ERDEM ETİĞİNİN ESKİ YUNAN’DAKİ TEMELLERİ

Cevapla
sinann
Mesajlar: 30
Kayıt: 25 Mar 2017 20:55
İletişim:

26 Mar 2017 14:02

SOCRATES
Socrates bir taş ustasının oğlu olarak dünyaya gelir ve MÖ 469-399 yılları arasında Atina’da yaşar. Platon’un hocasıdır; ki Platon da Aristoteles’in hocası olacaktır. Socrates, bir kişinin kendine rehber kabul ettiği ilkeleri izlemesi ve bağımsız bir düşünce yapısına sahip olması gerektiğini savunan öncü düşünürlerden biridir. Socrates, okulunda verdiği dersleri yazılı notlar üzerinden yapmadığı için onun felsefi öğretilerinin pek çoğu Platon tarafından, Socrates’in ana karakter olarak sunulduğu diyaloglar halinde yazılmıştır.
Socrates, kendisinin hiçbir şey bilmediğini, kendisinde yalnızca "başkalarının bildiklerini bilince çıkarma yeteneği" olduğunu söylemiştir. Yaşamı hakkında elimizde birçok bilgi olmasına yani kişiliği hakkında birçok bilgiye sahip olmamıza karşın, düşünce ve görüşüyle ilgili olarak kendisi bir satır bile yazmamıştır. Onun çevresindeki öğrencileri ile iletişimi diyaloglara dayanır. Sonradan "Sokratik diyaloglar" olarak adlandırılacak olan bu diyaloglarda Sokrates, karşısındakine sorular sorar ve genellikle cevabı yine karşısındakinin vermesini sağlar. Buna günümüzde “Sokratik yöntem” de denir.
Socrates, Atinalılara en iyi nasıl hizmet etmenin yolu olarak onlara ahlak yaşamlarını sorgulamaları için bir felsefi yol çizmeye çalışmıştır. Ona göre “sorgulanmayan bir hayat yaşamaya değmez.” Yaşamının önemli anlarında, içinde bir ses duyduğunu ve bu sesin kendisine ne yapması konusunda bilgi verdiğini söyler Sokrates, ve bu ses için "benim Daimon'um" der. Socrates’e göre her insanın bir “daimon”u vardır; insan ancak kendi “daimon”u ve doğasıyla uyum içinde olduğu sürece mutlu olabilir. Bunun için de, önce kendini tanıması, bilgi yoluyla olgunlaşması gerekir. “Kendini tanı”, Socrates’in dilinden düşürmediği bir buyruktur. Mutluluğu gerçekleştirmek bazı erdemleri gerektirir. Bu erdemlerin başında da Socrates’e göre bilgelik gelir.
Socrates, Atinalıları her birinin kendi ahlaki seçimlerinden sorumlu olduklarına ve yanlış seçimlerin cehaletten ve bilgi yoksunluğundan kaynaklandığına inandırmak istemiştir. Dolayısıyla doğru bir akıl yürütme ve meseleler üzerine felsefi düşünme yoluyla bu cehaletin aşılabileceğini inanmıştır. Fakat dönemin baskıcı Atina hükümeti Socrates gibi düşünmemiş, MÖ 399 yılında onu hapse atmışlar, Atina’nın gençlerini, baştan çıkarıcı fikirleriyle ve onlara yanlış tanrılar tanıtarak yoldan çıkardığı iddialarına dayanarak ölüme mahkûm etmişlerdir. Atina hükümeti, Sokrates’in “Daimon” dediği şeyin yeni bir Tanrı fikri olduğunu iddia etmişlerdir. Oysa Socrates’in söylemek istediği insanın kendiyle uyum içinde olup olmadığını içsel bir yargılamaya tabi tutmasını sağlayan “iç ses”tir.
Platon, Socrates’in bu durumunu “Kriton” diyalogunda anlatır: Socrates’in eski öğrencisi Kriton, onu hapisten kaçmaya ikna etmeye çalışır. Socrates bunu reddeder ve gerekçelerini açıklar. Socrates, önce izlenmesi gereken yaklaşıma ilişkin bazı belirlemeler yapar:
1. Kararımızı duygularımızın belirlemesine izin vermemeliyiz; sorunu incelemeli ve en iyi akıl yürütme yöntemini izlemeliyiz. Olguları olduğu gibi algılamaya ve aklımızda bir soru işareti bırakmamaya dikkat etmeliyiz. Bu tür sorular akla dayanarak cevaplanabilir ve cevaplanmalıdır.
