Islam kurumları ve medeniyeti

Cevapla
akif1453
Mesajlar: 1
Kayıt: 09 Haz 2019 22:12
İletişim:

09 Haz 2019 22:14

ÜNİTE 4
TÜRK İSLAM SANATI VE MİMARİSİ

A. ANADOLU DIŞINDA TÜRK İSLAM SANATI VE MİMARİSİ1
1. Karahanlı Devri (960–1212) Mimarisine Genel Bakış
Karahanlılar, eserlerini X. asra tarihlenen Mezar-ı Şîr Kebir örneğinde olduğu üzere, önce kerpiçten yapmışlardı. XI. yüzyıla tarihlenen Hazara Câmii’nde tuğla ve kerpiç birlikte kullanılmıştır.
Bu caminin en önemli özelliği ortadaki dört sütun üzerine istinat eden merkezi kubbe ile bunun dört kenarlarında tonozlardan ve köşelerde ise dört küçük kubbe ile örtülen kare planlı harimdir. Böylece, XVI. yüzyılda Osmanlı mimarisinde gördüğümüz merkezî plânlı câmiler daha ilk Müslüman Türk devletinde denenmiştir.
XI. asır sonları veya XII. asır başlarından kaldığı tahmin edilen tamamen tuğladan yapılan Talhatan Baba Câmii de merkezî plânlı bir câmidir. Ancak burada ortadaki tromplu kubbe, iki yanda yer alan tonozlarla genişletilmiştir. Bütün bunlar, Türklerin daha ilk devirden beri değişik ve merkezî plânlı câmiler yapmaya olan istidadını gösterir. Karahanlı mimârisinde karşılaştığımız diğer bir özellik, Kalan ve Özkent örneklerinde olduğu üzere minarelerin silindirik gövdeli olması ve bu gövdelerin geometrik süslemeli kuşaklarla zenginleştirilmesidir.
Karahanlıların dini yapıları ile birlikte İslam mimarisinde taçkapı anlayışı da gelişmiş; Abbasi süsleme elemanlarında soyutlaşmaya doğru gördüğümüz gelişme, burada geometrik tezyinatın artık tamamen hâkim olmasıyla yeni bir safhaya ulaşmıştır.
Ayrıca kûfi ve sülüs yazılar, muhteşem taçkapılarda süsleme elemanı olarak yerini almıştır. Bunun en güzel örneği Tim Arap Ata ve Özkent türbeleridir. Bilinen en eski medrese olan Semerkant’taki Tamgaç Han Medresesi de yine dört eyvanlı bir Karahanlı eseridir.
2. Gazneli Devri (962-1186) Mimârisinin Genel Özellikleri
Şimdiki Afganistan ve Pakistan’da hüküm süren, Hindistan’ın kuzeyini de nüfuzu altında bulunduran Gaznelilerin en önemli eserlerinden olan Afganistan’daki Leşker-i Bazar Ulu Câmii, yatık dikdörtgen plânı ve mihrap önünde iki sahın genişliğinde yer alan kubbesi ile dikkati çekmektedir. Mihrap önünün böyle çift sahın boyunca büyük bir kubbe ile örtülmesi geleneği Artuklular vasıtasıyla Anadolu’da Mardin, Siirt ve Silvan’daki câmilere kadar ulaşmıştır. Türklerin mimaride yeni ve değişik üslup elde etme çabalarının en güzel bir delili olarak Gazne’deki III. Mesud’un ve Behram Şah’ın sekiz kollu yıldız şeklinde yükselen tuğla süslemeli minarelerini gösterebiliriz.
Gazneli sanatı hakkında etraflıca bilgileri Leşker-i Bazar Câmiinden çok, aynı yerdeki saraydan elde ediyoruz. Kazılar neticesinde meydana çıkarılan sarayın plânı, bizzat Sultan I. Mesud tarafından çizilmiş ve inşaat 1036 yılında bitirilmiştir. Bu saray ortadaki düzgün dikdörtgen avlunun dört yanında bulunan dört eyvanı ve taht salonundaki duvar resimleriyle önemlidir.
Kaftanlarda, yumuşak çizmelerden ve pantolonlardan ibaret giyimleri ve “ay yüz badem göz” diye tarif edilen simaları ile bu resimlerde doğrudan doğruya Uygur resimlerinin tesiri görülür.
Taht salonu duvarlarını süsleyen insan figürleri tarihçilerin etraflıca tasvir ettikleri sultanın muhafız teşkilatının kıyafet ve silahlarını aynen temsil etmektedir. Dört eyvanlı plân şemasının bu Leşker-i Bazar sarayından başka Gazne’deki III. Mesud Sarayında (1112) da tatbik edilmesi, bu plân şemasının Gazneliler tarafından da sevilerek kullanıldığını göstermektedir.

3. Büyük Selçuklu Devri (1040–1157) Mimârisine Toplu Bakış
Büyük Selçuklu devleti Karahanlı ve o zamana kadarki İslâm mimâri geleneğinden istifade etmekle beraber mimâriye önemli yenilikler getirdiler. Birinci olarak, kaynağı genellikle Orta Asya evlerine dayandırılan dört eyvanlı, avlulu câmi ve medrese mimarisi Selçuklularda daha da yaygınlaşmıştır. Nişabur, Bağdat, Rey, Hargird, Tûs, İsfahan, Herat, Belh medreseleri bilhassa meşhur olmuştu. Fakat bu medreselerden günümüze sadece Hargird ve Rey medreselerinden bazı kısımlar ayakta kalabilmiştir.
ikinci olarak câmilerde mihrap önü kubbesini kare bir şema üzerine yerleştirilerek sekiz ayak üzerine oturtmuşlardır. İsfahan Mescid-i Cuması’nın Melikşah (1080) ve Terken (1088) kubbeleri ile Gülpâyegân (1108-1116) Câmiin kubbesi ve Barsiyan Mescidi (1134). Kare mekândan kubbeye geçiş için köşelerde üç dilimli tromp kullanılmıştır. Aslında Sâsânilerden beri bilinen tromp, Türklere gelinceye kadar düzgün daire şeklindeydi. Ancak Selçuklularda bu tromp üç dilimli hale getirilmek suretiyle hem estetik hem inşâî bakımdan bir gelişme göstermiş, diğer taraftan da mukarnasların doğmasına ilhâm kaynağı olmuştur.
Üçüncü olarak, medreselerde başlayan dört eyvanlı plan, camilerde de tatbik edilmiş; eldeki mevcut bilgilere göre ilk olarak Zevvare Mescid-i Cuma’sı (1135) bu anlayışla yapılmıştır.Bunu ise 1158 tarihli Ardistan Mescid-i Cuma takip etmiştir. Saf nizamına ve toplu mekân elde etmeye uygun olmayan bir plân Selçuklularda iyice benimsenmiş ve Malatya Ulu Câmi de kısmen aynı anlayışta yapılmıştır. Büyük Selçuklu minareleri de Karahanlı minareleri gibi yuvarlak gövdeli olup yatay kuşaklarla süslenmişti.
Dördüncü olarak, Doğu ile Batı arasındaki çok önemli ticaret yollarının bu imparatorluğun sınırları içinden geçmesi, ribat adıyla anılan kervansarayların gelişmesine sebep olmuştur. Daha sonra Anadolu Selçuklularında en güzel şeklini bulan, Büyük Selçuklu Kervansarayları da medreseler gibi, ortadaki bir avlu etrafına dört eyvanlı ve revaklı olarak yapılıyordu.
Beşinci olarak, Büyük Selçuklular türbe mimarisinde de başarılı eserler meydana getirmişlerdir.
Gövdelerinin şekillerine göre yuvarlak kare ve çokgen planlı ve abidevi olmak üzere dört grupta incelenen bu türbeleri genellikle iki katlı olup yer seviyesinden altta kalan kısmı mumyalık, üst kısma ise mescit adı verilmektedir.
İçinde cenazenin defnedildiği yere mumuyalık denir. Ortadaki mescit ise sembolik bir mihrap ihtiva etmek ve ölen kimsenin hatırasını canlı tutmak için yapılmıştı. Çokgen gövdeli türbeler grubuna giren türbeler genellikle sekiz, on ve onikigen şeklinde yapılmış olup üstleri daha ziyade dıştan sivri külahlı veya ehrâmî örtü; içten ise yuvarlak kubbe ile örtülmüştür. Kare plânlı türbelerin en güzel örneğine Merağa’daki Künbed-i Surh’da (1147) rastlıyoruz. Bir Atabekli eseri olan ve zarif mimarisi kadar çini süslemeleri ile de dikkati çeken Nahcıvan Mü’mine Hatun Kümbeti’ni (1186) çokgen gövdelilere, 1184 tarihli Urmiye’deki Se Künbedi ise yuvarlak gövdeli türbelere örnek olarak gösterebiliriz. Merv Sultan Sancar Türbesi kare gövdeli türbeler grubuna giren, fakat yuvarlak gövdeli kasnak kısmının çok yüksek yapılmasıyla onlardan ayrılır.

4. Diğer Türk İslam Devletlerinin Mimari Eserlerinden Örnekler2
Elhamra Sarayı (Nasrîler):
Endülüs mimarisi kadar bütün İslam sanatı’nın da gurur kaynağı olan Elhamra Sarayı, Beni Ahmer Devleti (Nasrîler)’nin başkenti olan Gırnata’da şehre ve yanından geçen Darro nehrine bakan yayvan bir tepe üzerinde bulunmaktadır. Elhamra (kırmızı) adı, saray binalarının inşasında kullanılan malzemenin renginden ötürü verilmiştir.
Pek çok kule, kasır ve avlulardan oluşan saray kompleksinin etrafı güçlü surlarla çevrilidir. Ancak sarayın bugün ayakta kalan bölümlerinin büyük kısmı I. Yusuf (1333-1354) ve Gani Billah V. Muhammed (1354-1359, 1362-1391) tarafından inşa ettirilmiştir. XV. yüzyıl boyunca Elhamra’ya eklenen tek bina, VII. Muhammed’in (1392-1408) yaptırdığı Prensesler Kulesi olmuştur.
Elhamra Sarayı 1492 tarihinde İspanyollar tarafından ele geçirilerek kraliyet sarayı haline getirilmiştir. V. Carlos zamanında ise Elhamra’nın içine Rönesans üslubunda Elhamra’nın bütünlüğünü bozan bir saray yaptırılmıştır. Napolyon’un kuvvetleri 1809 yılında işgal ettikleri Gırnata’dan çekilirken kuleleri havaya uçurmaya teşebbüs etmişlerse de bu emellerine ulaşamamışlardır.
Elhamra sarayının tezyinatında genellikle alçı, çini ve mermer, belli oranda da ahşap kullanılmıştır. Süslemelerde çeşitli renklerin yanı sıra altın yaldıza da yer verilmiştir. Süslemelerin esasını zengin bitkisel motifler teşkil etmekle birlikte bunlarla ustaca kaynaştırılan hat unsurları da dikkat çekecek boyuttadır.
Kahire Baybars Camii
Eser, I. Baybars tarafından 1266 yılında Kahire’de inşa ettirilmiştir. Kare bir kuşatma duvarı ile çevrelenen cami, üç yönden çifte galerilerle çevrelenen dikdörtgen bir avlu ile kıble duvarına paralel altı sıra sahınlı harim kısmından oluşmaktadır. Caminin avluya açılan üç girişi olup, kapı revakı şeklindeki bu girişler nişlerle teşkilatlandırılmıştır. Eserde Tolunoğlu Camii’nin etkileri görülmektedir.
Kahire Sultan Hasan Medresesi
Türk Memluk medrese mimarisinin en başarılı eseri olan Sultan Hasan Medresesi, 1356-1362 yılları arasında inşa edilmiştir. Medrese, dört eyvanlı avluludur. Avlunun dört köşesinde birer küçük avlu etrafına toplanmış hücrelerden oluşmaktadır. Mescit olarak kullanılan ve diğerlerinden daha derin ve geniş tutulmuş doğu eyvanının arkasında sultanın gömülü bulunduğu kare planlı üzeri kubbe ile örtülü türbe yer almaktadır. Portalı kuzey cephesinin batı köşesinde bulunmaktadır.
Şam Busra Gümüştekin Medresesi
Eser, Şam Atabekleri’nden Busra Valisi Gümüştekin tarafından 1136 yılında yaptırılmıştır. Suriye’deki en eski medrese olan yapı, kareye yakın dikdörtgen formundadır. Mescidin kuzeyinde bir avlu vardır. Vaktiyle kubbeli olan avlunun dışında, yapının bütün birimleri düz çatılıdır. Medrese, kubbeli avlusu ile Büyük Selçuklu geleneğinden ayrılmakta olup, bu formuyla daha sonraki gelişmeler açısından önem arzetmektedir.
Ahlat Emir Bayındır Kümbedi
Kümbet, Ahlat’ta Emir Bayındır için 1492 tarihinde yapılmıştır. Bir caminin yanıbaşında inşa edilen baldaken tarzındaki kümbet, kenarları üçgen şeklinde pahlanmış yüksek bir kaide üzerine oturmakta olup, silindirik gövdenin orta kısmının 3/4 lük kısmı sütunlar üzerine dekoratif kemerlerle teşkilatlandırılmıştır. Gövde kısmı üstte mukarnaslı kornişlerle nihayetlenen kümbedin üstü konik bir külahla örtülüdür.
Tebriz Gök Mescit
Karakoyunlu hükümdarı Muzafferuddin Cihanşah tarafından 1465 yılında yaptırılmıştır. Tuğladan inşa edilen eser, merkezi kubbeli bir cami denemesi olup simetrik bir plana sahiptir. Adını firuze rengi çini mozaik süslemelerinden alır. Cephesinin ortasında portal ve köşelerinde yükselen çini kaplı iki yuvarlak minaresi bulunmaktadır.
Semerkant Uluğ Bey Medresesi
Timur’un torunu Uluğ Bey tarafından 1417–1420 tarihleri arasında yaptırılan medrese, Semerkant’ta “kumluk meydan” anlamına gelen Registan’ın batısında bulunmaktadır. Eser dört eyvanlı, dört minareli ve iki katlı olarak yapılmış olup, yapının köşelerine birer dershane, aralara da üçlü gruplar halinde hücreler sıralanmıştır. Abidevî taç kapı köşelerdeki birer minare ile ön cepheye hâkimdir.
Medrese, iç ve dış duvarlarını bezeyen lacivert, firuze ve beyaz renkte sırlı tuğla ve çini mozaikleri ile meşhurdur. Uluğ Bey Medresesi’nin bulunduğu meydanda XVII. yüzyıla ait iki medrese (Şirdar ve Tilla Kari) daha yer almaktadır.
Gur-i Mir/Gur-Emir Türbesi
Timur tarafından Semerkant’ta yaptırılan eser, Timurlu mimarisinin en abidevî yapısıdır. 1405 yılında tamamlanan türbe, daha önceden mevcut bir medrese ile bir hankahtan ibaret olan gruba sonradan ilave edilmiştir. Türbe dıştan sekizgen, içten kare formunda olup, çok yüksek silindirik kasnak üzerine yivli, firuze rengi çinilerle kaplı bir dış kubbe ile örtülüdür.
Türbe içerisinde Timur, Şahruh, Uluğ Bey, Muhammed Sultan ve Timur’un diğer iki oğluna ait mezarlar bulunmaktadır. Üst salondaki Timur’un sandukası koyu yeşil yeşim taşındandır. Türbede Firuze rengin hakimdir.

Ahmet Yesevi Türbesi
1166 yılında vefat eden ünlü Türk büyüğü Hoca Ahmet Yesevi adına Timur tarafından Yesi/Türkistan şehrinde, harap haldeki eski türbenin yerinde inşa edilmiştir. 1395’den sonra yapılan türbe bir külliyenin parçası olup, dikdörtgen bir forma sahiptir. Cami ve medrese olarak kullanılan büyük kubbeli orta mekan, çeşitli amaçlar için oluşturulmuş çok sayıda yan birimlerle çevrelenmiştir. Yüksek taç kapısı, büyük kubbesi ve çini süslemeleri ile dikkat çekicidir. Timur’un vakfetmiş olduğu iki ton ağırlığındaki dev tunç kazan da burada yer almaktadır.
Tac Mahal
Eser, Babürlü Sultanı Şah Cihan tarafından genç yaşta ölen eşi Mümtaz Mahal anısına 1630-1647 yılları arasında Agra’da inşa ettirilmiştir.Kare biçimindeki üst taraçanın her bir köşesinde 39 m. boyunda birer adet zarif minare bulunmaktadır. Tamamen beyaz mermerden meydana getirilen eserin kubbesi, dıştan 75 m. yüksekliği ile dünyanın en yüksek kubbeleri arasındadır.

