AÖF Tesfir Tarihi ve Usulü tüm ünite özetleri

Cevapla
özkan kaya
Mesajlar: 32
Kayıt: 03 Ara 2017 21:58
İletişim:

03 Ara 2017 23:00

TEFSİR TARİHİ VE USÛLÜ
ÜNİTE-1
KUR’ÂN’IN NÜZÛL SÜRECİ: VAHİY Vahyin Tanımı: gizli ve süratli bir şekilde bildirmek, seslenmek, gizli konuşmak, fısıldamak, emretmek, telkîn etmek, ilham etmek, işâret etmek, yazı yazmak, bir şeyi başkasına intikal ettirmek, elçi göndermek ve içgüdü gibi anlamlara gelmektedir.
Vahyin Başlangıcı Vahyin başlangıcı ile ilgili olarak Hz. Âişe şu olayı aktarmaktadır: “Resûlüllah’ın vahiy başlangıcı uykuda rüyay-ı sâdıka yani, doğru rüya görmekle olmuştur. *Vahyin bir müddet kesilmesinden (fetret devrinden) sonra ilk defa Müddessir sûresinin baş tarafının nâzil olduğu rivâyet edilmektedir.
Vahyin Keyfiyeti Vahyin keyfiyeti, Allah ile Peygamberi arasında olan bir sırdır, başka bir ifade ile bu, fizik ötesi bir hâdisedir. Fakat tebliğ eden (elçi) ile kendilerine tebliğ edilen (muhâtap) arasında iletişimin sağlanabilmesi için şu iki şartın olması gerekir: 1. Mahiyet/ontolojik olarak eşit yani, aynı seviyede olunmalı. 2. Aralarında ortak bir dil/anlaşma vasıtası bulunmalıdır.
Vahyin Çeşitleri İslâm âlimleri vahyi, metlüv (okunan) ve gayr-i metlüv (okunmayan) olarak ikiye ayırmışlardır. Bu hususta Cüveynî’nin taksimi şöyledir: 1. Metlüv okunan: Allah Cebrâil’i, Allah şöyle şöyle yapmanı emrediyor diye Resûlüne gönderir. Cebrâil de Allah’ın dediklerini kavrayarak Hz. Peygamber’e gelir ve Rabbinin söylediklerini ona iletir. 2. Gayr-i metlüv (okunmayan): Yüce Allah Cebrâil’e, “bu kitabı/metni Peygamber’e aynen oku” diye emreder; Cebrâil de en ufak bir değişiklik yapmadan Allah’ın kelâmını olduğu gibi/harfiyyen Resûlullah’a indirir.
Vahyin Geliş Şekilleri 1. Allah’ın iletmek istediği mesajları peygamberinin kalbine doğrudan bırakması/yerleştirmesi. 2. Vahyi peygamberine bir perde arkasından bildirmesi. Hz. Mûsâ’ya ağaçtan nidâ etmesi bu tür bir vahiy çeşididir. 3. Vahiy getirmekle görevlendirdiği bir meleği elçi olarak göndermesi. Kur’ân bu şekilde yani, Cebrâil vâsıtası ile indirilmiştir.
Resûlullah’a vahyin geliş şekillerini görelim: 1. Hz. Peygamber’in uyurken gördüğü sâdık rüyalar. 2. Cebrâîl’in aslî suretiyle görünerek vahiy getirmesi. Cebrâil’in aslî suretiyle vahiy getirmesi iki defa meydana gelmiştir: Birincisi, Hz. Muhammed’in peygamberliğinin başlangıcında olmuştur. İkincisi ise, Miraç’ta Sidretu’l-Müntehâ’da vâki olmuştur. 3. Cebrâil’in görünmeden çıngırak sesine benzer bir sesle vahiy getirmesi. Hz. Peygamber’e gelen vahyin en ağır şekli bu idi. 4. Hz. Peygamber uyanık iken meleğin görünmeksizin onun kalbine ilâhî vahyi ilkâ etmesi. 5. Cebrâil’in insan suretine girerek vahiy getirmesi. Meleğin daha ziyade Dıhye el-Kelbî şekline girerek Hz. Peygamber’e vahiy getirdiği belirtilmektedir. Resûlullah’a en kolay gelen vahiy şekli budur.
Vahy Esnasında Görülen Haller 1. Resûlullah’ın, en soğuk günlerde bile alnının terlemesi. 2. Resûlullah’ın üzerine büyük bir ağırlığın çökmesi. 3. Resûlullah’ın yanında bazen horultuya, bazen de arı uğultusuna benzer bir ses işitilmesi. 4. Resûlullah’ın sırt üstü yatarak üzerinin örtülmesi ve yüzünün kızarması. 5. Bunlardan başka vahiy inerken Resulullah’ın uykusu gelir, vücudu kaskatı kesilir ve ağırlaşır, üzerine sekînet iner, gözlerini belli bir noktaya dikerdi. *İlham ile “kalpleri tasfiye edilmiş kişilere âni olarak verilen tefekkür ve istidlal dışı bilgiler” kastedilmektedir.
Vahiyle ilham arasında şu farklar bulunmaktadır: 1. Peygamberler kendilerine indirilen vahyin Allah katından olduğunu kesin olarak bilirler. İlhamın kaynağı belli olmadığı için onu alanlar onun nereden geldiğini bilemezler. 2. Vahiy vasıtalı, ilham ise vasıtasız olarak tecellî eder. 3. Vahiy olayı son bulmuştur, ilham ise devam etmektedir. 4. Vahiy bağlayıcıdır, ilham ise bağlayıcı değildir 5.Vahiy umumî ve küllî, ilham ise hususî ve cüzîdir.6.Vahiy yoluyla elde edilen bilgiler birbirleriyle çelişmez; ilham ile elde edilen bilgiler ise birbirleriyle çelişebilir. *keşf, “duyular ve akıl yoluyla bilinme imkânı olmayan gaybî hakîkatlerin gözle görünürcesine apaçık bir şekilde kişiye bildirilmesidir”. Aynı kökten gelen mükâşefe ise, “kalp gözünün açılması ve gayb âleminin görülmektedir.
Vahiy Katipleri Mekke’de ilk vahiy kâtibi Abdullah b. Sa’d b. Ebî Sarh’tır. Medîne’de ise ilk vahiy kâtipliği yapan kişi Übeyy b. Ka’b’tır. Ondan sonra Zeyd b. Sâbit vahiy kâtipliği yapmıştır. Bunlardan başka vahiy kâtiplerinin bazılarının isimleri şöyledir: Ebû Bekir, ---------------------Ömer b. el- Hattâb, -----------Ali b. Ebî Tâlib,-------------- Osman b. Affân, Zübeyir b. Avvâm, -----------Halid b. Velîd, ------------------Amr İbnu’l-Âs,---------------Huzeyfe İbnu’l-Yemân, Âmir b. Füheyre, -------------Mu’âviye, -----------------------Şurahbil b. Hasene, -------Muğîre b. Şu’be, Sâbit b. Kays,------------------Muâz b. Cebel,----------------- Abdullah b. Erkâm, -------Abdullah b. Zeyd, Abdullah b. Revâha,------- -Talha b. Ubeydillah, ----------Sa’d b.Ebî Vakkâs,---------- Hâlid b. Sa’îd Hanzala b. er- Rabî’, --------Cehm İbnu’s-Salt,------------- el-Huseyin en-Nemerî, ----Muhammed İbnu’l- Mesleme ve- Ebân b. Sa’îd. Huvaytıb b. Abdi’l-Uzzâ,
Vahyin Yazıldığı Malzemeler 1. Hurma ağacının, yaprakları, kabukları ve yapraklarının orta damarları. 2. İnce beyaz taşlar. 3. Kürek ve kaburga kemikleri. 4. İşlenmemiş deri. 5. İnce deri (rakk). 6. Çanak-çömlek parçaları. 7. Parşömen parçaları. 8. Tahtadan yapılmış levhalar. 9. Bez parçaları.
Vahye Ait Bazı Terimler El-Hadarî: Hz. Peygamber seferde ve misafirlikte bulunmadığı zamanlarda inen vahiylerdir. Kur’ân’ın ekserisi bu şekilde nâzil olmuştur. Es-Seferî: Hz. Peygamber yolculukta veya savaşta bulunduğu sırada nâzil olan vahiylerdir. En-Nehârî: Gündüz nâzil olan vahiylerdir. Kur’ân-ı Kerîm’in ekserisi gündüz vahyedilmiştir. El-Leylî: Geceleyin inen vahiylerdir. Es-Sayfî: Yaz mevsiminde nâzil olan vahiylerdir. Eş-Şitâî: Kış mevsiminde nâzil olan vahiylerdir. El-Firâşî: Hz. Peygamber yatağında iken nâzil olan vahiylerdir. El-Ardî: Hz. Peygamber yeryüzünde iken nâzil olan vahiylerdir. Es-Semâî: Hz. Peygamber semâda iken inen vahiylerdir.
Vahyin Nuzül Aşamaları 1. Levh-i Mahfûz’a İnmesi: Levh-i Mahfûz’un mâhiyeti, nerede olduğu, Kur’ân’ın oraya ne zaman ve nasıl indirildiği, hangi dil ve yazı ile kaydedildiği konusunda bir bilgi yoktur. Çünkü bunlar tamamen gaybî konulardır. 2.Beytü’l-İzze’ye İnmesi Kur’ân, aynı zamanda yakın sema da denilen Beytü’l-İzze’ye Levh-i Mahfûz’dan indirilmiştir. Kur’ân’ın Beytu’l-İzze’ye toptan indirilişinin faydadan hâli olmadığı anlaşılmaktadır: A. Diğer ilâhî kitaplardan farklı olarak Allah Kur’ân’a iki farklı özellik vermiştir: Hem toplu ve hem de parça parça iniş. B. Bir kitabın bir tek sicile değil, birden fazla sicile kaydedilmesi, yine ona verilen değeri gösterdiği gibi ayrıca onun, her safhada titizlikle korunduğunu ortaya koyar. C. Allah, gökler âlemindeki varlıklara, bu Kur’ân’ı son Peygamber’e indireceğini bildirmiş, böylece onları bu muazzam olaya şahit tutmuş olmaktadır. 3.Hz. Peygamber’e İnmesi Kur’ân’ın parça parça indirilmesi Arap dilinde “Tencîmu’l-Kur’ân” terimiyle ifade edilmektedir. Bu terim, Kur’ân’ın Hz. Peygamber’e toplu olarak bir defada değil, peyderpey, parça parça indirilmesi demektir.
Vahyin Hz. Peygamber’e Parça Parça İndirilmesinin Hikmetleri 1. Kur’ân’ın parça parça indirilmesiyle Müslümanlara büyük bir kolaylık sağlanmıştır. 2. Kur’ân’ın parça parça inmesiyle, büyük çoğunluğu okuma-yazma bilmeyen Arapların Kur’ân’ı anlamaları ve uygulamaları kolaylaşmıştır. 3. Kur’ân, parça parça inmekle, ona inanmayanların iç yüzleri açığa çıkmıştır. 4. Müslümanların sordukları sorularla müşrik, münkir ve münâfıkların şüphe ve itirazlarına anında cevaplar verilmiştir. 5. Hz. Peygamber ve ashâbına moral ve güç kaynağı olmuştur. 6. Zaman zaman meydana gelen hâdiseler sebebiyle ortaya çıkan problemlere taze çözümler getirmiştir. 7. Hz. Peygamber ve ashâbının yaptığı hatalar zamanında düzeltilmiştir. 8. İlâhî irade tarafından değiştirilmesi gereken bazı hükümlerin zamanı gelince değiştirilmesine imkân sağlanmıştır (nâsih-mensûh). 9. Kur’ân’ın bir beşer kelamı değil, ilâhî bir kitap olduğunu göstermeye vesile olmuştur. 10. Kur’ân, edebiyatçılara meydan okumuştur. 11. Kur’ân, toptan indirilmiş olsaydı bu durum onun, önceden başkaları tarafından düşünülüp tertîb edildiği şüphesini doğururdu.
KUR’ÂN’IN MUSHAFLAŞMA SÜRECİ
Kur’ân’ın Ezberlenmesi Hz. Peygamber’in Ezberlemesi: Hz. Peygamber kendisine indirilen âyet ve sûreleri Allah’ın lütfuyla önce ezberler, sonra tebliğ ederdi.
Sahâbenin Ezberlemesi: Hz. Peygamber, inen âyetleri ezberledikten sonra önce erkeklere, sonra da kadınlara okuyordu. Sahâbeyi Kur’ân’ı ezberlemeye sevk eden belli başlı sebepleri sıralayalım: 1. Güçlü bir hâfızaya sahip olmaları. 2. Namazda belli bir miktarda Kur’ân okumanın farz/vâcip oluşu. 3. Kur’ân’ın emir ve yasaklarına uymanın gerekli olması. 4. Resûlullah’ın, Kur’ân eğitimi ve öğretimi ile bizzat ilgilenmesi. 5. Kur’ân okuyanlara verilecek sevap ve mükâfâtın büyük olması.
Kur’ân’ın Yazılması Hz. Peygamber ümmî idi yani, okuma yazma bilmiyordu.Resûlullah, Kur’ân’ın sadece ezberlenmesiyle yetinmemiş, aynı zamanda onu titizlikle yazdırmıştır. Kur’ân’ın yazdırıldığına dair pek çok delil bulunmaktadır. Onlardan bazıları şunlardır: 1. Her şeyden önce Kur’ân’ın bir isminin de “yazılı metin” anlamına gelen “el-Kitâb” olması, onun yazıldığını göstermektedir. 2. Şu âyetler, Kur’ân’ın yazıldığını ortaya koymaktadırlar:“Dileyen ondan (Kur’ân’dan) öğüt alır.
O, değerli sahifelerdedir, tertemiz kılınmış, yüce makamlara kaldırılmış mukaddes sahifelerde, kâtiplerin ellerindedir, değerli ve güvenilir katiplerin” 3. Bir hadîsinde Resûlullah şöyle buyurmuştur: “Benden, Kur’ân’dan başka bir şey yazmayınız. Kim benden Kur’ân’ın dışında bir şey yazmışsa onu imhâ etsin”. İşte bu hadîs Kur’ân’ın yazıldığını açıkça ortaya koymaktadır. 4. Hz. Ömer’in Müslüman olması hâdisesinde, kız kardeşi Fâtıma’nın elinde bulunan Tâhâ sûresinin baş tarafının yazılı bulunduğu sahîfe de Kur’ân’ın yazıldığını gösteren önemli bir delildir. 5. Abdullah b. Ömer şöyle demektedir: “Biz, Kur’ân üzerimizde iken düşman ülkesine gitmekten menedilmiştik. Bunun sebebi, o yazılı metinlerin düşman eline geçme korkusu idi”. 6. Konuyla ilgili olarak Berâ b. Âzib şu olayı anlatmaktadır: Müminlerden özür sahibi olanlar dışında oturanlarla malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vadetmiştir; ama mücahidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır” (Nisâ (4), 95) âyeti nâzil olunca Resûlullah bana, “Zeyd’i çağır, kalem ve mürekkep getirsin” dedi. Zeyd, elinde kalem, mürekkep ve üzerine yazı yazılacak malzeme ile geldiğinde Hz. Peygamber ona bu âyeti okuyarak yazdırdı”. Resûlullah’ın zamanında şu kişilerin Kur’ân’ın tamamını topladıkları rivâyet edilmektedir: Ali b. Ebî Tâlib, ___Sa’d b. Ubeyd b. en- Nu’mân b. Amr b. Zeyd, _____Ebû’d-Derdâ’ Uveymir b. Zeyd, Mu’âz b. Cebel, __Ebû Zeyd b. Sâbit,__ _Zeyd b. Sâbit, _____Übey b. Ka’b,___Ubeyd b. Mu’âviye.
Kur’ân’ın Toplanması (Cem’) 1. Hz. Peygamber hayatta olduğu müddetçe vahiy devam ediyordu. Bu nedenle bazı âyetlerin neshedilme ihtimali vardı. Hal böyle olunca Kur’ân’ın bir kitap haline getirilmesi bazı karışıklıklara sebep olabilirdi. 2. Âyet ve sûreler nuzül tarihine göre sıralanmıyordu. Bazen, daha önce inen bir sûreye, sonradan inen bazı âyetler ilave ediliyordu. 3. Vahyin tamamlanmasıyla Hz. Peygamber’in vefatı arasındaki süre, Kur’ân’ın bir cilt halinde toplanmasına yetecek kadar değildi. Âlimlerin çoğuna göre bu süre 9 gecedir. *Kur’ân’ın bir cilt halinde toplanmasının en önemli sebebinin, Yemâme savaşında 70 (bazılarına göre 500 veya 700) kurrâ sahabînin şehid edilmesi olduğu öne sürülmektedir. Kur’ân’ı bir araya toplamak için Zeyd b. Sâbit’in başkanlığında bir heyet kuruldu. Zeyd b. Sâbit’in bu işin başına geçirilmesinin nedenleri şunlardır: 1. Zeyd, uzun süre vahiy kâtipliği yapan bir kişi idi. 2. Resûlullah hayatta iken Kur’ân’ın tamamını toplamıştı. 3. Zeyd, Kur’ân’ın tamamını ezberleyen ve onu en güzel şekilde okuyan sahâbîlerden biriydi. 4. Zeyd’in kırâati, Hz. Peygamber’in son arzada Cebrâil’e sunduğu kırâat idi. 5. Zeyd, çok zeki bir kişiydi. 6. Zeyd, bütün Müslümanların güvenini kazanmış olan biriydi. * Kur’ân’ı toplama faaliyeti, yaklaşık olarak bir yıl sürmüştür. Toplanan bu nüshaya Abdullah b. Mes’ûd’un teklifiyle Mushaf adı verilmiştir. Kur’ân’ın toplanma işi bitince Zeyd b. Sâbit onu baştan sona okumuş ve Ahzab sûresinin 23. âyetinin eksik olduğunu fark etmiş, bizzat kendisinin de Resûlullah’tan dinleyerek öğrendiği bu âyeti sadece, Huzeyme b. Sâbit’in yanında bularak Mushaf’taki yerine kaydetmiştir. Toplanan bu Mushaf’ın bazı özellikleri şunlardır: 1. Bu nüsha en ince ilmî tespit usulleriyle toplanmıştır. 2. Bu nüshaya, ancak tilâveti mensûh olmayan âyetler alınmıştır. 3. Bu nüsha yedi harfi ihtivâ etmektedir. (Yedi harf konusu ikinci ünitede ele alınacaktır). 4. Bu nüshanın doğruluğu, hem ümmetin icma’ı ve hem de tevâtürle sâbittir.
Kur’ân’ın Çoğaltılması (İstinsâh) Hz. Osman,___ Zeyd b. Sâbit, ____Abdullah b. ez-Zübeyr, _____Sa’îd b. el-Âs ve Abdurrahman b. Hâris’ten oluşan bir heyet meydana getirerek onlara Kur’ân’ı istinsah etmelerini emretti. Bu heyette, Kesîr b. Eflah, ____Ubey b. Ka’b, Nafi b. Zurayb, ____Abdullah b. Abbas, ___Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr,___ _Mâlik b. Ebî Amr ve Enes b. Mâlik’in de bulunduğu rivâyet edilmektedir. Hz. Osman, Kur’ân’ı çoğaltacak olan heyete, şu prensiplere göre çalışmaları talimatı verdi: 1. Çoğaltmada, Ebû Bekr döneminde toplanan Mushaf esas alınacaktır. 2. Çoğaltılacak nüshalara, Hz. Peygamber’in son arzada okumuş olduğu bir harf alınacak, geriye kalan altı harf alınmayacaktır. 3. Bu nüshalara tilâveti neshedilmiş âyetler yazılmayacaktır. 4. Heyetteki üyeler arasında lehçe bakımından herhangi bir ihtilaf çıkarsa, Kureyş lehçesi tercih edilecektir. 5. Birkaç Kur’ân nüshası istinsah edilerek çeşitli beldelere gönderilecektir. 6. Sûreler bu gün elimizdeki Kur’ân’larda olduğu şekilde tertîb edilecektir. 7. Çeşitli maksatlarla kaydedilen birtakım özel not ve kayıtlar bu Mushaflara yazılmayacaktır. İstinsah edilen nüshaların adedi hakkında farklı görüşler vardır. Bu sayının dört, beş, yedi ya da sekiz olduğu öne sürülmektedir. Söz konusu nüshaların beş adet olup ikisinin Medîne’de kaldığı (ki bunlardan biri Hz. Osman, diğeri de Medîne ahâlisi içindi), diğerlerinin de Basra, Kûfe ve Şam’a gönderildikleri konusunda herhangi bir ihtilafın bulunmadığı bildirilmektedir. Mekke, Yemen ve Bahreyn’e de gönderildikleri rivâyet edilmektedir. Bu gün, Hz. Osman döneminde çoğaltılan bu nüshalardan, Londra’daki India Office kütüphanesinde, Topkapı Sarayı’nda ve Taşkent’te birer adet bulunduğu belirtilmektedir.
Kur’ân’ın Harekelenmesi ve Noktalanması Basra vâlisi Ziyâd b. Sümeyye, Ebû’l-Esved ed-Dü’elî’ye mürâcaat ederek ondan Kur’ân’a, yanlış okumaları önlemek için bazı işaretler koymasını istedi. Ziyâd’ın teklifini kabul ederek ondan kâtip istedi. Ziyâd ona otuz kadar kâtip gönderdi. Ebû’l-Esved ed-Dü’elî, Abdu’l-Kays’dan olan birini tercih etti. Ebû’l-Esved ed-Dü’elî’nin koyduğu bu noktalar hareke yerine konan noktalardır. İlgili kaynaklara göre bu noktalar tarihte ilk defa Ebû’l-Esved ed- Dü’elî tarafından îcâd edilmiştir. Kur’ân’ın, Hz. Osman döneminde çoğaltılmasından bahsedilince, o dönemde şekillenen Resmü’l- Mushaf’tan da bahsetmek gerekmektedir.
Resmü’l-Mushaf (Mushafın Yazısı) Hz. Osman döneminde Mushaf çoğaltılırken bu günkü yazım kurallarından farklı bir yazı stili kullanılmıştır. Bu farklılıklardan bazıları şunlardır: 1. Hazif yapılması. Yani kelimeden harf düşürülmesi demektir. Meselâ “yâ eyyühâ/ﻳﺎأﻳﻬﺎ” ibaresini yazarken, ye harfinden sonra elifi yazmamak gibi. 2. Fazladan harf ilave edilmesi. Meselâ çoğul ya da çoğul hükmünde olan kelimelerin sonunda bulunan vavdan sonra elif ilave etmek gibi. 3. Bedel. Yani bir harfin yerine başka bir harfin yazılması. Meselâ salât ve zekât kelimelerinde olduğu gibi. 4. Fasl ve vasl. Vasl, kelimenin son harfinin, onu takip eden kelimenin baş harfiyle kaynaştırılması demektir. “ﻣِﻦْ ﻣَﺎ” kelimelerinin “ﳑِﱠﺎ” şeklinde bitiştirilerek yazılması gibi. 5. İki kırâata da elverişli olacak şekilde yazma. Âlimler, Resm-i Osmânî’ye uymanın gerekli (tevkîfî/vahye dayalı) olup olmadığı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Şimdi bu farklı görüşleri görelim: 1. Resm-i Osmânî’nin tevkîfî olduğunu savunanlar. Abdulaziz ed-Debbağ Ahmed b. Hanbel 2. Resm-i Osmânî’nin tevkîfî olmadığını savunanlar. Bâkıllânî ve İzz b. Abdisselâm *Resmü’l-Mushaf’a dair birtakım eserler yazılmıştır. Bunların bazıları şunlardır: Abdullah b. Süleyman b. el-Eş’as es-Sicistânî, el-Mesâhif; Ebû Amr Osman ed Dânî, el-Muknî fî Ma’rifeti Mersûmi Mesâhifi Ehli’l-Emsâr; İbrahim b. Ömer el-Ca’berî, Hamîletu Erbâbi’l-Makâsıd fî Resmi’l-Mesâhif.
ÜNİTE-2
Kur’ân Kelimesinin Etimolojisi 1. Kur’ân lafzı, “karînetün” kelimesinin çoğulu ve aynı zamanda hemze- siz olan “el-karâin/اﻟﻘﺮاﺋﻦ” lafzından türemiştir. Bu görüşü Ebû Zekeriyyâ’ Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ’ ileri sürmüştür. 2. Kur’ân kelimesi, sözlükte bir şeyi diğer bir şeye yaklaştırmak anlamına karene ﻗﺮن fiilinden türemiştir. Eş’arî ve ona tâbi olanların ortaya attığı gelen bu görüşe göre, Kur’ân lafzının bu fiilden türemesi onun, harf, kelime, âyet ve sûrelerinin birbirlerine bitişik ve yakın olmaları nedeniyledir. Şafiî ve taraftarlarına göre “Kur’ân lafzı hemzeli değildir; “el/ال” ile ma’rife yapılmış ve mürteceldir (bir tür özel isimdir); Hz. Peygamber’e inen kelâma özel isim olarak konmuştur, türememiş, kara’e/ﻗﺮأ’den de alınmamıştır, şayet kara’e’den alınmış olsaydı her okunan şeyin Kur’ân olması gerekirdi”. 3. “Kur’ân” lafzı, “okumak” anlamına gelen kara’e’den türemiş, fu’lân vezninde bir kelimedir: Ebu’l-Hasan Ali b. Hazm el-Lihyânî tarafından ileri sürülen bu görüş, İslâm âlimlerinin ekseriyeti tarafından kabul edilmektedir.
Müsteşriklerin “Kur’ân” lafzının köküne dair görüşleri; Schwally, Wellhausen ve Horovitz gibi oryantalistlere göre “Kur’ân” lafzı Süryanice veya İbrânice, keryânî - kiryânî kelimelerinden alınmıştır. Şimdi onların bu görüşlerinin doğru olmadığının delillerini görelim: 1. Arabça, Süryânice ve İbrânice, Sâmi dilleri ailesindendir. Bu dil ailesinin en eskisi, üstünü, gelişmişi ve zengin kelime hazinesine sahip olanı Arapça’dır. Şimdi kendilerinden daha eski ve zengin olan bir dilin o dillerden kelime aldığını iddia etmek yanlıştır. 2. Kur’ân’da da belirtildiği gibi, İslâmiyet öncesi Araplar, -bir kaç kişi dışında- ümmî bir toplum idi. Sözlü rivâyet esastı; edebî ürünler, kıssalar ve haberler hafızaya dayanıp şifâhî olarak naklediliyordu. Bunların yazıya geçirilmesine hicretin birinci yüzyılından itibaren başlandı. 3. İnsanlar, ihtiyaçlarına göre kelime ihdâs ederler, ortaya çıkan yeni eşyalara yeni isimler bulurlar. Câhiliyye devri Arab edebiyatı ile Arapların sosyal hayatında dinin çok az bir yeri vardı. Yani Kur’ân yoktu. Olmayan bir şeyi isimlendirmek, o, şu veya bu dilin, şu veya bu kelimesinden türedi, demek ise mümkün değildir.
Kur’ân’ın Terim Anlamı “Kur’ân, Hz. Muhammed’e vahiyle indirilmiş, tevâtürle nakledilmiş, mushaflarda yazılmış, tilâvetiyle ibâdet edilen, bir sûresinin –dahi olsa- meydana getirilmesi için meydan okuyan, Fâtiha sûresiyle başlayıp Nâs sûresiyle sona eren, Allah’ın kelâmıdır”.
