Ekomarksizm

Cevapla
ebubekirr
Mesajlar: 1
Kayıt: 15 Nis 2019 12:40
İletişim:

15 Nis 2019 12:47

EKOMARKSİZM
GİRİŞ:

Marksizm, öncelikle klasik liberalizmin ve özel mülkiyeti ön planda tutan ve özgür teşebbüs iradesine dayanan kapitalizmi ve onun felsefi dayanak ve tutumlarını reddeden temelde iktisadi olarak kabul edilmesine rağmen hem iktisadi hem de sosyal bir akım ve ideolojiler dizisi ve sistemidir.Ekoloji ve diyalektik materyalizm, 19. yüzyılda toplum ve doğa bilimleri alanlarında yaşa-nan büyük gelişmelere koşut ve eşanlı olarak ortaya çıkmış ve karşılıklı olarak birbirlerini etkileyerek geliştirmiş kavramlardır. Marksist anlayışa göre ekoloji diyalektiğin canlı sistem-lerine uygulanmasıdır.Diyalektik bir tarih anlayışına sahip olan Marx ve Engels’e göre tarih boyunca baskı altında tutulan ve ezilen toplumlar ile onları boyunduruk altında tutan ve sömüren ülkeler arasında kadim bir rekabet ve çatışma vardır (Godalier, 1977). Dolayısıyla tarihi, sürekli bir sınıf mücadelesi ve çatışması olarak gören Marksizm, ezen sınıf ile bu ezilen sınıf arasındaki çatışmanın ancak yeni bir ekonomik ve toplumsal sistemin oluşmasıyla biteceğini savunmaktadır. Marksizm, çatışmaları tez-antitez ve sentez olarak sıralamakta ve bu sıralamanın tarihi sürecinin de bu şekilde olacağını ileri sürmektedir . Marx ve Engels’in ekolojiye yaklaşımlarının temel ve ortak özelliği diyalektiğin tarih ve top-lumsal yaşam üzerindeki etkisinin vurgulanması ile toplumsal eylemlerle doğa ve doğal süreçlerin birbirleri üzerindeki karşılıklı diyalektik etkilerini vurgulamalarıdır. Tarihin tek bilim olması, onun doğa bilimine karşı olmasını gerektirmez. Çünkü doğa biliminin kendisi de Marx ve Engels’e göre bir tarihsel üründür. Doğa bilimleri ancak doğanın insan emeğiyle, üretimle biçimlendirilme sürecinde ortaya çıkabilirler. Ayrıca evrim kuramının gösterdiği gibi doğa da zamana bağlı bir gelişim içindedir. Doğa da zamanla kendi tarihini yapar. Fakat diğer taraftan insan ve toplum, aynı zamanda doğanın da ürünüdürler. Bundan dolayı tarihte doğa kanunları egemendir. Tarih ancak farklılaşmış bir doğal süreçtir. Bu yüzden tarihte ideler, tanrısal güçler değil gerçek insanların emeğiyle oluşturulmuş bir süreç söz konusudur. John Bellamy Foster’a göre Marx’ın ekolojik perspektifi tarih bilincinden kaynaklanmakta-dır. Çünkü Marx’ın toplum ve doğa analizi bütün, gövde ya da metabolizma kavramlarıyla anlam kazanır. Marx Kapital’de toplumu bir bütün, bir gövde olarak görürken emek sürecini ise insanın doğa ile arasındaki bir süreç, insanın doğayla eylemleri aracılığıyla kurduğu, kontrol ettiği ve düzenlediği metabolik bir ilişki olarak tanımlamıştır. Doğanın ve insanın tarihi birbirinden ayrılabilir değildir. Marx’a göre doğa-insan bölünmesi kapitalist ilişkilerin zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkmış ve metabolizmada onarılamaz bir çatlak yaratmıştır (Foster, 2000a, s. 14-21). Marx, kapitalist üretim biçiminin, insanın doğa üzerindeki hâkimi-yetini gerektirdiğini düşünmektedir. (Marx, 1885/1978, s. 321).Çalışmada ilk önce Marksizm’in ifade ettiği anlam ve onun temel ögelerine değinilecek-tir. Ardından kapitalist üretim biçiminin doğayla uyumlu olmadığına dikkat çekilirken bu üretim biçiminin yapısal bozukluklarından yola çıkılarak kapitalist küreselleşmenin ekolojik yıkıma neden olan mekanizmaları ortaya konulacaktır. Çalışmanın son bölümünde ise Marksist ekoloji anlayışının genel bir çerçevesi çizilmeye çalışılacak, Marx’ın görüşleri doğrultusunda Marksist teorinin ekolojik bir perspektifle gözden geçirilmesi sağlanacaktır.
Marksizm Nedir ?
Bilimsel sosyalizmin kurucusu Karl Marx 'ın görüşlerini temel alan siyasal, ekonomik ve felsefi sistemin adıdır. Maksizmin temel kuramı sınıflar savaşı kuramıdır. Kullandığı yöntem Diyalektik materyalizm olarak adlandırılır. Marx Hegel'den aldığı ancak kendi deyimiyle Hegel'de başaşağı duran diyalektik yöntemi ayakları üstüne oturtarak 'idealist' değil 'materyalist' felsefe için kullanmıştır. Diyalektik yöntem ile toplumu ve doğayı inceleyen Marx, tümevarım yöntemiyle incelediği tarihsel gerçekliği 'Tarihsel Materyalizm Kuramı ile ortaya koyar. Tarihsel gelişmeyi dört ana başlık altında özetleyen Marx toplumun ilk aşamasını 'ilkel komünal' olarak tanımlamıştır. İlkel komünal toplumda devlet henüz var olmamıştır. Marx üretimin gelişmesi ile birlikte üretici güçlerin, ürün fazlası ortaya koyduğunu ve toplumsal olarak üretilen bu ürüne güce dayalı bir el koymanın başlaması ile toplumda devletin ilk şeklinin belirdiğini ifade eder. Marksizme göre devlet egemen sınıfın baskı aracıdır. Marksizm genel olarak ilkel komünal toplumdan sonra köleci toplumun ortaya çıktığını köleci toplumun yıkılmasından feodal toplumun doğduğunu feodal toplumdan sonraki aşamasının da kapitalist toplum aşaması olduğunu ifade eder. Kapitalist toplum ile birlikte ortaya çıkan işçi sınıfı artık toplumun devrimci dinamiğidir ve 'zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olmaması' nedeniyle kapitalist düzeni ortadan kaldırarak komünizme yani sınıfsız topluma giden yolu açacak olan biricik sınıftır. Marx kapitalizmin son sınıflı toplu olduğu ve burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki uzlaşmaz çelişki sonucu yıkılacağı öngörüsünde bulunur. Marksizm'de önemli bir ayrım olarak altyapı ekonomik ilişkileri, üstyapı ise din, sanat vs.. gibi kategorileri temsil eder. Üstyapı ne kadar karmaşık görünürse görünsün altyapının bir tezahürüdür. Marksizmin düşünsel, sosyal ve siyasal etkileri çok büyük olmuştur. Marx'ın Feuerbach üzerine tezlerinin onbirincisi olan "Şimdiye kadar filozoflar dünyayı değişik biçimlerde yorumlamakla yetindiler,oysa aslolan onu değiştirmektir" tezi pekçok şekilde gerçeklik kazandı.
Karl Marx Kimdir ?
Komünizm’in ilk ve en büyük temsilcilerinden birisi olan Alman filozof ve ekonomistçi. Komünizmin kurucularından olan Karl Marx, 5 Mayıs 1818’de Almanya’nın Trier kentinde doğdu. Babası avukat Hirschel Marx, annesi Henrietta Marx idi. Ailesi Karl henüz bir çocukken Yahudilikten vazgeçip, Protestanlığı seçti. Trier’de klasik eğitimini tamamlamış olan Karl Marx, daha sonra Bonn Üniversitesinde hukuk okudu ama felsefeye olan ilgisi onu bu disiplinden uzak tuttu. Beş yıl boyunca “Aydınların metropolü” Berlin’de yaşadı.
