Türkiye’de Ekonomik Kalkınma ve Büyüme Sorunları



Türkiye’de Ekonomik Kalkınma ve Büyüme Sorunları

EKONOMİK KALKINMA VE EKONOMİK BÜYÜME

Bir ülkenin kalkınması ve büyümesi, kesinlikle birbiri ile ilişkili olmakla birlikte, biri sadece ekonomik göstergelerde, diğeri ise ekonomik ve sosyal göstergelerde ifadesini bulan iki farklı ölçütle değerlendirilir. Ekonomik büyüme üretim imkânlarının artması sonucunda millî gelirin artışı şeklinde nicel olarak ölçülür. Buna karşın ekonomik kalkınma kentleşme, okuma-yazma oranının yükselmesi, tarımsanayi dengesinin sanayi lehine gelişmesi, bebek ölüm oranları, ortalama yaşam beklentisi ve hepsinden daha da önemli olarak, ekonomik verimliliğin yükselmesi gibi sosyal ve ekonomik ölçütlerle ifade edilir. Diğer bir deyişle ekonomik büyüme

millî gelirdeki nicel artıştır; ekonomik kalkınma ise ekonomik büyümenin yanı nda, insani gelişme göstergelerindeki iyileşmedir. ABD veya AB ülkeleri ya da Japonya gibi gelişmiş ekonomiler için ekonomik

büyüme kavramı, buna karşın, Türkiye, Mısır, Azerbaycan ya da Hindistan gibi ülkeler için ise ekonomik kalkınma kavramı kullanılmaktadır. Her iki kavramın da birleştiği nokta kişi başına gelirin artması olduğu halde, içerik olarak kavramlar birbirinden oldukça farklıdır. Ekonomik büyüme kavramı millî gelirin yükselmesini

ve buna bağlı olarak kişi başına gelirin artmasını ifade ederken ekonomik kalkınma kavramı sadece nicel büyümenin ötesinde, toplumsal yapıda oluşan nitel değişimi de kapsar.  Ekonomik büyüme millî ve kişi başına gelirdeki artış ile ilgili olduğu halde, ekonomik kalkınmada gelirdeki nicel artışa ek olarak, İnsani Gelişme Göstergesi (Human Development Index) olarak bilinen ölçüt de dikkate alınır.

İnsani Gelişme Göstergesi: Ülkelerde izlenen yaşam uzunluğu, okur yazar oranı ve yaşam kalitesi göstergelerini içeren bir ölçümdür.

İnsani Gelişme Göstergesi ülkelerde başlıca üç alandaki gelişimleri göz önünde tutar:

  • Uzun ve sağlıklı bir yaşam; ölçümü, ortalama yaşam süresi ile yapılır.
  • Bilgi; ölçümü, okur yazar oranı ve ilkokul, lise ve üniversite dereceleri ile yapılır.
  • Yaşam düzeyi; ölçümü, kişi başına düşen gelir ve alım gücünün ABD doları ile yapılır.

Türkiye, İnsani Gelişme Göstergesi’nde(İGG), 2011 yılında 187 ülke arasında 92. sırada yer almaktadır. Bu sıralama Türkiye’nin geliflmede aldığı aşamayı göstermektedir. Çünkü 1965 yılı ‹nsani Geliflme Gösterge’sinde Türkiye 174 ülke arasında 152. sırada buluyordu. Tablo 4. 2’de görüldüğü gibi, 1980 ile 2011 yılları arasında

Türkiye İGG’de dalgalı bir gelişme göstermiş ve 2011 yılında 92. sırada yer almıştır. Tabloya giren ülke sayısı arttıkça, ülkelerin kalkınmışlık gösterge farklılığına göre Türkiye’nin sırasının de¤iflmesi olağandır.

Bir ülkenin gerçek sosyo-ekonomik durumunu en iyi yansıtan gösterge millî gelir değerleri olmayıp, İnsani Gelişme Göstergesi’dir. Fiziksel olarak saptanan yıllık programların gerçekleştirilmesi için gerekli kaynaklar ise yıllık programların parasal ifadeye dönüştürülerek bütçelenmesi ile sağlanır. Böylece Planlama-Programlama-Bütçeleme Sistemi (PPBS) oluşturulur. Çoğu gelişmekte olan ülkeler 1960’lar ve 1970’lerde ünlü ekonomist Tinbergen tarafından geliştirilmiş planlama ve girdi-çıktı yöntemini kullanmıştır. İleride belirtileceği gibi, Türkiye’de de 1960 yılında Devlet Planlama Teşkilatı kurulmuş ve planlama dönemine girilmiştir.