Kur’ân’ın Hedefi Kur’ân, tüm insanlığı hidâyete getirmek amacıyla nâzil olmuş, evrensel bir ilâhî mesajdır.
Kur’ân’ın Muhtevâsı Kur’ân’ın âyet ve sûreleri, konu bütünlüğü oluşturacak şekilde sıralanmadığından muhtevâsının tespiti biraz zordur. Mekkî âyet ve sûrelerde, Allah’ın birliği, kudreti ve lütufkârlığı ile âhiret günü ve dirilme gibi uhrevî konular geniş olarak işlenmiştir. Medenî olan âyet ve sûrelerde, Mekkî sûrelerin ihtiva ettiği başlıca konuların yanı sıra, ibâdât ve muâmelât konuları ağırlık kazanmıştır.
Kur’ân’ın Kitâb-ı Mukaddes’le Mukâyesesi Kur’ân ile daha önceki ilahî kitaplar arasında vahyedilme, kayda geçirilme, günümüze gelme, üslûp ve muhtevâ açısından önemli farklılıklar vardır. Kitâb-ı Mukaddes, çeşitli yazarlar tarafından farklı dönemlerde yazılmış farklı edebî türlerdeki yazılardan meydana gelmektedir. Onda tarihî yazıların yanı sıra dinî hükümler, hikmet türü bölümler, dua ve münâcâtlar bulunmaktadır. Kitâb-ı Mukaddes’e ait bölümlerin çoğu, adını taşıyan kişiler tarafından yazılmamıştır; ayrıca bazen birden çok kitap belli bir yazara nispet edilmiştir. Ayrıca Kitâb-ı Mukaddes’te hâdiseler, zaman ve mekân boyutuna inilerek aktarılmakta, dolayısıyla Eski Ahid İsrâiloğulları’nın tarihini, Yeni Ahid ise Hz. Îsâ ve havarilerin hayatlarını anlatan birer tarih kitabı niteliği taşımaktadır. Kur’ân’da anlatılan tarihi olay ve kıssalarla muhataplara belli derslerin verilmesi amaçlanmıştır. Bu nedenle Kur’ân’da olaylar, zaman ve mekân belirtilmeden anlatılmıştır.
Kur’ân’ın Faziletleri (Fezâilü’l-Kur’ân) Fezâilu’l-Kur’ân, Kur’ân’ın tamamını veya bazı sûre ya da âyetlerini öğrenip okuyan, öğreten, dinleyen, ezberleyen, hükümlerine göre amel edenlerin kazanacakları sevapları, bazı sûre yahut âyetlerin şifalı olduğunu bildiren hadisleri içeren literatür için kullanılan bir tabirdir. Bunun için kaynaklarda “Fezâilu’l-Kur’ân”, “Sevâbu’l-Kur’ân”, “Menâfiu’l-Kur’ân” gibi terimler kullanılmıştır.
İmam Şafiî’nin Menâfiu’l-Kur’ân adındaki kitabının bu konuda yazılan ilk eser olduğu ileri sürülmektedir. Fezâilu’l-Kur’ân’la ilgili hadisler incelendiğinde onların üç kısma ayrıldığı görülmektedir. 1. Kur’ân’ın bütününün fazîletine dair hadîsler: “Sözün en hayırlısı, Allah’ın Kitâb’ıdır” hadîsi gibi. 2. Kur’ân’ın sûrelerinin fazîletine dair hadîsler: “Nefsim kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki o (İhlâs sûresi), Kur’ân’ın üçte birine denktir” gibi. 3. Kur’ân âyetlerinin fazîletine dair hadîsler: “Geceleri, Bakara sûresinin sonundan iki âyet okuyan kimseye o iki âyet kâfî gelir” hadîsi gibi. Bu konuda yazılan bazı eserler şunlardır: Ahmed b. Şu’ayb en-Nesâî, Fezâilu’l-Kur’ân; Ebu’l-Fidâ İsmâil b. Kesîr, Fezâilu’l-Kur’ân; Ebu’l-Fazl Ahmed b. Ali b. Hacer el-Askalânî, el-İtkân fî Fezâili’l-Kur’ân.
KUR’ÂN’IN UNSURLARI Âyet Tanımı: sözlükte, iz, açık işaret, burhân, emâre, ibret, nişâne, şaşırtıcı iş ve mucize manasına gelmektedir. Terim olarak âyet, “Kur’ân’ın herhangi bir sûresinde, bir veya birkaç kelime ya da cümleden meydana gelen ve başından ve sonundan ayrılmış olan bölümlere” denir. Âyetlerin son kelimesine, iki âyeti birbirinden ayırdığı için fâsıla, fâsılanın son harfine de harfu’l-fâsıla denmektedir. Âyetlerin Tertibi: tevkîfîdir, yani vahye dayanmaktadır. Kur’ân’ın âyetlere bölünmesinin tevkîfî olup olmadığı konusunda ise ihtilaf vardır. Bazı âlimlere göre tevkîfî, bazılarına göre de kıyâsîdir (ictihâdîdir). Âyetlerin Sayısı: Kur’ân’da, İbn Abbas 6216, Basralılar 6204, Medîneliler 6219, Şamlılar 6226, Kûfeliler de 6236 âyet bulunduğunu ifade etmektedirler. Bu son (6236) görüşün daha doğru olduğu belirtilmektedir. En kısa âyetin hangisi olduğu konusunda ise ihtilaf vardır. Bu hususta zikredilenler şunlardır: Müdhâmmetân, ve’l-fecr, yâsîn, ve’l-asr, ve’d-duhâ, müddessir, rahmân ve yâsîn.
İlk ve Son Nâzil Olan Âyetler Âlimlerin çoğuna göre, ilk inen âyetler Alak sûresinin ilk beş âyetidir; fetret devrinden sonra da Müddessir sûresinin baş kısmı nâzil olmuştur. En son nâzil olan âyet hakkında ise görüş ayrılığı vardır. Bu âyetler şunlardır: 1. (Mâide (5) 3). Bu âyet nâzil olduktan sonra, ahkâm âyeti inmediği ve Resûlullah’ın 81 gün yaşadığı bildirilmektedir. O halde bu, en son inen âyet değildir. 2. (Nasr (110), 1-3). 3. (Bakara (2), 278). 4. (Nisâ (4), 176). 5. (Bakara (2), 281). Bu âyet nâzıl olduktan sonra Resûlullah 9 gece yaşamıştır. Âlimlerin çoğu, en son inen âyetin bu âyet olduğu görüşündedirler. Besmele: İbadetler başta olmak üzere her işe besmele ile başlamak sünnettir. Hanefilere göre, sûrelerin başında bulunan besmeleler, bulunduğu sûreden ayrı olarak başlı başına birer âyettir. İmam Şâfiî’ye göre besmele, Fâtiha’nın başından bir âyettir. İmam Mâlik’e göre sûre başlarındaki besmeleler Kur’ân’dan değildir. Ahmed b. Hanbel’den bu konuda iki görüş vardır: 1. Besmele, Fâtiha ve diğer sûrelerin başından birer âyettir. 2. Sûrelerden ayrı olarak birer âyettir. Tevbe sûresi dışında bütün sûrelerin başında besmele vardır.
Secde Âyetleri: Secde sözlükte, aşırı saygı göstermek, tevâzuyla eğilmek ve alnı yere koymak manalarına gelmektedir. Okunması veya dinlenmesi halinde secde edilmesi gereken âyetlere secde âyeti, bu sebeple yapılan secdeye de tilâvet secdesi denir. Kur’ân’da on dört sûrede secde âyeti vardır. 1) Arâf (7), 206.____________ 2) Ra’d (13), 15. ________3) Nahl (16), 49. 4) İsrâ’ (17), 107. ___________5) Meryem (19), 58._____ 6) Furkân (25), 60. 7) Alak (96), 19. ____________8) Neml (27), 25. ________9) Secde (32), 15. 10) Sad (38), 24.___________11) Fussilet (41), 37.______12) Necm (53), 62. 13) İnşikâk (84), 21.________ 14) Hac (22), 18. Şâfiî’ye göre bu sûrede iki secde vardır. Biri bu 18. âyette, diğeri de şu 77. âyettedir. Hanefîlere göre, 77. âyetteki namaz secdesidir. Tilâvet secdesi, Hanefîlere göre vâciptir.
Sûre Tanımı: Sözlükte, yüksek rütbe, mevki, şeref, yüksek bina, sûr gibi manalara gelir. Terim olarak sûre, “âyetlerden en az üç âyetten- meydana gelen, başı ve sonu bulunan müstakil Kur’ân parçası” demektir. Kur’ân’da 114 sûre vardır. Übey b. Ka’b’a göre 87’si Mekkî, 27’si ise Medenîdir. Mısır Kralı Fuâd’ın ilmî bir heyete tetkik ettirerek bastırdığı Mushaf’a göre ise sûrelerin 86’sı Mekkî, 28’i Medenîdir
Sûrelerin Tertibi: sûrelerin tertibi kim tarafından yapılmıştır? Bu konuda üç görüş vardır: 1. Sûrelerin tamamının tertibi Hz. Peygamber’e dayanmaktadır (tevkîfî). 2. Sûrelerin tamamının tertîbi sahâbenin ictihâdı ile olmuştur. 3. Sûrelerin tertîbinin bir kısmı Hz. Peygamber’in bildirmesi, bir kısmı da sahâbenin ictihâdı ile olmuştur. Bunlar arasında, tertîbin tevkîfî olduğu görüşünün daha ağırlıklı olduğu söylenebilir.
Sûrelerin Tasnîfi: Kur’ân’da sûreler, uzunluk ve kısalıklarına göre şöyle tasnîf edilmiştir: 1. es-Sebu’t-tuvel: En uzun yedi sûre demektir. Bunlar, Fâtiha’dan sonra gelen Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ, Mâide, En’âm, A’râf, Enfâl-Tevbe’dir. Bazıları Enfal-Tevbe yerine Yunus sûresini koymaktadırlar. 2. el-Mi’ûn: Birinci gruptan sonra gelen ve âyet adedi yüz civarında olan sûrelerdir. 3. el-Mesânî: Âyet adedi yüzden az olan sûrelerdir. Bunlar, Ahzâb sûresinin başından Kaf sûresinin başına kadar olan sûrelerdir. 4. el-Mufassal: Mushafın son bölümü olup, Kaf sûresinin başından Nâs sûresinin sonuna kadar olan sûreleri içine almaktadır.
Sûrelerin İsimleri: isimlendirilmelerinin tevkîfî olduğunun kabûlü daha doğru görünmektedir. Mekkî ve Medenî Sûreler: Sûrelerin Mekkî veya Medenî oluşları hakkında üç görüş vardır: 1. Vahyin indiği mekân dikkate alınarak yapılan taksim. Buna göre Mekke’de nâzil olan âyet ve sûrelere Mekkî, Medîne’de ve Medîne’ye yakın yerlerde inen âyet ve sûrelere Medenî denir. 2. Muhâtaplar dikkate alınarak yapılan taksim. İçinde “ey insanlar” ifadesi bulunan âyet ve sûreler Mekkî, “ey îmân edenler” ibaresi bulunan âyet ve sûreler de Medenî’dir. 3. Zaman dikkate alınarak yapılan taksim. Buna göre, hicretten önce inen âyet ve sûrelere Mekkî, sonra inen âyet ve sûrelere de Medenî denir. İşte doğru olan görüş budur. Mekkî sûrelerin özellikleri: 1. İçinde “kellâ” lafzı olan, 2. Secde âyeti ihtiva eden, 3. Bakara sûresi hariç, içinde Âdem ve İblîs kıssası yer alan, 4. Bakara ve Âl-i İmrân sûresi hariç, başında hurûf-ı mukatta’a bulunan, 5. Bakara hariç, içinde peygamberlerin ve geçmiş milletlerin kıssaları anlatılan 6. Bazı istisnalar dışında, içinde “ey insanlar” ibaresi bulunup, “ey îmân edenler” ibaresi bulunmayan sûrelerin hepsi Mekkîdir. Medenî sûrelerin özellikleri: 1. Ankebût sûresi hariç, içinde münafıklardan bahsedilen, 2. Cihâda izin veren ve cihad hükümlerini beyan eden, 3. Hudûd ve miras paylaşımından bahseden, 4. Bazı istisnalar dışında, içinde “ey îmân edenler” ibaresi bulunan, 5. İbâdât ve muâmelât konuları tafsîlatlı olarak yer alan, 6. Ehl-i kitabın batıl inançları ve yanlış davranışlarını anlatıp onları İslâm’a davet eden sûrelerin hepsi Medenîdir.
KUR’ÂN’IN OKUNMASI Yedi Harf: Yedi harf, ihtilaflı bir meseledir. Konuya dair kırk civarında görüş vardır. Bunların belli başlı olanları şunlardır: 1. Yedi harften maksat, Arap kabilelerinden meşhur olan yedisinin lehçesidir. Bu kabileler Kureyş, Kinâne, Huzeyl, Hevâzin, Sekîf, Yemen ve Temim’dir. 2. Yedi harften maksat, meşhur yedi imamın kırâatıdır. Ancak bu görüş en zayıf olan görüştür. 3. Yedi harften maksat, aynı manaya gelen çeşitli lafızlardır. 4. Yedi harften maksat, yedi vecihtir. Bu görüşü savunanlar çoktur.
Kırâat İlmi Tanımı: Kırâat, “Kur’ân’ın kelimelerinin eda keyfiyetlerini ve ihtilaflarını nakledenle- rine isnat ederek bilmektir”. Konusu: Telaffuzlarındaki ihtilaf ve edâlarındaki keyfiyet bakımından Kur’ân’ın kelimeleridir. Gayesi: Mütevâtir kırâatların zabt melekesini elde etmektir. Gelişmesi: Hicrî ikinci asrın başında, muayyen beldelerdeki Müslümanların, kendi kırâatlarını diğer beldelerdeki kırâatlara tercih etmeleriyle “yedi kırâat” tabiri şöhret bulmaya başladı. Böylece Mekke’de İbn Kesîr, Medîne’de Nafi, Şam’da İbn Âmir, Basra’da Ebû Amr ve Yakub, Kûfe’de Asım ve Hamza’nın kırâatları meşhur oldu. Üçüncü asırda kırâatları yediye tahsis eden, Ebu Bekir b. Mücâhid’dir. Ancak İbn Mücâhid’in tasnifinde yedinci kırâat imamı Yakup değil, Kisâî’dir. Ebû Ca’fer, Yakup ve Halef b. Hişâm ilave edilerek sayı ona ulaşmıştır. On kırâat imamı ve meşhur olan râvîleri topluca şunlardır: 1. Nâfi. Râvîleri Kâlûn ve Verş’tir. 2. İbn Kesîr. Râvîleri Bezzî ve Kunbul’dur. 3. Ebû Amr. Râvîleri Dûrî ve Sûsî’dir. 4. İbn Âmir. Râvîleri Hişâm ve İbn Zekvân’dır. 5. Âsım. Râvîleri Ebû Bekir Şu’be ve Hafs’tır. 6. Hamza. Râvîleri Halef ve Hallâd’tır. 7. Kisâî. Râvîleri Leys ve Dûrî’dir. 8. Ebû Ca’fer. Râvîleri İsâ b. Verdân ve Süleyman b. Cemmâz’dır. 9. Ya’kûb. Râvîleri Ruveys ve Ravh’tur. 10. Halef. Râvîleri İshak b. İbrâhîm ve İdris b. Abdilkerîm’dir.
Sahih Kırâatın Şartları: üç şart vardır: 1. Kırâat, sahîh ve muttasıl bir senedle Hz. Peygamber’e ulaşmalı. 2. Takdiren de olsa Hz. Osman döneminde çoğaltılan nüshalardan birinin hattına uymalı. 3. Bir vecihle de olsa Arap dilinin kâidelerine uygun olmalı.
Senetleri Bakımından Kırâatların Çeşitleri 1. Mütevâtir kırâat: Yalan üzere ittifak etmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun diğer bir topluluktan rivâyet ettiği kırâata denir. 2. Meşhur kırâat: Senedi sahîh, Arap dilinin kâidelerine ve Hz. Osman döneminde çoğaltılan nüshalardan birinin hattına uygun olan, ancak tevâtür derecesine ulaşamayan kırâata, denir. 3. Âhâd kırâat: Senedi sahîh olup, ya Arapça kâidelere ya da Hz. Osman döneminde çoğaltılan nüshalardan birinin hattına uygun olmayan kırâata, âhâd kırâat denir. Bu kırâat ile okumak câiz değildir. 4. Şâz kırâat: Senedi sahîh olmayan kırâattır. Bununla da Kur’ân okumak câiz değildir. 5. Mevzû (uydurma) kırâat: Asılsız olarak yalnız okuyanına isnat edilen kırâattır. Bu kırâata göre de Kur’ân okumak câiz değildir.
Kırâatların Bugünkü Durumu Âsım kırâatı: Bugün Müslümanların ekseriyeti Kur’ân’ı, Âsım kırâatının Hafs rivâyetine göre okumaktadırlar. Nâfi kırâatı: Mısır hariç, Kuzey Afrika’da yaşayan Müslümanlar Kur’ân’ı, Nâfi kırâatının Verş rivâyetine göre okumaktadırlar. Ebû Amr’ın kırâatı: Sadece Sudan’ın bir kısmında okunmaktadır. Kırâat ilmiyle ilgili çok sayıda eser yazılmıştır. Ebu Bekir b. Mücâhid, Kitâbu’s-Seb’a; Mekkî b. Ebî Tâlib, et- Tebsıra; Ebû Amr Osmân b. Sa’îd ed-Dânî, Câmiu’l-Beyân fî’l-Kırââti’s- Seb’, et-Teysîr fî’l-Kırââti’s-Seb’; Ebû Muhammed Kâsım b. Şâtıbî, Hırzu’l- Emânî ve Vechu’t-Tehânî; Muhammed b. Muhammed el-Cezerî, en-Neşr fî’l-Kırâati’l-Aşr. Vakıf ve İbtidâ Vakıf, “kelime üzerinde, kırâata tekrar başlamak niyetiyle, âdet olduğu şekilde, nefes alacak kadar bir zaman sesi kesmekten” ibarettir. Vakıf, kelimelerin sonunda yapılır, ortasında yapılmaz.
Vakfın Kısımları 1. Tam vakıf (vakf-ı tâm). Kendisinden sonrası ile lafız ve manâ yönünden alakası bulunmayan bir kelime üzerinde yapılan vakfa tam vakıf denir. Bu vakfa, vakf-ı lâzım ve vakf-ı vâcib de denmektedir. 2. Kâfî vakıf (vakf-ı kâfî): Kelâm, lafız ve manâ yönünden tamamlanmakla beraber yine de kendinden sonrası ile anlam bakımından bir alakası varsa bu tür yerlerde yapılan vakfa, kâfî vakıf denir. 3. Hasen vakıf (vakf-ı hasen): Kelâm, lafız ve manâ bakımından tamamlanmakla beraber, yine de onun kendisinden öncesi veya sonrası ile lafız yönünden bir ilgisi varsa bu vakfa, vakf-ı hasen denir. 4. Kabih vakıf (vakf-ı kabîh): Kelâm, lafız ve manâ yönünden tamamlanmadan ve kendisinden sonraki lafız ile her iki cihetten şiddetli alakası bulunan yerde yapılan vakfa, vakf-ı kabîh denir. @ Kur’ân okurken durulması gereken yerlere bir takım harfler konmuştur: Bu harfler ve ifade ettikleri manalar şunlardır: 1. Mim/م: Bu vakıf işaretinde mutlaka durmak lazımdır. 2. Tı/ط (vakf-ı mutlak), cim/ج (vakf-ı câiz), kıf/ﻗﻒ (dur). Bu üç vakıf işaretinde durmak evlâ, geçmek ise câizdir. 3. Ze/ز (vakf-ı mücevvez), sad/ص (vakf-ı murahhas), kaf/ق ve sılî/ﺻﻠﻲ. Bu vakıf işaretlerinde geçmek evlâ, durmak ise câizdir. 4. Lâ/ﻻ. Bu, “durma” demektir. 5. Ayn/ع. Bir konunun veya kıssanın bitip başka bir konu ya da kıssanın başladığını gösterir. 6. İki grup üç nokta (vakf-ı muâneka/vakf-ı murâkabe). Sadece birisinde durulur, her ikisinde birden durulmaz. 7. Kef/ك. Kendisinden önce hangi durak işareti geçmişse onun hükmünü taşır. 8. Sin/س. Sekte ile okunacak yerlerde kelimenin üstüne, çoğu kere de altına konur.
İbtidanın Kuralları 1. Vakf-ı tâm ve vakf-ı kâfî olan yerlerde durduktan sonra peşinden gelen kelimeden başlamak uygun olur. 2. Vakf-ı hasen, âyet sonunda ise takip eden âyetin başından okunarak devam edilir, eğer âyet ortasında yapılmışsa, mananın bütünlüğünü sağlamak şartıyla o kelimeden veya daha geriden alınarak başlanır. 3. Vakf-ı kabihlerde ise, yine mana bütünlüğü dikkate alınıp o kelimeden veya daha geriden alınarak başlanır.
Kur’ân-ı Kerîm’i Okuyuş Şekilleri 1. Tahkîk: Kırâat ilminde tahkîk, her bir harfin hakkını tam vermek, Buna yakın bir de “tertîl” tarzı vardır ki Kur’ân’ı, acele etmeden, dura dura, anlaya anlaya okumaya denir. Tahkîk, ta’lîm ve temrîn, tertîl ise tefekkür ve istinbat içindir. 2. Hadr: Kırâat ilminde hadr, Kur’ân’ı, tecvid kâidelerine uyarak hızlı bir şekilde okumaya denir. 3. Tedvîr: Tahkîk ile hadr arasında bir okuyuş tarzıdır. Bu okuyuşta orta bir yol izlenir
ÜNİTE-3
KAVRAMSAL ÇERÇEVE
Tefsîr: keşfetmek, ortaya çıkarmak, üzerindeki örtüyü açmak, beyan etmek, açıklamak, anlaşılır hale getirmek gibi manalara gelmektedir. Tefsîr kavram olarak da kısaca, “Kur’ân âyetlerini Arap dili ve edebiyatı açısından tahlile tâbi tutup kastedilen manayı tespit etmek” diye tanımlanabilir. Te’vîl: sözlük manası itibariyle aslına döndürmek ve herhangi bir şeyi varacağı yere vardırmak demektir. İmâm Mâtüridî’ye göre te’vîl bir noktanın varacağı nihâî noktayı açıklamak demektir.
Te’vîlin Şartları 1. Te’vîle esas olan mananın, mecâz yoluyla da olsa lafzın kendisine delâlet ettiği manalardan olması lazımdır. 2. Te’vîlin anlam yönüyle açık bir âyete ters düşmemesi gereklidir. 3. Lafzın ilk anda akla gelen zâhirî anlamının dışında başka bir mananın ve- rilmesine imkân tanıyan dînî bir delile dayanması zorunludur.
Te’vîlin Çeşitleri 1. Beyânî te’vîl: Bu yöntem, daha ziyade kelâmcıların, fakihlerin, müfessir ve dilcilerin kullandığı bir yorum yöntemidir. Arap dilinin kuralları dahilinde hareket edilerek Kur’ân’dan anlamlar üretmek” olarak tanımlanmaktadır. 2. Burhânî te’vîl: İslâm düşüncesindeki en meşhur kuramcısı İbn Rüşd’dür. Faslu’l-Makâl adlı eserinde burhânî te’vîli, nassları bütünsellik içinde ele alarak, zâhirî manalarına uygun düşecek şekilde yorumlamaktadır. 3. İrfânî te’vîl: Bu te’vîl tarzı da tasavvuf erbâbının kalbine sezgi, keşf ve ilham yoluyla doğan bir bilgi türüdür. Mutasavvıflar Kur’ân okuyarak onun derin anlamları üzerinde düşünceye dalmak (tedebbür), dış dünyanın angajmanlarından (bağlantılar) olabildiğince sıyrılarak ilâhî ve ezelî hakikatler üzerine yoğun biçimde kafa yormak (teemmül), eşyanın yaratılış hikmeti yahut Allah’ın nimetleri üzerinde düşünmek (tefekkür) suretiyle bu tür bir te’vîle ulaşabilirler. DİKKAT: te’vîl tarzlarından Kur’ân yorumu için en uygun olanı beyânî te’vîl yöntemidir. Çünkü irfâni te’vîl tasavvuf erbâbının kalbine doğan anlamlardan ibarettir; bunda da hiçbir ölçü ve sınır yoktur. Burhâni te’vîl de hem nasslarla aklın çelişmesi durumunda hem nasslarda bilgi bulunmadığında hem de bilgileri içermekle beraber bu bilgilerin akla uygun düşüp düşmediği gibi hususlarda tek kriter olarak aklı kabul etmektedir. Beyâni te’vîl ise, bir yandan te’vîlin kriterlerini taşımakta diğer yandan da hiçbir zaman aklı naklin önüne geçirmemektedir.
Tefsîr ile Te’vîl Arasındaki Farklar 1. Tefsîr, kaynağı itibariyle tefsîr tevkifî/ilâhî beyanlara, te’vîl bireysel ictihâdlara dayalıdır. 2. Tefsîr, ekseriya âyetlerin lafızlarında, te’vîl ise manalarında görülür. 3. Tefsîrde hakikate delâlet ettiği için ekseriyetle tek bir anlam, te’vîlde ise yoruma müsait olması hasebiyle birden çok anlam söz konusudur. 4. Tefsîr hakikat yoluyla lafızların zâhirî manalarını, te’vîl ise onların içsel anlamlarını ortaya çıkarmaktadır. 5. Te’vîl ekseriya semâvî kitaplarda kullanılır, tefsîr ise bu kitaplarda kullanıldığı gibi bunların dışındaki kitaplarda da kullanılmaktadır.
Tercüme: sözlükte, “bir kelâmı bir dilden başka bir dile çevirmek, bir sözü diğer bir dilde tefsîr ve beyân etmek” gibi manalara gelmektedir. Tercüme kelimesinin zikredilen bu anlamları yanında başka manaları da vardır. Bunlar şöyle sıralanabilir: 1. Tercüme bir kimsenin yaşantısını ya da çalışma hayatında başından geçen olayları anlatması manasını ifade eder. 2. Bir sözü, birisine ulaştırmak yahut bir insanı herhangi bir konudan haberdar etmek de aynı şekilde tercüme kelimesiyle ifade edilmektedir. 3. Ayrıca bir sözü söylendiği ya da tercüme edildiği dilde tefsîr etmek anlamına da gelmektedir. Abdullah b. Abbâs için Tercümânu’l-Kur’ân tâbirinin kullanılması bu sebebe dayanmaktadır. *Tercüme kelimesinden türeyen bazı kelimeler de mevcuttur. Bunlar tercüman, mütercim ve mütercemdir. *Tercüman, bir sözü şifâhen bir dilden başka bir dile çevirene denir. *Mütercim, herhangi bir dilde kaleme alınan bir metni yine yazılı olarak başka bir dile aktaran kimse demektir.
