AÖF Tesfir Tarihi ve Usulü tüm ünite özetleri
Gönderilme zamanı: 03 Ara 2017 23:00
TEFSİR TARİHİ VE USÛLÜ
ÜNİTE-1
KUR’ÂN’IN NÜZÛL SÜRECİ: VAHİY Vahyin Tanımı: gizli ve süratli bir şekilde bildirmek, seslenmek, gizli konuşmak, fısıldamak, emretmek, telkîn etmek, ilham etmek, işâret etmek, yazı yazmak, bir şeyi başkasına intikal ettirmek, elçi göndermek ve içgüdü gibi anlamlara gelmektedir.
Vahyin Başlangıcı Vahyin başlangıcı ile ilgili olarak Hz. Âişe şu olayı aktarmaktadır: “Resûlüllah’ın vahiy başlangıcı uykuda rüyay-ı sâdıka yani, doğru rüya görmekle olmuştur. *Vahyin bir müddet kesilmesinden (fetret devrinden) sonra ilk defa Müddessir sûresinin baş tarafının nâzil olduğu rivâyet edilmektedir.
Vahyin Keyfiyeti Vahyin keyfiyeti, Allah ile Peygamberi arasında olan bir sırdır, başka bir ifade ile bu, fizik ötesi bir hâdisedir. Fakat tebliğ eden (elçi) ile kendilerine tebliğ edilen (muhâtap) arasında iletişimin sağlanabilmesi için şu iki şartın olması gerekir: 1. Mahiyet/ontolojik olarak eşit yani, aynı seviyede olunmalı. 2. Aralarında ortak bir dil/anlaşma vasıtası bulunmalıdır.
Vahyin Çeşitleri İslâm âlimleri vahyi, metlüv (okunan) ve gayr-i metlüv (okunmayan) olarak ikiye ayırmışlardır. Bu hususta Cüveynî’nin taksimi şöyledir: 1. Metlüv okunan: Allah Cebrâil’i, Allah şöyle şöyle yapmanı emrediyor diye Resûlüne gönderir. Cebrâil de Allah’ın dediklerini kavrayarak Hz. Peygamber’e gelir ve Rabbinin söylediklerini ona iletir. 2. Gayr-i metlüv (okunmayan): Yüce Allah Cebrâil’e, “bu kitabı/metni Peygamber’e aynen oku” diye emreder; Cebrâil de en ufak bir değişiklik yapmadan Allah’ın kelâmını olduğu gibi/harfiyyen Resûlullah’a indirir.
Vahyin Geliş Şekilleri 1. Allah’ın iletmek istediği mesajları peygamberinin kalbine doğrudan bırakması/yerleştirmesi. 2. Vahyi peygamberine bir perde arkasından bildirmesi. Hz. Mûsâ’ya ağaçtan nidâ etmesi bu tür bir vahiy çeşididir. 3. Vahiy getirmekle görevlendirdiği bir meleği elçi olarak göndermesi. Kur’ân bu şekilde yani, Cebrâil vâsıtası ile indirilmiştir.
Resûlullah’a vahyin geliş şekillerini görelim: 1. Hz. Peygamber’in uyurken gördüğü sâdık rüyalar. 2. Cebrâîl’in aslî suretiyle görünerek vahiy getirmesi. Cebrâil’in aslî suretiyle vahiy getirmesi iki defa meydana gelmiştir: Birincisi, Hz. Muhammed’in peygamberliğinin başlangıcında olmuştur. İkincisi ise, Miraç’ta Sidretu’l-Müntehâ’da vâki olmuştur. 3. Cebrâil’in görünmeden çıngırak sesine benzer bir sesle vahiy getirmesi. Hz. Peygamber’e gelen vahyin en ağır şekli bu idi. 4. Hz. Peygamber uyanık iken meleğin görünmeksizin onun kalbine ilâhî vahyi ilkâ etmesi. 5. Cebrâil’in insan suretine girerek vahiy getirmesi. Meleğin daha ziyade Dıhye el-Kelbî şekline girerek Hz. Peygamber’e vahiy getirdiği belirtilmektedir. Resûlullah’a en kolay gelen vahiy şekli budur.
Vahy Esnasında Görülen Haller 1. Resûlullah’ın, en soğuk günlerde bile alnının terlemesi. 2. Resûlullah’ın üzerine büyük bir ağırlığın çökmesi. 3. Resûlullah’ın yanında bazen horultuya, bazen de arı uğultusuna benzer bir ses işitilmesi. 4. Resûlullah’ın sırt üstü yatarak üzerinin örtülmesi ve yüzünün kızarması. 5. Bunlardan başka vahiy inerken Resulullah’ın uykusu gelir, vücudu kaskatı kesilir ve ağırlaşır, üzerine sekînet iner, gözlerini belli bir noktaya dikerdi. *İlham ile “kalpleri tasfiye edilmiş kişilere âni olarak verilen tefekkür ve istidlal dışı bilgiler” kastedilmektedir.
Vahiyle ilham arasında şu farklar bulunmaktadır: 1. Peygamberler kendilerine indirilen vahyin Allah katından olduğunu kesin olarak bilirler. İlhamın kaynağı belli olmadığı için onu alanlar onun nereden geldiğini bilemezler. 2. Vahiy vasıtalı, ilham ise vasıtasız olarak tecellî eder. 3. Vahiy olayı son bulmuştur, ilham ise devam etmektedir. 4. Vahiy bağlayıcıdır, ilham ise bağlayıcı değildir 5.Vahiy umumî ve küllî, ilham ise hususî ve cüzîdir.6.Vahiy yoluyla elde edilen bilgiler birbirleriyle çelişmez; ilham ile elde edilen bilgiler ise birbirleriyle çelişebilir. *keşf, “duyular ve akıl yoluyla bilinme imkânı olmayan gaybî hakîkatlerin gözle görünürcesine apaçık bir şekilde kişiye bildirilmesidir”. Aynı kökten gelen mükâşefe ise, “kalp gözünün açılması ve gayb âleminin görülmektedir.
Vahiy Katipleri Mekke’de ilk vahiy kâtibi Abdullah b. Sa’d b. Ebî Sarh’tır. Medîne’de ise ilk vahiy kâtipliği yapan kişi Übeyy b. Ka’b’tır. Ondan sonra Zeyd b. Sâbit vahiy kâtipliği yapmıştır. Bunlardan başka vahiy kâtiplerinin bazılarının isimleri şöyledir: Ebû Bekir, ---------------------Ömer b. el- Hattâb, -----------Ali b. Ebî Tâlib,-------------- Osman b. Affân, Zübeyir b. Avvâm, -----------Halid b. Velîd, ------------------Amr İbnu’l-Âs,---------------Huzeyfe İbnu’l-Yemân, Âmir b. Füheyre, -------------Mu’âviye, -----------------------Şurahbil b. Hasene, -------Muğîre b. Şu’be, Sâbit b. Kays,------------------Muâz b. Cebel,----------------- Abdullah b. Erkâm, -------Abdullah b. Zeyd, Abdullah b. Revâha,------- -Talha b. Ubeydillah, ----------Sa’d b.Ebî Vakkâs,---------- Hâlid b. Sa’îd Hanzala b. er- Rabî’, --------Cehm İbnu’s-Salt,------------- el-Huseyin en-Nemerî, ----Muhammed İbnu’l- Mesleme ve- Ebân b. Sa’îd. Huvaytıb b. Abdi’l-Uzzâ,
Vahyin Yazıldığı Malzemeler 1. Hurma ağacının, yaprakları, kabukları ve yapraklarının orta damarları. 2. İnce beyaz taşlar. 3. Kürek ve kaburga kemikleri. 4. İşlenmemiş deri. 5. İnce deri (rakk). 6. Çanak-çömlek parçaları. 7. Parşömen parçaları. 8. Tahtadan yapılmış levhalar. 9. Bez parçaları.
Vahye Ait Bazı Terimler El-Hadarî: Hz. Peygamber seferde ve misafirlikte bulunmadığı zamanlarda inen vahiylerdir. Kur’ân’ın ekserisi bu şekilde nâzil olmuştur. Es-Seferî: Hz. Peygamber yolculukta veya savaşta bulunduğu sırada nâzil olan vahiylerdir. En-Nehârî: Gündüz nâzil olan vahiylerdir. Kur’ân-ı Kerîm’in ekserisi gündüz vahyedilmiştir. El-Leylî: Geceleyin inen vahiylerdir. Es-Sayfî: Yaz mevsiminde nâzil olan vahiylerdir. Eş-Şitâî: Kış mevsiminde nâzil olan vahiylerdir. El-Firâşî: Hz. Peygamber yatağında iken nâzil olan vahiylerdir. El-Ardî: Hz. Peygamber yeryüzünde iken nâzil olan vahiylerdir. Es-Semâî: Hz. Peygamber semâda iken inen vahiylerdir.
Vahyin Nuzül Aşamaları 1. Levh-i Mahfûz’a İnmesi: Levh-i Mahfûz’un mâhiyeti, nerede olduğu, Kur’ân’ın oraya ne zaman ve nasıl indirildiği, hangi dil ve yazı ile kaydedildiği konusunda bir bilgi yoktur. Çünkü bunlar tamamen gaybî konulardır. 2.Beytü’l-İzze’ye İnmesi Kur’ân, aynı zamanda yakın sema da denilen Beytü’l-İzze’ye Levh-i Mahfûz’dan indirilmiştir. Kur’ân’ın Beytu’l-İzze’ye toptan indirilişinin faydadan hâli olmadığı anlaşılmaktadır: A. Diğer ilâhî kitaplardan farklı olarak Allah Kur’ân’a iki farklı özellik vermiştir: Hem toplu ve hem de parça parça iniş. B. Bir kitabın bir tek sicile değil, birden fazla sicile kaydedilmesi, yine ona verilen değeri gösterdiği gibi ayrıca onun, her safhada titizlikle korunduğunu ortaya koyar. C. Allah, gökler âlemindeki varlıklara, bu Kur’ân’ı son Peygamber’e indireceğini bildirmiş, böylece onları bu muazzam olaya şahit tutmuş olmaktadır. 3.Hz. Peygamber’e İnmesi Kur’ân’ın parça parça indirilmesi Arap dilinde “Tencîmu’l-Kur’ân” terimiyle ifade edilmektedir. Bu terim, Kur’ân’ın Hz. Peygamber’e toplu olarak bir defada değil, peyderpey, parça parça indirilmesi demektir.
Vahyin Hz. Peygamber’e Parça Parça İndirilmesinin Hikmetleri 1. Kur’ân’ın parça parça indirilmesiyle Müslümanlara büyük bir kolaylık sağlanmıştır. 2. Kur’ân’ın parça parça inmesiyle, büyük çoğunluğu okuma-yazma bilmeyen Arapların Kur’ân’ı anlamaları ve uygulamaları kolaylaşmıştır. 3. Kur’ân, parça parça inmekle, ona inanmayanların iç yüzleri açığa çıkmıştır. 4. Müslümanların sordukları sorularla müşrik, münkir ve münâfıkların şüphe ve itirazlarına anında cevaplar verilmiştir. 5. Hz. Peygamber ve ashâbına moral ve güç kaynağı olmuştur. 6. Zaman zaman meydana gelen hâdiseler sebebiyle ortaya çıkan problemlere taze çözümler getirmiştir. 7. Hz. Peygamber ve ashâbının yaptığı hatalar zamanında düzeltilmiştir. 8. İlâhî irade tarafından değiştirilmesi gereken bazı hükümlerin zamanı gelince değiştirilmesine imkân sağlanmıştır (nâsih-mensûh). 9. Kur’ân’ın bir beşer kelamı değil, ilâhî bir kitap olduğunu göstermeye vesile olmuştur. 10. Kur’ân, edebiyatçılara meydan okumuştur. 11. Kur’ân, toptan indirilmiş olsaydı bu durum onun, önceden başkaları tarafından düşünülüp tertîb edildiği şüphesini doğururdu.
KUR’ÂN’IN MUSHAFLAŞMA SÜRECİ
Kur’ân’ın Ezberlenmesi Hz. Peygamber’in Ezberlemesi: Hz. Peygamber kendisine indirilen âyet ve sûreleri Allah’ın lütfuyla önce ezberler, sonra tebliğ ederdi.
Sahâbenin Ezberlemesi: Hz. Peygamber, inen âyetleri ezberledikten sonra önce erkeklere, sonra da kadınlara okuyordu. Sahâbeyi Kur’ân’ı ezberlemeye sevk eden belli başlı sebepleri sıralayalım: 1. Güçlü bir hâfızaya sahip olmaları. 2. Namazda belli bir miktarda Kur’ân okumanın farz/vâcip oluşu. 3. Kur’ân’ın emir ve yasaklarına uymanın gerekli olması. 4. Resûlullah’ın, Kur’ân eğitimi ve öğretimi ile bizzat ilgilenmesi. 5. Kur’ân okuyanlara verilecek sevap ve mükâfâtın büyük olması.
Kur’ân’ın Yazılması Hz. Peygamber ümmî idi yani, okuma yazma bilmiyordu.Resûlullah, Kur’ân’ın sadece ezberlenmesiyle yetinmemiş, aynı zamanda onu titizlikle yazdırmıştır. Kur’ân’ın yazdırıldığına dair pek çok delil bulunmaktadır. Onlardan bazıları şunlardır: 1. Her şeyden önce Kur’ân’ın bir isminin de “yazılı metin” anlamına gelen “el-Kitâb” olması, onun yazıldığını göstermektedir. 2. Şu âyetler, Kur’ân’ın yazıldığını ortaya koymaktadırlar:“Dileyen ondan (Kur’ân’dan) öğüt alır.
O, değerli sahifelerdedir, tertemiz kılınmış, yüce makamlara kaldırılmış mukaddes sahifelerde, kâtiplerin ellerindedir, değerli ve güvenilir katiplerin” 3. Bir hadîsinde Resûlullah şöyle buyurmuştur: “Benden, Kur’ân’dan başka bir şey yazmayınız. Kim benden Kur’ân’ın dışında bir şey yazmışsa onu imhâ etsin”. İşte bu hadîs Kur’ân’ın yazıldığını açıkça ortaya koymaktadır. 4. Hz. Ömer’in Müslüman olması hâdisesinde, kız kardeşi Fâtıma’nın elinde bulunan Tâhâ sûresinin baş tarafının yazılı bulunduğu sahîfe de Kur’ân’ın yazıldığını gösteren önemli bir delildir. 5. Abdullah b. Ömer şöyle demektedir: “Biz, Kur’ân üzerimizde iken düşman ülkesine gitmekten menedilmiştik. Bunun sebebi, o yazılı metinlerin düşman eline geçme korkusu idi”. 6. Konuyla ilgili olarak Berâ b. Âzib şu olayı anlatmaktadır: Müminlerden özür sahibi olanlar dışında oturanlarla malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vadetmiştir; ama mücahidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır” (Nisâ (4), 95) âyeti nâzil olunca Resûlullah bana, “Zeyd’i çağır, kalem ve mürekkep getirsin” dedi. Zeyd, elinde kalem, mürekkep ve üzerine yazı yazılacak malzeme ile geldiğinde Hz. Peygamber ona bu âyeti okuyarak yazdırdı”. Resûlullah’ın zamanında şu kişilerin Kur’ân’ın tamamını topladıkları rivâyet edilmektedir: Ali b. Ebî Tâlib, ___Sa’d b. Ubeyd b. en- Nu’mân b. Amr b. Zeyd, _____Ebû’d-Derdâ’ Uveymir b. Zeyd, Mu’âz b. Cebel, __Ebû Zeyd b. Sâbit,__ _Zeyd b. Sâbit, _____Übey b. Ka’b,___Ubeyd b. Mu’âviye.
Kur’ân’ın Toplanması (Cem’) 1. Hz. Peygamber hayatta olduğu müddetçe vahiy devam ediyordu. Bu nedenle bazı âyetlerin neshedilme ihtimali vardı. Hal böyle olunca Kur’ân’ın bir kitap haline getirilmesi bazı karışıklıklara sebep olabilirdi. 2. Âyet ve sûreler nuzül tarihine göre sıralanmıyordu. Bazen, daha önce inen bir sûreye, sonradan inen bazı âyetler ilave ediliyordu. 3. Vahyin tamamlanmasıyla Hz. Peygamber’in vefatı arasındaki süre, Kur’ân’ın bir cilt halinde toplanmasına yetecek kadar değildi. Âlimlerin çoğuna göre bu süre 9 gecedir. *Kur’ân’ın bir cilt halinde toplanmasının en önemli sebebinin, Yemâme savaşında 70 (bazılarına göre 500 veya 700) kurrâ sahabînin şehid edilmesi olduğu öne sürülmektedir. Kur’ân’ı bir araya toplamak için Zeyd b. Sâbit’in başkanlığında bir heyet kuruldu. Zeyd b. Sâbit’in bu işin başına geçirilmesinin nedenleri şunlardır: 1. Zeyd, uzun süre vahiy kâtipliği yapan bir kişi idi. 2. Resûlullah hayatta iken Kur’ân’ın tamamını toplamıştı. 3. Zeyd, Kur’ân’ın tamamını ezberleyen ve onu en güzel şekilde okuyan sahâbîlerden biriydi. 4. Zeyd’in kırâati, Hz. Peygamber’in son arzada Cebrâil’e sunduğu kırâat idi. 5. Zeyd, çok zeki bir kişiydi. 6. Zeyd, bütün Müslümanların güvenini kazanmış olan biriydi. * Kur’ân’ı toplama faaliyeti, yaklaşık olarak bir yıl sürmüştür. Toplanan bu nüshaya Abdullah b. Mes’ûd’un teklifiyle Mushaf adı verilmiştir. Kur’ân’ın toplanma işi bitince Zeyd b. Sâbit onu baştan sona okumuş ve Ahzab sûresinin 23. âyetinin eksik olduğunu fark etmiş, bizzat kendisinin de Resûlullah’tan dinleyerek öğrendiği bu âyeti sadece, Huzeyme b. Sâbit’in yanında bularak Mushaf’taki yerine kaydetmiştir. Toplanan bu Mushaf’ın bazı özellikleri şunlardır: 1. Bu nüsha en ince ilmî tespit usulleriyle toplanmıştır. 2. Bu nüshaya, ancak tilâveti mensûh olmayan âyetler alınmıştır. 3. Bu nüsha yedi harfi ihtivâ etmektedir. (Yedi harf konusu ikinci ünitede ele alınacaktır). 4. Bu nüshanın doğruluğu, hem ümmetin icma’ı ve hem de tevâtürle sâbittir.
Kur’ân’ın Çoğaltılması (İstinsâh) Hz. Osman,___ Zeyd b. Sâbit, ____Abdullah b. ez-Zübeyr, _____Sa’îd b. el-Âs ve Abdurrahman b. Hâris’ten oluşan bir heyet meydana getirerek onlara Kur’ân’ı istinsah etmelerini emretti. Bu heyette, Kesîr b. Eflah, ____Ubey b. Ka’b, Nafi b. Zurayb, ____Abdullah b. Abbas, ___Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr,___ _Mâlik b. Ebî Amr ve Enes b. Mâlik’in de bulunduğu rivâyet edilmektedir. Hz. Osman, Kur’ân’ı çoğaltacak olan heyete, şu prensiplere göre çalışmaları talimatı verdi: 1. Çoğaltmada, Ebû Bekr döneminde toplanan Mushaf esas alınacaktır. 2. Çoğaltılacak nüshalara, Hz. Peygamber’in son arzada okumuş olduğu bir harf alınacak, geriye kalan altı harf alınmayacaktır. 3. Bu nüshalara tilâveti neshedilmiş âyetler yazılmayacaktır. 4. Heyetteki üyeler arasında lehçe bakımından herhangi bir ihtilaf çıkarsa, Kureyş lehçesi tercih edilecektir. 5. Birkaç Kur’ân nüshası istinsah edilerek çeşitli beldelere gönderilecektir. 6. Sûreler bu gün elimizdeki Kur’ân’larda olduğu şekilde tertîb edilecektir. 7. Çeşitli maksatlarla kaydedilen birtakım özel not ve kayıtlar bu Mushaflara yazılmayacaktır. İstinsah edilen nüshaların adedi hakkında farklı görüşler vardır. Bu sayının dört, beş, yedi ya da sekiz olduğu öne sürülmektedir. Söz konusu nüshaların beş adet olup ikisinin Medîne’de kaldığı (ki bunlardan biri Hz. Osman, diğeri de Medîne ahâlisi içindi), diğerlerinin de Basra, Kûfe ve Şam’a gönderildikleri konusunda herhangi bir ihtilafın bulunmadığı bildirilmektedir. Mekke, Yemen ve Bahreyn’e de gönderildikleri rivâyet edilmektedir. Bu gün, Hz. Osman döneminde çoğaltılan bu nüshalardan, Londra’daki India Office kütüphanesinde, Topkapı Sarayı’nda ve Taşkent’te birer adet bulunduğu belirtilmektedir.
Kur’ân’ın Harekelenmesi ve Noktalanması Basra vâlisi Ziyâd b. Sümeyye, Ebû’l-Esved ed-Dü’elî’ye mürâcaat ederek ondan Kur’ân’a, yanlış okumaları önlemek için bazı işaretler koymasını istedi. Ziyâd’ın teklifini kabul ederek ondan kâtip istedi. Ziyâd ona otuz kadar kâtip gönderdi. Ebû’l-Esved ed-Dü’elî, Abdu’l-Kays’dan olan birini tercih etti. Ebû’l-Esved ed-Dü’elî’nin koyduğu bu noktalar hareke yerine konan noktalardır. İlgili kaynaklara göre bu noktalar tarihte ilk defa Ebû’l-Esved ed- Dü’elî tarafından îcâd edilmiştir. Kur’ân’ın, Hz. Osman döneminde çoğaltılmasından bahsedilince, o dönemde şekillenen Resmü’l- Mushaf’tan da bahsetmek gerekmektedir.
Resmü’l-Mushaf (Mushafın Yazısı) Hz. Osman döneminde Mushaf çoğaltılırken bu günkü yazım kurallarından farklı bir yazı stili kullanılmıştır. Bu farklılıklardan bazıları şunlardır: 1. Hazif yapılması. Yani kelimeden harf düşürülmesi demektir. Meselâ “yâ eyyühâ/ﻳﺎأﻳﻬﺎ” ibaresini yazarken, ye harfinden sonra elifi yazmamak gibi. 2. Fazladan harf ilave edilmesi. Meselâ çoğul ya da çoğul hükmünde olan kelimelerin sonunda bulunan vavdan sonra elif ilave etmek gibi. 3. Bedel. Yani bir harfin yerine başka bir harfin yazılması. Meselâ salât ve zekât kelimelerinde olduğu gibi. 4. Fasl ve vasl. Vasl, kelimenin son harfinin, onu takip eden kelimenin baş harfiyle kaynaştırılması demektir. “ﻣِﻦْ ﻣَﺎ” kelimelerinin “ﳑِﱠﺎ” şeklinde bitiştirilerek yazılması gibi. 5. İki kırâata da elverişli olacak şekilde yazma. Âlimler, Resm-i Osmânî’ye uymanın gerekli (tevkîfî/vahye dayalı) olup olmadığı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Şimdi bu farklı görüşleri görelim: 1. Resm-i Osmânî’nin tevkîfî olduğunu savunanlar. Abdulaziz ed-Debbağ Ahmed b. Hanbel 2. Resm-i Osmânî’nin tevkîfî olmadığını savunanlar. Bâkıllânî ve İzz b. Abdisselâm *Resmü’l-Mushaf’a dair birtakım eserler yazılmıştır. Bunların bazıları şunlardır: Abdullah b. Süleyman b. el-Eş’as es-Sicistânî, el-Mesâhif; Ebû Amr Osman ed Dânî, el-Muknî fî Ma’rifeti Mersûmi Mesâhifi Ehli’l-Emsâr; İbrahim b. Ömer el-Ca’berî, Hamîletu Erbâbi’l-Makâsıd fî Resmi’l-Mesâhif.
