işaret dilidir. Özellikle işitme engelliler için yaratılan ve el hareketlerini esas alan bu dil, yapay ve özel bir dildir, ancak tüm diğer iletişim biçimleri gibi işaret dili de kültüre özgü farklılıklar taşımaktadır. Bununla birlikte, elektriksel iletimlere dayanan mors alfabesi, ıslığın kısa, uzun veya nağmeli çıkarılmasına dayanan ıslık dili gibi birden fazla işaret dilinden söz etmek de mümkündür.
Dil ve Kültür
Dil ve kültür birbiriyle oldukça yakın bir ilişki içindedir, bu sebeple dili anlamadan kültürü, kültürü anlamadan dili anlamak mümkün değildir. Ancak gerek dil gerek kültür birbirlerinin dışında başka unsurlardan da etkilenmektedir. Bu sebeple benzer ya da aynı dili kullanan, ancak kültürel olarak farklılaşmış toplumlara rastlanabilmekle birlikte, kültürel olarak benzeşen ancak dilsel olarak farklı olan toplumlar da söz konusudur.
Kültür ve dil arasında çift yönlü bir belirleyicilik mevcuttur. Her kültür, içinde bulunduğu temel çevresel ve toplumsal özelliklerin ortaya çıkardığı bir söz varlığına sahiptir. Her dilin bir soyutlama ve kavram yaratma özelliği olmakla birlikte diğer dillerle temasa geçme ve kültürel, ekolojik, coğrafi çeşitlilik söz varlığını daha da zenginleştirmektedir. Bunun yanı sıra dil de dünyayı kavrayışımızın temelini oluşturur. Dilimiz olanaklarında dünyayı kavrar ve yorumlarız; akrabalık terimleri, dünyayı kavrayışımızda dilin etkisini ortaya koymaktadır. Sapir- Whorf kuramı, dilin kültür, dünya görüşü üzerindeki etkisini aynı ismi taşıyan dil bilimciler tarafından ortaya konmuştur. Bu kurama göre dilin yapısı, düşüncenin yapısını da belirlemektedir. İnsanlar dil üzerinden dünyayı algıladıkları için, farklı dilleri konuşanların farklı düşünce dünyaları vardır.
Cevapla
  • Benzer Konular
    Cevaplar
    Görüntü
    Son mesaj
  • Bilgi
  • Kimler çevrimiçi

    Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 50 misafir