B. ANADOLU’DA TÜRK İSLAM SANATI VE MİMARİSİ
1. ANADOLU SELÇUKLU DEVRİ (1075-1318)
I. Câmiler
Plân
Selçuklu câmileri, birkaç grupta inceleyebileceğimiz plân özelliklerine sahiptir. Karamağaralı’nın tasnifine göre bunları ana hatlarıyla şu şekilde özetleyebiliriz:
Çok payeli olarak yapılan câmilerde sahınlar kıbleye dik veya paralel olabilmektedir. Bazen mihrap önünde bir kubbesi de bulunan ve çok sayıda payelerin taşıdığı, içten tonozlarla, dıştan düz toprak damla örtülmüş olan büyük ebatlı bu câmiler, cuma namazını kılmak için ideal kabul edilmiştir.
Özellikle Van, Konya, Sivas, Erzurum, Divriği gibi merkezi şehirlerde bu tür çok payeli “ulu camilerin” yapıldığını görmekteyiz.
Büyük Selçuklu Tipi plânlar, Orta Asya’daki Türk ev mimarisinden kaynaklandığı kabul edilen dört eyvan şeması, biraz değişikliğe uğrayarak Anadolu camilerinde de uygulanmıştır. Bunlar içinde bilhassa Malatya Ulu Câmii önemli bir yer işgal eder. Kayseri Ulu Câmii’nde de Büyük Selçuklu câmi geleneğinin izlerini bulmak mümkündür.
Dik üç sahanlı,Divriği Kale, Bünyan Ulu ve Amasya Burmalı Minareli câmilerin kıbleye dik üç sahınlı olarak inşa edilmişlerdir. Bu tip câmiler diğerlerine göre daha küçük ebatlı olup, genellikle mihrap mihverindeki sahın, kubbelerle veya yüksek tutulmak suretiyle vurgulanmıştır.
Dördüncü,Mardin, Kızıltepe, Silvan ulu câmilerinde tatbik edilen dördüncü tipte ise kıbleye paralel olarak yerleştirilen sahınların iki veya üçünü kesen mihrap önü mekânı büyükçe bir kubbeyle, diğer mekânlar tonozlarla örtülmüştür. Gaznelilerin Leşker-i Bazâr Câmiinde uyguladıkları plânın bir benzerinin Anadolu’da devam ettirilmiş olmasıdır.
Selçuklular zamanında yapılan bazı camilerde üst örtüyü taşıyıcı elemanlar olarak kagir yerine ağaç direklerin de kullanıldığı görülmektedir. Bu câmilerin en eskisi Konya Sahip Atâ Câmii olup onu ve Afyon Ulu Sivrihisar Ankara Arslanhane câmileri takip etmiştir.
Beşinci grupta yer alan mabetlerden olan Konya’daki Taş Mescid’i, Sırçalı Mescit ve Hoca Hasan gibi küçük binalar tek kubbeyle örtülmüşlerdir.
Cepheler ve duvarlar
Selçuklu yapılarında güzellik parçalarda arandığı için, tezyinat mimarinin önüne geçmiştir.
Bu sebeple, başta taçkapı olmak üzere mihrap, minber, minare, minber ve sütun başlıkları gibi unsurlar önem kazanmıştır. Anadolu Selçuklu mimari eserleri taçkapıları genellikle mihrâbın mihveri üzerinde yer almakla beraber bazen inşâî zaruretlerle, bazen zaruret olmaksızın yan taraflarda bulunmaktadır. Divriği Kale Câmii ve Amasya Gök Medrese Câmii taçkapıları böyle mihrap mihverinin üzerindedir. Ancak Niğde Alâeddin Câmiin iki portalinden kuzeydeki tam mihver üzerinde olmayıp biraz doğuya alınmıştır. Büyük ebatlı câmilerde taçkapı sayısı ekseriyetle birden fazladır ve bazen üçü bulmaktadır. Bu gibi durumlarda yan taraflardaki taçkapılar, genellikle harimin ortasında bulunan aydınlık fenerinin mihverine tekâbül etmektedir. Bir Danişmendli eseri olan Kayseri Kölük Câmiin taçkapılarından birisi, tam kuzey-doğu köşesi üzerindedir.
Bu kapılardan birkaçı hariç diğerleri büyük çıkıntı teşkil ettikleri gibi binanın asıl duvarından da yüksek yapılmışlardır.
Divriği Kale Câmii, Divriği Ulu Câmi, Kayseri Ulu Câmii ve Malatya Ulu Câmii taçkapıları böyle çıkıntılı ve dam seviyesini aşan, âbidevî görünüşe sahip taçkapılardan bazılarıdır. Konya Alâeddin Câmii taçkapısı güzel ve temiz işçiliğine rağmen taşkın değildir. Bunun gibi, Artuklu taçkapıları da hem çıkıntılı değillerdir, hem de damın yüksekliğine erişemezler. Selçuklu câmilerinin portal haricinde duvarlar, sade ve ağır görünüşe sahiptir. Duvarların üst kısımlarına konulan küçük pencereleri içeriyi yeterince aydınlatamadığı gibi onlara fazla hareketlilik de kazandıramaz. Pencereler hep yukarıda olup genellikle mazgal şeklindedir. Fakat sıcak iklimde yapılan Artuklu câmilerinde açıklıklar hem fazla hem geniştir.
Örtü sistemi
Selçuklu devri camilerinin inşasında toplu mekan elde etmek çabası olmadığı için merkezi veya büyük çaplı kubbelere yer verilmemiştir.
Kubbe, bu devir camilerinde, kıble istikametini vurgulamak maksadıyla sadece mihrap önü mekânında kullanılmıştır. Erzurum Ulu, Kayseri Ulu,Konya Alâeddin, Divriği Ulu Câmii bunlardan bazılarıdır. Divriği Kale Câmiinde de, bu uygulamanın aksine olarak kıble duvarına dik olarak uzanan sahınlardan yandaki ikisi dörder kubbeyle örtülmüştür. Niğde Alâeddin Câmiinde ise kubbelerin üçü de mihrap önünde olup, kuzeydeki tonoz örtünün oturtulduğu kemerlerden daha yüksek kemerler üzerine oturtulmuştur. Bu sebeple bina, örtü bakımından da hareketlilik kazanmıştır. Ancak, Selçuklu câmilerindeki bu kubbelerin bir kısmı içten, sekizgen veya onikigen olup tam yuvarlak değildir. Birincisine Niğde Alâeddin, ikincisine Divriği Ulu Câmii’ni örnek verebiliriz.
Bazen kare mekândan yuvarlağa geçmek üzere köşelerde tromp, pandantif ve Türk üçgenleri kullanılmıştır. Niğde Alâeddin Câmii’nde olduğu üzere kimi zaman bu tromplar mukarnaslarla zenginleştirilmiştir. Türk üçgeni denilen kubbe intikal unsuru ilk olarak Konya’da ortaya çıkmıştır. Bu sistemde, Kubbenin oturmasına elverişli çokgen kasnak elde etmek için köşeler, yelpaze şeklinde üç veya beş parçalı ikizkenar üçgenler halinde teşkil edilmiştir. Böylece daha mantıki, sağlam ve güzel görünüşlü bir kubbe intikal unsuru meydana getirilmiştir.
XII. ve XIII. asır Anadolu câmileri, yuvarlak, çokgen veya kare gövdeli payelere oturtulmuş sivri kemer sıralarının taşıdığı tonozlarla örtülmüştür. Bu tonozlar ekseriyetle beşik tonoz şeklinde olup bazen çapraz, ayna, tekne ve yıldız tonozlar da kullanılmıştır. Bu tonozların, Niğde Alâeddin Câmii Erzurum Ulu Câmii ve Divriği Ulu (tonozları ve taçkapıları ile ünlü)câmilerinde olduğu üzere mukarnaslarla zenginleştirildiği de görülmektedir.
XIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir kısım câmilerde, ahşap direkler üzerine oturan ahşap kirişlerden meydana gelmiş, düz örtü sistemi uygulanmıştır. İlk defa Konya Sâhib Atâ Câmiinde uygulanmıştır.
Minare
Anadolu’daki en eski minare, Diyarbakır Ulu Câmiin dörtgen gövdeli minaresidir. Fakat kare plânlı bu minare şekli bu bölge dışında kullanılmamıştır. Anadolu Selçukluları ve tâbileri zamanında yapılan câmilerden bildiğimiz kadarıyla beş minare orijinal olarak günümüze kadar ulaşabilmiştir. Bunlar Sivas Ulu, Niğde Alâeddin, Mardin, Kayseri Ulu, Erzurum Kale Mescidi’nin ve Konya Sâhib Atâ(çifte minareli olarak yapılmış doğusundaki yıkılmış) minareleri olup, hepsi de silindirik gövdelidir. Harput Ulu Câmiin yuvarlak gövdeli minaresi ve Amasya Burmalı Minarenin orijinal olduğu hususu şüpheli görülmektedir.
Mihrap
XII. ve XIII. asır Anadolu câmilerinde yer alan mihraplar genellikle derin ve yayvan nişler şeklinde olup bazen kıble duvarının dışında çıkıntı teşkil ederler. Konya Alâeddin ve Sâhib Atâ Câmii gibi birkaç mihrabın çini mozaiklerle kaplanmış olduğu görülse bile taş, bilhassa ilk devirlerde, inşa ve süsleme elemanı olarak hâkimiyetini daima korumuştur. Bu devir mihraplarının nişi genişliğine göre yüksek değildir ve kavsarası, mukarnaslarla doldurulmuştur. Fakat nişlerin çıkıntılı profillerle üç taraftan kuşatılması, her devirde ve eserde sevilerek kullanılan bir usûl idi. Mihrabın üç yanında kesintisiz olarak devam eden bu tezyinî silmeler, düz, kaval veya pahlı olup sayıları, genellikle üç ilâ yedi arasında değişmekteydi.
Minber
Niğde Alaeddin Câmii hariç tutulursa Selçuklu devrinden kalan minberlerin hemen hemen tamamı ahşaptır. Ceviz, abanoz, elma ve armut gibi dayanıklı ağaçlardan yapılmış olan bu minberlerde tezyinat büyük yer tutmaktadır. Konya Alâeddin, Ankara Alâeddin, Divriği Ulu, Kayseri Ulu, Malatya, Kayseri Hunad Hatun ve Beyşehir Eşrefoğlu Câmii minberlerinin kapı kanatları, yan aynalıkları, taht, vb. kısımları tamamen tezyin edilmiştir.
Hâkim süsleme unsuru daha ziyade geometrik şekillerdir. Ayrıca rûmîve palmetlerle yazılar da ince firizler halinde süs unsuru olarak kullanılmıştır.
Minberlerde hakiki kündekâri, sahte kündekâri, oyma ve kafes en çok uygulanan tekniklerdir. Hakiki kündekâri teknikte süslemeyi meydana getiren çokgenler ve yıldızlar ayrı ayrı kesildikten sonra oluklu çıtalarla birbirine bağlanırlar. Parçaları bağlamak için tutkal ve çivi kullanılmamıştır. Bu teknikte yapılan minberler, ısı tesiriyle zamanla kuruyup çatlamaz, yarıklar meydana gelmez. Bu sebeple yapımı çok emek ve masraf ister. Konya Alâeddin, Harput Ulu ve Beyşehir Eşrefoğlu câmiilerinin minberleri bu teknikte yapılmıştır. Taklit kündekâri tekniğinin birkaç çeşidi varsa da genellikle parçalar birbirine tutkal veya çivilerle birleştirilmesiyle elde edilen usul en kolay olanlarıdır. Oyma tekniğinde, bezemeler derin veya sathi olarak oyulmak suretiyle elde edilirler. Minber korkuluklarında isekafes tekniği tatbik edilmiştir.
Selçuklu devri minberlerini, Osmanlı devri minberleri ile karşılaştıracak olursak birincilerin tamamen tahtadan yapıldıklarını, daha zengin süslemeler ihtiva ettiklerini, yan kanatların, iç içe üçgenler halinde olmayıp yekpare olduklarını, taht altı geçidinin ve süpürgeliklerinin henüz teşekkül etmediklerini söyleyebiliriz. Korkuluklar ise Osmanlı minberlerinin aksine bütün olmayıp gergilerle parçalanmış bir görünüşe sahiptir.
II. Medreseler
Selçuklu devri Türkiye’sinde pek çok medrese yapılmıştır. Medreseyi yaptıran şahıs, bu hayır eserinin yaşaması ve eğitim öğretim faaliyetlerini sürdürebilmesi için yeterli miktarda gelir kaynakları da vakfetmekteydi. Devrinin üniversiteleri konumundaki bu medreselerin müderrislerinin, görevlilerinin ve talebelerinin maaşları bu vakıflardan karşılanmaktaydı.
Bu eserlerde müderris odası, yazlık ve kışlık dershane, mescit, talebe hücreleri, şadırvan (veya havuz), mutfak, hela ve gusülhane bulunmaktaydı.
Birçok medresede bâninin kendisi için yaptırdığı türbe de mevcuttur. Bazı eserlerde kitaplık da vardır. Bir kısmı çift katlı olan bu medreselerin ortasında dört köşeli bir avlu bulunmakta, eyvanlar ve odalar bu avlunun etrafında sıralanmaktadır. Dış dünya ile irtibatı en aza indirmek için odaların sokağa bakan pencereleri yoktur. Aydınlatma iç avluya açılan pencerelerden sağlanmıştır.
Fakat taş işçiliğinin en zengin örneklerinin sergilendiği muhteşem taç kapılar ve mavinin çeşitli tonları ile elde edilen ve zaman zaman yazının da yer aldığı geometrik ve bitkisel ağırlıklı zarifçini süslemelere katılan su sesleri, öğrencilere huzurlu bir atmosfer sağlamakta idi. Dershane olarak kullanılan eyvanların sayısı bir ila dört arasında değişmektedir. Selçuklu devri medreseleri avlularının açık veya kapalı olmasına göre iki grupta incelenirler.
Açık avlulu medreseler genellikle sıcak iklime sahip bölgelerde yapılmış olmakla birlikte 1243’den sonra Moğol hakimiyetiyle birlikte ihtişam düşkünlüğünün artmasına bağlı olarak, bu amacın daha kolay gerçekleştirildiği uzun dikdörtgen plânlı açık avlulu medreseler Erzurum, Kayserive Sivas gibi şehirlerde bile tercih edilmiştir. Açık avlulu medreselere örnek olarak Mardin Eminüddin, Şehidiye, Diyarbakır Zinciriye, Mesudiye, Erzurum Çifte Minareli; Sivas Buruciye, Çifte Minareli, Gök; Kayseri Sahibiye, Hunad Hatun; Tokat Gök ve Konya Sırçalı medreselerini verebiliriz.
Kapalı avlulu medreseler genellikle kışın soğuk geçtiği yerlerde yapılmışlardır. Bir öncekilere göre içerisi daha loş olan bu tür medreselerde de işleyiş ve unsurlar aynıdır. Bunlara örnek olarak Niksar ve Tokat Yağıbasan medreseleri ile Konya Karatay, Afyon Çay Yusuf bin Yakup, Isparta Atabey Ertokuş ve Kırşehir Cacabey medreselerini verebiliriz.
III. Kümbetler
Müslümanların ölülerini gömdükleri binalara kümbet veya türbe denilmektedir. Kümbet,kubbe ile değil de yuvarlak veya çokgen tabanlı, tepesi sivri külah biçiminde örtülü olan mezar anıtlarıdır. Bu terim bu tür Selçuklu mezar anıtları için kullanılırsa da türbe ile kümbet terimleri arasında kesin bir ayırım yapmak zordur. Türklerin İslamiyet’i kabulünden önce bir iki örnek dışında İslâm dünyasında âbidevî mezar anıtları yapılmamıştı. Türkler, hem Kehf suresi 21.ayetini daha gerçekçi yorumladıklarından, hem de İslâm öncesi hayatlarındaki ölü kültüne ve kurgan mimarisi tecrübelerine istinaden, daha Karahanlılar’dan başlayarak ölülerinin hatırasını ebedileştirmek için türbe mimarisini geliştirdiler. Kimi zaman câmi, medrese, tekke gibi dini yapıların içine veya bitişiğine inşa edilmekle birlikte genellikle müstakil abidevî binalar halinde yapılan bu türbeler malzeme durumuna uygun olarak taş veya tuğladan bina edilmekte idi. Kâide, gövde ve örtü olmak üzere üç kısımdan meydana gelen kümbetlerin kaide kısımlarında genellikle ölünün asıl gömülü olduğu mumyalık kısmı saklıdır. Temsili bir mihrabıyla ve sandukasıyla ziyarete açık olan ve dışarıdan dikkatleri üzerinde toplayan bu temsilî mescit kısmının üstü genellikle içten yuvarlak birkubbeyle, dıştan külahla örtülmüştür. Anadolu Selçuklular devrinde diğer binalardan ayrı olarak bina edilen kümbetleri planları genel olarak yedi grupta ele alınırlar:
1.Kare plânlı kümbetler fazla olmayıp en güzel örneklerini Ahlat Şeyh Necmettinile Kayseri Pınarbaşı Melik Gazi Kümbetleri teşkil eder.
2.Çokgen plânlı kümbetlere daha fazla rastlamaktayız. Çoğunlukla sekiz, on veya oniki kenarlıdırlar. Örtü ve gövde şekilleri birbirinden farklı olsa da Erzurum Emir Saltuk, Niksar Kulak ve Kırşehir Melik Gazi kümbetleri sekizgen, Konya II. Kılıçarslan on, Kayseri Döner Kümbet ise oniki kenarlıdır.
3.Yuvarlak gövdeli kümbetlerin sayısı fazla olmayıp daha çok Ahlat’taki (Ulu, Hüseyin Akay ve Hasan Padişah) kümbetleri bu türden eserlerdir.
4.Eyvan şeklindeki türbeler: Konya ve Karaman civarında rastlamaktayız. En çok bilinen örnekleri Konya Gömeç Hatun, Afyon Sincan, Akşehir Emir Yavtaş türbeleridir.
5.Dörtgen oda şeklindeki türbelerin en meşhur örneği Amasya’daki Torumtay Türbesi’dir.
6.Eyvan-dikdörtgen oda birleşiminden meydana gelen türbelerin en bilinen örneği Konya Mevlâna Türbesi’dir. Beylikler devrinde Orta Anadolu’da da uygulanmıştır.
7.Tercan’daki Mama Hatun Türbesi ise dilimli gövdesini küçük bir avlu halinde dairevî bir şekilde çevreleyen ve nişlerle donatılmış bulunan ihata duvarıyla hiçbir esere benzememektedir.
IV. Hanlar ve Kervansaraylar
Selçuklu devleti ile birlikte Anadolu’da emniyetin sağlanması, Çin-Roma arasındaki meşhur İpek yolunun Karadeniz’in kuzeyinden tekrar güneyine geçmesini temin etti. Bu sebeple iktisadi ve sosyal hayatı daha da canlandırmak için, başta sultanlar olmak üzere vezirler ve valiler İran’la Ege, Akdeniz’le Karadeniz arasındaki ana yollar üzerinde pek çok han ve kervansaray yaptırdılar.
Han ile kervansaray terimlerinden birincisi genellikle şehir merkezlerinde, ikincisi ise şehirlerarası yollarda yapılmış olan konaklama binalarına ad olmuş ise de bu kullanımların pek çok istisnası mevcuttur. Vakfiyelerinden Selçukluların, mesela Konya’da şehir hanları yaptırdıkları bilinmekle birlikte, bu binaların ne yazık ki hiçbirisi günümüze gelememiştir.
Yolcuların din, milliyet, cinsiyet ve mevki makam farkı gözetilmeksizin beraberlerindeki hayvanları ile birlikte üç gün bedava olarak konuk edildikleri, doyurulup tedavi gördükleri bu kervansaraylar kale, karakol ve askeri üs olarak da hizmet görmekte idi.
Kervansaraylarda yolcular için odalar, mescitler, çeşme veya şadırvanlar, tandırlar, yük için depolar ve hayvanlar için ahırlar bulunmakta idi.
Kale gibi sağlam mimarileri ile emniyeti, zaman zaman hayvan kabartmalarının da kullanıldığı zarif ve zengin tezyinatları ile de serveti ve şefkati temsil eden bu kervansaraylar planlarına göre genellikle dört grupta incelenmiştir.
Birinci grubu avlusuz tamamen kapalı kervansaraylar teşkil eder. En iyi örneklerini Şerefza, Ezinepazar ve Susuz hanlarında görülmektedir.
İkinci grubu meydana getiren açık avlulu kervansaraylarda üstü açık geniştir avlunun etrafı revaklarla ve bazen da hem revaklar, hem odalarla donatılmış olup odalar yolcular, revaklar ise denkler ve yük hayvanları için tahsis edilmiştir. En meşhuru Evdir Hanı’dır.
Üçüncü grubu oluşturan Sultan hanları hem açık, hem kapalı bölümlerden oluşması sebebiyle en yaygın, en kullanışlı ve en görkemli kervansaraylardır. Bu kervansaraylarda yolcuları genellikle istinat kuleleriyle heybetli bir mimari, muhteşem ve zarif bir taçkapı karşılar. Yolcuların konakladığı ve yüklerin korunduğu odalar bu avlunun etrafında sıralanmıştır. Üstü açık geniş avlunun ortasındakini eserlerde, köşk mescidi denilen ve altında akarsuyu bulunan, gayet zengin süslemeleri ile dikkat çeken bir mescit vardır. Asıl taçkapı ile aynı nefasette tezyin edilmiş olan ahır kısımlarının taçkapıları, Türklerin estetik anlayışlarını ve dünya görüşlerini sergilemesi bakımından anlamlıdır. Kayseri-Sivas, Aksaray-Konya arasındaki Sultan Hanları ile Kayseri-Malatya yolundaki Karatay ve Aksaray civarındaki Ağzıkara Hanları bu grubun değişik örnekleridir.
Eş odaklı hanlar olarak nitelendirilen ve esasen kapalı avlulu olan bu hanlar,giriş ekseninde sağlı sollu olarak sıralanmış karşılıklı odalarla eyvanlardan meydana gelen yolculara mahsus bir kısım ile bunların etrafına yerleştirilen ahır bölümünden ibarettir. Bu tür kervansarayların en belirgin örneği eski Antalya-Alanya yolu üzerindeki Alara Hanı’dır.