ÜNİTE-2
Kur’ân Kelimesinin Etimolojisi 1. Kur’ân lafzı, “karînetün” kelimesinin çoğulu ve aynı zamanda hemze- siz olan “el-karâin/اﻟﻘﺮاﺋﻦ” lafzından türemiştir. Bu görüşü Ebû Zekeriyyâ’ Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ’ ileri sürmüştür. 2. Kur’ân kelimesi, sözlükte bir şeyi diğer bir şeye yaklaştırmak anlamına karene ﻗﺮن fiilinden türemiştir. Eş’arî ve ona tâbi olanların ortaya attığı gelen bu görüşe göre, Kur’ân lafzının bu fiilden türemesi onun, harf, kelime, âyet ve sûrelerinin birbirlerine bitişik ve yakın olmaları nedeniyledir. Şafiî ve taraftarlarına göre “Kur’ân lafzı hemzeli değildir; “el/ال” ile ma’rife yapılmış ve mürteceldir (bir tür özel isimdir); Hz. Peygamber’e inen kelâma özel isim olarak konmuştur, türememiş, kara’e/ﻗﺮأ’den de alınmamıştır, şayet kara’e’den alınmış olsaydı her okunan şeyin Kur’ân olması gerekirdi”. 3. “Kur’ân” lafzı, “okumak” anlamına gelen kara’e’den türemiş, fu’lân vezninde bir kelimedir: Ebu’l-Hasan Ali b. Hazm el-Lihyânî tarafından ileri sürülen bu görüş, İslâm âlimlerinin ekseriyeti tarafından kabul edilmektedir.
Müsteşriklerin “Kur’ân” lafzının köküne dair görüşleri; Schwally, Wellhausen ve Horovitz gibi oryantalistlere göre “Kur’ân” lafzı Süryanice veya İbrânice, keryânî - kiryânî kelimelerinden alınmıştır. Şimdi onların bu görüşlerinin doğru olmadığının delillerini görelim: 1. Arabça, Süryânice ve İbrânice, Sâmi dilleri ailesindendir. Bu dil ailesinin en eskisi, üstünü, gelişmişi ve zengin kelime hazinesine sahip olanı Arapça’dır. Şimdi kendilerinden daha eski ve zengin olan bir dilin o dillerden kelime aldığını iddia etmek yanlıştır. 2. Kur’ân’da da belirtildiği gibi, İslâmiyet öncesi Araplar, -bir kaç kişi dışında- ümmî bir toplum idi. Sözlü rivâyet esastı; edebî ürünler, kıssalar ve haberler hafızaya dayanıp şifâhî olarak naklediliyordu. Bunların yazıya geçirilmesine hicretin birinci yüzyılından itibaren başlandı. 3. İnsanlar, ihtiyaçlarına göre kelime ihdâs ederler, ortaya çıkan yeni eşyalara yeni isimler bulurlar. Câhiliyye devri Arab edebiyatı ile Arapların sosyal hayatında dinin çok az bir yeri vardı. Yani Kur’ân yoktu. Olmayan bir şeyi isimlendirmek, o, şu veya bu dilin, şu veya bu kelimesinden türedi, demek ise mümkün değildir.
Kur’ân’ın Terim Anlamı “Kur’ân, Hz. Muhammed’e vahiyle indirilmiş, tevâtürle nakledilmiş, mushaflarda yazılmış, tilâvetiyle ibâdet edilen, bir sûresinin –dahi olsa- meydana getirilmesi için meydan okuyan, Fâtiha sûresiyle başlayıp Nâs sûresiyle sona eren, Allah’ın kelâmıdır”.
Kur’ân’ın Hedefi Kur’ân, tüm insanlığı hidâyete getirmek amacıyla nâzil olmuş, evrensel bir ilâhî mesajdır.
Kur’ân’ın Muhtevâsı Kur’ân’ın âyet ve sûreleri, konu bütünlüğü oluşturacak şekilde sıralanmadığından muhtevâsının tespiti biraz zordur. Mekkî âyet ve sûrelerde, Allah’ın birliği, kudreti ve lütufkârlığı ile âhiret günü ve dirilme gibi uhrevî konular geniş olarak işlenmiştir. Medenî olan âyet ve sûrelerde, Mekkî sûrelerin ihtiva ettiği başlıca konuların yanı sıra, ibâdât ve muâmelât konuları ağırlık kazanmıştır.
Kur’ân’ın Kitâb-ı Mukaddes’le Mukâyesesi Kur’ân ile daha önceki ilahî kitaplar arasında vahyedilme, kayda geçirilme, günümüze gelme, üslûp ve muhtevâ açısından önemli farklılıklar vardır. Kitâb-ı Mukaddes, çeşitli yazarlar tarafından farklı dönemlerde yazılmış farklı edebî türlerdeki yazılardan meydana gelmektedir. Onda tarihî yazıların yanı sıra dinî hükümler, hikmet türü bölümler, dua ve münâcâtlar bulunmaktadır. Kitâb-ı Mukaddes’e ait bölümlerin çoğu, adını taşıyan kişiler tarafından yazılmamıştır; ayrıca bazen birden çok kitap belli bir yazara nispet edilmiştir. Ayrıca Kitâb-ı Mukaddes’te hâdiseler, zaman ve mekân boyutuna inilerek aktarılmakta, dolayısıyla Eski Ahid İsrâiloğulları’nın tarihini, Yeni Ahid ise Hz. Îsâ ve havarilerin hayatlarını anlatan birer tarih kitabı niteliği taşımaktadır. Kur’ân’da anlatılan tarihi olay ve kıssalarla muhataplara belli derslerin verilmesi amaçlanmıştır. Bu nedenle Kur’ân’da olaylar, zaman ve mekân belirtilmeden anlatılmıştır.
Kur’ân’ın Faziletleri (Fezâilü’l-Kur’ân) Fezâilu’l-Kur’ân, Kur’ân’ın tamamını veya bazı sûre ya da âyetlerini öğrenip okuyan, öğreten, dinleyen, ezberleyen, hükümlerine göre amel edenlerin kazanacakları sevapları, bazı sûre yahut âyetlerin şifalı olduğunu bildiren hadisleri içeren literatür için kullanılan bir tabirdir. Bunun için kaynaklarda “Fezâilu’l-Kur’ân”, “Sevâbu’l-Kur’ân”, “Menâfiu’l-Kur’ân” gibi terimler kullanılmıştır.
İmam Şafiî’nin Menâfiu’l-Kur’ân adındaki kitabının bu konuda yazılan ilk eser olduğu ileri sürülmektedir. Fezâilu’l-Kur’ân’la ilgili hadisler incelendiğinde onların üç kısma ayrıldığı görülmektedir. 1. Kur’ân’ın bütününün fazîletine dair hadîsler: “Sözün en hayırlısı, Allah’ın Kitâb’ıdır” hadîsi gibi. 2. Kur’ân’ın sûrelerinin fazîletine dair hadîsler: “Nefsim kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki o (İhlâs sûresi), Kur’ân’ın üçte birine denktir” gibi. 3. Kur’ân âyetlerinin fazîletine dair hadîsler: “Geceleri, Bakara sûresinin sonundan iki âyet okuyan kimseye o iki âyet kâfî gelir” hadîsi gibi. Bu konuda yazılan bazı eserler şunlardır: Ahmed b. Şu’ayb en-Nesâî, Fezâilu’l-Kur’ân; Ebu’l-Fidâ İsmâil b. Kesîr, Fezâilu’l-Kur’ân; Ebu’l-Fazl Ahmed b. Ali b. Hacer el-Askalânî, el-İtkân fî Fezâili’l-Kur’ân.
KUR’ÂN’IN UNSURLARI Âyet Tanımı: sözlükte, iz, açık işaret, burhân, emâre, ibret, nişâne, şaşırtıcı iş ve mucize manasına gelmektedir. Terim olarak âyet, “Kur’ân’ın herhangi bir sûresinde, bir veya birkaç kelime ya da cümleden meydana gelen ve başından ve sonundan ayrılmış olan bölümlere” denir. Âyetlerin son kelimesine, iki âyeti birbirinden ayırdığı için fâsıla, fâsılanın son harfine de harfu’l-fâsıla denmektedir. Âyetlerin Tertibi: tevkîfîdir, yani vahye dayanmaktadır. Kur’ân’ın âyetlere bölünmesinin tevkîfî olup olmadığı konusunda ise ihtilaf vardır. Bazı âlimlere göre tevkîfî, bazılarına göre de kıyâsîdir (ictihâdîdir). Âyetlerin Sayısı: Kur’ân’da, İbn Abbas 6216, Basralılar 6204, Medîneliler 6219, Şamlılar 6226, Kûfeliler de 6236 âyet bulunduğunu ifade etmektedirler. Bu son (6236) görüşün daha doğru olduğu belirtilmektedir. En kısa âyetin hangisi olduğu konusunda ise ihtilaf vardır. Bu hususta zikredilenler şunlardır: Müdhâmmetân, ve’l-fecr, yâsîn, ve’l-asr, ve’d-duhâ, müddessir, rahmân ve yâsîn.
İlk ve Son Nâzil Olan Âyetler Âlimlerin çoğuna göre, ilk inen âyetler Alak sûresinin ilk beş âyetidir; fetret devrinden sonra da Müddessir sûresinin baş kısmı nâzil olmuştur. En son nâzil olan âyet hakkında ise görüş ayrılığı vardır. Bu âyetler şunlardır: 1. (Mâide (5) 3). Bu âyet nâzil olduktan sonra, ahkâm âyeti inmediği ve Resûlullah’ın 81 gün yaşadığı bildirilmektedir. O halde bu, en son inen âyet değildir. 2. (Nasr (110), 1-3). 3. (Bakara (2), 278). 4. (Nisâ (4), 176). 5. (Bakara (2), 281). Bu âyet nâzıl olduktan sonra Resûlullah 9 gece yaşamıştır. Âlimlerin çoğu, en son inen âyetin bu âyet olduğu görüşündedirler. Besmele: İbadetler başta olmak üzere her işe besmele ile başlamak sünnettir. Hanefilere göre, sûrelerin başında bulunan besmeleler, bulunduğu sûreden ayrı olarak başlı başına birer âyettir. İmam Şâfiî’ye göre besmele, Fâtiha’nın başından bir âyettir. İmam Mâlik’e göre sûre başlarındaki besmeleler Kur’ân’dan değildir. Ahmed b. Hanbel’den bu konuda iki görüş vardır: 1. Besmele, Fâtiha ve diğer sûrelerin başından birer âyettir. 2. Sûrelerden ayrı olarak birer âyettir. Tevbe sûresi dışında bütün sûrelerin başında besmele vardır.
Secde Âyetleri: Secde sözlükte, aşırı saygı göstermek, tevâzuyla eğilmek ve alnı yere koymak manalarına gelmektedir. Okunması veya dinlenmesi halinde secde edilmesi gereken âyetlere secde âyeti, bu sebeple yapılan secdeye de tilâvet secdesi denir. Kur’ân’da on dört sûrede secde âyeti vardır. 1) Arâf (7), 206.____________ 2) Ra’d (13), 15. ________3) Nahl (16), 49. 4) İsrâ’ (17), 107. ___________5) Meryem (19), 58._____ 6) Furkân (25), 60. 7) Alak (96), 19. ____________8) Neml (27), 25. ________9) Secde (32), 15. 10) Sad (38), 24.___________11) Fussilet (41), 37.______12) Necm (53), 62. 13) İnşikâk (84), 21.________ 14) Hac (22), 18. Şâfiî’ye göre bu sûrede iki secde vardır. Biri bu 18. âyette, diğeri de şu 77. âyettedir. Hanefîlere göre, 77. âyetteki namaz secdesidir. Tilâvet secdesi, Hanefîlere göre vâciptir.
Sûre Tanımı: Sözlükte, yüksek rütbe, mevki, şeref, yüksek bina, sûr gibi manalara gelir. Terim olarak sûre, “âyetlerden en az üç âyetten- meydana gelen, başı ve sonu bulunan müstakil Kur’ân parçası” demektir. Kur’ân’da 114 sûre vardır. Übey b. Ka’b’a göre 87’si Mekkî, 27’si ise Medenîdir. Mısır Kralı Fuâd’ın ilmî bir heyete tetkik ettirerek bastırdığı Mushaf’a göre ise sûrelerin 86’sı Mekkî, 28’i Medenîdir
Sûrelerin Tertibi: sûrelerin tertibi kim tarafından yapılmıştır? Bu konuda üç görüş vardır: 1. Sûrelerin tamamının tertibi Hz. Peygamber’e dayanmaktadır (tevkîfî). 2. Sûrelerin tamamının tertîbi sahâbenin ictihâdı ile olmuştur. 3. Sûrelerin tertîbinin bir kısmı Hz. Peygamber’in bildirmesi, bir kısmı da sahâbenin ictihâdı ile olmuştur. Bunlar arasında, tertîbin tevkîfî olduğu görüşünün daha ağırlıklı olduğu söylenebilir.
Sûrelerin Tasnîfi: Kur’ân’da sûreler, uzunluk ve kısalıklarına göre şöyle tasnîf edilmiştir: 1. es-Sebu’t-tuvel: En uzun yedi sûre demektir. Bunlar, Fâtiha’dan sonra gelen Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ, Mâide, En’âm, A’râf, Enfâl-Tevbe’dir. Bazıları Enfal-Tevbe yerine Yunus sûresini koymaktadırlar. 2. el-Mi’ûn: Birinci gruptan sonra gelen ve âyet adedi yüz civarında olan sûrelerdir. 3. el-Mesânî: Âyet adedi yüzden az olan sûrelerdir. Bunlar, Ahzâb sûresinin başından Kaf sûresinin başına kadar olan sûrelerdir. 4. el-Mufassal: Mushafın son bölümü olup, Kaf sûresinin başından Nâs sûresinin sonuna kadar olan sûreleri içine almaktadır.
Sûrelerin İsimleri: isimlendirilmelerinin tevkîfî olduğunun kabûlü daha doğru görünmektedir. Mekkî ve Medenî Sûreler: Sûrelerin Mekkî veya Medenî oluşları hakkında üç görüş vardır: 1. Vahyin indiği mekân dikkate alınarak yapılan taksim. Buna göre Mekke’de nâzil olan âyet ve sûrelere Mekkî, Medîne’de ve Medîne’ye yakın yerlerde inen âyet ve sûrelere Medenî denir. 2. Muhâtaplar dikkate alınarak yapılan taksim. İçinde “ey insanlar” ifadesi bulunan âyet ve sûreler Mekkî, “ey îmân edenler” ibaresi bulunan âyet ve sûreler de Medenî’dir. 3. Zaman dikkate alınarak yapılan taksim. Buna göre, hicretten önce inen âyet ve sûrelere Mekkî, sonra inen âyet ve sûrelere de Medenî denir. İşte doğru olan görüş budur. Mekkî sûrelerin özellikleri: 1. İçinde “kellâ” lafzı olan, 2. Secde âyeti ihtiva eden, 3. Bakara sûresi hariç, içinde Âdem ve İblîs kıssası yer alan, 4. Bakara ve Âl-i İmrân sûresi hariç, başında hurûf-ı mukatta’a bulunan, 5. Bakara hariç, içinde peygamberlerin ve geçmiş milletlerin kıssaları anlatılan 6. Bazı istisnalar dışında, içinde “ey insanlar” ibaresi bulunup, “ey îmân edenler” ibaresi bulunmayan sûrelerin hepsi Mekkîdir. Medenî sûrelerin özellikleri: 1. Ankebût sûresi hariç, içinde münafıklardan bahsedilen, 2. Cihâda izin veren ve cihad hükümlerini beyan eden, 3. Hudûd ve miras paylaşımından bahseden, 4. Bazı istisnalar dışında, içinde “ey îmân edenler” ibaresi bulunan, 5. İbâdât ve muâmelât konuları tafsîlatlı olarak yer alan, 6. Ehl-i kitabın batıl inançları ve yanlış davranışlarını anlatıp onları İslâm’a davet eden sûrelerin hepsi Medenîdir.
KUR’ÂN’IN OKUNMASI Yedi Harf: Yedi harf, ihtilaflı bir meseledir. Konuya dair kırk civarında görüş vardır. Bunların belli başlı olanları şunlardır: 1. Yedi harften maksat, Arap kabilelerinden meşhur olan yedisinin lehçesidir. Bu kabileler Kureyş, Kinâne, Huzeyl, Hevâzin, Sekîf, Yemen ve Temim’dir. 2. Yedi harften maksat, meşhur yedi imamın kırâatıdır. Ancak bu görüş en zayıf olan görüştür. 3. Yedi harften maksat, aynı manaya gelen çeşitli lafızlardır. 4. Yedi harften maksat, yedi vecihtir. Bu görüşü savunanlar çoktur.
Kırâat İlmi Tanımı: Kırâat, “Kur’ân’ın kelimelerinin eda keyfiyetlerini ve ihtilaflarını nakledenle- rine isnat ederek bilmektir”. Konusu: Telaffuzlarındaki ihtilaf ve edâlarındaki keyfiyet bakımından Kur’ân’ın kelimeleridir. Gayesi: Mütevâtir kırâatların zabt melekesini elde etmektir. Gelişmesi: Hicrî ikinci asrın başında, muayyen beldelerdeki Müslümanların, kendi kırâatlarını diğer beldelerdeki kırâatlara tercih etmeleriyle “yedi kırâat” tabiri şöhret bulmaya başladı. Böylece Mekke’de İbn Kesîr, Medîne’de Nafi, Şam’da İbn Âmir, Basra’da Ebû Amr ve Yakub, Kûfe’de Asım ve Hamza’nın kırâatları meşhur oldu. Üçüncü asırda kırâatları yediye tahsis eden, Ebu Bekir b. Mücâhid’dir. Ancak İbn Mücâhid’in tasnifinde yedinci kırâat imamı Yakup değil, Kisâî’dir. Ebû Ca’fer, Yakup ve Halef b. Hişâm ilave edilerek sayı ona ulaşmıştır. On kırâat imamı ve meşhur olan râvîleri topluca şunlardır: 1. Nâfi. Râvîleri Kâlûn ve Verş’tir. 2. İbn Kesîr. Râvîleri Bezzî ve Kunbul’dur. 3. Ebû Amr. Râvîleri Dûrî ve Sûsî’dir. 4. İbn Âmir. Râvîleri Hişâm ve İbn Zekvân’dır. 5. Âsım. Râvîleri Ebû Bekir Şu’be ve Hafs’tır. 6. Hamza. Râvîleri Halef ve Hallâd’tır. 7. Kisâî. Râvîleri Leys ve Dûrî’dir. 8. Ebû Ca’fer. Râvîleri İsâ b. Verdân ve Süleyman b. Cemmâz’dır. 9. Ya’kûb. Râvîleri Ruveys ve Ravh’tur. 10. Halef. Râvîleri İshak b. İbrâhîm ve İdris b. Abdilkerîm’dir.
Sahih Kırâatın Şartları: üç şart vardır: 1. Kırâat, sahîh ve muttasıl bir senedle Hz. Peygamber’e ulaşmalı. 2. Takdiren de olsa Hz. Osman döneminde çoğaltılan nüshalardan birinin hattına uymalı. 3. Bir vecihle de olsa Arap dilinin kâidelerine uygun olmalı.
Senetleri Bakımından Kırâatların Çeşitleri 1. Mütevâtir kırâat: Yalan üzere ittifak etmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun diğer bir topluluktan rivâyet ettiği kırâata denir. 2. Meşhur kırâat: Senedi sahîh, Arap dilinin kâidelerine ve Hz. Osman döneminde çoğaltılan nüshalardan birinin hattına uygun olan, ancak tevâtür derecesine ulaşamayan kırâata, denir. 3. Âhâd kırâat: Senedi sahîh olup, ya Arapça kâidelere ya da Hz. Osman döneminde çoğaltılan nüshalardan birinin hattına uygun olmayan kırâata, âhâd kırâat denir. Bu kırâat ile okumak câiz değildir. 4. Şâz kırâat: Senedi sahîh olmayan kırâattır. Bununla da Kur’ân okumak câiz değildir. 5. Mevzû (uydurma) kırâat: Asılsız olarak yalnız okuyanına isnat edilen kırâattır. Bu kırâata göre de Kur’ân okumak câiz değildir.
Kırâatların Bugünkü Durumu Âsım kırâatı: Bugün Müslümanların ekseriyeti Kur’ân’ı, Âsım kırâatının Hafs rivâyetine göre okumaktadırlar. Nâfi kırâatı: Mısır hariç, Kuzey Afrika’da yaşayan Müslümanlar Kur’ân’ı, Nâfi kırâatının Verş rivâyetine göre okumaktadırlar. Ebû Amr’ın kırâatı: Sadece Sudan’ın bir kısmında okunmaktadır. Kırâat ilmiyle ilgili çok sayıda eser yazılmıştır. Ebu Bekir b. Mücâhid, Kitâbu’s-Seb’a; Mekkî b. Ebî Tâlib, et- Tebsıra; Ebû Amr Osmân b. Sa’îd ed-Dânî, Câmiu’l-Beyân fî’l-Kırââti’s- Seb’, et-Teysîr fî’l-Kırââti’s-Seb’; Ebû Muhammed Kâsım b. Şâtıbî, Hırzu’l- Emânî ve Vechu’t-Tehânî; Muhammed b. Muhammed el-Cezerî, en-Neşr fî’l-Kırâati’l-Aşr. Vakıf ve İbtidâ Vakıf, “kelime üzerinde, kırâata tekrar başlamak niyetiyle, âdet olduğu şekilde, nefes alacak kadar bir zaman sesi kesmekten” ibarettir. Vakıf, kelimelerin sonunda yapılır, ortasında yapılmaz.