Karl Marx’ın Görüşleri
Komünist Manifesto, el yazması. Marksizm, standard felsefi süreçten farklı olarak düşünüşün dışında eylemi de içerir (Marx, praksis ve felsefeyi birleştirerek, Marksizm’i “praksis felsefe” vasfına bürümüştür, buna göre Marksist felsefe düşünüş ve faaliyeti birlikte gerçekleştirir). Ölümünden sonra Lenin, Mao, Stalin ve Troçki gibi liderler Marksizmi çeşitli şekilde yorumlamışlar ve bu yorumların sonucu ortaya koydukları hareketler Leninizm, Maoizm gibi isimlerle adlandırılmıştır.

Karl Marx’ın Felsefesi
Marx’ın felsefesinin dayanak noktası insanın doğası ve toplum içindeki yeridir. Hegelci diyalektiğin yardımıyla insan doğasının değişmezliği kavramını reddeder. Burada kastedilen insan doğası, fizyolojik ihtiyaçlar değil insanın toplum içinde yarattığı hareket ve davranış biçimidir. Bunu da “tarihsel süreç” ve “doğa” kavramlarını bir arada ele alarak yapar. Sosyal koşulların davranışı belirlemesi, doğanın insanın davranışını belirlemesinden önce gelir. Ama bu insan doğasının varlığını reddetmez, yabancılaşma teorisi bunun üstüne kurulur. İnsan emeği kaçınılmaz olarak doğal bir kapasite gerektirir ama bu da insan bilincinin aktif rolüne sıkıca bağlıdır:
“ Örümcek, işini dokumacıya benzer şekilde gördüğü gibi, arı da peteğini yapmada pek çok mimarı utandırır. Ne var ki, en kötü mimarı en iyi arıdan ayıran şey, mimarın, yapısını gerçekte kurmadan önce, onu hayalinde kurabilmesidir.’’

Marx’ın tarih analizi, tarım toplumlarında toprak ve kürek, sanayi toplumunda madenler ve fabrikalar olarak sayılabilen yani bir malın üretimi için doğrudan gerekli üretici güçler ve bu üretim araçlarını kullanan insanların kurduğu sosyal ve teknolojik ilişkileri tanımlayan üretim ilişkileri arasındaki ayrıma dayanır. Bu ayrım ve bağ üretim biçimini oluşturur. Marx, Avrupa’da üretim biçiminin değişmesiyle birlikte feodalizmden kapitalist üretim biçimine geçildiğini söyler. Marx üretici güçlerin, üretim ilişkilerinden daha önce geldiğini ve daha hızlı değiştiğini söyler. Felsefenin Sefaleti çalışmasında bu durum şöyle yer alır:
“ Toplumsal ilişkiler, üretici güçlere sıkı sıkıya bağlıdırlar. Yeni üretici güçler sağlamak için insanlar kendi üretim biçimlerini değiştirirler; kendi üretim biçimlerini değiştirmek, yaşamlarını kazanma yollarını değiştirmek için de bütün toplumsal ilişkilerini değiştirirler. Yeldeğirmeni size feodal beyli toplumu verir; buharlı değirmen ise, sınai kapitalistli toplumu.”
Marx toplumdaki sınıfların bu üretim biçimlerine bağlı olarak oluştuğunu söyler. Bir sınıfı oluşturan insanlar kendi istekleri yahut bilinçleriyle bir araya gelmiş değildir. Her sınıfın da kendi çıkarına farklı bir isteği vardır, bu da toplumda çatışmaya yol açar. İnsanlık tarihinin en kalıtımsal özelliği sosyal sınıfların çatışmasıdır:
“ Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. ”
Marx insanların kendi emek gücü ve bunla olan ilişkisiyle de ilgilenmiştir; yabancılaşma sorunu özellikle Genç Marx’ın ilgilendiği bir alandır. Kapitalist sistemde insan kendi doğasına yabancılaşmasıyla, hem kendi emeğine hem üretim sürecine hem de sosyal ilişkilerine karşı yabancılaşır. Kapital’de yerini daha ayrıntılı biçimde tanımladığı meta fetişizmine bırakır.
Yanlış bilinç de Marksist terminoloji içinde önemli bir yere sahiptir. İdeoloji kavramıyla oldukça yakından bağlantılıdır ve onu olumsuzlar. Üretim araçlarına sahip sınıf, aynı zamanda kendi dünya görüşünü de alt sınıflara pompalar. Böylece proletarya kendi çıkarının nerede olduğunu göremez, düzeni değiştirme şansının olmadığını düşünür. Olayları devrimci bir düşünceden uzak olan din veya insan çerçevesinden görür. Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı’da şöyle der;
“ Dinsel üzüntü, bir ölçüde gerçek üzüntünün dışavurumu ve bir başka ölçüde de gerçek üzüntüye karşı protesto oluyor. Din ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, manevi olanın dışlandığı toplumsal koşulların maneviyatını oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor.”
Tarih Anlayışı
Marx’ın tarihsel materyalizm kuramı toplumun her zaman temel olarak -üretim ilişkileri ve buna bağlı olarak ekonominin sistemin dinamiği olduğu- maddi koşullara göre belirlendiğini öne sürer. İnsanlar öncelikle “yaşamlarını sürdürmek gayesiyle içmek, yemek, barınmak ve giyinmek” gibi gereksinmeleri karşılamak için ilişkiye girer. Marx ve Engels, Batı toplumlarının gelişmesini ve geleceğini, birbirini takip eden ilk dört döneme ayırır ve beşinci olarak gelecekte yaşanacağını varsaydıkları komünizm dönemini öngörür:
lkel komünizm: Avcı ve toplayıcı dönemde, paylaşılan mülkiyete ve ilkel demokrasiye dayanan kooperatif aşiretler, kabileler.
Kölelik: Toplumun kabileden şehir devlete geçtiği, köleliğin, özel mülkiyetin ve aristokrasinin doğduğu, tarımın yaygın olduğu dönem.
Feodalizm: Kralın da dahil olduğu aristokrasinin yönetici sınıf haline geldiği, dinin önemli bir yer tuttuğu üçüncü dönem.
Kapitalizm: Burjuva sınıfının yönetici, proletaryanın da ezilen sınıf olduğu, parlamenter demokrasinin yaygın olarak politik sistem olduğu, piyasa ekonomisinin işlediği ve üretim araçlarına ağırlıkla özel mülkiyetin sahip olduğu dönem.
Komünizm: İşçilerin devrim yaparak kapitalistleri kovduğu ve devletsiz, sınıfsız, mülkiyetsiz bir toplumun yarattıkları beşinci dönem.
Politik Ekonomi
Marx’a göre, insanın kendi emeğine yabancılaşması (meta fetişizmine dönüşen süreç), kapitalizmin en belirgin niteliğinden biridir. Kapitalizmden önce, Avrupa’da var olan piyasalarda üreticiler ve tüccarlar mal alıp satardı. Kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle birlikte emeğin kendisi bir mal (meta) halini almıştır. İnsan artık yaptığı ürünü değil, kendi emek gücünü belirli bir ücret karşılığında anlaşarak satmaktadır. Emek gücü, insanın zanaatçılığından farklılaşarak sistemin devamlılığını sağlayan, tamamıyla alınıp satılabilen bir araç haline gelmiştir. Emek gücünü satmak zorunda olanlara proletarya, bu emek gücünü satın alan, genellikle mülk ve üretim teknolojisine sahip gruba da burjuva denir. Proleterler, kapitalistlerden sayıca ve kaçınılmaz olarak fazladır.