Anadolu Selçuklu Mimarisinde Süsleme
Anadolu Selçukluları eserlerinin yapımında daha çok taşı tercih ettikleri için, taş süslemecilik büyük gelişme göstermiştir.
Hangi teknik uygulanırsa uygulansın, tezyinatın toplandığı yerin başında portaller gelmektedir. Selçuklu dönemi taçkapı süslemesi mimariye sıkı sıkıya bağlı ve mantıkîdir. Moğol istilâsına kadar genellikle üçü geçmeyen ve geometrik şekillerin, yıldızların hâkim olduğu bu silmelerin sayısı, bu tarihten sonra rûmî şekillerden oluşan şeritlerin de süslemeye katılmasıyla çoğalmaya başlamıştır. Genellikle mukarnasların üzerinde sivri sağır kemerli bir firiz yer almaktadır. Bu firiz ile nişi daha dıştan üç taraftan dikdörtgen halinde çevreleyen silmeler arasında kalan boşluk kitâbe levhaları, rozetler, damla taşları ve benzeri süsleme unsurları ile doldurulmuştur.
Anadolu Selçuklu câmilerinde diğer değişik bir süsleme tarzı da Konya Alâeddin Câmii taçkapısında görülmektedir. Şamlı bir usta tarafından yapılan bu süslemeler iki renkli geçmeler ve düğümlü köşe dolguları ile dikkati çekmektedir. Niğde Alâeddin Câmiin kapısında ve mihrabında rozetler bol miktarda kullanılmıştır.
Gerek câmilerin gerekse medrese, han, kervansaray, dârûşşifa, tekke gibi diğer mimari eserlerin taş tezyinatında özellikle Moğol istilâsından önce geometrik şekiller hâkim olmakla beraber bunlar her yapıda değişik şekillerde tatbik edilmiştir. Basmakalıp şekillerden, taklitçilikten her zaman için kaçınılmıştır.
Selçuklu taş süsleme sanatında kullanılan şekilleri geometrik, nebâtî, figüratif, zincirek ve kabara olmak üzere birkaç grupta inceleyebiliriz.
1. Hendesî şekiller olup, yıldızları, baklavaları, çokgenleri ihtiva etmektedir. Ancak bunlardan hiçbirisi müstakil olmayıp, bir merkezî yıldız etrafında, birbirleriyle bağlantılı olarak sıralanmışlardır. Yıldızlar içinde en çok kullanılanı on iki, sekiz, altı ve on kollu olanlarıdır. Bu yıldızların kollarının uzatılmasıyla daha küçük yıldızlar, baklavalar, poligonlar elde edildikten sonra tekrarbir yıldıza ulaşılır. Böylece bu şekiller şaşmaz bir düzen içinde tekrarlanıp dururlar. Tamamen Müslümanlara has diyebileceğimiz bu sistemi, tek merkezden idare edilen Kâinattaki prensip ve hâdiselerin, İslâmiyet’in kader anlayışı içerisinde değerlendirilip taşa geçirilmesi olarak görmek mümkündür. Orada aynı zamanda Yüce Yaradan’ın işindeki düzen, âhenk ve kusursuzluk da anlatılmak istenmiştir.
2. Bitki motifleri, tabiattaki şekilleriyle değil, üsluplaştırılarak resmedilmişlerdir. Palmet, rûmî ve lotüs şekilleri bilhassa önemlidir. Geometrik desenlerde olduğu gibi bunlar da genellikle birkaç motifin birbiriyle ahenkli yeni terkipler meydana getirecek şekilde sular halinde kullanılmışlardır. Nebâtî motif de kenger yaprağı olup daha ziyâde sütun başlıklarında yer verilmiştir. Ayrıca yelpaze şeklindeki yapraklar da mukarnasların zenginleştirilmesinde kullanılmıştır.
3. Figürlü kabartmalar da önemli bir yere sahiptir. Başta kuş figürü olmak üzere her çeşit hayvan ve insan figürü yapılmıştır. Ancak bunların çoğu, câmilerde değil saraylarda, kale bedenlerinde, dârüşşifâlarda, medreselerde ve kervansaraylarda bulunmaktadır. Bu şekillerden bazıları tılsım, bazıları boy işaretleri, bazıları Orta Asya dinlerindeki inançların sembolik ifadesi; fakat büyük ekseriyeti de süs unsuru olarak tasvir edilmişlerdir.
Bir kısmı kabartma, bir kısmı da üç boyutlu olarak yapılan Selçuklu devri figürlerinin başlıcaları çift başlı kartal, boğa, arslan, şahin, insan (kadın ve erkek), ejder, melek, siren, sfenks, nar, hayat ağacı olup bunlar tabiattaki şekilleriyle değil üslûplaştırılarak işlenmişlerdir.
Bu figürlerden birçoğu da mezar taşlarında bulunmaktadır.
Osmanlılar devrinde kabartma olarak, hemen hemen hiç rastlamadığımız bu figürlerin Selçuklular devrinde ve bilhassa Moğol istilâsından sonra görülmeye başlanması, bunların tasvir konusundaki telâkkileriyle ilgili olmalıdır.
Başta on iki hayvanlı Orta Asya takvimindeki hayvan figürleri olmak üzere bütün bu kabartmalar da eski Türk inancının izlerini bulmak mümkündür. Niğde Alâeddin Câmii taçkapısına güneş ve ayı sembolize eden erkek ve kadın başları, kabartma olarak tasvir edilmiştir. Divriği Dâruşşifâsı portaline karşılıklı olarak resmedilen kadın ve erkek başları daha barizdir.
Beyşehir Kubâdâbad Sarayların çinilerinde böyle kadın ve erkek figürleri bol miktarda yapılmıştır. Niğde Alâeddin Câmii çörtenleri de aslan başı şeklindedir. Yenilmezlik sembolü olduğu anlaşılan bu aslan kabartma ve heykellerine Kayseri ve Konya kalelerinde de rastlamaktayız. Kezâ Diyarbakır Ulu Câmii, portalinde ise aslan-boğa mücadelesi tasvir edilmiştir. Kayseri Döner Künbed ve Erzurum Yakutiye’de çift aslan resmedilmiştir. Aslan, Bektaşîliğin yaygın olduğu yerlerde ise Hz. Ali’nin sembolü olmuştur. Divriği Kale Câmii’nin ayak başlıklarında da aslan tasviri vardır.
Orta Asya kavimlerinde olduğu kadar Hitit ve Bizans sanatında da görülen çift başlı kartal motifine Divriği Ulu Câmii batı taçkapısında, İl-Hanlıların Erzurum Çifte Minareli Medresesinde ve Selçukluların Konya Kalesinde de yer verilmiştir.
Türkler Orta Asya ve İran’dakinin aksine Anadolu’da her zaman için taşı tuğlaya tercih etmişlerdi. Bununla beraber, günümüze ulaşabilen bazı tuğla tezyinat, Türklerin Anadolu’da bu sahada da başarılı örnekler meydana getirdiğini ortaya koymaktadır.
Tuğla, tezyinat elemanı olarak, sırsız ve sırlanmış olmak üzere iki şekilde kullanılmıştır.
Birincisinde standart ölçüde tuğlalar yan yana, dik, çapraz veya girintili çıkıntılı konularak geometrik şekiller elde edilir. Bir Saltuklu eseri olan Erzurum Tepsi Minare, sağlam ve temiz işçiliği yanında baklava şekilli süslemeleri ve kûfi kitâbesi ile birinciye örnektir. Sivas Ulu Câmiin narin minaresi de firûze renkle sırlanmış tuğlalardan meydana gelen, örgülü kûfi ve zincirek firizleri ile başarılı bir işçilik arz etmektedir. Kayseri UluCâmii tuğla minaresinde ise bir sıra firûze renkli tezyinat kuşağı bulunmaktadır. Selçuklu devrinde yapılan câmiler arasında en zengin tuğla süslemelerin yer aldığı eser, şüphesiz Malatya Ulu Câmii’dir.
Başta Konya’da Karatay İnce Minareli, Sırçalı Medreseleri, Sivas Gök Medrese, Tokat Gök Medrese, Beyşehir Kubadâbad Sarayı olmak üzere birçok eserin duvarları çinilerle kaplanmıştır. Değişik renkteki çinilerin kesilip, alçı kaplanmış duvarlar üzerine, daha önce tasarlanan şekilleri meydana getirerek suretle dizilmeleriyle oluşan mozaik tekniğinin Selçuklularda oldukça yaygın olduğu görülmektedir. Cami ve mescitlerde mihrapta da bu teknik kullanılmıştır. Konya Alâeddin, Sâhib Ata, Kayseri Kölük, Ankara Arslanhane câmii mihrapları, böyle eserlerdir. Selçuklu çiniciliğinde geometrik şekiller, hâkim olmakla beraber zamanla bitki motifleri (palmet, rûmi, lotus) de kullanılmıştır.
Osmanlılarda yerini tamamen bitki, yaprak ve çiçekleriyle ağaçlardan meydana gelen bir tezyinata bırakmıştır.
Selçuklu çinilerinde beyaz, açık mavi, patlıcan moru, firûze ve yeşil renkler daha çok görülür. Selçuklu saray çinileri ise her türlü hayvan ve bitki şekilleri ihtiva etmektedir.
Anadolu Selçuklu saray, köşk ve hamamlarında figürlü alçı süslemelere yer verilmişse de erken devir câmilerinde hemen hiç itibar görmemiştir. Sadece eski Malatya Ulu Câmii mihrabından arta kalan bazı parçalar, burada alçı kullanıldığını göstermektedir. Beylikler devri câmilerinde yaygınlık kazanmıştır. Ankara Arslanhâne Câmii mihrabını buna misal gösterebiliriz. Hâlbuki alçı süsleme, Abbasî mimârisinde ve İran’daki Türk eserlerinde yaygındı.
Mimarlar ve Ustalar
Selçuklu devri bânilerinin, hüviyet ve sıfatı ne olursa olsun, eserlerinde imkân ölçüsünde kendi zevklerini ve düşüncelerini aksettirdikleri muhakkaktır. Bu sultanların, vezirlerin ve beylerin birçoğunun ince zevkli, kültürlü ve çok yönlü kimseler oldukları bilinmektedir. Sultan I. Alâeddin Keykubad şâir olduğu kadar mimarlıkta, marangozlukta, resimde ve saraçlıkta da maharet sahibi idi. Bu durum, diğer Orta-Çağ Türk ve İslâm hükümdarları için de söz konusuydu. Bu sebeple mimârî hünere sahip böyle simâlar, eserin plânını hazırlayıp, gerektiği yerde müdahale ediyordu. Nitekim Beyşehir Gölü kenarında kurulan Kubadâbad Sarayı inşaatı Alâeddin Keykubat’ın nezareti altında vezir Sadeddin Köpek’in mimarlığıyla gerçekleşmiştir.
Ayrıca bazı vakıfların kendi özel mimarlarının olduğu anlaşılmaktadır. Devletin ve sultanın sipariş ettiği işler daha öncelikli olduğu için bu gibi binaların yapımında her yerden ve her türden sanatkârlar celp edilmekte idi.
Selçuklu devri mimar ve ustalarının genellikle gezgin mimar ve ustalar olduğu, bunların, Şamlı, Kazvinli, Merağalı, Tuslu, Tiflisli gibi lakaplarından anlaşılmaktadır. Bunun yanında, devletin işlerini ve sultanların kendi özel siparişlerini yerine getiren saraya bağlı hassa sanatkârların olduğu da bilinmektedir.
Ne yazık ki diğer bütün İslâm mimarisinde olduğu üzere Selçuklu devri eserlerinin de çok azında sanatkâr adı yazılıdır. Yine Ortaçağda var olan bir gelenek de, belli sanatın belli ailelerin tekelinde bulunmasıydı. Bu aileler meslek sırrı addettikleri bilgileri sadece kendi çocuklarına öğretiyorlardı.