Vakfın Kısımları 1. Tam vakıf (vakf-ı tâm). Kendisinden sonrası ile lafız ve manâ yönünden alakası bulunmayan bir kelime üzerinde yapılan vakfa tam vakıf denir. Bu vakfa, vakf-ı lâzım ve vakf-ı vâcib de denmektedir. 2. Kâfî vakıf (vakf-ı kâfî): Kelâm, lafız ve manâ yönünden tamamlanmakla beraber yine de kendinden sonrası ile anlam bakımından bir alakası varsa bu tür yerlerde yapılan vakfa, kâfî vakıf denir. 3. Hasen vakıf (vakf-ı hasen): Kelâm, lafız ve manâ bakımından tamamlanmakla beraber, yine de onun kendisinden öncesi veya sonrası ile lafız yönünden bir ilgisi varsa bu vakfa, vakf-ı hasen denir. 4. Kabih vakıf (vakf-ı kabîh): Kelâm, lafız ve manâ yönünden tamamlanmadan ve kendisinden sonraki lafız ile her iki cihetten şiddetli alakası bulunan yerde yapılan vakfa, vakf-ı kabîh denir. @ Kur’ân okurken durulması gereken yerlere bir takım harfler konmuştur: Bu harfler ve ifade ettikleri manalar şunlardır: 1. Mim/م: Bu vakıf işaretinde mutlaka durmak lazımdır. 2. Tı/ط (vakf-ı mutlak), cim/ج (vakf-ı câiz), kıf/ﻗﻒ (dur). Bu üç vakıf işaretinde durmak evlâ, geçmek ise câizdir. 3. Ze/ز (vakf-ı mücevvez), sad/ص (vakf-ı murahhas), kaf/ق ve sılî/ﺻﻠﻲ. Bu vakıf işaretlerinde geçmek evlâ, durmak ise câizdir. 4. Lâ/ﻻ. Bu, “durma” demektir. 5. Ayn/ع. Bir konunun veya kıssanın bitip başka bir konu ya da kıssanın başladığını gösterir. 6. İki grup üç nokta (vakf-ı muâneka/vakf-ı murâkabe). Sadece birisinde durulur, her ikisinde birden durulmaz. 7. Kef/ك. Kendisinden önce hangi durak işareti geçmişse onun hükmünü taşır. 8. Sin/س. Sekte ile okunacak yerlerde kelimenin üstüne, çoğu kere de altına konur.
İbtidanın Kuralları 1. Vakf-ı tâm ve vakf-ı kâfî olan yerlerde durduktan sonra peşinden gelen kelimeden başlamak uygun olur. 2. Vakf-ı hasen, âyet sonunda ise takip eden âyetin başından okunarak devam edilir, eğer âyet ortasında yapılmışsa, mananın bütünlüğünü sağlamak şartıyla o kelimeden veya daha geriden alınarak başlanır. 3. Vakf-ı kabihlerde ise, yine mana bütünlüğü dikkate alınıp o kelimeden veya daha geriden alınarak başlanır.
Kur’ân-ı Kerîm’i Okuyuş Şekilleri 1. Tahkîk: Kırâat ilminde tahkîk, her bir harfin hakkını tam vermek, Buna yakın bir de “tertîl” tarzı vardır ki Kur’ân’ı, acele etmeden, dura dura, anlaya anlaya okumaya denir. Tahkîk, ta’lîm ve temrîn, tertîl ise tefekkür ve istinbat içindir. 2. Hadr: Kırâat ilminde hadr, Kur’ân’ı, tecvid kâidelerine uyarak hızlı bir şekilde okumaya denir. 3. Tedvîr: Tahkîk ile hadr arasında bir okuyuş tarzıdır. Bu okuyuşta orta bir yol izlenir
ÜNİTE-3
KAVRAMSAL ÇERÇEVE
Tefsîr: keşfetmek, ortaya çıkarmak, üzerindeki örtüyü açmak, beyan etmek, açıklamak, anlaşılır hale getirmek gibi manalara gelmektedir. Tefsîr kavram olarak da kısaca, “Kur’ân âyetlerini Arap dili ve edebiyatı açısından tahlile tâbi tutup kastedilen manayı tespit etmek” diye tanımlanabilir. Te’vîl: sözlük manası itibariyle aslına döndürmek ve herhangi bir şeyi varacağı yere vardırmak demektir. İmâm Mâtüridî’ye göre te’vîl bir noktanın varacağı nihâî noktayı açıklamak demektir.
Te’vîlin Şartları 1. Te’vîle esas olan mananın, mecâz yoluyla da olsa lafzın kendisine delâlet ettiği manalardan olması lazımdır. 2. Te’vîlin anlam yönüyle açık bir âyete ters düşmemesi gereklidir. 3. Lafzın ilk anda akla gelen zâhirî anlamının dışında başka bir mananın ve- rilmesine imkân tanıyan dînî bir delile dayanması zorunludur.
Te’vîlin Çeşitleri 1. Beyânî te’vîl: Bu yöntem, daha ziyade kelâmcıların, fakihlerin, müfessir ve dilcilerin kullandığı bir yorum yöntemidir. Arap dilinin kuralları dahilinde hareket edilerek Kur’ân’dan anlamlar üretmek” olarak tanımlanmaktadır. 2. Burhânî te’vîl: İslâm düşüncesindeki en meşhur kuramcısı İbn Rüşd’dür. Faslu’l-Makâl adlı eserinde burhânî te’vîli, nassları bütünsellik içinde ele alarak, zâhirî manalarına uygun düşecek şekilde yorumlamaktadır. 3. İrfânî te’vîl: Bu te’vîl tarzı da tasavvuf erbâbının kalbine sezgi, keşf ve ilham yoluyla doğan bir bilgi türüdür. Mutasavvıflar Kur’ân okuyarak onun derin anlamları üzerinde düşünceye dalmak (tedebbür), dış dünyanın angajmanlarından (bağlantılar) olabildiğince sıyrılarak ilâhî ve ezelî hakikatler üzerine yoğun biçimde kafa yormak (teemmül), eşyanın yaratılış hikmeti yahut Allah’ın nimetleri üzerinde düşünmek (tefekkür) suretiyle bu tür bir te’vîle ulaşabilirler. DİKKAT: te’vîl tarzlarından Kur’ân yorumu için en uygun olanı beyânî te’vîl yöntemidir. Çünkü irfâni te’vîl tasavvuf erbâbının kalbine doğan anlamlardan ibarettir; bunda da hiçbir ölçü ve sınır yoktur. Burhâni te’vîl de hem nasslarla aklın çelişmesi durumunda hem nasslarda bilgi bulunmadığında hem de bilgileri içermekle beraber bu bilgilerin akla uygun düşüp düşmediği gibi hususlarda tek kriter olarak aklı kabul etmektedir. Beyâni te’vîl ise, bir yandan te’vîlin kriterlerini taşımakta diğer yandan da hiçbir zaman aklı naklin önüne geçirmemektedir.
Tefsîr ile Te’vîl Arasındaki Farklar 1. Tefsîr, kaynağı itibariyle tefsîr tevkifî/ilâhî beyanlara, te’vîl bireysel ictihâdlara dayalıdır. 2. Tefsîr, ekseriya âyetlerin lafızlarında, te’vîl ise manalarında görülür. 3. Tefsîrde hakikate delâlet ettiği için ekseriyetle tek bir anlam, te’vîlde ise yoruma müsait olması hasebiyle birden çok anlam söz konusudur. 4. Tefsîr hakikat yoluyla lafızların zâhirî manalarını, te’vîl ise onların içsel anlamlarını ortaya çıkarmaktadır. 5. Te’vîl ekseriya semâvî kitaplarda kullanılır, tefsîr ise bu kitaplarda kullanıldığı gibi bunların dışındaki kitaplarda da kullanılmaktadır.
Tercüme: sözlükte, “bir kelâmı bir dilden başka bir dile çevirmek, bir sözü diğer bir dilde tefsîr ve beyân etmek” gibi manalara gelmektedir. Tercüme kelimesinin zikredilen bu anlamları yanında başka manaları da vardır. Bunlar şöyle sıralanabilir: 1. Tercüme bir kimsenin yaşantısını ya da çalışma hayatında başından geçen olayları anlatması manasını ifade eder. 2. Bir sözü, birisine ulaştırmak yahut bir insanı herhangi bir konudan haberdar etmek de aynı şekilde tercüme kelimesiyle ifade edilmektedir. 3. Ayrıca bir sözü söylendiği ya da tercüme edildiği dilde tefsîr etmek anlamına da gelmektedir. Abdullah b. Abbâs için Tercümânu’l-Kur’ân tâbirinin kullanılması bu sebebe dayanmaktadır. *Tercüme kelimesinden türeyen bazı kelimeler de mevcuttur. Bunlar tercüman, mütercim ve mütercemdir. *Tercüman, bir sözü şifâhen bir dilden başka bir dile çevirene denir. *Mütercim, herhangi bir dilde kaleme alınan bir metni yine yazılı olarak başka bir dile aktaran kimse demektir.
Tercüme Çeşitleri 1. Lafzî tercüme, nazmında yani söz dizimi ve tertibinde aslına benzemesi gözetilen tercüme çeşididir. Bu şekildeki tercüme, tercüme edilecek metindeki her kelimenin birer birer ele alınıp, onların yerine geçebilecek diğer dildeki lafızların gözden geçirilerek yerine konulması şeklinde yapılan bir tercümedir. 2. Tefsîrî tercüme, asıl dildeki kelimelerin tertibine ve nazmına bağlı kalmaksızın herhangi bir sözün anlamını bazı şerh ve izahlarla başka bir dile nakletmekten ibarettir. Bu tercüme tarzında önemli olan, tercüme edilecek metindeki gaye ve maksatların doğru bir şekilde ifade edilebilmesidir. Kur’ân’ın hakkıyla tercümesinin yapılamayışının sebepleri arasında şu hususlar da zikredilebilir: 1. Kur’ân’ın fesâhatı, belâgatı, üslubu bakımından olan icazı onun nazmı vasıtası ile tecelli etmektedir. Tercüme ile bu nazım ortadan kalkınca Kur’ân’ın icazından da söz etmek mümkün olmayacaktır. 2. Kur’ân’ın nazmı, onun çeşitli kırâat vecihleriyle okunmasına imkan tanımaktadır. Kur’ân’ın tercümesi ise kırâat vecihlerine, dolayısıyla onların ortaya koyduğu nüktelere imkan vermemektedir. 3. Arapça’ya mahsus olan bir takım edatlar vardır. Halbuki bu edatlar çoğu dillerde bulunmamaktadır. 4. Kur’ân-ı Kerîm’in mevcut nazmı, onun çeşitli şekillerde irab edilmesine (tahlil yapılmasına) imkan vermektedir. Tercümeyle bu durum da ortadan kalkmaktadır. 5. Kur’ân’da bir takım müteşabih âyetler bulunmaktadır. Bu âyetleri orijinal Arapça şekliyle anlamak bir hayli zordur. Bu durumda bu âyetlerin tercümesini yapmanın daha da zor olduğu çok açıktır.
Tefsîr İle Tercüme Arasındaki Farklar 1. Tercüme aslın yerine geçer ve artık asla ihtiyaç kalmaz. Tefsîr ise böyle değildir. Tefsîr aslın aynı olmayıp açıklamasıdır. 2. Tercümede istidrat (daha fazla izah ve açıklama) mümkün değildir. Tefsîr ise böyle değildir. Onda istidrat yapmak caiz, hatta bazen gerekli bile olmaktadır. Zira tefsîr bir beyan ve izah demektir. 3. Tercüme örf yönünden aslın bütün mana ve maksatlarına uygunluk manasını taşır. Tefsîr için böyle bir durum söz konusu değildir. Tefsîr aslın bütün mana ve maksatlarına uygun olma manasını ihtiva etmez. 4. Tercüme, teknik anlamda mütercimin naklettiği maksat ve manaların, tercümesi yapılan sözün ifade ettiği anlamlar olduğuna ve bu sözün sahibinin de söz konusu anlamları kasdettiğine dair bir güven duygusu vermelidir. Halbuki tefsîr böyle değildir. Ancak müfessirin yanında birçok delil bulunursa karşı tarafta böyle bir güven duygusu oluşur.
Meâl: Sözlükte bir şeyin özü, hülâsası ve âkıbeti anlamına geldiği gibi, eksik bırakmak manasını da içermektedir.Kavram olarak da, “bir sözün manasını tam olarak değil de, biraz noksanıyla ifade etmek” demektir. *Kur’ân’ın tamamını içeren ilk meâl de (İtalyan müsteşrik Guidi’ye göre) hicrî 127 senesinde Berberice olarak kaleme alınmıştır. *Buzurg b. Şehriyâr’a göre Kur’ân hicrî 270 yılında Hind diline çevrilmiştir. *Zamanımıza ulaşan en eski meâl ise Farsça olarak Samanoğulları emiri Mansur b. Nuh tarafından yaptırılmıştır. Bu meâl İran’da birçok defa basılmıştır. *İlk Türkçe Kur’ân meâlleri 9. asırdan itibaren yapılmaya başlanmıştır. Batı’da ise en eski Kur’ân meâli, Latince olarak 1143 tarihinde hazırlanıp 1543 de İsviçre'de basılmıştır. Dünya dillerine yapılan Kur’ân çevirilerinin sayısı, şimdilik 159’dur.
Müfessir: Tefsîr eden, açıklayan anlamını ifade etmektedir. Müfessirliğin Kriterleri Süyûtî müfessirde aranan ilk kriterin sağlam ve sahih bir inanç olduğunu söyler. Süyûtî bir müfessirin; 1. lügat, 2. nahiv, 3. sarf, 4. iştikak, 5. meânî, 6. beyân, 7. bedîî, 8. kırâat, 9. kelâm, 10. fıkıh usûlü, 11. esbâb-ı nüzûl, 12. nâsih-mensûh, 13. fıkıh, 14. hadis, 15. mevhibe (ilham) ilmine âşina olmasını da şart koşmaktadır. Ömer Nasûhi Bilmen de bu ilimlere ahlâk, psikoloji, sosyoloji, biyoloji, astronomi, coğrafya, tarih ve siyer ilimlerini eklemektedir. Burada söz konusu edilen ilimleri günümüz ihtiyaçları doğrultusunda; 1. Arap dili ve Edebiyatı, 2. Kur’ân İlimleri, 3. Fıkıh, 4. Fıkıh Usûlü, 5. Hadis, 6. Sosyo-Kültürel Tarih, 7. Sosyal-Psikoloji, 8. Astronomi şeklindedir.
Tefsîrin Konusu, Gayesi ve Önemi Onun konusu Kur’ân, gayesi de Kur’ân’ın içerdiği yüce manaları ve hakikatleri araştırıp ortaya çıkarmak ve insanın bu hakikatlere göre bir hayat sürmesini sağlamaktır.
Tefsîrin Gerekliliği 1- Kur’ân-ın bütün âyetleri muhkem yani tefsîre ihtiyaç göstermeyecek derecede açık ve anlaşılabilir nitelikte değildir. Bir kısmı böyle olmakla beraber bir kısmı da tefsîre ihtiyaç duyacak âyetlerden oluşmaktadır. İşte bu özelliği sebebiyle söz konusu kitabın tefsîr edilmesi elbette ki zarurîdir. 2. Yüce Allah Hz. Peygamber’e, Kur’ân’ı tefsîr etmesini emretmiştir. 3- Lafız ve kavramlarla ilgili olarak yapılması gereken semantik tahliller, Kur’ân tefsîrine olan ihtiyacı gündeme getirmiştir. 4. Kur’ân, müminlerin şahsî ve toplumsal hayatlarını düzenlemek gayesiyle ibâdât ve muâmelât konularında hükümler koymuştur. İlk muhatapların yaşadığı tarihî ve sosyo-kültürel gerçeklikten hareket etmek suretiyle tefsîr etmek gerekmektedir. 5. Kur’ân’da mecâz, kinâye, istiâre ve teşbih gibi edebî sanatların yer aldığı da bir vâkıadır. Tabii ki bu tarz âyetler söz konusu sanatları iyi bilenler tarafından tefsîr edilmelidir. 6. Kur’ân-ı Kerîm’de ayrıca bilimsel hakikatler içeren kevnî (kozmolojik) âyetler bulunmaktadır.
Bu nassları bilimsel keşiflerden istifade ederek tefsîr etmek gerekmektedir. 7. Kur’ân ulûhiyyet, nübüvvet, insan, ibâdet ve âhiret gibi temel konuları da ihtiva etmektedir. Bu yüzden Kur’ân’ın beşerî telif mantığına uymayan bu farklı beyân tarzını, onun asıl gayesine uygun olarak tefsîr edip bütün muhataplarının zihnine yerleştirmek gerekmektedir. 8. Herkes kendi anlayışına göre Kur’ân’a mana verirse bir çok hatalar meydana gelir ve hakikatler kaybolur. Bu nedenle onun ehlince tefsîri yapılmalıdır.
Tefsîrde Öznellik Tefsîrin öznelliği bir taraftan Kur’ân diğer taraftan da müfessirden kaynaklanmaktadır. A)Kur’ân’dan Kaynaklanan Öznellik: 1. Müteşâbihâtın yorumlanmasında mutlaka başka nasslara ihtiyaç vardır ve yapılan yorumların Allah’ın maksadını kesin olarak ortaya koyduğunu iddia etmek de zordur. 2. Kur’ân-ı Kerîm, gaybî (metafizik) konulara da zaman zaman değinmektedir. Sözgelimi ölüm, berzah (kabir âlemi), ba’s (yeniden dirilme), haşir (mahşerde toplanma), yargılama, cezâ ve mükâfat, cennet ve cehennem gibi âhiretle ilgili temel kavramların söz konusu ettiği hususlar, Kur’ân’ın bildirdiği bazı gaybî haberlerdir. Anlatılanların muhataplar tarafından tecrübe edilme imkânı da olmadığı için, söz konusu nassların farklı yorumlanmaları mümkün olabilmektedir. 3. Kur’ân, indirildiği dönemin Arap toplumundaki bireysel ve toplumsal hayatla ilgili cevaplar, tespitler, öğütler, tavsiyeler, emir ve yasaklara yer vermiştir. Bu tür nasslar da yorumcunun farklı bir şekilde onları anlamasına ve te’vîl etmesine yol açabilmektedir. 4. Kur’ân’ın anlam boyutuyla ilgilenen herkes gerek anlama gerekse yorumlama konusunda kişisel tercih ve yaklaşımlarda bulunmaktadır. Bütün bunların sonucunda Kur’ân’ın, hem lüzumu halinde sözün sahibine soramamaktan hem de üslubundan kaynaklanan birtakım sebeplerle öznel yorumlamalara açık bir metin olduğu söylenebilir. 5. Müfessirlerin farklı anlayışlara gitmesine yol açan önemli bir öznellik sebebi de Kur’ân’ın farklı kırâatlerle okunmasıdır. B. Müfessirden Kaynaklanan Öznellik 1. Müfessirler akıl, zekâ, kabiliyet ve bilgi birikimi yönünden birbirlerinden farklı seviyededirler. 2. Ayrıca insanların farklı medeniyet, kültür, çevre ve ortamlarda sahip oldukları bilinç farklılığı da Kur’ân yorumcusunun öznel anlayışında etkili bir unsur olarak görünmektedir. 3. İlk dönemlerden itibaren Kur’ân tefsîrinde başlıca iki eğilim söz konusudur. Bunlardan biri naklî, diğeri aklî yaklaşımdır. 4. Bilindiği gibi insan, olgular dünyasında yaşamaktadır. Yani o, bulunduğu dünyaya ve yaşadığı çevreye aittir. Bu sebeple içinde var olduğu anlam dünyasından koparak yorumda bulunamaz. 5. İslâm düşünce tarihi boyunca çeşitli ilim dallarına mensup din bilginlerinin, Kur’ân nasslarını yorumlama konusunda farklı bakış açısı benimsedikleri anlaşılmaktadır. Bu gruplar içerisinde kesinlikle kabul edilemeyecek nitelikte olanı, Kur’ân nasslarının zâhirî tarafını hiç dikkate almayarak yalnızca bâtınî yönüne itibar etme anlayışıdır. İşte bu anlayışın tezâhürüne aşırı yorum denilmektedir.
Tefsîrin Diğer İslâmî İlimlerle İlişkisi İslâmî ilimler, Müslümanların Kur’ân’ı anlamak üzere geliştirmiş oldukları dînî ilimlerdir. Bunlar tefsîr, hadis, fıkıh, kelâm, siyer, tarih ve ahlâk ilminden ibarettir. Bütün bu ilimlerin kaynağı da Kur’ân’dır.
ÜNİTE-4
Hz. PEYGAMBER DÖNEMİNDE TEFSİR
Yüce Allah namazı, orucu, haccı, zekâtı farz kılmış; ancak bunların nasıl yapılacağını, şartlarını, miktarlarını, mânilerini açıklama işini sünnete bırakmıştır. Ayrıca avlanma, hayvanları boğazlama, nikâh, talak vb. birtakım hususlar aynı şekilde sünnetle açıklanmıştır. İşte sünnet, Kur’ân’ı açıklamaya yönelik bu görevi gelişigüzel değil belli bir şekil ve usüllerle gerçekleştirmiştir ki bunları şöyle sıralamak mümkündür:
Mücmelin Tebyini Mücmel, kendisinden ne kastedildiği anlaşılmayacak derecede kapalı olan âyet demektir. Bunların bir kısmı Yüce Allah, bir kısmı da Hz. Peygamber tarafından açıklanmıştır.
Mübhemin Tafsili Mübhem kavramı, insan, melek ve cin gibi varlıkların veya bir topluluk ya da kabilenin veyahut bir kelime ve nitelemenin Kur’ân’da açık değil de ism-i işâretler, ism-i mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekân isimleriyle zikredilmesi anlamına gelmektedir.
Mutlakın Takyidi Mutlak, herhangi bir lafzın anlam yönüyle kayıt altına alınmaması, bir başka kelime ya da niteleme ile belirginleştirilmemesi demektir. Dolayısıyla mutlakın takyîd edilerek belirgin hale getirilmesi de kaçınılmazdır. Böylesi durumlarda da bazen Kur’ân, Allah Resûlü’ünün sünnetiyle takyîd edilmiştir.
Müşkilin Te’lîfi Sözlükte “karışık olan” anlamına gelen müşkil kavram olarak da, Kur”an’ın bazı âyetleri arasında ihtilaf ve tezat gibi görünen hususlar diye tanımlanabilir.
Peygamberimizin Tefsîr Ettiği Âyetlerin Miktarı Kur’ân’ın Bir Kısmını Tefsîr Ettiği İddiası Kaynaklardan öğrendiğimize göre Peygamberimizin Kur’ân’a yönelik tefsîri, onun bir kısmını içermektedir tezini ortaya atan ilk İslâm bilgini Gazâli’dir. Ondan sonra da Süyûtî bu görüşü savunmuştur. Kaynakların belirttiğine göre Ahmed b. Hanbel “megâzi (kahramanlık kıssaları), melâhim (harp tarihi) ve tefsîr gibi üç şeyin aslı yoktur” demiştir. Hz. Peygamber Kur’ân’ın tamamını tefsîr etmiş olsaydı, Ahmed b. Hanbel tefsîri, asılsız olarak nitelendirdiği megâzi ve melâhimle birlikte zikretmezdi.