Tercüme Çeşitleri 1. Lafzî tercüme, nazmında yani söz dizimi ve tertibinde aslına benzemesi gözetilen tercüme çeşididir. Bu şekildeki tercüme, tercüme edilecek metindeki her kelimenin birer birer ele alınıp, onların yerine geçebilecek diğer dildeki lafızların gözden geçirilerek yerine konulması şeklinde yapılan bir tercümedir. 2. Tefsîrî tercüme, asıl dildeki kelimelerin tertibine ve nazmına bağlı kalmaksızın herhangi bir sözün anlamını bazı şerh ve izahlarla başka bir dile nakletmekten ibarettir. Bu tercüme tarzında önemli olan, tercüme edilecek metindeki gaye ve maksatların doğru bir şekilde ifade edilebilmesidir. Kur’ân’ın hakkıyla tercümesinin yapılamayışının sebepleri arasında şu hususlar da zikredilebilir: 1. Kur’ân’ın fesâhatı, belâgatı, üslubu bakımından olan icazı onun nazmı vasıtası ile tecelli etmektedir. Tercüme ile bu nazım ortadan kalkınca Kur’ân’ın icazından da söz etmek mümkün olmayacaktır. 2. Kur’ân’ın nazmı, onun çeşitli kırâat vecihleriyle okunmasına imkan tanımaktadır. Kur’ân’ın tercümesi ise kırâat vecihlerine, dolayısıyla onların ortaya koyduğu nüktelere imkan vermemektedir. 3. Arapça’ya mahsus olan bir takım edatlar vardır. Halbuki bu edatlar çoğu dillerde bulunmamaktadır. 4. Kur’ân-ı Kerîm’in mevcut nazmı, onun çeşitli şekillerde irab edilmesine (tahlil yapılmasına) imkan vermektedir. Tercümeyle bu durum da ortadan kalkmaktadır. 5. Kur’ân’da bir takım müteşabih âyetler bulunmaktadır. Bu âyetleri orijinal Arapça şekliyle anlamak bir hayli zordur. Bu durumda bu âyetlerin tercümesini yapmanın daha da zor olduğu çok açıktır.
Tefsîr İle Tercüme Arasındaki Farklar 1. Tercüme aslın yerine geçer ve artık asla ihtiyaç kalmaz. Tefsîr ise böyle değildir. Tefsîr aslın aynı olmayıp açıklamasıdır. 2. Tercümede istidrat (daha fazla izah ve açıklama) mümkün değildir. Tefsîr ise böyle değildir. Onda istidrat yapmak caiz, hatta bazen gerekli bile olmaktadır. Zira tefsîr bir beyan ve izah demektir. 3. Tercüme örf yönünden aslın bütün mana ve maksatlarına uygunluk manasını taşır. Tefsîr için böyle bir durum söz konusu değildir. Tefsîr aslın bütün mana ve maksatlarına uygun olma manasını ihtiva etmez. 4. Tercüme, teknik anlamda mütercimin naklettiği maksat ve manaların, tercümesi yapılan sözün ifade ettiği anlamlar olduğuna ve bu sözün sahibinin de söz konusu anlamları kasdettiğine dair bir güven duygusu vermelidir. Halbuki tefsîr böyle değildir. Ancak müfessirin yanında birçok delil bulunursa karşı tarafta böyle bir güven duygusu oluşur.
Meâl: Sözlükte bir şeyin özü, hülâsası ve âkıbeti anlamına geldiği gibi, eksik bırakmak manasını da içermektedir.Kavram olarak da, “bir sözün manasını tam olarak değil de, biraz noksanıyla ifade etmek” demektir. *Kur’ân’ın tamamını içeren ilk meâl de (İtalyan müsteşrik Guidi’ye göre) hicrî 127 senesinde Berberice olarak kaleme alınmıştır. *Buzurg b. Şehriyâr’a göre Kur’ân hicrî 270 yılında Hind diline çevrilmiştir. *Zamanımıza ulaşan en eski meâl ise Farsça olarak Samanoğulları emiri Mansur b. Nuh tarafından yaptırılmıştır. Bu meâl İran’da birçok defa basılmıştır. *İlk Türkçe Kur’ân meâlleri 9. asırdan itibaren yapılmaya başlanmıştır. Batı’da ise en eski Kur’ân meâli, Latince olarak 1143 tarihinde hazırlanıp 1543 de İsviçre'de basılmıştır. Dünya dillerine yapılan Kur’ân çevirilerinin sayısı, şimdilik 159’dur.
Müfessir: Tefsîr eden, açıklayan anlamını ifade etmektedir. Müfessirliğin Kriterleri Süyûtî müfessirde aranan ilk kriterin sağlam ve sahih bir inanç olduğunu söyler. Süyûtî bir müfessirin; 1. lügat, 2. nahiv, 3. sarf, 4. iştikak, 5. meânî, 6. beyân, 7. bedîî, 8. kırâat, 9. kelâm, 10. fıkıh usûlü, 11. esbâb-ı nüzûl, 12. nâsih-mensûh, 13. fıkıh, 14. hadis, 15. mevhibe (ilham) ilmine âşina olmasını da şart koşmaktadır. Ömer Nasûhi Bilmen de bu ilimlere ahlâk, psikoloji, sosyoloji, biyoloji, astronomi, coğrafya, tarih ve siyer ilimlerini eklemektedir. Burada söz konusu edilen ilimleri günümüz ihtiyaçları doğrultusunda; 1. Arap dili ve Edebiyatı, 2. Kur’ân İlimleri, 3. Fıkıh, 4. Fıkıh Usûlü, 5. Hadis, 6. Sosyo-Kültürel Tarih, 7. Sosyal-Psikoloji, 8. Astronomi şeklindedir.
Tefsîrin Konusu, Gayesi ve Önemi Onun konusu Kur’ân, gayesi de Kur’ân’ın içerdiği yüce manaları ve hakikatleri araştırıp ortaya çıkarmak ve insanın bu hakikatlere göre bir hayat sürmesini sağlamaktır.
Tefsîrin Gerekliliği 1- Kur’ân-ın bütün âyetleri muhkem yani tefsîre ihtiyaç göstermeyecek derecede açık ve anlaşılabilir nitelikte değildir. Bir kısmı böyle olmakla beraber bir kısmı da tefsîre ihtiyaç duyacak âyetlerden oluşmaktadır. İşte bu özelliği sebebiyle söz konusu kitabın tefsîr edilmesi elbette ki zarurîdir. 2. Yüce Allah Hz. Peygamber’e, Kur’ân’ı tefsîr etmesini emretmiştir. 3- Lafız ve kavramlarla ilgili olarak yapılması gereken semantik tahliller, Kur’ân tefsîrine olan ihtiyacı gündeme getirmiştir. 4. Kur’ân, müminlerin şahsî ve toplumsal hayatlarını düzenlemek gayesiyle ibâdât ve muâmelât konularında hükümler koymuştur. İlk muhatapların yaşadığı tarihî ve sosyo-kültürel gerçeklikten hareket etmek suretiyle tefsîr etmek gerekmektedir. 5. Kur’ân’da mecâz, kinâye, istiâre ve teşbih gibi edebî sanatların yer aldığı da bir vâkıadır. Tabii ki bu tarz âyetler söz konusu sanatları iyi bilenler tarafından tefsîr edilmelidir. 6. Kur’ân-ı Kerîm’de ayrıca bilimsel hakikatler içeren kevnî (kozmolojik) âyetler bulunmaktadır.
Bu nassları bilimsel keşiflerden istifade ederek tefsîr etmek gerekmektedir. 7. Kur’ân ulûhiyyet, nübüvvet, insan, ibâdet ve âhiret gibi temel konuları da ihtiva etmektedir. Bu yüzden Kur’ân’ın beşerî telif mantığına uymayan bu farklı beyân tarzını, onun asıl gayesine uygun olarak tefsîr edip bütün muhataplarının zihnine yerleştirmek gerekmektedir. 8. Herkes kendi anlayışına göre Kur’ân’a mana verirse bir çok hatalar meydana gelir ve hakikatler kaybolur. Bu nedenle onun ehlince tefsîri yapılmalıdır.
Tefsîrde Öznellik Tefsîrin öznelliği bir taraftan Kur’ân diğer taraftan da müfessirden kaynaklanmaktadır. A)Kur’ân’dan Kaynaklanan Öznellik: 1. Müteşâbihâtın yorumlanmasında mutlaka başka nasslara ihtiyaç vardır ve yapılan yorumların Allah’ın maksadını kesin olarak ortaya koyduğunu iddia etmek de zordur. 2. Kur’ân-ı Kerîm, gaybî (metafizik) konulara da zaman zaman değinmektedir. Sözgelimi ölüm, berzah (kabir âlemi), ba’s (yeniden dirilme), haşir (mahşerde toplanma), yargılama, cezâ ve mükâfat, cennet ve cehennem gibi âhiretle ilgili temel kavramların söz konusu ettiği hususlar, Kur’ân’ın bildirdiği bazı gaybî haberlerdir. Anlatılanların muhataplar tarafından tecrübe edilme imkânı da olmadığı için, söz konusu nassların farklı yorumlanmaları mümkün olabilmektedir. 3. Kur’ân, indirildiği dönemin Arap toplumundaki bireysel ve toplumsal hayatla ilgili cevaplar, tespitler, öğütler, tavsiyeler, emir ve yasaklara yer vermiştir. Bu tür nasslar da yorumcunun farklı bir şekilde onları anlamasına ve te’vîl etmesine yol açabilmektedir. 4. Kur’ân’ın anlam boyutuyla ilgilenen herkes gerek anlama gerekse yorumlama konusunda kişisel tercih ve yaklaşımlarda bulunmaktadır. Bütün bunların sonucunda Kur’ân’ın, hem lüzumu halinde sözün sahibine soramamaktan hem de üslubundan kaynaklanan birtakım sebeplerle öznel yorumlamalara açık bir metin olduğu söylenebilir. 5. Müfessirlerin farklı anlayışlara gitmesine yol açan önemli bir öznellik sebebi de Kur’ân’ın farklı kırâatlerle okunmasıdır. B. Müfessirden Kaynaklanan Öznellik 1. Müfessirler akıl, zekâ, kabiliyet ve bilgi birikimi yönünden birbirlerinden farklı seviyededirler. 2. Ayrıca insanların farklı medeniyet, kültür, çevre ve ortamlarda sahip oldukları bilinç farklılığı da Kur’ân yorumcusunun öznel anlayışında etkili bir unsur olarak görünmektedir. 3. İlk dönemlerden itibaren Kur’ân tefsîrinde başlıca iki eğilim söz konusudur. Bunlardan biri naklî, diğeri aklî yaklaşımdır. 4. Bilindiği gibi insan, olgular dünyasında yaşamaktadır. Yani o, bulunduğu dünyaya ve yaşadığı çevreye aittir. Bu sebeple içinde var olduğu anlam dünyasından koparak yorumda bulunamaz. 5. İslâm düşünce tarihi boyunca çeşitli ilim dallarına mensup din bilginlerinin, Kur’ân nasslarını yorumlama konusunda farklı bakış açısı benimsedikleri anlaşılmaktadır. Bu gruplar içerisinde kesinlikle kabul edilemeyecek nitelikte olanı, Kur’ân nasslarının zâhirî tarafını hiç dikkate almayarak yalnızca bâtınî yönüne itibar etme anlayışıdır. İşte bu anlayışın tezâhürüne aşırı yorum denilmektedir.
Tefsîrin Diğer İslâmî İlimlerle İlişkisi İslâmî ilimler, Müslümanların Kur’ân’ı anlamak üzere geliştirmiş oldukları dînî ilimlerdir. Bunlar tefsîr, hadis, fıkıh, kelâm, siyer, tarih ve ahlâk ilminden ibarettir. Bütün bu ilimlerin kaynağı da Kur’ân’dır.
ÜNİTE-4
Hz. PEYGAMBER DÖNEMİNDE TEFSİR
Yüce Allah namazı, orucu, haccı, zekâtı farz kılmış; ancak bunların nasıl yapılacağını, şartlarını, miktarlarını, mânilerini açıklama işini sünnete bırakmıştır. Ayrıca avlanma, hayvanları boğazlama, nikâh, talak vb. birtakım hususlar aynı şekilde sünnetle açıklanmıştır. İşte sünnet, Kur’ân’ı açıklamaya yönelik bu görevi gelişigüzel değil belli bir şekil ve usüllerle gerçekleştirmiştir ki bunları şöyle sıralamak mümkündür:
Mücmelin Tebyini Mücmel, kendisinden ne kastedildiği anlaşılmayacak derecede kapalı olan âyet demektir. Bunların bir kısmı Yüce Allah, bir kısmı da Hz. Peygamber tarafından açıklanmıştır.
Mübhemin Tafsili Mübhem kavramı, insan, melek ve cin gibi varlıkların veya bir topluluk ya da kabilenin veyahut bir kelime ve nitelemenin Kur’ân’da açık değil de ism-i işâretler, ism-i mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekân isimleriyle zikredilmesi anlamına gelmektedir.
Mutlakın Takyidi Mutlak, herhangi bir lafzın anlam yönüyle kayıt altına alınmaması, bir başka kelime ya da niteleme ile belirginleştirilmemesi demektir. Dolayısıyla mutlakın takyîd edilerek belirgin hale getirilmesi de kaçınılmazdır. Böylesi durumlarda da bazen Kur’ân, Allah Resûlü’ünün sünnetiyle takyîd edilmiştir.
Müşkilin Te’lîfi Sözlükte “karışık olan” anlamına gelen müşkil kavram olarak da, Kur”an’ın bazı âyetleri arasında ihtilaf ve tezat gibi görünen hususlar diye tanımlanabilir.
Peygamberimizin Tefsîr Ettiği Âyetlerin Miktarı Kur’ân’ın Bir Kısmını Tefsîr Ettiği İddiası Kaynaklardan öğrendiğimize göre Peygamberimizin Kur’ân’a yönelik tefsîri, onun bir kısmını içermektedir tezini ortaya atan ilk İslâm bilgini Gazâli’dir. Ondan sonra da Süyûtî bu görüşü savunmuştur. Kaynakların belirttiğine göre Ahmed b. Hanbel “megâzi (kahramanlık kıssaları), melâhim (harp tarihi) ve tefsîr gibi üç şeyin aslı yoktur” demiştir. Hz. Peygamber Kur’ân’ın tamamını tefsîr etmiş olsaydı, Ahmed b. Hanbel tefsîri, asılsız olarak nitelendirdiği megâzi ve melâhimle birlikte zikretmezdi.
Kur’ân’ın Tamamını Tefsîr Ettiği İddiası Kaynakların belirttiğine göre söz konusu iddiayı da ilk olarak İbn Teymiyye dile getirmiş, daha sonra da bazı âlimler onunla bu kanaati paylaşmışlardır. Bilindiği gibi Resûlullah’ın Kur’ân’a dair beyanları, itikâd, ibâdet ve amelî hükümlere ait âyetler yanında, âhiret halleriyle ilgili âyetleri ihtiva etmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber terğib/teşvik ve terhib/korkutma ifade eden âyetlerle beraber, bazen muğayyebâta dair âyetleri de tavsif ve tasvir ederek, zaman zaman da temsil yolunu kullanarak tefsîr etmiştir.
Nebevî Tefsîrin Fonksiyonu ve Değeri Fonksiyonu İslâm bilginlerine göre Hz. Peygamber’in tefsîri iki fonksiyon icra etmektedir. Bunlardan birine beyân denilir ki o, Allah Resûlü’nün Kur’ânî nassları gerektiği şekilde açıklaması anlamına gelir. Diğeri de teşrî’ fonksiyonudur. Bununla da Peygamberimiz gerektiği durum ve şartlara göre hüküm koymaktadır.
Değeri İslâm bilginleri sünnetin değerinden söz ederken kaynak itibariyle onunla Kur’ân arasında bir fark gözetmemişlerdir. Yani onlara göre her iki metin de vahiy olması sebebiyle aynı kaynaktandır. Nitekim İbn Hazm bu meseleye dair şöyle demektedir: “Bizim, Allah tarafından Resûlüne gelen vahyi iki kısma ayırmamız doğru olur: Birincisi, nazmı, tertibi itibariyle mûciz olup, ibadetlerde tilâvet olunan vahiydir ki bu Kur’ân’dır. İkincisi de rivâyet edilip nakledilen ve nazmı itibariyle mûciz olmayan vahiydir ki bu da Allah Resûlü’nden bize ulaşan hadislerden ibarettir… Sünnetin değeri konusunda Şâtıbî de şunları söyler: “Hadis ya Allah tarafından gönderilmiş bir vahiydir ya da Hz. Peygamber’in yapmış olduğu bir içtihattır…
SAHÂBE DÖNEMİ TEFSİRİ
Sözlü nakil dönemi içinde yer alan bir tefsîr çeşidi de ashâbın şifâhî rivâyetleridir. Bu rivâyetler tefsîr tarihi açısından -Hz. Peygamber’in Kur’ân’a dair beyanlarından sonra- ikinci sırayı almaktadır.
Sahâbenin Tefsîr Metodu İki gruba ayırmak mümkündür. Bunlardan bir grup, özellikle müteşâbih nassları tefsîr etme konusunda oldukça çekingen davranarak re’y ile tefsîre karşı çıkıyordu. Buna mukabil bir kısım sahâbî de naklin bulunmadığı yerde kendi içtihâdlarıyla Kur’ân’ı tefsîr etme cihetine gidiyordu. Bu durumdaki sahâbîler, herhangi bir âyeti tefsîr ederken öncelikle Kur’ân’a, sonra da Resûlullah’ın sünnetine başvuruyorlar; şayet aradıklarını bu iki kaynakta bulamazlarsa, o takdirde kendi içtihadlarıyla tefsîr ediyorlardı. Fakat her şeyden önce şunu bilmek gerekir ki ashab arasında meydana gelen bu ihtilaflar, tezat değil ekseriya bir tenevvü (çeşitlilik) ihtilafı idi. Seyf, mühenned ve sârim kelimelerinin kılıç anlamına gelmesi gibi.
Sahâbe Tefsîrinin Genel Özellikleri 1. Sahâbîler Kur’ân’ı âyet âyet baştan sona tefsîr etmemişlerdi. Bu yüzden yaptıkları açıklamalar, garip, muğlak, müphem, müşkil ve mücmel lafız- larla sınırlı idi. 2. Zaman zaman sahâbîler arasında bir kısım ihtilâflar ortaya çıkmıştı. Ancak bu ihtilâflar tezat ihtilâfı olmayıp tenevvü (çeşitlilik) ihtilâfı idi. 3. Ahkâm âyetlerinden hüküm istinbatında bulunmuş değillerdi. 4. Tefsîr bu dönemde henüz tedvin edilmemişti. 5. Âyetlerin nuzûl sebeplerini açıklamışlardı. Onların en önemli özelliği âyetlerin inmesine sebep olan olaylara şâhit olmalarıydı.
Sahâbenin Tefsîrde Müracaat Ettiği Kaynaklar 1. Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsîri. 2. Kur’ân’ın Sünnetle tefsîri. 3. Şiirle istişhad etmek. 4. Yahudi ve Hirıstiyan kültürleri. 5. Kendi ictihatları.
Sahâbe Tefsîrinin Bağlayıcılığı Merfû haber: üzerinde ictihâd etme ve fikir yürütmenin mümkün olmadığı bir alana ait ise, bunlar hükmen merfû haber olarak değerlendirilmiştir. Mevkûf haber: fikir yürütülmesi ve ictihâd edilmesi mümkün olan alanlara ait olmakla birlikte, sahâbîlerin kendi bilgi birikimlerine dayanıyorsa bu tarz haberlere de mevkûf haber ismi verilmiştir. Bundan dolayı İslâm âlimlerinin ekseriyeti, bu nitelikteki sahâbe sözlerini hüccet olarak kabul etmektedir.
Önde Gelen Bazı Sahâbi Müfessirler *Tefsîrde temayüz etmiş sahâbiler arasında Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Mes’ûd, Ubey b. Ka’b ve Ebû Musâ el- Eş’arî’nin isimleri zikredilmektedir. *Tefsîrde rivâyetlerinin fazlalığı esas alınarak bir sıralama yapılacak olursa, o takdirde Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes’ûd, Ubeyy b. Ka’b ve Hz. Ali’nin isimlerini ön sıralarda zikretmek gerekir. * En az rivâyette bulunanlar ise, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’dır. *Tefsîre olan katkılarından dolayı Enes b. Mâlik, Ebû Hureyre, Abdullah b. Ömer, Câbir b. Abdillah, Abdullah b. Amr b. el-Âs ve Hz. Âişe’nin isimlerini de burada ayrıca zikretmek gerekmektedir.
Abdullah b. Abbâs İbn Abbâs hicretten üç yıl kadar önce Mekke’de doğmuştur. Annesi Hz. Hatice’den hemen sonra Müslüman olan Ümmü’l-Fazl Lübâbe’dir. Hz. Osman’ın hilâfeti döneminde hac emiri, Hz. Ali zamanında da Basra valisi olarak görev yapan İbn Abbâs, bu arada Cemel ve Sıffin savaşlarına Hz. Ali taraftarı olarak katılmıştır. Çok hadis rivâyet eden (müksirûn) bir sahâbî dır. İbn Abbâs ashap devrinden itibaren hibru’l-ümme (ümmetin bilgini), Tercümânu’l-Kur’ân (Kur’ân’ın Hz. Peygamber’den sonra en yetkili müfessiri) ünvanlarıyla anılagelmiştir. 70 yaşında iken (68 /688) Tâif’de vefat etmiştir.
Muhammed Hüseyin ez-Zehebî, et- Tefsîr ve’l-Müfessirûn adlı kitabında İbn Abbâs’ı tefsîrde bu üstün mertebeye yükselten şu sebepleri saymaktadır: 1. Hz. Peygamber onun hakkında, “Allah’ım ona kitâbı öğret ve onu dinde fakih (mütehassıs) kıl” diye dua etmiştir. 2. Temyiz yaşından sonra Hâne-i saadette bulunup pek çok şeyi bizzat Resûlullah’tan işitmiştir. 3. Hz. Peygamber’in vefatından sonra da ilimde temâyüz etmiş pek çok sahâbiden özellikle âyetlerin teşri tarihi ve esbâb-ı nüzûl konusunda ilim öğrenmiştir. 4. Arap dili ve edebiyatına mükemmel derecede vâkıftır. 5. Âyetleri kendi re’yi ile tefsîrde cesaret sahibidir. **Abdullah b. Abbas’ın tefsîrle ilgili rivâyetleri bilindiği gibi Atâ b. Ebî Rabâh tarafından kaleme alınan Garîbu’l-Kur’ân adlı bir kitapta toplanmıştır. Abdülaziz b. Abdillah, İbn Abbâs’tan nakledilen çeşitli tefsîr rivâyetlerini bir araya getirmiş ve söz konusu malzemeyi, Tefsîru İbn Abbâs ve Merviyyâtuhu adıyla iki ciltlik kitapta toplayarak neşretmiştir.
Abdullah b. Mes’ûd Habeşistan’a hicret etmiştir. Hz. Peygamber zamanındaki bütün savaşlara katılan İbn Mes’ûd, Bedir’de savaştan bir önceki gece keşif yaparken yaralı olarak bulduğu Ebû Cehl’i öldürmüş, bu yüzden de Hz. Peygamber tarafından övülmüştür. Kûfe tefsîr ve fıkıh medresesinin temellerini atmıştır.60 yaşını geçkin iken (32/652) senesinde Medine de vefat etmiştir. İbn Mes’ûd, Abdullah b. Abbâs gibi hadis, tefsîr ve fıkıh ilminde bir otorite kabul edilmiştir. İbn Mes’ûd’un âyetleri tefsîr ederken müracaat ettiği ana kaynaklar Kur’ân ve sünnetten ibaretti. Ancak bazen de kendi şahsî görüşlerini ortaya koyarak içtihadda bulunurdu.
Ubey b. Ka’b Ebu’l-Münzir ve Ebu’t-Tufeyl künyesinin sahibi olan Ubey b. Ka’b Hazreç kabilesine mensup bir sahâbidir. Akabe biatına ve Bedir gazvesine iştirak etmiştir. Hz. Peygamber Medine’ye hicret ettiği zaman orada Allah Resûlü’ne ilk vahiy kâtipliği yapan zattır. Çoğunluğun kanaatine göre o, Hz. Ömer’in hilâfeti zamanında (30/650) vefat etmiştir. Kaynakların belirttiğine göre Ubey b. Ka’b kırâtte bir otorite idi.
Ali b. Ebî Tâlib İslâmî kaynaklara göre hicretten yaklaşık 22 yıl önce (mîlâdî 600) Mekke’de dünyaya gelmiştir. Babası, Hz. Peygamber’in amcası Ebû Tâlib, annesi de Fâtıma bint Esed b. Hâşim’dir. Hz. Ali beş yaşından itibaren Peygam- berimizin yanında büyümüş ve daha çocuk yaşta iken (9 veya 10) Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman etmiştir. Aynı zamanda Hz. Peygamber’in vahiy kâtibi olan Hz. Ali, Hz. Osman’dan sonra beş yıl müddetle de halifelik yaptı, 40/661 tarihinde Abdurrahman b. Mülcem tarafından zehirli bir hançerle vurularak şehid edilmiştir. Hz. Ali ashâb-ı kirâm arasında tefsîr, hadis ve fıkıh alanındaki bilgileriyle kendini kabul ettirmiş bir otoritedir.
TÂBİÛN DÖNEMİ TEFSİRİ
Tâbiîler, sahâbeden sonra tefsîrde önemli rol üstlenen bir nesildir. Tâbiîlere ait iki tür tefsîr mevcuttu. Bunlardan biri, Kur’ân ve sünnete başvurmak; şayet bu iki kaynakta, nassları tefsîr edebilmelerine yardımcı olacak bir malzeme bulamazlarsa, sahâbîlerin görüş ve tercihlerine müracaat etmek zorunda kalıyorlardı. Her zaman olmasa da bazen Ehl-i kitâbın görüşlerine müracaat ettikleri de oluyordu. diğeri de kendi bilgi birikimleri ve kabiliyetleri yoluyla ulaşmış oldukları tefsîrdi.
Tefsîr Mektepleri Mekke Tefsîr Mektebi İlk tefsîr mektebi Mekke’de kurulmuştu. Kurucusu, Müslümanların tefsîrde en büyük otorite kabul ettiği Abdullah b. Abbas’tı. Mekke tefsîr ekolü/mektebi hakkında İbn Teymiyye, “Tâbiîler içerisinde tefsîrde en önde gelenler İbn Abbas’ın öğrencileridir” demiştir. Bu ekolün yetiştirdiği en seçkin öğrenciler, Mücâhid b. Cebr, İkrime, Sa’îd b. Cübeyr, Tâvus b. Keysân ve Atâ b. Ebî Rabâh’tır.
Medine Tefsîr Mektebi Tâbiiler devrinde kurulan ikinci bir ekol/mektep Medine’de Ubey b. Ka’b’ın faaliyetiyle ortaya çıkmıştı. Medine tefsîr ekolünde/mektebinde, Ebu’l-Âliye, Muhammed b. Ka’b el-Kurazî ve Zeyd b. Eslem gibi ilim otoriteleri yetişmişti.