ANADOLU SELÇUKLU DEVRİ MİMARİ YAPILARINDAN ÖRNEKLER
Diyarbakır Ulu Camii
1091–1092 tarihli çiçekli kufi kitabesi Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın adını taşımaktadır. Cami, kıbleye paralel olarak uzanan üç sahın(nef) ve bu sahınları mihrap mihverinde dikey kesen geniş başka bir sahınlı harim ve bu harimin kuzeyindeki büyük bir avludan oluşmaktadır. Cami planı ve mihrabın güneybatısındaki, kare planlı minaresi bakımından Şam Ümeyye Camii’ne bağlanmaktadır. Ayrıca mihrap mihverindeki transeptli harimi de Şam Ümeyye’nin tesiridir. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah, Şam Ümeyye’nin transeptine kubbe yaptırırken buraya kubbe koydurtmamıştır. Caminin ahşap damı yirmi serbest ve gömme ayaklarla taşınmaktadır. Bugünkü mihrap ve minber orijinal değildir.
Avlunun kuzeybatısında Kanuni Sultan Süleyman döneminde 1528 yılında yapılan Şafiler Camii, kuzeydoğusunda ise Artuklular dönemine ait Mesudiye Medresesi(1198-1223) vardır. Medrese açık avlulu ve tek eyvanlıdır. Şafiler Camii ise kıbleye paralel olarak uzanan üç sahından meydana gelmektedir. Avlunun doğusu iki katlı revaklarla çevrilmiştir. Burası Büyük Selçukluların Atabeyi İnaloğulları’ndan Ebu Mansur Elaldı tarafından yaptırılmıştır.
1117-1118 tarihli çiçekli kufi kitabede Melikşah’ın oğlu Sultan Şuca Muhammed’in ismi de geçmektedir. Sütünlar, sütun başlıkları ve silmeler ise Roma dönemine ait bir tiyatronun sahnesinden alınmıştır. Avlunun doğusundaki bu bölümün üst kısmı kütüphanedir. Avluya buradan açılan kemerin dış cephesinin iki tarafında aslan ve boğa mücadele sahnesini gösteren figürler vardır. Caminin Avlusunda bugün iki şadırvan vardır. Eski şadırvan 1849 tarihinde yapılmıştır.
Diyarbakır Ulu Camii’nde, Selçuklu Sultanı Melikşah’ın, Melikşah’ın oğlu Ebu Şüca Muhammed’in, İnaloğlu Mahmud bin Elaldı ve Veziri Ahmed bin Nisan’ın, yine İnaloğulları’ndan Ebu Mansur Elaldı, 1156 ve 1164 tarihli kitabelerde El-Benna Hibetullah Gürgani adlı bir ustanın ve 1528 tarihli kitabede ise Kanuni’nin adı geçmektedir.
Diyarbakır Ulu Camii, planı, ortadaki transepti ve kare planlı minaresi bakımından Şam Ümeyye Camii’ni andırması, avlunun doğu tarafındaki iki katlı revakları, avlunun kuzeyindeki Şafiler Camii ve Mesudiye Medresesi, silmelerdeki süslemeleri, çiçekli kufi kitabeleri, aslan-boğa mücadelesini gösteren figürleri, çeşitli kemerleri gibi özelliklerinden dolayı Türk İslam sanatları ve mimarisinde önemli bir eserdir.
Diyarbakır Ulu Camii kubbesiz transepti ve kare planlı minaresi ile bir bütün olarak Anadolu camileri üzerinde belirli bir etki yapmamıştır. Özellikle, kare minaresi Anadolu Türk Cami mimarisinde hiç benimsenmemiştir.
Kızıltepe/Dunaysır Ulu Camii (Artuklu)
İnşasına Yavlak Arslan tarafından başlanıp 1204 yılında kardeşi Artuk Arslan tarafından tamamlanan eser, Artuklu cami mimarisinin şaheseri olarak kabul edilmektedir. Cami bugün harap durumdadır.
Kesme taştan son derece itinalı yapılmış olan camide süslemeler oldukça zengindir. Süslemelerin en yoğun olduğu yerlerden biri mihraptır.
Divriği Ulu Camii
Sivas Divriği Ulu Camii, darüşşifa ve türbe ile birlikte bir külliye olarak inşa edilmiştir. Mimarı Ahlâtlı Hürrem Şah’tır. Caminin güneyinde darüşşifa ve türbe yer almaktadır
Duvarlar dış cepheden her biri ayrı özellikte olan zengin süslemeli dört portalle canlandırılmak istenmiştir. Bu dört portalden üçü camiye birisi ise darüşşifaya aittir. Portaller üzerindeki süslemelere göre Barok, Tekstil, Selçuklu ve Gotik Kapı olarak ayrı ayrı isimlendirilmiştir.Külliyedeki portaller arasında bir üslup birliği yoktur,her biri ayrı bir şah eserdir.
Caminin Barok Kapı adıyla anılan ve asıl giriş kapısı yani cümle kapısı olan kuzey cephedeki portal, birbiriyle çok gevşek bağlantılı, oldukça irileşmiş çifte yapraklar, palmet, lotus, yuvarlak ayna gibi fışkıran kuvvetli plastik ve tezatlı motiflerle çevrilmiş, nispeten dar, hafif şişkin, sivri kemerli derin bir niş şeklindedir. İrileşmiş taşkın barok motiflerin yüzeyleri de, ince işlenmiş küçük çiçekler, rumiler ve yıldız şekilleri ile doldurulmuştur.
Caminin batı cephesindeki Tekstil Kapısı batı portali, geometrik yıldız motif1erinden oluşan geniş bir bordürle çevrilmiştir. Portal, iki tarafında süs sütuncukları bulunan derin bir nişe sahiptir. Nişin üst tarafı, üçlü yonca yaprağı biçiminde nihayetlenen ve içi ağaç süslemelerini hatırlatan zengin işlenmiş prizmatik mukarnaslarla doldurulmuştur. Taşın adeta bir dantel gibi işlendiği bu portal, ince desenli ve oldukça zarif kompozisyonlarıyla, daha sakin ve daha huzur verici bir ifadeyi yansıtmaktadır. Kuzey kenarında çift başlı stilize bir kartal figürü, portalin diğer tarafında ise tek ayak üstünde, başı eğik olarak yerleştirilmiş turna veya doğan kuşuna benzeyen bir kuş figürü vardır. Kartal figürü Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad’ın arması olarak caminin batı dış cephesine yerleştirilirken, diğer kuş figürü ise belki de caminin banisi Mengücek Beyi Ahmet Şah’ın arması olduğu için konmuştur.
Selçuklu Kapısı olarak bilinen doğu portal, aynı genişlikte bir nebati(bitkisel) bir de geometrik yıldız işlemeli iki bordürle çevrilmiştir. Mukarnas dolgulu nişin etrafı, Zengi mimarisine dayanan düğümlü geçmeler halinde, kabartma silmelerle kavranmıştır. Bu kapı caminin içerisindeki hünkâr mahfiline yakın olan kapıdır. Dolayısıyla camiye gelen beyler muhtemelen bu kapıdan içeri girmekteydiler. Ayrıca bu kapıda “el-Mülkü Lillah” yazısı vardır.Mülkün Allah’a ait olduğunu hatırlamaktaydılar.
Gotik Kapı darüşşifanın giriş kapısıdır. Bu kapı, çok geniş ve büyük sivri kemeri, yüksekliği, seyrek yerleştirilmiş iri plastik aynalar ve palmet motifli süslemeleriyle cepheye gerçekten hâkimdir.İki tarafında iri kaval silmeler üzerine biri kazınmış ve silinmiş halde iki insan başı tasvir edilmiştir. Örgülü uzun saçları ile bunlardan biri ayı, diğeri güneşi temsil etmektedir. Sol iç kenarında silmeler arasında iki insan başı daha tasvir edilmiştir. Bunlardan birinin caminin banisi Ahmet Şah’a, diğerinin ise darüşşifanın banisi ve Ahmet Şah’ın hanımı Melike Turan Şah’a ait olabileceği ileri sürülmektedir.
Divriği Ulu Camii’ni, batı portalindeki üç satırlık sülüs kitabede Ahmed Şah’ın 1228-1229 yılında yaptırdığı belirtilmektedir. Kuzey portalindeki kitabede ise Ahmet Şah’ın Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad’ı Sultan olarak tanıdığı anlaşılmaktadır.
Divriği Ulu Camii kıbleye dikey beş sahından oluşan dikdörtgen planlıdır. Her bir sahında beş bölüm vardır. Caminin içi çok etkili ve zengin bir ifadeye sahiptir. Çok ince işlenmiş taş tonozlarda, yıldızlı mukarnaslar, ayna ve kaburgalar, iri kabartma palmetler, geometrik örgüler ve gamalı haçlar gibi motiflerden meydana gelen siyah renkli taşlardan oluşan tezyini kompozisyonlar vardır.
Dıştan kümbet biçiminde, kıvrımlı piramidal bir çatı ile örtülmüş olup bütün yapıya hakim bir vaziyettedir. Kuzeydeki taçkapı ile batıdaki taçkapı eksenlerinin birleştiği orta sahnın ortası, ortası açık olan yatık oval bir kubbe ile örtülmüş, kubbenin altına ise bir kar kuyusu açılmıştır.
Mihrap, kuzey portalindeki barok palmetlerin daha da irileşmiş ve adeta fışkırıyormuş gibi sıralanan plastik tarzdaki motifleriyle, çok kuvvetli silmelerin çevrelediği sivri kemerli bir niştir. Mihrap biraz mübalağalı bir biçimde çok kuvvetli olarak vurgulanmıştır. En dış kenarda muazzam şamdanları hatırlatan plastik şekiller yukarı doğru genişleyerek gelişmiştir. Anadolu’da bu ölçüde ve zenginlikte tek başına kalan bu mihrabın bir benzeri daha yoktur.
Mihrabın sağında yer alan minber abanoz ağacından yapılmıştır. Doğu yan aynalığının ortasındaki yıldız madalyon içinde yer alan “Ameli Ahmed bin İbrahim el-Tiflisi” şeklindeki kitabeden minberin ustasının Tiflisli Ahmet olduğu anlaşılmaktadır. Korkuluğun alt kenarındaki kitabede ise Ahmed Şah bin Süleyman Şah bin Şehinşah’ın adı ve 638(1241) tarihi yazılıdır. Böylece minberin camiden 11 yıl sonra 1241 yılında yapıldığı anlaşılmaktadır. Minber, ince Rumiler ve kıvrık dallarla işlenmiş panoların geometrik yıldız örneğine göre sıralanmasından oluşmuş bir tezyini kompozisyona sahiptir. Bu şaheser minberde ayrıca nesih yazılı 20 kadar kitabe bulunmaktadır. Çeşitli istiflerle yazılmış olan bu kitabeler minberde adeta bir yazı koleksiyonu gibidir. Bu kitabelerde “Hattat Mehmed”in ismi zikredilmekte olup kimliği hakkında herhangi bir bilgi mevcut değildir.
Caminin kuzey batı köşesindeki minare, kapısındaki kitabeye göre Kanuni Sultan Süleyman zamanında yapılmıştır. Kaba silindirik payanda duvarı üzerindeki kalın gövdeli minare caminin üslubuna uymayan ahenksiz bir unsur olarak görülmektedir.
Divriği Ulu Camii ve Külliyesi Türk İslam sanatları ve mimarisinde, birbirine bitişik olarak inşa edilmiş yapıların oluşturduğu külliye planıyla, kıbleye dikey olarak uzanan beş sahınlı cami planıyla, mihrap önü kubbesiyle, harimin orta mekânındaki sembolik avlu formuyla(kar kuyusuyla ve şadırvanıyla), her biri ayrı bir şah eser olan dört muhteşem portaliyle, Anadolu mihraplarında başka bir örneği bulunmayan mihrabıyla, abanoz ağacından hakiki kündekari tekniğiyle yapılmış olan minberiyle, çok çeşitli tonozlarıyla, batı portalinin iki yanındaki çift başlı kartal ve turna veya doğan kuşu figürüyle, minber ve taş kapılardaki kitabeleriyle, özellikle de dört portaller ve mihrabındaki zengin taş süslemeleri bakımından oldukça önemlidir.
Konya Alâeddin Camii
En eski Selçuklu Camii olan eser tamir ve eklemeler nedeniyle plan açısından bir bütünlük arz etmemektedir. Alaeddin Keykubad tarafından tamamlanmıştır. Alaeddin Tepesi’nde bulunan Cami biri, Büyük Selçuklu ve Artuklu camilerinde görülen mihrap önü kubbeli ve eyvanlı, diğeri buranın doğusunda kıble duvarına paralel uzanan altı sıra kemerler üzerine düz bir çatı ile örtülü geniş iki ana bölümden müteşekkildir.Mimarî açıdan yapının en dikkat çeken yeri kubbeli mekandır.
Mihrabın batısında yer alan şahane ahşap minber, zamanımıza kadar gelen kitabeli tarihli en eski Selçuklu eseridir.
Caminin mihrabı ile aynı eksen üzerinde bulunan portalin de yer aldığı kuzey avlu duvarı bir kitabeler müzesi niteliğinde olup dört Selçuklu sultanın adı ile birlikte usta isimlerini de taşımaktadır. Günümüzde II. Abdülhamid tarafından yaptırılmış doğu cephesindeki 1889 tarihli kapıdan girilmektedir.