Marx, endüstriyel kapitalistlerin tüccar kapitalistlerden ayrıldığını söyler. Tüccar bir piyasadan bir malı alır ve diğer bir piyasada, piyasadaki arz ve talep kanunlarına bağlı olarak, daha yüksek bir fiyattan satar. Böylece bir arbitraj oluşturur. Öte yandan kapitalistler, üretilen maldan bağımsız olarak emek piyasası ile piyasa arasındaki farklılıktan yararlanır. Marx, her başarılı endüstrinin birim maliyeti girdisi ile birim fiyatı çıkışı arasında fark bulunduğunu söyler. Bu farklılık artı değer olarak adlandırılır ve bu artı değer kaynağını işçinin ürettiği artı emekten alır, bu el konulan artı değer kapitalist kazancın esas bölümünü oluşturur.
Marx ve Engels, Komünist Manifesto’da burjuvanin tarihte daha önceden görülmemiş devrimci bir rol oynadığını söyler, ama bu kapitalist üretim sürecinin yaşayacağı krizleri bütünüyle engelleyebilecek güçte olduklarını göstermez. Teknolojinin sürekli gelişmesi, ekonominin büyümeye endeksli olması ve kârın arttırılması gerekliliği kapitalizmi periyodik krizlere mahkûm eder. Bu büyüme, kriz ve tekrar büyüme süreci sonunda her defasında bir öncekinden daha ciddi bir krize yol açacaktır. Aynı zamanda bu süreçte kapitalist sürekli zenginleşmeye çalışacak, işçi de gittikçe güçsüzleşecektir, çünkü artı değeri oluşturan artı emektir. Sonunda proletarya üretim araçlarına el koyacak ve herkese eşit biçimde dağıtacaktır. Uzlaşmak ihtimali mümkün değildir, çünkü kapitalist sistemde bu uzlaşmanın sınıf farklılığını ortadan kaldırma şansı yoktur. Aksine kapitalistler önceki avantajlı durumunu devam ettirmek için şiddete başvuracaktır. Bu geçiş sürecinde iyi organize olmuş devrimci bir gücün ortaya çıkıp idareyi ele alması gerekir. Marx, Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde şöyle yazar:
“ Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Buna da bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.”
Karl Marx ve Friedrich Engels
Marx'ın teorik çalışmalarında kendisine en büyük yardımı yine kendisi gibi Alman bir filozof olan Friedrich Engels yapmıştır. 1844 yılında biraraya gelen ikili aynı siyasi fikirleri benimsediklerini görerek Marx'ın 1883 yılındaki ölümüne kadar beraber çalışacak ve çok sayıda ortak esere imza atacaklardır.
1848 yılında Komünist Manifesto'nun yayınlanmasının ardından Belçika'dan sınırdışı edilen ikili Köln'e geçerek burada Neue Rheinische Zeitung adlı radikal sol gazeteyi çıkartmaya başlar. 1849 yılında buradan da ayrılmak zorunda kalan ikili Londra'ya geçer.
Siyasi ve yazın alanındaki faaliyetlerine İngiltere'de sürdürürler. 1883 yılında Marx'ın ölümü üzerine Engels, Marx'ın yazmış olduğu eserlerin editörlüğü ve çevirmenliğini yapmak durumunda kalır. Bu dönemde kendisi de başta Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni olmak üzere çeşitli eserler kaleme alır.
Marksizmin İfade Ettiği Anlam
Marksizm giriş bölümünde kısaca belirtildiği gibi hem iktisadi hem de sosyal bir akım ve ideolojiler dizisi ve sistemidir. Marksizm politik bir güç olarak 1917-1991 yılları arasındaki dönemde Batı kapitalizminin karşısındaki en büyük tehdit olarak görülmüştür. Marx ve En-gels’in metinlerinden oluşan sosyal bir felsefe olarak Marksizm ile 20. yüzyıl komünizmini birbirinden ayırmak gerekmektedir. Komünizm 20. yüzyılın sonunda ölmüş olsa da Mark-sizm varlığını devam ettirmektedir (Türköne, 2011, s. 121).
Marksizmin Temel Ögeleri

Tarihsel Materyalizm
Marksist felsefenin köşe taşı, Engels’in “tarihin materyalist kavrayışı” dediği şeydir. Tarihsel materyalizm insanların üretim ve yeniden üretim yoluyla gerçekleştirdikleri yaşam koşulla-rının maddi temeline vurgu yapan bir anlayıştır. Bu anlayış doğrultusunda Marx, üretim bi-çimlerini bünyesinde barındıran altyapının (ekonomi) üstyapıyı (ideoloji, politika, hukuk vb.) belirlediğini iddia etmiştir. Materyalist tarih anlayışının özü, tarihin ve sosyal gelişmenin sınıf temelli ekonomik analizlerle açıklanması fikrine dayanmaktadır. Marx ve Engels’e göre tarih herhangi bilim değil tek bilimdir. Bu bilimin dayanağı ise materyalist bir dayanaktır. Engels, Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm kitabının girişinde tarihsel materyalizmi şöyle ifade eder: “Toplumun ekonomik gelişmesinde, üretim ve mübadele biçimlerindeki değişimlerde, buna bağlı olarak toplumun farklı sınıflara bölünmesinde ve bu sınıflar arasındaki mücadelede bütün önemli tarihsel olayların harekete geçirici gücü nihai nedenini araştıran tarihsel sürecin belli bir yorumudur.” (Bottomore, 2003, s. 572).
Diyalektik Değişim
Marx, Hegel’i takip ederek tarihin sürükleyici gücünün, tez-antitez-sentez şeklinde gelişen diyalektik bir süreç olduğunu düşünüyordu. Diyalektiği merkeze alan bu düşünce biçimi tarihî değişimlerin, sınıflar arası çatışmalardan kaynaklandığını varsaymaktadır (Arı, 2002, s. 279) .
Yabancılaşma
Yabancılaşma Marx’ın erken dönem yazılarının ana temasıdır. Buna göre; kapitalist üretim biçiminde iş kişisellikten uzaklaşır ve insan emeği bir meta hâline dönüşür. Bu süreçte işçi, emeğine ve ürettiklerine yabancılaşır.Marx’ın yabancılaştırma teorisi ise, onun Hegelci idealizme ilişkin, tinin ya da düşüncelerin diyalektiğini emeğin ve sınıf savaşının materyalist bir diyalektiğine dönüştüren, materyalist eleştirinin doğrudan bir uygulanmasıdır (West, 2005, s. 81). Hegel, idenin kendinden uzaklaşarak kendi dışına çıkıp özüne aykırılaştığını ve yabancılaştığını söylemişti. Bu yabancılaşma kavramı, Marx tarafından da ele alındı. Ama Marx, ideyi reddettiği ve insanın maddesel etkinliğini temel aldığı için yabancılaşmayı da bu maddesel temel içinde aradı. Marx’a göre sosyalist üretime geçildikten sonra, ekonomik yasaların insana değil de insanın ekonomik yasalara egemen olması sağlandığı zaman yabancılaşma ortadan kalkacaktır (Hilav, 1997, s. 128).
Sınıf Mücadelesi
Proleterya, tamamen mülksüz olan ve bu yüzden emeklerini, karşılığında temel geçim araç-ları edinmek için burjuvalara satmak zorunda kalanlar sınıfıdır. Burjuvazi, tüm uygar ülke-lerde tüm geçim araçlarına ve geçim araçlarının üretimi için gerekli hammadde ile aletleresahip olan büyük kapitalistler sınıfıdır (Marx & Engels, 1976a, s. 341-357). Özel mülkiyet burjuva veya kapitalist sınıf ile üretim araçlarının asıl sahipleri olan proletaryaarasında bir bölünme yaratır. Bu bölünme çerçevesinde burjuvazi egemen sınıftır. Burjuva-zinin bu egemenliği sadece ekonomik gücünden değil politik gücünden de kaynaklanır.