Kûfe Re’y Mektebi Sözünü ettiğimiz mekteplerin üçüncüsü ise Abdullah b. Mes’ûd tarafından Kûfe’de kurulmuştu. İslâm âlimleri İbn Mes’ûd’un oluşturduğu bu ekolü, ictihâdî hareketlerin çekirdeği kabul edip rey ekolü olarak nitelendirdiler. Abdullah b. Mes’ûd’un ders halkasında yetişen pekçok âlim vardır. Bunların en ünlüleri arasında Alkame b. Kays, Mesrûk b. el-Ecdâ, Esved b. Yezîd, el- Hasan el-Basrî ve Katâde b. Diâme’nin isimleri zikredilmektedir.
Tâbiûn Tefsîrinin Kaynak Değeri 1. Tâbiîlerin Kur’ân’a dair yorumları daha çok kendi bilgi birikimlerine dayanmaktadır. Nitekim Ebû Hanîfe, “Resûlullah’tan gelen baş göz üstüne; sahâbeden gelen hakkında serbestiz (uygun bulduğumuzu tercih edebiliriz); tâbiûndan nakledilene gelince onlar da insan biz de insanız” diyerek tâbiûn tefsîrinin bu özelliğine işaret etmek istemiştir. 2. Kur’ân’a yönelik açıklamaları, kendi tercihlerinden çok sahih sahâbe rivâyetlerine dayanmaktadır. 3. Tâbiûn tefsîrinden ancak üzerinde ittifak edilen hususlar referans olarak kullanılabilir. Diğerlerini kabul etmek zorunluluğu yoktur. Nitekim İbn Teymiyye, “tâbiîlerin üzerinde icmâ ettikleri görüşlerin hüccet olduğu hususunda şüphe edilmemelidir. Fakat ihtilâf halindeki görüşleri ise ne kendileri ne de kendilerinden sonrakiler için delil niteliğindedir.
Tâbiûn Tefsîrinin Genel Nitelikleri 1. Sahâbe tefsîri manası kapalı olan âyetlerle sınırlı iken tâbiiler döneminde Kur’ân’ın bütünü tefsîre konu olmuştur. 2. Tâbiûn tefsîrinde kelime açıklamaları yanında, geniş fıkhî izahlar, âyetlerden istinbât ve istidlâl yoluyla çıkarılan hükümler ve tarihi bilgiler de yer almıştır. 3. Şiirle istişhâd metoduyla bazı lafızları açıklamak ve bazı garip lügatları şerh ve izah etmek de bu dönemin bir başka özelliğidir. 4. Tâbiîler Kur’ân’da geçen kıssalarla manası müphem olan âyetlerin tafsilatını öğrenebilmek için Ehl-i kitap âlimlerine fazla müracaatta bulunmuşlardır. 5. Bu dönemde de tefsîr, henüz tedvin edilmiş değildi. Tefsîre dair haberler yine şifâhî olarak aktarılmıştı. 6. Tâbiiler herhangi bir Kur’ân âyetini tefsîr ederken bazen de kıyas yolunu kullanırlardı.
Tâbiî Müfessirlerinin Tefsîr Kaynakları 1. Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsîri. 2. Kur’ân’ın Sünnetle tefsîri. 3. Şiirle istişhad etmek. 4. Yahudi ve Hirıstiyan kültürleri. 5. Sahâbî sözleri (görüş ve içtihatları). 6. Kendi içtihatları (görüşleri).
TEFSİRİN TEDVÎNİ İlk iki nesil boyunca şifâhen nakledilen tefsîr rivâyetleri, ancak etbâu’t-tâbiîn döneminde yani hicrî ikinci asrın ikinci yarısında tedvin edilebilmişti. Tefsîrin tedvinindeki gecikmenin önemli bir sebebi de ilk muhatap kitlenin yazıdan ziyade hâfızalarına güvenmeleriydi. İbnu’l-Cezeri’nin de dediğine göre vahyin nüzûlü esnasında o toplumda herhangi bir metni yazarak muhafaza altına alma henüz bir gelenek haline gelmemişti.
Tefsîrin Hadisle Birlikte Tedvini Kaynakların verdiği bilgiye göre tefsîr, ilk defa hadis ilminin bir kolu olarak yazılmaya başlandı. Yezîd b. Hârûn b. es-Sülemî, Şu’be b. el-Haccâc ve Süfyân es-Sevrî gibi bazı muhaddisler, hadisleri toplayıp yazmak maksadıyla çeşitli İslâm beldelerini dolaşarak, Hz. Peygamber’e isnâd edilen sahih rivâyetleri bir araya getirmeye çalışırken, bu arada Resûlullah ve sahâbeden nakledilen tefsîrle ilgili nakilleri de topladılar.
Tefsîrin Müstakil Olarak Tedvini ilk dönem müfessirleri, tefsîrin temellerini atmak maksadıyla müstakil eser yazma hareketini başlattılar. Kur’ân’a dair nakilleri bir araya toplayarak onu baştan sona tefsîr eden ilk şahıs, Mukâtil b. Süleyman'dır.
Mukâtil’den başka Süfyân es-Sevrî, Yahyâ b. Sellâm, Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ, Ebû Ubeyde Ma’mer b. el-Müsennâ ve Abdürrezzak b. Hemmâm gibi şahsiyetler de müstakil tefsîrler kaleme alan müfessirler arasında sayılmaktadır.
Tedvin Dönemi Müfessirleri ve Tefsîrleri Mukâtil b. Süleyman (et-Tefsîrü’l-kebîr) Belh şehrinde dünyaya gelen Mukâtil, Merv ve Bağdat’ta ilim tahsil etmiş, daha sonra da Basra’ya giderek ölünceye kadar orada yaşamıştır. Selef âlimlerinden olan Ahmed b. Hanbel ve İmâm Şâfii Mukâtil’i tefsîr ilminde bir otorite kabul etmektedir. İkinci hicri asrın ilk yarısında et-Tefsîrü’l-Kebîr adıyla bir kitap yazan Mukâtil, bu eserinde Kur’ân’ı başından sonuna kadar mevcut sûre tertibine göre tefsîr etmiştir.
Süfyânu’s-Sevrî (Tefsîrü’s-Sevrî) es-Sevrî, tebe-i tâbiînin önemli şahsiyetlerinden biridir. Hicrî 95 veya 97 senesinde dünyaya geldiği bildirilmektedir. Babası, Kûfe’nin güvenilir muhaddislerinden biri olan Sa’îd b. Mesrûk’tur. Kaleme aldığı tefsîr, Tefsîrü’s-Sevrî adıyla bilinmektedir. es-Sevrî bu eserinde Kur’ân âyetlerinin tamamını değil bir kısmını tefsîr etmiştir. Sûreler, Hz. Osman’ın Mushaf’ındaki sıralamaya göredir. Eski Arap şiiriyle istişhadda bulunulmayan bu tefsîrin en önemli özelliği onun isrâiliyata kapı aralamamış olmasıdır. Müellif Şiilik ve Zeydilik’le ithâm edilmiş olsa da tefsîrinde bu hususu te’yid edecek herhangi bir kanıt yoktur.
Yahyâ b. Sellâm (Tefsîru Yahya) Müfessirin tam adı Yahya b. Sellâm b. Sa’lebe et-Teymî’dir. Kûfe’de 124/741 senesinde dünyaya gelmiştir. Yahya b. Sellâm’ın tefsîri, ilk asırlardaki ilim ve kültürü toplayan bir ansiklopedi mahiyetinde olduğundan büyük öneme sahiptir. Bu tefsîr, nakil, tenkid ve tercihe yer vermesi bakımından Taberî’nin tefsîrine nisbetle bir önceliğe sahiptir.
Ferrâ (Meâni’l-Kur’ân) Asıl adı Yahyâ b. Ziyâd olan Ferrâ 144/761 senesinde Kûfe’de dünyaya gelmiştir. Büyük lügat âlimi Halil b. Ahmed’den ve yine o dönemin meşhur âlimlerinden biri olan Yûnus b. Habib’ten ders almıştır. Ferrâ, 207/823 yılının başlarında vefat etmiştir. Meâni’l-Kur’ân, Ferrâ’nın tefsîr sahasında kaleme almış olduğu en meşhur eseridir. Bu eser, daha sonraki lügat ve gramer çalışmalarında kendisine müracaat edilen başlıca kaynaklardandır.
Ebû Ubeyde (Mecâzu’l-Kur’ân) Basra nahivcilerinin en meşhurlarından biri olan Ebû Ubeyde Ma’mer b. el- Müsennâ, Basra’da dünyaya gelmiş ve orada yetişmiştir. Tenkitçi bir üsluba sahip olması sebebiyle aleyhinde çok şey söylenmiş; bazıları onu Hâricilikle bazıları da Kaderiyecilikle itham etmiştir. Yaşadığı dönemin en büyük nahiv bilgini olan Ebû Ubeyde 210/827’de Basra’da vefat etmiştir. Ebû Ubeyde’nin tefsîrinin adı Mecâzu’l-Kur’ân’dır. Müfessir bu eserini, sûre ve âyet tertibine göre kaleme almakla birlikte, Kur’ân’ın bütün âyetlerini tefsîr etmemektedir.
Abdurrezzâk b. Hemmâm (Tefsîr) Hicrî 126 (743-744) yılında San’a’da doğan Abdurrezzak Hicâz, Şâm ve Irak gibi ilim merkezlerinde Ma’mer b. Râşid, Süfyânu’s-Sevrî, Süfyân b. Uyeyne, Mâlik b. Enes ve diğer âlimlerden hadis ve fıkıh ilimleri tahsil etmiştir. Bunlar arasında kendisinden en çok yararlandığı hadis âlimi Ma’mer b. Râşid’dir. Vefat tarihi de 211/828 olarak zikredilmektedir. Abdurrezzak Tefsîr adıyla bir eser kaleme almış ve o bu eserinde sahâbe, tâbiûn ve etbâu’t-tâbiinden nakillerde bulunmuştur. Bu nakiller özellikle lügat, sebeb-i nüzûl, nasih-mensuh, kırâat, fıkıh ve isrâilî haberleri içermektedir. Tercih ve tenkidin hiç yer almadığı söz konusu eser tam bir rivâyet tefsîridir.
özkan kaya
Mesajlar: 32
Kayıt: 03 Ara 2017 21:58
İletişim:

03 Ara 2017 23:01

TEFSİR TARİHİ ve USÛLÜ
ÜNİTE-5
Tefsir Yöntemleri: İlgi ve eğilimleri ne olursa olsun müfessirler ortaya koydukları tefsîrlerde temelde iki tür yönteme dayanmışlardır. Bunlar rivâyet ve dirâyet tefsîr yöntemleridir. Rivâyet tefsîr yöntemi bağımlı ve nakilci bir niteliği öne çıkarırken; dirâyet tefsîr yöntemi öznel, ictihadî ve serbest bir yaklaşımı çağrıştırmaktadır.
RİVÂYET TEFSİR YÖNTEMİ: Rivâyet sözlükte, birini su kaynağına götürmek ve su içirmek gibi anlamlara gelir. Buna göre rivâyet, bir kaynağa gitmek, başka bir ifadeyle nakle dayanmak demektir. Terim olarak ise “Kur’ân’ı Kur’ân, Hz. Peygamber’in sünneti ve selefin açıklamaları ile tefsîr etmek” diye tanımlamak mümkündür. Rivâyet tefsîrine bu yüzden me’sûr veya naklî tefsîr de denilmektedir.
Rivâyet Tefsîrinin Tarihî Gelişimi: Rivâyet tefsîrinin tarihinde ilk bahsedilmesi gereken malzeme Hz. Peygamber’in tefsîridir.Ashabına Kur’ân’ın müphem, mücmel ve müşkil yönlerini açıklamıştır.
Rivâyet Tefsîr Yöntemine İlişkin Uygulamalar: Kur’ân başta olmak üzere, Hz. Peygamber, sahabe, tâbiîn ve tebei tâbiîn tefsîrleri dikkate alınmaktadır. Şimdi bunları örnekleriyle kısaca inceleyelim:
Kur’ân’ın Kur’ân’la Tefsîri: Kur’ân’da bir yerde kapalı olan bir husus, bir başka yerde açıklanmış olabilmektedir. Âlimler arasında “Kur’ân kendi kendisini tefsîr eder” sözü meşhurdur. Kur’ân’ın kendisini tefsîr etmesinin çeşitli şekilleri vardır. Bazen Kur’ân’daki mutlak bir ifade istisna, sebebini zikretmek, tahsis etmek veya içeriğini bir başka yerde açıklamak suretiyle kayıtlı hale gelmektedir. Yine bazen ism-i mevsul, ism-i işaret veya zamir gibi müphem ifadeler de başka bir âyette açıklanabilmektedir. Bazen de Kur’ân’daki garib bir kelime bir başka yerde izah edilebilmektedir.
Kur’ân’ın Rivâyetle Tefsîri: Hz. Peygamber’in Tefsîri: Hz. Peygamber’in Kur’ân’a karşı teblîğ ve tebyîn olmak üzere iki temel görevi vardır.
Sahabe Tefsîri: Kur’ân ve tefsîri açısından sahabe, Hz. Peygamber’den sonra en önemli tabakadır.
Tâbiûn Tefsîri: Bilindiği gibi Hz. Peygamber’in vefatının ardından hulefây-ı râşidin döneminde fetihler hızla artmaya devam etmiştir. Sonuçta birçok ülke, din ve kültür mensubu insan Müslüman olmuştur. Arap dili sahabe tabakasındaki saflığını nisbeten kaybetmiştir. Elbette bu durum, İslâm toplumunda Hz. Peygamber ve sahabe zamanında gündemde olmayan birtakım konuların konuşulmasına sebep olmuş ve bunlara İslâmî çözümlerin bulunmasını gerekli kılmıştır.
Rivâyet Tefsîrinin Zaaf Noktaları 1. Tefsîrde uydurma haberlerin çok olması: Daha önce de ifade edildiği gibi ilk başta tefsîr ilmi, müstakil bir ilim değil, rivâyetler tarzında ve hadis ilminin bir dalı konumundaydı. Hadisler içerisinde uydurma haberlerin ortaya çıkmasına paralel olarak, tefsîrde de böyle bir durum görülmüştür. 2. İsnatların hazfedilerek sadece metinlerin yer alması: Nakil bilgilerinde isnadın çok önemli işlevi vardır. Çünkü haberlerin doğruluğu veya yanlışlığı, öncelikle o haberi söyleyen kimselerin durumuyla belli olur. Râviler güvenilir ve sağlam ise, rivâyet ettikleri haberler de güvenilir ve doğru olur. İsnad yoksa, o haberi nakledenlerin kim oldukları da bilinemeyecektir. Bu durum, hadis ilmi kriterlerine göre büyük bir kusurdur. Suyûtî’nin konuyla ilgili ed-Dürrü’l-Mensûr fî Tefsîri’l-Me’sûr adlı rivâyet tefsîri böyledir. 3. İsrailiyata dair haberlerin tefsîre karışması: Rivâyet tefsîrlerine Yahudi ve Hıristiyan kültürlerine ait bilgilerin geçmesi de bu ekolün zayıf yönlerinden biridir. İşte Ahmed b. Hanbel’in “üç şeyin aslı yoktur: Tefsîr, melâhim ve megâzi” şeklindeki sözü, rivâyet tefsîrinin zaaf noktalarına dikkat çekmek için söylenmiştir.
Bazı Rivâyet Tefsîrlerinin Tanıtımı Meşhur olan rivâyet tefsîrlerinden bazıları şunlardır: İbn Cerîr et-Taberî, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân; İbn Ebî Hâtim, Tefsîru’l-Kur’âni’l- Azîm;
Ebû’l-Leys es-Semerkandi, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm; Ebû İshâk es- Sa’lebî, el-Keşf ve’l-Beyân an Te’vîli’l-Kur’ân; Ebû Muhammed el-Hüseyin el-Begavî, Meâlimu’t-Tenzîl; Ebu’l-Fidâ İsmâîl İbn Kesîr, Tefsîru’l- Kur’âni’l-Azîm; Ebû Zeyd Abdurrahmân es-Seâlibî, el-Cevâhiru’l-Hisân fî Tefsîri’l-Kur'ân; Celâleddîn es-Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr fî Tefsîri’l- Me’sûr.
Taberî ve Tefsîri: Rivâyet tefsîr ekolünün mümtaz siması Muhammed b. Cerîr et-Taberî’nin yetiştiği üçüncü asır, İslâmî ilimlerin gelişme çağıdır. Taberî tefsîri rivâyet tefsîr ekolünün tartışmasız en önemli örneğidir. Hicri ilk dört asra ait tefsîr verilerini Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l- Kur’ân adlı şaheserinde toplayan Taberî, Kur’ân’ı tefsîr ederken 38.397 rivâyet malzemesini belirli bir sistematik içerisinde kullanmıştır. Taberî mücerred ve müstakil rey ile Kur’ân’ı tefsîr etmekten kaçınmış, aksine davrananları da uyarmıştır. Ona göre peygamberin beyanı ya da ona delalet edecek bir delil bulunmadıkça hiç kimsenin bir âyetin tefsîrinde “bu benim reyimdir” demesi caiz değildir. Tefsîrinde itikâdî konulara da yer veren Taberî, kulların fiilleri, Allah’ın görülmesi (rü’yetullah) gibi tartışmalı konulara değinir. Ehl-i sünnet düşüncesine ters olan Kaderiyye ve Cehmiyye gibi grupları da yanlış görüşleri sebebiyle eleştirir. Eserinde “tefsîr” yerine “te’vîl” kelimesini kullanır. Ona göre asıl olan Kur’ân’ın zâhiridir. Kısaca Taberî tefsîri, ilk dört asra kadar Kur’ân tefsîrine dair söylenen hemen tüm görüşleri bize aktaran eşsiz bir ilim ve kültür ansiklopedisidir.
Ebu’l-Leys es-Semerkandî ve Tefsîri: Ebu’l-Leys es-Semerkandî ismiyle meşhur olmuş rivâyet müfessirimizin tam adı Nasr b. Muhammed b. Ahmed b. İbrâhim’dir. Hanefi fakihler hiyerarşisinde “meselede müctehid” kabul edilen Ebu’l-Leys, Hanefi fıkıh sistematiğinin gelişimine de önemli katkılar sağlamıştır. Kendi kitapları ve adına nispet edilen bazı eserler Endülüs’ten Endonezya’ya varıncaya kadar yayılmıştır. Orta büyüklükte bir hacme, açık ve akıcı bir dile sahip olan Tefsîru’l- Kur’âni’l-Azîm adlı eser, Ebû Ubeyde Ma’mer b. el-Müsennâ’dan sıklıkla alıntılar yapmış, nüzul sebepleri, kıraat farklılıkları ve nesih konularına ağırlık vermiş, aynı zamanda tasavvufî-işârî tefsîr ekolün ilk örneklerinden kabul edilmiş, itikada dair görüşleri Maturidilik paralelinde olmuştur.
Begavî ve Tefsîri: Tam adı Ebû Muhammed el-Huseyn b. Mes’ud el-Ferrâ eş-Şâfiî el-Begavî ' dır. Müçtehit bir âlimdir. Sünnet ilminde otorite olmasından dolayı kendisine “Muhyi’s- sünne” ve “Rüknu'd-dîn” gibi lakaplar verilmiştir.Begavî İslâmî ilimlerin hareketlendiği ve siyasî yönden zor yılların geçirildiği bir dönemde yaşamıştır. Abbasiler zayıflamış, Selçuklular elde ettikleri başarılarla târih sahnesindeki yerlerini almaya başlamışlardır. Şafii mezhebine mensup olan Begavî, çalkantılı bir siyasî ortamda yaşamıştır. Bir rivâyet tefsîri olan Meâlimu't-Tenzîl’in müellifi eserinin mukaddimesinde Kur’ân’ın eşsiz manalarını kavrayabilmek için onun tefsîrini, özelliklerini, nüzul sebeblerini, hükümlerini, nâsih ve mensûhunu, umum ve hususunu bilmek gerektiğini söyler. Tefsîrinde Abdullah b. Abbas ile tabiîlerden ve selef imamlarından nakilde bulunduğunu ifade eder. Begavî daha sonra, kıraatleri ele aldığını, âyetlere uygun olarak veya hükümleri açıklamak için aldığı hadisleri, sağlam hadis kaynaklarından naklettiğini, münker olanları ve kullanılması uygun olmayan haberleri almadığını belirtir. Begavî, müteşabih âyetlerden olan hurûf-ı mukatta’a hakkında bir tercihte bulunmaz, sadece konuyla ilgili görüşleri aktarır. Kelâmî meselelerde de kendi şahsi görüşlerini değil, kelam âlimlerinin görüşlerini nakletmekle yetinir.
İbn Kesîr Ve Tefsîri: İbn Kesîr ismiyle meşhur olmuş müfessirin tam adı İmâduddin Ebu'l-Fidâ İsmail b. Ömer b. Kesîr’dir. İbn Kesîr’in ilminin genişliğine devrin âlim ve talebeleri şahitlik etmişlerdir. Meselâ tabakat âlimi olan Zehebî onun hakkında “imâm, müftü, sağlam bir muhâddis, âlim, mütefennîn bir fakih, nakilci bir müfessir idi, faydalı eserleri vardır der. İbn Kesîr, akîde yönünden Eş’arî, fıkıh yönünden Şâfiî olmasına rağmen, İbn Teymiyye’ye çok bağlanmış, bazı meselelerde onun kanaati doğrultusunda fetva vermiştir. İbn Kesîr’in pek çok eseri vardır. Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm adlı eseri bilinmektedir. İbn Kesîr’e göre tefsîr yollarının en güzeli Kur’ân’ı Kur’ân ile tefsîr etmektir. İbn Kesîr tefsîrinde isrâiliyât hususuna nasıl yaklaştığını da açıklar. Ona göre bu tür anlatımlar, dayanılmak ve bağlanılmak için değil, ancak istişhâd veya misâl olarak anlatılabilir. Ona göre isrâiliyât kökenli kıssalar şu üç kısımda değerlendirilebilir:
1. Doğru olduğunu bildiğimiz ve elimizdeki delillerin de doğruluğunu teyit ettiği nakiller ve kıssalardır ki bu nevi kıssa ve nakiller sahihtir. 2. Yalan olduğunu bildiğimiz ve elimizdeki delillere ters düşen nakil ve kıssalardır. 3. Ne kendisine inanılan ve ne de yalan olduğu söylenebilen, hakkında sükût edilen nevidir ki yukarıda olduğu gibi bunu da hikâye etmek caizdir. İbn Kesîr’in tefsîrdeki yöntemi özetlenecek olursa şu hususlar söylenebilir: Kur’ân’ı Kur’ân ile tefsîr yapar, sonra âyetle ilgili merfu hadisleri dikkate alır ve onlardan elde ettiği delilleri beyan eder. Daha sonra da sahabe, tâbiîn ve selef âlimlerinin sözlerini nakleder. Yine bu tefsîr, rivâyet tefsîrlerinde yer alan isrâiliyâtın zararlarından okuyucuları mümkün olduğu kadar korumaya çalışır.
DİRÂYET TEFSİR YÖNTEMİ: Dirâyet tefsîrini rivâyet tefsîrinden ayıran en belirgin özellik, müfessirin çeşitli yollarla elde ettiği bilgi ve birikimi neticesinde oluşan kanaatine yer vermesidir.
Dirâyet Tefsîrinin Tanımı: Kelime olarak dirâyet, bir şeyin mahiyetini bilmek, kavramak, idrak etmek demektir. Terim olarak ise dirâyet tefsîri, “yalnızca rivâyetlere bağlı kalmayıp dil, edebiyat, mantık, kıyas ve daha başka ilimlere dayanılarak yapılan Kur’ân tefsîri” demektir. Buna rey ve aklî tefsîr de denir.
Dirâyet Tefsîrinin Esasları 1. Müteşabih alana ait hususiyetlerin farkında olmak. 2. Yorumlarında delil ve karineye dayanmak, kişisel ve subjektif yorum yapmaktan kaçınmak. 3. Mezhep taassubundan uzak durmak. 4. Delilsiz olarak Allah’ın muradı konusunda kesin yargıya varmamak. Dirâyet müfessirinin Kur’ân’da üç çeşit ilim olduğunu ve bunların da kesin olarak bilinemeyeceğini hatırdan uzak tutmaması gerekir. Bunlar şu üç alandır: 1. Allah’ın zatı, sıfatları ve gaybi konular alanıdır ki bu hususlarda hiç kimsenin kesin bir söz söylemesi caiz değildir. 2. Allah’ın peygamberine bildirdiği alan. 3. Allah’ın peygamberini tebliğ etmeğe memur ettiği alan. Bu da iki kısımdır: Ancak işitmek yoluyla söz söylemenin caiz olduğu nâsih-mensuh, nüzul sebepleri, haşr, mebde ve mead gibi ilimlerin yer aldığı alan. Diğeri de nazar ve istidlal yoluyla bilinebilecek olan hükümler, meseller ve öğüt kabilinden anlatımlara ait alandır.
Dirâyet Müfessirinin Uygulayacağı Yöntem 1. Tefsîr, tefsîr edilen kavram, konu veya âyete noksansız ve ziyadesiz bir şekilde mutabık olmalıdır. 2. Hakikat-mecaz ayırımına dikkat edilmelidir. 3. Âyetlerin vahyediliş gayesini gözetmelidir. 4. Âyetlerin siyakını dikkate almalıdır. 5. Nüzul sebeplerini gözetmelidir. 6. Âyetlerdeki lafızların lügat, sarf, nahiv ve belagat gibi yönlerini göz önünde tutmalıdır. 7. Âyetlerin ruhuna ve iniş gayesine uymayan haşviyât türü detaylı sarf ve nahiv kaidelerine, fıkıh ve fıkıh usulü meselelerine, akaid ve kelam münakaşalarına dalmaktan uzak durmalıdır. İsrâiliyyât, uydurma hadis, kıssa ve haberleri zikretmekten de kaçınması gerekir. 8. Müfessirin çok dikkat etmesi, bir âyetin çeşitli vecihlere muhtemel olması durumunda tutarlı ve makbul tercihte bulunabilmesi, bunun için de tercih kurallarını bilmesi gerekir.
Bazı Dirâyet Tefsîrlerinin Tanıtımı Meşhur dirâyet tefsîrlerinden bazıları şunlardır: Zemahşerî, el-Keşşâf an Hakâiki’t-Tenzîl; Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb; Kâdî Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl; Nesefî, Medâriku’t-Tenzîl ve Hakâiku’t-Te’vîl; Ebû Hayyân, el-Bahru’l-Muhît; Hatîb Şirbînî, es-Sirâcu’l-Münîr; Ebussuûd, İrşâdu’l- Akli’s-Selîm; Âlûsî, Rûhu’l-Meâni fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Azîm; Reşid Rızâ, Tefsîru’l-Menâr; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili.
Razî ve Tefsîri: Fahreddîn Râzî, naklî, aklî ve tabiat ilimlerinde derin kültür sahibi olan büyük bir âlimdir.
Tam adı Muhammed b. Ömer b. Huseyn el-Kureşî et-Teymî el-Bekrî et- Taberistânî’dir. İlminin ilk kaynağı, Rey hatibi olarak tanınan babasıdır.Hayatı boyunca mücadele ettiği Kerrâmîlerin onu zehirlediği ve ölümü üzerine sevinç gösterileri yaptıkları söylenir. Râzî, Mefâtihu’l-Gayb adlı tefsîrin metodunu, Fâtiha sûresinin tefsîrini yaparken ortaya koymuş, diğer sûreleri de belirlediği esaslara göre tefsîr etmiştir. Çok çeşitli meseleleri ihtiva etmesi bakımından bazı ilim adamları “Râzî’nin tefsîrinde, tefsîrden başka her şey var” demişlerdir. Mefâtihu’l-Gayb tefsîri, kelâmî meseleleri Kur’ân’a dayanarak ele alır, tefsîr konularına girerken ilmî ve aklî yöntemleri kullanır.