Malatya Ulu Camii
Alaeddin Keykubad tarafından 1224 yılında Malatyalı Yakup b. Ebu Bekir’e yaptırılan eser, kıble duvarına paralel uzanan sahınları, mihrap önü kubbesi ve arkasında revaklı iç avluya açılan eyvanı ile Anadolu’da Büyük Selçuklu üslubunu devam ettiren tek eserdir.
Yapıda ilk dönemden kalan eyvan ve revaklar, firuze ve patlıcan moru çini mozaik ve sırlı tuğlaların değişik dizilmeleri ile elde edilen geometrik şekillerden oluşan motifler ve yazı ile bezenmiştir. İçi değişik tuğla örgülerle dekore edilen kubbenin ortasına çini mozaikten mühr-i süleyman işlenmiştir.
Caminin doğuda ve batıda olmak üzere iki portali vardır. Taştan yapılmış bu portallerde geometrik ve bitkisel süslemelerin yanı sıra yazı da kullanılmıştır. Kubbe ve eyvandaki zengin sırlı tuğla ve çini mozaik tezyinata rağmen batı duvarında bulunan minare sade tuğla örgüsü ile yapının dış mimarisine uydurulmuştur.
Konya Sırçalı Medrese
Konya Sırçalı Medrese ismini çini süslemelerinden almaktadır. Medrese II. Alaeddin Keykubad tarafından 1242 yılında inşa ettirilmiştir. Açık avlulu medreselerin önemli örneklerindendir. İki katlıdır.İkinci kat yıkıldığından sonradan yapılmıştır. Bugünkü medresede yapı malzemesi olarak kesme taş, moloz taş ve tuğlanın kullanıldığı görülmektedir. Taç kapının arkasındaki giriş bölümü de eyvan olarak kabul edildiği takdirde medrese iki eyvanlıdır. Ana eyvan girişin tam karşısındadır.
Sırçalı Medrese, tamamen simetrik, dengeli planı ile klasik Selçuklu medreselerinin ilk örneklerindendir. Portal, tamamen kesme taştan yapılmış olan ana cephenin ortasında ileri doğru taşkındır. Portal, geometrik süslemeleri, kitabesi, yanlardaki mihrabiyeleri ve mukarnaslarıyla değişik bir görünüm sergilemektedir. Medresenin diğer üç cephesi oldukça sade ve monotondur.Türbede II. Alaeddin Keykubad’ın Lalası Bedreddin Muslih yatmaktadır. Ana eyvan yazlık dershane ve mescit olarak kullanılmaktadır. Eyvan kemerinin içinde, solda “Ameli Muhammed bin Muhammed bin Osman el-Benna el-Tusi” olarak mimarın adı yazılıdır. Eskiden eyvanı tamamen kaplayan çini süslemelerden ve mihrap çinileri ile eyvanın avluya bakan cephelerindeki çinilerin çoğu bugün dökülmüştür.
Günümüzde Mezar Taşı Müzesi olarak kullanılan Sırçalı Medrese Türk İslam Sanatları ve Mimarisinde, açık avlulu ve iki katlı Anadolu Selçuklu medreselerinin güzel bir örneğini oluşturması, çini süslemeleri ve portali gibi özellikleri bakımından önemli bir eserdir.
Konya Karatay Medresesi
Konya Karatay Medresesi, II. İzzeddin Keykavus’un vezirlerinden Celaleddin Karatay tarafından 1251 yılında yaptırılmıştır. Kapalı avlulu ve tek eyvanlı bir medresedir.Güneybatı köşedeki oda türbe olarak tertiplenmiştir.Güneydoğusunda bulunan odanın arkasında portal bulunmaktadır.Zengilerden gelen ve ilk defa Konya Alaeddin Camii avlu cephesinde görülen köşe dolguları ve renkli taş kakma düğümlü geçmeler bu portalde de görülmektedir. Ayrıca bu portalde, üç tane kabara, geometrik panolar, Selçuklu sülüsü ile kabartma yazılar, ince detaylı mukarnaslar, sarma kemer motifleri, Selçuklu taş işçiliğinin en asil kompozisyonlarından birini oluşturmuştur.
Şadırvanlı üstü kapalı orta avlunun doğusunda iki küçük oda, avlunun güney ve kuzeyinde ise simetrik olarak yerleştirilmiş üçer hücre vardır. Avlunun batısında ise eyvan yer almaktadır.
Anadolu’da ilk defa Atabey Ertokuş Medresesi’nde görülen büyük eyvanın iki tarafındaki kubbeli odalar daha sonra Anadolu Selçuklu medrese mimarisinde sık sık tekrarlanmıştır. İşte bunlardan bir tanesi de Konya Karatay Medresesi’dir.
Ayrıca, bu medrese, Anadolu Selçuklularının çini süslemeleri bakımından en zengin abidevi yapılarından birisidir. Kubbeyi ve duvarları kaplayan çini mozaik süslemeler mimari ile tam bir ahenk halinde mekan etkisini artırmaktadır. Kubbedeki patlıcan moru, firuze ve beyaz renklerden meydana gelen süslemeler, insana gökyüzünün sonsuzluğunu ve kozmik düzeni hatırlatmaktadır. Kompozisyonun giriftliği, renk uyumu ve insanda uyandırılan ve bırakılan tesirler, dikkate alındığında bunun gerisinde derin bir felsefenin, matematik bilgisinin, zengin bir ruh dünyasının, maddi refahın ve sanat aşkının bulunduğu açıkça görülmektedir.
Günümüzde Çini Müzesi olarak kullanılan Konya Karatay Medresesi, Türk İslam sanatları ve mimarisinde, kapalı avlulu ve tek eyvanlı Anadolu Selçuklu medreselerinin önemli bir örneğini oluşturması yanında, portalindeki süslemeleri, kubbeye geçiş unsurları, çini mozaik süslemeleri ve avluyu örten kubbesindeki kozmik süslemeleriyle önemli bir eserdir.
Sivas Gök Medrese
Portalindeki kitabesine göre III. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında, 1271 yılında vezir Fahreddin Ali tarafından yaptırılan eser, dört eyvanlı ve avlulu olarak inşa edilmiştir. Adını çini kaplamalarından alan medreseye batıda yer alan çifte minareli abidevî portalden girilmektedir. Girişin her iki yanında iki oda bulunmaktadır güneydeki mescit, kuzeydeki darülhadistir.
Ön cephesi oldukça muntazam olan medresenin iri plastik kabartmalı ve ince işlenmiş taş süslemeli portali tezyinat bakımından son derece zengindir. Medrese çifte minareli portali, cephenin kuzeyindeki ilk Selçuklu çeşmesi ve kabartma süslemeli köşe kuleleri ile Sahip Ata’nın yapıları arasında en gösterişli cephe mimarisine sahiptir. Gök Medrese Anadolu Selçuklu medrese mimarisinin en gelişmiş yapısıdır.
Erzurum Çifte Minareli Medrese
Anadolu’nun Selçuklular’dan kalma dört eyvanlı tipte en büyük yapısı olan eser, gerek iç gerekse dış mimarisi itibariyle Anadolu medrese mimarisinin bütün unsurlarını içinde toplamaktadır. Avluda girişin tam karşısında ise bir türbe bulunmaktadır. İki katlı türbe, üstten konik bir külahla örtülüdür. Medrese iki katlı olarak yapılmış olup her katta on dokuzar adet oda bulunmaktadır.
Medresenin portali, stilize ve yüksek kabartma olarak işlenmiş palmetlerden oluşan süslemeleri ile dikkat çeker. Minareler ise farklı desenlerde firuze renkli çinilerle tezyin edilmiştir.
Kayseri Döner Kümbet
Tamamen kesme taştan onikigen olarak yapılmış olan kümbet,içten silindirik ve kubbeli mekan, dıştan mukarnas kornişler üzerine konik külahla örtülüdür. Portal cephesinin sağ tarafındaki yüzeyde bir hurma ağacı kabartması, sol tarafındaki yüzeyde ise bir hurma ağacının üstünde çift başlı kartal ve iki tarafında da birer aslanı gösteren bozulmuş bir kabartma mevcuttur.Cephelerinde figürlü plastik silmelerin bolluğu ile dikkat çeken kümbet 1276 yılına tarihlenmektedir.

2. BEYLİKLER DEVRİ TÜRK MİMÂRİSİ
1243 Kösedağ bozgunundan sonra Moğol hâkimiyetine giren Selçuklu devletinde 1277’den itibaren Moğollara karşı ayaklanma ve bunun sonucunda mahallî beylikler teşekkül etmeye başladı.
Selçuklu devletinin yerine kurulan beyliklerden özellikle Ege bölgesinde egemenlik tesis eden Türk devletleri, siyasî alandaki rekabetlerini sanatta da sürdürdüklerinden, pek çok yenilikler ortaya koydular.
Toplu geniş mekân
Türkler daha Karahanlı devleti zamanında câmilerini merkezî planlı olarak yapıyorlardı.Sonra câmilerde merkezî plandan uzaklaşılmış, çok pâyeli plana dönülmüştür. XIV. yüzyıl ortalarından itibaren çok sütunlu câmiler, yerlerini tek veya büyük kubbeli mabetlere bırakmıştır. Toplu mekân arayışlarının birinci şekli olan İznik Yeşil ve Balat İlyas Bey.Toplu mekânlı câmilerin ikinci şekli olan büyük kubbeli câmilerde mihrabın mihveri üzerinde iki büyük kubbe bulunur. Bursa Orhan Bey ve Selçuk Aydınoğlu İsa Bey câmileri böyle arka arkaya iki kubbesi olan câmilerdir.
Toplu mekânın üçüncü şekli ise harimin büyük ebatlı çok sayıda kubbelerle örtülmesidir. Meselâ Manisa Ulu Camii’nin mihrap önü mekânı kubbeyle; diğer yerler tonozlarla örtülmüştür. Bu üçüncü tarzın asıl örnekleri Bursa Ulu (20 kubbe)ve Edirne Ulu(9 kubbe).
Harimin kuzey duvarına paralel olarak yapılan ilk son cemaat mahalli Menteşoğulları’nın Muğla-Milâs Hacı İlyas Camiinde görülmektedir.
Camilerin daha derli toplu ve bir görünüş kazanmasında önemli bir rolü olan revaklı avlular da ilk önce Beylikler devrinde ortaya çıkmıştır.
Son cemaat yeri
Bunu İznik Hacı Özbek Câmii tâkip eder, ancak bu son cemaat yeri yakın zamanda yıkılmıştır. En eski cemaat yerinin Birgi Ulu Câmii’nde görüldüğü kanâati yaygın ise de, bu revakın sonradan ilâve edildiği bilinmektedir. Bazı câmilerde son cemaat yeri harimin kuzeyinde değil batısındadır. Ermenek Ulu Câmii bu tür son cemaat yerinin ilkidir. Son cemaat yeri zamanla gelişerek revaklı avlunun bir parçası haline gelmiştir.
Revaklı avlu
Bilindiği gibi Selçuklu medreselerinin ve kervansaraylarının bazıları revaklı olmakla beraber bu düzen câmilerde pek uygulanmamıştır. Câmilerin daha derli toplu ve bir görünüş kazanmasında önemli bir rolü olan revaklı avlular da ilk önce Beylikler devrinde ortaya çıkmıştır.
Manisa Ulu ve Selçuk İsabey câmilerinde olduğu üzere avlunun kıble hariç üç yönüne revak yapılmıştır. Bu dört yönden de revaklandırılmış avlu en güzel şekliyle ilk önce Edirne Üç Şerefeli Câmi’de tatbik edilmiştir.
Açık ve kapalı kısımlar arasındaki âhengin sağlanması
Selçuklu Devri mimârî eserleri, genellikle dışa açılan pencerelerden yoksundu. Teknik mülahazalarla pencereler yukarıda ve küçük idi. Bu sebeple binalar sağır duvarlar halindeydi.
Beylikler devrinden itibaren diğer yeniliklere paralel olarak üst üste pencereler konulmak suretiyle açık ve kapalı kısımlar arasında denge sağlanmaya başlandı.
Böyle bir uygulama ilk olarak Selçuklu İsa Bey, Milas Firûz Bey ve İznik Yeşil câmilerinde görülür.
Taçkapıların sadeleşmesi
Beylikler Devri ile birlikte yeni bir üslûp anlayışıyladır ki taçkapılar sadeleşmeye başlamıştır. Bu yenilik özellikle Batı Anadolu’daki Aydın, Menteş ve Osmanoğulları eserlerinde tespit edilmektedir.
Bursa Orhan Bey, Selçuk İsa Bey ve Balat İlyas Bey Câmilerinin portalleri bu türdendir. Balat İlyas Bey camii sâde kemer kavisleri ve gösterişsiz silmeleriyle yeni bir portal anlayışının doğduğunu işaret etmektedir.
Mermer kaplamanın kullanılması
Anadolu Selçuklu taçkapıları, İran’daki Büyük Selçuklu mimarisinin aksine tuğla yerine taştan yapılmakla beraber mermer, Konya Karatay Medresesi gibi nâdiren birkaç eserde kullanılmıştı. Beylikler devrinde bir yenilik olarak bilhassa taçkapılarda mermer kaplamaların yaygınlaştığı görülmektedir. Birgi Ulu, Selçuk İsabey ve Milas Firûzbey, mermer kaplamaların yaygın şekilde tatbik edildiği câmilerdir.
Binada toplu âhengin sağlanması
Selçuklular, eserlerini vücuda getirirken güzelliği bütünde değil parçalarda aramışlardı. Bu sebeple onlar, yapılarında sadece cephe kompozisyonuna önem vermiş, diğer yerlere gereken ihtimamı göstermemişler, dolayısıyla da yüksek kubbe ve minarenin nisbetsizliği kendini her zaman belli etmiştir.
Bursa Orhan Bey Câmiinde görüldüğü üzere toplu âhengin sağlanması endişesi, ilk defa Beylikler Devri eserlerinde ortaya çıkmıştır.
Selçuklu mimârî eserlerinde cephe haricinde gördüğümüz çıplaklık ve âhenksizlik, Beylikler Devri eserlerinde büyük oranda giderilmiştir.