Kur’ân’ın Tamamını Tefsîr Ettiği İddiası Kaynakların belirttiğine göre söz konusu iddiayı da ilk olarak İbn Teymiyye dile getirmiş, daha sonra da bazı âlimler onunla bu kanaati paylaşmışlardır. Bilindiği gibi Resûlullah’ın Kur’ân’a dair beyanları, itikâd, ibâdet ve amelî hükümlere ait âyetler yanında, âhiret halleriyle ilgili âyetleri ihtiva etmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber terğib/teşvik ve terhib/korkutma ifade eden âyetlerle beraber, bazen muğayyebâta dair âyetleri de tavsif ve tasvir ederek, zaman zaman da temsil yolunu kullanarak tefsîr etmiştir.
Nebevî Tefsîrin Fonksiyonu ve Değeri Fonksiyonu İslâm bilginlerine göre Hz. Peygamber’in tefsîri iki fonksiyon icra etmektedir. Bunlardan birine beyân denilir ki o, Allah Resûlü’nün Kur’ânî nassları gerektiği şekilde açıklaması anlamına gelir. Diğeri de teşrî’ fonksiyonudur. Bununla da Peygamberimiz gerektiği durum ve şartlara göre hüküm koymaktadır.
Değeri İslâm bilginleri sünnetin değerinden söz ederken kaynak itibariyle onunla Kur’ân arasında bir fark gözetmemişlerdir. Yani onlara göre her iki metin de vahiy olması sebebiyle aynı kaynaktandır. Nitekim İbn Hazm bu meseleye dair şöyle demektedir: “Bizim, Allah tarafından Resûlüne gelen vahyi iki kısma ayırmamız doğru olur: Birincisi, nazmı, tertibi itibariyle mûciz olup, ibadetlerde tilâvet olunan vahiydir ki bu Kur’ân’dır. İkincisi de rivâyet edilip nakledilen ve nazmı itibariyle mûciz olmayan vahiydir ki bu da Allah Resûlü’nden bize ulaşan hadislerden ibarettir… Sünnetin değeri konusunda Şâtıbî de şunları söyler: “Hadis ya Allah tarafından gönderilmiş bir vahiydir ya da Hz. Peygamber’in yapmış olduğu bir içtihattır…
SAHÂBE DÖNEMİ TEFSİRİ
Sözlü nakil dönemi içinde yer alan bir tefsîr çeşidi de ashâbın şifâhî rivâyetleridir. Bu rivâyetler tefsîr tarihi açısından -Hz. Peygamber’in Kur’ân’a dair beyanlarından sonra- ikinci sırayı almaktadır.
Sahâbenin Tefsîr Metodu İki gruba ayırmak mümkündür. Bunlardan bir grup, özellikle müteşâbih nassları tefsîr etme konusunda oldukça çekingen davranarak re’y ile tefsîre karşı çıkıyordu. Buna mukabil bir kısım sahâbî de naklin bulunmadığı yerde kendi içtihâdlarıyla Kur’ân’ı tefsîr etme cihetine gidiyordu. Bu durumdaki sahâbîler, herhangi bir âyeti tefsîr ederken öncelikle Kur’ân’a, sonra da Resûlullah’ın sünnetine başvuruyorlar; şayet aradıklarını bu iki kaynakta bulamazlarsa, o takdirde kendi içtihadlarıyla tefsîr ediyorlardı. Fakat her şeyden önce şunu bilmek gerekir ki ashab arasında meydana gelen bu ihtilaflar, tezat değil ekseriya bir tenevvü (çeşitlilik) ihtilafı idi. Seyf, mühenned ve sârim kelimelerinin kılıç anlamına gelmesi gibi.
Sahâbe Tefsîrinin Genel Özellikleri 1. Sahâbîler Kur’ân’ı âyet âyet baştan sona tefsîr etmemişlerdi. Bu yüzden yaptıkları açıklamalar, garip, muğlak, müphem, müşkil ve mücmel lafız- larla sınırlı idi. 2. Zaman zaman sahâbîler arasında bir kısım ihtilâflar ortaya çıkmıştı. Ancak bu ihtilâflar tezat ihtilâfı olmayıp tenevvü (çeşitlilik) ihtilâfı idi. 3. Ahkâm âyetlerinden hüküm istinbatında bulunmuş değillerdi. 4. Tefsîr bu dönemde henüz tedvin edilmemişti. 5. Âyetlerin nuzûl sebeplerini açıklamışlardı. Onların en önemli özelliği âyetlerin inmesine sebep olan olaylara şâhit olmalarıydı.
Sahâbenin Tefsîrde Müracaat Ettiği Kaynaklar 1. Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsîri. 2. Kur’ân’ın Sünnetle tefsîri. 3. Şiirle istişhad etmek. 4. Yahudi ve Hirıstiyan kültürleri. 5. Kendi ictihatları.
Sahâbe Tefsîrinin Bağlayıcılığı Merfû haber: üzerinde ictihâd etme ve fikir yürütmenin mümkün olmadığı bir alana ait ise, bunlar hükmen merfû haber olarak değerlendirilmiştir. Mevkûf haber: fikir yürütülmesi ve ictihâd edilmesi mümkün olan alanlara ait olmakla birlikte, sahâbîlerin kendi bilgi birikimlerine dayanıyorsa bu tarz haberlere de mevkûf haber ismi verilmiştir. Bundan dolayı İslâm âlimlerinin ekseriyeti, bu nitelikteki sahâbe sözlerini hüccet olarak kabul etmektedir.
Önde Gelen Bazı Sahâbi Müfessirler *Tefsîrde temayüz etmiş sahâbiler arasında Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Mes’ûd, Ubey b. Ka’b ve Ebû Musâ el- Eş’arî’nin isimleri zikredilmektedir. *Tefsîrde rivâyetlerinin fazlalığı esas alınarak bir sıralama yapılacak olursa, o takdirde Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes’ûd, Ubeyy b. Ka’b ve Hz. Ali’nin isimlerini ön sıralarda zikretmek gerekir. * En az rivâyette bulunanlar ise, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’dır. *Tefsîre olan katkılarından dolayı Enes b. Mâlik, Ebû Hureyre, Abdullah b. Ömer, Câbir b. Abdillah, Abdullah b. Amr b. el-Âs ve Hz. Âişe’nin isimlerini de burada ayrıca zikretmek gerekmektedir.
Abdullah b. Abbâs İbn Abbâs hicretten üç yıl kadar önce Mekke’de doğmuştur. Annesi Hz. Hatice’den hemen sonra Müslüman olan Ümmü’l-Fazl Lübâbe’dir. Hz. Osman’ın hilâfeti döneminde hac emiri, Hz. Ali zamanında da Basra valisi olarak görev yapan İbn Abbâs, bu arada Cemel ve Sıffin savaşlarına Hz. Ali taraftarı olarak katılmıştır. Çok hadis rivâyet eden (müksirûn) bir sahâbî dır. İbn Abbâs ashap devrinden itibaren hibru’l-ümme (ümmetin bilgini), Tercümânu’l-Kur’ân (Kur’ân’ın Hz. Peygamber’den sonra en yetkili müfessiri) ünvanlarıyla anılagelmiştir. 70 yaşında iken (68 /688) Tâif’de vefat etmiştir.
Muhammed Hüseyin ez-Zehebî, et- Tefsîr ve’l-Müfessirûn adlı kitabında İbn Abbâs’ı tefsîrde bu üstün mertebeye yükselten şu sebepleri saymaktadır: 1. Hz. Peygamber onun hakkında, “Allah’ım ona kitâbı öğret ve onu dinde fakih (mütehassıs) kıl” diye dua etmiştir. 2. Temyiz yaşından sonra Hâne-i saadette bulunup pek çok şeyi bizzat Resûlullah’tan işitmiştir. 3. Hz. Peygamber’in vefatından sonra da ilimde temâyüz etmiş pek çok sahâbiden özellikle âyetlerin teşri tarihi ve esbâb-ı nüzûl konusunda ilim öğrenmiştir. 4. Arap dili ve edebiyatına mükemmel derecede vâkıftır. 5. Âyetleri kendi re’yi ile tefsîrde cesaret sahibidir. **Abdullah b. Abbas’ın tefsîrle ilgili rivâyetleri bilindiği gibi Atâ b. Ebî Rabâh tarafından kaleme alınan Garîbu’l-Kur’ân adlı bir kitapta toplanmıştır. Abdülaziz b. Abdillah, İbn Abbâs’tan nakledilen çeşitli tefsîr rivâyetlerini bir araya getirmiş ve söz konusu malzemeyi, Tefsîru İbn Abbâs ve Merviyyâtuhu adıyla iki ciltlik kitapta toplayarak neşretmiştir.
Abdullah b. Mes’ûd Habeşistan’a hicret etmiştir. Hz. Peygamber zamanındaki bütün savaşlara katılan İbn Mes’ûd, Bedir’de savaştan bir önceki gece keşif yaparken yaralı olarak bulduğu Ebû Cehl’i öldürmüş, bu yüzden de Hz. Peygamber tarafından övülmüştür. Kûfe tefsîr ve fıkıh medresesinin temellerini atmıştır.60 yaşını geçkin iken (32/652) senesinde Medine de vefat etmiştir. İbn Mes’ûd, Abdullah b. Abbâs gibi hadis, tefsîr ve fıkıh ilminde bir otorite kabul edilmiştir. İbn Mes’ûd’un âyetleri tefsîr ederken müracaat ettiği ana kaynaklar Kur’ân ve sünnetten ibaretti. Ancak bazen de kendi şahsî görüşlerini ortaya koyarak içtihadda bulunurdu.
Ubey b. Ka’b Ebu’l-Münzir ve Ebu’t-Tufeyl künyesinin sahibi olan Ubey b. Ka’b Hazreç kabilesine mensup bir sahâbidir. Akabe biatına ve Bedir gazvesine iştirak etmiştir. Hz. Peygamber Medine’ye hicret ettiği zaman orada Allah Resûlü’ne ilk vahiy kâtipliği yapan zattır. Çoğunluğun kanaatine göre o, Hz. Ömer’in hilâfeti zamanında (30/650) vefat etmiştir. Kaynakların belirttiğine göre Ubey b. Ka’b kırâtte bir otorite idi.
Ali b. Ebî Tâlib İslâmî kaynaklara göre hicretten yaklaşık 22 yıl önce (mîlâdî 600) Mekke’de dünyaya gelmiştir. Babası, Hz. Peygamber’in amcası Ebû Tâlib, annesi de Fâtıma bint Esed b. Hâşim’dir. Hz. Ali beş yaşından itibaren Peygam- berimizin yanında büyümüş ve daha çocuk yaşta iken (9 veya 10) Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman etmiştir. Aynı zamanda Hz. Peygamber’in vahiy kâtibi olan Hz. Ali, Hz. Osman’dan sonra beş yıl müddetle de halifelik yaptı, 40/661 tarihinde Abdurrahman b. Mülcem tarafından zehirli bir hançerle vurularak şehid edilmiştir. Hz. Ali ashâb-ı kirâm arasında tefsîr, hadis ve fıkıh alanındaki bilgileriyle kendini kabul ettirmiş bir otoritedir.
TÂBİÛN DÖNEMİ TEFSİRİ
Tâbiîler, sahâbeden sonra tefsîrde önemli rol üstlenen bir nesildir. Tâbiîlere ait iki tür tefsîr mevcuttu. Bunlardan biri, Kur’ân ve sünnete başvurmak; şayet bu iki kaynakta, nassları tefsîr edebilmelerine yardımcı olacak bir malzeme bulamazlarsa, sahâbîlerin görüş ve tercihlerine müracaat etmek zorunda kalıyorlardı. Her zaman olmasa da bazen Ehl-i kitâbın görüşlerine müracaat ettikleri de oluyordu. diğeri de kendi bilgi birikimleri ve kabiliyetleri yoluyla ulaşmış oldukları tefsîrdi.
Tefsîr Mektepleri Mekke Tefsîr Mektebi İlk tefsîr mektebi Mekke’de kurulmuştu. Kurucusu, Müslümanların tefsîrde en büyük otorite kabul ettiği Abdullah b. Abbas’tı. Mekke tefsîr ekolü/mektebi hakkında İbn Teymiyye, “Tâbiîler içerisinde tefsîrde en önde gelenler İbn Abbas’ın öğrencileridir” demiştir. Bu ekolün yetiştirdiği en seçkin öğrenciler, Mücâhid b. Cebr, İkrime, Sa’îd b. Cübeyr, Tâvus b. Keysân ve Atâ b. Ebî Rabâh’tır.
Medine Tefsîr Mektebi Tâbiiler devrinde kurulan ikinci bir ekol/mektep Medine’de Ubey b. Ka’b’ın faaliyetiyle ortaya çıkmıştı. Medine tefsîr ekolünde/mektebinde, Ebu’l-Âliye, Muhammed b. Ka’b el-Kurazî ve Zeyd b. Eslem gibi ilim otoriteleri yetişmişti.
Kûfe Re’y Mektebi Sözünü ettiğimiz mekteplerin üçüncüsü ise Abdullah b. Mes’ûd tarafından Kûfe’de kurulmuştu. İslâm âlimleri İbn Mes’ûd’un oluşturduğu bu ekolü, ictihâdî hareketlerin çekirdeği kabul edip rey ekolü olarak nitelendirdiler. Abdullah b. Mes’ûd’un ders halkasında yetişen pekçok âlim vardır. Bunların en ünlüleri arasında Alkame b. Kays, Mesrûk b. el-Ecdâ, Esved b. Yezîd, el- Hasan el-Basrî ve Katâde b. Diâme’nin isimleri zikredilmektedir.
Tâbiûn Tefsîrinin Kaynak Değeri 1. Tâbiîlerin Kur’ân’a dair yorumları daha çok kendi bilgi birikimlerine dayanmaktadır. Nitekim Ebû Hanîfe, “Resûlullah’tan gelen baş göz üstüne; sahâbeden gelen hakkında serbestiz (uygun bulduğumuzu tercih edebiliriz); tâbiûndan nakledilene gelince onlar da insan biz de insanız” diyerek tâbiûn tefsîrinin bu özelliğine işaret etmek istemiştir. 2. Kur’ân’a yönelik açıklamaları, kendi tercihlerinden çok sahih sahâbe rivâyetlerine dayanmaktadır. 3. Tâbiûn tefsîrinden ancak üzerinde ittifak edilen hususlar referans olarak kullanılabilir. Diğerlerini kabul etmek zorunluluğu yoktur. Nitekim İbn Teymiyye, “tâbiîlerin üzerinde icmâ ettikleri görüşlerin hüccet olduğu hususunda şüphe edilmemelidir. Fakat ihtilâf halindeki görüşleri ise ne kendileri ne de kendilerinden sonrakiler için delil niteliğindedir.
Tâbiûn Tefsîrinin Genel Nitelikleri 1. Sahâbe tefsîri manası kapalı olan âyetlerle sınırlı iken tâbiiler döneminde Kur’ân’ın bütünü tefsîre konu olmuştur. 2. Tâbiûn tefsîrinde kelime açıklamaları yanında, geniş fıkhî izahlar, âyetlerden istinbât ve istidlâl yoluyla çıkarılan hükümler ve tarihi bilgiler de yer almıştır. 3. Şiirle istişhâd metoduyla bazı lafızları açıklamak ve bazı garip lügatları şerh ve izah etmek de bu dönemin bir başka özelliğidir. 4. Tâbiîler Kur’ân’da geçen kıssalarla manası müphem olan âyetlerin tafsilatını öğrenebilmek için Ehl-i kitap âlimlerine fazla müracaatta bulunmuşlardır. 5. Bu dönemde de tefsîr, henüz tedvin edilmiş değildi. Tefsîre dair haberler yine şifâhî olarak aktarılmıştı. 6. Tâbiiler herhangi bir Kur’ân âyetini tefsîr ederken bazen de kıyas yolunu kullanırlardı.
Tâbiî Müfessirlerinin Tefsîr Kaynakları 1. Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsîri. 2. Kur’ân’ın Sünnetle tefsîri. 3. Şiirle istişhad etmek. 4. Yahudi ve Hirıstiyan kültürleri. 5. Sahâbî sözleri (görüş ve içtihatları). 6. Kendi içtihatları (görüşleri).
TEFSİRİN TEDVÎNİ İlk iki nesil boyunca şifâhen nakledilen tefsîr rivâyetleri, ancak etbâu’t-tâbiîn döneminde yani hicrî ikinci asrın ikinci yarısında tedvin edilebilmişti. Tefsîrin tedvinindeki gecikmenin önemli bir sebebi de ilk muhatap kitlenin yazıdan ziyade hâfızalarına güvenmeleriydi. İbnu’l-Cezeri’nin de dediğine göre vahyin nüzûlü esnasında o toplumda herhangi bir metni yazarak muhafaza altına alma henüz bir gelenek haline gelmemişti.
Tefsîrin Hadisle Birlikte Tedvini Kaynakların verdiği bilgiye göre tefsîr, ilk defa hadis ilminin bir kolu olarak yazılmaya başlandı. Yezîd b. Hârûn b. es-Sülemî, Şu’be b. el-Haccâc ve Süfyân es-Sevrî gibi bazı muhaddisler, hadisleri toplayıp yazmak maksadıyla çeşitli İslâm beldelerini dolaşarak, Hz. Peygamber’e isnâd edilen sahih rivâyetleri bir araya getirmeye çalışırken, bu arada Resûlullah ve sahâbeden nakledilen tefsîrle ilgili nakilleri de topladılar.
Tefsîrin Müstakil Olarak Tedvini ilk dönem müfessirleri, tefsîrin temellerini atmak maksadıyla müstakil eser yazma hareketini başlattılar. Kur’ân’a dair nakilleri bir araya toplayarak onu baştan sona tefsîr eden ilk şahıs, Mukâtil b. Süleyman'dır.
Mukâtil’den başka Süfyân es-Sevrî, Yahyâ b. Sellâm, Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ, Ebû Ubeyde Ma’mer b. el-Müsennâ ve Abdürrezzak b. Hemmâm gibi şahsiyetler de müstakil tefsîrler kaleme alan müfessirler arasında sayılmaktadır.
Tedvin Dönemi Müfessirleri ve Tefsîrleri Mukâtil b. Süleyman (et-Tefsîrü’l-kebîr) Belh şehrinde dünyaya gelen Mukâtil, Merv ve Bağdat’ta ilim tahsil etmiş, daha sonra da Basra’ya giderek ölünceye kadar orada yaşamıştır. Selef âlimlerinden olan Ahmed b. Hanbel ve İmâm Şâfii Mukâtil’i tefsîr ilminde bir otorite kabul etmektedir. İkinci hicri asrın ilk yarısında et-Tefsîrü’l-Kebîr adıyla bir kitap yazan Mukâtil, bu eserinde Kur’ân’ı başından sonuna kadar mevcut sûre tertibine göre tefsîr etmiştir.
Süfyânu’s-Sevrî (Tefsîrü’s-Sevrî) es-Sevrî, tebe-i tâbiînin önemli şahsiyetlerinden biridir. Hicrî 95 veya 97 senesinde dünyaya geldiği bildirilmektedir. Babası, Kûfe’nin güvenilir muhaddislerinden biri olan Sa’îd b. Mesrûk’tur. Kaleme aldığı tefsîr, Tefsîrü’s-Sevrî adıyla bilinmektedir. es-Sevrî bu eserinde Kur’ân âyetlerinin tamamını değil bir kısmını tefsîr etmiştir. Sûreler, Hz. Osman’ın Mushaf’ındaki sıralamaya göredir. Eski Arap şiiriyle istişhadda bulunulmayan bu tefsîrin en önemli özelliği onun isrâiliyata kapı aralamamış olmasıdır. Müellif Şiilik ve Zeydilik’le ithâm edilmiş olsa da tefsîrinde bu hususu te’yid edecek herhangi bir kanıt yoktur.
Yahyâ b. Sellâm (Tefsîru Yahya) Müfessirin tam adı Yahya b. Sellâm b. Sa’lebe et-Teymî’dir. Kûfe’de 124/741 senesinde dünyaya gelmiştir. Yahya b. Sellâm’ın tefsîri, ilk asırlardaki ilim ve kültürü toplayan bir ansiklopedi mahiyetinde olduğundan büyük öneme sahiptir. Bu tefsîr, nakil, tenkid ve tercihe yer vermesi bakımından Taberî’nin tefsîrine nisbetle bir önceliğe sahiptir.
Ferrâ (Meâni’l-Kur’ân) Asıl adı Yahyâ b. Ziyâd olan Ferrâ 144/761 senesinde Kûfe’de dünyaya gelmiştir. Büyük lügat âlimi Halil b. Ahmed’den ve yine o dönemin meşhur âlimlerinden biri olan Yûnus b. Habib’ten ders almıştır. Ferrâ, 207/823 yılının başlarında vefat etmiştir. Meâni’l-Kur’ân, Ferrâ’nın tefsîr sahasında kaleme almış olduğu en meşhur eseridir. Bu eser, daha sonraki lügat ve gramer çalışmalarında kendisine müracaat edilen başlıca kaynaklardandır.
Ebû Ubeyde (Mecâzu’l-Kur’ân) Basra nahivcilerinin en meşhurlarından biri olan Ebû Ubeyde Ma’mer b. el- Müsennâ, Basra’da dünyaya gelmiş ve orada yetişmiştir. Tenkitçi bir üsluba sahip olması sebebiyle aleyhinde çok şey söylenmiş; bazıları onu Hâricilikle bazıları da Kaderiyecilikle itham etmiştir. Yaşadığı dönemin en büyük nahiv bilgini olan Ebû Ubeyde 210/827’de Basra’da vefat etmiştir. Ebû Ubeyde’nin tefsîrinin adı Mecâzu’l-Kur’ân’dır. Müfessir bu eserini, sûre ve âyet tertibine göre kaleme almakla birlikte, Kur’ân’ın bütün âyetlerini tefsîr etmemektedir.
Abdurrezzâk b. Hemmâm (Tefsîr) Hicrî 126 (743-744) yılında San’a’da doğan Abdurrezzak Hicâz, Şâm ve Irak gibi ilim merkezlerinde Ma’mer b. Râşid, Süfyânu’s-Sevrî, Süfyân b. Uyeyne, Mâlik b. Enes ve diğer âlimlerden hadis ve fıkıh ilimleri tahsil etmiştir. Bunlar arasında kendisinden en çok yararlandığı hadis âlimi Ma’mer b. Râşid’dir. Vefat tarihi de 211/828 olarak zikredilmektedir. Abdurrezzak Tefsîr adıyla bir eser kaleme almış ve o bu eserinde sahâbe, tâbiûn ve etbâu’t-tâbiinden nakillerde bulunmuştur. Bu nakiller özellikle lügat, sebeb-i nüzûl, nasih-mensuh, kırâat, fıkıh ve isrâilî haberleri içermektedir. Tercih ve tenkidin hiç yer almadığı söz konusu eser tam bir rivâyet tefsîridir.