Kâdî Beydâvî ve Tefsîri: VII/XIII. asırda Azerbeycan bölgesinde İslâmi ilimler alanında yetişen en önemli âlimlerden birisi Kâdî Beydâvî’dir. Tam adı Abdullah b. Ömer b. Muhammed Nâsiruddîn Beydâvî’dir. Beydâvî’dir. Beydâvî, Şiraz yakınlarındaki Beydâ’da doğmuştur. Şirâz’a kadı olmuş ve baş kadılığa kadar yükselmiştir. Şâfi'i mezhebine mensup olan Beydâvî, tefsîr, hadis, fıkıh, kelâm, usûl, mantık, nahiv, belagat ilimlerinde otorite olmuş, bu ilimlerde önemli eserler vermiştir. İslâmi ilimlerin hemen her alanında çok önemli eserler veren Beydâvî, asıl şöhretini Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl adlı tefsîriyle kazanmıştır. Eş’arî hikmetleri yansıtan bu tefsîr, ilmî tarzın en yüksek eserlerinden kabul edilir. Birçok İslâm ilim merkezinde ve Avrupa’da defalarca basılmıştır. Üzerine yapılan şerh, haşiye ve taliklerin sayısı 250’yi aşmaktadır. Sadece Osmanlı âlimleri Beydâvî tefsîri üzerine 60 civarında şerh ve haşiye çalışması yapmışlardır. Tefsîrde itikat ve hükümlerle ilgili hususlar, muhatabın anlayacağı şekilde açıklanır, kıssalar özlü ifadelerle izah edilir. Filolojik meselelere değinilir; âyetler, âyet, hadis ve nuzül sebepleri ile tefsîr edilir, hakikat-mecaz ayrımı dikkate alınır, âyet ve sûreler arasındaki bağlantıya riâyet edilir, az da olsa şiirle istişhatta bulunulur.
Nesefî ve Tefsîri: Tam adı Ebu’l-Berekât Abdullah b. Ahmed en-Nesefî'dir. Nesefî, ilim tahsilini tamamladıktan sonra müderrisliğe başlamış ve Kirman'daki el-Kutbiyye es-Sultaniyye medresesinde müderrislik yapmıştır. Bazıları onu derin ilminden dolayı “mezhebde müctehid”lerin sonuncusu olarak kabul eder. Nesefî tefsîri, dirâyet ve rivâyet yaklaşımlarını uyumlu bir şekilde toplamış, bir yanıyla muhtasar, bir yanıyla da pek çok ilim ve sanat inceliklerini ihtiva eden bir tefsîr olmayı başarmıştır. Nesefî, kelâmî meselelerle ilgili âyetlerin tefsîrinde ehl-i sünnetin görüşlerini açıklamaya ve delillendirmeye itina göstermiştir. Kıssalar, darb-ı meseller, güzel söz ve nükteler de tefsîrde ihmal edilmemiştir. Fıkhî hükümlerin dayanağı olan âyetlerde müfessir Hanefî mezhebinin görüşleri paralelinde hareket etmiştir. Nesefî tefsîri, dirâyet tefsîri olmakla beraber, rivâyete de yer vermiştir. Özellikle İbn Abbas’tan gelen tefsîr açıklamalarını aktarmıştır. Nesefî tefsîrindeki en önemli kaynak, çoğu zaman isim vermese de Keşşâf tefsîridir.
Ebussuûd ve Tefsîri: Osmanlı döneminin yetiştirdiği büyük âlimlerden birisi de Ebussuûd Efendi’dir. Tam adı Ebussuud Muhammed b. Muhammed b. Mustafa İskilîbî İmâdî’dir. Otuz yıl boyunca hem Kanuni Sultan Süleyman, hem de II. Sultan Selim dönemlerinde devletin şeyhülislamlık makamını temsil etmiştir. Dirâyet tefsîr alanında telif ettiği İrşâdu’l-Akli’s-Selîm ilâ Mezâye’l- Kitâbi’l-Kerîm adlı tefsîriyle haklı bir ün kazanmıştır.Ebussuûd’a, ilminin derinliğinden dolayı “Nu’man-ı Sânî” (İkinci Ebu Hanife), “Hatîbu'l-Müfessirîn” ve “Rûm diyarının Zemahşerîsi” gibi lakablar verilmiştir. Tefsiri, sûrelerin faziletleri konusunda mevzû hadisler almış olmasıyla da tenkide uğramıştır. Tefsîrde âyetlerin Kur’ân, hadis ve sebeb-i nüzul ile tefsîrine önem atfedilmiştir. Ayrıca nesh, muhkem-müteşabih, kıssalar, fıkıh, kelâm, lügat, nahiv, belagat, i’câz, kırâat, isrâiliyat, şiirle istişhad gibi konulara da yer verilmiştir. Mâturidî mezhebine mensup olan Ebussuûd Efendi, tefsîrde itikadi konulara da temas etmiştir. Bazı kelamî meseleleri hiçbir mezhebe atfetmeden izah ederken, bazen Mâturidî’ye, bazen Cübbâi’ye, bazen de bize göre diyerek mensup olduğu kelamî mezhebin görüşünü nakleder.
Âlûsî ve Tefsîri: Müfessir ve müceddid olarak kabul edilen Âlûsî’nin tam adı Ebu’s-Senâ Şihâbuddin Mahmud’tur. Şâir ve edebiyatçı olarak da tanınan Âlûsî’yi şöhrete kavuşturan, Rûhu’l- Meânî adlı tefsîri olmuştur. Rûhu’l-Meânî, dirâyet tefsîri yöntemine ağırlık vermişse de, rivâyet usullerini de ihmal etmemiş, en güzel şekliyle her iki metodu birleştiren bir çalışma yapmıştır.
ÜNİTE-6
Tefsîr Ekolleri
GİRİŞ: Ekol kavramı, bir bilim ve sanat dalında ayrı nitelik ve özellikleri bulunan yöntem ve akım anlamına gelmektedir. Kur’ân’ın temelde bir hidâyet rehberi olduğu ve ferdi-ictimâî problemlere çözümler üretmesi gerektiği düşüncesiyle “edebi- ictimâî tefsîr ekolü” gelişmiştir. Kur’ân’da pozitif bilimlerle ilgili birçok âyetin bulunması ve bunların pozitif bilimlerin verileriyle tefsîr edilmesi amacıyla “bilimsel tefsîr ekolü” oluşmuştur. Söz konusu tefsîr ekollerini, klasik ve çağdaş şeklinde iki kısma ayırıyoruz. Klasik dönem, 19. yüzyıl öncesini; çağdaş dönem ise sonrasını içine almaktadır.
KLASİK TEFSİR EKOLLERİ: Çağdaş döneme kadar gelişen akımlar, klasik tefsîr ekolleri olarak adlandırılır. Bu ekoller, mezhebî (kelâmî) tefsîr ekolleri, işârî tefsîr ekolü ve fıkhî tefsîr ekolüdür. Şimdi bu ekolleri anahatlarıyla sunmaya çalışalım.
Mezhebî (Kelâmî) Tefsîr Ekolleri: İman esaslarıyla ilgilenen mezheplere itikâdî mezhepler; ibadet, hukuk, ahlak ve insan-ilişkileriyle ilgilenen mezheplere de fıkhî mezhepler denmektedir.Mezhebî tefsîr ekolleri, esas itibariyle mutezile ekolü, şîa ekolü ve hâricîyye ekolü olarak üç kısma ayrılmaktadır. Mezheplerin ortaya çıkışının altında bir takım sebepler mevcuttur. Bunların içinde en önemlisi, nassların (Kur’ân ve Sünnet) yapısından kaynaklanmaktadır. Nassların yapısının yanında, mezheplerin ortaya çıkmasında kader problemi, siyasi ve sosyo-kültürel unsurlar da önemli rol oynamıştır.
Mutezilî Tefsîr Ekolü: Mutezile, Emevîler zamanında, hicri ikinci asırda Hişam b. Abdülmelik zamanında yaşayan Vâsıl b. Ata’nın kurmuş olduğu mezheptir. Hasan Basri’nin ders halkasında yer alan Vâsıl, büyük günah konusundahocasından farklı bir görüşe sahip olmasından dolayı ondan ayrılmış (itizal), bu yüzden de mezhebe “mutezile” (ayrılanlar) ismi verilmiştir. Abbâsîler döneminde gelişme göstermiştir. Özellikle Halife Me’mun döneminde mutezile âlimleri, halifeyi etkileyerek mezhebi resmi ideoloji haline getirdiler. Günümüzde de kısmen Şîî muhitlerde, yoğun olarak da Yemen’de varlıklarını sürdürmektedirler. Mutezile, düşünce sistemini “usûl-i hamse” (beş temel prensip) üzerine kurmuştur. Bu beş prensip, tevhid (Allah’ın zatında, sıfatlarında ve eylemlerinde tek olduğu inancı), adalet (Allah’ın hayrı yapması, şerrin meydana gelmesinde etkisinin olmaması), va’d-vaid (Allah’ın sözüne sadık kalması), menzile beynel menzileteyn (büyük günah işleyenin ne kâfir ne de mümin olacağı yani, fasık olduğu) ve emr-i bil ma’ruf ve nehyi ani’l- münkerdir (iyiliği emretmek, kötülüklere engel olmaktır). Mutezile’nin Ehl-i Sünnet tarafından kabul edilmeyen temel görüşleri şunlardır: Kaderi inkâr ederler. İnsan’ın mutlak iradeye sahip olduğunu; kendi eylemlerini yarattığını benimserler. Allah’ın hayrı yarattığına; şerri yaratmadığına inanırlar. Allah’ın bazı kadim sıfatlarını ona nispet etmezler. Tövbe etmeden ölenlerin bağışlanmayacağını ve fasıkın ebedi olarak cehennemde kalacağını savunurlar. Mutezile âlimleri, tefsîr yöntemi açısından, âyetleri öncelikle dilbilgisi ve belağat ilmi açısından açıklamışlardır. Ancak zâhir anlam konusunda doktrinlerine ters düşen- bir problemle karşılaştıklarında mecaza başvurarak te’vîl yoluna gitmişlerdir. Kırâat farklılıkları konusunda, mezhepleriyle çelişen mütevatir kırâatları ve sahih hadisleri bile reddetmekten çekinmemişlerdir. Mutezile, Kur’ân âyetlerinin imanla ilgili olanlarını çoğunlukla Kelâmî eserleri içerisinde izah etmişlerdir. Kur’ân tefsîri yazan müfessirleri de mevcuttur. Önemlileri şunlardır: Ebû Müslim el-Isfahânî, Câmiü’t-Te’vîl li Muhkemi’t-Tenzîl; Kâdî Abdulcebbâr, Tenzîhu’l-Kur’ân ani’l-Metâ’in; Şerif Murtezâ, Ğureru’l-Fevâid ve Dureru’l-Kalâid; Zemahşerî, el-Keşşâf an Hakâiki’t-Tenzîl. Bu tefsîrler içerisinde en meşhur olanı, Zemahşerî’nin Keşşâf’ıdır. İsrailiyata itibar etmemesi ve ahkâm âyetlerinde mezhebî taassup göstermemesi de bu tefsîrin önemini artırmıştır. Bu yönleriyle sadece Mutezile tarafından değil, tüm müfessirler tarafından büyük bir takdirle karşılanmış ve bu anlamda bir otorite kabul edilmiştir.
Şiî Tefsîr Ekolü: Şîa, kelime olarak “taraftar” anlamına gelip terim olarak ise Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ali ve Ehl-i beytini halifeliğe layık gören ve halifelerin Hz. Ali soyundan gelmesi gerektiğine inanan topluluğun genel adıdır.
Temel nokta, imâmet/halifelik meselesidir. İsna aşeriyye ve Caferiyye gibi adlarla da anılan İmâmiyye mezhebi, Şîa koludur. Onlar, imâmların günahtan korunduklarına (masum), 12. imâmın ahir zamanda ortaya çıkacağına ve Şîîleri kurtaracağına (mehdî muntazar); mehdînin ortaya çıkışından sonra Hz. Peygamber, Hz. Ali, Hasan, Hüseyin ve hatta tüm imâmların tekrar dünyaya döneceğine (ricat); mehdînin dönüşüne kadar düşmanlarından korunmak için kendilerini gizleyip, olduklarından farklı görünmeleri gerektiğine (takiyye) inanırlar. İmâmiye Şîasına göre, Kur’ân’ın bir zâhiri, bir de bâtını vardır. Hatta zâhirin peygamberlere; bâtının ise imâmlara ait olduğunu bile iddia ederler. İmâmlardan herhangi bir rivâyet bulunmadığında Kur’ân’ın tefsîrini caiz görmezler. Ehl-i beyt dışında Hz. Peygamber’den gelen sahih haberleri uydurma nitelemesiyle kabul etmezler. İmâmiyye, imâmet konusu dışındaki tüm itikâdî görüşlerinde mutezileyle paralellik arzetmektedir. İmâmiye Şîasının en önemli tefsîrleri şunlardır: El-Kummî, Tefsîru’l- Kummî; Ebû Cafer et-Tûsî, et-Tibyân fi Tefsîri’l-Kur’ân; Tabressi, Mecmeu’l-Beyan fi Tefsîri’l-Kur’ân; Tabatabai, el-Mizan fi Tefsîri’l-Kur’ân.
Hâricî Tefsîr Ekolü: Üçüncü halife Hz. Osman’ın şehid edilmesinden sonra ihtilaf baş göstermiş, bir kısmı Hz. Ali’nin; bir kısmı da Hz. Muaviye’nin halife olmasını istemiştir. Tartışmalar büyümüş, sonra iki grup Sıffin savaşını yapmıştır. Yenilmek üzere olan Hz. Muaviye’nin hilesiyle bilirkişinin hakemliğine başvurulması önerilmiş, bu olaya tarihte “tahkim olayı” denmektedir. Tahkim olayını Hz. Ali’nin kabul etmesinden dolayı Hz. Ali taraftarları (Şîa) arasından hilafetin zaten Hz. Ali’ye ait olduğunu; onun bu tahkim olayını kabulüyle hata ettiğini ileri süren ve Şîa’dan ayrılan yeni bir fırka oluşmuştur. “Hüküm, Allah’ındır” sloganıyla ayrılan fırka, Hz. Ali’ye bu tahkim olayına razı olmaması gerektiğini söylemiş, kabul görmeyince de Kufe’den ayrılarak “Harura” denilen yere çekilmişlerdir. Bölgeye nispetle bu fırka, Haruriyye, Hz. Ali’den ayrılmasına nispetle de Hâriciyye olarak isimlendirilmiştir. Hâricîler de kendi içlerinde farklı konularda ihtilafa düşerek çeşitli kollara (Ezarika, Sufriyye, Sealibe, İbaziyye, Acaride vb.) ayrılmışlardır. Günümüze kadar sadece İbaziyye fırkası varlığını sürdürebilmiştir. Mağrib ve Yemen taraflarında azınlık olarak mevcutturlar. **Hâricîler, ibadetlerini yapmayan veya büyük günah işleyen şahısları din dışı ilan etmişlerdir. Hz. Ali ve hakem olayına razı olan kişileri kâfir saymışlardır. Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen zâlim sultana başkaldırmanın vacip olduğunu benimsemişlerdir. Hâricî yaklaşımda, tekfir (din dışı ilan etme) olgusu son derece keskindir; kendileri gibi düşünenleri mümin, düşünmeyenleri de kâfir saymışlardır. Ehl-i Sünnetin tefsîr ve te’vîl anlayışıyla Şîa’nın bâtınî te’vîl anlayışını reddederler. Hâricîlere ait birkaç tefsîr yazıldığı kaynaklarda geçmesine rağmen bunlar günümüze kadar ulaşamamışlardır. Günümüze gelen tefsîr sadece, İbaziye koluna mensup olan Muhammed b. Yusuf Itfiyyiş’in Himyanü’z-Zad ila Dari’l-Mead isimli 13 ciltten oluşan matbû tefsîrdir. Itfıyyiş, her sûrenin başında sûrenin âyet sayılarını; Mekkî ve Medenî mi olduklarını vermekte; sûrenin faziletiyle ilgili bilgiler sunmaktadır ki bunların çoğu uydurma hadislerden oluşmaktadır. Usûl ve kıraat konularında bilgi vermekte, isrâilî haberleri yoğun bir şekilde zikretmektedir. Tefsîrin en bâriz özelliği, hemen hemen her âyette kendi mezhebî görüşlerini mutaassıp bir yaklaşım ve zorlama te’vîller ile savunmasıdır.
İşârî Tefsîr Ekolü: İşârî tefsîr, keşf, ilham ve sezgi yoluyla elde edilen bâtıni/ledünni bilgiyle Kur’ân âyetlerinin bir kısmını veya tamamını yorumlama yöntemidir. Bu ekole, yönteme nazaran “remzi tefsîr” veya “işârî tefsîr”; temsilcilerine nazaran da “tasavvufi tefsîr” veyahut “sûfî tefsîr denmektedir. İşârî tefsîr yöntemi, Kur’ân’ı mutasavvıfların (sufilerin) yorumlama tarzıdır. Bir anlamda metnin bâtınî anlamının keşfidir. Bu yöntemde yorumlama tarzı, işaret ve remz; yorumlamanın kaynağı, keşf ve ilham; ortaya çıkan bilgi ise “hakikat, latife ve sır” olarak adlandırılmaktadır. Tasavvuf tarihi, üç dönem olarak telakki edilmektedir. Zühd ve takva dönemi olarak adlandırılan birinci dönem, Bu dönemde kitabü’z-zühd ismiyle bir literatür oluşmuştur ki bunlar bir anlamda Kur’ân’daki ibadet ve ahlaka yönelik âyetlerin tefsîrini kapsamaktadır. İkinci dönem ise tasavvufun sistemleştiği ve kurumsallaştığı dönemdir. Sehl et- Tüsteri’nin, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azim’i, Sülemi’nin, Hakaikü’t-Tefsîr’i, Kuşeyri’nin, Letaifü’l-İşârât’ı bu alanda önemli isimlerdendir. Tasavvufun son dönemi ise onun felsefileşmesi ve nazarî bir sistem haline gelmesidir ki bunun ilk temsilcisi Muhyiddin İbn Arabi’dir.
İşârî tefsîr, genel olarak Kur’ân kıssaları, meselleri, teşbihleri, mecâzî ifadeleri yanında ibadet ve ahlak üzerine yoğunlaştığı gibi, amele yönelik tasavvufî doktrinin maneviyat konularıyla ilişkilidir. Tasavvuf, amelî ve nazarî olarak iki kısma ayrılır. Buna göre işârî tefsîr de ikiye ayrılır: İşârî sufi tefsîr: âyetlerin, mutasavvıfların ilham ve keşf yoluyla elde ettikleri ve zâhirî manaya ters düşmeyen bâtınî bilgiyle tefsîr edilmesidir. nazarî sufi tefsîr: felsefîleşmiş nazarî tasavvuf ehlinin nazariyelerini desteklemek için âyetlere getirdikleri bâtınî şahsî yorumlardır.
İşârî tefsîrin kabul görmesi için müfessirler, şu şartları ileri sürmüşlerdir: 1. Bâtınî anlamın, zâhirî anlama ters düşmemesi. 2. Bâtınî anlamın doğruluğunu teyid eden aklî veya naklî bir delilin bulunması. 3. Bâtınî manaya aykırı dini veya akli bir delilin bulunmaması. 4. Zâhirî mana olmaksızın sadece bâtınî mananın kastedildiğinin iddia edilmemesi gerekmektedir.
En önemli işârî tefsîrler şunlardır: Sehl b. Abdullah et-Tüsterî, Tefsîru’l- Kur’âni’l-Azîm; Abdurrahman es-Sülemî, Hakâikü’t-Tefsîr; Kuşeyrî,Letâifü’l-İşârât; İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l- Beyân. Necmüddin ed-Dâye, Bahru’l-Hâkaik ve’l-Me’ânî; Nimetullah Nahcivânî, el-Fevâtihu’l-İlâhiyye;
Fıkhî Tefsîr Ekolü: Kur’ân’da itikâdî, ahlakî, iktisadî, kevnî vb. alanlarla ilgili âyetler bulunduğu gibi, ibadet ve hukukla ilgili âyetler de mevcuttur. Söz konusu âyetlere “ahkâm âyetleri” ismi verilmektedir. İbâdât, muamelat (hukuk) ve ukubat (cezalar) ile ilgili olan bu âyetler, esasen Fıkıh (İslâm Hukuku) ilminin konusudur. Bu ilmin metodolojisiyle meşgul olanlara usûlcü; pratik ahkâmıyla meşgul olanlara da fakîh adı verilmektedir. Bu akım, “fıkhî tefsîr ekolü”; literatürü de “Ahkâmü’l-Kur’ân” adıyla anılmaktadır. Fıkhî tefsîr, Kur’ân’daki ibâdât, muamelat ve ukubat ile ilgili âyetleri yorumlayan akıma verilen isimdir. Fıkhî tefsîrler, yapısı itibariyle iki kısma ayrılmaktadır. Bir kısmı, Kur’ân’ın bütününü tefsîr etmekle beraber ahkâm âyetlerine ağırlık vermişlerdir. Kurtubî’nin el- Câmi li Ahkâmi’l-Kur’ân’ı bunun en güzel örneğini teşkil eder. Diğer bir kısmı ise sadece ahkâm âyetleriyle kendini sınırlayıp bu âyetlerin tefsîrini yapanlardır. İbnü’l- Arabî’nin Ahkâmü’l-Kur’ân’ı birinciye, Tahavî’nin Ahkâmü’l-Kur’ân’ı da ikinciye birer örnektir.
**Meşhur olan bazı ahkâm tefsîrleri ve yazarları şunlardır: İmâm Şâfiî, Ahkâmü’l-Kur’ân; Tahavî, Ahkâmü’l-Kur’ân; Cessâs, Ahkâmü’l-Kur’ân; İl- Kiyâ el-Herrâsî, Ahkâmü’l-Kur’ân; Ebubekir İbnü’l-Arabî, Ahkâmü’l- Kur’ân; Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân; Sâbûnî, Muhammed Ali, Revaiü’l-Beyan fi Tefsîri Ahkâmi’l-Kur’ân.
ÇAĞDAŞ TEFSİR EKOLLERİ: 19. yüzyıl sonrası gelişen akımlara, çağdaş tefsîr ekolleri denmektedir bunlar; konulu tefsîr ekolü, ictimâî tefsîr ekolü ve bilimsel tefsîr ekolüdür.
Konulu Tefsîr Ekolü: Arap tefsîr literatüründe “et-tefsîru’l-mevzûî” olarak geçen “konulu tefsîr”, Kur’ândaki bir konuyu, Kur’ân’ın temel hedef ve ilkelerine uygun bir şekilde belli usûller çerçevesinde bütüncül olarak araştırıp ortaya koyma yöntemine verilen isimdir. Konulu tefsîr yönteminin gelişmesinde bir kısım etkenler bulunmaktadır. Bunların bazıları şunlardır: 1. Kur’ân’ın temel amacıyla uygunluk 2. Müfessire bütüncül bir yaklaşımı kazandırması; hataya düşmesine engel olması. 3. Çağdaş problemlere çözüm arayışı 4. İslâm davetçisine yardımcı olması 5. Oryantalistlerin Kur’ân hakkındaki iddialarına cevap verme Konulu tefsîr yöntemi, temelde üç kısma ayrılmaktadır: 1. Kur’ân merkezli konulu tefsîr: Kur’ân merkezli konulu tefsîr yönteminin araştırma aşamaları şunlardır: Öncelikle Kur’ân’dan bir konu seçilir ve araştırılacak bu konuya doğru ve kapsayıcı bir isim bulunur.
Sonra konu hakkında, önce birinci, ardından ikinci dereceden ilgili tüm âyetler tespit edilir. Tespit edilen âyetlerin önce Mekkî-Medenî ayrımı, sonra da nüzul sırasına göre tasnifi yapılır. Bütün malzeme gözden geçirilmek suretiyle konunun genel hatları çıkarılır; asli ve tali unsurları tespit edilir. Bu da kendi içinde şu kısımlara ayrılmaktadır: a. Konu tefsîri: Bu, kavram tefsîrinden daha kapsamlı ve geniş çerçevelidir. b. Kavram tefsîri: Bu ise konu tefsîrinden daha dar çerçevelidir.
2. Sûre merkezli konulu tefsîr: Sûre merkezli konulu tefsîr yönteminde ise şu aşamalar söz konusudur: Önce Kur’ân’dan bir sûre seçilir. Seçilen sûre hakkında genel bilgiler sunulur. Meselâ sûrenin adı, faziletleri, nerede indiği; nüzul sürecinde hangi sırayı aldığı, kaç âyetten meydana geldiği; sûrenin geneli veya âyet pasajlarıyla ilgili sebeb-i nüzul rivâyetlerinin neler olduğu ortaya konur. Sûre merkezli konulu tefsîr, iki kısma ayrılır: a. Sûredeki tek konunun tefsîri. b. Sûrenin tüm konularının tefsîri.
3. Âyet merkezli konulu tefsîr: Konulu tefsîri yöntem olarak inceleyen çalışmalardan bazılarını kaydedelim: Müslim, Mustafa, Mebâhis fi Tefsîri’l-Mevzûî; Fuda, Mahmud Besyuni, et-Tefsîru’l-Mevzûî ve Menhecü’l-Hakk fi Hidâyeti’l-Halk; Hicazi, Muhammed, et-Tefsîru’l- Mevzûiyye fi’l-Kur’âni’l-Kerim; Demirci, Muhsin, Konulu Tefsîre Giriş; Güven, Şahin, Konulu Tefsîr Metodu.
İctimâî Tefsîr Ekolü: İctimâî tefsîr ekolü, Kur’ân’ın bir hidâyet kitabı olduğu düşüncesinden hareketle mesajını doğrudan bütüncül olarak insanlara ulaştırmayı ve toplumdaki sosyal, siyasal ve kültürel sorunlara Kur’ân’dan çözüm üretmeyi amaçlayan akıma verilen isimdir. İctimâî tefsîr ekolünün en belirgin yönü, tefsîrde donukluğu ve durgunluğu aşmak; mesajın ötesindeki faydasız gramatik polemikler ve ileri detaylardan uzaklaşarak doğrudan mesaja yoğunlaşmaktır. İctimâî tefsîr ekolü, pozitivizmin büyük oranda etkili olduğu 19. asrın son çeyreğinde ortaya çıkan reaksiyonik bir tefsîr akımıdır. Reaksiyonu iki boyut arzetmektedir: Birincisi, tefsîr geleneğine karşıdır. İkincisi ise pozitivizme karşıdır. Akımın ilk çıktığı yer Mısır’dır. İlk temsilcisi ise Mısırlı bilgin Muhammed Abduh’tur. İlgili akımın ikinci temsilcisi, Abduh’un en gözde talebesi Reşid Rıza’dır. Bir diğer temsilci ise Mustafa el-Merâğîdir. Tefsîru’l-Merâğî ismiyle 30 ciltten oluşan bir tefsîr kaleme almıştır. Bu ekolün en önemli temsilcilerinden biri de Seyyid Kutup’tur. İctimâî tefsîr ekolünün olumlu bulunan yönleri şu şekilde sıralanabilir: 1. Körükörüne taklidi reddedip araştırma ve doğruyu bulma konusunda çaba gösterme. 2. Kur’ân mesajına engel olan ilgisiz ve faydasız bilgilerden, isrâiliyattan uzak durma. 3. Mezheplerin tesirinde kalmadan doğrudan ahkâma ve mesaja yönelme. 4. Kevnî âyetleri, pozitif bilimlerin ispat edilmiş verileriyle yorumlama. 5. Sarf, nahiv ve benzeri ilimleri bir araç konumunda görüp yeterince kullanma. 6. Belağatın anlamdaki fonksiyonuna binaen edebi dile ağırlık verme. 7. Vahiy-vâkıa ilişkisini büyük ölçüde gerçekleştirme; bir taraftan Kur’ânın mesajını insanlara iletirken, diğer taraftan da toplumda ortaya çıkan problemlere çözüm üretme.