CUMHURİYET’İN İLK DÖNEMLERİNDE KALKINMA ÇABALARI

1923 yılının fiubat ayında Lozan Barış Anlaşması’nın ihtilaşa kesintiye uğradığı sırada, İzmir’de İktisat Kongresi toplandı. Atatürk’ün açış konuşmasını yaptığı bu toplantı, gerek bileşimi gerek aldığı kararlarla, bir yandan dış ülkelere diğer yandan da içte toprak ağalarına yönelik stratejik bir toplantıdır. Aşar Vergisi’nin kaldırılması kararı, toprak ağalarına sağlanmış bir imtiyazdı. Buna ek olarak, Atatürk’ün açılış konuşmasındaki “kanunlarımıza riayet şartı ile ecnebi sermayelerine lazım gelen teminatı her zaman vermeye hazırız” beyanı da, Batılılara verilmiş bir güvencedir. 1913 yılında çıkarılmış olan Teşvik-i Sanayi Kanun-u Muvakkatı bu dönemde bazı ufak değişikliklerle yasalaştırılarak uygulamaya sokulmuştur. Bu yasa, adından da anlaşılacağı üzere, geçici olup 15 yıl için uygulamaya koyulmuş ve 1928 yılında sona ermiştir. 1927 yılında yine 15 yıllık süre için Teşvik-i Sanayi Kanunu çıkartılmıştır. Bu yasa da ruhu ve uygulaması itibarıyla, piyasa kurallarına dayalı ve liberal anlayışı yansıtıyordu. 1925 yılında Tayyare ve Motor Türk Anonim fiirketi’nin kuruluşu ile uçak sanayiine adım atılmıştır. 1947 yılına dek devam eden uçak sanayiinde Almanlar, Polonyalılar ve İngilizlerle iş birliği yapılarak süreç yaşatılmış olmakla beraber, uçak yapım teknolojisinin tepkili motorlara geçtiği aşamada bu alandan çıkılmıştır. Cumhuriyet’in kuruluşundan 1929 yılına dek olan sürede millî gelir % 10,9 oranında büyümüştür. 1929 yılında Dünya Buhranı ile aynı anda, gümrüklerini uzun süre denetim altına alamayan Türkiye’de de döviz krizi yaşanmış, 1930 yılına gelindiğinde ise Türkiye artık sınırlarını denetleyen bağımsız bir ekonomi konumuna ulaşmıştır. 1929 yılında Millî İktisadiyat ve Tasarruf Cemiyeti kurulmuştur. Millî ürünlerin kullanılması ve tasarrufun yükseltilmesi propagandası yapan Millî İktisadiyat ve Tasarruf Cemiyeti kısa süre içinde Sanayi Kongresi ve Ziraat Kongresi toplantılarını gerçekleştirmiştir ve böylece devletçi politikaların temelleri atılmıştır. 1934 yılında Birinci Sanayi Planı ile devletçilik başlatılmış oldu. Birinci Sanayi Planı’nda mensucat sanayi, maden sanayi, selüloz sanayi, seramik sanayii ve kimya sanayi olmak üzere beş alan üzerinde yoğunlaşılmıştır. Etibank ve Sümerbank gibi dev kuruluşların da kurulduğu bu dönemde sanayileşmenin başlatılması yolunda önemli hamleler yapılmış, 1936 yılında İkinci Sanayi Planı uygulamaya konulmuştur. Bu sürede şeker fabrikaları, pamuklu tekstil fabrikaları kurulmuş, demir çelik sanayi, kimya sanayi, makine ve metal sanayii alanlarında önemli hamleler yapılmıştır. Ancak çeşitli alanlarda üretimin hızlanması kaçınılmaz olarak bir taraftan enerji sorununu diğer taraftan da ulaşım sorununu gündeme getirmiştir. Bu nedenle ülke çapında yaygın bir demiryolu şebekesi oluşturulmaya çalışılarak sanayi hamlesinin kesintiye uğramaması yolunda çaba sarf edilmiştir. Devletçilik uygulamasının yürürlükte olduğu 1930-39 döneminde millî gelir yıllık ortalama