Artı Değer

Marx metaların değerinin onların üretiminde kullanılan işçi emeğine dayandığına inanıyordu. Burjuvazi, işçi sınıfının yarattığı bu değere el koymaktadır. Bu yüzden işçi sınıfı ileburjuvazi arasındaki ilişki, artı değerin sömürülmesine dayanan uzlaşmaz bir çelişkiye dayanmaktadır.
Proleter Devrim
Marx kapitalizmin nihayetinde öleceğini ve bu süreçte proleteryanın da kapitalizmin meza-rını kazacak sınıf olduğunu düşünüyordu. Marx’a göre; kapitalizm aşırı üretimden ve tekelleşmeden kaynaklanan bir dizi ağır kriz yaşayacak ve bu krizler işçi sınıfına devrimci bir sınıf bilinci aşılayacaktır (Türköne, 2011, s. 122).
Komünizm
Marx insanlığın tarihsel gelişiminin son durağının komünizm olduğuna inanıyordu. Sosyalist devrim ile birlikte kurulacak proletarya diktatörlüğü döneminden sonra erişilecek olan komünist toplum sınıfsız, özel mülkiyetin olmadığı, insanların gerçek ihtiyaçlarına göre üretimin yapıldığı bir düzen olacaktı (Lindsay, 1931, s. 23).
Kapitalist Üretim Biçimi ve Ekoloji
Kapitalist üretim süreci, aynı zamanda, doğanın yağmalanması ve doğal çevrenin daha fazla kirletilmesi sürecidir. Ekolojik sorunların, dünya genelinde çok tehlikeli bir hâle gelmesinin kökenine inildiğinde kapitalist sistemin başlangıcı görülmektedir. Bu sistem feodal sistem içinde doğup 1700’lü yıllarda hızla büyümeye başlayarak 1800’lü yıllarda belli bir olgunluğa ulaşmıştır. Kapitalizm önce Avrupa Kıtasında sonra da Avrupa’da hızla gelişmeye başladı. Avrupa ve ABD’de gelişen kapitalist işletmeler daha da büyüyünce yeni pazarlara yöneldiler. Yeni pazarlara sürülen ürünleri üretmek için doğal kaynakları yağmaladılar.Kapitalistler sanayinin gelişmesiyle birlikte daha fazla üretim yaptıkça bu ürünleri satacak yeni pazarlar ve bu ürünler için gerekli olan hammaddelerin temini için yeni sömürgeler aramaya başladı. Kapitalistler bilimsel gelişmeleri kendi sömürülerine alet ederek insan ve doğaya zararlı üretim biçimleri sürdürdüler. Bir malı veya metayı en ucuza mal etmenin yolu da hammaddeyi en ucuza elde etme, işçinin emeğinin büyük bir bölümünü sömürme,kâra dayalı bir teknoloji ve tüm atıkların serbestçe doğaya bırakılmasından geçiyordu. Bu düşünce ve davranış, kapitalist kâr yasasının temelini oluşturmaktadır.Kapitalizm doğaya ve insana en büyük zararı emperyalist aşamada vermeye başlamıştır.Kapitalist emperyalizm, yani gücünü bir ülkenin yönetilmesi ve bu ülke üzerindeki beşerî ve doğal kaynakların siyasi, ekonomik ve askerî amaçlarla seferber edilme yeteneği ile sermayeyi yönetmenin ve kullanmanın önemli hâle geldiği belli bir zaman ve mekân içindeki siyasi-ekonomik sürecin yayılması olarak emperyalizm arasındaki karışımdır.

1800’lü yıllarda kapitalist üretim tarzıyla hareket eden devletlerden ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa aşırı sermaye gelişmesiyle, 1900’lü yılların başında kapitalizmin bir üst aşaması olan emperyalist bir güce dönüşmüşlerdir. Emperyalist aşamaya geçen devletler birbirine karşı üstünlük sağlamak için çok büyük bir silahlanma yarışına girdiler. Bu rekabetten doğan silah sanayisidoğayı tahrip etmeye ve kirletmeye başladı (Güzel, 2006, s. 16-18). Marx, toprağın metalaştırılması ve özelleştirilmesi, köylülerin zorla topraklarından çıkarılması, çeşitli mülkiyet haklarının özel mülkiyet haklarına dönüştürülmesi, avama tanınan hakların daraltılması, iş gücünün metalaştırılması, alternatif üretim ve tüketimin bastırılması, doğal kaynaklar da dâhil varlıkların sömürgeci, yeni sömürgeci ve emperyal yöntemlerle talan edilmesi, mübadele ve vergilendirmenin parasallaşması, köle ticareti, ilkel birikimin radikal araçları olarak tefecilik, ulusal borç ve nihayetinde kredi sisteminin yaygınlaşması gibi ilkel birikim süreçlerinden bahseder. Marx’ın bahsettiği ilkel birikimin tüm özellikleri,kapitalizmin şimdiye kadarki tarihsel coğrafyasında güçlü bir biçimde var olagelmiştir. Köylülerin topraklarından çıkarılması ve topraksız proletaryanın ortaya çıkışı son yıllarda hız kazanmış, örneğin su gibi daha önce ortak mülkiyet altında bulunan doğal kaynaklar genelde Dünya Bankasının zoruyla özelleştirilmiş ve kapitalist birikim mantığının içine oturtulmuş,alternatif üretim ve tüketim biçimleri ortadan kaldırılmıştır. Devletleştirilmiş endüstriler özelleştirilmiş, aile çiftliğinin yerini tarım işletmeleri almıştır.Lenin, Hilferding ve Luxemburg’un 20. yüzyılın başlarında dikkat çektikleri gibi kredi sistemive mali sermaye talan, dolandırıcılık ve hırsızlığın başlıca araçları hâline gelmiştir. 1973’ten sonra başlayan güçlü finansallaşma dalgası, spekülatif ve talancı tarzı bakımından eşsizdirve çağdaş kapitalizm denen olgunun temel özellikleridir. DTÖ gibi yeni mekanizmaların da devreye girmesiyle, küremizin ortak çevresel kaynaklarının hızla tüketilmesi ve sermaye yoğun tarımsal üretim tekniklerinin neden olduğu çevresel bozulmalar, doğanın toptan metalaştırılmasına yol açmıştır (Harvey, 2008, s. 121-123).Doksanlı yılların başından bu yana ise hem gelişmiş hem de gelişmekte olan toplumlardasosyal bilimler ve kamu tartışmalarının ana konusunu küreselleşme oluşturmaktadır. Enbasit şekliyle küreselleşme üç şey ifade eder: toplumlar ve devletler arasındaki engellerde gözle görülür bir azalma, toplumların ve devletlerin giderek artan ölçüde birbirine benzemeye başlaması, son olarak da toplumlar arasındaki ilişkilerin artması. Bu ticaret, sermaye,takas edilen para hacmi ya da turistlerin ve göçmenlerin seyahat etmesi şeklinde olabilir. Ekonomi alanında bu, ticaretin liberalleşmesi ve sermayenin sınırlar arasında hareketetme eğiliminin artması anlamına gelir. Küreselleşmenin olumsuz tarafına baktığımızda,hâlâ devam eden ve çözümlenemeyen çevre sorununun da bundan payını aldığını görüyoruz. Kötümser tahminleri bir kenara koysak bile dünya ikliminde hissedilir derecede birşeyler olduğu ve bunda insan faaliyetlerinin büyük bir rol oynadığı açıktır. 