ÜNİTE-1
KUR’ÂN’IN NÜZÛL SÜRECİ: VAHİY Vahyin Tanımı: gizli ve süratli bir şekilde bildirmek, seslenmek, gizli konuşmak, fısıldamak, emretmek, telkîn etmek, ilham etmek, işâret etmek, yazı yazmak, bir şeyi başkasına intikal ettirmek, elçi göndermek ve içgüdü gibi anlamlara gelmektedir.
Vahyin Başlangıcı Vahyin başlangıcı ile ilgili olarak Hz. Âişe şu olayı aktarmaktadır: “Resûlüllah’ın vahiy başlangıcı uykuda rüyay-ı sâdıka yani, doğru rüya görmekle olmuştur. *Vahyin bir müddet kesilmesinden (fetret devrinden) sonra ilk defa Müddessir sûresinin baş tarafının nâzil olduğu rivâyet edilmektedir.
Vahyin Keyfiyeti Vahyin keyfiyeti, Allah ile Peygamberi arasında olan bir sırdır, başka bir ifade ile bu, fizik ötesi bir hâdisedir. Fakat tebliğ eden (elçi) ile kendilerine tebliğ edilen (muhâtap) arasında iletişimin sağlanabilmesi için şu iki şartın olması gerekir: 1. Mahiyet/ontolojik olarak eşit yani, aynı seviyede olunmalı. 2. Aralarında ortak bir dil/anlaşma vasıtası bulunmalıdır.
Vahyin Çeşitleri İslâm âlimleri vahyi, metlüv (okunan) ve gayr-i metlüv (okunmayan) olarak ikiye ayırmışlardır. Bu hususta Cüveynî’nin taksimi şöyledir: 1. Metlüv okunan: Allah Cebrâil’i, Allah şöyle şöyle yapmanı emrediyor diye Resûlüne gönderir. Cebrâil de Allah’ın dediklerini kavrayarak Hz. Peygamber’e gelir ve Rabbinin söylediklerini ona iletir. 2. Gayr-i metlüv (okunmayan): Yüce Allah Cebrâil’e, “bu kitabı/metni Peygamber’e aynen oku” diye emreder; Cebrâil de en ufak bir değişiklik yapmadan Allah’ın kelâmını olduğu gibi/harfiyyen Resûlullah’a indirir.
Vahyin Geliş Şekilleri 1. Allah’ın iletmek istediği mesajları peygamberinin kalbine doğrudan bırakması/yerleştirmesi. 2. Vahyi peygamberine bir perde arkasından bildirmesi. Hz. Mûsâ’ya ağaçtan nidâ etmesi bu tür bir vahiy çeşididir. 3. Vahiy getirmekle görevlendirdiği bir meleği elçi olarak göndermesi. Kur’ân bu şekilde yani, Cebrâil vâsıtası ile indirilmiştir.
Resûlullah’a vahyin geliş şekillerini görelim: 1. Hz. Peygamber’in uyurken gördüğü sâdık rüyalar. 2. Cebrâîl’in aslî suretiyle görünerek vahiy getirmesi. Cebrâil’in aslî suretiyle vahiy getirmesi iki defa meydana gelmiştir: Birincisi, Hz. Muhammed’in peygamberliğinin başlangıcında olmuştur. İkincisi ise, Miraç’ta Sidretu’l-Müntehâ’da vâki olmuştur. 3. Cebrâil’in görünmeden çıngırak sesine benzer bir sesle vahiy getirmesi. Hz. Peygamber’e gelen vahyin en ağır şekli bu idi. 4. Hz. Peygamber uyanık iken meleğin görünmeksizin onun kalbine ilâhî vahyi ilkâ etmesi. 5. Cebrâil’in insan suretine girerek vahiy getirmesi. Meleğin daha ziyade Dıhye el-Kelbî şekline girerek Hz. Peygamber’e vahiy getirdiği belirtilmektedir. Resûlullah’a en kolay gelen vahiy şekli budur.
Vahy Esnasında Görülen Haller 1. Resûlullah’ın, en soğuk günlerde bile alnının terlemesi. 2. Resûlullah’ın üzerine büyük bir ağırlığın çökmesi. 3. Resûlullah’ın yanında bazen horultuya, bazen de arı uğultusuna benzer bir ses işitilmesi. 4. Resûlullah’ın sırt üstü yatarak üzerinin örtülmesi ve yüzünün kızarması. 5. Bunlardan başka vahiy inerken Resulullah’ın uykusu gelir, vücudu kaskatı kesilir ve ağırlaşır, üzerine sekînet iner, gözlerini belli bir noktaya dikerdi. *İlham ile “kalpleri tasfiye edilmiş kişilere âni olarak verilen tefekkür ve istidlal dışı bilgiler” kastedilmektedir.
Vahiyle ilham arasında şu farklar bulunmaktadır: 1. Peygamberler kendilerine indirilen vahyin Allah katından olduğunu kesin olarak bilirler. İlhamın kaynağı belli olmadığı için onu alanlar onun nereden geldiğini bilemezler. 2. Vahiy vasıtalı, ilham ise vasıtasız olarak tecellî eder. 3. Vahiy olayı son bulmuştur, ilham ise devam etmektedir. 4. Vahiy bağlayıcıdır, ilham ise bağlayıcı değildir 5.Vahiy umumî ve küllî, ilham ise hususî ve cüzîdir.6.Vahiy yoluyla elde edilen bilgiler birbirleriyle çelişmez; ilham ile elde edilen bilgiler ise birbirleriyle çelişebilir. *keşf, “duyular ve akıl yoluyla bilinme imkânı olmayan gaybî hakîkatlerin gözle görünürcesine apaçık bir şekilde kişiye bildirilmesidir”. Aynı kökten gelen mükâşefe ise, “kalp gözünün açılması ve gayb âleminin görülmektedir.
Vahiy Katipleri Mekke’de ilk vahiy kâtibi Abdullah b. Sa’d b. Ebî Sarh’tır. Medîne’de ise ilk vahiy kâtipliği yapan kişi Übeyy b. Ka’b’tır. Ondan sonra Zeyd b. Sâbit vahiy kâtipliği yapmıştır. Bunlardan başka vahiy kâtiplerinin bazılarının isimleri şöyledir: Ebû Bekir, ---------------------Ömer b. el- Hattâb, -----------Ali b. Ebî Tâlib,-------------- Osman b. Affân, Zübeyir b. Avvâm, -----------Halid b. Velîd, ------------------Amr İbnu’l-Âs,---------------Huzeyfe İbnu’l-Yemân, Âmir b. Füheyre, -------------Mu’âviye, -----------------------Şurahbil b. Hasene, -------Muğîre b. Şu’be, Sâbit b. Kays,------------------Muâz b. Cebel,----------------- Abdullah b. Erkâm, -------Abdullah b. Zeyd, Abdullah b. Revâha,------- -Talha b. Ubeydillah, ----------Sa’d b.Ebî Vakkâs,---------- Hâlid b. Sa’îd Hanzala b. er- Rabî’, --------Cehm İbnu’s-Salt,------------- el-Huseyin en-Nemerî, ----Muhammed İbnu’l- Mesleme ve- Ebân b. Sa’îd. Huvaytıb b. Abdi’l-Uzzâ,
Vahyin Yazıldığı Malzemeler 1. Hurma ağacının, yaprakları, kabukları ve yapraklarının orta damarları. 2. İnce beyaz taşlar. 3. Kürek ve kaburga kemikleri. 4. İşlenmemiş deri. 5. İnce deri (rakk). 6. Çanak-çömlek parçaları. 7. Parşömen parçaları. 8. Tahtadan yapılmış levhalar. 9. Bez parçaları.
Vahye Ait Bazı Terimler El-Hadarî: Hz. Peygamber seferde ve misafirlikte bulunmadığı zamanlarda inen vahiylerdir. Kur’ân’ın ekserisi bu şekilde nâzil olmuştur. Es-Seferî: Hz. Peygamber yolculukta veya savaşta bulunduğu sırada nâzil olan vahiylerdir. En-Nehârî: Gündüz nâzil olan vahiylerdir. Kur’ân-ı Kerîm’in ekserisi gündüz vahyedilmiştir. El-Leylî: Geceleyin inen vahiylerdir. Es-Sayfî: Yaz mevsiminde nâzil olan vahiylerdir. Eş-Şitâî: Kış mevsiminde nâzil olan vahiylerdir. El-Firâşî: Hz. Peygamber yatağında iken nâzil olan vahiylerdir. El-Ardî: Hz. Peygamber yeryüzünde iken nâzil olan vahiylerdir. Es-Semâî: Hz. Peygamber semâda iken inen vahiylerdir.
Vahyin Nuzül Aşamaları 1. Levh-i Mahfûz’a İnmesi: Levh-i Mahfûz’un mâhiyeti, nerede olduğu, Kur’ân’ın oraya ne zaman ve nasıl indirildiği, hangi dil ve yazı ile kaydedildiği konusunda bir bilgi yoktur. Çünkü bunlar tamamen gaybî konulardır. 2.Beytü’l-İzze’ye İnmesi Kur’ân, aynı zamanda yakın sema da denilen Beytü’l-İzze’ye Levh-i Mahfûz’dan indirilmiştir. Kur’ân’ın Beytu’l-İzze’ye toptan indirilişinin faydadan hâli olmadığı anlaşılmaktadır: A. Diğer ilâhî kitaplardan farklı olarak Allah Kur’ân’a iki farklı özellik vermiştir: Hem toplu ve hem de parça parça iniş. B. Bir kitabın bir tek sicile değil, birden fazla sicile kaydedilmesi, yine ona verilen değeri gösterdiği gibi ayrıca onun, her safhada titizlikle korunduğunu ortaya koyar. C. Allah, gökler âlemindeki varlıklara, bu Kur’ân’ı son Peygamber’e indireceğini bildirmiş, böylece onları bu muazzam olaya şahit tutmuş olmaktadır. 3.Hz. Peygamber’e İnmesi Kur’ân’ın parça parça indirilmesi Arap dilinde “Tencîmu’l-Kur’ân” terimiyle ifade edilmektedir. Bu terim, Kur’ân’ın Hz. Peygamber’e toplu olarak bir defada değil, peyderpey, parça parça indirilmesi demektir.
Vahyin Hz. Peygamber’e Parça Parça İndirilmesinin Hikmetleri 1. Kur’ân’ın parça parça indirilmesiyle Müslümanlara büyük bir kolaylık sağlanmıştır. 2. Kur’ân’ın parça parça inmesiyle, büyük çoğunluğu okuma-yazma bilmeyen Arapların Kur’ân’ı anlamaları ve uygulamaları kolaylaşmıştır. 3. Kur’ân, parça parça inmekle, ona inanmayanların iç yüzleri açığa çıkmıştır. 4. Müslümanların sordukları sorularla müşrik, münkir ve münâfıkların şüphe ve itirazlarına anında cevaplar verilmiştir. 5. Hz. Peygamber ve ashâbına moral ve güç kaynağı olmuştur. 6. Zaman zaman meydana gelen hâdiseler sebebiyle ortaya çıkan problemlere taze çözümler getirmiştir. 7. Hz. Peygamber ve ashâbının yaptığı hatalar zamanında düzeltilmiştir. 8. İlâhî irade tarafından değiştirilmesi gereken bazı hükümlerin zamanı gelince değiştirilmesine imkân sağlanmıştır (nâsih-mensûh). 9. Kur’ân’ın bir beşer kelamı değil, ilâhî bir kitap olduğunu göstermeye vesile olmuştur. 10. Kur’ân, edebiyatçılara meydan okumuştur. 11. Kur’ân, toptan indirilmiş olsaydı bu durum onun, önceden başkaları tarafından düşünülüp tertîb edildiği şüphesini doğururdu.
KUR’ÂN’IN MUSHAFLAŞMA SÜRECİ
Kur’ân’ın Ezberlenmesi Hz. Peygamber’in Ezberlemesi: Hz. Peygamber kendisine indirilen âyet ve sûreleri Allah’ın lütfuyla önce ezberler, sonra tebliğ ederdi.
Sahâbenin Ezberlemesi: Hz. Peygamber, inen âyetleri ezberledikten sonra önce erkeklere, sonra da kadınlara okuyordu. Sahâbeyi Kur’ân’ı ezberlemeye sevk eden belli başlı sebepleri sıralayalım: 1. Güçlü bir hâfızaya sahip olmaları. 2. Namazda belli bir miktarda Kur’ân okumanın farz/vâcip oluşu. 3. Kur’ân’ın emir ve yasaklarına uymanın gerekli olması. 4. Resûlullah’ın, Kur’ân eğitimi ve öğretimi ile bizzat ilgilenmesi. 5. Kur’ân okuyanlara verilecek sevap ve mükâfâtın büyük olması.
Kur’ân’ın Yazılması Hz. Peygamber ümmî idi yani, okuma yazma bilmiyordu.Resûlullah, Kur’ân’ın sadece ezberlenmesiyle yetinmemiş, aynı zamanda onu titizlikle yazdırmıştır. Kur’ân’ın yazdırıldığına dair pek çok delil bulunmaktadır. Onlardan bazıları şunlardır: 1. Her şeyden önce Kur’ân’ın bir isminin de “yazılı metin” anlamına gelen “el-Kitâb” olması, onun yazıldığını göstermektedir. 2. Şu âyetler, Kur’ân’ın yazıldığını ortaya koymaktadırlar:“Dileyen ondan (Kur’ân’dan) öğüt alır.
O, değerli sahifelerdedir, tertemiz kılınmış, yüce makamlara kaldırılmış mukaddes sahifelerde, kâtiplerin ellerindedir, değerli ve güvenilir katiplerin” 3. Bir hadîsinde Resûlullah şöyle buyurmuştur: “Benden, Kur’ân’dan başka bir şey yazmayınız. Kim benden Kur’ân’ın dışında bir şey yazmışsa onu imhâ etsin”. İşte bu hadîs Kur’ân’ın yazıldığını açıkça ortaya koymaktadır. 4. Hz. Ömer’in Müslüman olması hâdisesinde, kız kardeşi Fâtıma’nın elinde bulunan Tâhâ sûresinin baş tarafının yazılı bulunduğu sahîfe de Kur’ân’ın yazıldığını gösteren önemli bir delildir. 5. Abdullah b. Ömer şöyle demektedir: “Biz, Kur’ân üzerimizde iken düşman ülkesine gitmekten menedilmiştik. Bunun sebebi, o yazılı metinlerin düşman eline geçme korkusu idi”. 6. Konuyla ilgili olarak Berâ b. Âzib şu olayı anlatmaktadır: Müminlerden özür sahibi olanlar dışında oturanlarla malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vadetmiştir; ama mücahidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır” (Nisâ (4), 95) âyeti nâzil olunca Resûlullah bana, “Zeyd’i çağır, kalem ve mürekkep getirsin” dedi. Zeyd, elinde kalem, mürekkep ve üzerine yazı yazılacak malzeme ile geldiğinde Hz. Peygamber ona bu âyeti okuyarak yazdırdı”. Resûlullah’ın zamanında şu kişilerin Kur’ân’ın tamamını topladıkları rivâyet edilmektedir: Ali b. Ebî Tâlib, ___Sa’d b. Ubeyd b. en- Nu’mân b. Amr b. Zeyd, _____Ebû’d-Derdâ’ Uveymir b. Zeyd, Mu’âz b. Cebel, __Ebû Zeyd b. Sâbit,__ _Zeyd b. Sâbit, _____Übey b. Ka’b,___Ubeyd b. Mu’âviye.
Kur’ân’ın Toplanması (Cem’) 1. Hz. Peygamber hayatta olduğu müddetçe vahiy devam ediyordu. Bu nedenle bazı âyetlerin neshedilme ihtimali vardı. Hal böyle olunca Kur’ân’ın bir kitap haline getirilmesi bazı karışıklıklara sebep olabilirdi. 2. Âyet ve sûreler nuzül tarihine göre sıralanmıyordu. Bazen, daha önce inen bir sûreye, sonradan inen bazı âyetler ilave ediliyordu. 3. Vahyin tamamlanmasıyla Hz. Peygamber’in vefatı arasındaki süre, Kur’ân’ın bir cilt halinde toplanmasına yetecek kadar değildi. Âlimlerin çoğuna göre bu süre 9 gecedir. *Kur’ân’ın bir cilt halinde toplanmasının en önemli sebebinin, Yemâme savaşında 70 (bazılarına göre 500 veya 700) kurrâ sahabînin şehid edilmesi olduğu öne sürülmektedir. Kur’ân’ı bir araya toplamak için Zeyd b. Sâbit’in başkanlığında bir heyet kuruldu. Zeyd b. Sâbit’in bu işin başına geçirilmesinin nedenleri şunlardır: 1. Zeyd, uzun süre vahiy kâtipliği yapan bir kişi idi. 2. Resûlullah hayatta iken Kur’ân’ın tamamını toplamıştı. 3. Zeyd, Kur’ân’ın tamamını ezberleyen ve onu en güzel şekilde okuyan sahâbîlerden biriydi. 4. Zeyd’in kırâati, Hz. Peygamber’in son arzada Cebrâil’e sunduğu kırâat idi. 5. Zeyd, çok zeki bir kişiydi. 6. Zeyd, bütün Müslümanların güvenini kazanmış olan biriydi. * Kur’ân’ı toplama faaliyeti, yaklaşık olarak bir yıl sürmüştür. Toplanan bu nüshaya Abdullah b. Mes’ûd’un teklifiyle Mushaf adı verilmiştir. Kur’ân’ın toplanma işi bitince Zeyd b. Sâbit onu baştan sona okumuş ve Ahzab sûresinin 23. âyetinin eksik olduğunu fark etmiş, bizzat kendisinin de Resûlullah’tan dinleyerek öğrendiği bu âyeti sadece, Huzeyme b. Sâbit’in yanında bularak Mushaf’taki yerine kaydetmiştir. Toplanan bu Mushaf’ın bazı özellikleri şunlardır: 1. Bu nüsha en ince ilmî tespit usulleriyle toplanmıştır. 2. Bu nüshaya, ancak tilâveti mensûh olmayan âyetler alınmıştır. 3. Bu nüsha yedi harfi ihtivâ etmektedir. (Yedi harf konusu ikinci ünitede ele alınacaktır). 4. Bu nüshanın doğruluğu, hem ümmetin icma’ı ve hem de tevâtürle sâbittir.
Kur’ân’ın Çoğaltılması (İstinsâh) Hz. Osman,___ Zeyd b. Sâbit, ____Abdullah b. ez-Zübeyr, _____Sa’îd b. el-Âs ve Abdurrahman b. Hâris’ten oluşan bir heyet meydana getirerek onlara Kur’ân’ı istinsah etmelerini emretti. Bu heyette, Kesîr b. Eflah, ____Ubey b. Ka’b, Nafi b. Zurayb, ____Abdullah b. Abbas, ___Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr,___ _Mâlik b. Ebî Amr ve Enes b. Mâlik’in de bulunduğu rivâyet edilmektedir. Hz. Osman, Kur’ân’ı çoğaltacak olan heyete, şu prensiplere göre çalışmaları talimatı verdi: 1. Çoğaltmada, Ebû Bekr döneminde toplanan Mushaf esas alınacaktır. 2. Çoğaltılacak nüshalara, Hz. Peygamber’in son arzada okumuş olduğu bir harf alınacak, geriye kalan altı harf alınmayacaktır. 3. Bu nüshalara tilâveti neshedilmiş âyetler yazılmayacaktır. 4. Heyetteki üyeler arasında lehçe bakımından herhangi bir ihtilaf çıkarsa, Kureyş lehçesi tercih edilecektir. 5. Birkaç Kur’ân nüshası istinsah edilerek çeşitli beldelere gönderilecektir. 6. Sûreler bu gün elimizdeki Kur’ân’larda olduğu şekilde tertîb edilecektir. 7. Çeşitli maksatlarla kaydedilen birtakım özel not ve kayıtlar bu Mushaflara yazılmayacaktır. İstinsah edilen nüshaların adedi hakkında farklı görüşler vardır. Bu sayının dört, beş, yedi ya da sekiz olduğu öne sürülmektedir. Söz konusu nüshaların beş adet olup ikisinin Medîne’de kaldığı (ki bunlardan biri Hz. Osman, diğeri de Medîne ahâlisi içindi), diğerlerinin de Basra, Kûfe ve Şam’a gönderildikleri konusunda herhangi bir ihtilafın bulunmadığı bildirilmektedir. Mekke, Yemen ve Bahreyn’e de gönderildikleri rivâyet edilmektedir. Bu gün, Hz. Osman döneminde çoğaltılan bu nüshalardan, Londra’daki India Office kütüphanesinde, Topkapı Sarayı’nda ve Taşkent’te birer adet bulunduğu belirtilmektedir.
Kur’ân’ın Harekelenmesi ve Noktalanması Basra vâlisi Ziyâd b. Sümeyye, Ebû’l-Esved ed-Dü’elî’ye mürâcaat ederek ondan Kur’ân’a, yanlış okumaları önlemek için bazı işaretler koymasını istedi. Ziyâd’ın teklifini kabul ederek ondan kâtip istedi. Ziyâd ona otuz kadar kâtip gönderdi. Ebû’l-Esved ed-Dü’elî, Abdu’l-Kays’dan olan birini tercih etti. Ebû’l-Esved ed-Dü’elî’nin koyduğu bu noktalar hareke yerine konan noktalardır. İlgili kaynaklara göre bu noktalar tarihte ilk defa Ebû’l-Esved ed- Dü’elî tarafından îcâd edilmiştir. Kur’ân’ın, Hz. Osman döneminde çoğaltılmasından bahsedilince, o dönemde şekillenen Resmü’l- Mushaf’tan da bahsetmek gerekmektedir.
Resmü’l-Mushaf (Mushafın Yazısı) Hz. Osman döneminde Mushaf çoğaltılırken bu günkü yazım kurallarından farklı bir yazı stili kullanılmıştır. Bu farklılıklardan bazıları şunlardır: 1. Hazif yapılması. Yani kelimeden harf düşürülmesi demektir. Meselâ “yâ eyyühâ/ﻳﺎأﻳﻬﺎ” ibaresini yazarken, ye harfinden sonra elifi yazmamak gibi. 2. Fazladan harf ilave edilmesi. Meselâ çoğul ya da çoğul hükmünde olan kelimelerin sonunda bulunan vavdan sonra elif ilave etmek gibi. 3. Bedel. Yani bir harfin yerine başka bir harfin yazılması. Meselâ salât ve zekât kelimelerinde olduğu gibi. 4. Fasl ve vasl. Vasl, kelimenin son harfinin, onu takip eden kelimenin baş harfiyle kaynaştırılması demektir. “ﻣِﻦْ ﻣَﺎ” kelimelerinin “ﳑِﱠﺎ” şeklinde bitiştirilerek yazılması gibi. 5. İki kırâata da elverişli olacak şekilde yazma. Âlimler, Resm-i Osmânî’ye uymanın gerekli (tevkîfî/vahye dayalı) olup olmadığı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Şimdi bu farklı görüşleri görelim: 1. Resm-i Osmânî’nin tevkîfî olduğunu savunanlar. Abdulaziz ed-Debbağ Ahmed b. Hanbel 2. Resm-i Osmânî’nin tevkîfî olmadığını savunanlar. Bâkıllânî ve İzz b. Abdisselâm *Resmü’l-Mushaf’a dair birtakım eserler yazılmıştır. Bunların bazıları şunlardır: Abdullah b. Süleyman b. el-Eş’as es-Sicistânî, el-Mesâhif; Ebû Amr Osman ed Dânî, el-Muknî fî Ma’rifeti Mersûmi Mesâhifi Ehli’l-Emsâr; İbrahim b. Ömer el-Ca’berî, Hamîletu Erbâbi’l-Makâsıd fî Resmi’l-Mesâhif.
