AÖF Türk İslam Edebiyatı Ders Notu

Cevapla
özkan kaya
Mesajlar: 32
Kayıt: 03 Ara 2017 21:58
İletişim:

04 Ara 2017 13:39

TÜRK İSLAM EDEBİYATI
ÜNİTE-1
DİN VE EDEBİYAT
Edebiyat, dile bağlı bir sanattır. Bir kavram olarak dilimizde Tanzimat sonrasında kullanılmaya başlayan edebiyat, insana ait bir duyguyu, düşünceyi, hayali, yorumları, tutumları, gözlemleri dilin imkânlarıyla en güzel şekilde anlatma sanatıdır. Diğer bir ifadeyle edebiyat, duygu, düşünce veya hayallerin heyecan, hayranlık ve estetik zevk uyandıracak şekilde ifade edilmesidir.

Hegel, güzel sanatları, plastik, fonetik ve söz sanatı olmak üzere üç guruba ayırır. Plastik sanatlar, heykel ve dekoratif sanatlar, mimari ve resimdir. Fonetik sanat, mûsikî; söz sanatı ise, edebiyattır. ilim adamları ve estetik zevkin ortaya çıkışını ve gelişimini araştıran uzmanlar, mûsikînin, raksın, şiir ve edebiyatın menşeinin din olduğu kanaatine sahiptirler. Edebiyat sanatının yegâne malzemesi sözdür, kelimelerdir. Din, kendi tefekkürünün ifadesini kendi dilinde taşır.

Din adamları, aynı zamanda ilk sanatkârlardır. Dinî ayini idare eden şaman, bu görevinin yanında, şifacı, büyücü, mûsikîşinâs, rakkas ve şairdir. Bu dönemde Kam, Oyun, Bahşı ve Ozan gibi isimlerle anılan şair, toplumsal hadiseleri destân şeklinde şiire dönüştürmenin yanında, ölenlerin arkasından sagu, lirik duyguları ifade eden koşuk ve hikmete ilişkin savlar söylemiştir.
Doğrudan doğruya dinî kaynaktan beslenen edebî eserlerin iki koldan gelişim gösterdiğini söylemek mümkündür:
1. Dinî metinleri açıklamayı ve öğretmeyi amaçlayan edebî eserler. 2. Dinî duyguyu ve tecrübeyi aktaran edebî eserler. Sanatı önceleyen eserler, dinî duyguyu ve düşünceyi edebî eserde söz ve mana sanatlarıyla yoğuran eserlerdir. İslâmlaşma sonrası edebî eserler bir bütün olarak değerlendirildiğinde şu görülecektir: İçine girilen yeni hayatta edebiyat dinden; dinî kültür ve düşünce de edebiyattan etkilenmiştir. Bu edebî anlayış Tanzimat dönemine kadar devam etmiştir.
“Son yüzyıllarda edebiyat ve din ayrı kurumlar olarak düşünülmüştür. Bu yeni edebî anlayış, edebî esere farklı anlamlar yükleyerek yeni bir tartışma başlatmıştır. “Edebî eserin bir hedefi olmalı mıdır?” sorusu bu tartışmaların temelini teşkil eder. Buna göre iki görüş belirmiştir:

1. Sanat sanat içindir. görüşünü benimseyen edebiyatçılar, din ve edebiyat arasında herhangi bir ilişkinin kurulamayacağı ve dolayısıyla da dinin edebî eserin oluşmasında herhangi bir katkısının olamayacağı fikrindedirler.

2.Sanat toplum içindir. görüşünde olanlar, faydacı düşünceye sahiptirler. Edebî eserin insana iyi, doğru ve güzel olanı öğreteceği ve dolayısıyla da topluma yararlı olacağı fikrindedirler. Dolayısıyla din, edebî eserin oluşmasında etkili olabilir. Sadece din değil, estetikle beraber felsefe, ahlâk, psikoloji, sosyoloji, tarih gibi diğer fikir ve ilim alanları da edebiyatla ilgilidir.
Günümüz edebiyatçıları edebiyat ve din ilişkisinden yola çıkarak edebî eserleri, dinî edebî eserler ve profane (lâ-dînî/dünyevî) eserler şeklinde iki grupta tasnif etmişlerdir.

TÜRK-İSLÂM EDEBİYATI Toplum olarak yaşanan büyük hadiseler sanatı etkiler. Sanat, yapısı itibariyle, sübjektif ve şahsi yaşantılara dayalı olsa da, toplumsal hadiselerden uzak da değildir.
Sosyal değişme, sosyal ve kültürel yapılarda, gözlenebilir farklılıkları ifade eden bir kavramdır, Sanat, sosyal değişmenin göstergelerinden biridir. Edebiyat açısından İslâmlaşma, sanat anlayışının, formların, malzemenin ve dilin değişmesidir.
Türk Edebiyatı, tarihi sosyal değişmeye göre üç aşamada ele alınıp incelenmektedir.
Bunlar: 1.İslâm Öncesi Türk Edebiyatı 2.İslâm Kültürü Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı 3. Batı Kültürü Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı
1-İslâm Öncesi Türk Edebiyatı, Başlangıçtan İslâm’ın kabul edildiği zamana kadar sürer. Bu dönem, dil, ifade, duyuş ve zevk itibariyle millî edebiyat dönemi olarak nitelendirilir. İslâm Öncesi Türk Edebiyatı yazılı ve sözlü olarak gelişmiştir. Yazılı edebiyatın iki önemli kolu vardır: Köktürk (Göktürk) dönemi ve Uygur dönemi.
Köktürkler, yazılı edebiyatı bulunan ilk devlettir. Bu dönemden geriye kalan en önemli eser, VIII. yüzyılın ilk yarısında dikilen Orhon Abideleri'dir. Miladi VIII. Yüzyılda Kül Tigin, Bilge Kağan ve Tonyukuk adına dikilmiş olan bu abideler, dil, tarih ve edebiyat değeri bakımından önemlidir.

İslâm Öncesi Türk Edebiyatı’nın ikinci kolu, Uygur dönemidir. Elimizde bu döneme ait zengin malzeme vardır. Çince, Sanskritçe, Toharca, Sogdca ve Tibetçe’den çevrilen dinî metinlere rastlanmaktadır. Uygurlar, Mani ve Buda dinlerine girmişler ve bu kültürlerin etkisiyle eser vermişlerdir. Daha çok Budizm’in etkisiyle, dinî, ahlâkî ve hamâsî eserler yazılmıştır.
Türklerin kabul ettikleri en eski din, Şamanizm’dir. Şamanizm, doğaya tapma, doğaüstü güçlere inanma temeline dayanan bir inanç sistemidir. Şaman yahut kam, bu dinin rehberidir. Aynı zamanda şair de olan şaman yahut kamın söyledikleri şiirler, İslâm Öncesi Türk Edebiyatı’nın ilk sözlü edebî ürünleridir. Bunlar, destanlar, sagular, koşuklar ve savlardır. Destanların çoğu bu dönemde ortaya çıkmıştır. Türk destanlarından bazıları şunlardır: Yaratılış, Alp Er Tunga, Oğuz Kağan, Bozkurt, Ergenekon, Türeyiş ve Göç destanları. Bu destanlardan en önemlisi, Oğuz Kağan Destanı’dır. Cahiliye Dönemi olarak nitelendirilen İslâm öncesi Arap toplumu şiire büyük değer vermiştir. Arap yarımadasının çeşitli yörelerinde kurulan Ukaz gibi panayırlarda şiir yarışmaları yapılmıştır. Buralarda eleştiri süzgecinden geçirilerek seçilmiş şiirler tomarlara yazılarak Kâbe’nin duvarına asılmıştır. Kâbe duvarına asılan bu tür şiirlere muallakât denir. Bu şiirlerin ve eski İran şiirinin Müslüman şairleri etkilemediği düşünülemez. Türkler’in İslâm’la tanışması ve kabulü dört asır sürmüştür. Bu süreç içerisinde, sosyal ve kültürel değişme kemale ermiştir. Böylece Karahanlılar döneminde, Türk-İslâm Edebiyatının ilk eserleri de yazılmaya başlanmıştır.

Türk-İslâm Edebiyatı’nın Tanımı Türkler, Müslüman olmadan önce Şamanizm, Budizm ve Maniheizm gibi dinleri benimsemişlerdir. İslâm, Türk toplumlarının medeni hayatında etkili olmuş, sosyal ve kültürel alanda büyük değişmeler yapmış, dili ve edebiyatı geliştirmiştir. Türk- İslâm Edebiyatı, her şeyden önce bu yeni edebiyatın adıdır. Türk-İslâm Edebiyatı, özellikle Osmanlı Devleti döneminde İranlı, Arap, Boşnak, Arnavut gibi farklı etnik kökenden gelen edebiyatçıların yazdıkları eserleri de içine alan geniş bir edebî alanı ifade eder. Türk-İslâm Edebiyatı, İslâm Öncesi Türk Edebiyatı’na millî edebiyat özelliği kazandıran millî üslûp ve karakteri yok saymamıştır. Millî üslûp, dil, hece vezni, dörtlüklerle oluşan nazım şekilleri ve kafiye anlayışıyla belirginlik kazanır. Halk Edebiyatı, Aşık Edebiyatı ve Tekke Edebiyatı gibi isimlerle nitelendirilen edebî faaliyetler millî üslûpla varlık kazanmıştır. Millî karakter, İslâmlaşmayla birlikte yeni bir ruha bürünmüştür. Bu ruhun temelinde tevhit ve iman vardır.
Türk-İslâm Edebiyatındaki ikinci kavram, İslâm’dır. Türkler, İslâmlaşma sonrası bir edebiyat vücuda getirmek istediklerinde, önceki tecrübelerden yararlanmışlardır. Türk sanatkârlar, İran-İslâm Edebiyatı’nın şekil ve esaslarını alarak edebî eserler yazdılar.
Türk-İslâm Edebiyatı’nın Kapsamı Türk-İslâm Edebiyatı, İslâmlaşma sonrası edebî hayatı ifade eder. Bu edebiyat, Karahanlılar devrinde Yusuf Has Hacib’in kaleme aldığı Kutadgu Bilig ile başlamıştır.
Kronolojik olarak Karahanlılar döneminde ilk ürünlerini veren bu edebiyat, Selçuklular döneminde gelişmiş ve Osmanlı döneminde klasikleşmiştir.
Tanzimat ile birlikte kırılmaya uğrayacaktır. Tanzimat, III. Selim döneminden itibaren bir devlet politikası olarak uygulanmaya konan ıslahat hareketlerinin neticesi olarak hayata geçirilen modernleşme ve yenilenme döneminin adıdır. 1839 yılında Gülhane Hatt-ı Şerif’inin okunmasıyla başlayan bu süreç, bir kısım sosyal ve kültürel değişmeleri içerir. Tanzimat döneminde uygulanan değişim politikaları, şiirde bir kısım biçimsel ve tematik değişikliklerin yanında, düz yazıda roman, hikaye, fıkra, tiyatro ve makale gibi yeni türleri ve formları kazandırmıştır.
Batı Kültürü Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı iki koldan gelişme gösterir:
1. Devam eden klasik edebiyat, Kasideleri, gazelleri, mesnevileri, manzum ve mensur eserleriyle kendine özgü bir dünya anlayışını aksettiren ve klasikleşen İslâm Kültürü Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı, bu dönemde de varlığını korumuştur. Şairler Encümen-i Şuarâ adıyla bir topluluk oluşturdular. 2. Yeni edebiyat, klasik edebiyatın aksine, daha çok nesre dayanan, tiyatro, hikâye, makale, fıkra gibi yeni edebî türlerle birlikte, dindışı temalara öncelik veren bir sanat anlayışını ifade eder. *Şiir bâzı şahsiyetler için his ve inançları en iyi şekilde anlatma vasıtasıdır. Yahya Kemâl de, bu guruba dâhil etmemiz gerekir. Onun için, zaferlerimiz birer cihad sonucudur; aydınlık, ışık timsâlidir.
Türk-İslâm Edebiyatı’nın Hedefi Sanat eserinin hedefinin olup olmayacağı konusu tartışmalıdır. Türk-İslâm Edebiyatı içinde yazılan eserleri iki gurupta ele almak mümkündür: 1. Dinî-tasavvufi bilgiyi, duyguyu ve düşünceyi öğretmek amacıyla yazılan eserler. Bu guruba giren eserler de kendi içinde ikiye ayrılırlar:
a. Okuyucuda edebî bir zevk ve heyecan oluşturan eserler. Bu eserler, dinî-tasavvufi bilgiyi, duyguyu ve düşünceyi estetik kaygılarla sunan eserlerdir. Bu eserlere örnek olarak, hilyeler, mevlidler, na’tlar, münacat ve tevhidler gibi dinî-edebî türlerin yanında hikemî tarzda yazılan şiirleri de gösterebiliriz.
b. Okuyucuda edebî bir zevk ve heyecan oluşturmaktan ziyade doğrudan doğruya öğretici olan eserler. Bu türden eserlerde temel amaç öğretmek- tir. Dolayısıyla estetik kaygı ikinci planda yer alır. Bu tür eserlere örnek olarak, menâsik-i hac, ilmihal kitapları, tarîkat-nâmeler ve bazı tasavvufi mesnevileri gösterebiliriz.
2. Dinî-tasavvufi verilerden yararlanan edebî eserler. Bunlar, eskilerin garâmî diye nitelendirdikleri lirik eserlerdir. *Tasavvuf edebiyatı araştırmaları, derûnî dil kazanımına katkı sağlayacaktır. Derûnî dil, dînî duygunun dilidir. Bu dili, Mevlânâ Celâleddîn er-Rûmî, Yûnus Emre, Sun’ullâh-ı Gaybî gibi bilge şairler üzerinde yapılan çalışmaların izini sürerek öğrenmek mümkündür.