Bunların yanında ictimâî tefsîr ekolünün eleştirildiği noktalar da vardır: Bunlar da şunlardır: 1. Pozitivizmin etkisinde kalarak akla gereğinden fazla önem verme; hatta bazen onu naklin önüne geçirme. 2. Buhari ve Müslim gibi muhaddislerin rivâyet ettiği bazı sahih hadisleri zayıf ve uydurma olarak niteleyip reddetme. 3. Âlimlerin sahihliğini tescil ettiği bir kısım âhâd haberlere itibar etmeme. 4. Lafızların zâhirine ters düşecek tarzda yorumlara gitme. Bu ekole göre yazılmış tefsîrlerin en önemlileri şunlardır: Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Tefsîru’l-Menâr; Mustafa Merâğî, Tefsîru’l-Merâğî; Kutup, Seyyid, Fi Zilali’l-Kur’ân.
Bilimsel Tefsîr Ekolü: Kur’ân’a göre âyetler iki türlüdür: Birincisi, kavlî (sözlü) ve kitabî (yazılı) âyetlerdir ki bu Kur’ân’dır. İkincisi ise kevnî âyetlerdir; yani Allah’ın yarattığı evren, insan, hayvan ve bitkiler gibi tüm yaratıklardır. Öte yandan kevnî âyetler, aynı zamanda pozitif bilimlerin alanına girmektedir.
Meselâ gökler, astronomi ve astrofizik; yeryüzü, jeoloji ve coğrafya; insan, hayvan ve bitkiler fizik, kimya, biyoloji gibi alanların konusudur. Bu anlamda kevnî âyetlerle pozitif ilimler bir yerde kesişmektedir. Arap dünyasında “et-tefsîru’l-ilmî” ismiyle anılan akım, Türkiye’de “ilmî tefsîr” ve “bilimsel tefsîr” adlarıyla anılmaktadır. Bilimsel tefsîr, Kur’ân’daki evren, insan ve canlılarla ilgili kevnî âyetlerin, pozitif bilimlerin verileriyle tefsîr edilmesini amaçlayan akım ve ekole verilen isimdir. 19. yüzyılda pozitif ilmin gelişmesi de bilimsel tefsîrin ekolleşmesi ve sistemleşmesini sağlamıştır. Bilimsel tefsîrin, “dirâyet tefsîri”nin başlamasıyla birlikte pratik olarak başladığı söylenebilir. Tarihte bilimsel tefsîr konusunda en önemli şahsiyet olarak Gazali gösterilmektedir. Gazali’den sonra Fahruddin Razi, Ondan sonra Ebu’l-Fadl el- Mursî ve Suyuti gibi âlimler de bu yönteme tabi olmuşlardır. Bu metot Suyuti’den sonra duraklama devrine girmiş, son dönemde Katip Çelebi ve Erzurumlu İbrahim hakkı gibi bazı âlimler tarafından canlandırılmaya çalışılmış fakat yeterince geliştirilememiştir. Ancak 19. yüzyılda Muhammed b. Ahmed el-İskendarani Keşfu’l-Esrari’n-Nuraniyyeti’l-Kur’âniyye ismiyle bir eser yazmış, bunu, Seyyid Abdurrahman Kevakibi’nin Tabâiu’l-İstibdâd ve Masariu’l-İsti’bâd adlı eseri izlemiştir.Ancak bilimsel tefsîr ekolü, 20. asırda Mısırlı Tantâvî Cevherî ile zirveye ulaşmıştır. Cevherî, el-Cevahir fi Tefsîri’l-Kur’ân adlı 25 ciltlik bir bilimsel tefsîr yazmıştır. ***“Kur’ân’da fıkha ait 150 âyet bulunurken, bilim ve fenle ilgili 750 âyet mevcuttur. Bilimsel tefsîr yöntemine karşı bazı eleştiriler yapılmıştır. Meselâ Şatibî, bilimsel tefsîre yönelen kişilerin sınırı aştığını. Muhammed Hüseyin ez-Zehebi de, Kur’ân lafızlarına ilk muhatapların bilmediği anlamların verilemeyeceğini. Emin el-Huli de, Kur’ân lafızlarının ve hükümlerinin evrensel ve değişmez olduğunu; bilimsel verilerin ise asırlara göre değiştiğini. Bilimsel tefsîr ekolünün en önemli temsilcileri ve eserleri şunlardır: Cevherî, Tantâvî, el-Cevâhir fi Tefsîri’l-Kur’ân; Ahmed Muhtar Paşa, Serairu’l-Kur’ân; Muhammed b. Ahmed el-İskendarani, Keşfu’l-Esrari’n- Nuraniyyeti’l-Kur’âniyye; Seyyid Abdurrahman Kevakibi, Tabâiu’l-İstibdâd ve Masariu’l-İsti’bâd.
ÜNİTE-7
Kur’ân Lafızlarına Dair İlimler
GİRİŞ: Kur’ân’ın hem sözlü, hem de yazılı şekli, manalarla yüklüdür; bir anlamda, lafız ve manadan oluşur. Arapça bir metin olması hasebiyle onun anlaşılması ilk olarak morfolojik (sarf), gramatik (nahiv) ve sanatsal (belağî) boyutlarda gerçekleşir. Arap dilinde lafız, isim, fiil ve edat olmak üzere üç kısma ayrılır. Morfolojik ve gramatik durumların ötesinde her bir kelime, sözlük düzeyinde anlam çeşitliliğine sahiptir. Kelimenin hakîkî, mecâzî, isti’âri, kinâî ve teşbîhî anlamları olabilir. Tefsîr ilmi, lafız düzeyinde birçoğunu Belağat ilminden almakla birlikte kelimelerin anlam parametrelerini dikkate alarak elfâz ismiyle bir terminoloji ağı oluşturmuştur. Bu terminoloji, hakîkat, mecâz, isti’âre, kinâye, teşbîh gibi terimleri kapsar. Bunun yanında anlamın genişliği-darlığı, açıklığı-kapalılığına binaen âmm- hâs, mücmel-mübeyyen; garîb ve müphem gibi terimleri geliştirmiştir.
KUR’ÂN LAFIZLARI (ELFÂZU’L-KUR’ÂN): Bir tefsîr terimi olarak Elfâzu’l- Kur’ân, her biri kendi içinde müstakil bir çeşit olan ve belli prensip ve kurallara sahip lafız türlerini karşılayan bir kavramdır.
Kur’ân’daki Temel ve Yan Anlamlı Lafızlar 1. Hakîkat ve Mecâz hakîkat, bir kelimenin dilde konulduğu ilk ve temel anlamında kullanılmasıdır. Mecâz ise, sözlükte “bir şeyi aşmak, geçmek” anlamına gelen “câze” fiilinden türemiş olup terim olarak, kelimenin, hakîkî anlamıyla arasındaki bir ilgiden ve hakîkî anlamın kastedilmesine engel olan bir karîneden dolayı hakîkat anlamı dışında başka bir manada kullanılmasıdır. Bir kelimenin mecâz olarak kullanılması için, iki temel şart vardır: 1. Mecâzî anlamı hakîkî anlama bağlayan bir bağın bulunmasıdır ki buna “alaka” denir. 2. Hakîkî anlamın kastedilmediğine dair bir ipucunun bulunmasıdır ki buna da “karîne” denir. Karîne de ya karîne-i lafziyye ya da karîne-i haliyye olur.
A) Luğavî hakîkat: Lafzın umûmî dilde konulduğu anlamda kullanılmasıdır. Bunun karşısında ise luğavî mecâz vardır; bu ise lafzın umûmî dilde konulduğu mananın dışında bir anlamda kullanılmasıdır. Örnek; Bu hayvan arslandır”luğavî hakîkat; Ahmed bir arslandır luğavî mecâz
B) Şerî/dînî hakîkat, kelimenin din dilindeki terim anlamıyla kullanılmasıdır. Bunun karşısında ise şerî/dînî mecâz vardır. Bu ise şerî hakîkî anlamın dışında başka bir anlamda kullanılmasıdır. Örnek: din dilinde “salât” kelimesinin, namazı karşılaması, dînî hakîkat; (dua) anlamında kullanımı ise dînî mecâz.
C) Umûmî örfî hakîkat, kelimenin luğavî hakîkatın dışında umûm olarak insanların dilinde kazandığı anlamda kullanılmasıdır. Bunun karşısında ise umûmî örfî mecâz olup lafzın, umûmî örfî hakîkatın dışındaki bir anlamda kullanılmasıdır. Örnek; “merkep” lafzı, luğavî hakîkat olarak “binek” manasına gelirken, umûmî örfî hakîkatta “eşek” anlamında kullanılmakta; bunun dışında bir anlamda kullanılması ise umûmî örfî mecâz olmaktadır.
Husûsî örfî hakîkat, kelimenin özel bir bilim ve sanat dalında kazanmış olduğu terim anlamında kullanımıdır. Bunun karşısında ise husûsî örfî mecâz olup lafzın bu anlamın dışında kullanımıdır. Örnek: “fiil”, luğavî hakîkat olarak “eylem, iş” anlamlarına gelirken gramerde zamana bağlı olarak bir işin yapılmasını anlatan bir terim manasıyla husûsî örfî hakîkat olmuştur. Bu son anlamın dışında kullanılması da husûsî örfî mecâzî olur. ****Mecâz, luğavî ve aklî olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır:
1. Aklî mecâz, hakîkî failine isnâdına mani bir karînenin bulunması şartıyla, bir alakadan dolayı bir eylemin gerçek failinden başkasına isnâd edilmesidir.Allah bitkileri yetiştirdi ”bahar bitkileri yetiştirdi” Bu mecâzdaki alaka, bitkinin kış, sonbahar ve ilkbaharda değil de bahar (yaz) mevsiminde yetişmesidir.
2.Luğavî mecâz, bir alaka vasıtasıyla ve hakîkî anlama engel bir karînenin bulunmasıyla lafzın konulduğu mananın dışında bir anlamda kullanılmasıdır. Bu da iki kısma ayrılır: İsti’âre ve mecâz-ı mürsel. Şimdi bunları inceleyelim.
İsti’âre: İsti’âre, sözlükte “birinden bir şeyi ödünç almak” anlamına gelir. İsti’ârenin unsurları şunlardır: 1. Müste’âr: isti’âre lafzı (müste’ârun minhten müste’ârun lehe nakledilen lafız). 2. Müste’ârun leh: kendisi için isti’âre yapılan unsur. 3. Müste’ârun minh: kendisinden isti’âre yapılan unsur. 4. Hakîkî anlamı kullanmaya engel karîne. 5. Benzetme yönü (alaka). İsti’âre, isti’âre-i müfrede ve isti’âre-i mürekkebe olarak ikiye ayrılır: 1. İsti’âre-i müfrede:Lafız düzeyinde yapılan isti’âredir. ikiye ayrılmaktadır: a. İsti’âre-i asliyye, kullanılan lafzın (camid)bir isim olduğu isti’âre çeşididir. b. İsti’âre-i tebeiyye ise kullanılan lafzın türemiş (müştak)isim, fiil ve edat olduğu isti’âre çeşididir.
İsti’âre-i müfrede ayrıca açık ve kapalı diye de ikiye ayrılmaktadır: I. İsti’âre-i musarraha (açık isti’âre): İsti’âre unsurlarından müste’ârun minhin zikredildiği isti’âredir. Örn: Hep birlikte Allah’ın ipine/Kur’ân’a sarılın”. II. İsti’âre-i mekniyye (kapalı isti’âre): Müste’ârun minhin hazfedildiği, ama ona bağlı bir unsurun zikredildiği isti’âre çeşididir.örn: Onlara acımadan dolayı, küçülme kanadını indir
2. İsti’âre-i mürekkebe: Terkip (tamlama) düzeyinde yapılan isti’âredir. Yani bir terkibin, asıl manası dışında bir manada kullanılmasıdır. Buna isti’âre-i temsiliyye de denir.örn:Kadınlar, sizin için bir elbise, sizler de onlar için bir elbisesiniz. üç kısma ayrılmaktadır: 1. İsti’âre-i mutlaka: Müste’ârun leh ve müste’ârun minhin ek özellikleri zikredilmeyen isti’âreye denir. atın üstünde bir deniz gördüm.
2. İsti’âre-i muraşşaha: Müste’ârun minhin sıfatlarının veya unsurlarının yer aldığı isti’âre çeşididir. Onlar, hidâyet yerine sapıklığı satın aldılar da alışverişleri kâr getirmedi 3. İsti’âre-i mücerrede: Müste’ârun lehin sıfatlarının veya unsurlarının yer aldığı isti’âre çeşididir. Allah, onlara açlık ve korku elbisesini tattırmıştır
Mecâz-ı Mürsel: Mecâz-ı mürsel, alakası benzerliğin dışında bir şey olan ve bir karîneden dolayı hakîkî mananın dışında bir manada kullanılan luğavî mecâz çeşididir. 1. Zikr-i küll irade-i cüz (bütünü zikredip parçayı kastetmek): Kalplerinde olmayan şeyi ağızlarıyle söylüyorlar 2. Zikr-i cüz irade-i küll (parçayı zikredip bütünü kastetmek): ve ikram ve celal sahibi Rabbinin yüzü (zâtı) baki kalır.
Teşbîh: Teşbîh, sözlükte “benzetmek” demektir. Teşbîhin dört unsuru vardır: 1. Müşebbeh (benzeyen): Başkasının (müşebbehün bih) özellikleriyle tanımlanan nesneyi karşılar. 2. Müşebbehün bih (benzetilen): Bu da kendisine benzetilen nesnedir. 3. Vech-i şebeh (benzeme yönü): Müşebbeh ile müşebbehün bih arasındaki benzeme yönünü ifade eder. Buna cami de denir. 4. Teşbîh edatı: Arapça’daki “benzer, gibi, sanki” gibi anlamlara gelen “ﻛﺄن“ ,”ﻣﺜﻞ“ ,”ك” gibi edatlardır.
Teşbîhin unsurlarının bulunup bulunmaması açısından beş çeşidi vardır: 1. Teşbîh-i mürsel: Teşbîh edatının zikredildiği teşbîh türüdür. 2. Teşbîh-i müekked: Teşbîh edatının hazfedildiği türdür. 3. Teşbîh-i mücmel: Vech-i şebehin hazfedildiği teşbîh türüdür. 4. Teşbîh-i mufassal: Vech-i şebehin zikredildiği teşbîh türüdür. 5. Teşbîh-i beliğ: Vech-i şebeh ve teşbîh edatının her ikisinin hazfedilip sadece müşebbeh ve müşebbehün bihin zikredildiği teşbîh türüdür. Teşbîhin en kuvvetli ve en beliğ çeşididir.
Kinâye: Kinâye terim olarak bir sözü, hakîkî manası da kastedilebilecek şekilde, hakîkî anlamın dışında bir anlamda kullanmaya verilen isimdir. Bunun karşısında ise sarîh yer almaktadır ki kinâî anlamı doğrudan söylemeyi karşılamaktadır. Kinâyenin iki unsuru vardır: 1. Meknî bih: Kinâye yapılan lafız. 2. Meknî anh: Kinâyeden elde edilen hakîkatın dışındaki anlam.
Mekniyyün anh’e itibarla kinâye üç kısma ayrılmaktadır: 1. Sıfattan kinâye: Kinâyeden ortaya çıkan anlamla, bizzat sıfatın kendisinin kastedilmesidir. Bu da iki çeşittir: a. Yakın kinâye: Kastedilen anlama vasıtasız olarak kolayca intikal edilen kinâyedir. b. Uzak kinâye: Kastedilen anlama vasıtayla intikal edilen kinâyedir. 2. Mevsuftan kinâye: Kinâyeden ortaya çıkan anlamın, sıfatın sahibini kastetmesidir.. 3. Nisbetten kinâye: Sıfat ile mevsuf (sıfatın sahibi) açıkça belirtilmekle birlikte, sıfatın mevsufa nisbetinin kinâyeli bir şekilde ifade edilmesidir.
Kur’ân’daki Dar ve Geniş Anlamlı Lafızlar (Âmm ve Hâss): Hâss terim olarak ilk vaz’da (icatta) tek bir manaya veya sınırlı sayıdaki fertlere delalet eden lafız şeklinde tanımlanmaktadır. Hâssın hükmü, aksine bir delil olmadığı sürece kapsadığı sınırlı fertler için geçerlidir. Âmm Terim olarak ise, bir kullanımda sözlük anlamına uygun olarak bütün fertleri istisnasız bir şekilde kapsayan lafız demektir. Âmm lafzın hükmü, özel bir delille tahsîs edilmediği sürece kapsadığı fertler için kesin olarak geçerlidir.
Kur’ân’daki umûm ifade eden lafızların önemlileri şunlardır: 1. (Küll)ve (cemi') kelimeleri. 2. İsm-i mevsuller:(ma,min,elleri, ellezi) 3. Başında lam-ı tarif (ال) bulunan kelimeler. 4. Cins isimler. 5. Şart isimleri. 6. Olumsuz cümlede geçen nekra (belirsiz) kelimeler.
Âmm lafız, kendisini tahsîs edecek kesin delil var ise, bu durumda kapsamı daralır. Buna “âmmın tahsîsi”; tahsîs edici delile de muhassıs denir. Muhassıslar, metin içi muhassıs ve metin dışı muhassıs olarak ikiye ayrılır:
1. Metin içi muhassıslar[ın bazıları şunlardır]: a. Umûm bir lafızdan sonra gelen istisna: O’nun/Allah’ın zâtı dışında her şey yok olacaktır” b. Âmm bir lafızdan sonra gelen sıfat: Adamlar vardır ki ne ticaret, ne alışveriş onları Allah’ı anmaktan alıkoyamaz” c. Sonuç bildiren “hatta” edatı. Umûmî bir ifadeden sonra sonuç bildiren hattâ edatı gelince âmmın anlamı daralır. Bir topluluk kendinde olan durumu değiştirmedikçe Allah da o toplumda olan hali değiştirmez”
2. Metin dışı muhassıslar[ın bazıları şunlardır]: a. Âyet: Umûm ifade eden bir âyeti, bir başka âyet tahsîs edebilir. Leş, kan, domuz etinin yenmesi … size haram kılındı” b. Hadis: Umûm ifade eden bir âyeti, sahih bir hadis tahsîs edebilir. Kur’ân’daki Anlamı Kapalı Lafızlar: Kapalı olan lafızlar, üç kategoride değerlendirilir: Garîb, mübhem ve mücmel.
Garîbu’l-Kur’ân: Garîb lafzı, sözlükte “bilinmeyen, az bilinen, kapalı, tek/nadir, yabancı, tuhaf” gibi anlamlara gelmektedir. Terim olarak ise az kullanılması, farklı lehçe ve dillerden alınması sebebiyle manası sözlüklere veya uzmanlarına başvurulmadan anlaşılmayan kapalı lafız şeklinde tanımlanmaktadır. Arap lehçelerinin en önemlisi olan Kureyş lehçesi de, öteki Arap lehçelerinden, hatta Arap dilinin dışında Farsça, Habeşçe, Süryanice, Nebatça, İbranice gibi dillerden birçok kelimeyi kendi içine almıştı. Garîb kelimelerin araştırılması ve manalarının öğrenilmesi hususunda Hz. Peygamber’in emri ve sahabenin çabası sonucu genelde Me’ani’l-Kur’ân, özelde Garîbü’l-Kur’ân adıyla sözlükler ortaya çıkmıştır. Kur’ân’da yer alan garîb kelimelerle ilgili ilk çalışmayı Nafi b. Ezrak yapmıştır. İbn Abbas’a sorduğu sorulara cevap aldığı yaklaşık 200 garîb kelimeyi bir eserde toplamıştır. Bundan sonra Ebu Ubeyd, İbn Sellâm el-Cümahî, Ferrâ, Ahfeş, Zeccâc gibi birçok müellif eser telif etmiştir. Ayrıca konu, Ulûmu’l-Kur’ân isimli eserlerin ilgili bölümlerinde incelenmiştir. Arap olmayan unsurların Müslüman olmasıyla birlikte garîb kelimelerin hacmi genişlemiş, zamanla Garîbü’l-Kur’ânlar, bütün kelimeleri içeren Kur’ân sözlüklerine dönüşmüştür. Meselâ İbn Ezrak’ın eserinde 200 kelime mevcut iken, Rağıb el-Isfahânî’nin el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’ân adlı eseri, Kur’ân’ın bütün kelimelerini içeren bir sözlük olmuştur.
Mübhemâtü’l-Kur’ân: “Gizli ve kapalı olmak” manalarına gelen ibhâm kelimesinin sıfat şekli olan mübhem, “kapalı kalan, neyi karşıladığı bilinmeyen şey” demektir. Tefsîr iliminde ise isimleri doğrudan zikredilmeyip ism-i mevsul, zamir, künye, lakap ve sıfatla kapalı bir şekilde ifade edilen lafız demektir. Kur’ân, konuları anlatırken mesajını ön plana çıkarır, konunun zaman, mekân, şahıs gibi unsurlarını önemsemez. Bunların Kur’ân’da yer almasının bazı sebepleri vardır. Onların bir kısmı şunladır: 1. Müphem kelimenin anlamının Kur’ân’ın başka bir yerinde geçmesi: “(Bizi) nimet verdiğin kimselerin yoluna ilet” 2. Müphem lafzın meşhur olmasından dolayı kolayca tespit edilebilmesi:“Ey Adem! Sen ve eşin cennete yerleşin” 3. Kişiyi rencide etmemek için adının açıklanmaması: “İnsanlardan öylesi vardır ki dünya hayatıyla ilgili sözleri senin hoşuna gider” 4. İsim belirtilmesinde önemli bir faydanın olmaması: “Yahut görmedin mi o kimseyi ki evlerinin duvarları çatıları üzerine çökmüş bir kasabaya uğradı” 5. Mesajın gizli şahsa veya şeye özel olmayıp umûm ifade ettiğini gösterme: “Kim, Allah ve Resulü için hicret etmek üzere evinden çıkar da yolda ölürse, onun mükâfatı Allah’a aittir” 6. Güzel bir sıfatını zikrederek şahsı yüceltmek: “Doğruyu getirene ve onu tasdik edene gelince, işte muttakiler onlardır” 7. Çirkin bir sıfatını zikretmek suretiyle şahsı aşağılamak: “Asıl sonu/soyu kesik olan, sana buğzeden kişidir” Kur’ân’ın müphemlerini konu edinen eserlere Mübhemâtü’l-Kur’ân ismi verilmektedir. Bu konuda çok sayıda eser vardır. Bazıları şunlardır: Süheylî, et-Ta’rîf ve’l-İ’lâm fîmâ Übhime mine’l-Esmâ ve’l-E’lâm mine’l-Kur’ân; İbn Cemâ’a, et-Tibyân fi Mübhemâti’l-Kur’ân; Suyûtî, Müfhimâtü’l-Akrân fi Mübhemâti’l-Kur’ân. Konu, Ulûmu’l-Kur’ân eserlerinin ilgili bölümlerinde de incelenmiştir.
Mücmel-Mübeyyen: İcmâl, detaylarına girmeksizin anahatlarıyla bir şeyden söz etmek demektir. Terim olarak mücmel, detaya girilmeden anahatlarıyla sunulduğu için sözün sahibi tarafından bir açıklama yapılmadıkça kendisinden kastedilen mananın anlaşılamadığı lafızdır. Mücmel lafzı, kapalı kılan ve muhtevasını anlaşılmaz yapan neden, tafsilata girilmeden anahatlarıyla anlatılmış olmasıdır. Anlaşılınca da mübeyyen (açıklanmış) veya mufassal adını alır. Söz, sahibinin açıklayıcı beyanı yoksa, muğlaklığıyla kalır ve o haliyle amel edilir.
Kur’ân’ın mücmeli açıklaması iki şekilde olur: 1. Mücmel lafızın geçmesinden hemen sonra açıklanmasıdır. “Göğe ve târıka andolsun! Târıkın ne olduğunu sen nereden bileceksin! O, karanlığı delen yıldızdır” 2. Bir âyetteki mücmel lafzın, başka bir âyette açıklanmasıdır. “Sen din gününün ne olduğunu nereden bileceksin? Evet sen nereden bileceksin din gününün ne olduğunu? O, kimsenin kimseye yardım edemeyeceği bir gündür; o gün emir/güç-kudret Allah’ındır”
KUR’ÂN’DA LAFIZLAR-ARASI İLİŞKİLER
Arap dilinde iki veya daha fazla lafız arasında şu üç tür ilişkiden birisi söz konusudur: 1. Lafızlarının farklı, anlamlarının farklı olması. 2. Lafızlarının farklı, anlamlarının aynı veya yakın olması. 3. Lafızlarının aynı, anlamlarının farklı olması.
Mütebâyin Lafızlar(Ayrı Anlamlılık): Arap dilinde lafızları da anlamları da farklı kelimelere mütebâyin (ayrı anlamlı lafızlar); bu olguya da tebâyün (ayrı anlamlılık) denir. Kur’ân’da aralarında çokanlamlılık, eşanlamlılık, yakınanlamlılık, zıtanlamlılık ilişkisi bulunan kelimelerin dışındaki tüm kelimeler bu kapsamda değerlendirilir.
Müterâdif Lafızlar(Eşanlamlılık): Arap dilinde lafızları farklı, anlamları ise aynı olan kelimelere müterâdif (eşanlamlı); bu olguya da terâdüf(eşanlamlılık)denmektedir.
Dilcilere göre, müterâdif kelimelerin oluşmasındaki sebepler şunlardır: 1. Bir anlam için bir kelime icad edilir; belli bir zamanda ise ayrı bir kelime daha icad edilir. Zamanla dil içinde bu iki kelime, müterâdif olur. 2. Dilin bir lehçesi bir mana için bir lafız icad eder; diğer bir lehçesi de bir başka lafız. Dil müşterek bir dil haline gelince bu iki kelime birbirinin müterâdifi olur. 3. Bir anlamı dilde karşılayan bir lafız bulunmakla birlikte ilgili dil başka dillerden aynı anlamı karşılayan lafızları kendi içerisine alır; böylece bu iki kelime arasında müterâdiflik söz konusu olur. 4. Bir dil içerisinde kelime, zaman içerisinde anlam değişimleri geçirebilir; konulduğu anlamla yakın veya uzak yeni anlamlar kazanabilir. İlgili kelime, yeni kazandığı anlamla aynı olan kelimelerle müterâdif olur.