ÜNİTE-2
Kur’ân Kelimesinin Etimolojisi 1. Kur’ân lafzı, “karînetün” kelimesinin çoğulu ve aynı zamanda hemze- siz olan “el-karâin/اﻟﻘﺮاﺋﻦ” lafzından türemiştir. Bu görüşü Ebû Zekeriyyâ’ Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ’ ileri sürmüştür. 2. Kur’ân kelimesi, sözlükte bir şeyi diğer bir şeye yaklaştırmak anlamına karene ﻗﺮن fiilinden türemiştir. Eş’arî ve ona tâbi olanların ortaya attığı gelen bu görüşe göre, Kur’ân lafzının bu fiilden türemesi onun, harf, kelime, âyet ve sûrelerinin birbirlerine bitişik ve yakın olmaları nedeniyledir. Şafiî ve taraftarlarına göre “Kur’ân lafzı hemzeli değildir; “el/ال” ile ma’rife yapılmış ve mürteceldir (bir tür özel isimdir); Hz. Peygamber’e inen kelâma özel isim olarak konmuştur, türememiş, kara’e/ﻗﺮأ’den de alınmamıştır, şayet kara’e’den alınmış olsaydı her okunan şeyin Kur’ân olması gerekirdi”. 3. “Kur’ân” lafzı, “okumak” anlamına gelen kara’e’den türemiş, fu’lân vezninde bir kelimedir: Ebu’l-Hasan Ali b. Hazm el-Lihyânî tarafından ileri sürülen bu görüş, İslâm âlimlerinin ekseriyeti tarafından kabul edilmektedir.
Müsteşriklerin “Kur’ân” lafzının köküne dair görüşleri; Schwally, Wellhausen ve Horovitz gibi oryantalistlere göre “Kur’ân” lafzı Süryanice veya İbrânice, keryânî - kiryânî kelimelerinden alınmıştır. Şimdi onların bu görüşlerinin doğru olmadığının delillerini görelim: 1. Arabça, Süryânice ve İbrânice, Sâmi dilleri ailesindendir. Bu dil ailesinin en eskisi, üstünü, gelişmişi ve zengin kelime hazinesine sahip olanı Arapça’dır. Şimdi kendilerinden daha eski ve zengin olan bir dilin o dillerden kelime aldığını iddia etmek yanlıştır. 2. Kur’ân’da da belirtildiği gibi, İslâmiyet öncesi Araplar, -bir kaç kişi dışında- ümmî bir toplum idi. Sözlü rivâyet esastı; edebî ürünler, kıssalar ve haberler hafızaya dayanıp şifâhî olarak naklediliyordu. Bunların yazıya geçirilmesine hicretin birinci yüzyılından itibaren başlandı. 3. İnsanlar, ihtiyaçlarına göre kelime ihdâs ederler, ortaya çıkan yeni eşyalara yeni isimler bulurlar. Câhiliyye devri Arab edebiyatı ile Arapların sosyal hayatında dinin çok az bir yeri vardı. Yani Kur’ân yoktu. Olmayan bir şeyi isimlendirmek, o, şu veya bu dilin, şu veya bu kelimesinden türedi, demek ise mümkün değildir.
Kur’ân’ın Terim Anlamı “Kur’ân, Hz. Muhammed’e vahiyle indirilmiş, tevâtürle nakledilmiş, mushaflarda yazılmış, tilâvetiyle ibâdet edilen, bir sûresinin –dahi olsa- meydana getirilmesi için meydan okuyan, Fâtiha sûresiyle başlayıp Nâs sûresiyle sona eren, Allah’ın kelâmıdır”.
Kur’ân’ın Hedefi Kur’ân, tüm insanlığı hidâyete getirmek amacıyla nâzil olmuş, evrensel bir ilâhî mesajdır.
Kur’ân’ın Muhtevâsı Kur’ân’ın âyet ve sûreleri, konu bütünlüğü oluşturacak şekilde sıralanmadığından muhtevâsının tespiti biraz zordur. Mekkî âyet ve sûrelerde, Allah’ın birliği, kudreti ve lütufkârlığı ile âhiret günü ve dirilme gibi uhrevî konular geniş olarak işlenmiştir. Medenî olan âyet ve sûrelerde, Mekkî sûrelerin ihtiva ettiği başlıca konuların yanı sıra, ibâdât ve muâmelât konuları ağırlık kazanmıştır.
Kur’ân’ın Kitâb-ı Mukaddes’le Mukâyesesi Kur’ân ile daha önceki ilahî kitaplar arasında vahyedilme, kayda geçirilme, günümüze gelme, üslûp ve muhtevâ açısından önemli farklılıklar vardır. Kitâb-ı Mukaddes, çeşitli yazarlar tarafından farklı dönemlerde yazılmış farklı edebî türlerdeki yazılardan meydana gelmektedir. Onda tarihî yazıların yanı sıra dinî hükümler, hikmet türü bölümler, dua ve münâcâtlar bulunmaktadır. Kitâb-ı Mukaddes’e ait bölümlerin çoğu, adını taşıyan kişiler tarafından yazılmamıştır; ayrıca bazen birden çok kitap belli bir yazara nispet edilmiştir. Ayrıca Kitâb-ı Mukaddes’te hâdiseler, zaman ve mekân boyutuna inilerek aktarılmakta, dolayısıyla Eski Ahid İsrâiloğulları’nın tarihini, Yeni Ahid ise Hz. Îsâ ve havarilerin hayatlarını anlatan birer tarih kitabı niteliği taşımaktadır. Kur’ân’da anlatılan tarihi olay ve kıssalarla muhataplara belli derslerin verilmesi amaçlanmıştır. Bu nedenle Kur’ân’da olaylar, zaman ve mekân belirtilmeden anlatılmıştır.
Kur’ân’ın Faziletleri (Fezâilü’l-Kur’ân) Fezâilu’l-Kur’ân, Kur’ân’ın tamamını veya bazı sûre ya da âyetlerini öğrenip okuyan, öğreten, dinleyen, ezberleyen, hükümlerine göre amel edenlerin kazanacakları sevapları, bazı sûre yahut âyetlerin şifalı olduğunu bildiren hadisleri içeren literatür için kullanılan bir tabirdir. Bunun için kaynaklarda “Fezâilu’l-Kur’ân”, “Sevâbu’l-Kur’ân”, “Menâfiu’l-Kur’ân” gibi terimler kullanılmıştır.
İmam Şafiî’nin Menâfiu’l-Kur’ân adındaki kitabının bu konuda yazılan ilk eser olduğu ileri sürülmektedir. Fezâilu’l-Kur’ân’la ilgili hadisler incelendiğinde onların üç kısma ayrıldığı görülmektedir. 1. Kur’ân’ın bütününün fazîletine dair hadîsler: “Sözün en hayırlısı, Allah’ın Kitâb’ıdır” hadîsi gibi. 2. Kur’ân’ın sûrelerinin fazîletine dair hadîsler: “Nefsim kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki o (İhlâs sûresi), Kur’ân’ın üçte birine denktir” gibi. 3. Kur’ân âyetlerinin fazîletine dair hadîsler: “Geceleri, Bakara sûresinin sonundan iki âyet okuyan kimseye o iki âyet kâfî gelir” hadîsi gibi. Bu konuda yazılan bazı eserler şunlardır: Ahmed b. Şu’ayb en-Nesâî, Fezâilu’l-Kur’ân; Ebu’l-Fidâ İsmâil b. Kesîr, Fezâilu’l-Kur’ân; Ebu’l-Fazl Ahmed b. Ali b. Hacer el-Askalânî, el-İtkân fî Fezâili’l-Kur’ân.
KUR’ÂN’IN UNSURLARI Âyet Tanımı: sözlükte, iz, açık işaret, burhân, emâre, ibret, nişâne, şaşırtıcı iş ve mucize manasına gelmektedir. Terim olarak âyet, “Kur’ân’ın herhangi bir sûresinde, bir veya birkaç kelime ya da cümleden meydana gelen ve başından ve sonundan ayrılmış olan bölümlere” denir. Âyetlerin son kelimesine, iki âyeti birbirinden ayırdığı için fâsıla, fâsılanın son harfine de harfu’l-fâsıla denmektedir. Âyetlerin Tertibi: tevkîfîdir, yani vahye dayanmaktadır. Kur’ân’ın âyetlere bölünmesinin tevkîfî olup olmadığı konusunda ise ihtilaf vardır. Bazı âlimlere göre tevkîfî, bazılarına göre de kıyâsîdir (ictihâdîdir). Âyetlerin Sayısı: Kur’ân’da, İbn Abbas 6216, Basralılar 6204, Medîneliler 6219, Şamlılar 6226, Kûfeliler de 6236 âyet bulunduğunu ifade etmektedirler. Bu son (6236) görüşün daha doğru olduğu belirtilmektedir. En kısa âyetin hangisi olduğu konusunda ise ihtilaf vardır. Bu hususta zikredilenler şunlardır: Müdhâmmetân, ve’l-fecr, yâsîn, ve’l-asr, ve’d-duhâ, müddessir, rahmân ve yâsîn.
İlk ve Son Nâzil Olan Âyetler Âlimlerin çoğuna göre, ilk inen âyetler Alak sûresinin ilk beş âyetidir; fetret devrinden sonra da Müddessir sûresinin baş kısmı nâzil olmuştur. En son nâzil olan âyet hakkında ise görüş ayrılığı vardır. Bu âyetler şunlardır: 1. (Mâide (5) 3). Bu âyet nâzil olduktan sonra, ahkâm âyeti inmediği ve Resûlullah’ın 81 gün yaşadığı bildirilmektedir. O halde bu, en son inen âyet değildir. 2. (Nasr (110), 1-3). 3. (Bakara (2), 278). 4. (Nisâ (4), 176). 5. (Bakara (2), 281). Bu âyet nâzıl olduktan sonra Resûlullah 9 gece yaşamıştır. Âlimlerin çoğu, en son inen âyetin bu âyet olduğu görüşündedirler. Besmele: İbadetler başta olmak üzere her işe besmele ile başlamak sünnettir. Hanefilere göre, sûrelerin başında bulunan besmeleler, bulunduğu sûreden ayrı olarak başlı başına birer âyettir. İmam Şâfiî’ye göre besmele, Fâtiha’nın başından bir âyettir. İmam Mâlik’e göre sûre başlarındaki besmeleler Kur’ân’dan değildir. Ahmed b. Hanbel’den bu konuda iki görüş vardır: 1. Besmele, Fâtiha ve diğer sûrelerin başından birer âyettir. 2. Sûrelerden ayrı olarak birer âyettir. Tevbe sûresi dışında bütün sûrelerin başında besmele vardır.
Secde Âyetleri: Secde sözlükte, aşırı saygı göstermek, tevâzuyla eğilmek ve alnı yere koymak manalarına gelmektedir. Okunması veya dinlenmesi halinde secde edilmesi gereken âyetlere secde âyeti, bu sebeple yapılan secdeye de tilâvet secdesi denir. Kur’ân’da on dört sûrede secde âyeti vardır. 1) Arâf (7), 206.____________ 2) Ra’d (13), 15. ________3) Nahl (16), 49. 4) İsrâ’ (17), 107. ___________5) Meryem (19), 58._____ 6) Furkân (25), 60. 7) Alak (96), 19. ____________8) Neml (27), 25. ________9) Secde (32), 15. 10) Sad (38), 24.___________11) Fussilet (41), 37.______12) Necm (53), 62. 13) İnşikâk (84), 21.________ 14) Hac (22), 18. Şâfiî’ye göre bu sûrede iki secde vardır. Biri bu 18. âyette, diğeri de şu 77. âyettedir. Hanefîlere göre, 77. âyetteki namaz secdesidir. Tilâvet secdesi, Hanefîlere göre vâciptir.
Sûre Tanımı: Sözlükte, yüksek rütbe, mevki, şeref, yüksek bina, sûr gibi manalara gelir. Terim olarak sûre, “âyetlerden en az üç âyetten- meydana gelen, başı ve sonu bulunan müstakil Kur’ân parçası” demektir. Kur’ân’da 114 sûre vardır. Übey b. Ka’b’a göre 87’si Mekkî, 27’si ise Medenîdir. Mısır Kralı Fuâd’ın ilmî bir heyete tetkik ettirerek bastırdığı Mushaf’a göre ise sûrelerin 86’sı Mekkî, 28’i Medenîdir
Sûrelerin Tertibi: sûrelerin tertibi kim tarafından yapılmıştır? Bu konuda üç görüş vardır: 1. Sûrelerin tamamının tertibi Hz. Peygamber’e dayanmaktadır (tevkîfî). 2. Sûrelerin tamamının tertîbi sahâbenin ictihâdı ile olmuştur. 3. Sûrelerin tertîbinin bir kısmı Hz. Peygamber’in bildirmesi, bir kısmı da sahâbenin ictihâdı ile olmuştur. Bunlar arasında, tertîbin tevkîfî olduğu görüşünün daha ağırlıklı olduğu söylenebilir.
Sûrelerin Tasnîfi: Kur’ân’da sûreler, uzunluk ve kısalıklarına göre şöyle tasnîf edilmiştir: 1. es-Sebu’t-tuvel: En uzun yedi sûre demektir. Bunlar, Fâtiha’dan sonra gelen Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ, Mâide, En’âm, A’râf, Enfâl-Tevbe’dir. Bazıları Enfal-Tevbe yerine Yunus sûresini koymaktadırlar. 2. el-Mi’ûn: Birinci gruptan sonra gelen ve âyet adedi yüz civarında olan sûrelerdir. 3. el-Mesânî: Âyet adedi yüzden az olan sûrelerdir. Bunlar, Ahzâb sûresinin başından Kaf sûresinin başına kadar olan sûrelerdir. 4. el-Mufassal: Mushafın son bölümü olup, Kaf sûresinin başından Nâs sûresinin sonuna kadar olan sûreleri içine almaktadır.
Sûrelerin İsimleri: isimlendirilmelerinin tevkîfî olduğunun kabûlü daha doğru görünmektedir. Mekkî ve Medenî Sûreler: Sûrelerin Mekkî veya Medenî oluşları hakkında üç görüş vardır: 1. Vahyin indiği mekân dikkate alınarak yapılan taksim. Buna göre Mekke’de nâzil olan âyet ve sûrelere Mekkî, Medîne’de ve Medîne’ye yakın yerlerde inen âyet ve sûrelere Medenî denir. 2. Muhâtaplar dikkate alınarak yapılan taksim. İçinde “ey insanlar” ifadesi bulunan âyet ve sûreler Mekkî, “ey îmân edenler” ibaresi bulunan âyet ve sûreler de Medenî’dir. 3. Zaman dikkate alınarak yapılan taksim. Buna göre, hicretten önce inen âyet ve sûrelere Mekkî, sonra inen âyet ve sûrelere de Medenî denir. İşte doğru olan görüş budur. Mekkî sûrelerin özellikleri: 1. İçinde “kellâ” lafzı olan, 2. Secde âyeti ihtiva eden, 3. Bakara sûresi hariç, içinde Âdem ve İblîs kıssası yer alan, 4. Bakara ve Âl-i İmrân sûresi hariç, başında hurûf-ı mukatta’a bulunan, 5. Bakara hariç, içinde peygamberlerin ve geçmiş milletlerin kıssaları anlatılan 6. Bazı istisnalar dışında, içinde “ey insanlar” ibaresi bulunup, “ey îmân edenler” ibaresi bulunmayan sûrelerin hepsi Mekkîdir. Medenî sûrelerin özellikleri: 1. Ankebût sûresi hariç, içinde münafıklardan bahsedilen, 2. Cihâda izin veren ve cihad hükümlerini beyan eden, 3. Hudûd ve miras paylaşımından bahseden, 4. Bazı istisnalar dışında, içinde “ey îmân edenler” ibaresi bulunan, 5. İbâdât ve muâmelât konuları tafsîlatlı olarak yer alan, 6. Ehl-i kitabın batıl inançları ve yanlış davranışlarını anlatıp onları İslâm’a davet eden sûrelerin hepsi Medenîdir.
KUR’ÂN’IN OKUNMASI Yedi Harf: Yedi harf, ihtilaflı bir meseledir. Konuya dair kırk civarında görüş vardır. Bunların belli başlı olanları şunlardır: 1. Yedi harften maksat, Arap kabilelerinden meşhur olan yedisinin lehçesidir. Bu kabileler Kureyş, Kinâne, Huzeyl, Hevâzin, Sekîf, Yemen ve Temim’dir. 2. Yedi harften maksat, meşhur yedi imamın kırâatıdır. Ancak bu görüş en zayıf olan görüştür. 3. Yedi harften maksat, aynı manaya gelen çeşitli lafızlardır. 4. Yedi harften maksat, yedi vecihtir. Bu görüşü savunanlar çoktur.
Kırâat İlmi Tanımı: Kırâat, “Kur’ân’ın kelimelerinin eda keyfiyetlerini ve ihtilaflarını nakledenle- rine isnat ederek bilmektir”. Konusu: Telaffuzlarındaki ihtilaf ve edâlarındaki keyfiyet bakımından Kur’ân’ın kelimeleridir. Gayesi: Mütevâtir kırâatların zabt melekesini elde etmektir. Gelişmesi: Hicrî ikinci asrın başında, muayyen beldelerdeki Müslümanların, kendi kırâatlarını diğer beldelerdeki kırâatlara tercih etmeleriyle “yedi kırâat” tabiri şöhret bulmaya başladı. Böylece Mekke’de İbn Kesîr, Medîne’de Nafi, Şam’da İbn Âmir, Basra’da Ebû Amr ve Yakub, Kûfe’de Asım ve Hamza’nın kırâatları meşhur oldu. Üçüncü asırda kırâatları yediye tahsis eden, Ebu Bekir b. Mücâhid’dir. Ancak İbn Mücâhid’in tasnifinde yedinci kırâat imamı Yakup değil, Kisâî’dir. Ebû Ca’fer, Yakup ve Halef b. Hişâm ilave edilerek sayı ona ulaşmıştır. On kırâat imamı ve meşhur olan râvîleri topluca şunlardır: 1. Nâfi. Râvîleri Kâlûn ve Verş’tir. 2. İbn Kesîr. Râvîleri Bezzî ve Kunbul’dur. 3. Ebû Amr. Râvîleri Dûrî ve Sûsî’dir. 4. İbn Âmir. Râvîleri Hişâm ve İbn Zekvân’dır. 5. Âsım. Râvîleri Ebû Bekir Şu’be ve Hafs’tır. 6. Hamza. Râvîleri Halef ve Hallâd’tır. 7. Kisâî. Râvîleri Leys ve Dûrî’dir. 8. Ebû Ca’fer. Râvîleri İsâ b. Verdân ve Süleyman b. Cemmâz’dır. 9. Ya’kûb. Râvîleri Ruveys ve Ravh’tur. 10. Halef. Râvîleri İshak b. İbrâhîm ve İdris b. Abdilkerîm’dir.
Sahih Kırâatın Şartları: üç şart vardır: 1. Kırâat, sahîh ve muttasıl bir senedle Hz. Peygamber’e ulaşmalı. 2. Takdiren de olsa Hz. Osman döneminde çoğaltılan nüshalardan birinin hattına uymalı. 3. Bir vecihle de olsa Arap dilinin kâidelerine uygun olmalı.
Senetleri Bakımından Kırâatların Çeşitleri 1. Mütevâtir kırâat: Yalan üzere ittifak etmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun diğer bir topluluktan rivâyet ettiği kırâata denir. 2. Meşhur kırâat: Senedi sahîh, Arap dilinin kâidelerine ve Hz. Osman döneminde çoğaltılan nüshalardan birinin hattına uygun olan, ancak tevâtür derecesine ulaşamayan kırâata, denir. 3. Âhâd kırâat: Senedi sahîh olup, ya Arapça kâidelere ya da Hz. Osman döneminde çoğaltılan nüshalardan birinin hattına uygun olmayan kırâata, âhâd kırâat denir. Bu kırâat ile okumak câiz değildir. 4. Şâz kırâat: Senedi sahîh olmayan kırâattır. Bununla da Kur’ân okumak câiz değildir. 5. Mevzû (uydurma) kırâat: Asılsız olarak yalnız okuyanına isnat edilen kırâattır. Bu kırâata göre de Kur’ân okumak câiz değildir.
Kırâatların Bugünkü Durumu Âsım kırâatı: Bugün Müslümanların ekseriyeti Kur’ân’ı, Âsım kırâatının Hafs rivâyetine göre okumaktadırlar. Nâfi kırâatı: Mısır hariç, Kuzey Afrika’da yaşayan Müslümanlar Kur’ân’ı, Nâfi kırâatının Verş rivâyetine göre okumaktadırlar. Ebû Amr’ın kırâatı: Sadece Sudan’ın bir kısmında okunmaktadır. Kırâat ilmiyle ilgili çok sayıda eser yazılmıştır. Ebu Bekir b. Mücâhid, Kitâbu’s-Seb’a; Mekkî b. Ebî Tâlib, et- Tebsıra; Ebû Amr Osmân b. Sa’îd ed-Dânî, Câmiu’l-Beyân fî’l-Kırââti’s- Seb’, et-Teysîr fî’l-Kırââti’s-Seb’; Ebû Muhammed Kâsım b. Şâtıbî, Hırzu’l- Emânî ve Vechu’t-Tehânî; Muhammed b. Muhammed el-Cezerî, en-Neşr fî’l-Kırâati’l-Aşr. Vakıf ve İbtidâ Vakıf, “kelime üzerinde, kırâata tekrar başlamak niyetiyle, âdet olduğu şekilde, nefes alacak kadar bir zaman sesi kesmekten” ibarettir. Vakıf, kelimelerin sonunda yapılır, ortasında yapılmaz.