BEYLİKLER DEVRİ MİMARİ YAPILARINDAN ÖRNEKLER
Beyşehir Eşrefoğlu Camii
Ağaç direkli camiler arasında en büyük ve orijinal olanı, 1297 tarihinden kalmış olan Beyşehir Eşrefoğlu Camii’dir. Cami, Eşrefoğlu Süleyman Bey tarafından yaptırılmasına rağmen Selçuklu ahşap camilerinin ve Selçuklu sanat üslubunun izlerini devam ettirmektedir.
Mihrap önü kubbeli olan caminin tam ortasında avlu fikrini çağrıştıran kar kuyusu bulunmaktadır.
Mihrab,geometrik, bitkisel ve yazı unsurlarının oluşturduğu firuze, lacivert ve mor renkli çinilerle kaplanmıştır. Minberi tamamen ceviz ağacından yapılmış, kıvrık dallar, rumiler, geometrik süslemeler ve çeşitli türdeki yazılarla bezenmiştir.
Manisa Ulu Camii
Manisa Ulu Camii İshak Çelebi Külliyesi’nin önemli bir parçasıdır. Külliye, kale surları dışında, Sipil Dağı’nın eteklerine kurulmuştur. Külliye, cami, medrese, türbe, hamam, çeşmeler ve mevlevihaneden oluşan büyük bir yapılar topluluğudur. Cami, avluya açılan kuzeydeki taç kapının alınlığında bulunan kitabeye göre 1366 yılında yapılmıştır. Caminin mimarı ise Emet bin Osman’dır. Camide yapı malzemesi olarak, kesme taş, moloz taş, tuğla ve devşirme malzeme kullanılmıştır.
Caminin planı, mihrap önü kubbesinin gelişmesi bakımından, Artukluların Silvan(1157) ve Kızıltepe(1204) Ulu camilerine bağlanmaktadır. Manisa Ulu Camii, sekizgen şema üzerine oturan merkezi kubbesi ile toplu ve geniş bir mekan oluşturulması yolunda Batı Anadolu’da görülen yeni bir gelişmedir. Minber, abanoz ağacından 1366 yılında Anteple Mehmed bin Abdülaziz el-Dukki tarafından yapılmıştır. Minberde çeşitli ayet ve kitabelerin yanı sıra, ince detaylı zengin süslemeler vardır. Aynı usta Yıldırım Bayezid için 1399–1400 yılında Bursa Ulu Camii’nin şahane minberini de yapmıştır.
Manisa Ulu Camii’nde taş, tuğla, çini mozaik, ahşap ve kalem işi olmak üzere beş tür süsleme görülmektedir. Tuğla süsleme, kirpi saçaklarda ve sırlı tuğla olarak da minarede görülmektedir. Ahşap süsleme ise sadece ahşap minberdedir. Taş süsleme ise kuzey portalindedir.
Manisa Ulu Camii, Türk İslam sanatları ve mimarisinde şu özellikleri bakımından önemlidir:
1-) Mihrap önü kubbesiyle önemli bir yenilik getirmektedir. Ancak, kubbeli mekanın dışında kalan bölümler itibariyle de, geleneksel çok destekli cami plan tipinin bir devamı sayılmaktadır.
2-) Külliye planı olarak Beylikler döneminde gelişmiş bir külliye örneğini oluşturmaktadır. Ayrıca, medresenin cami yanında yer alması da Selçuklu geleneğinin bir devamıdır.
3-) Ortası şadırvanlı, revaklı avlu düzeni itibariyle Beylikler döneminde ilk uygulanan yapı olması bakımından önemlidir.
4-) Avlu ile harimin yaklaşık aynı büyüklükte olması ve birbirine kaynaştırılması önemli bir gelişmedir. Dolayısıyla bu durum, Klasik Osmanlı döneminde gelişecek olan cami avlularının Batı Anadolu’daki öncüsü olmuştur.
5-) Manisa Ulu Camii’nde yan kapıların olması da önemli bir yeniliktir. Çünkü bu, ileride Klasik Osmanlı çağında da görülecektir. Bunun tek örneği ise Anadolu dışında, Kahire Baybars Camii(1266–1269)’nde görülmektedir.
Selçuk İsa Bey Camii
Aydınoğullarının en önemli eseri olup İzmir Selçuk(Efes)’dadır.1374 yılında Aydınoğlu İsa Bey tarafından yapılmıştır. Caminin mimarı, Şamlı olduğu belirtilen Mimar Ali bin El-Dımişki’dir. Caminin planı, Şam Ümeyye’den gelen Diyarbakır Ulu Camii’ne ve Artuklu camilerine dayanmaktadır.
Mihrap mihverindeki sahın iki kubbeyle, mihraba paralel olarak uzanan iki sahın ise düz ahşap çatıyla örtülmüştür.Kubbenin sekizgen kasnağında, parçalar halinde, firuze çinilerden mukarnas dolgular vardır. Bunlar Selçuklu üslubundandır.
Niğde Sungur Bey Camii’nden sonra Beylikler döneminde çifte minare burada görülmektedir. Ayrıca, ahşap örtülü avlu revakları da yıkılmış olup sadece revakların sütunları günümüze ulaşmıştır. Revaklarla çevrili avlu Manisa Ulu Camii’nden sonra burada görülmektedir. Avludan harime mihrap mihverindeki üçlü girişten sağlanmaktadır.
Batı cephesi abidevidir ve mermer kaplıdır. Ayrıca bu cephede Zengilerin düğümlü geçme motifleri de vardır. Selçuk İsa Bey Camii batı cephesiyle Bursa, Edirne ve İstanbul’daki ilk büyük Osmanlı camilerindeki cephe mimarisinin öncüsü durumundadır.
Selçuk İsa Bey Camii, Türk İslam sanatları ve mimarisinde, üçlü girişiyle Şam Ümeyye, kıbleye paralel iki sahnı ve bu sahınları kesen mihrap mihverindeki başka sahnıyla Şam Ümeyye ve Diyarbakır Ulu Camii’ne bağlanan özellikleri bakımından, cephelerindeki altlı üstlü pencereleriyle, üç taraftan revaklarla çevrili avlusuyla, Zengilerin düğümlü geçme motifleriyle, abidevi ve mermer kaplı batı cephesiyle ve çifte minaresiyle oldukça önemlidir.
Balat/Milet İlyas Bey Camii (Menteşeoğulları)
Menteşeoğulları’ndan İlyas Bey tarafından 1404 yılında yaptırılan eser, tek kubbeli camilerin en büyüğü ve en gösterişlisidir.
İçten ve dıştan son derece düzgün mermer levhalarla kaplanmıştır. Eserin mimarî ve tezyinî açıdan sergilediği özellikler, Erken Osmanlı mimarisi ile karşılıklı etkileşim içerisinde bulunulduğunu göstermektedir.

3. OSMANLI MİMARİSİ
I. Osmanlı Cami Mimarisine Genel Bakış
Yaklaşık 620 yıllık Osmanlı idaresi boyunca kesintisiz devam eden imar faaliyetlerini dikkate aldığımızda Osmanlı mimarisini a) Beylikler devri, b)Klasik üslup, c) Barok, d) Ampir, e) Karma, f) Millî, g) Mahalli üsluplar olarak sekiz grupta inceleyebiliriz.
a. Beylikler devri Osmanlı mimarisi (1299-1453)
Karamanoğlu Beyliği’nin Selçuklu toprakları üzerinde kurulup gelişmesi ve kendilerini doğrudan doğruya Selçukluların vârisi olarak görmeleri, mimaride onların takipçileri durumuna soktuğu halde, Osmanlılar, daha ilk eserlerinden itibaren, “Ters T tipi”, “Bursa tipi” veya “zâviyeli câmiler” denilen bir plân ihdas ettiler. Bursa Orhan Gâzi Câmii birincisine, İznik Yakup Çelebi Zaviyesi ikincisine örnektir. En güzel örneğini Bursa Yeşil Camii’nde gördüğümüz bu plânın daha gelişmiş şekillerinde ise eyvanlara ve taçkapıyı takip eden bölümlere açılan küçük odalar bulunmaktadır. Bu odalarda bulunan ve diğer câmilerde alışık olunmayan ocaklar, dolap nişleri, ve göz göz raflar, bu tip câmilerin yapılış amaçlarının ciddi şekilde tartışılmasına sebep olmuş, sonuçta bunların cihat için dışarıdan gelen alperenlerin barınması ve manevi eğitimi için yapılmış çok fonksiyonlu zâviyeli câmiler olduğu yolundaki Semavi Eyice’nin tezi kabul görmüştür. Zaviyeli câmiler Bursa’dan(Orhan Bey, Muradiye, Yıldırım, vs.) başka, başta Edirne, Amasya, Tire, Kütahya, Osmancık ve Balkanların birçok şehrinde olmak üzere bütün Beylikler devri boyunca kullanılmış, İstanbul’un fethini takip eden yeni dönemde İstanbul Mahmut Paşa ve Afyon Gedik Ahmet Paşa gibi câmilerde şekil değiştirdikten sonra ömrünü tamamlamıştır.
Osmanlılar, Selçuklu kültür merkezlerinden uzakta uç topraklar üzerinde, herhangi bir devlete benzeme veya karşı olma iddiası taşımadan ortaya çıkarak geliştiler. Bunun sonucunda daha yaratıcı oldular. Bu yaratıcılık ve değişiklik kendisini her şeyden önce câmilerin plânı ve tezyinatında gösterdi.
Osmanlılar, asıl mimari kâbiliyetlerini, kubbelerle örtülmüş olan dikdörtgen plânlı câmilerde göstermişlerdir. Bütün mekânın bir tek kubbeyle örtülmeye çalışıldığı ilk büyük deneme11 m. çapındaki kubbesiyle İznik Yeşil Câmi’dir. Aynı tarihlerde yapılmış olan Bursa Ulu Câmii’nin, yirmi kubbesi de aynı genişliğe sahiptir. 1382 tarihli Mudurnu Yıldırım Câmii’nin 19.50 m. çapındaki kubbesi bütün harimi kucaklamakta ise de, Edirne Üç Şerefeli’ye (1447) kadar bu ebatta başka kubbe yapılamamıştır.
Beylikler devri Osmanlı mimari üslubunda pencere ve kapı gibi açık kısımlar artmış olmakla birlikte iç mekânlar yeterince yüksek, ferah ve aydınlık değildir. Bursa ve Edirne’deki birçok câminin içi neredeyse tamamen çinilerle kaplanmıştır. Taş ve tuğla bir arada nöbetleşe kullanılan duvarlarda Bizans tavırlı yuvarlak şekillere yer verilmiştir. Edirne Üç Şerefeli’ye kadar bu devirde revaklı avlu mevcut olmadığı için minareler, câmilerle tam olarak bütünleşememiştir.
b. Klasik Osmanlı Mimarisi (1453–1755)
İstanbul’un fethiyle birlikte Osmanlılar, sanat tarihçilerinin “klasik” adını verdikleri yeni bir üslup yaratmaya başladılar. Devletin en parlak devrine rast gelen bu dönemde bilhassa padişah, şehzade, valide sultan, hanım sultan gibi hanedan mensupları ile Enderun’da ince zevklerle yetişmiş olan sadrazam, vezir, beylerbeyi, paşa ve şeyhül İslâm gibi üst kademedeki idareciler en büyük işveren oldular. Daha ziyade hassas mimar ve sanatkârların elleriyle meydana getirilen bu üslubun en başarılı örnekleri başta İstanbul, Edirne, Erzurum, Manisa, Diyarbakır, Halep, Şam, Rodos, Üsküp gibi mühim idare merkezleriyle İstanbul - Hicaz; İstanbul – Erzurum ve İstanbul – Belgrad arasındaki menzillerde görülür.
Bu klâsik devir Osmanlı mimarisi, devletin seçkin idarecilerinin parasal destekleri, hırsları, ince zevkleri ve teşkilatçılıkları kadar saray mimarlarının, nakkaşlarının, hattatlarının, taş, ahşap, sedef vb ustalarının bilgi ve becerileri yanında çeşitli şekillerde perakende olarak temin edilen diğer sanatkârların elinde şekillenmekteydi.
Kendisini özellikle kurşun kaplamalı kubbe mimarisinde belli eden bu üslupta Selçukluların aksine tezyinat ve parçaların estetiği değil, kullanışlılık, sağlamlık, toplu mekân ve bütüncül estetik ön plana çıkarılmıştır.
Düzgün yontulmuş kesme taşların geniş ve ferah mekânlar elde etmek için göze en hoş gelecek ritim, denge ve oranla takdim edilmesi diye özetleyeceğimiz bu mimaride tezyinata dahilde ve ihtiyaç miktarınca yer verilmiştir. Toplu mekânın asıl hedef haline geldiği bu mimari üslup kendisini daha Eski Fatih Câmii ile belli etmektedir. Türklerin İstanbul’da Ayasofya ile tanışmaları ile daha da hız kazanan toplu mekân elde etme gayretleri aslında Osmanlılarda Fatih Câmii’nden çok önce başlamış bulunuyordu. 1399 tarihli Bursa Ulu Câmii ile başlatabileceğimiz bu toplu mekân gelişmesinin zirve noktası olan Mimar Sinan’ın eseri Edirne Selimiye Câmii’ne (1575) şu aşamalardan geçerek ulaşılmıştır:
Beylikler devri Osmanlı devri eseri olan Bursa Ulu Câmii’ndeki 20 adet kubbe sayısı Edirne Eski Câmi’de dokuza düşmüş. Bir yönü ile Silvan ve Manisa Ulu Câmii’ne benzeyen Edirne Üç Şerefeli Câmii’nin (1447) bütün mihrap önünü kaplayan kubbe genişliği 24 metreye erişmiştir.
Eski Fatih Câmii’nde mihrap eksenindeki yarım kubbe sayısı, Bayezit Câmii’nde (1506), ikiye yükselmiş böylece Ayasofya’nın plânı elde edilmiştir. Bu yarım kubbelerin sayısı Koca Sinan’ın eserleri olan Üsküdar Mihrimah’da (1547) merkezi kubbenin doğu, güney ve batısında olmak üzere üçe, Şehzâde Câmii’nde (1548) dörde ulaşmıştır. Böylece yarım kubbeler aşama aşama kemâle ermiş, bu dört yarım kubbe daha sonra Sultanahmet ve Yeni Fatih câmilerinde kullanılmıştır.
Fakat Sinan, 1557 tarihli Süleymaniye’de, tekrar Ayasofya’nın ve Beyazıt Câmii’nin iki yarım kubbeli plânına dönmüştür. Mimarlık tarihçileri, Sinan’ın Ayasofya’nın plânına dönmesini öykünmeye değil,onun statik ve estetik problemlerinin nasıl halledileceğini gösterme arzusuna bağlarlar.
Mimar Sinan, varmak istediği nihai plânı ve ehramî görünüşlü formu Edirne Selimiye Câmii’nde (1575) elde etmiştir.
Ayasofya’nın kubbesi ile aynı genişliğe sahip olan bu kubbe dördü serbest dördü gömme sekiz ayak üzerine oturmakta olup, yarım kubbeler ortadan kalkmıştır. Bu sebeple kademeli görünüşü sağlamak için içteki ve dıştaki revaklı galerilerden faydalanılmıştır. Fakat, daha sonraki yıllarda Sinan’ın “ustalık eserim” dediği bu câmi değil, “çıraklık eserim” dediği Şehzâde Câmii’nin dört yarım kubbeli plânı model olmuştur.
Azatlı Sinan, Yakup Şah, Koca Sinan, Dalgıç Ahmet Çavuş, Davut Ağa gibi mimarbaşılar ve sanatkârlar tarafından geliştirilen klasik üslupta kurşun kaplamalı kubbeler çok sayıda pencere ile delinen çokgen kasnaklara bindirilmiş ve uçan payandalarla desteklenmiş; fil ayakların üstüne oturtulan ağırlık kuleleri kubbeye sağlamlık yanında estetik de kazandırmıştır.
Klâsik Osmanlı mimari üslubunun üzerinde durduğu diğer önemli bir husus da minarelerdir. Bu dönemde kesin yerlerini bulan, yani genellikle harimin son cemaat yeri ile birleştiği köşelere konulan minareler incelmekle kalmayıp, binanın kendisiyle uyumu bozmayacak şekilde yükselmiş ve şerefe sayıları da yine aynı orantı kuralları içerisinde artmıştır.
Aynı şekilde avlular da belli düzene bağlanmış, ortasında şadırvanı bulunan revaklı avlu vazgeçilmez bir eleman haline gelmiştir. Külliyelerde câminin kıble tarafları genellikle hazire olarak ayrılmış ve türbe, mihrap duvarının hemen gerisine alınmak suretiyle, kıble duvarının çıplaklığı giderilmiştir. Mermer kaplamalı mihraplarda çini kullanımı en aza indirilmiş, minber ise tamamen mermerden yapılmıştır. İstanbul Rüstem Paşa, Sultanahmet ve Yeni gibi câmilerin duvarlarında çini çok miktarda kullanılmış ise de, duvarlar genellikle sade olup tezyinat en çok pencere alınlıklarında, kubbe göbeklerinde ve eteklerinde tatbik edilmiştir. Bu devirde, mukarnaslar daha da zarifleştirilmiş, yazılar celi şekle dönüştürülerek tezyinatta ön plâna geçirilmiştir.. İznik’te yapılan çinilerde mavi renk hakim olmakla birlikte daha önce hiç kullanılmayan mercan kırmızı da yerini almıştır.
c. Barok devir (1755-1845)
Lale devrinde Fransız bahçelerinin taklidiyle başlayan bu tarz, daha sonra, Topkapı, Üsküdar ve Azapkapı Meydan çeşmeleriyle, bazı büyük câmilerin avlu şadırvanlarında tatbik edilmiş, câmilerde ise en güzel örneğini, Mustafa Ağa ve Simon Kalfa’nın eseri olan Nuruosmaniye’de vermiştir. Bu câmide avlu plânı ve mihrap çıkıntısı yarım daireye dönüştürülmüş, eserin bütün ayrıntılarında barok üslup hakim olmuştur. İstanbul Nakşıdil Sultan Türbesi (1818) ve Küçükefendi Tekkesi bu üslubun hakim olduğu diğer dinî yapılardır.
Avrupa’da 16. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkıp 18. yüzyılın ikinci çeyreğinden başlayarak Osmanlı eserlerinde tatbik edilen, C, S, O ve istiridye şekilleriyle ifadesini bulan bir tarzdır.
Câmilerin ve konakların duvarları daha önce hiç görülmeyen manzara resimleriyle süslenmiştir. Barok üslup yalnız İstanbul’la sınırlı kalmayıp klasik motifler olan rumilerin, palmetlerin, kıvrık dalların kalktığı yeni tezyinat anlayışı İzmir, Aydın, Konya, Yozgat, Amasya, Tokat gibi İstanbul’dan çok uzak yerlerde de revaç görmüştür. Mimarinin bütün türlerinden minyatüre, tezhipten mezar taşına kadar etkili olan bu üsluptan kendisini yalnızca hat, ebru ve musiki sanatları kurtarabilmiştir.
d. Ampir üslup (1845-74)
Eski Yunan ve Roma sanatından ilham alınarak 18. Yüzyılın ortalarında Batı Avrupa’da ortaya çıkıp 19. Asrın ortalarına doğru Fransız, İngiliz ve gayrimüslim Balyan ailesine mensup mimarlar tarafından yapılan eserler bu üslubu taşırlar.
O devirde “devletin resmî üslubu” olan ve “Tanzimat üslubu” olarak da anılan Ampir üslup, mimaride Yunan tapınaklarının Korint tarzındaki sütunları, üçgen alınlıklı cephe anlayışları ve keskin hatları ile dikkat çekmektedir. Genellikle Dolmabahçe, Beylerbeyi, Çırağan başta olmak üzere saray, konak ve türbe mimarisinde tatbik edilen bu üslup, câmilerde Barok üslupla birlikte Nusretiye’de (1826) kullanılmaya başlanmış, Hırka-i Şerif (1851), Dolmabahçe (1853), Ortaköy (1854) câmilerinde ise gerçek çehresiyle uygulanmıştır. II. Mahmud, Abdülmecid ve Abdülaziz’in Batılılaşma siyasetlerinin ürünü olan Ampir üslup câmilerinde avluyu çevreleyen revaklar terk edilmiş, süslemede ise Dor üslubundaki sütunlar, fiyonglar, alt tarafları duvarlara bağlanmış perdeler, Romakabartmalarını hatırlatan kuş ve hayvan motifleri kullanılmıştır.
Genel olarak II. Abdülhamit döneminde revaç bulan bu akım, sultanın siyasetteki arayışlarına ve denge politikasına benzer şekilde yeni arayışlar ve terkipler sergilemektedir.
e. Karma üslup (1871-1909)
Karma Üslubun en meşhur örneği olan ve mimar Montani’ye inşa ettirilen İstanbul Aksaray’daki Valide Sultan Câmii’nde klasik Osmanlı motifleri, Gotik pencerelerle bir arada kullanılmıştır. Beyazıt meydanında hâlen İstanbul Üniversite’sinin cümle kapısı olarak kullanılan Seraskerlik binasında Kuzey Afrika’nın atnalı kemerleri hemen dikkati çekmektedir. Fransız Vallaury tarafından yapılan Yıldız Câmii’nde ve Sarayı’nda (1886) ise Hindistan’dan Mağrib’e kadar bütün bir İslâm coğrafyasından esintiler bulmak mümkündür. Fakat İtalyan mimar D’Aranco’ya sipariş edilen Beşiktaş’taki Şeyh Zafir Türbesi (1906) Avusturya’daki Yeni Üslubun kopyası olup Türk zevkine hiç yer verilmemiştir. Alman Jahmund tarafından yapılan Sirkeci Garı ise Barok ve Ampir üsluplarına bir parça Arap zevki katılmak suretiyle meydana getirilmiştir. Vallaury İstanbul Arkeoloji Müzesi’ni ise Yunan tapınakları tarzında inşa etmiştir.
‘‘Yeni Klasik Üslup”, “Birinci Ulusal Mimarlık Akımı” da denilen buüslup, İttihat Terakki Fırkası’nın, öncülüğünü Ziya Gökalp’in yaptığı Türkçülük fikri ile serpilip gelişmiş olup Selçuklu ve Osmanlı klasik mimarisini yeniden ihya etmek gayesinde idi.
f. Millî üslup (1909-29)
Mimar Kemalettin ve Vedat beylerin öncülük ettiği bu akıma Muzaffer ve Arif Hikmet beylerle İtalyan mimar Mongeri de katılmıştır. Bilhassa hareketli cephe mimarisi, küçük armudi kubbeleri, cephede çini kullanımı, cumbaları, çıkmaları, mukarnasların tekrar kullanımı ve daha çok Selçuklu kökenli bitkisel motiflerin klâsik devir Osmanlı zevki ile tatbik edilmesiyle dikkati çeken bu üslubun en önemli eserleri İstanbul, Ankara ve Konya’da bulunmaktadır.
Hem İstanbul, hem de Ankara hükûmetleri tarafından desteklenen bu üslubun en meşhur eserleri şunlardır: İstanbul Mecidiye, Bostancı, Bebek câmileri, Sultan Reşat Türbesi, Ankara Gazi İlk Muallim Mektebi, Vakıf Apartmanları (Kemalettin bey); Haydarpaşa İskelesi, Sirkeci Postanesi, Ankara Palas, Halk Fırkası binası (Vedat Bey), Türkocağı, Etnoğrafya Müzesi (Arif Hikmet); Ankara Ziraat Bankası, İş Bankası (Mogneri); Konya Muallim Mektebi (Muzaffer Bey).