1900 ve 2000yılları arasında dünya ısısı 5.5 derece arttı. Bilimsel tahminler 2100 yılına 1.7 ile 33.3 derece arasında bir artış olacağını belirtiyor. Bu değişiklik sadece devam etmekle kalmıyor, aynı zamanda çok az kontrol ediliyor. Çevreye olan ilginin artmasıyla beraber; küreselleşmenin çevre üzerindeki etkileri ve buna karşı yapılması gerekenler önemli uluslararası tartışma konuları arasına girdi. Çevreciler, ekonomik büyümenin çevreye geri döndürülemez zararlar verdiğini ve büyüme ve tüketim artışına yönelik küresel eğilimden vazgeçilmesi gerektiğiniileri sürmeye başladılar. Montreal, Rio de Janerio ve Kyoto Antlaşmalarında iklim değişikliğiyle uğraşmak konusunda biraz isteklilik gözlenmişti fakat sorunun altında yatan üretimve tüketim şekilleriyle bağlantılı olan sebeplerin üstüne gidilmemişti (Ceylan, 2011, s. 88;Halliday, 2002, s. 106-107). Kapitalist küreselleşmenin ekolojik yıkıma neden olan mekanizmalarını şu şekilde açıklayabiliriz.Kapitalist üretim biçiminde, doğal kaynaklar artıdeğer birikimine yönelik bir meta olarak görülmekte ve artı değeri yükseltme çerçevesinde, bozulmayı önleyici teknolojiler ve yatırımlar ancak kâr güdüsüyle ele alınmaktadır. Bu kısır döngü sonucu çevre kirliliğini önlemeye yönelik yatırımlar ve ayrılan kaynaklar hızla artmasına karşın ekolojik yıkım şiddetlenerek sürmektedir. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP)’nın 2011 İnsani Gelişme Rapo-ru’na göre; toprağın ve suyun verimliliği tüm olumsuz senaryolarda % 50’ye varan düşüşlere neden olacak şekilde azalmıştır. Ormanların yok olması da büyük bir sorundur. 1990-2010 yılları arasında Latin Amerika, Karayipler ve Sahra Altı Afrika ülkeleri en büyük orman kayıplarını yaşamıştır. Olumsuz çevresel etmenler neticesinde gıda fiyatlarının gelecek on yıllar içinde % 30-50 oranında artıp fiyat değişkenliğini de artırarak yoksul haneler üzerinde büyük yansımaları olması beklenmektedir. Rapora göre, çevresel bozulma ve iklim deği-şikliğinin farklı kesimler arasındaki eşitliği bozması kaçınılmaz bir sonuçtur (UNDP, 2011).Yine kapitalist sistemin işleyişi gereği kendi varlığına tehdit oluşturabilecek, her türden ulusal ve uluslararası toplumsal hareketlenmeleri kontrol altında tutabilmek için elinde bu-lundurduğu, sürekli geliştirdiği ve yeri geldiğinde kullanmaktan çekinmediği yüksek tek-nolojili savaş mekanizması da doğal kaynaklar üzerinde başlıca bir tehdit oluşturmaktadır. Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü 2012 yılı raporuna göre dünyanın önde gelen 100 silah şirketi krize rağmen cirolarını artırmayı başardı. Silah ve askerî teçhizat cirosu % 1’likartışla 411 milyar 100 milyon dolar olarak kaydedilirken dünya genelindeki savunma harcamaları 1 trilyon 738 milyar dolara çıktı. Silahlanmaya ayrılan miktar dünyadaki gayrisafi iç üretimin % 2,5’ini oluşturdu. Silah sektöründeki sıçramada 11 Eylül saldırıları dönüm nok-tası olmuş, büyük artış 11 Eylül 2001’de ABD’de düzenlenen saldırıların ardından kaydedil-mişti. 2002 yılından bu yana silah şirketlerinin cirosu % 60 oranında arttı (Deutsche Welle,2012; SIPRI, 2012).

Yeni pazar oluşturma ve var olan pazarlardaki tüketimi körükleme çerçevesinde, kapitalistsınıf elinde bulundurduğu medya araçları ile kitlelere yeni tüketim kalıpları aşılamaktadır.İnsani gereksinimler yerine israfa yönelik bu tüketim kalıpları hem üretim hem tüketim hem de tüketim sonrasındaki depolama süreçlerinde doğaya gereksiz yükler getirmektedir. Örneğin dünyada hiçbir devlet, motorlu taşıtların kullanımını engellemek konusunda kararlı adımlar atmadı. Dahası, medya yoluyla aşılanan modern hayatın getirdiği trendler giderek daha fazla motorlu araç kullanılması yönündedir. Sigara reklamlarını yasaklamak konusunda gayet istekli olan bir toplum, çok daha büyük bir tehdit unsuru olduğu bilinen motorlu araç satışları için aynı şeyi yapmamaktadır (Hallliday, 2002, s. 107). Üretim maliyetini ve doğal olarak da artı değer marjını belirlemede en önemli girdilerden birisi olan ucuz hammadde arayışı çerçevesinde, kapitalizm tüm dünya çapında birçok doğal kaynağı sorumsuzca tüketmektedir.Ucuz iş gücü kapitalist üretim biçiminin en vazgeçilmez parçasıdır. Kapitalizmin bu konudaki yüzü sağlıksız iş yeri koşulları, meslek hastalıkları, yetersiz iş yeri güvenliği kaynaklı iş kazaları ve benzerleri olarak karşımıza çıkmaktadır.Marx’ın “sermayenin ulusal sınırlar tanımadığı”na yönelik belirlemesi en açık biçimiyle ekolojik bozulma boyutunda somutlanıyor. Kapitalizm ucuz hammadde, ucuz emek ve yeni pazar arayışlarına, günümüzde bir de tehlikeli sanayi atıklarını depolayabileceği ve kirleticiüretim teknolojileri transfer edebileceği, çevresel yasa ve yönetmeliklerin yetersiz olduğuülkeler arayışını ekledi.Çevre ve ekoloji ile uyumlu alternatif üretim teknolojilerinin geliştirilmesi ve bunların kullanıma sunulması konusundaki kontrol yine kapitalist sınıfların elindedir. Dolayısıyla kullanılacak üretim teknolojileri, toplumsal gereksinimlere ve çevreye uyumlulukları ile değil, kapitalist üretim biçimine uygunlukları çerçevesinde kitlelerden bağımsız olarak belirlenmektedir.Özetle kapitalist krizin çeşitli yüzleri, bir ekonomi politikanın eseri olarak dünya çapındayaşanmakta olan ekolojik krizin çeşitli yüzleri olarak karşımıza çıkmaktadır (Demirer ve ark.,2000, s. 181-183; Demirer, 2006, s. 44).