2. Bu tür sorulara, insanların genel düşünme biçimlerine başvurarak cevap veremeyiz. İnsanlar yanılabilirler. Doğru olduğunu düşündüğümüz bir cevap bulmak için uğraşmalıyız. Bağımsız düşünmeliyiz.
3. Asla ahlaki olarak yanlış bir şey yapmamalıyız. Yanıtlamamız gereken tek soru, bize önerilen şeyin doğru mu yoksa yanlış mı olduğudur; bize ne olacağı, hakkımızda insanların ne düşüneceği ya da olan bitenle ilgili ne hissettiğimiz değil.
Sokrates, hapisten kaçarak yasalara karşı gelmemesi gerektiğini göstermek için üç temel ilke arasındaki ilişkiyi irdeler: Bağımsızlık, eylemlerin haklılaştırılması ve topluma karşı duyulan sorumluluk.
1. Asla hiç kimseye zarar vermemeliyiz. Sokrates’in kaçışı, devletin yasalarının ihlali ve önemsenmemesi anlamına geleceği için devlete zarar verecektir.
2. Eğer, kişi bir devletten ayrılabileceği halde orada yaşamayı sürdürüyorsa, zımni olarak yasalara itaat etmeyi kabul etmiş demektir; buna göre Sokrates, eğer kaçarsa bir sözleşmeye aykırı davranmış olur; bu da yapılmaması gereken bir şeydir.
3. Kişinin toplumu ya da devleti, kişinin adeta ebeveyni ve öğretmenidir ve kişi onların koyduğu kurallara o güne dek sessiz kaldıysa bu kurallar yalnızca belli bir durumda kendisi için olumsuz sonuçlara yol açıyorsa bunlara itaat etmelidir.
Socrates, Kriton’a ömrünü bir Atina yurttaşı olarak geçirdiğini ve neden yasaya karşı çıkarak hapisten kaçması gerektiğini sorar. Ona göre bu, hem yasaya saygısızlık hem de yasaya aykırılıktır. Socrates şöyle der:
Tüm yaşamımı Atina'da sürdürdüm, isteseydim bu kenti bırakıp gidebilirdim. Atina'dan ayrılmam için hiçbir engel yoktu fakat bunu yapmadım. Yetmiş yıllık yaşamım boyunca Atina'nın yasalarının korumasına sığındım, bu yasaların tüm koruyuculuğundan yararlandım. Böyle davranmakla içimden gelen bir yükümlülük altına girdim. Bu yükümlülük, tüm yaşamımı bağladığım yasalara uymaktır. Şimdi bu yasaların hakkımda uygulayacakları (yasalar ister âdil olsun ister olmasın) bir kanuna uymazsam, içimden vermiş bulunduğum sözde durmamış olurum. Başka bir kente gitsem, o kentin insanları bana, haklı olarak, Atina'nın yasaları bozduğum için, bu kez kendi yasalarına uymayacağımı söyleyecekler ve bana iyi gözle bakmayacaklardır.
Socrates Kriton’a şunu sorar: “Hapisten kaçarsam Atina halkına nasıl bir mesaj göndermiş olacağım? Gerçekten erdemli bir davranışı o zaman nerede öğreteceğim, Atina’nın dışında başka bir yerde mi? Bu yaptığım ikiyüzlülük olur, iki oğlum var. Böyle bir şey yaparsam onlara nasıl bir mesaj vermiş olacağım?” Socrates “eğer hapiste kalırsa ve idam edilirse asıl o zaman gerçekten Atina’nın ahlakını geliştirmeye hizmet edebilirim” der. Kriton da Socrates’in neden hapiste kalmasının doğru olacağını anlar ve başka bir şey söylemez. Socrates burada aklı yürütmesini, kaçma iddialarına karşı, bir kaçak olmasının ya da sürgüne gitmesinin, gerçekten de, kendisi için, arkadaşları için, hatta ailesi için bile iyi bir şey olmayacağının öne sürerek tamamlar; ayrıca ölümden sonra hayat olsa da olmasa da, ölümün, yapabileceğinin en iyisini yapmış olan yaşlı bir adam için kötü bir şey olmadığını da belirtir. Başka bir deyişle, karşı tarafın (kaçmasını isteyenlerin) iyi hiçbir ahlaki temeli olmadığını, sağduyusal temelden de yoksun olduğunu savunur.