Vakfın Kısımları 1. Tam vakıf (vakf-ı tâm). Kendisinden sonrası ile lafız ve manâ yönünden alakası bulunmayan bir kelime üzerinde yapılan vakfa tam vakıf denir. Bu vakfa, vakf-ı lâzım ve vakf-ı vâcib de denmektedir. 2. Kâfî vakıf (vakf-ı kâfî): Kelâm, lafız ve manâ yönünden tamamlanmakla beraber yine de kendinden sonrası ile anlam bakımından bir alakası varsa bu tür yerlerde yapılan vakfa, kâfî vakıf denir. 3. Hasen vakıf (vakf-ı hasen): Kelâm, lafız ve manâ bakımından tamamlanmakla beraber, yine de onun kendisinden öncesi veya sonrası ile lafız yönünden bir ilgisi varsa bu vakfa, vakf-ı hasen denir. 4. Kabih vakıf (vakf-ı kabîh): Kelâm, lafız ve manâ yönünden tamamlanmadan ve kendisinden sonraki lafız ile her iki cihetten şiddetli alakası bulunan yerde yapılan vakfa, vakf-ı kabîh denir. @ Kur’ân okurken durulması gereken yerlere bir takım harfler konmuştur: Bu harfler ve ifade ettikleri manalar şunlardır: 1. Mim/م: Bu vakıf işaretinde mutlaka durmak lazımdır. 2. Tı/ط (vakf-ı mutlak), cim/ج (vakf-ı câiz), kıf/ﻗﻒ (dur). Bu üç vakıf işaretinde durmak evlâ, geçmek ise câizdir. 3. Ze/ز (vakf-ı mücevvez), sad/ص (vakf-ı murahhas), kaf/ق ve sılî/ﺻﻠﻲ. Bu vakıf işaretlerinde geçmek evlâ, durmak ise câizdir. 4. Lâ/ﻻ. Bu, “durma” demektir. 5. Ayn/ع. Bir konunun veya kıssanın bitip başka bir konu ya da kıssanın başladığını gösterir. 6. İki grup üç nokta (vakf-ı muâneka/vakf-ı murâkabe). Sadece birisinde durulur, her ikisinde birden durulmaz. 7. Kef/ك. Kendisinden önce hangi durak işareti geçmişse onun hükmünü taşır. 8. Sin/س. Sekte ile okunacak yerlerde kelimenin üstüne, çoğu kere de altına konur.
İbtidanın Kuralları 1. Vakf-ı tâm ve vakf-ı kâfî olan yerlerde durduktan sonra peşinden gelen kelimeden başlamak uygun olur. 2. Vakf-ı hasen, âyet sonunda ise takip eden âyetin başından okunarak devam edilir, eğer âyet ortasında yapılmışsa, mananın bütünlüğünü sağlamak şartıyla o kelimeden veya daha geriden alınarak başlanır. 3. Vakf-ı kabihlerde ise, yine mana bütünlüğü dikkate alınıp o kelimeden veya daha geriden alınarak başlanır.
Kur’ân-ı Kerîm’i Okuyuş Şekilleri 1. Tahkîk: Kırâat ilminde tahkîk, her bir harfin hakkını tam vermek, Buna yakın bir de “tertîl” tarzı vardır ki Kur’ân’ı, acele etmeden, dura dura, anlaya anlaya okumaya denir. Tahkîk, ta’lîm ve temrîn, tertîl ise tefekkür ve istinbat içindir. 2. Hadr: Kırâat ilminde hadr, Kur’ân’ı, tecvid kâidelerine uyarak hızlı bir şekilde okumaya denir. 3. Tedvîr: Tahkîk ile hadr arasında bir okuyuş tarzıdır. Bu okuyuşta orta bir yol izlenir
ÜNİTE-3
KAVRAMSAL ÇERÇEVE
Tefsîr: keşfetmek, ortaya çıkarmak, üzerindeki örtüyü açmak, beyan etmek, açıklamak, anlaşılır hale getirmek gibi manalara gelmektedir. Tefsîr kavram olarak da kısaca, “Kur’ân âyetlerini Arap dili ve edebiyatı açısından tahlile tâbi tutup kastedilen manayı tespit etmek” diye tanımlanabilir. Te’vîl: sözlük manası itibariyle aslına döndürmek ve herhangi bir şeyi varacağı yere vardırmak demektir. İmâm Mâtüridî’ye göre te’vîl bir noktanın varacağı nihâî noktayı açıklamak demektir.
Te’vîlin Şartları 1. Te’vîle esas olan mananın, mecâz yoluyla da olsa lafzın kendisine delâlet ettiği manalardan olması lazımdır. 2. Te’vîlin anlam yönüyle açık bir âyete ters düşmemesi gereklidir. 3. Lafzın ilk anda akla gelen zâhirî anlamının dışında başka bir mananın ve- rilmesine imkân tanıyan dînî bir delile dayanması zorunludur.
Te’vîlin Çeşitleri 1. Beyânî te’vîl: Bu yöntem, daha ziyade kelâmcıların, fakihlerin, müfessir ve dilcilerin kullandığı bir yorum yöntemidir. Arap dilinin kuralları dahilinde hareket edilerek Kur’ân’dan anlamlar üretmek” olarak tanımlanmaktadır. 2. Burhânî te’vîl: İslâm düşüncesindeki en meşhur kuramcısı İbn Rüşd’dür. Faslu’l-Makâl adlı eserinde burhânî te’vîli, nassları bütünsellik içinde ele alarak, zâhirî manalarına uygun düşecek şekilde yorumlamaktadır. 3. İrfânî te’vîl: Bu te’vîl tarzı da tasavvuf erbâbının kalbine sezgi, keşf ve ilham yoluyla doğan bir bilgi türüdür. Mutasavvıflar Kur’ân okuyarak onun derin anlamları üzerinde düşünceye dalmak (tedebbür), dış dünyanın angajmanlarından (bağlantılar) olabildiğince sıyrılarak ilâhî ve ezelî hakikatler üzerine yoğun biçimde kafa yormak (teemmül), eşyanın yaratılış hikmeti yahut Allah’ın nimetleri üzerinde düşünmek (tefekkür) suretiyle bu tür bir te’vîle ulaşabilirler. DİKKAT: te’vîl tarzlarından Kur’ân yorumu için en uygun olanı beyânî te’vîl yöntemidir. Çünkü irfâni te’vîl tasavvuf erbâbının kalbine doğan anlamlardan ibarettir; bunda da hiçbir ölçü ve sınır yoktur. Burhâni te’vîl de hem nasslarla aklın çelişmesi durumunda hem nasslarda bilgi bulunmadığında hem de bilgileri içermekle beraber bu bilgilerin akla uygun düşüp düşmediği gibi hususlarda tek kriter olarak aklı kabul etmektedir. Beyâni te’vîl ise, bir yandan te’vîlin kriterlerini taşımakta diğer yandan da hiçbir zaman aklı naklin önüne geçirmemektedir.
Tefsîr ile Te’vîl Arasındaki Farklar 1. Tefsîr, kaynağı itibariyle tefsîr tevkifî/ilâhî beyanlara, te’vîl bireysel ictihâdlara dayalıdır. 2. Tefsîr, ekseriya âyetlerin lafızlarında, te’vîl ise manalarında görülür. 3. Tefsîrde hakikate delâlet ettiği için ekseriyetle tek bir anlam, te’vîlde ise yoruma müsait olması hasebiyle birden çok anlam söz konusudur. 4. Tefsîr hakikat yoluyla lafızların zâhirî manalarını, te’vîl ise onların içsel anlamlarını ortaya çıkarmaktadır. 5. Te’vîl ekseriya semâvî kitaplarda kullanılır, tefsîr ise bu kitaplarda kullanıldığı gibi bunların dışındaki kitaplarda da kullanılmaktadır.
Tercüme: sözlükte, “bir kelâmı bir dilden başka bir dile çevirmek, bir sözü diğer bir dilde tefsîr ve beyân etmek” gibi manalara gelmektedir. Tercüme kelimesinin zikredilen bu anlamları yanında başka manaları da vardır. Bunlar şöyle sıralanabilir: 1. Tercüme bir kimsenin yaşantısını ya da çalışma hayatında başından geçen olayları anlatması manasını ifade eder. 2. Bir sözü, birisine ulaştırmak yahut bir insanı herhangi bir konudan haberdar etmek de aynı şekilde tercüme kelimesiyle ifade edilmektedir. 3. Ayrıca bir sözü söylendiği ya da tercüme edildiği dilde tefsîr etmek anlamına da gelmektedir. Abdullah b. Abbâs için Tercümânu’l-Kur’ân tâbirinin kullanılması bu sebebe dayanmaktadır. *Tercüme kelimesinden türeyen bazı kelimeler de mevcuttur. Bunlar tercüman, mütercim ve mütercemdir. *Tercüman, bir sözü şifâhen bir dilden başka bir dile çevirene denir. *Mütercim, herhangi bir dilde kaleme alınan bir metni yine yazılı olarak başka bir dile aktaran kimse demektir.
Tercüme Çeşitleri 1. Lafzî tercüme, nazmında yani söz dizimi ve tertibinde aslına benzemesi gözetilen tercüme çeşididir. Bu şekildeki tercüme, tercüme edilecek metindeki her kelimenin birer birer ele alınıp, onların yerine geçebilecek diğer dildeki lafızların gözden geçirilerek yerine konulması şeklinde yapılan bir tercümedir. 2. Tefsîrî tercüme, asıl dildeki kelimelerin tertibine ve nazmına bağlı kalmaksızın herhangi bir sözün anlamını bazı şerh ve izahlarla başka bir dile nakletmekten ibarettir. Bu tercüme tarzında önemli olan, tercüme edilecek metindeki gaye ve maksatların doğru bir şekilde ifade edilebilmesidir. Kur’ân’ın hakkıyla tercümesinin yapılamayışının sebepleri arasında şu hususlar da zikredilebilir: 1. Kur’ân’ın fesâhatı, belâgatı, üslubu bakımından olan icazı onun nazmı vasıtası ile tecelli etmektedir. Tercüme ile bu nazım ortadan kalkınca Kur’ân’ın icazından da söz etmek mümkün olmayacaktır. 2. Kur’ân’ın nazmı, onun çeşitli kırâat vecihleriyle okunmasına imkan tanımaktadır. Kur’ân’ın tercümesi ise kırâat vecihlerine, dolayısıyla onların ortaya koyduğu nüktelere imkan vermemektedir. 3. Arapça’ya mahsus olan bir takım edatlar vardır. Halbuki bu edatlar çoğu dillerde bulunmamaktadır. 4. Kur’ân-ı Kerîm’in mevcut nazmı, onun çeşitli şekillerde irab edilmesine (tahlil yapılmasına) imkan vermektedir. Tercümeyle bu durum da ortadan kalkmaktadır. 5. Kur’ân’da bir takım müteşabih âyetler bulunmaktadır. Bu âyetleri orijinal Arapça şekliyle anlamak bir hayli zordur. Bu durumda bu âyetlerin tercümesini yapmanın daha da zor olduğu çok açıktır.
Tefsîr İle Tercüme Arasındaki Farklar 1. Tercüme aslın yerine geçer ve artık asla ihtiyaç kalmaz. Tefsîr ise böyle değildir. Tefsîr aslın aynı olmayıp açıklamasıdır. 2. Tercümede istidrat (daha fazla izah ve açıklama) mümkün değildir. Tefsîr ise böyle değildir. Onda istidrat yapmak caiz, hatta bazen gerekli bile olmaktadır. Zira tefsîr bir beyan ve izah demektir. 3. Tercüme örf yönünden aslın bütün mana ve maksatlarına uygunluk manasını taşır. Tefsîr için böyle bir durum söz konusu değildir. Tefsîr aslın bütün mana ve maksatlarına uygun olma manasını ihtiva etmez. 4. Tercüme, teknik anlamda mütercimin naklettiği maksat ve manaların, tercümesi yapılan sözün ifade ettiği anlamlar olduğuna ve bu sözün sahibinin de söz konusu anlamları kasdettiğine dair bir güven duygusu vermelidir. Halbuki tefsîr böyle değildir. Ancak müfessirin yanında birçok delil bulunursa karşı tarafta böyle bir güven duygusu oluşur.
Meâl: Sözlükte bir şeyin özü, hülâsası ve âkıbeti anlamına geldiği gibi, eksik bırakmak manasını da içermektedir.Kavram olarak da, “bir sözün manasını tam olarak değil de, biraz noksanıyla ifade etmek” demektir. *Kur’ân’ın tamamını içeren ilk meâl de (İtalyan müsteşrik Guidi’ye göre) hicrî 127 senesinde Berberice olarak kaleme alınmıştır. *Buzurg b. Şehriyâr’a göre Kur’ân hicrî 270 yılında Hind diline çevrilmiştir. *Zamanımıza ulaşan en eski meâl ise Farsça olarak Samanoğulları emiri Mansur b. Nuh tarafından yaptırılmıştır. Bu meâl İran’da birçok defa basılmıştır. *İlk Türkçe Kur’ân meâlleri 9. asırdan itibaren yapılmaya başlanmıştır. Batı’da ise en eski Kur’ân meâli, Latince olarak 1143 tarihinde hazırlanıp 1543 de İsviçre'de basılmıştır. Dünya dillerine yapılan Kur’ân çevirilerinin sayısı, şimdilik 159’dur.
Müfessir: Tefsîr eden, açıklayan anlamını ifade etmektedir. Müfessirliğin Kriterleri Süyûtî müfessirde aranan ilk kriterin sağlam ve sahih bir inanç olduğunu söyler. Süyûtî bir müfessirin; 1. lügat, 2. nahiv, 3. sarf, 4. iştikak, 5. meânî, 6. beyân, 7. bedîî, 8. kırâat, 9. kelâm, 10. fıkıh usûlü, 11. esbâb-ı nüzûl, 12. nâsih-mensûh, 13. fıkıh, 14. hadis, 15. mevhibe (ilham) ilmine âşina olmasını da şart koşmaktadır. Ömer Nasûhi Bilmen de bu ilimlere ahlâk, psikoloji, sosyoloji, biyoloji, astronomi, coğrafya, tarih ve siyer ilimlerini eklemektedir. Burada söz konusu edilen ilimleri günümüz ihtiyaçları doğrultusunda; 1. Arap dili ve Edebiyatı, 2. Kur’ân İlimleri, 3. Fıkıh, 4. Fıkıh Usûlü, 5. Hadis, 6. Sosyo-Kültürel Tarih, 7. Sosyal-Psikoloji, 8. Astronomi şeklindedir.
Tefsîrin Konusu, Gayesi ve Önemi Onun konusu Kur’ân, gayesi de Kur’ân’ın içerdiği yüce manaları ve hakikatleri araştırıp ortaya çıkarmak ve insanın bu hakikatlere göre bir hayat sürmesini sağlamaktır.
Tefsîrin Gerekliliği 1- Kur’ân-ın bütün âyetleri muhkem yani tefsîre ihtiyaç göstermeyecek derecede açık ve anlaşılabilir nitelikte değildir. Bir kısmı böyle olmakla beraber bir kısmı da tefsîre ihtiyaç duyacak âyetlerden oluşmaktadır. İşte bu özelliği sebebiyle söz konusu kitabın tefsîr edilmesi elbette ki zarurîdir. 2. Yüce Allah Hz. Peygamber’e, Kur’ân’ı tefsîr etmesini emretmiştir. 3- Lafız ve kavramlarla ilgili olarak yapılması gereken semantik tahliller, Kur’ân tefsîrine olan ihtiyacı gündeme getirmiştir. 4. Kur’ân, müminlerin şahsî ve toplumsal hayatlarını düzenlemek gayesiyle ibâdât ve muâmelât konularında hükümler koymuştur. İlk muhatapların yaşadığı tarihî ve sosyo-kültürel gerçeklikten hareket etmek suretiyle tefsîr etmek gerekmektedir. 5. Kur’ân’da mecâz, kinâye, istiâre ve teşbih gibi edebî sanatların yer aldığı da bir vâkıadır. Tabii ki bu tarz âyetler söz konusu sanatları iyi bilenler tarafından tefsîr edilmelidir. 6. Kur’ân-ı Kerîm’de ayrıca bilimsel hakikatler içeren kevnî (kozmolojik) âyetler bulunmaktadır.
Bu nassları bilimsel keşiflerden istifade ederek tefsîr etmek gerekmektedir. 7. Kur’ân ulûhiyyet, nübüvvet, insan, ibâdet ve âhiret gibi temel konuları da ihtiva etmektedir. Bu yüzden Kur’ân’ın beşerî telif mantığına uymayan bu farklı beyân tarzını, onun asıl gayesine uygun olarak tefsîr edip bütün muhataplarının zihnine yerleştirmek gerekmektedir. 8. Herkes kendi anlayışına göre Kur’ân’a mana verirse bir çok hatalar meydana gelir ve hakikatler kaybolur. Bu nedenle onun ehlince tefsîri yapılmalıdır.
Tefsîrde Öznellik Tefsîrin öznelliği bir taraftan Kur’ân diğer taraftan da müfessirden kaynaklanmaktadır. A)Kur’ân’dan Kaynaklanan Öznellik: 1. Müteşâbihâtın yorumlanmasında mutlaka başka nasslara ihtiyaç vardır ve yapılan yorumların Allah’ın maksadını kesin olarak ortaya koyduğunu iddia etmek de zordur. 2. Kur’ân-ı Kerîm, gaybî (metafizik) konulara da zaman zaman değinmektedir. Sözgelimi ölüm, berzah (kabir âlemi), ba’s (yeniden dirilme), haşir (mahşerde toplanma), yargılama, cezâ ve mükâfat, cennet ve cehennem gibi âhiretle ilgili temel kavramların söz konusu ettiği hususlar, Kur’ân’ın bildirdiği bazı gaybî haberlerdir. Anlatılanların muhataplar tarafından tecrübe edilme imkânı da olmadığı için, söz konusu nassların farklı yorumlanmaları mümkün olabilmektedir. 3. Kur’ân, indirildiği dönemin Arap toplumundaki bireysel ve toplumsal hayatla ilgili cevaplar, tespitler, öğütler, tavsiyeler, emir ve yasaklara yer vermiştir. Bu tür nasslar da yorumcunun farklı bir şekilde onları anlamasına ve te’vîl etmesine yol açabilmektedir. 4. Kur’ân’ın anlam boyutuyla ilgilenen herkes gerek anlama gerekse yorumlama konusunda kişisel tercih ve yaklaşımlarda bulunmaktadır. Bütün bunların sonucunda Kur’ân’ın, hem lüzumu halinde sözün sahibine soramamaktan hem de üslubundan kaynaklanan birtakım sebeplerle öznel yorumlamalara açık bir metin olduğu söylenebilir. 5. Müfessirlerin farklı anlayışlara gitmesine yol açan önemli bir öznellik sebebi de Kur’ân’ın farklı kırâatlerle okunmasıdır. B. Müfessirden Kaynaklanan Öznellik 1. Müfessirler akıl, zekâ, kabiliyet ve bilgi birikimi yönünden birbirlerinden farklı seviyededirler. 2. Ayrıca insanların farklı medeniyet, kültür, çevre ve ortamlarda sahip oldukları bilinç farklılığı da Kur’ân yorumcusunun öznel anlayışında etkili bir unsur olarak görünmektedir. 3. İlk dönemlerden itibaren Kur’ân tefsîrinde başlıca iki eğilim söz konusudur. Bunlardan biri naklî, diğeri aklî yaklaşımdır. 4. Bilindiği gibi insan, olgular dünyasında yaşamaktadır. Yani o, bulunduğu dünyaya ve yaşadığı çevreye aittir. Bu sebeple içinde var olduğu anlam dünyasından koparak yorumda bulunamaz. 5. İslâm düşünce tarihi boyunca çeşitli ilim dallarına mensup din bilginlerinin, Kur’ân nasslarını yorumlama konusunda farklı bakış açısı benimsedikleri anlaşılmaktadır. Bu gruplar içerisinde kesinlikle kabul edilemeyecek nitelikte olanı, Kur’ân nasslarının zâhirî tarafını hiç dikkate almayarak yalnızca bâtınî yönüne itibar etme anlayışıdır. İşte bu anlayışın tezâhürüne aşırı yorum denilmektedir.
Tefsîrin Diğer İslâmî İlimlerle İlişkisi İslâmî ilimler, Müslümanların Kur’ân’ı anlamak üzere geliştirmiş oldukları dînî ilimlerdir. Bunlar tefsîr, hadis, fıkıh, kelâm, siyer, tarih ve ahlâk ilminden ibarettir. Bütün bu ilimlerin kaynağı da Kur’ân’dır.
ÜNİTE-4
Hz. PEYGAMBER DÖNEMİNDE TEFSİR
Yüce Allah namazı, orucu, haccı, zekâtı farz kılmış; ancak bunların nasıl yapılacağını, şartlarını, miktarlarını, mânilerini açıklama işini sünnete bırakmıştır. Ayrıca avlanma, hayvanları boğazlama, nikâh, talak vb. birtakım hususlar aynı şekilde sünnetle açıklanmıştır. İşte sünnet, Kur’ân’ı açıklamaya yönelik bu görevi gelişigüzel değil belli bir şekil ve usüllerle gerçekleştirmiştir ki bunları şöyle sıralamak mümkündür:
Mücmelin Tebyini Mücmel, kendisinden ne kastedildiği anlaşılmayacak derecede kapalı olan âyet demektir. Bunların bir kısmı Yüce Allah, bir kısmı da Hz. Peygamber tarafından açıklanmıştır.
Mübhemin Tafsili Mübhem kavramı, insan, melek ve cin gibi varlıkların veya bir topluluk ya da kabilenin veyahut bir kelime ve nitelemenin Kur’ân’da açık değil de ism-i işâretler, ism-i mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekân isimleriyle zikredilmesi anlamına gelmektedir.
Mutlakın Takyidi Mutlak, herhangi bir lafzın anlam yönüyle kayıt altına alınmaması, bir başka kelime ya da niteleme ile belirginleştirilmemesi demektir. Dolayısıyla mutlakın takyîd edilerek belirgin hale getirilmesi de kaçınılmazdır. Böylesi durumlarda da bazen Kur’ân, Allah Resûlü’ünün sünnetiyle takyîd edilmiştir.
Müşkilin Te’lîfi Sözlükte “karışık olan” anlamına gelen müşkil kavram olarak da, Kur”an’ın bazı âyetleri arasında ihtilaf ve tezat gibi görünen hususlar diye tanımlanabilir.
Peygamberimizin Tefsîr Ettiği Âyetlerin Miktarı Kur’ân’ın Bir Kısmını Tefsîr Ettiği İddiası Kaynaklardan öğrendiğimize göre Peygamberimizin Kur’ân’a yönelik tefsîri, onun bir kısmını içermektedir tezini ortaya atan ilk İslâm bilgini Gazâli’dir. Ondan sonra da Süyûtî bu görüşü savunmuştur. Kaynakların belirttiğine göre Ahmed b. Hanbel “megâzi (kahramanlık kıssaları), melâhim (harp tarihi) ve tefsîr gibi üç şeyin aslı yoktur” demiştir. Hz. Peygamber Kur’ân’ın tamamını tefsîr etmiş olsaydı, Ahmed b. Hanbel tefsîri, asılsız olarak nitelendirdiği megâzi ve melâhimle birlikte zikretmezdi.