Marksist Ekoloji Anlayışı
Yapılan araştırmalar klasik Marksizm’de güçlü bir ekolojik perspektifin olduğunu göstermiştir. Marx’ a göre asıl hedef, insanlık ve doğa arasındaki metabolik ilişkinin ortak üreticiler yoluyla akla uygun biçimde düzenlendiği bir toplumun inşasıydı (Foster, 2010a). Marksizm’in doğaya bakışını, Marx’ın 1875’te yazdığı Gotha Programının Eleştirisi’nde gör-mek mümkündür:
‘’Emek, bütün zenginliğin kaynağı değildir. Doğa da tıpkı bir doğa gücünün, insan emek-gü-cünün deyimleşmesinden başka bir şey olmayan emek gibi kullanım-değerlerinin kaynağı-dır. Ve insan, daha başından, bütün emek araçlarının ve konularının birincil kaynağı olandoğaya karşı onun sahibi gibi hareket ettiği, kendi malıymış gibi davrandığı ölçüdedir kionun emeği, kullanım-değerlerinin ve dolayısıyla zenginliğin kaynağı olur. Burjuvalar, yan-lış olarak, emeğe doğa-üstü yaratıcı güç yüklemeleri için pek iyi temellere sahiptir; çünküsalt emeğin doğaya bağlı olması olgusundan, emek-gücünden başka bir mülkiyete sahipolmayan insanın, toplumun ve kültürün bütün koşullarında, emeğin maddi koşullarınınsahibi hâline gelen başka insanların kölesi olmak zorunda olduğu sonucu çıkar. Bu insan,ancak onların izni ile çalışabilir, dolayısıyla da ancak onların izni ile yaşayabilir.” .Marksizm’e göre emek tek başına bir şey ifade etmez. Emek yalnızca bulunduğu çevre üzerinde değişiklik yapabilme gücüne erişirse bir anlam kazanır. Üretim ilişkilerini düzenleyenve üretimin aynı zamanda gelişim olduğunu da açıklayan Marksizm’in bu üretim modelligelişimini doğaya yapılan bir saldırı olarak yorumlamamamız gerektiği anlaşılmaktadır (Bolaç, 2012). Marx’ın Grundrise’de belirttiği gibi kapitalist üretim biçimi doğa ile toplum arasındaki orijinal birliği kırmaktadır. Eğer toplum kendi özgür zengin gelişimini sürdürmek için doğaile yaşamak istiyorsa daha yüksek düzeyde doğayla temel birlik kurması gerekmektedir. Marx’a göre toplum ile doğa arasındaki zaruri metabolik döngüdeki bu kırılma “sonraki kuşakların” iyiliği için ekolojik sürdürülebilirliğin restorasyonunu zorunlu hâle getirmiştir(Foster,2000b). Ayrıca Marx ve Engels, toprak bozulması, endüstriyel kirlilik, çarpık kentleşme, iklim deği-şikliği ve kaynakların tükenmesi gibi insan toplumunun çevreyle ilgili sorunlarını da dile getirmişlerdi. Hiçbir bireyin dünyaya sahip olmadığını ilan ederek kapitalizme doğrudan karşı çıkan Marx hiçbir ulusun ya da halkın da yeryüzüne sahip olmadığını bunun sonraki kuşaklara ait olduğunu vurgulamıştır (Foster, 2010b). Ekolojik sorunlar karşısında Marx’ın “yabancılaşma” kavramının önemli bir potansiyel taşıdığı ileri sürülebilir. Marx’a göre insanoğlu, doğayla ilişkisinde gereksinimlerini karşılamak için birtakım ürünler ortaya koyar. Bu ürünler, yeni gereksinimlerin doğmasına neden olurve bu yeni gereksinimlerin yeniden giderilmesi gerekir ve bu sonsuz olarak sürer gider. Böylece tarihsel gelişme uygarlık ve toplum yaşamı dediğimiz şey ortaya çıkar. Fakat insan bu ürünleri ortaya koyarken bu ürünlerin içinde kendini de kaybetmektedir. Bu ürünler insanın yarattığı şeyler olduğu hâlde insana karşıt, yabancı ve ezici gerçekler hâline gelmektedir. Tarih boyunca yabancılaşma sürecinden ötürü, insanın kendisi hem maddesel hem de manevi açıdan yoksullaşmaktadır (Hilav, 1997).
Foster’a göre Marx’ın ekolojik düşünceye en önemli katkısı tarihsel-materyalist çözümleme olmuştur. Marx’ın bu ekolojik anlayışı, bakış açısının önemli bir kısmını oluşturan materyalist doğa anlayışından çıkmıştı. Materyalist doğa anlayışı, doğa bilimlerini soyut değil,insana ait gereksinim ve sorunlarla iç içe gören, yaratıcı insanın, toplumun olduğu kadar doğanın da dönüştürülmesindeki rolünü vurgulaması açısından önemlidir. Böylece insan,kendi evrimsel tarihini doğal bir süreç olarak kavrayabilmekte ve doğayı kendisinin bir parçası olarak görmektedir (Mutlu, 2007, s. 123-144).
Ekoloji ve Marksizm Üzerine Düşünceler
Ekolojik hareket'e ve radikal ekoloji, derin ekoloji, toplumsal ekoloji diye adlandırılan ideolojilere şöyle bir baktığımızda, bu hareketten yola çıkarak oluşturulan her teorinin önce Marksizmle tartışmayı zorunluluk olarak gördüğü kolayca saptanabilir. Bunun yanında, ekolojik hareketin kendiliğindenliği ve çeşitli ideolojilerle kurduğu bağlar ölçüsünde politik duruşu (devrimcilik), Marksistlerin de ekolojik harekete ve 'ekoloji'ye yaklaşımları problemlidir.
J. B. Foster, meseleyi Marksizm içinde kalarak ve 'sosyalizm sonrasına, ideolojik cennete havale etmeden' tartışan en bilinen isim. Burada dikkate alacağımız diğer bir isimse, eylem alanından gelen ve çeşitli sorunlar içerse de Marksizmle dışarıdan bağ kurma çabası göz ardı edilemeyecek olan Murray Bookchin.
Foster, ekoloji tartışmalarını üç kampa bölüyor: birincisi Marx'ın düşüncelerinin anti-ekolojik olduğunu savunanlar, diğeri Promethean'lığı seçmiş olsa da Marx'ın görüşlerinin ekolojik tartışma aşısından 'aydınlatıcı' olduğuna inananlar (Foster, M. Bookchin'i bu kampa dahil ediyor) ve ısrarla Marx'ın ekolojik yıkımın ayırdında olduğunu, çalışmalarında ekolojik soruna sistematik bir biçimde yaklaştığını, kapitalizm ve komünizm analizlerinde ekolojiye yer verdiğini ve geleceğin toplumunda sürdürülebilirliğin merkezi bir kavram olacağı sonucuna ulaştığını savunanlar. (Foster, kendisini de bu kampa dahil etmektedir.)
Foster'ın ayırdığı üç kamptan son ikisini 'iyi niyetli' yaklaşımlar olarak ele alabiliriz; fakat gerçek bir Marksizm savunusu için iyi niyet elbette yeterli değildir.
Althusser'in bu konudaki çabası dikkate değerdir: "Burjuva ideolojisinin gerçek tehditlerine karşı Marksizm savunusu yapmak istiyordum; onun devrimci yeniliğini göstermek ayrıca Marksizmin burjuva ideolojisiyle uzlaşmaz olduğunu ve onun ancak burjuva ideolojisinden sürekli ve köklü bir kopmayla ve yine bu ideolojinin saldırılarına karşı yürüttüğü kesintisiz bir mücadeleyle Marx'ta ve işçi sınıfı hareketinde gelişebileceğini ‘kanıtlamak’ gerekiyordu."
Materyalizm
80'li yaşlarında hala eşitlikçi, özgür, ekolojik bir toplumun kurulacağına dair inancı eksilmemiş Murray Bookchin için materyalizm, 1930'lu yıllardan bu yana içinde olduğu pratik-politik mücadelenin verdiği öznelik statüsünün gölgesinde silinip atılabilecek bir şeydir. Bookchin Marksizmden koptuğu, Yeni Sol hareketiyle bağlandığı yıllarda Marksist olmamakta da materyalist olmamakta da özgür olduğunu hissediyordu. Marksizmin özgürlük mücadelesine (özgür eyleme) yer açmadığından şikayetçi oldu. Genelde Marksistler arasında kabul gördüğünü düşündüğü insanın doğayı tahakküm altına alma düşüncesinin doğanın insana tahakkümünden kaynaklandığı şeklindeki yabancılaşma tezini insanın insana tahakkümünün, insanın doğaya tahakkümü düşüncesine yol açtığı şeklinde tersine çevirdi ve tezini aslında bilincin varoluşu belirlediği iddiasına kadar götürdü. Bütün sorun çözülmüştü.
Marksist olmakta ısrar edenler ise materyalist ilkeyi kabul etmelerine rağmen, S. Timpanaro'nun belirttiği gibi kaba veya mekanist materyalizme düşmeme gayreti içerisindedirler.
Foster'a göre, Marx'ın materyalist kalmakla birlikte mekanist materyalizmle bağlarını kopardığı temel hiçbir zaman tam anlamıyla anlaşılamamıştır.