Terâdüf konusunda dilciler ve müfessirler iki kısma ayrılmışlardır: Birinci grup, Arap dilinde ve Kur’ân’da terâdüfün varlığını kabul etmekte; ortak manada birleşen tüm kelimeleri müterâdif saymakta; tam ve cüzi ayrımı yapmamaktadırlar. İkinci grup ise terâdüfü kabul etmeyenlerdir. Arapça’da iki kelimenin tam müterâdif olması için şu şartlar gerekir: 1. Her ikisinin kelime olması (terkip ve ifade grubu olmaması). 2. Anlamda tam birlikteliğin olması. 3. Aynı lehçeye ait olması. 4. Zamanlarının aynı olması. 5. Kelimelerin birbirinin türevi ve phonetik gelişimle ortaya çıkan çeşidi olmaması gibi. Terâdüfe dair Arap dilbiliminde “Ma’htelefet elfâzuh ve’ttefekat meanih” (lafızları farklı, anlamları aynı kelimeler), “el-elfâzü’l-müterâdife”, “kitabü’l- elfâz”, “esmâü…” adlarıyla literatür oluşmuştur. Tefsîr’de ise, Ulûmu’l- Kur’ân eserlerinde bölüm düzeyinde ele alınmıştır.
Mütekârib Lafızlar (Yakınanlamlılık): Arap dilinde lafızları farklı, fakat anlamları yakın olan kelimelere mütekârib (yakınanlamlı) kelimeler; bu olguya da tekârüb denir.
Mütekârib kelimelerin ortak anlamlarının dışında her birisinin ötekisine karşı karakteristiğini ve anlam dünyasını ortaya koyan farklar söz konusudur. Buna Arap dilinde Furûk nazariyesi denmektedir. Furûk, iki mütekârib kelime arasındaki ince farkları tespit etmeyi amaçlayan bir dil nazariyesidir. Mütekârib iki kelimenin iki anlam boyutu vardır: 1. Her iki kelimenin ortak olduğu anlam. 2. Her iki kelimenin ortak olan manası dışındaki ince anlamı.
Müşterek Lafızlar (Çokanlamlılık): Arap dilinde birçok farklı anlama delalet eden lafza müşterek (çokanlamlı kelimeler), bu olguya da iştirâk (çokanlamlılık) denmektedir. Müşterek kelimelerin ortaya çıkmasının sebepleri şunlardır: 1. Dilin bir lehçesinde bir kelime için bir anlam konuluyor; öteki lehçe de aynı kelime için başka bir anlam konuyor. Dil müşterek olunca bu kelimenin iki ayrı anlamı oluyor. 2. Bir dil içerisinde bir kelime için bir anlam konuluyor; daha sonra kelime temel anlam yanında mecâzî, kinâî, isti’âri, teşbîhî gibi yeni anlamlar kazanıyor. Böylece kelimenin çok anlamı oluşuyor.
Müşterek lafzın kullanıldığı yerde anlamlarından hangisiyle kullanıldığının belirlenmesi önemlidir. Bu tespit için şu iki husus gereklidir: 1. Müşterekin bütün anlamlarıyla ilgili dilsel birikime sahip olmak, 2. Kelimenin kullanıldığı metnin bağlamı (siyak-sibak). Müşterek konusuyla ilgili tefsîr alanında müstakil bir Kur’ân ilmi gelişmiştir: el-Vücûh ve’n-Nezâir. vücûh, müşterek kelimelerin sahip olduğu farklı anlamlardır. Nezâir benzer, misli gibi anlamlara gelir. Müşterek lafızlarla ilgili Arap dilbiliminde ma’ttefeka elfâzuh ve’htelefe me’ânîh (lafızları aynı, anlamları farklı lafızlar), ittifâku’l-mebânî ve’ftiraku’l-me’ânî (lafızları aynı; manaları farklı lafızlar) ve elfâzü’l- müştereke (müşterek lafızlar) adıyla çalışmalar yapılmıştır. Tefsîr’de ise el- Vücûh ve’n-Nezâir adıyla bir Kur’ân ilmi doğmuş ve aynı isimle bir literatür meydana gelmiştir. Mukâtil b. Süleyman’ın el-Vücûh ve’n-Nezâir’i, Yahyâ b. Sellâm’ın et-Tesârif’i, Müberred’in Ma’ttefekat Elfâzuh ve’htelefet Me’ânîh mine’l-Kur’ân’ı, Dâmigânî’nin el-Vücûh ve’n-Nezâir’i en önemlileridir.
Mütezâd Lafızlar (Zıt Anlamlılık): Arap dilinde zıt iki anlama sahip olan kelimeye mütezâd veya zıdd lafız; ilgili olguya da tezâd denmektedir. Zıdd’ın çoğulu ise ezdâddır. Arap dilinde bir mütezâd birikiminin var olması ve tartışılması, onun varlığını ortaya koymaktadır. Ayrıca bu dilde el-ezdâd ismiyle önemli bir literatür oluşmuştur. Asmaî, İbn Sikkît, Ebubekir b. Enbârî, Ebu’t-Tayyib el-Luğavî ve Sâğânî gibi dilcilerin el-Ezdâd isimli eserleri misâl olarak verilebilir. Modern dönemde Müneccid’in et- Tezâd fi’l-Kur’ân ile, A. M. Ömer’in el-İştirâk ve’t-Tezâd fi’l-Kur’ân adlı eserleri konu için önemli kaynaklardır.
DİL MERKEZLİ KUR’ÂN İLİMLERİ
Emsâlü’l-Kur’ân : “Emsâl”, sözlükte benzer, benzeyen, sıfat, söz, ibret, kıssa gibi anlamlara gelen “mesel” kelimesinin çoğuludur.Kısaca mesel, özdeyiş ve atasözü demektir. En önemli özellikleri de, lafzının kısa, anlamının doğru, kendisinin yaygın ve anonim, formunun da değişmez klişe olmasıdır. Meselin yeni bir durum için söylenmesine darbı mesel denir.
Arap edebiyatında meseller, yapılarına göre üç kısma ayrılmaktadır: 1. Sâir mesel: en yaygın olan ve mesel denince ilk akla gelen mesel türüdür ki bunlar arap atasözler karşılamaktadır. 2. Kıyâsî mesel: soyut kavramları tasvir, teşbîh ve temsil yoluyla açıklayan uzun tasvir ifadeleridir; kef”, “mesel” vb. teşbîh edatlarını içerirler. Kur’ân ve hadisteki mesellerle paralellik arzederler. 3. Hurafî mesel: çoğunlukla hayvanlar olmak üzere, insan dışındaki varlıkların dilinden aktarılan ve eğitme, ahlakî ders ve öğüt verme veya mizah ve latife amacıyla kurgulanmış küçük sembolik hikâyelerdir.
Arap edebiyatında mesellerle ilgili önemli bir literatür oluşmuş; Emsâlü’l- Arab ismiyle birçok eser meydana getirilmiştir.
Bunlar içerisinde Mufaddal ed-Dabbî, Müerric es-Sedûsî, Ebû Ubeyde; Ebû Ubeyd, Ebû Hilâl el-Askerî, Meydânî ve Zemahşerî’nin eserleri önem arzetmektedir. Bir tefsîr terimi olarak mesel ise, isti’âre, teşbîh, temsîl veya kinâye yoluyla anlaşılması zor olan bir durumu, bir niteliği, bir nasihatı ya da bir kıssayı aklî ve hissî düzeyde açıklama biçimidir. Buna temsîlî anlatım da denmektedir.
Başta itikadî olmak üzere, amelî ve ahlakî konularda yapılan Kur’ân’daki temsîlî anlatımla değişik gayeler hedeflenmiştir: 1. Bilgi vermek, öğretmek. 2. İkna etmek. 3. Özendirme ve caydırmak. 4. Edeb ve hayâyı korumak. 5. İbret ve ders almak. 6. Örnek vermek. 7. Övmek veya yermek; yüceltmek veya aşağılamak.
Kur’ân’daki meseller, üç kısma ayrılmaktadır: a) Sarîh mesel: Mesel lafzı kullanılarak teşbîh yoluyla yapılan mesellerdir. “Allah katında İsa’nın durumu, Adem’in durumu gibidir” b) Gizli mesel: Mesel lafzı kullanılmadan bir durumu, bir niteliği veya bir olayı ya doğrudan ya da isti’âre ve kinâye yoluyla veciz bir şekilde anlatmaktır.Rabbininizniyle güzel ülkenin bitkisi güzel çıkar, kötü olandan ise faydasız bitkiden başkası çıkmaz” c) Mürsel Mesel: Teşbîh unsuru olmaksızın çok veciz bir lafzın; yoğun bir anlamla ortaya konan bir kısım âyetlerin vecize gibi değerlendirilmesidir. “Kötülük yapan onun cezasını görür” Kur’ân’ın mesellerini ele alan Kur’ân ilmine Emsâlü’l-Kur’ân denmektedir. Bu konuda önemli bir literatür oluşmuştur. Hakîm et- Tirmizî’nin, İbn Kayyim’in ve Meydânî’nin eserleri buna misal olarak verilebilir.
Aksâmü’l-Kur’ân: Kasem sözlükte, yemin, ahid, akt gibi anlamlara gelmektedir. Çoğulu, aksâmdır. Âlimlere göre Allah’ın yemin etmesi; 1. Muhatabın bildiği ve uyguladığı üslupla onlara hitap etmesi, 2. Sözünden dönmeyen bir varlık olması sebebiyle sözünün doğruluğunu ortaya koymak değil, doğruluğunu muhatapların üslubuyle pekiştirmesi içindir. Harfle yapılan kasemin unsurları, şunlardır: 1. Kasem edatı. 2. Üzerine kasem edilen lafız (muksemun bih). 3. Kasemin cevabı-konusu (muksemun aleyh). Kur’ân’da üzerine kasem edilen şeyler, iki kısımdır: Allah ve yaratıklar. Kasemin en önemli gayesi, söylenilen sözü tekid etmektir. Tefsîr ilminde kasem konusunu ele alan Kur’ân ilmine, Aksâmü’l- Kur’ân denir. Bu konuda müstakil bir literatür oluştuğu gibi, Ulûmu’l- Kur’ân eserlerinin bir başlığı olarak da incelenmiştir. İbn Kayyim’in et- Tibyân fî Aksâmi’l-Kur’ân’ı ile Abdülhamid el-Ferahî’nin İm’ân fî Aksâmi’l- Kur’ân’ı örnek olarak verilebilir.
ÜNİTE-8
MUHKEM-MÜTEŞABİH
Muhkem, Arapça’da hüküm vermek, hükmetmek, sağlam ve dayanıklı olmak gibi anlamlara gelir. Müteşâbih benzemek, ayırt edilmesi zor olacak şekilde birbirine benzer olmak, benzediği için de şüphe uyandırmak gibi anlamları ifade eder. Muhkem-müteşâbih kelimelerinin terim/ıstılah manaları: Muhkem, delaleti açık, manası başka bir konuyla karışmayacak derecede net olan âyetlere denir. Müteşâbih ise birçok manaya ihtimali olan ve bu manalardan birini tayin edebilmek için hârici bir delile ihtiyacı olan âyetlerdir.
Kur’ân’da Muhkemler ve Müteşâbihler: Âl-i İmrân sûresinin 7. âyeti, muhkem- müteşâbih konusunda teknik içeriğe sahip merkezi önemde olan bir âyettir.
Kur’ân’da Müteşâbih Âyetlerin Bulunmasının Sebepleri: Muhammed Şehrur Kur’ân’da müteşâbihlerin yer almasını şöyle bir temsille izah eder:Buna da 90 yaşında ki âlim ile 3 yaşındaki oğlunu misâl gösterir.
Muhkem ve Müteşâbih Âyetlerin Mahiyeti: Râgıb İsfahânî, müteşâbih âyetlerin şu üç kısımda incelenebileceğini ifade eder: 1. Bilinmesi mümkün olmayan mutlak müteşâbihlerdir ki bunları ancak Allah bilir. Meselâ kıyametin ne zaman kopacağını Allah’tan başka kimse bilemez. 2. İnsanın sebeplere sarılarak manasını bilebileceği izâfî müteşâbihlerdir. Meselâ garib lafızlarla muğlak hükümler böyledir. 3. Bilgisi sadece ilimde derinlik kazanmış bazı kimselere tahsis edilmiş müteşâbihlerdir. Bu kısma misâl olarak Peygamberimizin “Allah’ım onu dinde âlim kıl ve ona te’vîli öğret” diye dua ettiği İbn Abbas hatırlanabilir.
Genel olarak usûl âlimleri müteşâbih âyetleri şu iki kısımda değerlendirmişlerdir: 1. Muhkemlerle karşılaştırıldığında manası bilinebilenler. 2. Hakikatini bilmeye imkân bulunmayanlar.
Müteşâbihlerin kökeninde Yüce Allah’ın muradının gizlenmesi bulunmaktadır. Bu gizlilik ve müteşâbihlik; 1. lafızda, Üzerlerine yürüdü ve onlara sağeliyle vurdu” 2. manada, Allah’ın sıfatlarını, kıyamet hallerini, cennet nimetlerini, cehennem azabı gibi hususları misâl vermek mümkündür. 3. lafız ve manada, İyilik ve erdem evlere arkalarından girmeniz değildir”
Müteşâbih Sıfatlara Âlimlerin Yaklaşımı Müteşâbih sıfatlar hakkında ulemâ iki mezhebe ayrılmıştır: Birincisi selef mezhebidir. Buna göre Allah’ın müteşâbih sıfatları bilinir gibi görünse de, bu sıfatların Allah’a isnadı beşer açısından imkansızdır.Bu yaklaşıma sahip âlimlere misâl olarak Evzâî, Süfyân-ı Sevrî, Mâlik b. Enes, İmam Şafiî gibi isimleri saymak mümkündür.
İkincisi ise halef mezhebidir: Bu yaklaşımda olan âlimler ise manaları sadece Allah tarafından bilinenler hariç, müteşâbihlerin belli usul ve kurallar çerçevesinde te’vîl edilebileceğini, Allah’ın zâtına yakışır bir manaya hamledilebileceğini kabul ederler.Hasan-ı Basrî’den itibaren bazı mütekaddim âlimlerle hemen hemen tüm kelamcılar bu yaklaşımı benimsemişlerdir. Bu sahada yazılan bazı eserler şunlardır: Kâdî Abdülcebbâr Müteşâbihü’l- Kur’ân; Şerîf Radî, Hakâiku’t-Te’vîl fî Müteşâbihi’t-Tenzîl; Tâcu’l-Kurrâ Kirmânî, el-Burhân fî Müteşâbihi’l-Kur’ân; Suyûtî, Kutfu’l-Ezhâr fî Keşfi’l- Esrâr; Muhsin Demirci, Kur’ân’ın Müteşâbihleri Üzerine.
HURÛF-I MUKATTA’A(Kesik Harfler): Kur’ân’da bazı sûrelerin başında bazen bir, bazen de bir kaç harfin birleşmesinden meydana gelen rumuzlar bulunmaktadır. Bu harflere kesik harfler manasında “el-hurûfu’l-mukatta’a” adı verilmektedir. Tam bir âyet olup olmadıkları ihtilaflı olan bu harfler, 27’si Mekkî, 2’si Medenî olmak üzere toplam 29 sûrenin başında bulunmaktadır.
Hurûf-ı Mukatta’anın Tefsîri Fahreddîn Râzî temelde şu iki yaklaşımın bulunduğunu belirtir: 1.Bu harflerin bilgisi sadece Yüce Allah’a aittir. 2.Bu harflerin manaları vardır ve bu manaların araştırılmasında bir sakınca yoktur. Ancak bu görüşü benimseyenler ortaya yirmiden fazla görüş atmışlardır. 1.Hurûf-ı mukatta’ayı hece harfi kabul eden görüş, a.Başında bulundukları sûrelerin isimleridir. b.Kur’ân’ın isimleridir. c.Bu harfler iki sûreyi birbirinden ayırma işlevi görürler. d.Bu harfler Kur’ân’a dikkat çekmektedir. e.Bu harfler yemin için gelmişlerdir ve üzerlerine yemin edilmiştir.
f. Bu harfler ebced hesabıyla bazı önemli olayların tarihine işaret ederler. g. Bunlar münferid harflerdir.
2. Bu harfleri belli kelimelerin kısaltması veya anahtarı olarak gören görüş olarak iki kısma ayırmak mümkündür. a. Bunlar ilahî isim veya sıfatların kısaltmasıdır. b. Bu harflerden bazısı Allah’ın, bazısı da diğer varlıkların isimlerinin kısaltmasıdır.
Hurûf-ı mukatta’aya yönelik çeşitli tasavvufi anlamların da yüklendiği görülmektedir.Hakîm Tirmizî, Allah’ın kesik harflerle başlayan sûrelerde anlatılan tüm hüküm ve kıssaları bu harflere gizlediğini, sonra da bu hususları sûrede açıkladığını, fakat bu şifreleri ancak peygamber ve velilerin çözebileceğini ileri sürer.
Batılı oryantalistlerin de ileri sürdüğü görülmektedir. Aloys Sprenger göre: Şuara ve Kasas sûrelerinin başlarındaki tâ-sin-mîm, Kur’ân’a temiz olanlardan başkasının dokunamayacağını bildiren Vâkıa sûresinin 79. âyetinin kısaltmasıdır. Regis Blachere: elif-lam-mimin, Fatiha sûresinin ilk âyetinin kısaltması olduğunu ileri sürer. Nöldeke göre: Kur’ân’a ait olmadığını, Kur’ân’ın toplanması sürecinde ilgili sûrenin kendisinden temin edilen sahabînin adının sembolü olduğunu ileri sürmüştür. Loth'a göre: Hz. Peygamber’in Yahudi varlığını gözetmeye başlamasıyla kullanıldığı ve çeşitli kabalistik anlamlar içerdiği iddiası vardır.
KUR’ÂN’DA ÇELİŞKİ VEHMİ (MÜŞKİLÜ’L- KUR’ÂN)
Kur’ân’da hiçbir çelişki yoktur, çünkü O, Allah kelamıdır. Kur’ân ilmine “Müşkilü’l-Kur’ân” denir. Müşkil kelimesi; zorluk, problem, sıkıntı gibi anlamlara gelir. Terkip halindeki Müşkilü’l-Kur’ân ifadesi ise daha çok bilgi azlığı nedeniyle uyanan vehimleri giderip tatmin edici cevaplar hazırlayan ilim dalı demek olur.
Çelişki Vehmini Ortadan Kaldıran Kurallar 1. Hüküm hususunda Medenî olanlar Mekkî olanlara tercih edilir. 2. İki hükümden biri Mekkelilerin durumuna, diğeri Medinelilerin durumuna âit olursa, Medinelilerin ahvâli tercih edilir. 3. İki hükümden birisinin zahir manası müstakil bir hükme, diğer âyetin ise sadece lafzı bunu iktiza ederse, müstakil hüküm ifade eden âyet tercih olunur. 4. İki âyetten her biri zahirde bir hükme işaret ettikleri halde; âyetlerden biri umum, diğeri tahsis olarak hükme işaret ediyorsa, bu durumda tahsis içeren âyet tercih edilir.
Âyetler Arasında Çelişki Vehminin Doğmasının Nedenleri 1. Ortaya çıkan hüküm, çeşitli şekillerde göründüğü için çelişki vehmi uyanabilir. 2. Konu Farklılığı. 3. Fiilin farklı yönlerine işaret edilmesiyle ortaya çıkan çelişki vehmi. 4. Hakikat ve mecaz ayırımına dikkat edilmemesinden kaynaklanan çelişki vehmi. 5. Çeşitli vecihlerle oluşan farklılıklardan kaynaklanan çelişki vehmi. ** İbn Kuteybe’nin Te’vîlü Müşkili’l-Kur’ân adlı eseri bu alanda oldukça önemlidir.
KUR’ÂN’IN SİYAKI (ÂYETLER VE SÛRELER ARASI MÜNASEBET)
Arap dilinde sürmek, salmak, sevk etmek, göndermek gibi anlamlara gelen siyak kelimesi, ıstılah olarak bir ifadenin etrafındaki birimler diye tanımlanabilir. Batı dillerinde context kelimesiyle karşılanan siyak ifadesi için Türkçe’mizde daha ziyade “bağlam” ve “ortam” ifadeleri kullanılmaktadır.
Siyak Çeşitleri 1. âyet içi siyak münasebeti, Kur’ân için değil, tüm metinler için geçerlidir ve hükümler çoğu zaman bir cümlede değil, tüm ibare bütünlüğünde ortaya çıkarlar.
2. âyetler arası siyak münasebeti, Siyak ilkesinin en fazla işletildiği Kur’ânî sınıflamalardan birisi bu gruptur. 3. farklı konular arası siyak münasebeti, Kur’ân’da yer alan her unsur, bir yandan kendi anlam çerçevesinde bir görev ifa ederken; öte yandan komşu birimlerle anlamlı ilişkiler yürütür. 4. sûre içi siyak münasebeti, Misâl olarak Taha sûresi verilebilir. Taha Mekkî bir sûredir. Daha net bir sahne görüntüsü için sûredeki âyetleri şu dört farklı gruba ayırmak mümkündür; I. Sabırlı olmaya teşvik (1-8. âyetler), II. Hz. Musa kıssası (9-114. âyetler), III. Hz. Adem kıssası (115-127. âyetler), IV. Çıkarılması gereken dersleri ihtiva eden sonuç bölümü (128-135. âyetler). 5. sûreler arası siyak münasebeti, âyetlerin vahyin kontrolünde, tevkîfî yolla tertip edilmesine bağlıdır. 6. Bütün Kur’ân içi siyak münasebeti: Buna misâl olarak Kur’ân’ın şefâata bakışını incelemek mümkündür.
KUR’ÂN’IN İ’CAZI (İ’CÂZU’L-KUR’ÂN)
Sözlükte i’caz kelimesi âciz bırakmak, kararlı ve azimli olmak, yaptığını iyi yapmak gibi manalara gelir. Bu doğrultuda, bir şeyin benzerini yapmaktan muhatabı âciz bırakan olağan üstü duruma, hârikulâde işe mucize denir. Hz. Peygamber Kur’ân mucizesi ile inkarcı Araplara şu üç merhalede meydan okumuştur: 1. Tüm Kur’ân ile meydan okuma: 2. On sûre ile meydan okuma: 3. Bir sûre ile meydan okuma:
İ’cazda Sarfe Teorisi:Bazı Mutezilî âlimlerin i’caz görüşü olarak karşımıza çıkan “sarfe” teorisi, ilk asırlardan beri tartışılan bir yaklaşım olmuştur. Bu teoriye göre Kur’ân’ın benzeri rahatlıkla ortaya konabilirdi, ancak Allah buna engel olmuştur. Bu teori doğru olarak kabul edilirse; 1. Tahaddî (meydan okuma) zamanının geçmesiyle Kur’ân’ın icazının da ortadan kalkması gerekirdi. 2. Kur’ân, muarazayı men etmekle acizliğe düşerdi. 3. Kur’ân değil, sarfenin/menetmenin bizzat kendisi muciz olurdu.
Kur’ân’ın İ’caz İçin Yeterli Olan Miktarı 1. Mutezile âlimleri Kur’ân’ın bir kısmı, i’caz için yeterli değildir. 2. Bazı Kur’ân’ın azına da çoğuna da şamil olacağını öne sürmüşlerdir. 3. Diğer bir grup âlim ise Kur’ân’ın ister uzun ister kısa olsun tam bir sûre veya tam bir sûre miktarı olan bir veya bir kaç âyetle i’câzının gerçekleşebileceğini ifade etmişlerdir.
Kur’ân’ın İ’caz Yönleri 1. Dil ve Nazım Yönüyle İ’caz: Her şeyden önce Kur’ân, Arap dilinin mucizesi olmuştur. 2. İlmi İ’caz: Kur’ân’ı gönderen Yüce Allah aynı zamanda zerreden kürreye tüm varlığın da sahibidir, yarattığı her şeyi en iyi bilendir. Kur’ân, tenzîlî âyetlerden; varlık da tekvînî âyetlerden oluşur. 3. Gaybî İcaz: Kur’ân, insanların bilmeye imkân bulamadıkları gayb haberlerini ihtiva eder. 4. Medeniyet İnşası Yönüyle İ’caz: Kur’ân hem beden, hem ruh açısından insanı tatmin edecek yolları gösteren bir rehber kitaptır.
İ’caz konusunda telif edilmiş eserlerden bazıları şunlardır: Osman el- Câhız, Nazmu'l-Kur’ân; Rummânî, en-Nüket fî İ’câzi’l-Kur'ân; Hattâbî, Kitâbu Beyâni İ’câzi’l-Kur’ân; Ebû Bekr el-Bâkıllânî, İ’câzü’l-Kur'ân; Abdülkâhir el-Cürcânî, Delâilü’l-İ’câz ve er-Risâletu’ş-Şâfiye fi’l-İ’câz; Fahreddin Râzî, İ’câzü’l-Kur'ân; Zemelkânî, el-Burhân fî İ’câzi’l-Kur'ân; Muallim Naci, İ’câzü’l-Kur'ân; Mustafa Sâdık er-Râfiî, İ’câzü’l-Kur'ân; Bediüzzeman Said Nursî, İşâratü’l-İ’câz; Seyyid Kutub, et-Tasvîru'l-Fennî fi’l-Kur’ân (Türkçesi: Kur’ân’da Edebi Tasvir).
ÜSLÛBU’L-KUR’ÂN
Üslup dilde ağaçlar arasındaki yol, fen, yön, yaklaşım, kibirlilik hali ve aslan boynu gibi anlamlara geldiği gibi konuşanın sözündeki tarzı anlamında da kullanılır.
** “Kur’ân ne şiir, ne de nesirdir, O sadece Kur’ân’dır” diyen Tâha Huseyn yapmıştır. **Regis Blachere şöyle bahseder: “Hatta Arapça bilmeyen bir Avrupalı bazı sûrelerin okunmasından etkilenmektedir. Muhammed’in kinle körelmemiş çağdaşlarının Kur’ân’dan nasıl etkilenmiş olduklarını varın siz hesap edin. **Henri Lammens “filolojik bakımdan Kur’ân’ın üslûbu, dikkat çekici bir mükemmeliyettedir” demek zorunda kalmıştır. **Goldziher de, “Kur’ân, dünyanın edebî eserlerinden biridir” demektedir. **Kur’ân’ı İngilizce’ye tercüme eden Palmer de bu çevirisinin girişinde “en seçkin Arap ediplerinin kıymet itibariyle Kur’ân’a denk olabilecek bir şey yazamamaları şaşılacak bir şey değildir” der. **Yahudi âlim ve araştırmacısı Hirshfield ise şu sözleri sarf etmiştir: “Kur’ân, sahip olduğu ikna gücü, belagat ve inşası itibariyle seviyesine erişilemeyecek bir kitaptır. İslâm âleminde görülen bütün ilim ve irfan dallarının hayret uyandıran inkişâfı, Kur’ân sayesinde gerçekleşmiştir.”
KUR’ÂN’IN GRAMER YAPISI (İ’RÂBU’L- KUR’ÂN)
Kur’ân’ın gramer yapısını inceleyen ilim dalına Kur’ân’ın irabı (İ’rabu’l- Kur’ân) denir. Kur’ân’ın gramer yapısı ve i’rabı üzerine, eserler telif etmişlerdir. Bu eserlerin başlıcaları şunlardır: Müberred, İ’râbu’l-Kur’ân; Zeccâc, İ’râbu’l-Kur’ân; İbn Fâris, İ’râbu’l- Kur’ân; Kutrub, İ’râbu’l-Kur’ân; Ma’mer b. Müsennâ, İ’râbu’l-Kur’ân; Muhyiddîn Derviş, İ’râbu’l-Kur’âni’l-Kerîm; Ebu'l-Bekâ, et-Tibyân fî İ’râbi’l-Kur’ân; Huseyn b. Ebi’l-İzz el-Hemedânî, el-Ferîd fî İ’râbi’l- Kur’âni’l-Mecîd; Ebû Ca’fer en-Nehhâs, İ’râbu’l-Kur’ân; İbn Sîde, İ’râbu’l- Kur’ân; Mekkî b. Ebî Tâlib, Kitâbu Müşkili İ’râbi’l-Kur’ân.
ÜNİTE-9
Tarihî Olgularla İlişkili Kur’ân İlimleri
GİRİŞ Kur’ân’da kıssaları anlatılan peygamberler, belirli davranışlarıyla şöhret bulmuş toplumlara gönderilmişlerdir. Geldikleri dönem itibarıyla Âdem ilk insan ve ilk peygamber, Nuh ilk resûl, İbrahim ise insanlığın inanç atası olarak öne çıkar. Büyük bir zulüm ve baskı altındaki İsrailoğulları’na Musa, hak dini tahrif eden Yahudilere İsa ve nihâyet müşrik Araplara son peygamber Hz. Muhammed gönderilmiştir.
ESBÂB-I NÜZÛL
“Nüzul sebepleri” anlamına gelen bu ifade, Hz. Peygamber’in risâlet döneminde meydana gelen ve Kur’ân’ın bir veya birkaç âyetinin yahut bir sûresinin inmesine yol açan olayı, durumu ya da soruyu ifade etmek üzere kullanılan bir tabirdir. Esbâb-ı Nüzûlün Çeşitleri 1. Doğrudan Hz. Peygamber’e yöneltilen sorulara cevaben inen âyetler. 2. Toplumda infiale sebep olan bir olay hakkında inen âyetler. 3. Herhangi bir meselenin dinî hükmünü beyan etmek için nâzil olan âyetler:
Esbâb-ı Nüzûlü Bilmenin Faydaları 1. Nüzûl sebepleri bilindiği zaman âyetlerin manalarını anlamak kolaylaşır. 2. Nüzûl sebepleri bilindiğinde, çeşitli konularla ilgili hükümler içeren âyetlerin hikmetlerini tespit etmek kolaylaşır. 3. Bazen bir âyetin zahir anlamı rahat bir şekilde anlaşılabilir; ancak âyet ile kastedilen asıl mana, onun nüzûl sebebi bilindiği zaman net bir şekilde ortaya çıkar. 4. Herhangi bir âyet özel olarak bir şahıs hakkında inmediği halde bazen, belli bir kişi hakkında nâzil olmuş gibi kullanılabilir. Nüzûl sebebi bilinirse bu tür yanlış yönlendirmelerin ve istismarların önü alınmış olur.
Esbâbu’n-Nüzûlle İlgili Bazı Sorunlar ve Dikkat Edilmesi Gereken Hususlar 1. Âyetlerin nüzûl sebeplerini bilmek son derece önemli ise de bunları bilmeden Kur’ân’ı anlamanın imkânsız olduğunu söylemek doğru değildir. Her şeyden önce, var olan nüzûl sebepleri Kur’ân âyetlerinin yalnızca 500 kadarına tekabül etmektedir.
2. Âyetlerin iniş sırasını bilmek, 3. Nüzûl sebepleri her ne kadar özel olsa da bunların hükümlerinin genel olduğu asla unutulmamalıdır. 4. Nüzûl sebepleriyle ilgili rivâyetlerde bazen oldukça abartılı ve hatta asılsız bilgilere de yer verilmiştir. 5. Nüzûl sebepleri, Kur’ân’ın iniş sürecinde vukû bulmuş olaylarla ilgili bir kavramdır. 6. Bazen nüzûl sebeplerinde aynı âyetle ilgili birbirinden farklı rivâyetler nakledilir.
NÂSİH-MENSÛH
Kelime olarak nesh, yok etmek, gidermek, bir şeyi bir yerden başka bir yere nakletmek ve yazmak gibi anlamlara gelmektedir. Dinî bir terim olarak da nesh, herhangi bir şer’î hükmün yerine başka bir şer’î hükmün gelerek öncekinin ortadan kalkması anlamındadır. İslâm âlimleri dört tür nesihden söz etmektedir: 1.Kur’ân’ın Kur’ân’ı neshi. 2. Kur’ân’ın sünneti neshi. 3. Sünnetin sünneti neshi. 4. Sünnetin Kur’ân’ı neshi.
Kur’ân’da Neshin Varlığını Kabul Edenlerle Etmeyenlerin Delilleri 1. Bu konuda dayanılan bazı âyetler vardır ki neshi kabul edenlere göre bunlar, Kur’ân’da hükmü kaldırılan âyetler bulunduğuna delildir. 2. Kur’ân âyetleri arasında neshin vukû bulduğu görüşünde olanlar, bu konuda âlimlerin icma ettiğini ileri sürmektedirler. 3. Kur’ân âyetleri arasında neshin vukû bulduğunu söyleyenler, bu konuda rivâyet edilen bazı haberleri delil gösterirler. 4. Neshi kabul edenler, aklen de neshin vukû bulabileceğini söylemektedirler. Reddedenlerse bunu kabul etmekle birlikte, onun önceki dinleri neshetme çerçevesinde ancak söz konusu olabileceğini söylemektedirler. 5. Neshi kabul edenler, nâsih ve mensûh âyetlerin, anlam itibarıyla birbiriyle uzlaştırılamayacak kadar çelişkili olması gerektiğini düşünürler. 6. Kur’ân’da neshin var olduğunu söyleyenler nâsih âyetin, mensûh âyetten sonra gelmiş olması gerektiğini ileri sürerler. 7. Kur’ân’da neshi kabul edenlere göre, hem nâsih hem de mensûh, dînî bir hükümle ilgili olmalıdır; ahlâka ya da itikada dair konularda nesh olmaz.
Kur’ân’daki Neshin Çeşitleri 1. Hükmü mensûh metni baki âyetler 2. Hükmü baki metni mensûh âyetler 3. Hem hükmü hem de metni mensûh âyetler:
KASASU’L-KUR’ÂN (KUR’ÂN KISSALARI)
Kıssa; iz sürmek, peşinden gitmek; bir haberi ya da sözü açıklamak, bildirmek; saçı makasla kesmek ya da göğsün üst kısmı anlamlarına gelir; ancak kelimenin en temel anlamı, bir şeyin izini sürmektir. **Kur’ân’da geçmişe dair anlatılan olaylara ‘tarih’ denmemiştir. Kur’ân’da üç tür kıssa bulunmaktadır: İlk gruptaki kıssalar, Hz. Musa ile İsrâioğullarının kıssaları bu gruba girer. İkinci gruptaki kıssalar, Mağara arkadaşları (ashâb-ı kehf) ve Ebrehe’nin ordusu hakkındaki kıssalar bu kategoridedir. Üçüncü gruptaki kıssalar Uhud ve Bedir harbini anlatan âyetleri de bu gruba misâl verebiliriz.
Kur’ân Kıssalarının Özellikleri 1. Kur’ân, birçok kıssadan müteşekkil bir kitap görünümündedir. 2. Kıssalar, Allah’ın tarih boyunca elçiler aracılığı ile insan varlığına gönderdiği mesajları, müspet ya da menfî insanî tutumlara verdiği cevapları bize anlatır. 3. Kur’ân’da dünya ve ahiret ikilisi, birbirlerinin alternatifi olarak kullanılmaz. 4. Kur’ân kıssalarının özelliklerinden birisi, tekrar edilmeleridir. Aynı kıssa Kur’ân’da bazen birçok açıdan anlatılır.
Kur’ân’daki Kıssaların Hedefleri 1. Tevhîd, nübüvvet ve ahiret inancı gibi itikadî konuları, önceki ümmetlerin kıssalarını anlatarak tahkim etmek. 2. Özellikle Hz. Peygamber’i ve müminleri teselli etmek ve önceki peygamberlerle ümmetlerinden misaller vererek tüm peygamberlerin tebliğ yaptığını, her ümmetin benzer sıkıntılardan geçtiğini anlatmak. 3. İslâm toplumunu, önceki ümmetlerin kıssalarıyla yetiştirmek. 4. Akla ve kalbe dengeli hitap ederek toplumu eğitmek ve yetiştirmek. 5. Anlatılan kıssalardan hareketle ortak bir prensibe ulaşmak ve muhataplara genel bir ilke hakkında fikir vermek.
Kur’ân Kıssalarına Dair Bazı Problemler 1. Kur’ân’daki kıssaların büyük çoğunluğu tarihte olup bitmiş vakıalarla ilgilidir. 2. Kur’ân’da hangi kıssanın anlatılacağına karar veren, şüphesiz ki Yüce Allah’tır. 3. Kur’ân’da tarihsel kıssaların yanı sıra temsilî kıssalar da vardır. 4. Kur’ân bir tarih kitabı olmadığından, kıssalarda tarihî bilgiler bir bütün olarak bulunmaz.
KUR’ÂN TEFSİRİNDE İSRÂİLİYAT
Kur’ân tefsîrinde isrâiliyât, Yahudi, Hıristiyan ve diğer kültürlerden İslâmiyet’e giren rivâyetler bütününe denir. İsrâiliyat’ın Kur’ân Tefsîrine Giriş Yolları 1. Önceki kültüründen kendisini kurtaramayan mühtedilerden gelen nakiller. 2. İsrâilî rivâyetleri tashih etmek için isrâiliyata müracaat edenler. 3. Ehl-i kitap hanımlarıyla evlenme izninin doğurduğu mevcut ortamda yetişen yorumcular. 4. İslâm düşmanlarının, İslâm’ın ruhunu kirletmek için kasıtlı olarak uydurup ortaya attıkları rivâyetler. 5. Bazı hikâyecilerin halkı oyalamak, gündemde kalma ve dinleyicilerin hoşuna gitmek için uydurdukları rivâyetler. 6. Ehl-i sünnete karşı cephe alan bazı sapık fırkaların siyâsî maksatla uydurdukları rivâyetler. 7. İsrâiliyâtın bir kısmı da bir şeyi izah etmek maksadıyla karışmıştır.
İsrâilî Haberlerin Çeşitleri 1. Senedi sahih olup Kur’ân’a ve Sünnet’e muvafık olanlardır ki bunlar makbul haberler grubundadır. 2. Yalan olduğu bilinenlerdir ki bunların nakledilmesi doğru değildir. 3. Sıhhatini tam olarak bilemediğimiz, bu bakımdan ne kabul ne de reddedebileceğimiz rivâyetler.
Ashâbın israiliyâta baş vurmadığı konulardan bazıları şunlardır: 1. İtikâdî konular. 2. Hz. Peygamber tarafından izahı yapılan meseleler. 3. İlgilenilmesinde hiçbir fayda mülahaza edilmeyen polemikler. 4. Fıkhî hükümler.
ÜNİTE-10
KUR’ÂN’I ANLAMA VE YORUMLAMADA YENİ YÖNELİŞLERİN DOĞUŞUNU HAZIRLAYAN SEBEPLER
Kur’ân’ı anlama ve yorumlamada yeni yönelişler dendiğinde Hindistan, Malezya, Endonezya, Mısır, Fas, Suudi Arabistan ile Avrupa ve Amerika’da tanık olduğumuz pek çok gelişmeden bahsetmek gerekir; 1. Kur’ân’ı anlama ve yorumlamada yeni yönelişlerin doğuşunu hazırlayan sebeplerin başında Müslüman entelektüellerin Batı dünyasındaki gelişmelerden etkilenmiş olmaları gelir. 2. Kur’ân’ı anlama ve yorumlamada yeni yönelişlerin dikkat çekici özelliklerinden biri öze dönüş söylemi ile Kur’ân’a dönüşü savunmalarıdır. 3. Kur’ân’ı merkeze alan okumaların tabiî bir neticesi, Sünnet konusundaki menfi yaklaşımların ortaya çıkmasıdır. 4. Modern okumalarda dikkat çeken bir diğer yön, Kur’ân’ın bütüncül bir tarzda okunması gerektiği iddiasıdır. 5. Bu dönemde bidatçiliğe, mezhepçiliğe ve taklitçiliğe karşı sert eleştiriler yapılmış, mezheplerin ve icmaın bağlayıcılığına karşı çıkılmış; icmaın pratikte gerçekleşmesinin mümkün olamayacağı iddia edilmiştir.
6. Modern yönelişlerin önemli bir kısmı, Kur’ân’ın ezelî kelam olduğu düşüncesini reddederek tarihselci bir bakış açısıyla Kur’ân’ı yorumlamıştır; çünkü yaratılmış bir kelam üzerinde konuşmak, yaratılmamış bir kelam üzerinde konuşmaktan daha kolaydır. 7. Kur’ân ilimlerine dair söyledikleri de modern düşünürleri diğerlerinden farklı bir konuma getirmektedir. 8. Kur’ân’ı anlama ve yorumlamada yeni yöneliş sahiplerinin bir kısmı, Kur’ân’ı bir söz-metin (hitap) olarak görmektedir. 9. Modern okumaların ilk döneminde, Kur’ân âyetleri arasında nesh bulunmadığı söylenmekteydi; ancak son dönemde Kur’ân âyetleri arasında da neshin vuku bulduğu şeklinde bir yaklaşım kabul görmektedir. 10. Yeni yöneliş sahiplerince kaleme alınan bazı tefsîrlerde Kur’ân’ın, rasyonalist bir bakış açısıyla yorumlandığı görülür.
MODERNİST YÖNELİŞLER
Tarihselci Yaklaşımlar Tarihselliğin Tanımı: Tarihsel olanın varlık biçimi, zamana bağlılık, gelip geçicilik; tarihsel koşulluluk ve bir şeyin sadece tarihsel olarak var olduğudur. Bu açıdan bakıldığında, varlık sahnesindeki her olgu tarihselliğe mahkûmdur. Tarihselliğin Tarihçesi: Tarihselcilik kavramının kullanımına Batı’da ilk kez 17. yüzyılda rastlanmakta ise de bir terim olarak hüsnükabul görmesi, 18. yüzyıldan sonradır. Vico, epistemolojik ve metodolojik açıdan beşeri bilimlerin de tabiat bilimleri kadar özgür olması gerektiğini savundu. Wilhelm Dilthey ise saf akıl diye savunulan tabiatçı bir aklın olamayacağını iddia etti. **Kıssalar çerçevesinde Kur’ân âyetlerini tarihsel metinler olarak değerlendiren ilk sistematik çalışma ise, Halefullah’ın, “Kur’ân’da Öyküleme Sanatı” adlı eseridir. Günümüz İslâm dünyasında tarihselci bakışa dair üç yaklaşım olduğu görülmektedir. Bunlardan ilki, tarihselciliği İslâmî ilimlerin tecdidi noktasında zorunlu bir mecra olarak gören anlayıştır. İkinci grup, tarihselci yaklaşımı bütünüyle reddeden ve kökeni itibarıyla Batılı olan bu yaklaşımın muharref kitaplar açısından kurtarıcı olsa da- tahrife uğramayan Kur’ân açısından yıkıcı sonuçları olacağını savunur. Üçüncü grupta Bu grupta yer alanların itirazı, Kur’ân ahkâmının tarihsel addedilerek yürürlükten kaldırılması teşebbüslerinedir.
Dilbilimsel Yaklaşımlar
Semantik (Anlambilim):Semantik kelimesi, kök itibarıyla Grekçe’den gelir. İlmî bir disiplin olarak semantik, bir dilin temelini oluşturan kelimeleri ayrıntılı bir şekilde tahlil ederek anlamlarını doğru bir şekilde ortaya koyma demektir. Semantik ilmini başarıyla kullanan Japon bilim adamı, Toshihiku İzutsu, bu yöntemle Kur’ân’ı incelemiş ve Kur’ân’da Allah ve İnsan, İslâm Düşüncesinde İman Kavramı gibi sahanın abide eserlerini kaleme almıştır.
Semiyotik/Semiyoloji (Göstergebilim): Semiyotik, canlı varlıkların birbirleri arasında bildirişim amacıyla kullandıkları her tür işaret sistemini ele alır.
Semiyotik süreç, dört aşamadan oluşur; Algı; koklama, görme, işitme ve dokunma duyularına dayanan Bilme ise söz konusu maddi şeyin semiyotik tabiatının barındırdığı zihinsel bir uğraşıyı içerir. Anlam işaretlerin şifrelerini çözme uğraşısıdır. Açıklama.
Hermeneutik (Yorumsamacılık/Yorumbilimi): Hermeneutik kelimesinin kökeni, Yunan düşüncesine dayanır. Yunan mitolojisinde tanrıların mesajlarını insanlara Hermes iletir, ilettiği bu mesajlara kendi yorumunu da katardı. Kutsal Kitab’ın yorumlanması sürecine teolojik hermenötik denmiştir. Hermenötiğin serüveni çok eskiye dayansa da sistematik hale getirilmesi, ilk olarak Batı’daki aydınlanma düşüncesine karşı geliştirilen romantik hermenötikle olmuştur. **Schleiermacher’a göre, bir ifadenin dil ile ilişkisi ya gramatik bir ilişkidir ya da psikolojik. İlişkinin gramatik olanı ifadenin genel boyutlarını, psikolojik olanı ise yazarın bireyselliğini ve tarihselliğini öne çıkarır.
**Wilhelm Dithey ise anlama kavramını dile değil, doğrudan hayata dayandırır ve anlamayı, hayatın varoluşsal boyutuna çeker. Dilthey’in bu hermenötiğine yöntembilimsel hermenötik denir. **Heidegger’e göre, insanın herhangi bir metni anlaması, kendisini bize dilde açan bu tarihi, kendi varoluşumuz ile bütünleştirerek okumakla mümkündür (varoluşçu hermenötik). **Gadamer’in felsefî hermenötiğine göre ise anlama, anlayan özne ile anlamaya konu olan nesne arasındaki diyalogdan ibarettir. **Varoluşçu ve felsefî hermenötiğin tarihselci bakışına karşı geliştirilen hermenötik ise eleştirel ya da aşkın hermenötiktir ki bunun temsilcileri Habermas ve Apel’dir. **Yorum pratiğinin aşırı derecede nazarileştirilmesine karşı ise nesnel yorumsamacılık hermenötiği gelişmiştir. Bunu da Betti ve Hirsch savunmaktadır.
MODERNİST DÜŞÜNÜRLER
Fazlurrahman: Fazlurrahman’a göre İslâm dünyasındaki en ciddi mesele, eğitim meselesidir. Kur’ân’ı anlama ve yorumlama yöntemimiz, Fazlurrahman’a göre ikili bir anlama faaliyetine ihtiyaç duyar. 1. Âyetlerin tarihî ortamlarını ve cevap olarak geldikleri meseleleri derinlemesine tahlil etmektir. 2. Tespit ettiğimiz bu bütünlük içerisinden süzerek ahlakî, içtimaî ilkeler çıkarmaktır.
Muhammed Arkoun: Her ne kadar özel bir metoda uyularak kurgulanmamış olsa da Arkoun’un Kur’ân nasslarını yorumlama çabasına giriş yaptığı kapı, tarih kapısıdır. Arkoun’un yorum sahasındaki tek çabası, Arap-İslâm düşüncesine tarihselci bakış açısını egemen kılabilmektir. Arkoun’a göre, Kur’ân nassı ile onun yorumu durumunda olan nasslar arasında kesin bir ayırım vardır. Ona göre, “Kur’ân” ayrıdır, “Kur’ân olgusu” ayrıdır.
Hasan Hanefi: Hasan Hanefi, geleneğin yorumlanmasının sadece kendi kaynaklarımızın öngördüğü metodolojilerle değil, aynı zamanda Batı kaynaklı yorum teorilerinden de yararlanmak suretiyle gerçekleştirilebileceğini düşünür. Hasan Hanefi’ye göre, İslâm ümmetinin diğer topluluklara üstünlüğü, temelde kitaplarının tahrif edilmemiş olmasıyla ilgilidir. Hanefi’ye göre, Kur’ân metni yedi kategoriye sahiptir: 1. Kadim olan Allah kelamıdır ki künhüne vakıf olunması imkânsızdır. 2. Levh-i Mahfuz’da yazılı olan kelam. 3. Peygamber’e ulaştırılması için Cibril’e verilmiş olan kelam. 4. Cibril’den Peygamber’e, muayyen bir zaman diliminde aktarılan kelam. 5. Kulakların dinlediği, dillerin okuduğu kelamdır ki Peygamberce yanlış anlamalara karşı tashihi ya da yeni bir vahiy ile değiştirilmesi söz konusuydu. 6. Her asırda yorumlanan ve tefsîre tâbi tutulan kelam. 7. Daha üst düzeyde yorumlanan kelam. **Hasan Hanefi’ye göre, bugün İslâm dünyasında öne çıkartılması gereken tefsîr “vakiî/olgusal tefsîr” olmalıdır.
Nasr Hamid Ebu Zeyd: Ebu Zeyd’e göre Kur’ân, yetkinliğini inmiş olduğu dilden alır. Ebu Zeyd’in nass-olgu arasındaki ilişkiyi açığa çıkarmak için kullanacağı enstrümanlar, bütünüyle dilbilimsel olacaktır. Ebu Zeyd’e göre kaynağı itibarıyla Kur’ân ilahî olsa da dünyaya indiği andan itibaren beşerileşmeye başlamıştır. Ebu Zeyd’e göre, Kur’ân’ı yorumlarken hiçbir zaman göz ardı etmeyeceğimiz tek bir husus varsa o da beşerin maslahatlarıdır.
TÜRKÇE MEÂLLER VE MEÂLCİLİK HAREKETİ
Türkçe Meâller Hasan Basri Çantay’ın meâli bir kısmı, özgün çalışmalar niteliğindedir.
Ömer Rıza Doğrul’un meâli, hem Batılı kaynaklardan hem de Kadıyanî Mevlana Muhammed Ali’nin İngilizce yazmış olduğu meâl-tefsîrden etkilenmiştir.
Elmalılı Hamdi Yazır’ın meâli aslında tefsîr olarak yazılmış olan eserlerin meâl kısımlarıdır.
Bedri Noyan’ın, Kur’ân-ı Kerim (Türkçe-Şiir) adlı meâli ise şiir şeklindedir.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (Hak Dini Kur’ân Dili Meâli): Elmalılı Hamdi Yazır’ın 1930’lu yıllarda hazırlamış olduğu tefsîr çalışmasının meâl bölümü, Türkiye’deki mevcut meâllerin en önemlilerinden sayılır.
Ömer Rıza Doğrul (Tanrı Buyruğu): İki ciltlik ilk baskısı 1947 yılında neşredilen Tanrı Buyruğu, temel olarak iki bölümden meydana gelmiştir. İlk bölüme “birinci ayırım” diyen müellif, burada daha ziyade İslâm hakkında genel bilgiler vermiş ve bir anlamda tefsîr usûlü diyebileceğimiz tarzda bir mukaddime yazmıştır. “İkinci ayırım” dediği bölüm ise Hafız Osman hattıyla yazılmış Kur’ân metninin de bulunduğu meâl ve tefsîr bölümüdür.
Hasan Basri Çantay (Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm): İlk defa 1953 yılında üç cilt halinde basılan Kur’ân-ı Hakim ve Meâl-i Kerîm, açıklamalı bir Kur’ân meâlidir. Meâlin dili döneminin Türkçesini yansıtmaktadır. Kaynakları arasında Keşşâf, Mefâtihu’l-Gayb, Beydavî, Medârikü’t-Tenzîl ve Uyûnu’t-Tefâsîr gibi klasik eserler bulunmaktadır.
Meâlcilik Hareketi: Meâlcilik hareketinin bir başka ismi olarak kullanılan Kur’âncılık, aslında ilk olarak Hint Alt kıtasında ortaya çıkmıştır. Abdullah Çekrâlevî tarafından geçtiğimiz asrın başında kurulan Ehl-ü’z-Zikr ve’l-Kur’ân hareketi, Hind Müslümanları başta olmak üzere İslâm dünyasının birçok bölgesinde kendisine taraftarlar bulmuştur. Türkiye’deki meâlcilik hareketininse bu oluşumla herhangi bir organik bağı bulunmamaktadır. 1970’li yıllarda Seyyid Kutub’un Türkçe’ye tercüme edilen Fi Zilâli’l- Kur’ân adlı tefsîri ile Yoldaki İşaretler adındaki kitabı, daha sonra neşredilen Mevdûdî’nin Tefhîmu’l-Kur’ân’ı ile Kur’ân’da Dört Terim’i ve usûl sahasında İsmail Cerrahoğlu’nun Tefsîr Usûlü, Türkiye’deki meâlci kesimi derinden etkilemiştir.
Meâl-Tefsîrler: Meâl-tefsîrler sahasında Türkiye’de neşredilmiş en önemli eserler; Muhammed Esed’in Kur’ân Mesajı adındaki çalışması ile Mustafa İslâmoğlu’nun Hayat Kitabı Kur’ân’ı ve İhsan Eliaçık’ın Yaşayan Kur’ân’ıdır.
Muhammed Esed (Kur’ân Mesajı): Esed’in Kur’ân Mesajı, Kur’ân’ı muasır dünyaya anlaşılır bir dille sunmak amacıyla kaleme alınmıştır. Kur’ân ve hadis ile sınırlandırma hususunda selefî düşünceden, âyetleri mecazî yoruma tâbi tutmada İslâm kültüründen, sembolik yaklaşımlarda ise kısmen Batı ve Hint-Pakistan alt kıtası düşünce ekollerinden etkilenmiştir. Çalışmasında, Zemahşerî ve Fahruddîn er-Râzî gibi klasik, Abduh gibi modern kaynakları kullanan Esed; Kur’ân’ı antropolojik, psikolojik, semantik ve semiyotik okumalara da tâbi tutmuştur.
NÜZÛL SIRASINA GÖRE YAZILAN TEFSİRLER
Muhammed İzzet Derveze, et-Tefsîru’l-Hadîs: Nüzûl Sırasına Göre Kur’ân Tefsîri: Derveze bu eseri kaleme almayı düşündüğü sıralarda Şam’da hapishanede bulunuyordu. 1941-1945 yılları arasında Türkiye’de mecburi ikamete zorlandığı yıllarda eserini tamamlayan müfessirin bu tefsîri yazma amacı, modern dönemde İslâm dünyasının Kur’ân’ı anlama noktasında ihtiyaç duyduğu meselelerde onlara yardımcı olmaktır. Kur’ân’da oluşturulan amaç/usûl ve araç/vesâil konuları, tefsîrinde başarıyla ele alınmıştır. Derveze’nin tefsîrini özgün kılan yönlerden biri, hem bir ilim adamı hem de bir aksiyoner olmasıdır. Kanaatimizce tefsîrinde eleştirilebilecek en ciddi görüş, Kur’ân kıssalarının anlatımında önemli olanın, verilmek istenen mesaj olduğunu iddia etmesidir.
Cevapla
  • Benzer Konular
    Cevaplar
    Görüntü
    Son mesaj
  • Bilgi
  • Kimler çevrimiçi

    Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 29 misafir