Türk-İslâm Edebiyatı ve Diğer Bilimler Türk-İslâm Edebiyatı kavramının iki boyutu vardır: Birincisi, bu alanda ortaya çıkan edebî eserleri; ikincisi ise, bu edebî eserleri inceleyen edebiyat bilimini ifade eder. Türk-İslâm Edebiyatı, hedefi olan bir edebiyattır. Bilgiye dayalı edebî eserlerin yanında, hikemî tarzda didaktik eserler de yazılmıştır. Kur’an tercümeleri, Hadis tercüme ve şerhleri, Siyer-i Nebiler, Mirâciye, Menâsik-i Hac ve Akâidnâme gibi türlerde görüldüğü gibi, doğrudan doğruya İslâmi ilimlerle alakalı edebî eserler yazılmıştır. Türk-İslâm Edebiyatı içerisindeki edebî eserlerin bilimlerle ilişkileri iki açıdan izah edilir: 1. Sanatkâr, dönemin ilimlerini, edebî form içerisinde manzum ve mensur telif etmiştir. 2. Sanatkâr, dönemin ilim ve bilim anlayışından yararlanmış ve bunların kavramlarını estetik değere dönüştürerek kullanmıştır.
*Kur’an ve Hadisler, sanatkârın tercüme, iktibas ve telmih gibi sanatlarla müracaat ettiği temel kaynaklardır. Peygamberlerin hayatlarını anlatan Kısâsu’l-enbiya türü eserler de sanatkârın sıkça başvurduğu kaynaklardır. Edebiyat bilimi olarak Türk-İslâm Edebiyatı, hem geleneksel hem de modern bilimlerle ilişkilidir. Edebiyatçı, filoloji, tarih, coğrafya, sosyoloji, psikoloji ve felsefe gibi bilimlerin kuram ve kavramlarına aşina olmalıdır.

TÜRK-İSLÂM EDEBİYATI VE İSLÂMLAŞMA Türkçede İslâmlaşmak, İslâmiyet’i benimsemek, Müslüman olmak, İslâmiyet’e yönelmek, İslâmî mahiyet kazanmak gibi anlamlara gelir. Sosyolojik bir terim olan İslâmlaşma ise, bireyin yahut toplumun İslâm diniyle tanışması ve bu dinin esaslarını benimsemesi anlamında kullanılan bir kavramdır. Türk-İslâm Edebiyatının eserlerini dört bölümde ele almak mümkündür.
Bunlar: 1. İslâm inancının, düşüncesinin ve değerlerinin anlaşılmasını ve öğrenilmesini sağlayan eserler. 2. İslâm inancını, düşüncesini ve değerlerini yayma (tebliğ) niyetiyle yazılan eserler. 3. Sadece sanatı önceleyen, ancak kullandığı dil, sembol ve mazmunlarla İslâm dinine ilginin oluşmasını sağlayan eserler. 4. Herhangi bir dinî sembol ve mazmundan yararlanmayan, sadece estetik değerleri öne çıkartan eserler. İslâm inancının, düşüncesinin ve değerlerinin anlaşılmasını ve öğrenilmesini sağlayan eserler yazılmıştır. Bu anlamda, Türk-İslâm Edebiyatının ilk ürünü olan Kutadgu Bilig’den başlamak üzere pek çok eser adı zikredilebilir. Bunu takip eden Atabetü’l-Hakâyık, baştan itibaren bir ahlak ve değerler kitabıdır. *Dinî-tasavvufî edebiyatın ilk temsilcisi olarak görülen Hoca Ahmet Yesevî’nin hikmet adını verdiği şiirleri, dinî ve tasavvuf yolunu öğretmeyi amaçlayan manzumelerdir. Bununla birlikte hikmetler, ata diye nitelendirilen dervişler ve âşıklar tarafından kopuz eşliğinde ilâhî olarak okunmuştur. *Hikmet geleneği, Anadolu’da Yunus Emre’nin sehl-i mümtenî üslûbuyla söylediği şiirlerle yeni bir tarza bürünmüştür. Yunus Emre pek çok şair tarafından taklit edilmiştir. Yunus ve takipçilerinin şiiri, dinî-tasavvufi düşüncenin ve inançların Anadolu ve Rumeli’de yaygınlık kazanmasını sağlamıştır. * Bunlardan farklı olarak sözlü ve yazılı edebiyat içerisinde gelişen ve halk irfanını besleyen Dede Kokut Hikâyeleri, Hz. Ali Cenknâmeleri, Hamzanâmeler, Battal-nâmeler, Fütüvvetnâmeler, Menâkıbnâmeler, Sohbetnâmeler ve gaza fikrini oluşturan bazı gazavatnâmeler de İslâm ahlak ve değerlerini aktaran eserlerdir. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin Mesnevi’si, Âşık Paşa’nın Garibnâme’si, Süleyman Çelebi’nin Vesiletü’n-necat’ı, Yazıcızâde Muhammed Bîcân’ın Muhammediye’si ve Eşrefoğlu Rûmî'in Müzekki’n-Nufûs’u gibi eserler, dinî-tasavvufi düşünceyi geliştiren ve halk irfânını besleyen eserlerdir. * Sanatı öncelemekle birlikte kullandığı dil, sembol ve mazmunlarla İslâm dinine ilginin oluşmasını sağlayan eserler de yazılmıştır. Leylâ vü Mecnûn, Mantıku’t-Tayr, Gülü Bülbül, Şem ü Pervâne, Bülbülnâme ve Hüsn ü Aşk gibi eserler; sanat ve estetik özellikleri öne çıkan eserlerdir. Görüldüğü gibi, Türk-İslâm Edebiyatı, İslâm dininin anlaşılmasını, kavranmasını ve yayılmasını sağlayan eserlerin yazıldığı bir edebiyattır.

ÜNİTE-2

Türk-İslâm Edebiyatının Kaynakları
Türk-İslâm edebiyatının kaynakları üç alt başlık altında ele alınmaya müsaittir. ilk kısmını, bu edebiyata genel özelliklerini ve muhtevasını veren kaynaklar meydana getirmektedir. İkincisi, edebî metinlere ulaşmada başvurulacak başlıca kaynaklar olan divan, mecmua ve cönk vs. gibi yazma ve matbu eserlerdir.
Üçüncü kısım ise Türk-İslâm edebiyatı araştırmalarında, bir başka deyişle bu edebiyatı tanımak, öğrenmek ve doğru biçimde günümüze aktarmak için yapılacak araştırma ve çalışmalarda başvurulacak kaynaklardan oluşmaktadır.

TÜRK-İSLÂM EDEBİYATINA MUHTEVASINI VE ÖZELLİKLERİNİ VEREN KAYNAKLAR İslâmî Türk Edebi- yatı, son yirmi yıldan bu yana İlâhiyat Fakülteleri programındaki adıyla Türk-İslâm edebiyatı şeklinde anıldığı gibi edebiyat fakültelerinde Divan edebiyatı, Eski Türk edebiyatı, Klasik Türk edebiyatı, Osmanlı edebiyatı vb. isimlerle anılmıştır. Nihat Sami Banarlı Banarlı, bu devreyi “İslâm Medeniyeti Çağlarında Türk Edebiyatı” genel başlığı altında, İslâmî Türk Edebiyatı olarak adlandırmıştır.“ bu edebiyatın ilim ve fikir kaynağı başlangıçta tamamiyle Kur’an’dır. Devrin ilim ve tefekkür hayatı da esasen aynı kaynaktan nemâlanmıştır”

1. Türk Edebiyatına Şekil ve Muhtevasına Ait Özelliklerini Kazandıran Kaynaklar *Bunların en önemlilerinden biri, Doç. Dr. Neclâ Pekolcay’dır. İslâmî Türk Edebiyatı Sonraki yıllarda birçok baskı yapan İslâmî Türk Edebiyatında Neviler ve ardından gelen İslâmî Türk Edebiyatı Metinlerini Tetkik Metodları gibi eserleriyle bu kavramı, Türk Edebiyatı literatürüne daha kuvvetle yerleştirmiştir. Eski Türk edebiyatının kaynakları genellikle dinî ve din dışı olmak üzere ikiye ayrılarak incelenmektedir.
A) Doğrudan Dinî Kaynaklar: Dini kaynakların başında gelen Kur’ân-ı Kerîm, Hadis veya sünnet-i nebevî, kısas-ı enbiya ve buna bağlı olarak eski kavimlerle ilgili tarihi bilgilerle, tasavvuf şeklinde sıralanabilecek olan diğer doğrudan dini kaynaklar da yine Kur’an’la yakın irtibatlı ve ondan doğup gelişmiş alanlarlardır.
1. Kur’ân–ı Kerîm: İslâmî Türk edebiyatına şeklinden, muhtevasına, sanat değerinin belirlenmesini sağlayan edebi sanatlarla (belâgat) ilgili ölçülerinden, bazı türlerin doğma- sına kadar hemen her alanda esas vasfını veren birinci ve en önemli kaynaktır. Kur’an geniş ve zengin muhtevasıyla İslâmî Türk Edebiyatının hemen bütün malzemesini teşkil etmiştir. Kur’an ayrıca, Türk edebiyatının günümüz ifadesiyle edebî sanatlar, eski ve özel ifadesiyle de belâgat anlayışını temellendirmiştir. Cevdet Paşa’nın Belâgat-i Osmaniyye’yi... Kur’an’ın Türk dili tarihi bakımından çok önemli olan bir başka etkisi de, Türkçe Kur’an tercümeleri sebebiyle ortaya çıkmıştır.
Ferişteoğlu ve Kanun-ı İlâhî vb. gibi Kur’an lügatleri de yine Kur’an’ın etkisiyle, onu en iyi şekilde anlama niyetinden ortaya çıkmış ve Türk dili tarihi bakımından eski ve değerli malzemelerin bir araya toplanmasına imkân vermiştir. Sözlerin en güzeli” olan bu mukaddes ve taklid edilemez örnek ana özellikleriyle Türk nesrine aktarılarak ta Dede Korkut Hikayele- ri’ndeki sade nesirden başlayarak, Sinan Paşa ve emsâli gibi büyük sanatkârlar elinde çok âhenkli ve zevkle okunup-dinlenen eserler vermiştir. Banarlı bunun sebebini, “Kur’an diliyle daha iyi anlaşan ve sözün mûsıkîleşmesinden büyük zevk alan Anadolu Türkçesi’nin Türk halk edebiyatındaki kafiye ve aliterasyon an’anesinden istifade etmesidir. Türk-İslâm edebiyatının en zengin türlerinden biri olan Tevhidler ile Münacaatlar. İsmail Safa’nın: Mütesaddi’ mısralarıyla başlayan Kitabullah şiiri bunların son devirde kaleme alınmış en güzellerinden biridir.
Mehmed Âkif’in yayımlanan ilk şiirlerinden biri: Ey nüsha-i cânı ehl-i dînin mısralarıyla başlayan 28 beyitlik Kur’ân’a Hitab’tır.
Türk-İslâm edebiyatı metinlerinin büyük çoğunluğu doğrudan veya dolaylı olarak tasavvufla bağlantılıdır. Hatta tasavvufla irtibatı olsa da olmasa da bütün şairler, bu âyetlerden istifade etmek; telmih, iktibas, istişhad, irsal-i mesel gibi sanatların gösterilmesinde bu malzemeden faydalanma imkânı bulmuştur.
2. Hadis veya Sünnet–i Nebevî Bu kaynaklara Hadis yanında Hz. Peygamberin hayatı demek olan Siyer-i Nebi’yi de ilâve etmek icap etmektedir. Hz. Peygamber konulu manzum ve mensur tür ve eserlerin başlıcalarını Na’at, Mevlit, Miraciye, Hilye, Kırk Hadis, Siyer, Esmâ-i Nebi, Mûcizât- ı Nebî vb. olarak sıralamak mümkündür. Özelikle Mevlit, Miraciye, Hilye, Kırk Hadis, Siyer, Mûcizât-ı Nebî türlerinin ana kaynağı hadisler olmuştur.
Türk toplumu üzerinde yaygın din eğitimi yoluyla etkili olmuş en önemli ilk eserlerden olan ve siyer-mevlid türünün en dikkate değer manzum örneği sayılan Yazıcıoğlu Mehmed’in XV. yüzyıla ait Muhammediye’si de Arapça Megâribü’z-zamân’ın Hz. Peygamber’le ilgili kısmının Türkçe’ye nazmen tercümesinden doğmuştur.
3. Kısas–ı Enbiyâ ve Tevârîh–i Hulefâ Bu kaynak grubuna, İslâm kültürüne başka yazılı ve sözlü kaynaklardan intikal eden eski ümmet ve milletlerin başlarından geçenleri de eklemek gerekir. Bu alanın malzemesini önce Kur’an ve hadis sağlamakta, ardından semavî dinlerin -İslâm inancına göre tahrif edilmiş sayılsa da İncil ve Tevrat gibi mukaddes kitaplarıyla bunların tefsirlerinden gelen bilgiler şair ve ediplerin anlatımını renklendirmektedir. Türk edebiyatında telif veya tercüme, bazısı tasavvufi mahiyette bu konu- da on yedisi elde bulunan otuzdan fazla mesnevi kaleme alınmıştır.