Oysa Marx, mekanist materyalizmi Epikuros'tan çıkardığı özgürlüğün eşlik ettiği bir zorunluluk anlayışı' ile aşmıştır. Hegelci felsefe ve diyalektikteki eylemci unsuru alarak praksis kavramından kaynaklanan pratik bir materyalizm geliştirmiştir. Foster, Roy Bhaskar'ı izleyerek, pratik materyalizmi ussal bir felsefi materyalizmi oluşturan üç unsurdan biri olarak tanımlıyor. Bu üç unsur;
1- Toplumsalın biyolojik (daha geniş anlamda) fizik olana tek yanlı bağımlılığını (…) savunan bir ontolojik materyalizm,
2- Bilimsel düşüncenin en azından bazı nesnelerinin bağımsız bir varlığı ve olgu ötesi (yani nedensel ve yasalı) etkinliğini olduğunu savunan bir epistemolojik materyalizm,
3- Toplumsal biçimlerin yeniden-üretimi ve dönüştürülmesinde insanın dönüştürücü eylemliliğinin yapıcı bir rolü bulunduğunu savunan bir pratik materyalizmdir.
Marx, daha genel bir materyalist doğa ve bilim kavrayışında ontolojik ve epistemolojik materyalizme bağlılığını sürdürse de materyalist tarih kavrayışında vurguyu pratik materyalizme yapmıştır.
"Organizmaların bölgesel dağılımını ve miktarını belirleyen karşılıklı ilişkileri inceleyen bilim dalı" olarak ekoloji, biyolojiyle ilgili bilimleri de aşan bir etki yaptı.
Foster, ekolojideki 'karşılıklı ilişkiler' i ekolojinin diyalektiği olarak adlandırır ve Marx'ın materyalizminin de buna yakın bir anlam ifade ettiğini söyler. Marx'tan doğa-toplum, özgürlük-zorunluluk, özne-nesne ikilikleri çıkarır. "Maddeci diyalektiği, evrimci bir indirgemeyle" değil daha gelişkin ekolojik bir indirgemeyle, "'Hegelci' diyalektiğe kaydırmanın" yolunu açar.
Foster'ın aşırı karamsar bulduğu S. Timpanaro'nun materyalizm tanımı şu şekilde: "Materyalizmden her şeyden önce doğanın 'akıl'a olan önceliği veya isterseniz, fiziksel düzeyin biyolojik düzeye ve biyolojik düzeyin sosyo-ekonomik düzeye önceliği bilgisini anlıyoruz; hem kronolojik öncelik (yeryüzünde yaşam ortaya çıkmadan önce geçen çok uzun zaman ve yaşamın başlangıcı ile insanın ortaya çıkışı arasındaki zaman) anlamında, hem de doğanın hala insan üzerinde gösterdiği ve en azından tahmin edilebilir gelecekte de göstermeye devam edeceği koşullandırma etkisi anlamında. "
Özne-nesne, bilinç-varlık, özgürlük-zorunluluk gibi ikilikleri reddeden materyalizmde ısrar etmek, birileri tarafından kaba veya mekanist materyalist, aşırı karamsar olarak görülmek pahasına yapılmalıdır. Yapılan ontolojik materyalizmin bilime ilişkin yönünün kabul edilmesidir. Materyalizm savunusu 1908'de Lenin'in Materyalizm ve Ampiriokritisizm'de yaptığı noktadan yapılmalıdır; çünkü Marksizmi diğer burjuva ideolojilerinden ayıran aynı zamanda onun bilim olma özelliğidir.
Bunun yanında, Foster'ın bu ekolojik indirgemesini, materyalizme etkinlik kazandırma çabasını, Marx'ın, Gassendi'nin Epikuros'u kiliseye uydurma çabasından Yunan yosmalarının parlak ve serpilmiş vücudu üzerine bir Hıristiyan rahibesinin giysisini giydirmeye kalkışmak gibi boş bir çaba olarak söz ettiği gibi basitçe boş olarak nitelendirmek de hatalı olacaktır; çünkü Foster yalnızca felsefi yorumlar yapmıyor, dünyayı değiştirmekten bahsediyor. Marksistlerin, Foster'dan da önce, çok uzun süredir bu konuya kafa yorduğu, Foster gibi düşünenlerin hiç de azınlık olmadığı ve bunun yanında teorik ve politik etkilerinin hesaba katılması gerekir.
İdeoloji, Bilim, Politika
Sovyetler’deki sosyalizm deneyimi, pek çok sorunun çözümü gibi ekolojik sorunun çözümünün de sağlanamaması yönünde hayal kırıklığıyla sonuçlandı. Foster ve Bookchin'in ortak noktası Stalin'e, Stalin dönemine 'hümanist' veya 'ahlaki' gerekçelerle karşı çıkmalarıdır; hatta Bookchin, Stalin döneminin bu hümanist yorumunu Marksizmin özelliğine indirgemektedir.
Bookchin 'doğanın önceliği' fikrini etik bir şekilde kavrar. Batı düşüncesinin doğanın acımasız bir zorunluluk bölgesi, amansız bir yasaya uygunluk ve yükümlülük alanı olduğu fikrine karşı zorunlu olarak beliren iki uç tavrın -ya insanlık "ekolojik" bir alçak gönüllülükle "doğal yasa" diktasına teslim olacak (mağrurca çiğnediği karıncanın yanında sefil yerini alacak) ya da teknolojik ve ussal kurnazlığıyla doğayı fethedecektir- doğa ve toplum arasında bir ikicilik yarattığını ifade eder. İlk tavrı derin ekolojist, anti-hümanist, diğerini ise liberal ve Marksçı ideolojilerle örneklendirir. Derin ekolojist yaklaşım toplumu doğaya indirgemektedir, Marksizm ise diğer liberal ideolojiler gibi bu ikilik arasında Promethean bir bağ kurmaya çabalamaktadır. Sovyetler’deki ekolojik yıkım bu Promethean ilişkinin en keskin örneğidir Bookchin'e göre.
Foster, sorunu Stalin'in kişiliğine bağlar; öyle ki Stalin'in ekoloji konusunda önemli eserler veren kişileri hapse attırması, Lenin döneminde etkin kılınan çevre korumacılarının Lenin'in erken ölümüyle 'burjuva'lıkla suçlanması birer kişisel uygulama hatasıdır.
Marx'ın Promethean olup olmadığı tartışması ise, Foster'ın da hasımlarıyla aynı sularda yüzüp durduğu ideolojik bir tartışma olarak durur.
Bookchin, Marksizmi burjuva gerçekçi düşüncesinin radikal bir ideolojiye dönüşmesi olarak tanımlayıp Marx'tan Stalin'e bir Prometheanlar listesi çıkarırken ahlaki değerlendirmeler yapar.
Bookchin'e göre 'olan' kötüdür; değiştirilmelidir. "Kapitalizm eleştirisini bütün ahlaki yanlarından bağımsız "nesnel" bir bilime dönüştürmeye çalışan Marx, kötülük sözcüğünü kullanmazdı. Mihail Bakunin'in düşüncesinde kötülüğün hesaba katılması gereken bir koşul olarak ele alınması olumlu bir noktadır."
Bookchin 'iyilik' ve 'kötülüğün' ayıracını da 'akıl' olarak ortaya koymaktadır. İyilik/kötülük ve akılcı/akıl-dışı arasında paralellik kurar. İçinde yaşadığımız akıl-dışı ortamdan özgür insan eylemiyle kurtulunacak; insanın, insana ve doğaya tahakkümü son bulacak ve 'akılcı', ekolojik bir toplum kurulacaktır. Ancak Timpanaro'nun materyalizm tanımına dayanarak, Bookchin'in sözünü ettiği akılcı toplumun herhangi bir ekolojik felakete yol açmasının, dünyaya dışarıdan bir kuyruklu yıldız çarpmasıyla gelebilecek herhangi bir 'doğal' felaket kadar muhtemel olduğunu iddia edebiliriz.