Kur’ân’ın Tamamını Tefsîr Ettiği İddiası Kaynakların belirttiğine göre söz konusu iddiayı da ilk olarak İbn Teymiyye dile getirmiş, daha sonra da bazı âlimler onunla bu kanaati paylaşmışlardır. Bilindiği gibi Resûlullah’ın Kur’ân’a dair beyanları, itikâd, ibâdet ve amelî hükümlere ait âyetler yanında, âhiret halleriyle ilgili âyetleri ihtiva etmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber terğib/teşvik ve terhib/korkutma ifade eden âyetlerle beraber, bazen muğayyebâta dair âyetleri de tavsif ve tasvir ederek, zaman zaman da temsil yolunu kullanarak tefsîr etmiştir.
Nebevî Tefsîrin Fonksiyonu ve Değeri Fonksiyonu İslâm bilginlerine göre Hz. Peygamber’in tefsîri iki fonksiyon icra etmektedir. Bunlardan birine beyân denilir ki o, Allah Resûlü’nün Kur’ânî nassları gerektiği şekilde açıklaması anlamına gelir. Diğeri de teşrî’ fonksiyonudur. Bununla da Peygamberimiz gerektiği durum ve şartlara göre hüküm koymaktadır.
Değeri İslâm bilginleri sünnetin değerinden söz ederken kaynak itibariyle onunla Kur’ân arasında bir fark gözetmemişlerdir. Yani onlara göre her iki metin de vahiy olması sebebiyle aynı kaynaktandır. Nitekim İbn Hazm bu meseleye dair şöyle demektedir: “Bizim, Allah tarafından Resûlüne gelen vahyi iki kısma ayırmamız doğru olur: Birincisi, nazmı, tertibi itibariyle mûciz olup, ibadetlerde tilâvet olunan vahiydir ki bu Kur’ân’dır. İkincisi de rivâyet edilip nakledilen ve nazmı itibariyle mûciz olmayan vahiydir ki bu da Allah Resûlü’nden bize ulaşan hadislerden ibarettir… Sünnetin değeri konusunda Şâtıbî de şunları söyler: “Hadis ya Allah tarafından gönderilmiş bir vahiydir ya da Hz. Peygamber’in yapmış olduğu bir içtihattır…
SAHÂBE DÖNEMİ TEFSİRİ
Sözlü nakil dönemi içinde yer alan bir tefsîr çeşidi de ashâbın şifâhî rivâyetleridir. Bu rivâyetler tefsîr tarihi açısından -Hz. Peygamber’in Kur’ân’a dair beyanlarından sonra- ikinci sırayı almaktadır.
Sahâbenin Tefsîr Metodu İki gruba ayırmak mümkündür. Bunlardan bir grup, özellikle müteşâbih nassları tefsîr etme konusunda oldukça çekingen davranarak re’y ile tefsîre karşı çıkıyordu. Buna mukabil bir kısım sahâbî de naklin bulunmadığı yerde kendi içtihâdlarıyla Kur’ân’ı tefsîr etme cihetine gidiyordu. Bu durumdaki sahâbîler, herhangi bir âyeti tefsîr ederken öncelikle Kur’ân’a, sonra da Resûlullah’ın sünnetine başvuruyorlar; şayet aradıklarını bu iki kaynakta bulamazlarsa, o takdirde kendi içtihadlarıyla tefsîr ediyorlardı. Fakat her şeyden önce şunu bilmek gerekir ki ashab arasında meydana gelen bu ihtilaflar, tezat değil ekseriya bir tenevvü (çeşitlilik) ihtilafı idi. Seyf, mühenned ve sârim kelimelerinin kılıç anlamına gelmesi gibi.
Sahâbe Tefsîrinin Genel Özellikleri 1. Sahâbîler Kur’ân’ı âyet âyet baştan sona tefsîr etmemişlerdi. Bu yüzden yaptıkları açıklamalar, garip, muğlak, müphem, müşkil ve mücmel lafız- larla sınırlı idi. 2. Zaman zaman sahâbîler arasında bir kısım ihtilâflar ortaya çıkmıştı. Ancak bu ihtilâflar tezat ihtilâfı olmayıp tenevvü (çeşitlilik) ihtilâfı idi. 3. Ahkâm âyetlerinden hüküm istinbatında bulunmuş değillerdi. 4. Tefsîr bu dönemde henüz tedvin edilmemişti. 5. Âyetlerin nuzûl sebeplerini açıklamışlardı. Onların en önemli özelliği âyetlerin inmesine sebep olan olaylara şâhit olmalarıydı.
Sahâbenin Tefsîrde Müracaat Ettiği Kaynaklar 1. Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsîri. 2. Kur’ân’ın Sünnetle tefsîri. 3. Şiirle istişhad etmek. 4. Yahudi ve Hirıstiyan kültürleri. 5. Kendi ictihatları.
Sahâbe Tefsîrinin Bağlayıcılığı Merfû haber: üzerinde ictihâd etme ve fikir yürütmenin mümkün olmadığı bir alana ait ise, bunlar hükmen merfû haber olarak değerlendirilmiştir. Mevkûf haber: fikir yürütülmesi ve ictihâd edilmesi mümkün olan alanlara ait olmakla birlikte, sahâbîlerin kendi bilgi birikimlerine dayanıyorsa bu tarz haberlere de mevkûf haber ismi verilmiştir. Bundan dolayı İslâm âlimlerinin ekseriyeti, bu nitelikteki sahâbe sözlerini hüccet olarak kabul etmektedir.
Önde Gelen Bazı Sahâbi Müfessirler *Tefsîrde temayüz etmiş sahâbiler arasında Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Mes’ûd, Ubey b. Ka’b ve Ebû Musâ el- Eş’arî’nin isimleri zikredilmektedir. *Tefsîrde rivâyetlerinin fazlalığı esas alınarak bir sıralama yapılacak olursa, o takdirde Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes’ûd, Ubeyy b. Ka’b ve Hz. Ali’nin isimlerini ön sıralarda zikretmek gerekir. * En az rivâyette bulunanlar ise, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’dır. *Tefsîre olan katkılarından dolayı Enes b. Mâlik, Ebû Hureyre, Abdullah b. Ömer, Câbir b. Abdillah, Abdullah b. Amr b. el-Âs ve Hz. Âişe’nin isimlerini de burada ayrıca zikretmek gerekmektedir.
Abdullah b. Abbâs İbn Abbâs hicretten üç yıl kadar önce Mekke’de doğmuştur. Annesi Hz. Hatice’den hemen sonra Müslüman olan Ümmü’l-Fazl Lübâbe’dir. Hz. Osman’ın hilâfeti döneminde hac emiri, Hz. Ali zamanında da Basra valisi olarak görev yapan İbn Abbâs, bu arada Cemel ve Sıffin savaşlarına Hz. Ali taraftarı olarak katılmıştır. Çok hadis rivâyet eden (müksirûn) bir sahâbî dır. İbn Abbâs ashap devrinden itibaren hibru’l-ümme (ümmetin bilgini), Tercümânu’l-Kur’ân (Kur’ân’ın Hz. Peygamber’den sonra en yetkili müfessiri) ünvanlarıyla anılagelmiştir. 70 yaşında iken (68 /688) Tâif’de vefat etmiştir.
Muhammed Hüseyin ez-Zehebî, et- Tefsîr ve’l-Müfessirûn adlı kitabında İbn Abbâs’ı tefsîrde bu üstün mertebeye yükselten şu sebepleri saymaktadır: 1. Hz. Peygamber onun hakkında, “Allah’ım ona kitâbı öğret ve onu dinde fakih (mütehassıs) kıl” diye dua etmiştir. 2. Temyiz yaşından sonra Hâne-i saadette bulunup pek çok şeyi bizzat Resûlullah’tan işitmiştir. 3. Hz. Peygamber’in vefatından sonra da ilimde temâyüz etmiş pek çok sahâbiden özellikle âyetlerin teşri tarihi ve esbâb-ı nüzûl konusunda ilim öğrenmiştir. 4. Arap dili ve edebiyatına mükemmel derecede vâkıftır. 5. Âyetleri kendi re’yi ile tefsîrde cesaret sahibidir. **Abdullah b. Abbas’ın tefsîrle ilgili rivâyetleri bilindiği gibi Atâ b. Ebî Rabâh tarafından kaleme alınan Garîbu’l-Kur’ân adlı bir kitapta toplanmıştır. Abdülaziz b. Abdillah, İbn Abbâs’tan nakledilen çeşitli tefsîr rivâyetlerini bir araya getirmiş ve söz konusu malzemeyi, Tefsîru İbn Abbâs ve Merviyyâtuhu adıyla iki ciltlik kitapta toplayarak neşretmiştir.
Abdullah b. Mes’ûd Habeşistan’a hicret etmiştir. Hz. Peygamber zamanındaki bütün savaşlara katılan İbn Mes’ûd, Bedir’de savaştan bir önceki gece keşif yaparken yaralı olarak bulduğu Ebû Cehl’i öldürmüş, bu yüzden de Hz. Peygamber tarafından övülmüştür. Kûfe tefsîr ve fıkıh medresesinin temellerini atmıştır.60 yaşını geçkin iken (32/652) senesinde Medine de vefat etmiştir. İbn Mes’ûd, Abdullah b. Abbâs gibi hadis, tefsîr ve fıkıh ilminde bir otorite kabul edilmiştir. İbn Mes’ûd’un âyetleri tefsîr ederken müracaat ettiği ana kaynaklar Kur’ân ve sünnetten ibaretti. Ancak bazen de kendi şahsî görüşlerini ortaya koyarak içtihadda bulunurdu.
Ubey b. Ka’b Ebu’l-Münzir ve Ebu’t-Tufeyl künyesinin sahibi olan Ubey b. Ka’b Hazreç kabilesine mensup bir sahâbidir. Akabe biatına ve Bedir gazvesine iştirak etmiştir. Hz. Peygamber Medine’ye hicret ettiği zaman orada Allah Resûlü’ne ilk vahiy kâtipliği yapan zattır. Çoğunluğun kanaatine göre o, Hz. Ömer’in hilâfeti zamanında (30/650) vefat etmiştir. Kaynakların belirttiğine göre Ubey b. Ka’b kırâtte bir otorite idi.
Ali b. Ebî Tâlib İslâmî kaynaklara göre hicretten yaklaşık 22 yıl önce (mîlâdî 600) Mekke’de dünyaya gelmiştir. Babası, Hz. Peygamber’in amcası Ebû Tâlib, annesi de Fâtıma bint Esed b. Hâşim’dir. Hz. Ali beş yaşından itibaren Peygam- berimizin yanında büyümüş ve daha çocuk yaşta iken (9 veya 10) Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman etmiştir. Aynı zamanda Hz. Peygamber’in vahiy kâtibi olan Hz. Ali, Hz. Osman’dan sonra beş yıl müddetle de halifelik yaptı, 40/661 tarihinde Abdurrahman b. Mülcem tarafından zehirli bir hançerle vurularak şehid edilmiştir. Hz. Ali ashâb-ı kirâm arasında tefsîr, hadis ve fıkıh alanındaki bilgileriyle kendini kabul ettirmiş bir otoritedir.
TÂBİÛN DÖNEMİ TEFSİRİ
Tâbiîler, sahâbeden sonra tefsîrde önemli rol üstlenen bir nesildir. Tâbiîlere ait iki tür tefsîr mevcuttu. Bunlardan biri, Kur’ân ve sünnete başvurmak; şayet bu iki kaynakta, nassları tefsîr edebilmelerine yardımcı olacak bir malzeme bulamazlarsa, sahâbîlerin görüş ve tercihlerine müracaat etmek zorunda kalıyorlardı. Her zaman olmasa da bazen Ehl-i kitâbın görüşlerine müracaat ettikleri de oluyordu. diğeri de kendi bilgi birikimleri ve kabiliyetleri yoluyla ulaşmış oldukları tefsîrdi.
Tefsîr Mektepleri Mekke Tefsîr Mektebi İlk tefsîr mektebi Mekke’de kurulmuştu. Kurucusu, Müslümanların tefsîrde en büyük otorite kabul ettiği Abdullah b. Abbas’tı. Mekke tefsîr ekolü/mektebi hakkında İbn Teymiyye, “Tâbiîler içerisinde tefsîrde en önde gelenler İbn Abbas’ın öğrencileridir” demiştir. Bu ekolün yetiştirdiği en seçkin öğrenciler, Mücâhid b. Cebr, İkrime, Sa’îd b. Cübeyr, Tâvus b. Keysân ve Atâ b. Ebî Rabâh’tır.
Medine Tefsîr Mektebi Tâbiiler devrinde kurulan ikinci bir ekol/mektep Medine’de Ubey b. Ka’b’ın faaliyetiyle ortaya çıkmıştı. Medine tefsîr ekolünde/mektebinde, Ebu’l-Âliye, Muhammed b. Ka’b el-Kurazî ve Zeyd b. Eslem gibi ilim otoriteleri yetişmişti.
Kûfe Re’y Mektebi Sözünü ettiğimiz mekteplerin üçüncüsü ise Abdullah b. Mes’ûd tarafından Kûfe’de kurulmuştu. İslâm âlimleri İbn Mes’ûd’un oluşturduğu bu ekolü, ictihâdî hareketlerin çekirdeği kabul edip rey ekolü olarak nitelendirdiler. Abdullah b. Mes’ûd’un ders halkasında yetişen pekçok âlim vardır. Bunların en ünlüleri arasında Alkame b. Kays, Mesrûk b. el-Ecdâ, Esved b. Yezîd, el- Hasan el-Basrî ve Katâde b. Diâme’nin isimleri zikredilmektedir.
Tâbiûn Tefsîrinin Kaynak Değeri 1. Tâbiîlerin Kur’ân’a dair yorumları daha çok kendi bilgi birikimlerine dayanmaktadır. Nitekim Ebû Hanîfe, “Resûlullah’tan gelen baş göz üstüne; sahâbeden gelen hakkında serbestiz (uygun bulduğumuzu tercih edebiliriz); tâbiûndan nakledilene gelince onlar da insan biz de insanız” diyerek tâbiûn tefsîrinin bu özelliğine işaret etmek istemiştir. 2. Kur’ân’a yönelik açıklamaları, kendi tercihlerinden çok sahih sahâbe rivâyetlerine dayanmaktadır. 3. Tâbiûn tefsîrinden ancak üzerinde ittifak edilen hususlar referans olarak kullanılabilir. Diğerlerini kabul etmek zorunluluğu yoktur. Nitekim İbn Teymiyye, “tâbiîlerin üzerinde icmâ ettikleri görüşlerin hüccet olduğu hususunda şüphe edilmemelidir. Fakat ihtilâf halindeki görüşleri ise ne kendileri ne de kendilerinden sonrakiler için delil niteliğindedir.
Tâbiûn Tefsîrinin Genel Nitelikleri 1. Sahâbe tefsîri manası kapalı olan âyetlerle sınırlı iken tâbiiler döneminde Kur’ân’ın bütünü tefsîre konu olmuştur. 2. Tâbiûn tefsîrinde kelime açıklamaları yanında, geniş fıkhî izahlar, âyetlerden istinbât ve istidlâl yoluyla çıkarılan hükümler ve tarihi bilgiler de yer almıştır. 3. Şiirle istişhâd metoduyla bazı lafızları açıklamak ve bazı garip lügatları şerh ve izah etmek de bu dönemin bir başka özelliğidir. 4. Tâbiîler Kur’ân’da geçen kıssalarla manası müphem olan âyetlerin tafsilatını öğrenebilmek için Ehl-i kitap âlimlerine fazla müracaatta bulunmuşlardır. 5. Bu dönemde de tefsîr, henüz tedvin edilmiş değildi. Tefsîre dair haberler yine şifâhî olarak aktarılmıştı. 6. Tâbiiler herhangi bir Kur’ân âyetini tefsîr ederken bazen de kıyas yolunu kullanırlardı.
Tâbiî Müfessirlerinin Tefsîr Kaynakları 1. Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsîri. 2. Kur’ân’ın Sünnetle tefsîri. 3. Şiirle istişhad etmek. 4. Yahudi ve Hirıstiyan kültürleri. 5. Sahâbî sözleri (görüş ve içtihatları). 6. Kendi içtihatları (görüşleri).
TEFSİRİN TEDVÎNİ İlk iki nesil boyunca şifâhen nakledilen tefsîr rivâyetleri, ancak etbâu’t-tâbiîn döneminde yani hicrî ikinci asrın ikinci yarısında tedvin edilebilmişti. Tefsîrin tedvinindeki gecikmenin önemli bir sebebi de ilk muhatap kitlenin yazıdan ziyade hâfızalarına güvenmeleriydi. İbnu’l-Cezeri’nin de dediğine göre vahyin nüzûlü esnasında o toplumda herhangi bir metni yazarak muhafaza altına alma henüz bir gelenek haline gelmemişti.
Tefsîrin Hadisle Birlikte Tedvini Kaynakların verdiği bilgiye göre tefsîr, ilk defa hadis ilminin bir kolu olarak yazılmaya başlandı. Yezîd b. Hârûn b. es-Sülemî, Şu’be b. el-Haccâc ve Süfyân es-Sevrî gibi bazı muhaddisler, hadisleri toplayıp yazmak maksadıyla çeşitli İslâm beldelerini dolaşarak, Hz. Peygamber’e isnâd edilen sahih rivâyetleri bir araya getirmeye çalışırken, bu arada Resûlullah ve sahâbeden nakledilen tefsîrle ilgili nakilleri de topladılar.
Tefsîrin Müstakil Olarak Tedvini ilk dönem müfessirleri, tefsîrin temellerini atmak maksadıyla müstakil eser yazma hareketini başlattılar. Kur’ân’a dair nakilleri bir araya toplayarak onu baştan sona tefsîr eden ilk şahıs, Mukâtil b. Süleyman'dır.
Mukâtil’den başka Süfyân es-Sevrî, Yahyâ b. Sellâm, Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ, Ebû Ubeyde Ma’mer b. el-Müsennâ ve Abdürrezzak b. Hemmâm gibi şahsiyetler de müstakil tefsîrler kaleme alan müfessirler arasında sayılmaktadır.
Tedvin Dönemi Müfessirleri ve Tefsîrleri Mukâtil b. Süleyman (et-Tefsîrü’l-kebîr) Belh şehrinde dünyaya gelen Mukâtil, Merv ve Bağdat’ta ilim tahsil etmiş, daha sonra da Basra’ya giderek ölünceye kadar orada yaşamıştır. Selef âlimlerinden olan Ahmed b. Hanbel ve İmâm Şâfii Mukâtil’i tefsîr ilminde bir otorite kabul etmektedir. İkinci hicri asrın ilk yarısında et-Tefsîrü’l-Kebîr adıyla bir kitap yazan Mukâtil, bu eserinde Kur’ân’ı başından sonuna kadar mevcut sûre tertibine göre tefsîr etmiştir.
Süfyânu’s-Sevrî (Tefsîrü’s-Sevrî) es-Sevrî, tebe-i tâbiînin önemli şahsiyetlerinden biridir. Hicrî 95 veya 97 senesinde dünyaya geldiği bildirilmektedir. Babası, Kûfe’nin güvenilir muhaddislerinden biri olan Sa’îd b. Mesrûk’tur. Kaleme aldığı tefsîr, Tefsîrü’s-Sevrî adıyla bilinmektedir. es-Sevrî bu eserinde Kur’ân âyetlerinin tamamını değil bir kısmını tefsîr etmiştir. Sûreler, Hz. Osman’ın Mushaf’ındaki sıralamaya göredir. Eski Arap şiiriyle istişhadda bulunulmayan bu tefsîrin en önemli özelliği onun isrâiliyata kapı aralamamış olmasıdır. Müellif Şiilik ve Zeydilik’le ithâm edilmiş olsa da tefsîrinde bu hususu te’yid edecek herhangi bir kanıt yoktur.
Yahyâ b. Sellâm (Tefsîru Yahya) Müfessirin tam adı Yahya b. Sellâm b. Sa’lebe et-Teymî’dir. Kûfe’de 124/741 senesinde dünyaya gelmiştir. Yahya b. Sellâm’ın tefsîri, ilk asırlardaki ilim ve kültürü toplayan bir ansiklopedi mahiyetinde olduğundan büyük öneme sahiptir. Bu tefsîr, nakil, tenkid ve tercihe yer vermesi bakımından Taberî’nin tefsîrine nisbetle bir önceliğe sahiptir.
Ferrâ (Meâni’l-Kur’ân) Asıl adı Yahyâ b. Ziyâd olan Ferrâ 144/761 senesinde Kûfe’de dünyaya gelmiştir. Büyük lügat âlimi Halil b. Ahmed’den ve yine o dönemin meşhur âlimlerinden biri olan Yûnus b. Habib’ten ders almıştır. Ferrâ, 207/823 yılının başlarında vefat etmiştir. Meâni’l-Kur’ân, Ferrâ’nın tefsîr sahasında kaleme almış olduğu en meşhur eseridir. Bu eser, daha sonraki lügat ve gramer çalışmalarında kendisine müracaat edilen başlıca kaynaklardandır.
Ebû Ubeyde (Mecâzu’l-Kur’ân) Basra nahivcilerinin en meşhurlarından biri olan Ebû Ubeyde Ma’mer b. el- Müsennâ, Basra’da dünyaya gelmiş ve orada yetişmiştir. Tenkitçi bir üsluba sahip olması sebebiyle aleyhinde çok şey söylenmiş; bazıları onu Hâricilikle bazıları da Kaderiyecilikle itham etmiştir. Yaşadığı dönemin en büyük nahiv bilgini olan Ebû Ubeyde 210/827’de Basra’da vefat etmiştir. Ebû Ubeyde’nin tefsîrinin adı Mecâzu’l-Kur’ân’dır. Müfessir bu eserini, sûre ve âyet tertibine göre kaleme almakla birlikte, Kur’ân’ın bütün âyetlerini tefsîr etmemektedir.
Abdurrezzâk b. Hemmâm (Tefsîr) Hicrî 126 (743-744) yılında San’a’da doğan Abdurrezzak Hicâz, Şâm ve Irak gibi ilim merkezlerinde Ma’mer b. Râşid, Süfyânu’s-Sevrî, Süfyân b. Uyeyne, Mâlik b. Enes ve diğer âlimlerden hadis ve fıkıh ilimleri tahsil etmiştir. Bunlar arasında kendisinden en çok yararlandığı hadis âlimi Ma’mer b. Râşid’dir. Vefat tarihi de 211/828 olarak zikredilmektedir. Abdurrezzak Tefsîr adıyla bir eser kaleme almış ve o bu eserinde sahâbe, tâbiûn ve etbâu’t-tâbiinden nakillerde bulunmuştur. Bu nakiller özellikle lügat, sebeb-i nüzûl, nasih-mensuh, kırâat, fıkıh ve isrâilî haberleri içermektedir. Tercih ve tenkidin hiç yer almadığı söz konusu eser tam bir rivâyet tefsîridir.