Muhiddin İbnü’l- Arabî’nin Fusûsü’l-Hikem adlı eseri yirmi yedi peygamberin her birinin hikmetlerine izâfeten yirmi yedi bölüm halinde kaleme alınır. ilk defa Ahmed Bican’ın Türkçe’ye çevirdi. *Fusûsîlerden” diye suçlananlardan Dede Ömer Rûşeni.
4. Tasavvuf ve Tarikatlerden Gelen Malzeme Bu konuda bir fikir edinmek için Hz. Mevlânâ’dan ve Mevlevîlik’ten hareketle örnek vermek uygun görünmektedir. Onun Divan-ı Kebir’i tasavvu- fun vahdet-i vücüd, aşk, devir vb. Diğer tarikatler için ise Türk-İslâm edebiyatıyla daha yakın ilgisi bulunan ilâhiler ve gülbankları hatırlamak yeterlidir.Pek çok eser Hz. Mevlâna ve Mesnevî’nin ilhamıyla yazılmıştır. Bunlardan ilk ak- la gelenler Aydınlı Dede Ömer Rûşenî’nin Miskinlik-nâme, Ney-nâme, ve Çobannâme’sidir.
Tasavvufun Türk-İslâm edebiyatıyla yakın ilgisini gösteren bir başka önemli taraf da her iki alanın özellikle terâcim-i ahvâl (biyografi) kaynaklarının büyük ölçüde müşterek oluşudur. Bunda bir taraftan Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Eşrefoğlu Rûmî, Niyazî-i Mısrî, Şeyh Galip gibi bir kısım şairlerin aynı zamanda mutasavvıf kimliğine sahip olmaları, diğer yandan da divan şairi olarak tanınan Şeyhî, Fuzulî, Bakî, Nabî, Nef’î, hatta Nedim gibi isimlerin farklı derecelerde olmakla birlikte, şiirlerinde tasavvufî mazmunları ustaca kullanmış olmalarının etkisi çoktur. Nitekim Sakıp Dede’nin, ağır bir inşa üslubuyla ve devrine göre bile son derece ağdalı ifadelerle kaleme aldığı Sefine-i Nefise-i Mevleviyan’ı, ile Esrar Dede’nin, 200’den fazla mevlevi şairinin biyografisine yer veren Tezkire-i Şuarâ-i Mevleviyye’si mevlevî şeyh, derviş ve şairlerinin hayatlarını anlatan eserlerin başında gelir. Hulvî Mehmed Efendi’nin Lemezât-ı Hulviyye ez lemeât-ı ulviyye’si halvetî meşâyih ve şairleri hakkındaki en önemli tabakattır.
Osmanzâde Hüseyin Vassâf’ın Sefîne-i Evliya’sı ise XVII-XX. yüzyıllarda yaşamış, çoğu Osmanlı 2000 kadar mutasavvıfın ha- yatını eserlerini ve bunların manzum metinlerini aktaran önemli bir eserdir