Foster, "Marx'ın ve özellikle Engels'in, insanın yıllarca tahakkümü altında bulunduğu doğal güçlerden kurtularak doğanın efendisi olmasını kutsadığı" savına karşı, gerçekte kutsananın "insana doğa ile olan ilişkisini yeniden düzenleyecek kapasiteyi veren tarihi değiştirebilme ya da tarihin hakimi olabilme gücü olduğunu" savunur. "Bu güç insana ihtiyaç ve potansiyellerinin farkına varabildiği bir özgürlük ortamında doğa ile ilişkilerini yeniden düzenleme kapasitesi verir."
"Eğer Prometheanlıkla kastedilen Marx'ın Aydınlanma geleneğine paralel olarak rasyonalite, bilim, teknoloji ve insan gelişimine inandığı ve insanın doğal güçler karşısında kontrolünün giderek artmasına sevindiği ise" Foster buna katılmaktadır.
Hasımlarının 'Promethean' nitelemesine karşı Foster Marx'ı 'doğalcı hümanist' olarak savunmaktadır. Marx, Foster için hala 1842'deki Marx'tır: Odun hırsızlığı sorununa eğilerek yoksulların davasını üstlenen Marx. ‘‘Marx için komünizm, özel mülkiyetin ortaklaşma aracılığıyla olumlu biçimde ortadan kaldırılmasından başka bir şey değildir." "Bu pozitif komünizm, tam anlamıyla gelişmiş doğalcılık olarak hümanizme, tam anlamıyla gelişmiş hümanizm olarak doğalcılığa eşittir; insanla doğa, insanla insan arasındaki çelişkinin sahici çözümü, varoluşla oluş, özgürlükle zorunluluk, bireyle tür arasındaki çelişkinin gerçek çözümüdür."
Bu tartışmada Foster'ın da görmezden geldiği, Marx'ın "radikal-burjuva siyasi konumlarından, hümanist-küçük burjuva konumlara daha sonra da komünist-materyalist (yepyeni bir devrimci materyalizm) konumlara" geçirdiği 'evrim' ve Althusser'in tarihini 1845 olarak belirlediği yeni bir bilimin doğuşunu başlatan kopuştur.
Althusser'in bilim ile ideoloji arasında açık bir ayrım koyma çabasını siyasal irade konusundan kaçınma çabası olduğunu iddia edenler de vardır.
Michèle Barrettt, Althusser'in feminist, ırkçılık karşıtı ya da ekolojik siyasete bıraktığı üzücü miras olarak amansız ve doktriner bir anti-hümanizmden söz eder. Bu yaklaşım Marksizmin tarihe en az dayanan boyutunun bilimsel boyutu olduğunu ifade etmekle politikaya yer açmaktan ziyade sosyalizmi bir ütopya olarak sunmaktadır.
Bilim ve teknolojinin burjuvazi tarafından saptırılabileceğinden, kötü amaçlar için kullanılabileceğinden bahseden Foster ise bilimi politikleştirmeye çalışırken sosyalizmin ütopya olduğu görüşüne yenik düşer.
Hümanizm ideolojisine sarılarak yürütülen ideolojik mücadele politik üstünlük sağlamaz, her an reformizme ve hatta apolitizme düşme tehlikesiyle de karşı karşıyadır.
Örneğin M. Bookchin, 68'de öğrenci hareketini sınıf-dışı olarak niteleyen, harekete destek olmayan, hatta düşmanca davranan işçi sınıfını, 'proleter sosyalizm'i soldan eleştirirken, Yeni Sol hareketin anarşistlerinin Maocu hareketler karşısında yenilmesinden duyduğu çekinceleriyle dönemin devrimci dalgasının sağında kalmıştır. Bookchin, “Komünalist Karar Anı” başlıklı yazısında ise anarşizmin bireyci, radikal eylemliliklerine karşı çıkıyor ve otantik anarşizmin, tüm devrimcilerin karşısına çıkan politik güç sorununa yönelmekte başarısız olduklarını söylüyor; aynı dergide kendisiyle yapılan röportajda ABD’deki toplumsal ekolojistlerin anarşist kökenden gelmesinden duyduğu kaygıyı belirtiyor.


SONUÇ:
Marksizm, görülüyor ki sadece Marx’ın görüşlerinden ibaret bir teori değildir. Marksizm hem bir ideoloji hem de bir yaşam tarzı olarak karşımıza çıkmaktadır. Marksizm, yalnızca ekonomiyle değil insan ve insan ilişkilerini temel alan tüm alanlarda görüş beyan etmiştir.Üretim ilişkileriyle doğanın uyumuna özen gösteren Marksizm, ancak bu uyumun varlığı durumunda insanın refah içerisinde ve güvende olacağını söylemektedir.Günümüzde küresel kapitalizm daha çok kâr elde etmeye, sermaye birikiminin sürekli olmasına ve yeni pazarların ortaya çıkarılmasına dayanan bir sistem olarak ekolojik bunalım yaşanmasının sorumlularından biri olarak görülmektedir. Bunun temel nedeni mal ve hizmet üretiminin toplumsal ihtiyaçlar çerçevesinde değil, çok uluslu şirketlerin ve gelişmişülkelerin politikaları doğrultusunda belirlenmesidir. Kapitalist üretim biçiminin hâkimiyeti sebebiyle doğal kaynakların sınırsızca kullanılması ve çevre kirliliğinin daha önce görülmemiş düzeylere ulaşması kaçınılmaz sonuç olmuştur. Eğer bugün Marksizm ve ekoloji yeni-den etkileşimli görülüyorsa bunun kaynağı kapitalizmin doğayı meta üretim alanı olarakgörmesidir.


KAYNAKÇA
Arı, T. (2002).Uluslararası ilişkiler teorileri.İstanbul: Alfa.
Bottomore, T. (2003).Marksist düşünce sözlüğü. İstanbul: İletişim Yayınları.
Bolaç, E. (2012). Doğa satılık değil. Dosyaları indirebilmeniz için BURADAN kayıt olmanız gerekiyor. adresinden 19 Haziran2012 tarihinde edinilmiştir.
Ceylan, C. (2011). Küreselleşmenin sektörel etkileri. İstanbul: İstanbul Ticaret Odası Yayınları.
Demirer, T. (2006). Kapitalist vahşetin kıskacında insan ve doğa. S. Özbudun, C. Sarı & T. Demirer (Der.), Kıyamete çeyrek kala ekoloji yazıları içinde (s. 43-110). Ankara: Ütopya.
Demirer, G. N., Duran, M. & Torunoğlu, M. (2000). Marksist ekoloji anlayışı üzerine. G. N. Demirer, M. Duran & G. Özgür (Der.), Marksizm ve ekoloji içinde. (s. 166-193). Ankara: Öteki Yayınevi.
Deutsche Welle. (2012, Şubat 27). Krize rağmen silah cirosu arttı. Dosyaları indirebilmeniz için BURADAN kayıt olmanız gerekiyor. adresin-den 24 Haziran 2012 tarihinde edinilmiştir.
Eralp, A. (2003).Devlet, sistem ve kimlik. İstanbul: İletişim Yayınları.
Foster, J. B. (2010a). Ekoloji bu sistemin içinden kurtarılamaz. Dosyaları indirebilmeniz için BURADAN kayıt olmanız gerekiyor. adresinden 15 Haziran 2012 tarihinde edinilmiştir
.Foster, J. B. (2010b). Ekoloji ve kapitalizmden sosyalizme geçiş. Dosyaları indirebilmeniz için BURADAN kayıt olmanız gerekiyor. adresinden 20 Haziran 2012 tarihinde edinilmiştir. Godalier, M. (1977).
Cevapla
  • Bilgi
  • Kimler çevrimiçi

    Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 9 misafir