%6,1 oranında büyümüştür. Devletçilik döneminde büyüme oranının nispi olarak küçük olmasının nedeni, 1929 krizini izleyen yıllarda millî gelirde yaşanan büyük düşüştür. 1938 yılında Atatürk’ün vefatı, 1939 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve Türkiye’de savaş ekonomisi uygulamasına geçilmesi devletçilik döneminin

kapatılmasına yol açmıştır.  Tablo 4.3’den görüldü¤ü gibi, 1929 krizine dek millî gelir büyümüş olmakla birlikte,

temel gösterge olan tarım kesiminin payı ciddi olarak küçülmemiş, sanayii üretiminde de hatırı sayılır bir artış görülmemiştir. Diğer bir deyişle Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde ekonomide ciddi bir yapısal değişim izlenmemifltir. Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde ekonomide ciddi bir yapısal değişim izlenmemiştir.

1930’lar döneminde, 1923-29 liberal dönemdekinden farklı olarak, sosyal kalkınma çabalarının da yoğun olduğu görülmektedir. Kamu iktisadi teşebbüslerinin kuruluş yerlerinin seçiminde de ekonomik kârlılık ölçütünden çok, sosyal getiri ve yöresel kalkınmanın sağlanması çabaları esas alınmıştır. Böylece, bu dönemde ekonomik büyümeye paralel olarak sosyal kalkınmanın gerçekleştirilmesinde de önemli adımlar atılmıştır.

1950, çok partili dönemin başlangıç yılıdır. İktidar değişikliğinin arifesinde 1947 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin savaşta yıkılmış Avrupa’yı ayağa kaldırma projesi olarak Marshall Planı devreye sokulmuştur. Marshall Planı, Türkiye’de demir yolu projesinin karayolu politikasına dönüşmesine ve tarım alanında hızla makineleşerek tarımdaki gizli işsizlerin kentsel alanlara yönelmesine yol açmıştır. Türkiye, 1958 yılına ağır borçlu olarak ulaşmış bunun üzerine, Türkiye alacaklı devletlerle Paris Anlaşması’nı imzalayarak borçlarını uzun vadeye atmak (konsolidasyon/moratoryum) zorunda kalmıştır. Moratoryum ile sonlanan 1950-

1958 döneminde millî gelirde yıllık ortalama % 7,3 oranında büyüme sağlanmıştır. Bu dönem 1960 askerî müdahalesi ile kapanmıştır. millî gelir değerlerinin çok yüksek artış hızları ile geliştiği görülmektedir.

Bu gelişme yaşanan yüksek enşasyondan kaynaklanmaktadır.

Tablo 4.4’de 1950’lerde uygulanmış olan liberal politikalar›n millî gelirde ve sektörel alt bölünmede oluflturduğu değişim gösterilmektedir.

Enflasyonun boyutunu görebilmek için, 1950-1960 aralığında yıllar itibarıyla millî gelir deşatörüne bakılmalıdır. 1960’LAR VE 70’LER PLANLI KALKINMA AŞAMALARI

Ülkemizde 30 Eylül 1960 tarihinde Devlet Planlama Teşkilatı’nı kuran yasa kabul edilerek, planlı ekonomiye geçişin yasal temelleri oluşturulmuştur. Planlama fikri ve uygulaması Cumhuriyet yönetiminin ilk dönemlerine hatta 1913 yılına dek gitmekle birlikte, Devlet Planlama Teşkilatı’nın kurulması ile Beş Yıllık Plan ve Program