B) Doğrudan Dinî Olmayan Kaynaklar: Türk milletinin kendi yaşama biçimi, eğlenceleri, mühim gün ve geceleri kutlama şekli, ahlâkı, sahip olduğu âdet ve an’aneler, devrin hakiki ve batıl ilimleri, efsâne ve masallar, savaşlar vb. gibi doğrudan dini olmayan ikinci derece kaynakları da müslümanın hayatını her yönüyle kuşatan İslâm dininin ve bu dinin mukaddes kitabı olan Kur’an-ı Kerim’in geniş ve zengin izlerini aksettirir.
1. İslâm Öncesi ve Sonrası Arap Kültüründen Gelen Malzeme Türk-İslâm edebiyatına da kaynaklık yapmış bu malzeme kısaca Ahbâr veya Ahbarü’l-Arap, Eyyâmü’l-Arap adlarıyla anılır. Araplar’ın eski tarihine dair destanî ve menkıbevî rivayetlerden ibaret bu birikimi tabii olarak eski Arap şiirinden, atasözleri (emsâl) ve vecizelerden (kelâm-ı kibar), kabile ve aile şecerelerinden (ensâb) ayırmak mümkün değildir. Eski Araplar’da daha cahiliye devrinde iyi ahlâk ve iyi davranışlar telkin eden, kötülüklerden korunmayı öğreten veya hoş vakit geçirmeyi sağlayan ahbâr ve kıssalar anlatmak hususi bir meslek olmuştu. Bu mesleği icra edenlere kass (cemi kussâs) veya kasas denirdi. * Hâtim/Hâtem et-Tâî hakkındaki bilgiler Ahbâr’dan intikal etmiştir. Hatta onun menkabevi hayatını ve özelliklerini anlatmak üzere büyük Fars şairi Hüseyin Vâiz-i Kâşifi Kısâs u Âsâr-ı Hâtim-i Tâ’î adıyla bir eser yazmış, bu Hikâye-i Hatim-i Tâ’î adıyla Türkçe’ye çevrilmiş, çeşitli yazmaları yanında bir çok kere basılmıştır.
2. İslâm Öncesi ve Sonrası Fars Kültüründen Gelen Malzeme Türk-İslâm edebiyatına Fars kültüründen gelen malzemenin de önemli bir bir kısmı İranlılar’ın İslâm öncesi devirlerinden gelen dinî (ateş-perest) ve millî rivayetlerinden kaynaklanmaktadır. Türkçe’ye de tercüme edilmiş bulunan ve Türk kültürü üzerinde çok etkili olmuş bulunan İran milli destanı olan Şehnâme’de bulmak mümkündür. Şehnâme aslında İran’ın Pişdâdîler, Keyanîler, Eşkânîler, Sasanîler gibi eski devirlerinin tarihini ve bu devirlerde hüküm sürmüş sülalelerine ait padişahların efsanevî hayatlarını Farslar’ın gelenek, mitoloji, masal ve menkıbeleriyle kaynaşmış kahramanlarını ve kahramanlık hikayelerini, millî kimliklerini her şeyden üstün tutan bir anlayışla anlatan bir destandır.
3. Devrin ilimleri Türk-İslâm edebiyatını her yüzyılda o devirde mevcut veya kuvvetli olan her türlü ilim ve fen etkilemiştir.
1. Dini ilimler. Bunların her birinin edebiyat üzerinde etkili olmasının sebebi bu edebiyatı inşa edenlerin büyük çoğunluğunun medrese ve tekke gibi kademelerinden geçmesi, bilgi ve kültürlerini buralardan elde etmiş olmasıdır. Bu noktada verilebilecek pek çok örnek yanında sadece büyük sanatkâr Fuzûlî’nin Matlau’l- i’tikad adlı bir akaid kitabı yazdığını hatırlamak yeterlidir. Ebu Hanife gibi mezhep imamları, İmam Gazalî gibi alim ve ahlâkçılar, Fahreddin-i Razî gibi müfessirler vs. de edebiyatımızın isimlerini sıkça andığı şahıs kadrosunun başında gelmektedir.
a. Gerçek İlimler: Bu tabirin içine felsefe, matematik (riyaziye), mûsıkî, astronomi, fizik, kimya, tıp vs. gerçek ilimler girmektedir. b. Gerçek olmayan ilimler: Bunlar astroloji (ilm-i tencim), simya, büyü (sihir) vs. gibi havas yahut gizli ilimler denen alanlara ait bilgilerdir. Havas ilimlerine ait pek çok özelliğe dayanan bu alanda ortaya konan eserlerden bir kısmı İmam Ali, İmam Cafer (Cafer es-Sadık), Muhiddin Arabî gibi dinî hüviyeti önde gelen kişilere atfedilirken, bazıları da Kur’an falnâmeleri, Falnâme-i nebî/esmâ-i nebî, Kur’a falnameleri, Çiçek falnameleri gibi manzum- mensur eserdir. Bunun yanında Hz. Mevlâna’nın Mesnevi’si ile Divan-ı Kebir’i, Sa’dî’nin Gülistân’ı, Hafız-ı Şirâzî’nin, Yunus Emre ve Niyazi-i Mısrî’nin divanlarıyla, Ahmediye, Muhammediyye ve Envârü’l-Âşıkîn gibi eserler de tefe’ül maksadıyla başvurulan dini- edebî metinlerdir.
4. Yerli Malzeme: Türk milletinin kendine has yaşama biçimi, eğlenceleri, mühim gün ve geceleri kutlama şekli, sahip olduğu âdet ve an’aneler gibi hususlar toplanabilir. Bu malzemenin en bol biçimde kullanıldığı, değerlen- dirildiği alan edebî metinler olmuştur. Savaş-barış, düğün (sûr/hıtan)-eğlence, ramazan gün ve geceleri, Ramazan, kurban, nevruz gibi bayramlar, Kadir gecesi, Mevlid, Mirac, Berat, Regaip kandilleri, bahar, yaz, kış gibi mevsimler daima şiire konu edinilmiştir. * ilk mevlid kutlamaları bir Türk Atabeği olan Selahattin Gökbörü tarafından başlatılmış, zaman içinde Türkçe’de ikiyüze yakın manzum mevlid kaleme alınmıştır.
Türk Edebiyatı Metinlerinin Kaynakları Başlıca kaynakları olan divan, mesnevi, mecmua, cönk ve müntehâbât (seçki, antoloji), münşeât gibi eserler:
1. Divan: Türk şiirinin en önemli yazılı kaynaklarının başında Divan denilen şiir kitapları gelmektedir. Bir divan, “bir şairin hayatı boyunca yazdığı şiirleri toplayan kitab” şeklinde tarif edilebilir. Divanlarda şiirler nazım şekillerine göre sıralanır. En başta büyük nazım şekilleri yer alır: kasideler (Tevhid, na’t, münacaat, medhiye), terkib-bend, terci'-bend ve musammatlar. Ardından orta hacimde şiirler sayılacak gazeller yer alır. Hemen hemen her harfte bir gazel yer almışsa bu divan mürettep kabul edilir. Divanın son kısmında küçükten en küçüğe doğru şu nazım şekilleri yer alır: rubâî, kıta, nazım, müstakil beyit ve mısralar. Anadolu Türkçesi'nin en eski divanlarının başında, çoğu hece ile yazılmış şiirlerden ibaret ve klasik ölçülere uygun olmasa da Yunus Divan’ı gelir. Orta Asya sahasında hatırlanacak ilk eser de Ahmet Yesevî’nin Divân-ı Hikmet’idir. Osmanlı edebiyatı sahasının klasik ölçülere uygun ve aruzla yazılmış şiirleri toplayan divanlarının başında Ahmedî’nin eseri gelmektedir. Ahmed-i Dâî ve Şeyhî’nin divanları bundan sonraki önemli divanlardır.
2. Mesnevi: Bir nazım şeklinin de adı olan mesnevî, Türk-İslâm edebiyatında “kahramanları hep aynı olan aşk maceralarının anlatıldığı uzun manzumeler” olarak tanımlanabilir. Mesnevî bir nazım şekli olarak başlangıçta Arap edebiyatında yoktur. Kökü Pehlevî edebiyatına kadar giden bu şekil, Fars edebiyatının İslâmî devrinde X. asırda Rûdegî gibi şairlerin eserleriyle ortaya çıkmış, Firdevsî ile büyük bir gelişme gösterdikten sonra Araplar'a geçmiştir. İslâmî Türk edebiyatının bilinebilen ilk büyük manzum eseri Kutadgu Bilig'in mesnevi şeklindedir. Divanların aksine her mesnevînin daima bir özel adı vardır: Yûsuf u Züleyhâ, Leylâ ve Mecnûn, Şâh u Gedâ, Şem' u Pervane, Hüsn ü Aşk vb.
3. Mecmua: Mecmualar, aynı veya farklı türden seçilmiş çeşitli büyüklükteki metinlerin ve risâle denilen küçük kitapçıkların derlenip bir araya getirilmesiyle oluşturulan ve bazen derleyicisi belli çoğu kere de derleyeni bilinmeyen eserler olarak tarif edilebilirler. Kelime, sözlükte “dağınık şeyleri bir araya getirmek, toplamak” anlamındaki cem’ masdarından türeyen mecmû’ kalıbından (bir araya getirilmiş, toplanmış) gelmektedir. Dinî olanları mecmûatü’l-ehâdîs, mecmûa-i fetâvâ, mecmûa-i ed’iye, gibi isimlerle anılmıştır. Edebî olanları ise, mecmûa-i eş’âr, mecmûa-i tevârîh, mecmûa-i münşeât, mecmûa-i ebyat gibi adlar taşır. Osmanlı dünyasında çok yaygınlaşmış ve ilim dallarına göre çeşitli türlere ayrılmıştır. Bunlardan içinde edebî metinlerin yer aldığı başlıcaları şunlardır: divan, şiir, nazîre, kaside, gazel, na’t, medhiye, mersiye, muamma, lugaz, rubâî, letâif, destan, lugat; münşeat, inşâ, vefeyât, biyografi (terâcim); risâle; fevâid; musiki. Bunlar çoğu kütüphane kataloglarına mecmua adıyla girmiş bulunan edebiyat ve kültürümüzün kaynaklarını muhafaza eden önemli eserlerdir.
4. Cönk: Genellikle âşık edebiyatı, halk edebiyatı ve folklor ürünlerinin toplandığı anonim mahiyette bir mecmua türü olarak tarif edilen bu gruptaki eserlere ad olan kelimenin, sözlüklerle ansiklopedilerde aslı, mâna ve muhtevası hakkın- da farklı bilgiler verilmektedir. Cava ve Malaya dillerindeki djong (conk) kelimesinden gelen cönk batı dillerine de yakın bir telaffuzla geçmiş olup, “Çin denizlerinde kullanılan dibi düz ve dört köşeli, puruvası, çıkıntılı baş bodoslaması ve kıç pupası, dümeni muallakta olan yelkenli gemiler için de genel bir ad olmuştur. Kütüphanecilik açısından bir kitap şekli olarak da değerlendirilebilecek olan cönklere şekillerinden dolayı "dana dili" denilmekte; halk arasında ise "sığır dili" olarak adlandırıldığı bilinmektedir. Cönkler kütüphane de "mecmûa-i eş'âr" adıyla fişlenerek, fişin bir köşesine "cönktür" kaydı konulur.
Genellikle âşıkların, seyrek olarak da divan şairlerinin bir kısım şiirlerini ihtiva eden cönklerde çeşitli dualar, sihirle ilgili notlar, ilâç tarifleri, sahibini ilgilendiren doğum ve ölüm tarihleri, alacak verecek hesapları, anonim türkü, mâni ve ilâhiler, halk hikâyeleri ve daha birçok konu ilgili bilgiler bulunmaktadır.
5. Müntehabât: Sözlükte “seçilmiş, seçilerek bir araya getirilmiş” anlamındaki müntehab kelimesiyle çoğulu olan müntehabâtın İslâm dünyasında bir telif türünü ifade eden terim olarak yaygın bir kullanım alanı vardır. müelliflerin eserlerinden yapılmış manzum-mensur derlemelere müntehab (müntehabât) adı verilmiştir. XIX. yüzyıldan sonra gelişmiş müntehabatlara Şinâsi’nin Müntehabâtı Eş’âr’ı ve Edirne Müftüsü Fevzi Efendi’nin Müntehabât-ı Dîvân-ı Fevzî adlı eserleri örnek verilebilir. Müntehabâtların Türk edebiyatında en tanınmış örneği Ziyâ Paşa’ya aittir. Harâbât’ı Türk edebiyatında bütünüyle şiire tahsis edilen müntehabâtların en hacimli ve en önemli örneğidir. XX. yüzyıl başlarında edebî metinleri derleyen antoloji niteliğindeki kitaplar arasında Bulgurluzâde Rızâ Bey’in Müntehabât-ı Bedâyi’-i Edebiyye’si, Re’fet Avni ve Süleyman Bahri’nin birlikte hazırladıkları Resimli Müntehabât-ı Edebiyye, Fâik Reşad’ın Muharrerât-ı Nâdire yâhud Hazîne-i Müntehabât’ı , Mehmed Cevdet’in Müntehabât-ı Sahâif-i Nefîse’si zikredilebilir.
TÜRK-İSLÂM EDEBİYATI ÇALIŞMALARINDA BAŞVURULACAK KAYNAKLAR
Türk-İslâm edebiyatı araştırmaları söz konusu olduğunda öncelikle şair ve nasirler için İslâm telif geleneğinde tabakat adıyla anılan eserleri tanımak özelliklerini bilmek, kullanımını öğrenmek gerekmektedir.