Böylelikle Socrates kendi özel durumunda ne yapması gerektiğine ilişkin bir sonuca ulaşır. Bu, ahlaki konularda tipik bir akıl yürütme biçimidir. Bu ahlaki akıl yürütme biçiminde kişi, belli bir durumda ne yapacağına, belli genel ilkelere ve kurallara dayanarak karar verir; kişi genel ilkeler benimser ve bunları tekil durumlara uygular. Bu işlemin ne kadar doğal bir şekilde yapıldığını Kriton’u okuyan herkes açık bir şekilde görecektir.
Socrates, Kriton’da üç ilkesinin de aynı sonuca götürdüğünü düşünüyor olmalıdır. Ama bazen, iki ya da daha fazla kural aynı duruma uygulandığında sonuç böyle olmayabilir. Aslında ahlaki sorunların çoğu, daha önce konuştuğumuz gibi, bir ikilemin ya da çatışmanın yaşandığı, yani bir etik ilkenin ya da ahlak normunun bir tarafa, bir başkasının ise diğer tarafa götürdüğü durumlarda ortaya çıkar. Platon’un Savunma (Apology) diyaloğunda, Socrates şunları söylerken temsil edilir: “Eğer devlet, yaşamını, yaptığı öğretmenlik işini (felsefeci olarak kendi toplumsal görevini böyle tanımlar), artık geçmişte yaptığı gibi yapmaması koşuluyla bağışlarsa, o buna itaat etmeyecektir.” Çünkü Sokrates’e göre, Tanrı Apollo ona öğretme görevi vermiştir ve Sokrates’in öğretmenliği, devletin gerçek iyiliği bakımından zorunludur. Böylece Sokrates bir “ödevler çatışması”na girer. Ödevi devlete itaat etmektir ama diğer ödevlerini devlete itaat etmeye göre öncelik taşıyan ödevler olarak görür. Böylece burada Socrates sorunu, sadece kurallara başvurarak değil, çünkü bu yeterli değildir, hangi kuralların öncelik taşıdığına karar vererek çözer.
PLATON
Socrates’in infazının ardından Platon (MÖ 428-347) Atina’daki politik ortamla çatışmalı bir duruma girrr, insanın siyaset yaşamı içinde olmasının önemine inanmakla birlikte, felsefe çalışmaları tercih ederek Atina’yı terk eder. Uzakta olduğu 12 yıllık sürede bir İtalyan kolonisinde Yunan felsefeci Pythagoras’ın oluşturduğu bir komünde ve bir de Mısır’da bir tarıma dayalı toplulukla vakit geçirdiği düşünülmektedir. Bazı araştırmacılar, Platon’un felsefecilerin yönetimde olduğu ütopyan bir dünya tasavvur ettiği Republic (Devlet) adlı eserine seyahatlerinde edindiği deneyimlerin sızdığını söylerler.
Atina’ya döndükten sonra Platon, tarihteki ilk üniversite olarak kabul edilen Akademi’yi kurar. Burada temel bilimler (astronomi, fizik), matematik ve felsefe eğitimi verilir. Platon birleşimiyle en büyük erdem olarak gördüğü “adalet”i yaratacak olan “ölçülü olma”, cesaret” ve “bilgelik”in erdemleri üzerinde dersler verir. Adalet o dönemde bugünkü anlamından daha geniş bir anlama sahiptir: Adalet “iyi yaşam” demek, bu da en yüksek iyi olan ahlakla erişilebilecek bir şeydir. İyi bir yaşama sahip olmak ahlaki bir yaşama sahip olmak demektir. Ancak Platon Republic’te, insan türünün davranış ve eylemlerinin ahlaklı olma kapasitesinin yüksek olmadığını, eğer fırsat verilse insanların ahlaksız eylemlerle bulunacaklarını söylemiştir. Platon’a göre etik temelde doğru davranış, insanın aklını kullanmasını ve doğru bir şekilde akıl yürütmesini gerektirir ve bunu doğru bir şekilde başaranlar da yönetici olmalı, Republic’in başında bunu becerebilen insanlar olmalıdır. Bunu en iyi becerenler ise filozoflar olabilir. Filozof Kral, Republic’i yönetmelidir.
Platon’un Mağara Alegorisi özellikle halkın çoğunluğunun neden doğru bir şekilde akıl yürütemediğini açıklamaya çalıştığı önemli bir bölümdür. Bir mağaranın içinde boyunlarından ve ayak bileklerinden zincire vurulmuş ve yerlerinden kımıldayamayan insanlar yalnızca karşılarındaki duvara bakabilmekte ve kafalarını çevirememektedir. Arkalarında, mağaranın çıkışında bir ateş yanmakta ve ateşle zincire vurulmuş insanlar arasındaki bir yoldan kafalarının üstünde nesneler tutan kuklacılar geçmektedir.
Bunların gölgesi, mahkûmların baktığı duvara yansımakta ve onlar için bu gölgeler gerçekliğin kendisi olmaktadır. Mahkûmlardan biri mağaradan kaçıp günışığına çıkmayı başarır. Dışarıdaki gerçek dünyayı görür ve geri dönüp mahkûmlara hakikati anlatmaya, duvarda gördüklerinin hakikatin kendisi değil sadece gölgeler olduğunu anlatmaya çabalar. Fakat kimse ona inanmaz.

Bu alegoride, “mahkûmlar” toplumun genelini simgeler, duvardaki “gölgeler” ise bizim gerçek kabul ettiğimiz dünyaya ilişkin görünümlerdir. “Kuklacılar” bizim gerçeğe ulaşmamızı engelleyen toplumsal önyargılar, kabuller ve yanlış inançlardır. Fakat biz onları “hakikat”in ta kendisi olarak görmeye öylesine alışmışızdır ki, bize asıl gerçeği göstermek isteyenlere inanmayız. Bu gerçeğe ulaşılabilenler ise bilge kişilerdir ve toplumu yönetmesi ve nihai doğrunun bilgisine sahip olanlar ve bunu reddedileceğini bilse bile dile getirmekten kaçınmayacak olanlar da bunlardır.
ARİSTOTELES
Hem Socrates, hem de Platon’un düşüncelerinin Aristoteles (MÖ 384-322) üzerinde önemli etkisi olmuştur. Makedonya’da doğmuş, MÖ 367’de Atina’ya yerleşerek Platon’un Akademi’sinde 20 yıl geçirmiştir. Platon’un ölümünün ardından Atina’dan uzun yıllar ayrı kalmış, MÖ 335’teki dönüşünde kendi okulu olan, Lyceum’u kurmuştur. Aristoteles‘in etik üzerine olan çalışmaları öğrencisi Eudemos’un bir araya getirdiği Eudemos’a Etik ve ölümünden hemen önce yazdıklarından oluşan ve dolayısıyla düşüncelerini en doğru temsil ettiğine inanılan, oğlu Nikomakhos’un derlediği Nikomakhos’a Etik’dir.
Tarih boyunca ahlak, belli huyların ya da özelliklerin geliştirilmesiyle ilgilenmiştir; bunların içinde, “karakter” ile dürüstlük, iyi yüreklilik ve vicdanlılık gibi “faziletler” (eski moda ama kullanışlı bir terim) vardır. Erdemler, hiçbir şekilde doğuştan olmayan huylar ya da karakter özellikleridir. Bütün erdemlerin kazanılmaları gerekir. Aynı zamanda erdemler, cazibe ya da utangaçlık gibi “kişisel” özelliklerden daha çok “karakter” özellikleridir ve hepsi, belli tür durumlarda belli eylemlerde bulunma eğilimini içerirler. Bunlar kişinin kullanmadan, kendiliğinden sahip olabileceği kabiliyetler ya da beceriler değildir. Aslında ahlakın, kurallarla ya da ilkelerle ilgili bir şey olmadığı, bu tür huyların ya da özelliklerin geliştirilmesiyle ilgili bir şey olduğu önerilir. Platon ve Aristoteles, ahlakı bu şekilde düşünürler, çünkü esas olatak, neyin doğru a da neyin yükümlülük olduğundan çok, erdemlerden ya da erdemlilikten bahsederler. Buna göre, ünlü İngiliz yazar Leslie Stephen’ın söylediği gibi;
…Ahlak içseldir. Ahlak yasası… “Bunu yap” biçiminde değil, “bu ol” biçimde ifade edilmelidir… Gerçek ahlak yasası, “öldürme” demek yerine “nefret etme” der… Ahlak yasasını ifade etmenin tek şekli, bu yasayı bir karakter kuralı gibi ifade etmek olmalıdır.
(Bu tartışmanın devamı Batı Felsefesi Klasikleri Ders Notu’nda…)
ALTIN ORAN
Aristoteles’e göre ahlaki karar vermek bir yetenektir (a techne) ve ahlaki davranışın bilimsel bir kesinliği olamaz, her duruma uyan bir formülü yoktur. Aristoteles kendi yaklaşımına bir isim vermemiştir ancak genellikle onun teorisi Altın Oran/Orta (Golden Mean) adıyla anılır. Her ne kadar Aristoteles belli ahlaki durumlarda her zaman geçerli doğru bir eylem tipi belirlememiş olsa da ona göre uç noktalardan kaçınmak gerekir. Aristoteles’e göre erdem, aşırılık (excess) ile yetersizlik (deficiency) arasındaki orta noktada açığa çıkar. Örneğin cesaret erdemi, iki aşırı uç arasında durur: bir uçta gözükaralık vardır, diğer uçta korkaklık. Bu iki extreme arasındaki kusursuz noktanın ne olduğu kişiden kişiye ya da durumdan duruma değişebilir.
Savurganlık --------------------------Cömertlik………………………….Cimrilik
Şaklabanlık----------------------------Kibarlık---------------------------Kabalık
Bu iki aşırı uç arasındaki en erdemli eylemi nasıl belirleriz? Neyi nasıl seçeceğimizi ve davranışımıza nasıl yön vereceğimizi bilmek Aristoteles’e göre ancak doğru bir karaktere sahip olmakla mümkün olabilir. Bu da yalnızca okumakla ve onun hakkında bilgi sahibi olmakla kazanılmaz. Ahlaki erdem eyleyerek öğrenilmeli, erdemli davranışlarda bulunarak geliştirilmelidir, bu konuda pratik yapılmaya ihtiyaç duyar. Ahlaki erdemler deneyimle oluşur ve giderek alışkanlığa dönüşür. Altın Oran’ı kullanabilmek doğru bir karaktere sahip olmayı gerektirir.
ÖRNEK OLAY
(Endişelenmeyin, bu soru vizede çıkmayacak! Altın Oran üzerine düşünebilmeniz için notlara dâhil edildi).
Yerel bir haber kuruluşunda çalışıyorsunuz. Telsizden tek bir arabanın karıştığı kötü bir trafik kazası haberi geldi ve bir lise öğrencinin kazada öldüğü söylendi. Haber merkezi olay yerine bir fotoğrafçı gönderdi ve çok çeşitli görüntüler elde edildi (ürpertici, kan revan içindeki ceset görüntülerinden yalnızca olay yerinde bekleşen polisleri, sağlık görevlilerini vs. gösteren sıradan olay yeri görüntülerine kadar). Siz ve meslektaşlarınız ertesi günün baskısı için bunlar arasından seçim yapmak, haber sitesine de fotoğraflar yüklemek durumundasınız. Ve her olayda olduğu gibi bu olayın da bir arka planı var: Son 30 gün içinde gazetenin çıkarıldığı şehirde dört lise öğrencisinin daha araba kazasında öldüğü ve hepsinin de yasal yaşın altında alkol almış olduğu tespit edilmiş durumda. Polis, alkol alımının da kazada bir etmen olabileceğini söylüyor. Şehir halkı da haliyle bu durum nedeniyle oldukça endişeli. Dolayısıyla münferit bir olaydan değil, toplum için önemli bir sorun haline gelmekte olan bir durum söz konusu. Haberciliğin gereği olarak kendinizi durumun vahametini de dile getirmek konusunda sorumlu hissediyorsunuz. Altın Oran doktrini, hangi fotoğrafların siteye konabileceği, ya da nasıl bir video yüklemenin uygun olacağı ve nasıl bir haber kurgulanması gerektiği konusunda size nasıl yol gösterebilir?
Cevapla
  • Bilgi
  • Kimler çevrimiçi

    Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 6 misafir