Dönemi’ne girilmiş ve Planlama-Programlama-Bütçeleme Sistemi (PPBS) benimsenmiştir. Yasanın öngördüğü plan kamu kesimi için emredici, özel kesim için yol gösterici nitelik taşımaktaydı. Diğer bir deyişle bütçe ile belirlenen kamu yatırımlarında plan hedeşerinin korunması hedef alınırken, özel kesim yatırımlarının teşvikler yolu ile kamu hedeşerine yönlendirilmesi amaçlanmıştı. Planlamada sanayi sektörünün geliştirilmesi ön plana çıkarılmakla birlikte, tarım ve sanayi arasında dengeli kalkınma fikri de korunmuştur. 1963-1967 yılları arasını kapsayan ve Harrod-Domar büyüme modeline dayanan Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda yılda % 7 oranında büyüme öngörülüyordu. Planlama ile girilmiş olan yeni dönemin en önemli özelliği, 1950-1958 döneminde sürdürülen liberal ve serbest ticaret politikalarının yerine ithal ikameci ve korumacı politikaların geçirilmesidir. Plan ayrıca, ekonomik büyüme hedeşeri yanında, ödemeler dengesinin gözetilmesi, gelir dağılımın düzeltilmesi, vergi reformunun yapılması gibi amaçlar yanında, nüfus politikası ve sosyal adaletin sağlanması gibi sosyo-ekonomik sorunlara da el atmış, böylece ekonomik veriler üzerinde değil, sosyal verilerde de etkin toplumsal dönüşümler oluşturmayı hedeşemiştir. Ülkemizde aynı doğrultuda hazırlanan İkinci Beş Yıllık Plan’dan sonra gelen Üçüncü Beş Yıllık Plan dönemi, planlama aşamasında daha güçlü ve kapsamlı bir yer işgal eder. Üçüncü Plan’da millî gelirde sanayi kesiminin % 23 oranından % 40 oranına çıkarılması, buna karşın tarım kesiminin % 28’den % 10’a indirilmesi amaçlanmıştır. Ayrıca Üçüncü Plan’da ileri teknoloji üretimine yönelik ara malı üreten sanayi dallarının dış rekabete karşı korunması hedeşenmiş ancak Plan’da toplam verimlilik kavramının devreye sokulmuş olmasına karşın, maalesef güçlü bir bilim ve teknoloji programı geliştirilememiştir. Dördüncü Plan ise TÜBİTAK’ın kendisine verilmiş görevleri tam olarak yapamadığı gerekçesine dayanarak, bilim politikasını teknoloji politikası ile ikame etmiş ve politikaların bu yönde geliştirilmesi görüşünü benimsemiştir. Dördüncü Beş Yıllık Plan, 1970’lerde yaşanan Kıbrıs olayları, ABD’nin ambargosu ve petrol şoklarının getirdiği sıkıntılar nedeniyle hedefine ulaşamadan 1979 bunalımına girilmiştir.

Planlama Dönemleri       Hedef                  Gerçekleşme

Birinci Plan Dönemi  (1963-1967)              % 7,0 % 6,6

İkinci Plan Dönemi   (1968-1972)                % 7,0 % 6,3

Üçüncü Plan Dönemi  (1973-1978)             % 7,9 % 5,2

Dördüncü Plan Dönemi  (1979-1983)          % 8,0 % 1,7

Ekonomik büyüme ve kalkınmada lokomotif rolü gören sanayi kesiminin ilk üç plan döneminde hedefi tutturamadığı ancak belli bir büyüme hızının yakalanmış olduğu söylenebilir. Bu durum, tasarruf imkânlarının

kısıtlı olması varsayımı altında, olumlu karşılanabilir. Buna karşın, tarım kesimi ise hedefin üzerinde bir daralma göstermiştir. Ayrıca 1979 yılına olağanüstü döviz krizi ile ulaşılmıştır. Bu krizin önemli bir nedeni sanayide uygulanan patent anlaşmalarına bağlı ithal ikameci montaj politikasıdır.

1980 SONRASI EKONOMİ POLİTİKALARI

1980 sonrası uygulanan ekonomi politikası geçmiş dönemlerdekinden hayli farklı-dır. Farklılık, ekonominin ihracata yönelik liberal ve monetarist (parasalcı) politikalara yönelmesindedir. Bu farklılığın da içten ve dıştan kaynaklanan nedenleri bulunmaktadır. İlk olarak, 1960’lar ve 70’lerde uygulanmış olan ithal ikameci ve