OSMANLI CAMİLERİNDEN ÖRNEKLER
Bursa Orhan Bey Camii
Orhan Bey Camii 1339 yılında Orhan Gazi tarafından yapılmıştır. Cami, han, hamam, imaret, zaviye ve mektep gibi yapılardan oluşan büyük bir külliyenin önemli bir yapısıdır.
Cami Bursa ve çevresinde görülen “Ters T” planlı camilerin ilk ve önemlilerindendir. Bu tip planlı camilere
1-) Ters T planlı camiler
2-) Zaviyeli camiler
3-) Tabhaneli camiler
4-) Bursa Tipi camiler
5-) Medrese-Cami tipi camiler gibi isimler verilir.
Bu camilere bu isimlerin verilmesi bu tür yapıları oluşturan mekanların tamamının da cami olarak kullanılmadıklarından kaynaklanmaktadır. Bu tür yapıların orta bölümlerinin bir avlu mahiyetindir. Orta bölümlerde küçük birer şadırvan da bulunmaktadır. Bu orta bölümden geçilen yan kanatlardaki odaların ise büyük bir ihtimalle zaviye veya tabhane olarak kullanıldıkları anlaşılmaktadır. Bu odaların, icrayı kaza yani mahkeme salonu-adalet işlerinin yürütüldüğü mekanlar, medrese odaları olarak veya zaviye amaçlı kullanıldıkları ileri sürülmüştür.
Bursa Orhan Bey Camii, Türk İslam sanatları ve mimarisinde, planı itibariyle zaviyeli camilerin ilk güzel örneklerinden birini oluşturması, tuğla güneş kursları, rozetleri, iki katlı pencereleri ve iki sıra kirpi dizili saçak silmeleri gibi özellikleri bakımından önemli bir eserdir.
Bursa Ulu Camii
Bursa Ulu Camii minberindeki kitabesine göre 1399-1400 yılında tamamlanmıştır. Camiyi, Yıldırım Bayezid, Niğbolu zaferinden sonra bu zaferin anısına yaptırmıştır.
Cami kıbleye dikey olarak uzanan beş sahından oluşmaktadır.Cami yirmi kubbeyle örtülmüştür. Orta sahnı örten kubbeler diğer yan sahınları örten kubbelerden biraz yüksek tutulmuştur. Ayrıca bu sahnın orta mekanının ortasında şadırvan bulunmaktadır. Şadırvanlı bölümü örten kubbenin ortasında aydınlık feneri bulunmaktadır. Kubbeler, birbirine sivri kemerlerle bağlanan, duvarlardaki gömme ve on iki de serbest ayaklara binmektedir.
Son cemaat yeri olmayan camiye kuzey, doğu ve batıdan olmak üzere üç kapıdan girilmektedir. Doğu ve batı kapıları oldukça sade olduğu halde, kuzeydeki mermer kaplı ve tezyinatlıdır. Karamanlılar tarafından yakılan bu taç kapının sıvaları temizlenip yazılar ve geçmeler tam olarak işlenmeden koyu renk mermerle tamir edilmiştir.
Manisa Ulu Camii minberinin ustası Antep’li Hacı Mehmed bin Abdülaziz el-Dukki’nin eseri olan minber ceviz ağacından yapılmıştır. Hakiki kündekari tekniğinde yapılmış olan bu minber Selçuklu üslubundan Osmanlı üslubuna geçişin şah eseridir.
Camiyi örten kubbelerde eskiden kalem işleri mevcuttu. Duvarları süsleyen yazıların çoğunun altında hattatının imzası vardır. Bu yazıların büyük çoğunluğunu Hattat Şefik Bey, eskilerini düzeltmiş veya yeniden yazmıştır. Kadıasker Mustafa Efendi, Abdülfettah Efendi, Hafız Mehmed Efendi gibi XIX. yüzyılın tanınmış hattatları Bursa Ulu Camii’nin içini, levhalarla, ayaklara veya duvarlara işleyerek adeta bir hat müzesi haline getirmişlerdir. Ayrıca, II. Mahmud’un Hoca Ali’nin(1770) birer levhaları da vardır. II. Mahmud’un güzel çerçeveli altın yaldızla süslü kendisinin yazıp hediye ettiği levha en güzellerindendir.
Bursa Ulu Camii, Türk İslam sanatları ve mimarisinde, yirmi kubbeli örtü sistemiyle, ortasındaki şadırvanlı planıyla, cephelerindeki sathi sivri kemerleri ve buralara açılan altlı üstlü pencere düzeni gibi cephe mimarisiyle, kuzey cephedeki portaliyle, kuzeybatı köşedeki iki yollu minaresiyle, mihrap ve minberiyle, özellikle de ayaklar üzerinde ve duvarlardaki hat yazıları ve levhalarıyla çok önemli bir eserdir.
Bursa Yeşil Camii
Bursa Yeşil Camii süslemeleri ile birlikte II. Murad döneminde 1424 yılında tamamlanmıştır. Mimarı Hacı İvaz’dır. Cami, medrese, imaret, hamam ve türbeden oluşan Yeşil Külliye’nin önemli bir unsurudur.
Yeşil Camii’nin planı ve mimarisi ana hatları itibariyle Bursa Yıldırım Camii’ne benzemektedir. Bursa Yeşil Camii zaviyeli veya ters te tipi olarak bilinen camilerin gelişmiş bir örneğidir. Tamamen kesme taş ve mermerden yapılmış olan camide şahane bir taç kapı vardır. Bu taç kapı, dış mihraplar, süslemeli gelişmiş söveler, itinalı taş işçiliği mimariyi zenginleştirmektedir.
Yeşil Camii’nin adı ve şöhreti, inanılmaz bir kalite ve zenginlikteki çini kaplamalarından gelmektedir. Osmanlı çini sanatı burada muhteşem bir üslupla ortaya çıkmıştır. Bunlar, Selçuklular’dan tamamen farklı olarak, levhalar halinde, çok renkli sır tekniği ile yapılmıştır. Fakat örnekler mozaik çinilere benzetilerek, şaşırtıcı bir etki yaratılmıştır. Renk sınırlarını ayıran konturlarda siyahtan başka kırmızı da kullanılmıştır. Fakat geometrik geçmeler, rumiler, lotus ve palmetler yanında, yenilik olan hatayiler, şakayıklar, natüralist karakterde çiçekler ve nebati motiflerle rozetler görülmektedir. Renkler de farklı ve daha zengin olup, sarı, yeşil, beyaz ve mor hakimdir. Saray mahfillerindeki çinilerin üzerinde altın yaldız da kullanılmıştır. Bunların tavan ve kemerlerini süsleyen renkli sır tekniğinde, palmet, rumi ve hatayili levha çiniler, mozaik çiniler kadar net ve parlak renklerle, çok yüksek kalitededir. 6 metre genişlikte ve 10 metreden fazla yükseklikteki en büyük çini mihrap, nebati motiflerin, rumi ve hatayilerin hakim olduğu beyaz, firuze, lacivert ve altın yaldızlı olarak kabartmalı çinilerle kaplıdır.
Tepesinde kırmızı zemine beyaz olarak çok iri sülüsle Kelime-i tevhid yazılmıştır. Hünkar mahfilinin ihtişamı, bütün diğer bölümleri gölgede bırakır.
Son yıllarda Yeşil Cami’de, duvarların üst kısmında ve kubbelerde temizlenen sıvaların altından, çiniler kadar zengin, çok renkli kalem işleri meydana çıkarılmıştır. Bu süslemeler caminin, aslında bir saray gibi zengin, fakat mubalağaya kaçmayan, mimariye bağlı ve ona tabi bir süsleme sanatının en parlak abidesi olduğunu göstermektedir.
Kapı ve pencere kanatları ağaç işlerinin ince detaylı en güzel örnekleriyle diğer süslemelere katılmaktadır.
Çinileri yapan ustanın adı, hünkar mahfilinde, geniş Bursa kemerinin alt kenarında, Muhammed el-Mecnun olarak çini üzerine yazılmıştır. Çinilerin ve bütün süslemelerin tam üslup birliği içinde hazırlanması, hünkar mahfilinde taş kitabesi olan Nakkaş Ali bin İlyas Ali’nin eseridir. İlyas Ali, Timur’la birlikte 1402’de Semerkand’a gitmiş, oradaki teknik incelikleri öğrenip, eserleri inceledikten sonra, Bursa’ya dönüp onlardan daha kaliteli örnekler yapmıştır. Yeşil Cami ve külliyesindeki çinilerin, külliyenin hemen yakınlarında bulunan fırınlarda hazırlandığı bilinmektedir. Bursa Yeşil Camii’ndeki ahşap işleri ise Tebrizli Ahmed’in eseridir.
Bursa Yeşil Camii, Türk İslam sanatları ve mimarisinde, zaviyeli camilerin en gelişmiş örneklerinden biri olması, kuzey cephesindeki mermer tezyinatlı portali, pencerelerin dış sövelerindeki mermer ve çini süslemeleri, kalem işi tezyinatı, çinili mihrabı, orta mekândaki fıskiyeli şadırvanı, odalardaki alçıdan ocak ve dolap nişleri, muhteşem çinileri ve çinilerle tezyinatlı hünkar mahfili gibi özellikleriyle çok önemli bir eserdir.
Edirne Eski Cami
Yapımına 1403 yılında başlanan eser, Çelebi Sultan Mehmet zamanında 1413’te tamamlanmıştır.Tamamen kesme taştan inşa edilmesine rağmen son cemaat yeri tuğla hatıllı taşla örülmüş olan caminin kuzeydekinden başka biri doğu, diğeri de batı cephede olmak üzere iki kapısı daha mevcuttur.
Bursa Ulu Camii ile karşılaştırıldığında Edirne Eski Camii’nin daha ferah bir iç mekana sahip olduğu söylenebilir. Zira Bursa Ulu Camii’ndeki on iki ayak ikincisinde dörde inmiş ve kubbe çapları yaklaşık 3 m. daha büyümüştür. Bu durum, geniş ve toplu bir mekan elde etme yolunda büyük bir gelişmenin işareti olarak görülür.
Edirne Üç Şerefeli Cami
Sultan II. Murad tarafından 1437–1447 yılları arasında yaptırılan eser, enlemesine bir harim ile dört tarafı revaklarla çevrili şadırvanlı avludan müteşekkildir.
Caminin avlusu revaklarla çevrilmiştir. Avlunun kuzey duvarı ortasında mihrap mihverinde cümle kapısı ve aynı eksende avlunun ortasında sekizgen bir şadırvan yer almaktadır. Avlu, dört tarafı revaklı ve şadırvanlı en eski Osmanlı cami avlusu olması açısından önemlidir.
Dört adet minare mevcuttur. Gövdeleri sırasıyla baklava dilimli, çubuklu, burmalı ve zikzak çizgili olan minarelerden güney batıdaki üç şerefeli olup camiye adını vermiştir. Yüksekliği ile Osmanlı minarelerinin Edirne Selimiye Camii’ndekilerden sonra en yükseği olan minarenin üç şerefesine ayrı merdivenlerden çıkılmaktadır.
Üç Şerefeli Cami, genişleyen merkezi kubbesi, cami bünyesine katılan ve son cemaat yeri ile birlikte kubbe ile örtülü revaklı avlusu, minare sayısının ikiden fazla oluşu ve çeşitli mimarî özellikleriyle klasik Osmanlı camilerinin ilk tecrübelerini sunması açısından mimari tarihimizde büyük önem taşımaktadır.
Eski Fatih Cami
Eser, İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet’in 1462-1470 yılları arasında yaptırdığı külliyenin merkezinde yer almaktadır. 1765 yılındaki depremde yıkılan eserin yerine Sultan III. Mustafa tarafından 1771 yılında bugünkü cami inşa edilmiştir.
Cami, merkezi kubbenin kıble yönüne bir yarım kubbe ilavesi ve yanlarda üç küçük kubbe ile genişletilmiş bir harim ile revaklı avludan oluşmaktadır. Kubbesi ile caminin toplu ve geniş bir mekan elde etme açısından Edirne’deki Üç Şerefeli Camii’nin bir ileri aşamasını oluşturduğunu söylemek mümkündür.
İstanbul Beyazıt Camii
Cami, Fatih’in ardından İstanbul’da ikinci büyük külliyeyi kurduran oğlu Sultan II. Beyazıt tarafından 1501–1506 yıllarında yaptırılmıştır.
Kuzeydeki asıl cümle kapısının üzerinde Şeyh Hamdullah tarafından yazılmış şahane kitabe bulunmaktadır.
Üsküdar Mihrimah Sultan Camii
Şehzade Camii ile aynı tarihlerde (1543–1547) yapılan eser, bir merkezi ve üç yarım kubbeli olarak inşa edilmiştir.
Mihrimah Sultan Camii enine gelişme gösteren plan şeması ve iki son cemaat yeri ile değişik özellikler göstermektedir.
İstanbul Şehzade Camii
Cami, Kanuni Sultan Süleyman tarafından 21 yaşında ölen oğlu Şehzade Mehmet için 1544-1548 yılları arasında Mimar Sinan’a inşa ettirilmiştir.
Mimar Sinan’ın "çıraklık eserim" diye nitelendirdiği Şehzade Camii, onun İstanbul’da inşa ettiği büyük ölçüdeki ilk külliyenin bir parçası oluşu dışında, kendisinden sonraki büyük programlı camilere örneklik teşkil etmesi açısından da büyük önem taşımaktadır.
İstanbul Süleymaniye Camii
Mimar Sinan’ın en büyük eserlerinden biri olan ve kendisinin "kalfalık eserim" diye nitelendirdiği bu caminin yapımına 1550 yılında başlanmış ve yapı 1557’de tamamlanmıştır. Avlu ve harimle birlikte bir dikdörtgen formu sergileyen cami, ihtişamlı Süleymaniye Külliyesi’ni meydana getiren 18 ayrı binanın merkezinde yer almaktadır.
Kuzeyde yer alan şadırvan avlusu, kuzey ve güneyden yedişer, doğu ve batıdan beşer kemer gözlü kubbeli revaklarla çevrilidir. Caminin dört minaresi avlunun köşelerine yerleştirilmiştir, güneydoğu ve güneybatı köşelerinde yer alanlar üçer, diğerleri ise ikişer şerefelidir. Üçer şerefeli olanlar, 63.80 m yüksekliği ile Edirne Selimiye ve Üç Şerefeli camilerin minarelerinden sonra üçüncü sırada yer almaktadır Minarelerdeki toplam bu on şerefenin camiyi yaptıran Kanuni’nin onuncu padişah olduğuna işaret ettiği söylenir.
Süleymaniye Camii, iki yarım kubbeli planıyla İstanbul’da Ayasofya’dan sonra en büyük kubbeli eserdir. Ayrıca eser, çeşitli inşaî özellikleri ile geniş bir mekan elde etme yolunda oldukça önemli bir yere sahiptir.
Caminin içinde sağlıklı ses akustiğini ve yanan kandillerden çıkan islerin içeriyi kirletmeden hava cereyanı yardımıyla girişin ütündeki is odasında toplanmasını sağlayan ince mimarlık hesapları, Süleymaniye Camii’nin mükemmel bir tasarım ve mühendislik eseri olduğunu göstermektedir.
Edirne Selimiye Camii
Eser, II. Selim zamanında 1569–1575 yılları arasında Mimar Sinan tarafından inşa edilmiştir. Cami, güneyde ortada merkezi bir kubbe, köşelerde ise daha küçük dört kubbe ile örtülü harimle kuzeyde revaklarla çevrili şadırvan avlusundan ibarettir. Mihrabın sağında yekpare mermer levhalardan yapılmış olan şahane minber yer alır.
Cami içinde yer alan yazılar Hasan Çelebi Karahisari’ye aittir.
Caminin, üç tanesi avluya; dört tanesi harime açılan yedi kapısı vardır. Bunlardan harime açılanlardan ikisi doğu; diğer ikisi batı kanatta yer almaktadır.
Mimar Sinan’ın "ustalık eserim" dediği bu caminin dış silüeti doğrudan doğruya iç yapıdan gelişmekte olup, dört kademeli olarak aşağıdan yukarıya doğru bir pramit gibi yükselmektedir. İç mekanla dış görünüşün tamamen kaynaşmış olduğu bu eserde kubbe, kubbe mimarisi gelişiminin en ileri noktası olarak kabul edilebilir. Tezkiretü’l-Bünyan isimli eserde Sinan, Selimiye Camii’ni kendi ifadesiyle şöyle anlatmaktadır. “Dört minaresi kubbenin dört yanındadır. Daha önceki Üç Şerefeli minareleri bir kule gibi kalındır. Bu minarelerin hem ince, hem de üçer yollu olmasının güçlüğü malumdur. Ayasofya kubbesi gibi kubbe, Devlet-i İslamiyye’de bina olunmamıştır, deyü Taife-i Nasârân’ın mimar geçinenleri Müslümanlar’a galebemiz vardır derlermiş. Ol kadar kubbe durdurmak gayet müşkildir dedikleri bu hakirin kalbinde, bir azim ukde olup kalmış idi. Mezkur cami binasında himmet edip biavnillâh, sâye-i Sultan Selim Han da ızhâr-ı kudret edip, bu kubbenin Ayasofya kubbesinden altı zira kaddin ve dört zira derinliğin ziyade eyledim”.
İstanbul Sultan Ahmet Camii
I. Ahmet tarafından 1610–1617 yılları arasında mimar Sedefkar Mehmet Ağa’ya yaptırılan eser, güneyde, köşelerde birer küçük, ortada ise dört yarım kubbe ile çevrilmiş büyük bir merkezi kubbe ile örtülü harim ve kuzeyde revaklı şadırvan avlusundan müteşekkildir. Caminin içi, 21043 adet çini ile süslenmiştir.
Caminin ikisi harim, üçü avlu bölümünde bulunan beş kapısı mevcuttur. Çinilerinden ötürü Mavi Cami diye de adlandırılan Sultan Ahmet Camii, Mimar Sinan’ı izleyen ve onun ekolünü sürdüren yapılar arasında en tanınmış örnektir. Yapının bir diğer özelliği ise dördü harimin köşelerinde ikisi de avlunun kuzey kanadının doğu ve batı köşelerinde olmak üzere altı adet minareye sahip oluşudur.
İstanbul Nur-u Osmaniye Camii
I. Mahmut zamanında 1748 yılında inşasına başlanılan cami, 1755 yılında III. Osman döneminde tamamlanmıştır. Cami, kuzeyde set üstünde revaklı bir avlu ile güneyde yüksek bir bodrum kat üzerinde tek kubbeyle örtülü harimden ibarettir.
Nur-u Osmaniye Camii, planı ve dalgalı yay kemerleri yanında deniz kabukları, akant yaprakları ve “C” ve “S” kıvrımlı motifler gibi değişik tarzlardaki tezyinatı ile yeni bir üslubun (Türk Barok Üslubu) özelliklerini taşıyan ilk büyük eserdir.
II. Diğer Osmanlı Mimari Eserleri
Osmanlı mimarisi elbette camiden ibaret değildir, mimari hünerlerin, yaratıcılığın estetik zevklerin, kültür değişmelerinin en iyi sergilendikleri eserler daima camiler olmuştur.
Fatih ve Kanuni devrinde çok sayıda medrese ve benzeri eğitim binaları inşa ettirilmiş ise de, Osmanlı medreseleri mimari haşmet ve tezyinat açısından Selçukluların çok gerisindedir. İznik Süleyman Paşa, Bursa Hüdavendigâr, Merzifon Çelebi Mehmet ve Amasya Kapıağası medreseleri ile Edirne II. Bayezit Darüşşifası’nda, olduğu üzere bir takım plân arayışlarına gidilmekle beraber sonuçta külliyelerin bir parçası olarak, eyvanların ve taç kapıların silikleştiği açık bir avlunun etrafına dizilmiş bir dizi odalar ve mekânlar olmaktan öteye geçememiştir. 18. yüzyıl sonlarından itibaren medrese mimarisi önemini yitirmiştir.
Osmanlıların ilk devir türbeleri yeni plân ve şekil arayışlarının sergilendiği yapılardır. İznik Çandarlı Hayrettin Paşa Türbesi (1379) kubbe ile örtülü iki ayrı kübik mekândan ibarettir. Çelebi Mehmet’in Bursa’daki Yeşil Türbesi(1421) sekizgen gövdesi ile biraz Selçuklu kümbetlerini hatırlatırsa da, kapısı, mihrabı ve özellikle zengin çini süslemeleri ile onlardan daha zariftir. Bursa’da, plânını II. Murat’ın bizzat belirlediği türbesi de Çandarlı Türbesi gibi mevcut haliyle iki ayrı mekândan meydana gelmekte olup, Allah’ın rahmetinden mahrum kalmamak için sandukanın üstündeki kubbenin ortası açık bırakılmıştır. Bu türbenin asıl önemli tarafı ise muhteşem süslemelerle donatılan saçağıdır.
Bursa’daki Cem Sultan Türbesi ise zengin kalemişleri ile meşhurdur.
İstanbul’daki Mahmut Paşa Türbesi’nin (1473) sekizgen dış yüzüne taş üzerine Selçuklu eserleriyle yarışacak nitelikte tatbik edilen renkli çini kakmaları tek örnektir.
İstanbul’da vefat eden Osmanlı sultanları ve hanedan mensupları, sağlıklarında inşa ettirdikleri câmilerin kıble tarafındaki hazirede yer alan taştan yapılmış türbelerde gömülmeyi tercih etmişlerdir. Klasik dönemde içerideki çinileriyle dikkati çeken çokgen gövdeli ve kubbeli bu eserler yalnızca türbe olarak değil, zarif mimarileri ile câmilere estetik ve ritim de kazandırmıştır.
Osmanlılar başta hacıların, yolcuların, ulak teşkilatının ve kervanların güvenliğini sağlamak, savaşta ise ordunun barınmasını ve yiyecek içecek ihtiyacını karşılamak maksadıyla yol boylarında kervansaraylar yaptırdılar. Menzil hanları denilen bu Osmanlı kervansarayları; Selçukluların aksine, câmi, medrese, imaret, hamam, çeşme, arasta ve çarşılardan meydana gelen külliyenin bir parçasıdır. İnsanların yaşayabilmesi için gerekli olan zamanın bütün sosyal imkânları sağlayan bu yapılar, birer cazibe merkezi olarak şehirleşmeyi sağlamışlardır. Gebze, Ilgın, Karapınar, Kayseri İncesu, Ceyhan Kurtkulağı, Belen, Payas, Merzifon, Havsa, Babaeski, Lüleburgaz ve Çorlu böyle külliyeler sayesinde gelişmişlerdir.
Osmanlıların bu konuda asıl başarılı oldukları yapılar şehir hanlarıdır. Başta İstanbul, Bursa, İzmir, Şam, Halep ve Gaziantep olmak üzere ülkenin birçok yerinde hem konaklama, hem de atölye ve ticarethane olarak işe yarayan bu şehir hanlarının Osmanlılar zamanında hızla arttığını görmekteyiz. Vakfiyelerden Selçuklu devrinde Konya şehir merkezinde şehir hanlarının mevcut olduğu bilinmekle beraber, bunların mimarileri hakkında bilgi sahibi değiliz. Bu şehir hanları içinde Bursa Koza Hanı, taç kapısındaki çinileri ve avlusundaki zarif köşk mescidi ile dikkati çekmektedir. Hanlar, birer alış veriş merkezleri olan arastalar, kapalı çarşılar ve bedestenlerle bir arada düşünülmüştür.
Diğer ticaret yapıları olan bedestenler, kıymetli malların alıp satıldığı, bu sebeple daha muhafazalı, derli toplu ve çoğu zaman kubbeli yapılardır.
Arastalar ise genellikle üstü ve her iki ucu kapalı bir sokağın etrafında sıralanan dükkânlardan ibarettir.
Hamamlarda Osmanlı devrinde yaygınlık kazanmakla birlikte plân ve şekil olarak fazla yeniliklerin sergilenemediği binalardır. Buna rağmen ister Selçuklu, ister Osmanlı olsun, Türklerde Roma ve Arap hamamlarından farklı plan tipleri uygulanmış, genellikle sıcaklıklarda dört eyvanlı planlar tercih edilmiş, bölümler aynı eksen üzerine yerleştirilmiş ve kadınlar için ayrı hamamlar inşa edilmiştir. Soğukluk (elbiselerin çıkarılıp giyildiği havuzlu kısım), ılıklık (yıkanmaya da yarayan fazla sıcak olmayan kısım), sıcaklık (göbek taşının da yer aldığı asıl yıkanılan kısım) ve külhan (suyun ısıtıldığı kısım) olmak üzere dört bölümden meydana gelen bu hamamlar içerisinde en çok bilinenler Bursa’daki Beylikler devri hamamları ile İstanbul’daki Mahmut Paşa, Çinili ve Ayasofya adı ile de anılan Haseki Çifte Hamamı’dır. Mimar Sinan’ın yaptığı bu ikinci hamam biri kadınlar, diğeri erkekler olmak üzere iki ayrı hamamdan meydana gelmektedir. Halkın ihtiyacını karşılayacak yeterli sayıda yapılmış olduğu ve çok odun ve su sarfiyatına yol açtığı için yeni hamam yapımı İstanbul’un bazı semtlerinde 1768 yılında III. Mustafa tarafından yasaklanmıştır.
Osmanlıların neredeyse câmiler kadar yaratıcı oldukları diğer eserlerin başında su tesisleri gelmektedir. Selçuklu ve Artukluların sade çeşmelerine mukabil Osmanlı su tesisleri halkın yalnızca su ihtiyacını karşılamakla kalmayıp, devrin dünya görüşünün ve sanat anlayışının sergilendiği, estetiğin ön plana geçtiği, bu sebeple çeşitlilik ve ihtişam kazandığı yerlerdir.
Osmanlı şehirleri başta İstanbul ve Bursa olmak üzere sokak çeşmeleri ile donatılmıştır. Lâle devrinde ise bunlara ilaveten dört cepheli meydan çeşmeleri (Topkapı, Üsküdar vs), suyun taslarla içildiği sebiller(Ayasofya, Merzifonlu, Laleli III. Mustafa) ve kademeli olarak şırıltılar halinde aktığı selsebiller(Topkapı Sarayında) en başarılı örneklerini vermiştir.
Aynı estetik başarıyı bir Sinan şaheseri olan Moğlova gibi su kemerlerinde de görüyoruz.
Selçuklu sarayları gibi Osmanlı sarayları da geniş ve bakımlı bahçelerle çevrilmiş arka arkaya sıralanan iç avlular etrafında yerleştirilmiş olan odalardan ve mekânlardan ibaret binalar topluluğudur. En dipte haremin yer aldığı bu binalar, Avrupa’daki sarayların aksine tek veya iki katlı olup çok sade görünüş arz ederler. Taht odası, divanhane, köşk ve harem dairesi devrinin en muhteşem çinileri, hat eserleri ve kalem işleri tezyin edilmiştir. Selçukluların Konya’da, Alanya’da, Kayseri’de ve Beyşehir’de bulunan sarayları ve köşkleri gibi, Osmanlıların Bursa, Edirne ve İstanbul’da Beyazıt’ta bulunan eski sarayları da tamamen yok olmuştur. Halen müze olarak kullanılan Topkapı Sarayı daha Fatih zamanında şekillenmeye başlamış olup, dört avlu etrafında teşkilatlandırıldıktan sonra 19. Yüzyıl ortalarında terk edilmiştir. Bu tarihten itibaren Boğazın iki yakasına büyük paralar sarf edilerek, kasırlar, yalılar, köşkler ve saraylar yapılmaya başlanmıştır. Hepsi de içten ve dıştan Batı tarzında çok ağır, mutantan süslemelerle bezenen bu gösterişli üç katlı eserlerin en meşhurları Dolmabahçe, Beylerbeyi, Çırağan, Yıldız ve Beylerbeyi sarayları ile Ihlamur, Hıdiv, Küçüksu, Aynalıkavak köşkleri ve kasırlarıdır.
Cevapla
  • Benzer Konular
    Cevaplar
    Görüntü
    Son mesaj
  • Bilgi
  • Kimler çevrimiçi

    Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 36 misafir