1. Tabakat: ansiklopedik biyografi kitaplarına benzeyen bir telif türüdür. Bu grupta yer alan kitaplar Osmanlı sahasında daha çok terâcim/ terâcim-i ahvâl kitapları adıyla anılmıştır. Osmanlı tabakat kitapları daha çok devlet adamları (vezirler ve sadrazamlar, şeyhülislamlar, kaptanpaşalar, reisülküttaplar), alimler, şeyhler, şairler, hattatlar, kitap sanatkârları başlığı altında toplanabilecek mücellit, müzehhip, nakkaş, minyatürcü, mücellit vb. gibi üstadlar ile musikişinaslar hakkında yazılmıştır. Bunların içinde en zengin Türkçe tabakat, şairlerle ilgili olandır. Ardından ulema ve meşâyih hakkındaki eserler gelir. Molla Cami’nin Farsça yazdığı bir sûfi tabakatı olan Nefehâtü’l-üns, Bursalı Lamii Çelebi tarafından da Fütûhul’-mücâhidîn li-tervîhi kulûbü’l-müşâhidîn adıyla Anadolu Türkçesi’ne tercüme edilmiş ve otuz kadarı kadın olmak üzere 629 sufînin hayat hikayesini kapsamaktadır. Eser, Osmanlı çevrelerinde Nefehât Tercümesi olarak tanınmıştır. Feridüddin Attar’ın yetmiş iki mutasavvıfın hayatına dair Farsça yazdığı Tezkiretü’l-evliya’sı da Osmanlı sahasında çok rağbet bulmuş ve Türkçe’ye Sinan Paşa başta olmak üzere birkaç kere tercüme edilmiş sûfî tabakatlarındandır. Taşköprülü-zade’nin Osman Gazi’den başlayarak Kanunî devri dahil olmak üzere on padişah zamanında Osmanlı coğrafyasın- da yaşamış beş yüzden fazla alim ve şeyhi tanıtmak üzere on tabaka halinde Arapça kaleme aldığı eş-Şaka’iku’n-nu’mâniyye fî ulema-i devlet’i- Osmâniyyesi. Türk mûsıkîsi alanında ilk tabakat Şeyhülislâm Ebûishakzâde Esad Efen- di tarafından Atrabü’l-âsâr fî tezkireti urefâi’l-edvâr adıyla kaleme alınmıştır. Osmanlı hattatları hakkındaki tabakatların başında Gelibolulu Mustafa Âlî’nin hattat, nakkaş ve mücellitler hakkında bilgi veren Menâkıb-ı Hünerverân’ı gelmektedir. Osmanlı devlet adamlarıyla ilgili tabakat kitaplarının en önemlileri arasında sadrazamlarla ilgili olarak kaleme alınmış bulunan Osmanzâde Taib’in Hadîkatü’l-vüzerâ’sı gelir. Şeyhülislamlar hakkındaki ilk tabakat Müstakimzâde’nin Devha-i Meşâyih-i Kibâr’ıdır.
2. Tezkiretü’ş-Şuarâ: Osmanlı sahasında şairler hakkında bilgi veren en önemli kaynaklar Sehi Bey’in Tezkire’sinden itibaren Tezkire-i Şuarâ adıyla müstakil bir alan ve tür oluşturan tezkireler gelmektedir. Türk edebiyatın XV. Yüzyıl sonlarında Ali Şîr Nevâî tarafından Çağatayca kaleme alınan ilk tezkiresi Mecâlisü’n-Nefâis 455 şairin hayat hikayesini aktarır. Osmanlı sahasında ilk eser Sehî Bey’in XVI. asır Osmanlı şairlerinden 229’unu anlatan Heşt Bihişt’idir.
ÜNİTE-3
DİVAN EDEBİYATI’NDA NAZIM BİRİMİ
Nazım, sözlük anlamıyla “sıra”, “düzen”,”sıraya koyma”demektir. Ama Divan Edebiyatı’nda nazım dendiğinde vezinli, kafiyeli söz yani şiir anlaşılır. Aruz, esas olarak hecelerin uzunluğu ve kısalığı (Türk aruzunda açıklık kapalılık) temeline dayanan bir şiir ölçüsüdür.
MISRA: Arap, Fars ve Türk edebiyatlarında beyti oluşturan iki satırlık(nesir yani düz yazı gibi düşünülürse) nazım parçalarından her biri demektir. Sözlükte “yıkıp yere devirmek, yere çalmak” mânasına gelen sar’ / sır’ kökü “şiirin beytini iki mısralı yani iki kafiyeli, öte yandan da kapıyı iki kanatlı yapmak” anlamlarını ifade eder.
Divan edebiyatında mısra beytin yarısıdır; mânalı en küçük nazım birimidir. Diğer bir ifadeyle bir nazım parçasını oluşturan her bir satıra mısra adı verilir. Mısra şiirin en küçük parçası olduğu gibi aynı zamanda en küçük nazım şeklidir. Divan edebiyatında kaside, gazel, mesnevi, terkib-bend ve tercî-bendde nazım birimi beyittir. *Mısra-ı berceste” (son derece latif ve sağlam) veya “şah mısra” adıyla anılmışlardır. * Bir manzume içinde yer almayan, bazan diğer mısraları tamamıyla unutulan ve mânaları kendi içlerinde tamamlanan, mısra-ı bercesteler gibi dillerde dolaşan bu tek mısralara “mısra-ı âzâde” veya yalnızca “âzâde” denilmektedir. * divanların son taraflarında “mesâri’(mısralar)” adıyla anılan özel bir bölümde yer alır.
BEYİT: Arapça “ev” anlamına gelen beyit iki mısradan oluşan nâzım parçasıdır. Beyit, kafiyeli iki mısradan meydana gelirse “beyt-i musarra”,bir gazelin en seçme beyti olursa “beytü’l gazel” bir kasidenin en güzel beyti olursa “beytü’l kaside”, içinde şairin adının ya da mahlasının bulunduğu beyitse “tac beyit” bir kasidenin ya da gazelin ilk beyti ise “matla’ ” son beyti ise “makta’ ” adını alır. Kafiyeli bir beyite “beyt-i musarra”, kafiyesiz olanlara “ferd” ya da “müfred” denir. Divanlarda müfredler müfredat adıyla ayrı bir bölümde toplanır. Kafiyeli beyitlerin olduğu bölüme de “metâli’ ” denir.
BEND: Nazım terimi olarak da Bend, birbirine vezin ve kafiyeyle bağlanmış ikiden çok mısra topluluğudur. Bunlara parça anlamında kıt’a dendiği de olmuştur. Tek bendli nazım şekilleri rubâ’î, tuyuğ, çoğu zaman kıta; çok bendli nazım şekilleri ise murabba ve bunun değişik türleri olan terbî’ ve şar- kı; muhammes ve tahmis, taştîr, tardiyye; müseddes ve tesdîs; müsebba’ , müsemmen, mütessa’ , muaşşer , terkîb-bend ve tercî’-bend’dir.
KASİDE: Arap, Fars ve Türk şiirinde en çok kullanılan eski ve uzunca bir nazım şeklidir. Kasidede ilk beyte doğuş yeri manasına matla’, son beyte kesiş yeri manasına makta’ denir. Şairin mahlasını söylediği beyte taç beyit, en güzel beytine de beytü’l-kasîd denilmektedir. Türk şairleri kasidenin altı bölümden oluşmasını benimsemiş ve buna uymaya özen göstermişlerdir. 1. Nesîb.aşk (teşbîb.aşk konulu değil ). Kasidenin giriş bölümüdür. Genelde bir gazel gibi âşıkane duygulardan bahseder. 2. Girizgâh (giriz / güriz). Bu bölüm şairin methiyeye geçtiğini bildiren bir ya da iki beyitten ibaret olup kasidenin en kısa bölümüdür. 3. Methiye. Kasidenin en uzun bölümü denilebilir. Kasidenin maksadına uygun olarak övülen kişi veya şeyden bahseden asıl bölümüdür. Kasidenin en sanatkârane bölümü olup uzunluğu konuya ve şaire göre değişir. 4. Tegazzül. Kaside içinde tecdîdi matla’ ile başlayan bir gazel olup beş-on beyit arasında değişir. 5.Fahriyye. Şairin kendisini övdüğü ve bazan da dileğini bildirdiği bölümdür. 6.Dua. Övgüsü yapılan kişi veya şey ile şairin kendisi ve bazan da şiiri okuyan hakkında dua edilip iyi dileklerde bulunulan son birkaç beyitten ibarettir. *Âşık Paşa’nın Garibnâme’deki na’tlarıyla Ahmedî’nin divanındaki kasideler bu şeklin ilk örnekleri sayılır. *XVI. yüzyıl kasidede en önemli yer Fuzûlî’ye aittir. * XVII. yüzyılda Türk edebiyatının en büyük kaside şairi olan Nef’î, İran ve Arap kasidecilerini geride bırakmıştır.
GAZEL: Eski şiirin en çok kullanılan ve sevilen nazım şeklidir. Gazel kelimesi sözlükte “sevgi üzerine konuşmak, söyleşmek” anlamına gelir. Gazel tarzının gelişmesinde kasidelerden pek zevk almayan Moğol hükümdarlarının da rolü olduğu söylenmektedir. Ferîdüddîn-i Attâr ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî gibi sûfî şairler gazellerinde ilâhî güzellik ve ilâhî aşk konularını işlediler. Onlardan sonra gelen Hafız-ı Şîrâzî ise gazellerinde rindce hayal kurmaya, felsefî ve ahlâkî düşüncelere de yer vererek türün konusunu genişletti. Türk edebiyatına gazel XIII. yüzyılda İran’dan Fars edebiyatı yoluyla geçmiştir. Gazelin iki mısraı kafiyeli olan (musarra’) ilk beytine “matla”“, matla’dan sonra gelen beytine “hüsn-i matla’”, son beytine “makta’” ve makta’dan önceki beytine de “hüsn-i makta’” denir. Gazelin en güzel beytine “şah beyit” veya “beytü’l-gazel” adı veri- lir. “Tahallus” denilen makta beytinde şairin şiirde kullandığı takma adı olan mahlas söylenir. Kadı Burhâneddin ve Kemalpaşazâde gazellerinde mahlas kullanmayan şairlerdendir. *Sayıları az olmakla beraber on beş beyitten uzun gazellere “gazel-i mutavvel” adı verilir. Ahmedî ve Nesîmî’nin otuz ve elli beyte kadar uzayan gazelleri vardır. *Şairler bazen mahlas beytinden sonra gazellerini bitirmeyip bir ya da birkaç beyit daha eklerler. Bunlara “müzeyyel gazel”, adı verilir. *Arapça, Farsça ve Türkçe’den ikisi veya üçüyle karışık surette söylenmiş gazellere “mülemma’ gazel”(kaside için de geçerlidir) denir. *Matla’dan sonra gelen beyitlerin mısra ortalarının baştaki ilk mısra ile kafiyelendiği gazellere “musammat ga- zel”, bunların mısra ortalarındaki kafiyelerine “ara-iç kafiye” adı verilir.
*Bütünüyle belirli bir konuyu işleyen gazeller “yek-âhenk”, bütün beyitleri aynı güzellik ve kuvvette söylenen gazeller de “yek-âvâz” adını alır. *Gazel söylemeye “tegazzül”, başka bir şairin gazeline aynı vezin ve kafi- yede benzer bir gazel söylemeye “tanzîr etme” ya da “cevap verme”, bu gazele de “nazire” denir.
MÜSTEZAD: Divan edebiyatında her mısra veya beytin sonunda aynı veznin bir cüzüyle yazılmış birer kısa mısra bulunan manzumelerdir. Divan edebiyatında en çok gazel tarzında görülür. *Türk edebiyatında tesbit edilen ilk müstezad örnekleri XIV. yüzyıl şairi Nesîmî’ye aittir.
MESNEVİ: Arapça’da ikişerli anlamına gelmekte olup Fars, Türk ve Urdu edebiyatların- da beyitlerdeki mısraların kendi arasında kafiyeli olmasından meydana gelmiş bir nazım şeklidir. *Türk edebiyatında ilk mesnevi Yûsuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig adlı eseridir. XIII. yüzyılda Sulî Fakih’in Yûsuf u Züleyhâ adlı mesnevi- si kadar Ahmed Fakih’in Kitâbü Evsâfı Mesâcidi’ş-şerîfe’si de önemlidir. *Mesnevi yazımının azaldığı XVIII. yüzyılda Şeyh Galib bu nazım şeklinin Türk edebiyatındaki en değerli örneği olan Hüsn ü Aşk’ı kaleme almıştır.
KIT’A: İran ve bilhassa Türk edebiyatında kullanılan bir nazım şeklidir. Sözlükte “parça, kısım” anlamına gelen kıt’a, Arap şiirinde mâna bütünlüğü taşıyan aynı vezin ve kafiyedeki beyitler topluluğu için kullanılmaktadır. İran edebiyatında kıta, İranlılar’ın İslâmiyet’i kabul ettiği tarihlerden itibaren hem kaside veya gazelden ayrılmış parçalar hem de müstakil bir nazım şekli olarak kullanılmıştır.
RUBÂÎ: Dört mısralı nazım şeklidir. Rubâî nazım şekli Türk edebiyatına İran edebiyatından geçmiştir. Hikemî ve felsefî düşüncelerin yer aldığı rubâîleriyle Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî bu nazım biçiminin Anadolu’da fikir öncüsü olmuş, Dîvân-ı Kebîr’de yer alan rubâîleri pek çok Türk şairini etkilemiştir. *Fuzûlî ve Rûhî-i Bağdâdî XVI. yüzyılda rubâî yazan diğer şairler arasında önemli bir yere sahiptir. *XVII. yüzyıl Türk edebiyatında rubâînin altın çağı kabul edilebilir. Azmîzâde Hâletî 1000 kadar rubâîsiyle Türk edebiyatının en çok ve en güzel rubâîlerini yazan şairi olmuştur.
KOŞMA: Şekil, konu ve ezgi özellikleri bulunan ve Türk halk edebiyatında en çok kullanılan nazım şeklidir. Türkçe koşma kelimesi koşmak (eklemek, katmak) fiilinden türemiş olup “güfteye beste ilâvesi” demektir. Şekil özellikleri bakımından koşmalar şu adları alır: 1. Düz (âdi) koşma. Âşık edebiyatında en çok rastlanan ve her mısraı on bir heceli olan koşmadır. 2. Yedekli koşma. Doğu Anadolu ve Âzerî sahasındaki saz şairlerinin kullandıkları bir şekildir. İki çeşidi vardır: Birincisi koşma-mâni karışımıdır. İkincisi yedekli beşli koşmadır. 3. Musammat koşma. Her mısraı iki bölümden oluşan ve bu bölümleri aynı kafiyeyi taşıyan koşmadır. 4. Ayaklı koşma. İlk dörtlüğü oluşturan iki beyitle diğer dörtlüklerin sonuna “ziyade” adı verilen beş heceli mısraların eklenmesinden oluşur. 5. Zincirleme koşma. Her dörtlüğün son mısraında kafiyenin bulunduğu kelimenin sonraki dörtlüğün ilk mısraının başında tekrar edilmesiyle oluşur. *Bunlar dışında koşmanın zincirbent ayaklı koşma, koşma-şarkı, tecnis ve şatranç gibi çeşitleri de vardır. *Konularına göre özel adlar alan koşmalar şunlardır: Ağıt, Güzelleme, Koçaklama, Taşlama.
TUYUĞ: Tuyuğ, Türkler’in oluşturup Divan şiirine kazandırdığı nazım şeklidir. Maninin divan edebiyatındaki karşılığı sayılabilir. XIV. yüzyıl Azerî şairi Kadı Burhanettin bu türün kurucusu sayılır. Çağdaşı Azerî şairi Nesimî ve XV. yüzyıl Çağatay şairi Ali Şir Nevâî bu türde çokça ürün vermişlerdir.
MUSAMMAT: Bendlerden kurulu nazım şekillerinin genel adıdır. Bunlara nazım birimi bend olan nazım şekilleri de denilebilir.Sözlükte “inci dizilen iplik, gerdanlık” anlamındaki sımt kökünden türe- yen musammat “inci dizisi” demektir. *İran edebiyatında ilk defa müseddes şekliyle Menûçihrî tarafından kullanılmıştır. Musammatlarda ilk bendin mısraları kendi arasında daha sonra gelen bendlerin son mısraları ilk bendle diğerleri kendi arasında kafiyeli olursa buna “müzdevic musammat”,denir. *Musammatlar bendlerindeki mısra sayılarına göre müselles, murabba’ / terbî’, muhammes / tahmîs gibi adlar alır.
1. Müselles: Her bendi üçer mısradan oluşur. Türk şairleri musammatın bu çeşidine itibar etmemiştir.
2. Dört mısralı bendlerden oluşan musammatlar: a) Murabba’: Bend sayısı genelde beş-yedi arasında değişirse de daha çok sayıda bendden müteşekkil murabbalar da mevcuttur. Aşk, ayrılık, bahar, bayram, savaş, ölüm manzum mektuplar gibi değişik konularda yazılan murabba’ların pek çok örneği mevcuttur.
* Türk edebiyatında ilk murabba’ Nesîmî tarafından yazılmış, *Mesîhî’nin murabba’ şeklinde nazmettiği bahâriyyesi türünün güzel örneklerinden olup Batı dillerine de çevrilmiştir. *Edirneli Nazmî çoğu mütekerrir 519 murabba ile bu alanda ilk sırayı alır. b) Terbî’: Bir şairin yazdığı gazele ait beyitlerin önüne aynı vezin ve kafiyede iki mısra ilâvesiyle meydana getirilir. Terbîin mütekerrir türüne rastlanmaz. Terbî’de ilâve mısralar beyitlerin arasına konursa “taştîr” adını alır. Mehmed Aydî Baba’nın tanınmış şairlerin gazellerine yaptığı terbî’ler meşhurdur. c) Şarkı: Türk halk şiirindeki türkünün karşılığı olup yalnız Türk edebiyatında görülür. ilk mısraına “zemin”, üçüncü mısraına “miyan” (miyanhâne), sonda tekrarlanan mısraına “nakarat” denir. Türk edebiyatında şarkı formuna uyan ilk şiirleri Nâilî, en güzel şarkıları Nedîm, şarkı formunda en çok musammatı (211 adet) Enderunlu Vâsıf kaleme almıştır.
3. Beş mısralı bendlerden oluşan musammatlar: a) Muhammes: Konuları çeşitli olmakla birlikte hikemî, tasavvufî düşünceleri, aşkı ve övgüyü ele alan muhammesler çoğunluktadır. Altmış bir şiirle Edirneli Nazmî Türk edebiyatında en çok muhammes yazan şairdir. b) Tahmîs: Bir gazelin her beytinin önüne aynı vezinde üç mısra ilâve edilerek yazılır. Şeyh Galib (17), İzzet Molla (12) ve Leylâ Hanım (12) en çok tahmîs yazan şairlerdir. c) Taştîr: Bir gazelin beyitleri arasına aynı vezinde ve anlam bütünlüğünü koruyacak şekilde iki, üç veya dört mısra ilâvesiyle yapılır. Bunlardan üç mısra ilavesiyle yapılanlarına “Tahmîsi mutarraf” da denilir. İslâm edebiyatında pek çok şair Kâ’b b. Züheyr’in Kasîdetü’l-bürde’sine tahmîs ve taştîr yazmıştır. d) Tardiye: Aslında bir mesnevi içinde gazel veya kaside yazmanın adı iken Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk’ında musammat şekliyle kullanılmış ve bu isimle anılır olmuştur.
4. Altı mısralı bendlerden oluşan musammatlar: a) Müseddes: Aynı vezinde ve genellikle beş-yedi bend arasında veya daha çok sayıda bendden oluşmaktadır. Türk edebiyatında en çok müseddes yazan şair yirmi iki manzume ile Şeref Hanım’dır. b) Tesdîs: Bir gazelin her beytinin önüne aynı vezinde dört mısra ilâvesiyle düzenlenen tesdîs, çok kullanılan bir musammat şekli değildir. Türk şiirinde bu nazım şeklini daha çok Fevrî meşhur etmiştir.
5. Yedi mısralı bendlerden oluşan musammatlar: a) Müsebba’: Genellikle beş-yedi bend halinde tertiplenir. Türk edebiyatında örnekleri az olup bunlarda da nakaratla bağlanan mütekerrir şekli kullanılmıştır. b) Tesbî’: Bir gazelin beyitleri önüne aynı vezinde beş mısra ilâvesiyle yazılır, ancak Türk edebiyatında hiç kullanılmamıştır. İzzet Molla Fuzûlî’nin, Leylâ Hanım da İzzet Molla’nın birer beytini tazmin yoluyla nakarat gibi kullanarak tesbî’ etmişlerdir.
6. Sekiz mısralı bendlerden oluşan musammatlar: a) Müsemmen: Bend sayısı değişken olan müsemmenin müzdevic örnekleri pek azdır. b) Tesmîn: Bir gazelin beyitleri önüne aynı vezinde altı mısra ilâvesiyle yazılır.
7. Dokuz mısralı bendlerden oluşan musammatlar: a) Mütessa’: Türk edebiyatında tek örneği Refîi Kalâyî’ye aittir. b) Tetsî’: Bir gazelin beyitleri önüne aynı vezinde yedi mısra ilâvesiyle yapılan tetsîin Türk edebiyatında örneği bulunmamaktadır.
8. On mısralı bendlerden oluşan musammatlar: a) Muaşşer: Aynı vezinde ve genellikle beş-yedi bend halinde tertiplenir. Çok mısralı musammatlar içerisinde müseddesten sonra en çok kullanılanıdır. Türk edebiyatında Yahyâ Bey, Hayâlî Bey, Rûhî-i Bağdâdî, Muhibbî, Üsküdarlı Aşkî ve Pertev Paşa’nın mütekerrir muaşşerleri bu şeklin güzel örneklerindendir. b) Ta’şîr: Bir gazelin beyitleri önüne aynı vezinde sekizer mısra ilâvesiyle tanzim edilir. Türk edebiyatında örnekleri nâdirdir. Yahyâ Bey’in Muhibbî’ye ait “(devlet) gibi” / “(sıhhat) gibi” redifli gazeli ta’şîri bu şeklin güzel bir örneğidir.
Terkib-bend: Bentlerle uzun bir nazım biçimidir. Hayattan-talihten şikâyet; hikemî düşünceler, dinî-tasavvufî konular ve toplumsal yergilerin işlendiği şiirlerdir.Her bendin (terkib-hane) sonunda vasıta beyti denen bir beyit vardır. Edebiyatımızda Bağdatlı Ruhî ve Ziya Paşa bu türün iki önemli şairidir.
Tercî-bend: Kafiyeleri gazel biçiminde düzenlenmiş “hane” adı verilen beş-on beyitlik şiir parçalarının (genellikle 5-12 hane) “vasıta” denen ve sürekli tekrarlanan bir beyit ile birbirine bağlanmasından oluşan nazım biçimidir.
MÂNİ: Divan edebiyatındaki tuyuğun karşılığı olan mâni, başta aşk olmak üzere hemen her konuda yazılabilen bir halk edebiyatı nazım şeklidir.
Mâniler şekillerine göre 4’e ayrılırlar. 1. Düz (tam) mâni:7’li hece ölçüsüyle söylenip dört mısradan oluşur, aaxa şeklinde kafiyelenir, mâninin en yaygın şeklidir. 2. Kesik (cinaslı) mâni: İlk mısraı cinaslı bir sözden oluşur. Bu ilk mısra hece sayısı bakımından diğerlerinden eksiktir. Kesik mânilere, cinaslı mâni, hoyrat da denir. 3. Yedekli (artık) mâni: Düz mâninin sonuna anlamı tamamlamak ya da pekiştirmek için iki mısra daha eklemek suretiyle elde edilir. Bunlara artık mâni de denir. 4. Ayaklı Mâni: Kesik mânilerin birinci dizesinin doldurularak söylenen şeklidir. Bunlara doldurmalı kesik mâni de denir.
AĞIT: Ağıt, genellikle bir ölüm’ün ya da acı, üzücü bir olayın ardından söylenen halk Türkü’südür. Ağıtlar yarı anonim folklor ürünleri arasında da sayılabilir.
VARSAĞI: Güney Anadolu bölgesinde yaşayan Varsak Türkleri’nin özel bir ezgiyle söyledikleri türkülerden gelişmiş bir şekildir. Halk edebiyatında en çok varsağı söylemiş şair Karacaoğlan”dır.
SEMAİ: Hece ölçüsünün sekizli kalıbıyla yazılır (4+4 duraklı ya da duraksız). Semâilerde daha çok sevgi, doğa, güzellik gibi konular işlenir.
DESTAN: Dört mısralı bentlerden oluşan, oldukça uzun bir nazım biçimidir. Destanın son dörtlüğünde şair mahlasını söyler. Konuları bakımından destanları savaş, yangın, deprem, salgın hastalık, ünlü kişilerin yaşamları, mizahi gibi gruplandırabiliriz.
TÜRKÜ: Çeşitli namelerle söylenen anonim halk şiiri nazım şeklidir. Birinci bölüm asıl sözlerin bulunduğu bölümdür ki buna “bent” adı verilir. İkinci bölüm ise bentlerin sonunda tekrarlanan nakarattır. Bu bölüme “bağlama” ya da “kavuştak” denir.
KAFİYE: Şiirlerin mısra sonlarındaki yazılış ve okunuşları aynı olan ses benzerliğine denir. Kafiye, manzumenin dış yapı özelliklerinden olup âhengi temin eden en önemli unsurdur. Kafiye usulünü ilk ortaya koyanlar Araplar’dır. Cumhuriyet döneminde kafiye genellikle halk şiirine göre incelenmiş, yapı ve şekil bakımından ayrı tasniflere tâbi tutulmuştur. Yapı Bakımından Kafiye: Kafiyeyi meydana getiren seslerin azlığı veya çokluğuna göre kafiye yarım, tam, zengin ve cinaslı olabilir. Yarım kafiye, mısra sonlarında yalnızca bir sessiz harfin benzeşmesiyle olur. Tam kafiye, mısra sonlarında iki sesin (ünlü + ünsüz, ünsüz + ünlü; çift ünsüz veya uzun ünlü) benzeşmesiyle olur. Şekil Bakımından Kafiye: Kafiye mısra sonlarındaki dizilişine göre düz, çapraz, sarma ve karma olabilir. Bendlerin mısraları arasında kafiye bulunmakla beraber dizilişlerinde düzensizlik ve değişkenlik olursa karma kafiye ortaya çıkar.
VEZİN (ÖLÇÜ): Türk Edebiyatında başlangıcından günümüze kadar üç çeşit vezin kullanılmıştır. Bunlar Hece, Aruz ve Serbest vezindir:
ARUZ: Aruz, Arap Edebiyatı’nda manzum sözlerdeki ahenk ölçülerini konu alan ilmin adı olup Arapça bir kelimedir ve “Çadırın ortasına dikilen direk” anlamına gelir. Aruzda heceler uzun ve kısa(açık-kapalı) olarak ikiye ayrılır. Uzun heceler çizgi (-), kısa heceler nokta (.) ile gösterilir. Aruz ölçüsünde hece ölçüsündeki duraklar yoktur. Aruzda bir kelime sessizle biter, ondan sonra gelen de sesli harfle başlarsa, bu sesli harf birincinin sonundaki sessiz harfi kendisine çeker. Bu duruma da vasıl (ulama) denir. 1. Aruz ölçüsü ilk olarak Arap edebiyatında kullanılmıştır. Daha sonra İran Edebiyatı’na geçen bu ölçü, XI. yüzyıldan itibaren Türk şairlerince de kullanılmaya başlanmıştır. 2. Rahat kullanılabilmesi için bol miktarda uzun heceye ihtiyacı olan bu ölçü, aslında Türkçe’nin kelime yapısına pek uygun değildir. Bundan dolayı Aruzu ilk defa kullanan Karahanlılar Türkçe’nin kelimelerini bozarak kısa heceleri uzun okuma yoluna gitmişlerdir. 3. 1908’den sonra şairler arasında başlayan aruz-hece tartışmasında hece ön plana çıkmış, ancak Divan Edebiyatı nazım ölçüsü olan aruzun da artık bir Türk şiir ölçüsü olduğu kabul edilmiştir. 4. Aruzla yazılan ilk Türk eseri Yusuf Has Hacib’in yazdığı Kutadgu Bilig’dir. 5. Aruz XI. asırdan beri heceyle beraber kullandığımız ölçüdür. Aruz vezninde heceler iki şekilde değerlendirilir: 1.Açık / Kısa Heceler Sesliyle biten hecelerdir. Bu heceler aruz incelemesinde ( . ) ve ( v ) işaretleriyle gösterilir. Açık - kısa hecelerin ses değerleri “yarım” kabul edilir. 2. Kapalı / Uzun Heceler Tam ses değeri taşıyan hecelerdir. Sessizlerle ve dilimize Arapça ve Farsça’dan geçmiş uzun ünlüler (â, î, û )’le biten hecelerdir. Bu heceler aruz incelemesinde (-) işaretiyle gösterilir. Ses değeri “tam”dır.
*Türkçe kelimelerle aruz veznindeki başarı Muallim Naci ile başlamış olup Türk aruzu daha çok Tevfik Fikret, Yahya Kemal Beyatlı ve Mehmet Âkif Ersoy tarafından gerçekleştirilmiştir. 1.Bir şiirin vezni bulunurken şunlara dikkat edilmelidir: a) Veznini bulacağımız mısraların hecelerindeki uzun seslilere dikkat ederek yazmalıyız. b) Önce mısralardaki hecelerin açık mı kapalı mı oldukları tesbit edilir. c) Uzatmalı hece olup olmayacağı özellikle kontrol edilmelidir. d) Hecelerin açık kapalı değerleri karşılıklı kontrol edilir. e) Hecelerin karşılaştırılması yapıldıktan sonra açık kapalı değerleri çizgi ve nokta şeklinde ayrı bir yere işaretlenir. Mısra sayısına göre tef’ile sayısı tahmin edilmeye çalışılır. f) Yazılan aruz kalıbı ile işaretler arasında uyum olmasına mutlaka dikkat edilmelidir.
HECE VEZNİ: Türkçe’de heceler uzunluk kısalık bakımından hemen hemen aynı değerdedir; yani uzun hece bulunmamaktadır. Kaşgarlı Mahmut’un Dîvânü Lugati’t-Türk eserindeki şiirler de hece vezniyle yazılmışlardır. Bir hecenin belli bölümlere ayrılmasına “durgulanma”, bu bölümlerin okuma sırasında hafifçe durularak vurgulanan yerlerine de “durak” denir. Hece vezninde dikkate alınacak önemli hususlar şunlardır: 1. Şiirde mısralar arası hece sayısı eşitliğine dayanır; yani her mısra aynı sayıda heceden oluşmaktadır. 2. Türkçe kelimelerde hemen hemen bütün heceler eş değerde söylenir; ağırlıkları aynıdır. 3. Milli veznimizdir. 4. Hece veznine parmak hesabı da denilir. 5. Hece vezni, Türk edebiyatının başlangıcından bu yana kullanılmıştır. 6. Hece vezninin “hece sayısı” ve “duraklar” olmak üzere iki temel özelliği vardır. a. Hece Sayısı: Hece vezniyle yazılmış bir şiirin bütün mısralarında eşit sayıda bulunur.
SERBEST VEZİN: Serbest vezin, hece, aruz gibi herhangi bir ölçüye bağlı kalınmayan bir vezindir. Hecelerin açık veya kapalı olmasına ya da sayılarına bakmaksızın şairin tamamen kendi üslup ve tarzına göre yazmasıdır.
ÜNİTE-4
GİRİŞ: ilm-i Belâgat üç ana konudan meydana gelir. Bunlar Meânî, Beyan ve Bedî’dir. İlerleyen zamanlarda, fesâhat, aruz ve kafiye, lügaz ve muammâ, ebcedle tarih düşürme gibi “levâhik/mülhâkât” denilen ek konularla tamamlanan belâgat, İslâmî ilimler arasında bağımsızlığına en geç kavuşan ve en sonra teşekkül etmiş bir disiplindir.
Belâgat, Araplar arasında büyük bir edebi varlığa ve değere sahip olan cahiliye şiiri üzerinde, edebî tenkid maksadıyla yapılan çalışmalardan doğmuştur.Belâgat konuları, önceleri “İ’câzü’l-Kur’ân, Mecâzü’l-Kur’ân, Beyânü’l-Kur’ân, Müşkilü’l-Kur’ân, İ’râbü-Kur’ân, Belâgat ve delâilü’l-i’câz” gibi adlar taşı- yan kitaplarda yer aldı. Kur’an ve tefsir ilmi içinde gelişti. Türk ve Fars belâgati üzerinde tercüme ve şerhleriyle asırlarca etkisini sürdürecek olan Abdülkâhir el-Cürcânî’nin, Delâilü’l-i’câz ve Esrârü’l-belâğa adlı kitapları ile Ebû Ya’kûb es-Sekkâkî’nin Miftâhu’l-ulûm’u gibi sonradan sahanın klasikleri sayılan eserler de kaleme alınmıştı. Türk-İslâm Edebiyatı metinlerinde klasik belâgatin bütün kadro ve konularına ait örneklerle karşılaşılmakla birlikte Teşbih, İstiâre, Mecaz, Kinâye, Telmih, Tecahül-i ârif, Hüsn-i ta’lil, Tevriye, Teşhis ve intak, Tenâsüp, Leff ü neşr, Seci gibi sanatlarla daha çok yüz yüze gelinmektedir.
TÜRK-İSLÂM EDEBİYATI METİNLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİNDE VAZGEÇİLMEZ ÖLÇÜ BELÂGAT
1. Tanım sözlükte, sözün “fasih ve açık seçik olması” demektir. Batı dillerinde “eloquence/elokuans” kelimesiyle karşılanan belâgatin bu yönü “bir fikrin yazılı ve sözlü olarak yerinde, yeterince ve zamanında ifadesi” manasına gelir. Belâgatin şu üç bahis ve ekleri hakkında bilgi sahibi olmak gerekir: 1. Meânî denilen ve “kelâmın muktezayı hâle uygunluğunu sağlamak için gerekli olanları bilme” şeklinde tanımlanabilecek konular. Meânî konularının başlıcaları şunlardır: İsnad, inşâ, dilek (temenni), emir, nehiy, ünlem (nidâ), yüklem (müsned), özne (fail, nâib-i fail), cümle ve unsurları, kısaltma veya daraltma (kasr), bağlama (vasıl), ayırma (fasl), ölçülü söz söyleme (müsâvât), sözü bir maksatla kısa söyleme (icâz), maksadı gereğinden fazla sözle ve uzun ifade etme (itnâb). 2. Beyân, “sözün açık-seçik, kolay ve anlaşılabilmesini temin etme yolları. Beyân konuları ise şöylece sıralanabilir: Lafzın manaya delâleti, hakikat, mecaz, kinâye, teşbih, istiâre, mecâz-ı mürsel, ta’riz vb. 3. Bedî’, sözü güzel, süslü ve etkili söyleme usulleri. Bedî’. Vücûh-ı tahsin/ sözü güzelleştirme yolları olarak da adlandırılan bu bahis genel olarak edebî sanatları içine alır. Lafız ve mânâya ait olmak üzere ikiye ayrılan bu sanatların başlıcaları şunlardır: İrsâl-i mesel, tecâhül-i ârifâne, mezheb-i kelâmî, tevriye, îham, teşhis ve intak, hüsn-i ta’lil, mübala- ğa, nidâ, rücû, iltifat, tekrir, istifham, telmih, iktibas, tazmin, mülemmâ, tenâsüb, tensîk, cem ve taksim, leff ü neşr, kelâm-ı edebî, cinas, kalb ve aks, secî.
Tarihçe: *Türk dil bilgini es-Sekkâkî Miftahu’l- ulûm adlı eserinin üçüncü kısmını belâgat konularına ayırmıştır. *Süleyman Paşa Mebâni’l-inşâ’yı klasik belâgat kitapları yanında, Fransız yazar Emil Lefranc’dan faydalanarak kaleme alırken batı retoriğinin birçok konusunu Türk belâgatına sokmuştur. *Türk belâgat literatüründe klasik özellikteki ilk Türkçe eser, örnekleri bakımından zayıf olsa da Ahmed Hamdi’nin Belâgat-ı Lisân-ı Osmânî adlı kitabıdır *Bu eseri, büyük hukuk külliyatı Mecelle’yi de kaleme alan, Ahmed Cevdet Paşanın Mekteb-i Hukuk’ta okuttuğu belâgat derslerine ait notlar takib eder. *Belâgat konusundaki son çalışmalar arasında eski ve yeni anlayışları birleştirmeye yönelen Kaya Bilgel’in Edebiyat Bilgi ve Teorileri ile Menderes Coşkun’un, Sözün Büyüsü Edebi Sanatlar, adlı eserleri dikkat çekmektedir.
TÜRK-İSLÂM EDEBİYATI METİNLERİNDE KARŞILAŞILAN BAŞLICA EDEBÎ SANATLAR 1. İnşâ: Türk, Arap ve Fars edebiyatlarında “Resmî yazışmalarda kullanılan nesir dilini ifade eden edebî tür ve dil bilimi” için kullanılmış, zamanla genel olarak her türlü nesir ve düz yazı karşılığını da kazanmıştır. Selçuklular’da Dîvân-ı İnşâ, Osmanlılar’da Dîvân-ı Hümâyun denilen, devletin resmî yazışmalarının yürütüldüğü dairede sultanlar adına kaleme alınan hatt-ı hümâyun, irâdei seniyye, menşur, emirnâme gibi resmî yazıların tamamı inşânın münşeât türü içinde yer alır.
2. Secî: İnşa ile yakın ilgisi bulunan ve daha çok bir nesir sanatı kabul edilen secî, söze güzellik ve süs katan hususlardan biri kabul edilmiştir. Secîin biri klasik anlayışa göre, diğeri yeni anlayışa göre, Recâizâde Mahmud Ekrem tarafından yapılmış iki türlü sınıflandırılması vardır. Birincisi cümle ve fıkraların arasında olup bir kelime ile birbirine bağlanmayan mutlak secîdir. İkincisi cümle ve fıkraların sonunda bulunup aralarında bir kelime ile bağ kurulan Mukayyed veya rabtî seçi Klasik anlayışta secîyi oluşturan kelimeler arasındaki ses benzerliğinin azlığı veya çokluğu esasına dayalı olmak üzere üç çeşit secî vardır: 1. Yalnız fâsılalar sonundaki harflerin aynı olduğu mutarraf secî, 2. fâsılaların vezin bakımından birbirine uygun olduğu mütevazi secî 3. cümlenin iki tarafının sonunda yer alan kelimelerin revî harfinin vezin ve harf sayısı bakımından birbirine uygun olmasıyla gerçekleşen murassa‘ veya müvâzî seci. *Vaaz ve hutbe gibi dinî konuşmaları da içine alan hitabet sahası secîin en etkili olduğu alandır. *Türk dilindeki en mükemmel örneği olan Sinan Paşa’nın Tazarru‘nâme’sidir.
3. Itnâb: “Bir düşüncenin gereğinden fazla sözle ifade edilmesi” anlamına gelen bu belâgat terimi, hem olumlu hem de olumsuz olarak ele alınmıştır. Türkçe belâgat kitaplarında ıtnâbın üçe ayrılarak incelendiği görülmektedir. 1. Itnâb-ı Makbûl. Mânayı açıklığa kavuşturma, pekiştirme, mübalağa ve tasvir amacına yönelik bir fayda elde etmek üzere sözü uzatma veya tekrarlamadır. 2. Itnâb-ı Mümil. “Bıktıran, usandıran uzun söz” demektir. Bazı kitaplarda “ıtnâb-ı muhil” şeklinde de zikredilmektedir. 3. Itnâbı Ma’nevî. Belâgat kitaplarında “haşv-i ma’nevî” şeklinde de yer alan bu ıtnâb türü “ifadede mânanın farklı lafızlarla tekrarı” şeklinde tarif edilmiştir.
4. İktibas: “Kur’an ve hadisten alınmış bir ibareyi beyte/mısraa/cümleye yerleştirmek” şeklinde tanımlanabilecek bu sanatla, Türk-İslâm edebiyatı metinlerinde çokça karşılaşılmaktadır. İktibas, ayrıca benzer özellikler gösteren irsâl-i mesel (îrâd-ı me- sel), telmih ve mülemma’ (ilmâ’) gibi sanatlarla karıştırılmıştır. İktibas genel olarak iki başlık altında ele alınabilir. Müstahsen İktibas. Söz veya yazıda dini ölçülere aykırı düşmeyecek şekilde yapılan nakillerdir. a) Ahsen İktibas. İktibas edilen âyet veya hadis arasındaki uygunluğun hoş bir tesir bırakması, muhatapta heyecan uyandırması ve anlamı güçlendirmesinin yanında öğüt özelliği de taşımasıdır: b) Hasen İktibas. Nakledilen âyet veya hadisle içinde zikredildiği ibare arasındaki ilginin öğüt verme dışında yukarıdaki şartları taşımasıdır. c) Müstehcen İktibas. Âyet ve hadislerden dinin ölçülerine aykırı ve İslâm âdâbına uygun düşmeyecek şekilde yapılmış aktarmalardır. *Bunun dışında iktibas tam ve nâkıs olarak da ikiye ayrılır. *Günümüzde edebî veya ilmî her türlü iktibasa “alıntı” denilmektedir.
5. İstişhad: Türk edebiyatında bir edebî sanat olarak istişhâddan ziyade ona çok benzeyen “irsâl-i mesel” veya “iktibas” tercih edilmiş, bu sebeple Türkçe belâgat kitaplarının çoğunda istişhâd bahsi yer almamıştır. Divan nesri” adıyla anılan yazı dilinde Sinan Paşa’nın Tazarruât’ından itibaren rağbet gören bu üslûp özellikle sanatkârane nesirde yaygın bir kullanım alanı bulmuştur.
Teşbih: Klasik İslâm belâgatıyla Batı retoriğinde, mecazla birlikte ele alınmış bir sanat olarak üzerinde çok geniş bir şekilde durulmuştur. Teşbihle mecazın esas farkı kelimelerin gerçek anlamıyla kullanılmasıdır.
Dört çeşit teşbih vardır. 1. Mufassal teşbih. Tam teşbih adı da verilen bu çeşit teşbihlerde bütün unsurlar zikredilir. 2. Mücmel yahut muhtasar teşbih. Bu türde benzeme yönü zikredilmez. Bu teşbih mufassal teşbihe göre daha abartılı bir söyleyiş olup belâgat açısından daha makbul sayılır. 3. Müekked (mûcez) teşbih. Diğerlerine daha sanatlı ve üstün kabul edilen bu tür teşbih, unsurlarının mümkün olduğunca azaltılımasıyla ifadenin güçlendirildiği bir söyleyiştir. 4. Beliğ teşbih. Teşbihin iki ana unsurunun yani benzeyen ve benzetilenin kullanıldığı teşbihtir. Mana daha etkili ve abartılarak ifade edildiğinden teşbih türlerinin en makbulü sayılır.
6. İstiâre: Sözlükte ''ödünç istemek, ödünç almak'' anlamına gelen istiâre kelimesi bir belagat terimi olarak, ''bir kelime veya ibarenin, teşbihi kuvvetlendirmek, onu abartarak muhataba daha güçlü yorum imkânı sağlamak için benzeşme ilgisiyle ve bir karîneye dayalı olarak gerçek anlamı dışında kullanılması'' şeklinde tarif edilmiştir. İstiâre, Türk dilinin tabii yapısında ve özellikle deyimlerde çok yer bulmuş bir sanattır. Hatta günlük konuşma dilindeki istiâreli anlatım Türkçe’yi güzelleştiren dil husûsiyetlerinin başında gelmektedir. Belâgat kitaplarında istiâre genellikle üç ana başlık altında incelenmiştir. 1. Açık İstiâre (istiâre-i musarraha). Yalnızca benzetilenle yapılan istiaredir. 2. Kapalı İstiâre (istiâre-i mekniyye). Yalnızca benzeyenle yapılan bu türde benzetilen öğe zikredilmeyip okuyucunun onu belirlemesini sağlayacak bir ipucu mevcuttur. 3. Mürekkep istiâre (İstiâre-i temsîliyye). Batı retoriğinde bu türe “alegori” denilmektedir.
Mecaz: Bir ilgi veya ipucu ile gerçek anlamı dışında kullanılan kelime veya terkibi ifade eden bu belâgat terimi, kelimelerin mânalarına dayalı edebî sanatların en önemli ve yaygın olanıdır.
7. İrsâl-i Mesel: “Îrâd-ı mesel” diye de adlandırılan bu sanat manzum yahut mensur bir ifadede söze destek sağlamak, onu daha kolay benimsetmek için herkesçe kabul edilmiş bir başka sözü, özellikle “atasözünü kullanma” olarak tanımlanabilir. *Şair herkesçe bilinen bir gerçeği örnek verirse buna ‘’îrâd-ı mesel’’ denir.
8. Tazmin: Tazmin “başka bir şaire ait olan mısranın bir şiirde kullanılması” anlamına gelir. Eskiden nazım ve nesir için müştereken kullanılırken gazeteciliğin yayılmasından sonra tazmin nazma, iktibas nesre ait bir terim haline dönüşmüştür.
9. Tecâhül-i ârifâne: Osmanlı edebiyat çevrelerinda kısaca “tecâhül” veya “tecâhül-i ârifâne” şeklinde anılan tecâhül-i ârif sanatı, şiir ve nesirde, “bilinen bir hususun bir nükteye bağlı olarak bilinmiyormuş gibi ifade edilmesi”şeklinde tarif edilebilir.
10. Teşhis ve İntak: Tahayyüle bağlı sanatlardan olan teşhis “varlıkların kişileştirilerek yeni kimlikler kazanması” şeklinde tanımlanabilir. Genelde intak ile bütünlük kazandığından her intak sanatına başvurulduğunda orada teşhis de bulunur. İntak ise “konuşma, insan gibi dile gelme” demektir. Teşhis ve intakı “mecazın en etkili türleri” diye tanımlayan Recâizâde Mahmud Ekrem bunların gerçek sanatkârlar tarafından kullanıldığında söze bir değer katabileceğini, aksi takdirde anlatımda basitliğe düşüleceğini ileri sürer. Günümüzde çocuklar ve gençler için yazılan fabllerde bu sanattan bolca yararlanılmaktadır.
11. Hüsn-i ta’lil: Türk edebiyatında hüsn-i ta‘lîl’e, ''hüsn-i tevcîh'' de denilir. Hüsn-i ta‘lîl, “bir olayın gerçek sebebinin göz ardı edilerek heyecan unsurunun ön plana çıkarılması” şeklinde tarif edilebilir. Hüsni ta‘lîl Türk-İslâm edebiyatı eserlerinde özellikle şiirde sıkça kullanılmıştır.
12. Tenâsüb: Sözlükte “uyum, orantı, yakışma” anlamına gelen tenâsüb kelimesi, edebiyat terimi olarak “aralarında karşıtlık dışında bir ilgi bulunan iki veya daha çok kelimenin anlam güzelliğini ve bütünlüğünü sağlamak amacıyla aynı sözde bir araya getirilmesini” ifade eder. Eski belâgat kitaplarında aynı veya yakın anlamda “cem‘iyyet, mürâât-ı nazîr, tevfîk, telfîk, i’tilâf” gibi terimler de kullanılmıştır. Tenâsübün edebî sanat derecesine ulaşabilmesi için kelime seçiminde titiz davranılması gerekir. Anlamca yakın kelimelerin gelişigüzel veya zorunlu biçimde bir araya gelmesiyle tenâsüp gerçekleşmez.
13. Leff ü neşr: Sözlükte ''toplama, dürme, bükme'' anlamına gelen leff ile ''dağıtma, yayma'' mânasındaki neşr kelimelerinden oluşan leff ü neşr “cümlenin kuruluş ve dizilişiyle ilgili, anlama güzellik katan” söz sanatlarından biri olarak tanımlanabilir.
14. Telmih: Arap-Fars-Türk kültür ve edebiyatına ait “bir metinde bu kültürlerin örnek gösterilecek değerlerine sahip kişi ve olaylarla âyet, hadis kelâm-ı kibar, ata- sözü vb. kalıplaşmış ibarelere gönderme yapma sanatı” olarak tarif edilebilir. Lügatte “göz ucuzla bakmak, ışığın çakması, parıl parıl parlamak” gibi manalara gelen Arapça “lemh” kökünden türemiştir.
Günümüz edebiyatında telmih yerine gönderme ve anıştırma, batı edebi- yatında ise “allusion” ve “metalepsis” terimleri kullanılmaktadır.
15. Ebced: Arap alfabesinin “ilk tertibi ve harflerinin taşıdığı sayı değerlerine dayanan hesap sistemi” olarak tanımlanabilir. Arap alfabesi hakkında bilgi veren klasik kaynaklarda, harflerin önceleri “et-tertîbü’l-ebcedî” denilen “ebced, hevvez, huttî, kelemen, sa’fez, karaşet, dazığ” sıralamasıyla düzenlenmiş oldukları ifade edilmektedir. Ebced tasavvufta ayrı bir öneme sahiptir. Genel olarak Şiî kaynaklı zannedilen, gerçekte kökenleri Mısır ve Hint gibi geleneksel medeniyetlere da- yanan, evrensel gerçeklerin sırrî niteliklerine ulaşmayı amaçlayan bu harf sembolizmiyle ilgilenenlerin başında gelen Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin eserlerinde konuyla ilgili geniş açıklamalar vardır. XVII. yüzyıl mutasavvıflarından İsmâil Hakkı Bursevî, tasavvuf ehli arasında ebced harfleriyle ilgili olarak yapılan izahları Esrârü’l-hurûf adlı eserinde toplamıştır
16. Tarih Düşürme: Türkçe’de tarih manzumesi yazarak vuku bulan hadiselerin tarihlerini zikretmeye “tarih düşürme, tarih yazma, tarih söyleme” denilir. Tarih düşürme sanatı, XII. yüzyılda önce Fars edebiyatında ortaya çıkmış, XIV. yüzyılda Türkler’e, XV. yüzyılın ortalarından sonra ise Türkler’den de Araplar’a geçmiştir. Kanûnî devrine kadar mimari eserlerin çoğunlukla Arapça ve Farsça yazılan tarih kitâbeleri XVI. asırdan itibaren daha çok Türkçe ve manzum olarak kaleme alınmıştır. Türk edebiyatında XV, asırda Ahmed Paşa’dan itibaren başlayan tarih düşürmeye rağbet, XIX. yüzyılda Nâmık Kemal, Muallim Nâci, Recâizâde Mahmud Ekrem, Üsküdarlı Talat gibi birçok şair tarafından devam ettirilmiş ve sanatkarane tarih manzumeleri kaleme alınmıştır. Tarihler farklı biçimlerde düzenlenmiştir. 1. Lafzan (lafzî/sûrî) tarih. Tarihi verilecek olayın rakamla değil sözle zikredildiği tarihtir. Buna “düz tarih” adı da verilir. 2. Mânen (mânevî) tarih. Olayın tarihinin ebced hesabına göre harflerin sayı değerlerinden çıkarıldığı tarihtir. Zor söylenmesine rağmen en çok kullanılan şekil budur.
3. Lafzan ve mânen tarih. Söylenmek istenen yılı hem sözle hem de harflerinin sayı değerleriyle ifade eden tarihtir.
Tarihin hesaplanma şekline göre genellikle üç türlü tarihle karşılaşılmaktadır. 1. Tam (müstevfâ/mutlak) tarih. Hesaplandığında yılın tam olarak ortaya çıktığı tarih olup en makbul ve en güç söylenen çeşittir: 2. Ta‘miyeli tarih. Tarih mısraındaki harflerin sayı değerinin istenen tarihi karşılamadığı durumlarda ekleme veya çıkarma şeklinde bir hesap yapılması gereğinin bir önceki mısrada söylendiği tarihtir. 3. Dütâ (dübâlâ/muzâaf) tarih. Tarih mısraını meydana getiren harflerin toplamından çıkan tarih hadisenin cereyan ettiği yılın iki katını verdiği tarihtir.
Harflerin kullanılışından doğan özelliklere göre tarihler birkaç türlü olur. 1. Bütün harflerle söylenenler. Bu tür tarihlerde noktalı olup olmadığına bakılmaksızın bütün harfler hesaba katılır. 2. Mu‘cem tarih. Sadece tarih mısraındaki noktalı harflerin hesap edilmesiyle ortaya çıkan bu tarih ayrıca “münakkat, menkut, mücevher, cevher, cevherî, cevherdâr, cevherîn, gevher, güher” adlarıyla da anılmaktadır. 3. Mühmel Tarih. Yalnız noktasız harflerin hesap edilmesiyle söylenen tarihtir. Bu tür tarihe “bî-nukat, bî-cevher, sâde tarih” de denir. Noktasız harflerin ebced sisteminde sayı değeri çok olmadığından mühmel tarih çok zor söylenir.
özkan kaya
Mesajlar: 32
Kayıt: 03 Ara 2017 21:58
İletişim:

04 Ara 2017 13:40

TÜRK İSLAM EDEBİYATI VİZE (özet) (1).docx
Dosyaları indirebilmeniz için BURADAN kayıt olmanız gerekiyor.
Cevapla
  • Benzer Konular
    Cevaplar
    Görüntü
    Son mesaj
  • Bilgi
  • Kimler çevrimiçi

    Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 21 misafir