korumacı politikalar sonucunda ekonomi döviz darboğazına girmiş böylece ekonomi, ilki 1929’da, ikincisi de 1958’de yaşanan döviz darboğazına 1979 yılında üçüncü kez sürüklenmiştir. Dış dünya ile ilgili neden ise kapitalist dünyada 1970’lerin ortalarından itibaren reel sektörde kâr oranlarının gerilemesine bağlı olarak finansal alana geçilmesi ve reel yatırım alanlarına yönelmede istekli olmayan birikmiş fonların kendilerine yüksek getiri sağlayan alanlar arıyor olmasıdır. Ülke olarak ağır dış borçlu ve döviz ihtiyacı konumdan çıkışın en sağlam yolu ihracata yönelmektir.  1980’lerde iç talebin azaltılarak dış talebe yönelme ihtiyacını ortaya çıkarmıştır.  Ülkemizde iç talebin azaltılması için vergi sistemi radikal değişikliğe uğratılarak, o döneme kadar uygulamada olan Gider Vergisi, Katma Değer Vergisi ile ikame edilmiş, sistem içinde dolaylı vergilerin ağırlığı artırılmış ve kamusal yük sermaye üzerinden topluma kaydırılmaya çalışılmıştır. Hazine’nin Merkez Bankası’ndan borçlanmasına sıkı limit getirilerek kamu açıklarının finansmanında bankalar sisteminden borçlanmaya gidilmesi, faiz oranını yükselterek ekonomiye dış ve iç kaynaklı döviz girişi sağlamıştır. Böylece dış ödemelerde oluşan ticari açık, sermaye hareketleri ile kısmen daraltılmış, daha doğrusu, ticari açık sermaye

hareketleri ile finanse edilmiştir. Ancak, yüksek faiz ve baskılı kur olarak ekonomi yazınında yerini alan bu süreç kısa dönemde finanse ettiği cari açığın, uzun dönemde yükselmesine yol açıyordu. Bu dönemde Dördüncü Beş Yıllık Plan ve Beşinci Beş Yıllık Plan uygulamaya konulmuş, 1984 yılında bir yıllık program devreye sokulmuş, izleyen dönemde de Altıncı Beş Yıllık Plan uygulamaya konulmuştur. 1980’lerde gerçekleştirilmiş olan bu dışa açık, liberal ve paracı yapı, sıcak para işlemleri ile birlikte 1990’larda da sürdürülmüştür. Ancak 1990’lardaki siyasal yapı, 1980’lerde nispi olarak korunmuş olan istikrarlı yapıda değildi. Bu nedenle iktidar değişiklikleri ve 1995 yılında yaşanmış ağır kriz vb gibi ekonomik ve sosyal çalkantılar, hem ekonomiye yük olmuş hem de kamusal dengeleri sarsarak, dönem sonuna ağır borçlu olarak gelinmiştir. sanayileşmenin sürdüğü, tarım sektörünün gerilediği görülmekte ve bu durum ekonomik kalkınma hamlesinin hâlâ devam ettiğini ancak

sürecin henüz tamamlanmadığını göstermektedir. Bankacılık kesiminde görülen hızlı gelişmenin ise hizmetler sektöründeki yükselişe katkısı olmuştur. İnsani Gelişme Göstergeleri’nin de zaman içinde olumlu seyrettiği anlaşılmaktadır.

2000’LERDE “GÜÇLÜ EKONOMİYE GEÇİŞ PROGRAMI”

1980’lerin monetarist ve sermaye yanlı politikalarının 1990’lara taşıdığı yük ve dönemin sonuna doğru yaşanan krizler bir taraftan enşasyonun önlenemez yükselişini kamçılamış, diğer taraftan cari açığı olağanüstü boyutlarda büyütmüştür. Bu nedenle ekonomi 1999 yılında IMF’nin izleme programına alınmış, bu sürecin de sonuçsuz kalması üzerine, 2000 yılı başında IMF ile stand-by anlaşmasının imzalanması zorunlu hale gelmiştir. IMF ile yapılan stand-by anlaşmasında ağırlıklı olarak öne çıkan ana hedef, borçların sürdürülebilirliğinin sağlanması ve enşasyonun denetlenmesidir. Merkez Bankası Para Kurulu statüsüne geçirilerek, bankanın para ihracında bulunma gücü ortadan kaldırılmış ve para programı çerçevesinde döviz çıpası uygulamasına geçilerek, enşasyonun denetlenmesine çalışılmıştır. Ancak istikrar programı Kasım 2000’deki öncü şok ve fiubat 2001’deki derin şok ile kendi olağan süresini tamamlamadan çökmüştür. 2001 yılında ekonomi % 9 dolayında küçülmüştür. fiubat krizi ertesinde Güçlü Ekonomiye Geçiş adı altında yeni bir program başlatılmıştır. Bu program IMF programının genel hatlarını taşıyor olmakla beraber, iki temel noktada farklılık göstermektedir. Bunlardan birincisi, enşasyon hedeşemesinden vazgeçilmesi, ikincisi ise döviz kurunun dalgalanmaya bırakılmasıdır.  Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı dört ana ilkeyi kapsıyordu. Bunlar; faiz dışı fazla oluşturabilmek için kamu reel harcamaları artış hızının millî gelir artış hızının altında tutulması, ücret artışlarının sınırlandırılarak sağlanacak fonların tasarrufa yönlendirilmesi, özeleştirmelerle yaratılacak fonların faiz ve borç ana-para ödemesinde kullanılması ve faiz karşılığında alınacak dış krediler ve IMF yardımlarının da borç itfasında kullanılmasıdır.

KAMU KESİMİ VE EKONOMİK KALKINMA İLİŞKİSİ

Ekonominin bütünselliği içinde kamu ve özel kesimlerin birbiri ile ilişkisi özel kesimin nispi olarak güç ve büyüklüğüne bağlı olarak gelişir. Özel kesimin henüz tam olarak gelişmediği ve desteğe gereksinme duyduğu dönemlerde kamu kesimi özel kesime destek verecek şekilde gelişir.

Kamu Harcamaları ve Kalkınma

Cumhuriyet döneminin ilk yıllarından Birinci Plan Dönemi olan 1963 yılına kadar kamu harcamalarının genel görünümü, ekonomik dağılım ve işlevsel dağılım olarak verilmektedir.

  • İkinci Dünya Savaşı kamu harcamalarının seyrini ve iç dağılımını önemli ölçüde etkilemiştir.
  • İlk dönemlerde yatırım harcamalarının nispi olarak yüksek düzeyi, kuruluşun hemen devamında ekonomik kalkınmaya verilen önemi göstermektedir.
  • Ulus-devlet oluşumunun ilk dönemlerinde eğitime büyük önem verildiği açıktır.
  • Altyapı yatırımları da ekonomik kalkınmaya hız verecek şekilde gerçekleşmemektedir.

Kamu Gelirleri ve Kalkınma

Millî gelirin ne kadarının kamu kesimi eliyle kalkınmada kullanılacağı kararı toplam vergi yükü ile anlaşılabilir.

Tablo 4.14 incelendiğinde aşağıdaki sonuçlara ulaşılabilir: (sayfa 80)

  • Tablonun ilk sütununda yer alan vergi gelirlerinin millî gelire oranı (vergi yükü) düşüktür. Vergi yüküne, sosyal tasarruf oranı adı verilebilir.

Sosyal Tasarruf Oranı: Üretilen millî gelirden kamusal amaçlara tahsis edilen fonlardır.

  • Tablonun diğer sütununda yer alan dolaysız vergilerin, toplam vergiler içindeki payının nispi olarak cılız seyretmesi ise toplumsal güç ilişkisini ve onun yansıtıldığı toplumsal tercihi göstermektedir.

SONUÇ OLARAK

Ekonomik kalkınma bir ekonomide sonsuza kadar devam ettirilecek bir politika olmayıp, zamanla sınırlıdır. Kalkınma konusu hem ekonomik büyüme anlamında nicel hem de sosyal gelişmenin gerçekleştirilmesi anlamında nitel içerikli karmaşık bir konudur. Ekonomik kalkınma sorunu nicel boyutu ile kaynak gerektirdiği gibi, nitel boyutu ile de piyasa süreçlerine bırakılamayacak kadar hassas bir konudur. Nitekim 2011 yılı itibarıyla ekonomik büyüklük olarak 16. sırada bulunan Türkiye ekonomisi, kişi başına gelir ölçütü ile 52. sırada, beklenen

okullaşma yılı ölçütü ile 96. sırada, ortalama okullaşma yılı ölçütü ile 112. sırada ve doğumda ortalama yaşam ölçütü ile 84. sırada yer almaktadır. Türkiye’de Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde, kıt imkânlara karşın, kalkınma yönünde çok ciddi hamleler yapılmış, özellikle de 1930’lardaki devletçilik uygulamaları ile sanayi yapısının omurgası oluşturulmuştur. Buna karşın, örneğin 1980 ve sonralarında görüldüğü gibi, burjuvazinin güçlendiği ve kamusal kararlara ağırlığını koyduğu dönemlerde kalkınma politikalarının yerine istikrar ve büyüme politikalarının geçtiğine tanık olunmaktadır. Diğer bir deyişle Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde ekonomik büyüme ile kalkınma atbaşı giderken, son dönemlere doğruekonomik büyüme kalkınmanın önüne geçmiştir.

İlgili Kategoriler

Maliye Ders Notları



Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir