Sokrates hayatı ve eserleri



SOKRATES

  • Yunan Felsefeci Sokrates’in Hayatı

&  SOKRATES &

  • Eski Yunan felsefecisi, filozofu ve düşünürü Sokrates, M.Ö. 470 yılında Atina’da doğmuş ve M.Ö. 399 yılında Atina’da ölmüştür.
  • Eflatun’la birlikte, Batı Felsefesinin yaratıcısı olarak kabul edilen ve taşçı ustası, heykeltıraş Sophroniskos ile ebe Phainarete’nin oğlu olan Sokrates başlangıçta babası gibi heykelcilikle uğraşıp, sonra Sofistlerin fizik ve astronomiye yönelik araştırmaları ile ilgilendi. Ancak çok geçmeden bu araştırmaların boşluğunu anlayarak, insan ruhunu kavramaya çalıştı.
  • Poleponez savaşlarının birinci kısmına katıldığı süre dışında, Atina’dan hiç ayrılmamıştır. Bu savaşta Atinalıların saflarında görevini yiğitçe yerine getirdiği bilinmektedir.
  • Sokrates çok gösterişsiz bir yaşam sürmüş ve bütün enerjisini, okullarda ve genel yerlerde öğretisini yaymaya harcamıştır. Öğretisini benimseyen birçok öğrencisi vardı; Phaidros, Kriton, Phaidon… vb.
    • Prodikos’un ve geometrici Kurene’li Theodoros’un öğrencisi olan Sokrates’in hayatı, öğretiminden ayrı düşünülemez. Sokrates kötü giyimli, çirkin, sabırlı, cesur bir kimse olan ve karısı Ksanthippe’nin huysuzluklarına da, yurttaşlarının eleştirilerine de dayanan, yaz kış sırtında harmani, sokaklarda yalın ayak dolaşan biri olarak anlatılmıştır. Bu tasvirlere göre, Sokrates sağlam yapılı bir kişiydi. Dış görünüşü kaba saba, basık burunlu, silenos yüzlüydü. Sokrates, tüm yaşamını yurttaşlarıyla felsefeye ilişkin konuşmalar yapmakla, insanları incelemekle, onların gerçeği bulmalarına yardımcı olmakla geçirmiştir. Felsefesini ve dünya görüşünü bu şekilde konuşmalarla yaymış, yazılı metin bırakmamıştır. Bir felsefe okuluna bağlı olmamakla ve böyle bir okul kurmaya da çalışmamakla birlikte, çevresinde Atina’nın ileri gelenlerinden, gençlerinden oluşan büyük bir hayranlık kalabalığı toplamıştır.
  • Sokrates’in arkadaşı Klairephon’a Delphai Kahininin “Kimse onun kadar bilge değildir” şeklinde verdiği cevap üzerine felsefeye yöneldiği ve Atina’da ders vermeye başladığı söylenir. Sokrates’i insanlara sorular sormaya, onların kendisinden daha bilge olup olmadıklarını öğrenmeye yönelten, bu tanrısal görevdi. Ayrıca içindeki tanrısal güç (“Daimon”), ona yazılı kanunların bulunmadığı durumlarda ne gibi davranışlardan kaçınması gerektiğini ilham ediyordu. Halk neredeyse Sokrates oradaydı. Kalabalık arasında, halk toplantılarında, bayramlarda, gymnasion’larda.
  • Sokrates, kendini bir şey bilmeyen biri diye tanımlıyor; Atinalılara, özellikle gençlere düşünmeden edindikleri eğitimi yıkmak ve kişinin kendi başına düşünmesini sağlamak için sorular soruyordu. Mesela; Sokrates, kahramanı Lakhes’e, cesaretin ne olduğunu bilmediğini, siyaset adamlarına siyasetin özüne ermediklerini gösterdi. Sofistçe görüşlerle ve demagojik konuşmalarla belli ön yargılardan kurulu bilgiyi yıkmaya, onun yerine insanın kendi kendine elde ettiği bilgiyi koymaya yönelen “Sokratik istihza”, gelenekleri sarstığı ve “sitenin tanrılarından başka tanrıları yücelttiği ve gençlerin ahlakını bozmayı amaçladığı” gerekçesiyle Sokrates’in ölüme mahkum edilmesine yol açtı.
    • Atinalıları büyüleyen zengin giyimli sofistlere, genel olarak sitenin yönetiminde önemli görevler alan eski bilgelere de hiç benzemezdi. İnsanların düşüncelerini amansızca tenkit ederdi. Halkın gözünde Sofistlerden farklı bir kişi olmayan (oysa Sokrates, Sofistleri eleştiriyordu) ve Aristophanes tarafından Bulutlar’da (Nephelai, M.Ö. 423) bir tür “şarlatan” olarak canlandırılan Sokrates, Atina’nın yıkıma uğramasından sonra, sitenin (devletin) başına gelen felaketlerden bir ölçüde sorumlu tutuldu. Anytos, Meletos ve Lykon Sokrates’in dinsiz olduğunu, sitenin tanrılarına saygı göstermediğini, yeni tanrılar ileri sürdüğünü ve gençliğin ahlakını bozduğunu ileri sürdüler. Gençliğinde Sofistlerin derslerine katılmış olan Sokrates, onların görüşlerini hatalı ve tehlikeli bulmuştur. Tüm yaşamı boyunca Sofizmle savaşmıştır.
  • Kritias’ın zorba yönetimine açıktan açığa cephe almıştır. Kusursuz bir yurttaş olan Sokrates 70 yaşında, gençliği doğru yoldan çıkardığı ve Atina’ya Tanrılar getirdiği gerekçesiyle mahkemeye verilmişti. Doğruluğuna inandığı fikirlerde direndiğinden ve yanlış düşüncelere boyun eğmek istemediğinden yargıçlar tarafından ölüme mahkum edilince, zengin dostu olan Kriton’un kaçma teklifini (yurdunun kanunlarına saygılı kalarak reddetmesiyle göstermiş ve ölümünden hemen önce izleyicilerle ruhun ölümsüzlüğü üstüne bir konuşma yapmasından sonra baldıran otu zehrini şunları söyleyerek ve konuşarak içmesiyle intihar etmiş, gözyaşlarına boğulmuş dostları arasında, soğukkanlılıkla ve gülerek ölmüştü: “Ey jüri üyeleri, beni aklamanız amacıyla sizleri ikna edecek, kandıracak sözler söylemediğim, söylevler çekmediğim için mahkûm edilmiş olduğumu düşünür görünüyorsunuz. Ancak durum hiç de öyle değildir. Beni mahkûmiyete götüren söylev çekmemem değil, bende yüzsüzlükten ve utanmazlıktan iz bulunmaması ve kulaklarınızda çok hoş ve tatlı etkiler yapacak özür dileyici sözler söylemeye hiç istekli olmamamdır.
  • Benim başka sanıklardan işitmeye alışık olduğunuz gibi ağlayıp, sızlandığımı işitmek, beni bana yakışmayan ve benim için değersiz olan şeyleri yaparken ve söylerken görmek hiç kuşkusuz çok hoşunuza gidecekti . Nasıl ki daha önce salt tehlikede olduğum için bir köle gibi davranmadıysam, şimdi de yapmış olduğum savunmadan yana en ufak bir pişmanlık duymuyorum. Başka biçimde yaşamaktansa, ilkelerimle belirlediklerimi yaparak ölmeyi her zaman tercih ederim ”
    Heyecanla ve af dilemeyeceğini haykırarak bitirmişti konuşmasını.
    Yargıcın sözleri ise;
    “Sokrates devletin tanrılarını tanımayıp, yeni tanrılar icat ederek yasayı çiğnemektedir. Dahası gençliği baştan çıkarmakla da yasayı ihlâl etmiştir. Kabul edilen ceza; ÖLÜM! ”
  • Etkili bir kişi olan Sokrates’i Kant “aklın ideali” ; Hegel’de bir insanlık kahramanı, felsefesini yazmayan, ama yaşayan bir “gerçek filozof” olarak belirler. Nietzsche ise, tersine onu ölüm bunaltısı nedir bilmeyen, yaşayan biri gibi değil de, bir salt akıl olarak ölen ve “hayat içgüdüsü”nden tümüyle kopmuş bir “canavar” olarak tasvir eder.
  • Eflatun, Apologya, Kriton ve Fedon adlı yapıtlarda Sokrates’in yargılanması olayını ölümsüzleştirmiştir. Felsefe konusundaki diyalogların baş kişisi olarak Sokrates’i seçen Eflatun’dan başka Ksenefon, Aritoteles, Aristofanes de yazılarında Sokrates’i övmüş ya da yermişlerdir.
  • Sokrates’in davranışının özellikle istihzasının ve “kendi kendini tanı” ilkesinin başlıca sebebi, her kişinin yaratılıştan basit oluşundan, iyi olanın yaratılıştan iyi olduğu görüşünden gelir. Kimse bilebile kötü değildir; her kötülük bilgi sanılan bir bilgisizlikten gelir. Sokrates’in ahlakçı akılcılığı işte budur. Sokrates’e göre ahlakta üstünlük doğrudan doğruya bilgiye bağlıdır ve doğru bilgi de doğru eyleme varır.
  • Cicero’nun dediği gibi, felsefeyi, yeryüzüne indirmeye yönelmiş; ahlaka, bir akılsal temel sağlamaya çalışarak, düşünmenin ve bilginin, iyi yaşama sanatını gerçekleştirmeye yeteceğini ileri sürmüştür. “Kimse bilerek kötülük işlemez” diyen Sokrates için erdem, bir bilimdir. Sokrates, eksiksiz bir öğreti değil de sürekli olarak uygulanan bir yöntem ortaya koymuştur. Erdemlerin (cesaret, ılımlılık, adalet, dindarlık) özü konusunda yaptığı irdelemelerin, tam anlamıyla doyurucu tanımlara ulaşması bunu gösterir. Sokrates irdelemelerine, belli bir erdeme sahip olduğu sanılan ve dolayısıyla bu erdemin ne olduğunu bilmesi gereken kişilere sorular sorarak başlar. Ama bunların Sokrates’e önerdikleri tanımların, savundukları başka düşüncelerle çelişkili olduğu ortaya çıkar. Böylece tıpkı Sokrates gibi onların da, bildikleri bir tek şeyin hiçbir şey bilmedikleri olduğunu kabul etmeleri gerekir. Bu araştırmalar, erdemle aynı şey olan bilimi elde etmeyi sağlamasa da, ona yaklaşmayı sağlar ve böylece “kendi kendini tanıma” olayını yaratır. Çünkü Sokrates ile konuşanlar, çelişkilerinin ve yanlışlarının farkına varırlar.
  • Sokrates’in yöntemi, ebenin sanatına benzetilebilir. “Ruhları doğurtma” demek olan bu yöntem mayötik (bu sözcük Yunanca’da “doğurtma” sanatı, “ebelik” anlamına gelen maieutike’den gelir) adını gerçekten hak etmiştir. Bu doğurtma sanatına alaycılık, yani yapmacılık, saflık da eşlik eder. Felsefeci, konuştuğu kimsenin içine düşeceği çelişkileri bilmiyormuş gibi davranır. Sokrates’in güçlü kişiliği de bu yönteme olağanüstü bir etkililik verir. Kendisine egemen ve esin dolu bir kimse olan felsefeci, Apollon’un tanrısal bir görevi kendisine verdiği inancındadır; benliğinde, bir “daimonion” yani doğaüstü bir güç bulunduğunu duyar ve bundan ötürü konuştuğu kimseleri egemenliği altına alır, büyüler, kıpırdayamaz hale getirir. Dönüşüme uğratır ve benliklerinin üstüne yükseltir.
  • Sokrates, herkes için geçerli bir bilgiye ulaşmayı amaçlamış, sanının karşısına bilgiyi koymuştur. Bilginin beraber çalışarak ulaşılacak bir amaç olduğu savıyla hareket eden Sokrates kendisine özgü (doğurtma sanatı) yöntemi ile, kişinin doğruya ulaşmasına yardımcı olmuştur. “Ben bir şey bilmiyorum” ya da “bir şey bilmediğimi biliyorum” diyerek konuşmaya başlayıp, karşısındakine sorular sorarak içindeki gerçeği göstermeye uğraşmış; ruhla gizli bulunan ortak doğruları dışarıya çıkartmaya çalışmıştır. Sokrates’in etkisi sürekli oldu. Akıl ve bilgi üstünde temellenmiş bir ahlak düşüncesi, günümüze kadar, birçok felsefeci tarafından çeşitli biçimlerde ele alındı. Eski çağ Yunanistan’ında bir çok okul, kaynağının Sokrates olduğunu ileri sürdü: Kinikler, Kyrene okulu gibi… Ama öğrenciler arasında, Eflatun’u özellikle saymak gerekir. Eflatun’un diyaloglarının hemen hepsinde baş kişi Sokrates’tir.
  • Sokrates’in düşünceleri konusunda bilinenler hep başkalarının, özellikle Eflatun’un yazdıkları aracılığıyla öğrenilmiştir.
  • “Sadece bir iyi vardır, bilgi; ve sadece bir kötü vardır, cehalet.”

  • “Tek bildiğim hiçbir    şey bilmediğimdir.”

  • “Yalnız işsiz olanlar değil, daha iyi işler yapabilecek olanlar da başıboştur.”

                  SOCRATES

Siyasal Bilgi/Siyasal İktidar

Temel Kavramlar

Yönetim

  • Yönetim (geniş anlamda idare, dar anlamda hükümet): Her topluluk siyasal bir düzene sahiptir; bir yönetsel organ tarafından idare edilir ve sürekli kılınır. Yönetim, en geniş topluluk için kurallar koyan, yasalar yapan ve bunları uygulayan ve uygulayımı denetleyen kişileri ve kurumları anlatan bir terimdir.

Egemenlik

  • Bir yönetim, belli bir toprak parçası üzerinde yönetme iddiasını başarıyla ortaya koyduğunda (yani yasa yaptığında ve bunları uyguladığında), onun egemenlik sahibi olduğu söylenir.
  • Ortaçağda egemenlik, bir monarkın krallığını yönetme iktidarı anlamına geliyordu. Sonradan terimin kapsamının ülke toprakları üzerinde ulusal denetim anlamına gelecek biçimde genişlediğini görüyoruz (ulus egemenliği). “Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir” ibaresi bunun çok iyi anlatıyor. Uluslar, egemenlikleri konusunda kıskançtır ve hükümetler, bunu korumak için çaba gösterirler. Topraklarını korumak için ordular kurarlar, sınırlarını ihlallere karşı pasaport ve vize yoluyla denetlerler, yabancıların taşınmaz edinmesine sınırlar koyarlar, ülke parasını yabancı paralar karşısında korumak için yasalar yapabilirler vb…
  • Monark: Tek kişinin bölünmez egemenliğine dayalı rejimlerde devletin sürekli başkanı. Monark ya da kral, yönetim görevini çoğunlukla babasından devralır. Yetkesi, bazen savaş yeteneğine bazen de kazandığı tanrısal niteliklere bağlı olan monarklar, Ortaçağda Hıristiyan dünyasının parçalanmasıyla tek yasa ve yönetim kaynağı olarak birer mutlak hükümdar haline geldiler.

Otorite

  • Egemen bir devlet, otorite sahibidir; bunun anlamı, egemen devletin, devletin yönetme hakkına inanan toplum üyelerine kararlarına uyma buyruğu verebilmesidir.
  • Ayrıca egemen bir devlet, yönetme iddiası gönüllü biçimde kabul edildiği, yani kararlarına rıza ile uyulduğu ölçüde de meşru bir devlettir.

Meşruluk

  • Meşruluk, yalnızca yasalarda öngörülmüş bir yönetme hakkını içermez; yani, yasallık veya yasaya uygunluk, meşruluğun tek anlamı değildir. Aynı zamanda, yurttaşların, yönetimdekilerin yönetebilirliklerine duydukları inancı ve yönetimi oluşturan partinin ya da kişilerin politik inançlarını paylaşmasa bile, onların yönetme hakkını tanıdığı ve kararlarına uymaya razı olduğu bir durumu anlatan bir terimdir. Vergi vermekten hoşlanmasak bile dürüstçe vergimizi ödediğimizde gösterdiğimiz, yönetimin vergi alma hakkına duyduğumuz saygıdır.
  • Meşruluk, rızaya dayanır. Rıza yoksa, yönetimler bazen zora başvurmak durumunda kalabilirler. Bir yönetimin meşruluğunu sınamanın en iyi yollarından birinin sokaktaki asker ve polis sayısına bakmak olduğu söylenebilir: Bir ülkenin sokaklarında ne kadar çok polis varsa, orada yönetimin meşruluğu o kadar tartışmalıdır.

Yönetim

  • Yönetim kavramı, aslında asimetrik bir toplumsal ilişkiye işaret eder:

emir verme ve alma ilişkisi.

İnsanlar niçin bir yönetime ihtiyaç duyarlar?

  • Tarih boyunca filozoflar bu sorulara farklı yanıtlar verdiler. Bazıları, siyasetle insan doğası arasında bir ilişki kurdu ve çatışma ve saldırganlığın, şiddet ve iktidar tutkusunun insan doğasına içkin olduğunu, barış içinde yaşamak için güçlü yönetimlere ihtiyaç duyulduğunu savundu. Örneğin düşünür Hobbes, Leviathan adlı eserinde bu düşünceyi geliştirmiştir.
  • İnsan doğası ve siyaset arasında bir ilişkinin varlığını reddetmeyen ama bu doğaya olumlu özellikler yükleyen düşünürler de var. Bunlarsa, insan doğasında var olan oydaşma ve işbirliği potansiyelinden söz ederler. Onlara göre, çatışma ve saldırganlık sonradan öğrenilmiş davranışlardır. More, Locke, Rousseau, Tolstoy gibi düşünürler, insanların bir yönetsel aygıt olmadan da uyum ve işbirliği içinde olabilecek sosyal hayvanlar olduğunu söylerler.
  • Daha sonraları, bu soruya farklı başka yanıtlar da verildi. Örneğin, yönetimin kaynağını değerlerin bölüştürülmesi işleviyle açıklayanlar olduğu gibi (Easton), siyasetin dost/düşman mantığı içinde yönetimin anlamını (Schmitt) tartışanlar da oldu.

Devlet nedir?

  • “Devlet, belli bir ülkede fiziksel güç kullanma tekelini meşru biçimde elinde tutan insan topluluğudur.”

                                                                                              Max Weber

  • Weber’in tanımında öngördüğü, egemen ulus-devletlerden oluşan dünyanın bir parçası olan bu yönetim ve devlet modeli, yeni bir oluşumdur. Ulus-devlet, Ortaçağın sonlarında ve Yeniçağın başlarında Avrupa’da feodalitenin çöküşü ve Kilisenin siyasal nüfuzunun kırılışı ile birlikte ortaya çıktı. Ulus-devlet, dağınık ve çatışan otoriteler arasında bölünmüş olan insanları ülke ve ulus kavramları etrafında toplayan bir oluşumdur. 1919 Versailles Anlaşmasına kadar Avrupa’da, ulus-devletlerin oluşturduğu dünya modeline uygun bir yapılanma tamamlanmış değildi.
  • Ulus-devletlerin meşruluklarının kaynağı, “her ulusun kendi kaderini belirleme hakkına sahip olması” ilkesinden alır. Bir ulusun üyeleri, kendi geleneklerine ve kültürlerine uygun bir hukuk sistemi çerçevesinde hareket eden bir yönetimin varlığına rıza gösterirler. Bu düşüncenin açık biçimde ifade edilişi, 18. yüzyıl sonlarında Fransız ve Amerikan devrimleri ile mümkün olmuştur.
  • Ulusun bir devlet aygıtı aracılığıyla karar aldığı yönetim modeli olarak ulus-devlet, yönetimi oluşturan farklı kurumların anayasal işleyişleri sonucunda ortaya çıkan uygulamaları ulusun kararı sayar. Bu anayasal yapının bazı birimlerinin ulusal iradeyi temsil eden bir yapı oluşturduğu düşünülür. Örneğin, Türk anayasal sisteminde TBMM ulusal iradenin temsilcisi sayılmaktadır. Sovyet geleneğinde Komünist Parti ulusal iradeyi temsil ediyordu. Halbuki liberal gelenekte iktidar ile Devlet, günün hükümeti ile Devlet arasındaki ayrım kesindir ve önemlidir. (Muhalefet, ihanet değildir.)

Siyaset Felsefesi

  • En iyi yönetim biçimi ya da en iyi cumhuriyet
  • Devletin ve siyasal iktidarın temelleri
  • Siyasalın özü ve etik ile siyaset arasındaki ayrım.
  • Siyaset felsefenin bu üç formu, en iyi, modern çağın başında yazılmış ve siyasal düşünceler tarihinde silinmez izler bırakmış olan üç eser tarafından temsil edilmektedir:
    • Thomas More’un Ütopya’sı (1516), ideal cumhuriyetin bir örneğini sunuyordu.
    • Hobbes’un Leviathan’ı (1651), devletin varoluşunu ussal ve dolayısıyla evrensel bir temel üzerinde haklılaştırmakla kalmıyor, devletin buyruklarına neden uyulması gerektiğini de gerekçelendiriyordu.
    • Machiavelli’nin Hükümdar’ı (1513), siyasal eylemin kendine özgü karakterini ve ahlaki eylemden nasıl ayrılması gerektiğini açıklıyordu.

Yönetenler/Yönetilenler

  • Devlet sorununa çeşitli bakış açılarından birisi de, yönetenler ve yönetilenler, bir başka deyişle egemen ve uyrukları ya da devlet ve yurttaşlar, arasındaki siyasal ilişkiyi temel alan bakış açısıdır.
  • Siyasal düşünce, bu ikilik temelinde iki karşıt kampa bölünmüştür. Bu ikilik, üsttekilerle alttakiler arasındaki bir ilişki varsayar.

  • Radikal demokrasi kuramı bu bakışa bir istisna oluşturmaktadır. Bu kuramda yönetenlerle yönetilenler arasında bir eşitlik ilişkisi vardır, yönetilenlerle yönetenler özdeştir. [Bunların konumları sabit değildir; yönetenler aynı zamanda yönetilirler.] Kuram, hiç değilse ideal olarak bunları aynılaştırır; böylece yönetim, kendi kendini yönetim biçimini alır.
  • Siyasal ilişki bir tarafın buyruk verme hakkına sahip olduğu, diğer tarafınsa uyma yükümlülüğünde olduğu bir ilişki olarak anlaşıldığında, devlet sorunu, yöneten ya da yönetilen açısından farklı biçimlerde irdelenecektir.
  • Platon’un Devlet Adamı’ndan Machiavelli’nin Hükümdar’ına uzanan uzun gelenek içinde siyasal düşünürler devleti esas olarak yönetenlerin bakış açısından görmüşlerdir.
  • Bu geleneğin ana temaları şöyle sıralanabilir:
  • İyi yönetim sanatı
  • İyi bir yönetim için gerekli olan erdemler, yetenek ve beceriler
  • Çeşitli yönetim biçimleri
  • Bu geleneğin ana temaları şöyle sıralanabilir:
    • İyi yönetim sanatı
    • İyi bir yönetim için gerekli olan erdemler, yetenek ve beceriler
    • Çeşitli yönetim biçimleri
    • İyi ve kötü yönetim ayrımı
    • Tiranlığın çeşitli görünümleri
    • Yöneticilerin hakları, yükümlülük ve sorumlulukları
    • Devletin işlevleri ve bu işlevleri yerine getirmek için gerekli güçler (yasama, yürütme ve yargı)
    • Yönetsel örgütün çeşitli kolları (merkezi yönetim, yerel yönetimler vb.)
    • Egemenlik, otorite, iktidar gibi kavramlar
  • Bu gelenek içinde, topluma alttakiler açısından bakan bir perspektifin tamamen yok olduğu söylenemez. Siyasal topluma, çıkarlar, gereksinimler, haklar ve hükümetten sağlanacak fayda açısından yaklaşan perspektif unutulmuş değildir. Ancak siyasal söylemde, siyasal ilişkinin betimlemelerinde sık sık sürüsünü güden çoban, uşaklarına buyruk veren efendi, çocuklarına bakan ebeveyn gibi benzetmelerin kullanılıyor olması, hangi perspektifin egemen olduğunu açıkça göstermektedir.
  • Modern çağın başında bireyin doğal haklarının keşfi tam bir dönüm noktası olmuştur. Bu haklar, herhangi bir siyasal toplumun ve bu toplumun iktidar yapısının oluşumunu önceler. Ailenin ve aristokratik toplumun tersine siyasal toplum, karşılıklı sözleşmeyle toplum içinde yaşamaya ve bir toplum yönetim oluşturmaya karar veren bireylerin gönüllü bir yapıntısı olarak kabul edilmeye başlar. Bu sözleşme düşüncesini ilk işleyenlerden biri olan Johannes Althusius (1603), siyasete yeni bir tanım geliştirmiştir: “Siyaset, insanların aralarında toplumsal hayatı başlatmak, geliştirmek ve korumak amacıyla biraraya gelmeleri sanatıdır.”
  • Althusius’un “insan”dan yola çıkan bu anlayışına karşılık Aristoteles, devletten yola çıkar. Yüzyıllarca bu konuda değişmez otorite olmuş olan Aristoteles’in tanımı ise şöyledir: “Devletin doğal olarak var olduğu [yani insanlar tarafından kurulmadığı] ve bireyden önce geldiği açıktır.”
  • Başlangıç noktasındaki bu değişme bazı sonuçlar doğurmuştur. Önem verilen siyasal sorunlar değişmiştir: hükümetin yetkileri yerine yurttaş özgürlüğü, devlet iktidarı yerine bireylerin iyiliği, refahı ve mutluluğu, itaat etme yükümlülüğü yerine adil olmayan yasalara (aktif ya da pasif) direnme hakkı, siyasal toplumun bölünmez bütünlüğü yerine muhalif parçalardan oluşan çoğulcu siyasal toplum, yoğunlaşmış ve merkezi iktidarın karşısında iktidarın çeşitli merkezlere dağılması ve bölünmesi, yönetimin iyi olup olmadığının yöneticilerin sahip oldukları iktidar ölçüsünde değil, bireye tanınan haklar ölçüsünde değerlendirilmesi.
  • Bu perspektifin temsilcilerinden olan Locke için sivil yönetimin amacı, bireyin devleti önceleyen haklarından biri olan mülkiyet hakkını korumaktır. Spinoza ve Rousseau, yönetimin özgürlüğü amaçlaması gerektiğini savunurlar. Bu düşünceleri geliştiren Fransız ve Amerikan Haklar Bildirgeleri, “birey devlet içindir” ilkesinin yerine “devlet birey içindir” ilkesinin geçmesine hizmet etmişlerdir. Bunlardan sonra bu ilke, temel anayasal bir ilke haline gelmiştir.

İktidar

  • “Devlet” ve “siyasal olan” arasındaki ortaklık, her ikisinin de iktidar olgusuna işaret etmesindedir. Antik yönetim biçimlerinin adları, Yunanca güç, iktidar, sağlamlık anlamına gelen krάtos ve otorite, yetke anlamına gelen arké sözlerinden gelir: Aristokrasi, demokrasi, monarşi, oligarşi gibi. Buna benzer biçimde sonradan şekillenen ve yine iktidar biçimlerini gösteren diğer bütün adlar da bu iki sözden türemiştir: Fizyokrasi, bürokrasi, poliarşi gibi
  • Doğrudan ya da dolaylı biçimde iktidar tanımıyla veya iktidar olgusunun analiziyle başlamayan siyasal kuram yoktur. Devlet, uzun zaman, egemenliğin taşıyıcısı olarak tanımlanmış ve devletin analizi, egemene ait erklerin (güçlerin) incelenmesi biçiminde olmuştur. Devlet kuramı, üç erkin (yasama, yürütme ve yargı) ve bunlar arasındaki ilişkilerin açıklaması etrafında döner.
  • Siyaset kuramında üç ayrı bakış açısı temelinde şekillenen üç ayrı iktidar kuramı vardır: Özdekçi, öznel ve ilişkisel kuramlar.

Özdekçi iktidar yaklaşımı:

  • En önemli temsilcisi Hobbes olan bu yaklaşımda iktidar, herhangi bir mal gibi sahip olunan ve kullanılan bir şey olarak düşünülür. Örneğin Hobbes, 1651 yılında, “iktidar, insanın sahip olduğu ve gelecekte açık bir fayda elde etmesini sağlayacak bir araçtır” diye yazmıştır. Bu araç, sağlamlık ve zeka gibi doğuştan getirilen yeteneklerden oluşabileceği gibi, servet gibi sonradan da elde edilebilir. Ancak doğuştan gelmesi veya sonradan elde edilmesi, iktidarın arzulanan şeyi elde etmede bir araç olarak algılanışını değiştirmez.
  • Bertrand Russell’ın (1938) iyi bilinen iktidar tanımında da benzer bir algı vardır: “arzulanan etkinin, sonucun yaratılması”. Bu tanımla iktidarın üç biçimi ayırdedilir.

  • Fiziksel veya baskıcı iktidar: En somut ve görünen ifadesini askeri alanda bulur.
  • Psikolojik iktidar: Ödüllendirme vaatleri ve cezalandırma tehditlerine dayanan ve özellikle ekonomik alanda var olan bir iktidar biçimidir.
  • Zihinsel iktidar: İkna ve caydırma ile işleyen ve en temel biçimiyle tüm toplumlarda eğitim alanında söz konusu olan iktidar biçimidir.

Öznel iktidar yaklaşımı:

  • Bu kuramın tipik temsilcisi John Locke’tur. Locke’a göre iktidar, hedeflere ulaşmada kullanılan bir araç olmaktan çok, öznenin belli sonuçlar yaratabilme kapasitesidir. “Ateşin madenleri eritme gücü vardır” demekle “egemenlerin yasalar koyma ve böylece uyruklarının eylemelerini etkileme gücü (iktidarı) vardır” demek arasında hiçbir fark yoktur. (Bu iktidar yorumu, hukukçular tarafından öznel hak kavramına uyarlanmıştır: öznelerin öznel bir hakka sahip olduklarını söylemekle, hukuki sistemin onlara belli sonuçlar elde etme gücünü verdiğini söylemek aynı şeydir.)

İlişkisel iktidar yaklaşımı:

  • Bugün en yaygın olan iktidar anlayışı, bu kurama dayanmaktadır. Buna göre iktidar, iki öznenin (kişinin ya da grubun) arasındaki, birinin diğerinden belli bir davranışı edindiği bir ilişkidir. Bu yaklaşımın başat temsilcilerinden Robert Dahl, iktidarla ilgili şu tanımı yapar (1963): “Etki (iktidarı da kapsayan bir terim), aktörler arasındaki, bir aktörün diğer aktörleri başka türlü olsaydı davranmayacakları bir biçimde davranmaya yönelttiği bir ilişki biçimidir.” İktidar buradaki gibi iki aktör arasında bir ilişki olarak tanımlandığında, özgürlükle sıkı bir bağ içindedir. Öyle ki birini tanınması, diğerinin yadsınması olmaktadır. “A’nın iktidarı, B’nin özgür olmadığı bir duruma, A’nın özgürlüğü ise B’nin iktidarının olmadığı bir duruma denk düşer.”

İktidar Biçimleri ve Siyasal İktidar

  • Bir kez devlet kavramı siyasal olana, siyaset kavramı da iktidar kavramına indirgenince, siyasal iktidarı diğer bütün iktidar biçimlerinden ayırmak sorunu ortaya çıkar. Siyaset kuramı, bu sorunla üzerinde sonsuz çeşitlemeler yaratacak biçimde ilgilenmiştir. Klasik tipoloji, asırlar önce Aristoteles’in ortaya attığı tipolojidir.

Burada, kimin üzerinde uygulandığına bakılarak iktidarın üç tipi ayrılır:

  • Ana-babaların çocuklar üzerindeki iktidarı.
  • Efendinin köle üzerindeki iktidarı.
  • Yönetenlerin yönetilenler üzerindeki iktidarı.

Ayrıca, iktidarın uygulanmasından kimin kazançlı çıktığına bakılarak da bir ayrım yapılır:

  • Ana-babanın iktidarı çocukların yararındadır.
  • Efendinin, ya da despotun, iktidarı, despotun yararınadır. (Despotik iktidar)
  • Siyasal iktidar, hem yönetenin hem de yönetilenin yararınadır. (Buna göre, bozuk, yoz bir siyasal rejimde, yöneten yalnızca kendi çıkarını gözeterek yönettiği için tiran haline gelmiştir.)

Bu tipoloji siyasetle ilgilidir, çünkü yozlaşmış yönetim biçimlerinin ikisinin tanımlanmasında temel olarak kullanılmıştır.

  1. Patriarkal (ataerkil) yönetim: Burada egemen, uyruklarına baba gibi davranır. Uyruklara küçük çocuk muamelesi yapılır.
  2. Despotik yönetim: Burada egemen uyruklarına hakları olmayan köleler gibi davranır. Bu yönetim tarzı, Aristoteles tarafından doğuştan köle olan doğulu halklara ve barbarlara ait bir tarz olarak görülür. Hegel ve Montesquieu tarafından aynen benimsenen bu düşünceye göre, bu tarz bir yönetim altında yaşayan halklar, baskıcı iktidarı yakınmadan veya direnmeden kabullenirler.

İktidarın ana-babaya ait, despotik ve sivil iktidar biçimindeki üçlü

tanımlaması, Hobbes ve Locke gibi düşünürlerce de paylaşılıyor.

Locke, ayrımı bugün meşruluğun ilkeleri olarak görebileceğimiz bir

temele dayandırıyor. Ona göre, her üç iktidar biçiminin de farklı

dayanakları vardır:

  • Ana-baba iktidarı, üremeden kaynaklanan doğal bir temele sahiptir.
  • Despotik iktidar, cezalandırma hakkının bir sonucudur: Büyük bir suç işleyeni, kölelik gibi eşit derecede büyük bir cezaya çarptırma hakkı.
  • Sivil iktidar, yöneldiği kişilerin açık veya örtük rızasına dayanan tek iktidar biçimidir.

Bu klasik ayrım, siyasal iktidarı başka iktidar biçimlerinden ayırma olanağı tanımaz. Aristoteles’in yarar (çıkar), Locke’un meşruluk ölçütleri, daha çok olması gerekenle olmaması gereken iktidar biçimlerini birbirinden ayırmaya yararlar. Aristoteles de Locke da, iyi iktidar diye tanımladıkları dışındaki iktidar biçimlerini de kullanan hükümetler olduğunu kabul etmek zorundadırlar. Siyasal iktidarı başka iktidar biçimlerinden ayıran gerçekçi bir iktidar kuramı oluşturulabilir.

Ortaçağ hukuk bilimcileri, bu kuramın egemenlik kavramına (üstün iktidar=summa potestas) dayandırılabileceğini savunuyorlardı.

Antik toplum, yalnızca bir mükemmel kuruluş tanıyordu:

bütün kurumları kapsayan devlet.

Ortaçağ toplumu ise, iki kuruluş tanıyordu:

Devlet ve kilise.

Bunlardan hangisinin diğerine üstün olduğu ve diğerini öncelediğine dair yüzyıllık tartışma, bu iki alanın gücünün ve egemenliğinin sınırlanmasını ve bu iki iktidar alanının özelliklerinin tanımlanmasını gerektirdi.

Devlet ve kilise birbirinden ayrıştı. Ruhani iktidar kiliseye, dünyevi (geçici) iktidarsa devlete ait sayıldı. Dünyevi iktidarın devlete, belli topraklarda yaşayanlar (halk) üzerinde fiziksel güç kullanma iktidarını ve hakkını tanıdığını iddia eden devlet yanlıları, kiliseye gerçek dini ve ahlaki öğretileri öğretme, vicdanları manevi değerlere yönlendirme hakkını ve iktidarını bırakıyordu.

Böylece siyasal iktidar, zor kullanımıyla özdeşleşti; arzulanan sonuçları elde etmek için gerektiğinde zor kullanma hakkına dayanan iktidar biçimi olarak tanımlandı. Burada siyasal iktidarı dinsel iktidardan ayıran yine kullandıkları araçtır: Ruhani iktidar psikolojik araçlar [öteki dünyaya ilişkin ödül vaatleri (cennet) ve ceza tehditleri (cehennem)] kullanırken, siyasal iktidar silahlı güçler gibi fiziksel zor araçları kullanır.

Fiziksel zor, siyasal iktidarın tanımı için gerekli ama yetersiz bir koşuldur. Bir başka tartışma, zor kullanma hakkı yerine bu hakkın belli bir toprak parçasında toplanmasının üzerinde durmaktadır. Egemen, belli bir toprak parçası üzerinde fiziksel zor kullanma hakkını elinde tutandır. Zor, bir bireyin diğeri üzerinde hakimiyet/denetim kurabilmesini sağlayan en kestirme yol olduğuna göre, belli sınırlar içinde başka herkesin üzerinde zor araçlarını kullanmak durumunda olan her kimse, o kişi üstün iktidar (summa potestas) anlamında egemenlik sahibidir; üstündür, çünkü zor siyasal iktidar için gerekli koşulsa, zorun bir kimse ya da grup tarafından sınırlı kullanımı yeterli koşuldur.

Egemen (mutlak ve sürekli) iktidar, tekelinde bulundurduğu zor kullanma yetkisinin sayesinde buyruklarına uyulmasını sağlamayı da başarır. Siyasal iktidarın niteliği olarak zor kullanma hakkının dışlayıcılığı [iktidarın geneli dışarıda bırakacak biçimde bir kimsenin ya da sınıfın elinde toplanması] teması, hiç kuşkusuz Hobbesçu düşüncenin ana temalarındandır. Doğa durumundan devlete (siyasal topluma geçişin anlamı, herkesin ayrımsız herkese karşı zor kullandığı bir durumdan, zor kullanma hakkının yalnızca egemene ait olduğu bir duruma geçiştir. Hobbes’la başlayarak siyasal iktidar, bugüne kadar değişmeden kalan bir yan anlam edinmiştir.

İktidarın Üç Biçimi

Çeşitli iktidar biçimlerini birbirinden ayırmak için uyarlanan ölçütün niteliği açısından bakıldığında siyasal iktidarın son kertede zora başvurabilen bir iktidar biçimi olarak tanımlanması, iktidarı elinde tutanların arzuladıkları sonuçları elde etmek için kullandıkları araçları göz önüne alan bir tanımlamadır. Araç ölçütü, aynı anda hem basit hem de aydınlatıcı bir tipolojinin kullanılabilmesine izin verdiği için en yaygın ölçüttür. Buna uygun olarak çağdaş iktidar kuramları içinde oluşturulan tipoloji iktidarı üçe ayırır:

İKTİDAR BİÇİMİ                     SAHİP OLUNAN ARAÇ

Ekonomik İktidar                  Servet

İdeolojik İktidar                                    Bilgi

Siyasal İktidar                                       Güç

  • Ekonomik iktidar, kaynakların kıtlığında zaruri olan ya da zaruri sayılan malların sahipliğinden mülk sahibi olmayanları belli tarzda davranmaya yöneltmek için yararlanır. Bu iktidar biçiminde, üretim araçlarına sahip olanların sahip olmayanlar üzerinde, ötekilerin davranışlarını belirleme kapasitesi anlamında devasa bir iktidarı bulunur. Mülk sahibi olanlarla olmayanların varolduğu herhangi bir toplumda, ekonomik iktidar, mülk sahibi olanların olmayanları kendi belirledikleri koşullarda kendileri için çalıştırma becerilerinden kaynaklanmaktadır.
  • İdeolojik iktidar, belli bilgi veya öğreti biçimlerinin, hatta enformasyon veya iletişim kodlarının sahipliğinden başkalarının davranışları üzerinde belli bir etki oluşturmak ve bir grubun üyelerini belli bir eylemi gerçekleştirmeye veya gerçekleştirmemeye yöneltmek için yararlanır. Bilgi sahibi olanların toplumsal değeri, ister geleneksel toplumların din adamları ya da laik toplumların bilginleri, teknisyenleri veya entelektüelleri olsunlar, bu tarz bir koşullanmadan kaynaklanmaktadır, çünkü ancak onların yaydıkları bilgi veya aşıladıkları/aktardıkları değerler yoluyladır ki her toplumsal grubun birbirine bağlı kalmak, tutunmak için gereksindiği toplumsallaşma gerçekleşebilir.
  • Siyasal İktidar: Bu üç iktidar biçiminde de ortak olan, eşit olmayanlardan oluşan bir toplumun kurumlaşması ve korunmasına yaptıkları katkıdır: Siyasal iktidar temelinde zayıf ve güçlü; ekonomik iktidar temelinde zengin ve yoksul; ideolojik iktidar temelinde ise bilginler ve cahiller ayrımı yapılır, daha iyi bir deyişle ayrım üstünler ve aşağıdakiler arasındadır.
  • Hepsinden önemlisi, siyasal iktidarın aracı güç/zor olan iktidar olarak tanımlanması, onun neden en yüksek, en son iktidar olarak görüldüğünü açıklamaya da yardım eder. (Siyasal iktidar sahibi olmak, her zaman toplumda en baskın grup olmak anlamına geliyor.) Gerçekten de zorlayıcı iktidar, her toplumsal grubun kendisini dışarıdan gelecek saldırılara karşı koruması veya kendisinin iç çözülmesini engelleyebilmesi için gerek duyduğu iktidardır. Aynı toplumsal grubun üyeleri arasındaki ilişkiler içinde, sömürülene üretim araçlarının sömürüsünün getirdiği bağımlılık konumunu unutmadan ve yöneten sınıftan gelen mesajların muhataplarının aktarılmış değerlere edilgen bağlılığı bir yana, ancak ve ancak fiziksel zor kullanımı, bağımlılıktan, ikincillikten kurtulmayı engelleyebilir ve her tür itaatsizlik biçimini bastırabilir. Toplumsal gruplar arasındaki ilişkilerde, taleplerin kabul ettirilmesi için en etkili araç zordur, yani savaştır.
  • Çağdaş toplum kuramlarında, toplumsal iktidarın bu üç tipi arasındaki ayrım değişmez bir olgu niteliğindedir. Toplumsal kuramların bir bütün olarak gördüğü toplumsal sistem, bu üç iktidar tipiyle birlikte düşünülebilecek üç alt-sisteme eklemlenir: üretici güçlerin örgütlenmesi, consensus’ün (oydaşmanın) örgütlenmesi ve zorlayıcı iktidarın örgütlenmesi. (Hatta Marksist kuram bile bu açıdan yorumlanabilir: Gerçek temel ekonomik sistemden oluşurken, iki ayrı momente bölünmüş olan üst yapı, ideolojik sistemden ve hukuksal-siyasal sistemden oluşur.)
  • Bu üç iktidar biçimi arasındaki farklı ilişkiler ve bunları hiyerarşik olarak düzenlemenin farklı yolları, siyaset kuramının ve tarih felsefesinin ana akımlarının en kalıcı uğraş alanlarından birisidir. Machiavelli’den Hegel’e kadar çağdaş siyaset kuramının sınırlarını çizen siyasetin önceliği, hem ortaçağın devlet ve kilise arasındaki büyük çatışmalarını ayırt eden ve Roma kilisesinin ve diğer kiliselerin vazgeçemeyecekleri tinsel (ruhsal) iktidarın önceliğine, hem de keşfi burjuva dünyasının doğuşu ve kapitalist üretim biçimi hakkındaki kuramlaştırmanın başlangıcıyla örtüşen ekonomik iktidarın önceliğine karşıdır.

İktidarın Temelleri: Meşruluk Sorunu

  • Siyasal iktidarın kuramlaştırılmasında sırayla üç soru önemlidir: Siyasal iktidar nedir? Siyasal iktidarı diğer iktidar biçimlerinden ayıran nitelikler nelerdir? Siyasal iktidarın haklılığının kaynağı nerededir?
  • Siyasal iktidarın haklılaştırılması konusuna bakarken yol gösterici olması gereken soru şöyle ifade edilebilir:

                “Siyasal iktidarın belirli bir toplumsal grup içinde zor kullanımıyla yayılan iktidar olduğu düşünüldüğünde, zor kullanımı, siyasal iktidarın üzerinde uygulandığı gruba kendini kabul ettirebilmesini ve grubun üyelerinin ona uymasını sağlamada kendi başına yeterli olabilir mi?”

  • Soru iktidarın ne olduğunu anlamak üzere soruluyorsa başka, iktidarın ne olması gerektiğini değerlendirmek üzere soruluyorsa başka türlü yanıtlanacaktır.
    • İlk anlamda, siyasal iktidarın gücünü kendisinden almasının mümkün olmadığı söylenmiştir.
    • İkinci anlamda ise, siyasal iktidarın gücünü kendisinden almasının doğru olmayacağı sonucuna varılmıştır.

Klasik siyaset kuramı, iktidarın temelini sorgularken yalnızca zora dayalı iktidarın haklılaştırılabileceği düşüncesini yadsır. Meşru ve gayri meşru iktidar arasında ayrım yapar.

Burada sorulan anahtar soru şudur:

“Eğer iktidar sınırlı biçimde zor temelinde kurulursa o zaman siyasal iktidarı soyguncular çetesinin iktidarından nasıl ayırabiliriz?”

St. Augustine, şöyle diyor:

“Adalet olmasaydı krallıklar soyguncu çetelerinden başka ne olabilirdi ki?”

ADALET = yönetimin belirleyici ilkesi

İskender ile korsan arasındaki ünlü atışma aradaki ayrımın ne kadar ince olduğunu bize göstermektedir: “Kralın kendisine neden denizleri istila ettiğini sorması üzerine korsan yanıt verir: “Senin toprağı (yeryüzünü) istila etmenle aynı nedenle. Fakat ben küçük bir filoyla bu işi yaptığımdan bana korsan, sense büyük bir filoyla bu işi yaptığından sana da kral diyorlar.”

Pek çok düşünür için adalet, gücün meşru kullanımıyla haksız kullanımı arasındaki sınırı çizen anahtar kavramdır.

  • Platon Devlet, Rousseau da Toplum Sözleşmesi adlı ünlü eserlerinin hemen başında adalet ve güç/zor arasındaki ilişkiyi tartışırlar. Hem Sokrates, hem de Rousseau güçlünün haklı olduğu tezini reddeder.
  • Bodin devleti tanımlaması gerektiğinde onu, “uygulanan yasal yönetim” olarak tanımlamıştı (1576).
  • Hobbes, uyrukların güvenliğini sağlamak (ki bu devletin en yüce hedefidir) ve sonuçta siyasal iktidarı tesis etmek için, bir kişi ya da kurulun devlet içinde “meşru olarak iktidarı elinde bulundurmasının” gerekli olduğunu kabul etmiştir.
  • İktidara bu şekilde etik veya yasal bir nitelik yüklenmesi, iyi siyasal iktidarla kötü siyasal iktidar (iktidarın gasp edilmesi anlamında) arasında yüzyıllardır varlığını sürdüren ayrıma temel oluşturmuştur. Bu ayrımın siyasal sorumluluk sorunu konusunda önemli sonuçları olmuştur. Hatta mutlak itaatin kuramcısı olarak bilinen Hobbes bile, iktidarı gasp edenin (yani gayri meşru prensin) düşman olarak kabul edilmesi gerektiğini söylemiştir.

  • Üstün iktidarın (yani siyasal iktidarın) etik bir haklılığı (ya da yasal-hukuki bir temeli) olması gerektiği olgusu çeşitli meşruluk ilkelerinin ortaya çıkışına neden olmuştur. Meşruluk, iktidarı elinde tutanın buyruk verme hakkını ve uyruğun buyruklara itaat etme ödevini haklı kılan bir temelin arandığı farklı yollara işaret etmektedir.
  • Gaetano Mosca, meşruluğu “siyasal formül” adlandırması ile açıklar:

  • Belli bir kültür düzeyine ulaşmış sınırlı sayıdaki toplumda, siyasal sınıfın iktidarını daraltılmış biçimde yalnızca ona sahip olma temelinde haklılaştırmak yerine, iktidarının yönettiği toplumda genel kabul gören öğretiler ve inançların zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıktığını kabul ederek ona yasal ve ahlakî bir temel sağlamaya çalıştığı olmuştur. (1896)

  • Mosca yalnızca iki siyasal formül tanır: iktidarı Tanrı otoritesinden türeten formül ve iktidarı halkın iktidarından türeten formül. Tamamen kurgu/uydurma olduklarını düşünmesine rağmen, Mosca bu formüllerin aynı zamanda gerçek bir ihtiyacı karşıladıklarına inanıyordu: “yalnızca maddi ve entelektüel bir güç temelinde değil, fakat aynı zamanda ahlaki bir ilke temelinde de” yönetme ve yönetildiğini hissetme ihtiyacı. (1896)

Meşruluk İlkeleri

  • Her biri birbiriyle çatışan ikişer ilkeden oluşan üç temel birleştirici ilkeyi ayırdetmek mümkün.

  • İRADE
    • Tanrı iradesi
    • Halk iradesi
  • DOĞA
    • Belirleyici kökensel güç olarak
    • Akılcı bir düzen olarak
  • TARİH
    • Geçmiş
    • Gelecek

  • İrade: Üstün bir iradeye bağlanan meşruluk ilkelerinin ikisi Mosca’nın sözünü ettiği ilkelerdir: Yönetenler iktidarlarını ya Tanrı ya da halk iradesinden alırlar. Bu meşruluk türü için klasik formül Hobbes’a aittir: “Yasayı yapan Akıl değil, Otoritedir.” Peki o zaman, iktidarın nihai kaynağı nedir? Piramit otorite kavramında, nihai otorite Tanrı iradesidir. İktidarın tabandan tepe noktaya ilerlediği basamaklı otorite kavramında, otorite nihai olarak halkın iradesidir. Karşıt olmalarına rağmen bazı türlerde bu iki ilke karşılıklı olarak birbirlerini kuvvetlendirirler: Halkın sesi Tanrının sesidir (vox populi vox Dei).
  • Doğa: Doğalcı (natüralist) öğretiler, her zaman iradeci öğretilere karşı olmuşlardır. Doğalcı öğretiler de birbirlerine açıkça karşıt formlarda sunulmuşlardır: Krάtos (güç) olarak doğa, klasik iktidar kuramında doğanın kökensel bir güç olarak kabul edildiğine işaret eden bir formüldür. Buna karşılık doğanın akılcı (rasyonel) bir düzen olarak görüldüğü formül, çağdaş doğal hukuk yorumlarında doğa yasası ile aklın yasasının özdeş sayıldığı bir öğreti olarak karşımıza çıkmaktadır. İlk durumda olduğu biçimde doğaya iktidarın temeli olarak bakmanın anlamı şöyle açıklanabilir: Birinin buyruk verme hakkı ve diğerlerinin itaat etme yükümlülüğü kaynağını, insanın iradesinden bağımsız biçimde, yani doğal olarak, bazılarının güçlü bazılarının zayıf, bazılarının bilgili bazılarının cahil, bazı bireylerin, hatta halkların, buyruk vermeye bazılarının da yalnızca itaat etmeye yatkın oldukları düşüncesinden alır.
  • Doğaya akılcı bir düzen olarak bakmanın anlamı ise, iktidarı egemenin yeteneği temelinde haklılaştırmak yerine, aklın yasaları olan doğa yasalarını tanımlamak ve uygulamaktır. Locke’a göre hükümetin asıl görevi, zorlayıcı iktidar uygulaması yoluyla, doğa yasalarının gözetilmesini mümkün kılmaktır. [Bütün insanlar makul, akıllı olsalardı zaten hükümet olmadan da bu yasalara uyarlardı.] Bütün insanlar akılcı davranmadıklarından Locke devleti kurmak için, konsensüse (consensus) ihtiyaç duyar, ancak konsensüs de (ya da daha iyisi doğa durumunu bitirmek ve sivil yönetim kurmak için gerekli uzlaşma da), aslında, akılcı bir eylemdir. Prensin kendisi akılcı ise ve yetkin kişilerce kendisine açıklanan doğa yasalarına uygun bir yönetim sergiliyorsa konsensüse gerek yoktur; bu noktada doğanın yönetimi (fizyokrasi) tamamen insanların yönetiminin yerini almaktadır. Yöneten doğadır, insan değil.
  • Tarih: İktidarın meşrulaştırılması için tarihe bakmak iki boyutta söz konusu olabilir. Bunun için ya geçmişe ya da geleceğe bakılır. Geçmişe dönüş, geleneğin gücünü meşruluk ilkesi olarak kabul eder ve gelenekçi iktidar kuramlarının temelini oluşturur. Bu kuramlara göre, anımsanamayacak kadar eski zamanlardan beri iktidarı elinde tutmayı başarmış olan egemenin iktidarı meşrudur. (Bu durumda, örneğin Demirel’in ya da Ecevit’in iktidarlarının en meşru iktidarlar olması gerekiyor.) Buyurucu iktidar, bir genel hukuk ilkesi çerçevesinde de edinilebilir. Fransa’daki Devrim Üzerine Düşünceler adlı eserinde Edmund Burke (1790), devrimcilerin taleplerine karşı monarkların iktidarını haklılaştıran tarihsel bir reçete niteliğinde bir kuram oluşturdu. Geçmiş tarihe gönderim varolan/kurulu iktidarın meşruluğu için bir ölçütken, gelecek tarihe gönderim, kurulmakta olan iktidarın meşruluğunun ölçütüdür. Devrimcilerin eski düzenin yerine koymaya çalıştıkları yeni düzen, tarihin akışı içinde yeni bir aşamayı, zorunlu ve kaçınılmaz bir adımı ve öncekinden daha ileri bir aşamayı temsil ettiği sürece haklılaştırılabilir. Henüz var olmayan bir düzen, kendi meşruluğunun kaynağını ancak gelecek olaylar içinde bulabilir.
  • Muhafazakârlar, durağan bir tarih anlayışına sahiptir: Uzun süren iyidir. Devrimciler ise dinamik bir tarih anlayışına sahiptir: Tarihsel ilerlemenin/gelişmenin önceden belirlenmiş hareketine uygun olarak ortaya çıkan iyidir. Her ikisi de tarih içinde olduklarını (tarihsel iki konumu temsil ettiklerini) iddia ederleri Ancak ilki (muhafazakârlar), tarihe, onu olduğu gibi kabul ederek saygısını gösterir; ikincisi ise, tarihe, onun akış yönünü kestirerek hatta yönlendirerek saygısını belirtir.
  • Meşruluk ilkeleri üzerindeki tartışma, yalnızca kuramsal bir değer taşımaz, aynı zamanda siyasal yükümlülük sorunuyla da sıkı sıkıya ilişkilidir; çünkü itaat, yalnızca meşru bir iktidarın buyrukları karşısında söz konusudur. Nerede yasalara uyma yükümlülüğü (itaat aktif veya pasif olabilir) biterse, orada direnme hakkı başlar (direnme de aktif ya da pasif biçimde ortaya çıkabilir). İtaatin ve direnme hakkının sınırları, benimsenen meşruluk ilkesine bağlıdır.

Machiavelli: İktidar siyaseti (Floransa, 1469-1527)
İl Principe; Discorsi

Devlet adamı mı düşünür mü?

  • Çocukluğu ve ilk eğitimini Floransa’da geçirdi. Daha sonra Floransa hükümeti için çalıştı. 1512-1517 yılları arasında Florentine’de yaşıyor ve bu dönemde Il Principe (Hükümdar) ve Discorsi’yi (Söylevler) yazdı. 1518’den sonra Floransa’ya geri döndü ve Floransa’nın siyasal yaşamına katıldı.
  • Babası hümanistlerden etkilenmiş bir hukukçu. Yurttaşlık hümanizmi geleneğinde kamusal bir görev için yapılacak en iyi hazırlığın Latince klasiklere çalışmak olduğu düşüncesini benimsemiş ve oğlunu da buna göre yetiştirmiş. Özellikle de Cicero’nun De Officiis (Ahlaki Ödevler üstüne) adlı eserine önem vermiş. Bu eserinde Cicero ülkesine şerefle hizmet edecek bir gencin edinmesi gereken ahlaki ve zihinsel erdemleri sıralamakta. Machiavelli’nin yazılarında ise, iyi bir yöneticinin erdemleri ve kusurları hakkındaki bu klasik öğretiye duyduğu tepkinin izlerini buluyoruz.
  • Yaşadığı dönemde, Avrupa’nın bütün büyük devletleri otokratik yönetimler altında… Despotluk her yerde etkili. Machiavelli Prens’i bu izlenimlerle yazmış.

  • Gördüğü hümanist eğitimin de bir sonucu olarak daha 29 yaşındayken Florentine Hükümeti’nde bir konum elde ediyor. Bu dönemde, Medici ailesi Floransa’da hüküm sürmekte. 1492’de Lorenzo de Medici öldükten sonra oğlu Piero, ailesinin iktidarını sürdüremiyor ve 1494’de sürgüne zorlanıyor. Aynı yıl, Floransa’yı bir Hıristiyan Cumhuriyeti yapmak isteyen Dominikli kesiş, Girolama Savonarola yeni bir anayasa yapılmasını sağlıyor. Ancak Papa 1498’de Savonarola’yı idam ettiriyor ve Machiavelli, yeni kurulan hükümete girerek 1512’ye kadar diplomatik görevlerini sürdürüyor.
  • Yüklendiği diplomatik görevler, zamanındaki en önemli yöneticileri gözlemlemesini sağlıyor. Fransa Kralı XII. Louis, Papa II. Julis Maximillan, Kutsal Roma İmparatoru, bunların arasında. Fransa ve İspanya’nın İtalya’ya müdahalesi karşısında Floransa’nın bağımsızlığını koruma yönünde çabalar gösteriyor. 1512’deki İspanya’nın İtalya’yı işgali sonunda Floransa Cumhuriyeti çöküyor ve Medici iktidarı geri geliyor. Machiavelli de işten atılıyor. Hatta yeni hükümete karşı komplo kurmakla suçlanıyor, sorgulanıyor ve işkence görüyor. Bundan sonra emekli oluyor ve eserlerini tamamlıyor.
  • 1518’de Floransa’ya geri dönüyor ve 1520’de de Medici Hükümeti’nce Floransa’nın tarihini yazmakla görevlendiriliyor. 1525’te hükümette küçük bir görev alıyor. 1527’de Medici hükümeti Floransa’dan sürülüyor ve Cumhuriyet yeniden kuruluyor; ancak yeni cumhuriyetçi liderler artık Machiavelli’ye güven duymuyorlar. Bundan bir ay sonra, Machiavelli ölüyor.

Yeni bir siyaset anlayışı

  • Machiavelli’nin düşüncesi, birçok bakımdan Rönesans hümanizminin yansımalarını barındırır. Kendisi ise, siyasete ilişkin yeni bir bakış getirdiğini iddia eder. Siyasi başarı için ahlaki erdemin önemini reddeder. Siyasetin, ahlaki kaygılara dayanmaksızın, yarar ilkesine göre yürütülmesini savunur.
  • Ortaçağın teolojik dogmaya ve felsefe geleneklerine dayanarak güvenilir bilginlerden aktarma yapmak alışkanlığı yerine, tarihe ve çağdaş siyaset uygulamalarına bakarak sonuç çıkarır. Siyasal sorunları din, metafizik, ahlak ilkelerinden soyutlayarak ele alır. Siyaseti yeryüzüne indirmiştir. Bu nedenle siyasal düşünceler tarihinde bir yeniliktir.

  • Siyaset biliminin doğuşu açısından bir dönüm noktasıdır. Yeni siyaset yöntemi siyaseti aşkın bir gücün etkisinden ya da doğal açıklamalardan kurtarıp insanların eylemlerine indirgiyor.

  • Machiavelli’den önceki klasik siyaset teorisi “olması gereken”in üzerinde durur. İdeal düzen arayışı içindedir. O ise, olması gerekene değil olana bakarak dinden ve ahlaktan soyutlanmış bir siyaset anlayışı getirir.
    • Siyaset, idealar dünyası, Tanrı Devleti gibi bu dünya ötesi kavramlardan arındırılır.
    • İktidara gelmek ve onu korumak anlamında bir teknik beceri konusu olarak ele alınır. Siyaseti bir sanat olarak görür.
    • İnsanın kendi güç ve iradesiyle kendi kaderine egemen olabileceğini, kendi kendini zaman içinde yaratıp geliştireceğini kabul eden bir dünya görüşüne dayanır.

  • Machiavelli, siyasetin temeli olarak Hıristiyan ahlakının pratikleri yerine insanın davranış örüntülerini vurgular. Bu RÖNESANS ruhuna uygundur.
    • Rönesans’la dinamik bir insan kavramı doğar. İnsanın birey olarak toplumdan ayrı bir varlık halinde anlaşılmaya başlanması ve insanın kendi eylemiyle kendini gerçekleştirme gücüne inanç öne çıkar.
    • Birey ve zaman arasındaki ilişki dünyevileşir. Geçmiş-şimdi-gelecek arasında akıp giden zamanda “sonra” olanın “önce” olandan daha üstün olduğu anlayışı ortaya çıkar.
    • Rönesansın bu dünyayı ve tarihselliği vurgulayan bakış açısı Machiavelli’nin düşüncesini de etkiler. Değer yargılarından arınmıştır.

  • Rönesans’ın beşiği İtalya. Toplumsal ve siyasal örgütlenme açısından Reform’un beşiği Almanya’yla benzeşir.
  • Her ikisi de ticaretin canlanmasından etkilenmiştir.
  • Ancak Rönesans’ta özgürlük kavramı etrafında oluşan bireycilik anlayışının dinsel kökeni yoktur.
  • Reform, Rönesans’tan farklı olarak I. Yüzyıla dönüşü ifade eder.
  • Rönesans’ın yeni özgürlük/yeni insan anlayışı İtalyan kent devletlerinin, Floransa’nın özgürlüğüne bağlıdır.
  • Yüzyıldan itibaren Kuzey İtalya’da yeni bir toplumsal siyasal örgütlenme gelişir.

  • Soydan geçme monarşi anlayışının karşısında bu kentlerde özgürlük isteyen birimler oluşur.
  • Seçimle işe gelen, her yıl değişen konsüller tarafından yönetilirler.
  • Bu konsüller, hukuksal olarak Kutsal Roma-Germen İmparatorunun vassalıdır. Ancak fiilen bağımsızlık kazanmışlardır.
  • Özgürlük bunların siyasal bağımsızlığı olarak algılanmaya başlar.

  • Bu, aynı zamanda kentlilerin kentliler tarafından yönetilmesidir. Yani cumhuriyet ve özgürlük eşleştirilir.
  • Machiavelli, siyaseti pratik bir süreç olarak ele alırken siyasal düşüncenin konusunu da gerçekçi biçimde tanımlanmış olan iktidar sorunu olarak sınırlanır. Böylece, devletin korunması, sürekliliğinin sağlanması temel kaygı olarak öne çıkar. Bu siyaset anlayışının ampirik bir temeli vardır ve mevcut koşullara göre davranabilme yeteneği ile ilişkilidir.
  • Antik düşünce, devlet aygıtını tanımaz. Antik Res Publica’da siyasi mekanizmanın işlemesi için yurttaşların özel irade ve güçlerini karar almak ve uygulamak üzere bir araya getirmeleri gerekir. Oysa modern devlet, birliğin simgesidir. Bütün adına, birlik adına kararların alındığı, uygulandığı, tüm parçaları kendisine bağlı bir aygıttır. Bu, sosyal Corpus’tan farklı bir Corpus- kendine özgü hayatı, çıkarları, nitelikleri olan, amaçları olan siyasi iktidar anlayışıdır. Machiavelli’nin birlik arayışı bu anlayışa uygun düşer. Siyasal iktidarı onu meşrulaştırmaya yönelik aşkın her türlü odaktan bağımsız olarak ele alır.
  • İktidar, kendisine itaat edilmesi bir alışkanlığa dönüşen, baskı yapmasını sağlayan maddi imkanlara sahip olan, gücü hakkında edinilen kanı, meşruiyeti konusundaki inanç, iyilik severliğine yönelik ümitten destek alan sürekli bir Corpus’tur. Üstün bir otoritenin gerektiği konusunda consensus ve bu otoritenin uyruklarından beklemeye hak kazandığı iktidar yoğunlaşması, Machiavelli’nin siyasal iktidar anlayışını ortaya koyar. Bu, siyasi birliği dünyevi ilişkiler çerçevesinde sağlamaya yönelik, merkezi, yönetilenlerin rızasına dayanan bir iktidardır.
  • Makyavelcilik nedir?
    • İncelikli, kurnaz siyasettir. Ahlaki kaygılara dayanmaksızın siyaset yapmak demektir.
    • Machiavelli’nin yeni siyaset yöntemi ile ilgili bir kavramdır. Bu yöntem, başarılı siyasal davranış için tarih ve deneyimden kurallar çıkarsamaya odaklanır. Bu tümevarımcı yöntemdir. İnsan doğasına ilişkin pratik ya da tarihsel deneyimlerden sonuçlara varmaya çalışır.

  • Onun insan doğası anlayışı, modern toplum ve siyaset kuramına temel oluşturmuştur. Dünyevi hayatla ilgilidir ve insanın kötü olması ahlaksal veya dinsel bir nitelik taşımaz. İnsan, Machiavelli’ye göre istekleri birbiriyle çatıştığı, temel tutkusu hep daha fazlasını istemek olduğu için kötüdür. Bu, AKILCI insandır. BİREY’dir. Kendi kaderine egemen olabilecek bir varlıktır.
  • İnsan doğası, doğal bir büyüme ve çöküş deneyimi yaşayan SİYASAL REJİMLER boyunca değişiklik göstermez.

  • Siyasetin özünü kavramak için önce insan doğasının ne olduğunu ortaya koymak gerekir:
  • İnsanlar, nankör, değişken, ikiyüzlü, tehlikeden kaçan, çıkarlarını düşünen yaradılıştadırlar. Onları yönlendiren temel tutku, “elde etme” duygusudur. Bu kötü bir şey değildir. Onların doğalarında vardır. İktidarı elde etmek, insanın istediği diğer şeyleri de elde etmesini sağlar. Bu yüzden, iktidar, arzulanan en üstün şeydir.
  • İnsanların sürekli bir iktidar mücadelesinde olması, doğaldır.
  • Pragmatik ve yararcı bir siyaset anlayışı getirirken siyaseti gerçekçi bir gözle değerlendirir. Ona göre gerçekçilik, siyaseti ERK, DENETİM ve İNSAN DOĞASI bağlamında ele almaktır.
  • Dünyanın ve insanın sürekli hareket halinde olduğu, bir devletin içinde sürekli sürtüşmeler bulunduğu görüşünden hareket eder. Bunda, içinde yaşadığı dönemdeki siyasal kargaşalar da etkili olmuştur. O dönemde, İtalya, çeşitli kent devletleri ve feodal beyliklerden oluşmaktadır. Venedik, Milano, Napoli, Floransa… bunların arasında sürtüşme ve çatışmalar, ulusal birliğin kurulamamasına ve ekonomik bir çöküş yaşanmasına yol açmaktaydı.
  • İçinde yaşadığı bu koşullar altında, siyasetin özünü İKTİDAR MÜCADELESİ olarak belirlemiş; aşkın bir gücün etkisinden ya da doğal açıklamalardan kurtarıp insanların eylemlerine indirgemiştir. Siyaseti ilk kez iktidarın kullanılması biçiminde tanımlamıştır.
  • Devlete egemen-merkezi iktidar anlamını kazandıran ilk düşünür de odur.

Kötülüğün öğretmeni midir?

  • İl Principe (Hükümdar) hükümdarlığın ne olduğunu, kaç çeşit hükümdarlık olduğunu, hükümdarlığın nasıl elde edilip muhafaza edildiğini, nasıl kaybedildiğini açıklar. Güçlü ve sarsılmaz iradeli bir önderin siyasal egemenliği ele geçirmesi, artırması ve sürdürmesi için hangi yollardan gitmesi gerektiğini ortaya koyar. Bunu yaparken hak ve adalet sorunlarına, din ya da ahlaka uygunluk düşüncelerine ancak başarıyla ilişkisi oranında yer verir.
  • İktidarı ele geçirmek amacıyla girişilen her eylem, başarıya ulaştığında meşrudur. Hükümdara da iktidarı ele geçirip koruması için yol gösterir. Hükümdar, her şeyi devleti korumak için, devletin-yurttaşların iyiliği için yapar.
  • “Başvurabileceğimiz herhangi bir yargıcın yer almadığı tüm insani eylemlerimizde, özellikle de, hükümdarların eylemlerinde, herkes amaca bel bağlar. O zaman bırakalım hükümdar, devleti kazansın ve muhafaza etkin –buradaki araçları, her zaman, herkes tarafından saygın olarak değerlendirilecek ve taktir edilecektir; aşağılıklar her zaman bir şeyin görünüşü ve neticesiyle faka bastırıldığından, bu dünyada sadece aşağılıklar vardır, başka kimse değil.” (Il Principe)
  • İktidarı korumanın yolu ise, yeterli güce sahip olup bunu hiçbir ahlaki kaygıyla sınırlamadan kullanmaktır.
  • Ahlakı siyasete feda ettiği ya da amaçla aracı özdeşleştirdiği, amacın her türlü aracı yasal kıldığını savunduğu iddia ediliyor.
    • Oysa Machiavelli’nin asıl belirtmek istediği, bir devletin ya da bir devlet adamının kendi ülkesinin birlik, bağımsızlık ve güvenliği için yararlı her türlü hareketi yapabileceği ilkesidir.

Makyavelist erdem denir?

  • İktidarı, hükümdarın bireysel özellikleri açısından kavrar: Uyumlu olmalıdır. İmajı önemlidir. Kurnaz, değişikliklere uyabilen, dengeli, akıllı bir kişi olmalıdır. Fortuna’ya (yazgı-şans-talih) virtu’su (erdem-yetenek, beceri, enerji, kararlılık) aracılığıyla uyum sağlamalıdır. Onu kendi yararına Bütün bu özellikleriyle Tanrısal kökenli birisi değil, bir insandır.
  • Her şey önceden kestirilemez. İnsanlara ilişkin olaylarda belirsizlik vardır. Bu, talihtir (fortuna). Ama talih, ancak eylemlerimizin yarısını bağlar. Geri kalanı, bizim yönetimimize bağlıdır. Bu nedenle, talih (yazgı), karşı konulmaz değildir. Yazgının önüne set çekilebilir, istenilen kanala yönlendirilebilir. Yazgıyla savaşılabilir.
  • Bunun için zamana uyum sağlamak gerekir. İnsan, kendi güç ve iradesiyle kendi kaderine egemen olabilir. Bu da VİRTU ile olur: şiddet kullanarak, atılgan biçimde davranarak. Çünkü “atılgan olmak, çekingen olmaktan daha iyidir”.
  • Bu yönüyle Machiavelli’nin ahlak anlayışının Hıristiyan düşüncesinin ahlak anlayışından farklı olduğunu görürüz. Çünkü esas olan, tüm insanlara iyi yaşam sağlamaktır. Bunun için de ahlaki değerleri empoze edecek bir devlet gücüne ihtiyaç bulunur.
  • Machiavelli, siyaset sorununu iyi toplum fikrinin gerçekleştirilmesi olarak görmez. Yetenek (virtu) bu dünyaya iner. Platoncu-Aristocu iyi insan=iyi devlet anlayışına karşıdır. Mevcut düzeni esas alır.

  • Machiavelli, Hükümdar’da, özellikle yeni devletler kurup muhafaza etme isteğindeki yeni hükümdarlar için yeteneğin gerekliliğinden bahseder. Yeni hükümdarlara, geçmişin büyük liderlerinin siyasal erdemlerini taklit ederek, kendileri için siyasal yüceliğe yönelik yüksek hedefler oluşturmalarını tavsiye eder. Ancak, erdem kelimesine, genel kullanımının aksine bir anlam yüklemektedir.
  • Erdemi açıklamak için talih ile yetenek arasında karşılaştırma yapar. Kurucu bir hükümdarın başarılı olması, başkalarının iktidarına bağımlı olmaksızın, tamamen kendi gücüne dayanmasına bağlıdır. Bunu ise ancak silahlanma yoluyla yapabilir. Kendine ait silahlarla, insanları emirlerine itaat etmeye zorlayabilir. Böylece, “kendi silahları ve erdemi” aracılığıyla ele geçirilen devletler ile, “başkasının silahları ve talih” yardımıyla ele geçirilen devletleri de birbirinden ayırır.
  • Bu erdem, herhangi bir ahlaki amaç duygusu olmadan, düpedüz merhametsizliği önerdiği için bizim anladığımız anlamdaki erdemden de farklıdır. Ama Machiavelli, erdemli yöneticilerin devletlerine soyluluk kazandırdıklarını ve onları en mutlu olanlardan kıldıklarını iddia eder. Yani, Makyavelist hükümdarın erdemi, devletin soyluluğu ve mutluğunu beslediği ölçüde ahlaki bir amaca hizmet eder. Ancak bu ahlaki amaç ve bunun gerçekleştirilmesi, kullanılacak ahlaksız araçları haklılaştırır mı?

Prense öğütler

  • “Şimdi de, bir prensin uyruklarına ve dostlarına karşı nasıl bir tutum ve davranış içinde olması gerektiğini görelim. … amacım, anlayana yararlı olacak şeyler yazmak olduğuna göre, konunun tasarımı yerine, var olan gerçekliğinin peşinden gitmek daha tutarlı geldi bana. Birçok kişi, kimsenin görmediği, varlığı bilinmeyen prenslikler ve krallıklar tasarlamıştır; nasıl yaşanması gerekenle, gerçekten yaşanan arasında öle büyük bir ayrım vardır ki, var olan yerine olması gerekenin peşine düşen kişi, kurtuluşunu değil, yıkımını öğrenmiş olur: Çünkü her zaman iyi olmak isteyen birinin bunca iyi olmayan arasında yıkıma uğraması kaçınılmazdır. Bu nedenle, iktidarda kalmak isteyen bir prensin iyi olmamayı öğrenmesi, böyle davranması, gerektiğinde de böyle davranmaması gerekir.”

  • “…prensin devletini yitirmesine yol açacak kusurların utancından kaçınmayı bilecek denli uyanık olması gerekir; devletini yitirmesine yol açmayacak olanlardan da, elinden geliyorsa kaçınması doğru olur; ama elinden gelmiyorsa fazla önemsemeden kendini verebilir bunlara. Hele, onlar olmaksızın devletini zorlukla kurtarabileceği kusurların doğurduğu utançtan gocunmasın, çünkü her şey iyi değerlendirilecek olursa, erdem gibi gözüken bir şeye uymasının onun için yıkım olacağı, kusur gibi görünen bir başka şeye uymasının ise ona güvenlik ve dirlik getireceği görülür.”

  • “Demek ki, bir prens halkını saymadığı, kendini savunabildiği, yoksul düşüp aşağılanmadığı, açgözlülük etmek zorunda kalmadığı için cimri diye anılıyorsa buna fazla önem vermemelidir, çünkü bu kusur onun iktidarda kalmasını sağlamaktadır.”
  • “… Bundan bir tartışma doğar: Korkulmaktansa sevilmek mi iyidir, yoksa sevilmektense korkulmak mı? Yanıt ikisinin de gerekliliğidir; ama bu ikisini bir araya getirmek zor olduğu için, bu ikiliden birinden yoksun kalınacaksa, sevilmektense korkulmak daha güvencelidir. Çünkü insanlar konusunda genel olarak şu söylenebilir. Nankör, kaypak, içten pazarlıklı, sinsi, tehlike karşısında korkak, yarar canlısı olurlar; yukarıda dediğim gibi, tehlike uzaktaysa, onlara iyilik ettiğin sürece senin yanındadırlar, kanlarını, mallarını, yaşamlarını, çocuklarını verirler sana; ama tehlike yaklaşınca yüz çevirirler. Ve yalnızca onların sözüne güvenmiş olan prens, başka hazırlıklardan yoksun kaldığı için yıkıma uğrar; çünkü gönül yüceliği ve soyluluğu yerine parayla sağlanan bir dostluk, satın alınmış dostluk olup, sürekli değildir, gerekli olduğunda kullanılamaz. Ve insanlar, kendini sevdiren birinden çok, kendinden korkutan birine zarar vermekten çekinirler; çünkü sevgi bir gönül borcu bağına dayanır ve insanlar kötü oldukları için, kişisel çıkar söz konusu olduğunda bu bağ kopuverir; oysa çekinme, insanı hiç terk etmeyen ceza korkusuna dayanır.”

  • “Bununla birlikte prens, sevgi sağlayamasa bile, nefretten kaçınacak biçimde korku salmalıdır; çünkü korkulmak ve nefret edilmemek pekala bir araya gelebilir; kentlilerinin, uyruklarının mallarına ve karılarına elini sürmedikçe bu durum gerçekleşir hep. Ama yine de birinin canına kıymaması gerekirse, bunun uygun bir gerekçesi ve açık bir nedeni olmalıdır; ama özellikle başkasının malına el uzatmaktan kaçınmalıdır.”
  • “… insanlar kendi isteklerine göre sevip, prensin isteğine göre korktuklarına göre, bilge bir prensin başkalarının olan bir şeye değil, kendinin olan bir şeye dayanması gerekir. Ancak, belirtildiği gibi, nefret uyandırmaktan kaçınması gerekir.”

  • “Bir prensin sözünün eri olmasının ve hile yapmayıp dürüst bir yaşam sürmesinin ne denli övülesi olduğunu herkes bilir; bununla birlikte deneyler, verdikleri sözü fazla önemsemeyen kimi prenslerin günümüzde büyük işler başardıklarını, yaptıkları hilelerle insanların akıllarını çeldiklerini gösteriyor; bunlar sonuçta, dürüstlüğü benimsemiş olanlara üstün gelmişlerdir.”
  • “Demek ki sağduyulu bir prens, eğer verdiği sözü tutmak kendine zarar verecekse ve söz vermesine yol açan gerekçeler ortadan kalkmışsa bu sözü tutamaz, tutmamalıdır da. İnsanların tümü iyi olsaydı, bu öğüt iyi olmazdı; ama kötü oldukları ve sana verdikleri sözü tutmayacakları için, senin verdiğin sözü tutman gerekmez. Ve sözünü tutmayan bir prens, hiçbir zaman haklı gerekçe bulmak sıkıntısı çekmez.”
  • “… Tilki gibi davranmayı bilen, hep daha iyi sonuca ulaşmıştır. Ama bu yapıyı iyice allayıp pullamayı, göz boyamayı ve renk vermemeyi iyi bilmek gerekir: Ve insanlar öyle sıradan olurlar, güncel gereksinmelere öyle kolay boyun eğerler ki, aldatmak isteyen hep aldanacak birini bulur.”
  • “Demek ki, bir prensin yukarıda belirtilen niteliklerin tümüne sahip olması gerekli değildir, ama bunlara sahipmiş gibi görünmesi gerekir. … Bağışlayıcı, sözünün eri, insancıl, dürüst, dindar görünmek ve olmak gibi; ama aklını öyle ayarlamalısın ki, gerektiğinde tersine dönüşmeyi bilmelisin.Ve şunu da belirtmeli ki, bir prens, özellikle de yeni bir prens, insanları iyi kılan bütün bunları uygulayamaz, çünkü devleti ayakta tutabilmek için çoğu kez verdiği söze, iyiliğe, insanlığa, dine karşı çıkmak zorunda kalabilir.”

  • “… bir prens devleti ele geçirecek ve elinde tutacak gibi davranmalıdır: Başvuracağı yollar hep saygın sayılacak, herkesçe övülecektir; çünkü sıradan insan hep görünüşten, bir işin sonucundan etkilenir ve dünya sıradan insanlarla doludur ve çoğunluğun dayanacak bir yeri olduğunda, azınlığın bir önemi yoktur.”
  • “… ayrıca yılın uygun dönemlerinde şenliklerle, gösterilerle halkı oyalaması gerekir. Ve her kent meslek birliklerine ve mahallelere bölünmüş olduğuna göre, bu toplulukları dikkate alması, kimi kez onlarla bir araya gelmesi, insancıllık ve eli açıklık örnekleri vermesi, ama konumunun saygınlığını korumayı hiçbir zaman unutmaması gerekir.”

Siyasal düzen “iyi kullanılan gaddarlığı” gerektirir mi?

  • Bu soru, başka türlü de sorulabilir:

                Eğer amaç ahlaki olarak iyiyse, amacın araçları tamamen haklılaştırdığı doğru değil midir? Machiavelli, zulmün iyiye kullanılması ve kötüye kullanılması arasında bir ayrım yapmaz mı? Bu soruların yanıtlarını bulmak için Makyavelist erdem anlayışını göz önünde bulundurmak gerekir.

  • Hükümdar, iktidara gelmek ve iktidarda kalmak için iki yola başvurabilir: Yasalar ve zor kullanma. Birinci yol, insanlara, ikincisi hayvanlara özgüdür. Birinci yolun iktidar açısından yeterli olmadığı durumlarda, prens ikinci yola da başvurabilmelidir. Yani prens hem insan, hem de hayvan gibi davranmayı bilmelidir.
  • Başarı, ikna yoluyla sağlanamaz. Bu yüzden, zor kullanmanın, şiddetin kuramını yapar.
  • Liderlere güç ve sahtekarlık aracılığıyla iktidarı nasıl elde edeceklerini öğrettiği için şer’in (kötülüğün) öğretmeni olmakla suçlanabilir mi?
  • Önemli olan siyasal liderlerin tercih ettikleri hedef için en verimli araçları seçip seçmedikleridir. Siyasal eylemin nihai amacı siyasal iktidarı ele geçirmektir. Siyasal iktidar arayışında amaçlar araçları haklı kılar. Kendinden önceki filozoflar gibi siyasal adaletin standartlarını araştırmak yerine, kendini, şeytani tavsiyelerini kabul edecek kadar kötü niyetli olan her hırslı lidere sunmaktadır.  Ona göre, gaddarlık bile, bir siyasal yönetim aracı olarak haklılaştırılabilir. Hatta, Hükümdar, zorbalar için bir el kitabı olarak bile değerlendirilebilir.
  • “Eylem, hükümdarı suçladığında, sonuç, onu mazur görmelidir; ve sonuç iyi olduğunda, Romulus’un durumunda da görüldüğü gibi, sonuç onu her zaman temize çıkarır. Çünkü hükümdar, şiddeti, faydalı amaçlar uğruna kullandığı için değil de, yıkıcı amaçla kullandığı için ayıplanacaktır.” (Discorsi)
  • Ancak Machiavelli için esas önemli olan, hükümdarın kendi güç ve yetenekleri (virtu’su) ile talihe (fortuna’ya) egemen olabilmesidir. Bunun için duruma göre kötülüğe ya da iyiliğe başvurur. Kötülüğe başvurup hayvan gibi davranan hükümdarın elinde iki yöntem vardır: Kurnazlık ve Şiddet.
    • “Hayvanları taklide gerek duyan hükümdar tilki ve aslanın niteliklerini iyi bilmelidir. Çünkü aslan tuzaklara karşı, tilki de kurtlara karşı kendini savunamaz. Şu halde, tuzakları tanımak için tilki, kurtları korkutmak için de aslan olmak gerekir. Sadece aslan olmakla yetinenler bir şey bilmiyorlar demektir”.
  • Machiavelli’ye göre her gaddarlık değil, yalnızca iyi kullanılan gaddarlık iyidir. “Bu gaddarlıklar da (birileri, kötüyü kanunen iyi olarak adlandırabilirse) kendini koruma zorunluluğu için bir kere yapılmış ve daha sonra devam ettirilmemiş, ama uyrukların mümkün olan en büyük faydalarına dönüştürülmüş” olanlardır.
    • Buna örnek olarak Sezar Borgia’nın yaptıklarını örnek verir. Borgia, Romagna’yı aldığında daha önceki yöneticilerin yarattığı düzensizliği ortadan kaldırmak ve huzuru tesis etmek üzere, çok zalim birini bakan olarak atar. Bakan işini yaptıktan sonra, Borgia, bakanın icraatlarının doğurduğu nefreti gidermek üzere onun bedenini parçalara ayırtır ve şehrin meydanına attırır. Bu manzaranın dehşeti, halkı aynı zamanda hem tatmin eder, hem de afallatır.
  • Siyasal yönetimden tüm ahlaki sınırlamaları kaldırıp, iktidar arayışını kendi başına bir amaca dönüştürmüştür. Ama bunu yaparken, ısrarla, soylu olanı alçakça olandan ayırma eğilimindedir. Sert önlemlerin, sadece hükümdarın iktidarını güvence altına almakla beraber, halkını barış ve birlikten yararlandırmanın zorunlu olduğu durumlarda haklılaştırılabileceğini vurgular. İyi imparatorlar, tarihte, barış ve adaleti tesis edebilmiş ve halkının arasında güvenle yaşayabilmiş olanlardır. Kötüler, şiddet ve adaletsizliği beslemiş ve uyruklarından korkarak yaşamışlardır.

Halkın yönetimi ilkesini ortadan kaldırmaya çalışır mı?

  • Bu yolları belirkerken, Machiavelli’nin başvurduğu iki temel kavram var: Yetenek (virtu) ve yazgı ya da talih (fortuna). Bu iki kavram insan yaşamını belirleyen iki öğedir.
    1. Siyasal iktidarı bir kimse, başkalarının yardımıyla, talihinin yolunda gitmesi veya şans sonucu ele geçirebilir. Bu biçimde iktidarın ele geçirilmesi kolay, kazanılması ve sürdürülmesi zordur. Çünkü başkalarının yardımı ile, şans eseri iktidara gelen kişi, yine aynı şekilde, başkaları yüzünden ya da talihinin dönmesi sonucunda iktidarını yitirebilir.
    2. İktidarı ele geçirmenin ikinci yolu “cinayet işlemek”tir. Böyle iktidara gelenler ne yetenekli ne de talihlidirler. Machiavelli bu yolu iyi görmez çünkü aşağı sınıftan kişiler bu yolla iktidara gelebilirler.
    3. İktidarı ele geçirmenin üçüncü yolu dinsel prensliklerde görülür. Burada bütün güçlük hükümdarlığın kazanılmasından önce görülür. Bu hükümdarlıklar ya liyakat ya da talihle elde edilir. Fakat kazanıldıktan sonra onları korumak için liyakat ya da talihe gerek kalmaz. Bu hükümdarlıklar eski dinsel kurumlara dayanırlar ve hükümdar her zaman yerini korur.
    4. Kişinin yurttaşların arzusu sonucunda iktidara gelmesi. Bir yurttaşın kendi “yurttaşlarının yardımı ile hükümdarlığa gelmesi” halinde ortaya çıkan yönetim, sivil prensliktir. Böylece iktidara gelmek için çok değerli bir insan olmaya gerek yoktur. Çok şanslı olmak da gerekmez. Kurnaz olmak yeter.

  • Bir yurttaşın kendi yurttaşlarının yardımıyla iktidara gelmesinin iki yolu vardır:Yardımcı olan yurttaşlar ya seçkinler, ya da sıradan halktır.
    • Seçkinler ile halk arasındaki çatışma, bu yolla iktidara gelenlere de yansır. Seçkin yurttaşların yardımıyla iktidara gelen kişi, halka karşı, halk ile seçkinler arasındaki çatışma nedeniyle güç durumda kalır. Çevresindeki seçkinler hükümdarı kendileriyle eşit gibi göreceklerinden, hükümdarın bağımsız davranma yetenekleri kısıtlanır, “gerektiği gibi emir veremez”. Dahası, seçkinlerin yardımı, hükümdarı seçkinleri memnun etmek zorunda bırakır. Seçkinleri ise namuslu ve haksızlık etmeyen bir yönetimle memnun etmek olanaksızdır.
  • “… sıradan bir yurttaşın alçaklıkla ya da hoşgörülemez bir başka şiddetle değil de yurttaşlarının desteğiyle ülkesinin prensi olmasına gelirsek (buna sivil prenslik denilebilir ve buraya erişmek için büyük bir erdemden, büyük bir talihten çok, rast giden bir kurnazlık gerekir) bu konuma ya halkın ya da büyüklerin desteğiyle gelinir… Çünkü her kentte iki karşıt eğilim vardır; halk büyükler tarafından güdülmek ve ezilmek istemez, büyüklerse halkı gütmek ve ezmek isterler; bu iki ayrı eğilimden, kentte şu üç sonuçtan biri ortaya çıkar: Prenslik, özgürlük [cumhuriyet] ya da kargaşa”
  • “Prenslik, kimin eline olanak geçtiğine bağlı olarak halk ya da büyükler tarafından kurulur; çünkü büyükler halka karşı koyamadıklarını gördüklerinde, içlerinden birinin gücünü, şanını artırıp, gölgesinde karınlarını doyurmak için onu prens yaparlar. Büyüklerin yardımıyla prens olan halkın yardımıyla prens olana oranla daha zor tutunur yerinde; çünkü çevresindeki prensler kendilerini onunla eşit saydıkları için onlara dediklerini yaptıramaz, onları istediği gibi yönlendiremez.
  • Ama halkın desteğiyle prens olan kişi tek başınadır, çevresinde ona boyun eğmeye hazır olmayan hemen hiç kimse yoktur.”
  • “… halkın desteğiyle prens olan biri, halkla dostluğunu sürdürmelidir; bu da onun için çok kolaydır, çünkü halk ezilmemekten başka bir şey istemez. Halkın desteği olmadan, büyüklerin desteğiyle prens olan biriyse her şeyden önce halkın sevgisini kazanmaya bakmalıdır; bu da kolaydır, halkı koruması altına alması yeter.
  • Bir prensin halkla dost olmasının gerekli olduğu sonucuna varıyorum; dost olmazsa, kötü günlerinde başvuracağı hiçbir çare olmaz.”

Halkın yönetimi ilkesini ortadan kaldırmaya çalışır mı?

  • Halkın yardımıyla iktidara gelen kişi, halka daha kolay söz geçirebilir, halkı daha kolay memnun edebilir. Namuslu ve haksızlık yapmayan bir yönetim sürdürmesi bunun için yeterlidir. Bu yönetim, diğerlerinden çok daha sağlam temellere sahip olacak, daha kalıcı olacaktır.

5) Machiavelli’nin asıl tercih ettiği iktidara gelme yolu ise kişinin kendi yetenekleri, becerileri, cesareti gibi bireysel güçlerini (virtu) kullanarak iktidara gelmesidir. Böyle iktidara gelmek zordur, ama yeteneklerini kullanan kişi koşulların gereğini yerine getirecek, talihin değişmesinden en olumlu biçimde etkilenmeyi bilecek yeterliliğe sahiptir. Bu yüzden iktidarı güçlü ve uzun süreli olacaktır. Yani, Machiavelli için iktidara gelecek kişinin bireysel özellikleri önemlidir: Prens sürekli tehlike içindedir. En sağlam ve uzun süreli iktidar güçlü, yetenekli, becerikli bir prensin varlığına bağlıdır.

  • Il Principe’de prensin halk tarafından terk edilmesini prens için büyük bir tehlike olarak gören, halkın ölçülü sevgisini kazanan bir prensin yalnızca güçlü zenginlere veya seçkinlere dayanan prensten daha sağlam bir konumda olduğunu vurgulayan Machiavelli, Discorsi’de halkın yönetimde söz sahibi olmasının gerekli olduğuna da değinmektedir.
  • Discorsi’de, “Özgürlüğün bekçiliğinde halk mı, yoksa soylular mı daha güvenlidir? Kimin başkaldırmak için daha çok nedeni vardır: Kazanmak isteyenin mi, elinde tutmak isteyenin mi?” sorusunu yanıtlarken zenginlerin ya da soyluların sahip olduklarını yitirmekten korktukları için kötülüğe ve uygunsuzluklara daha fazla eğilimli oldukları sonucuna varır. Oysa halk kalabalığı prensten daha bilge ve kararlıdır. Prenslerden daha kötü olmayan halk, yakın bir çevre tarafından yanıltılması kolay olan prense göre, yöneticileri daha iyi seçecektir. Prensler bir devletin kurulmasında iyi olsalar da, halk bu devletin korunmasında prense göre üstünlüklere sahiptir.
  • Machiavelli öncelikle yasaya bağlı yönetimleri olumlu görmektedir. Sonra, yasaya bağlı yönetimlerin sürdürülmesi bakımından, halkın yönetimde söz sahibi olmasının gerekli olduğunu düşünmektedir. Yani, devleti nasıl kurmalıdır sorusuna verdiği cevap “güçlü bir prensle”dir. Ancak kurulmuş bir devletin sürekliliğini nasıl sağlamalı sorusunun yanıtı “karma yönetim” –yani cumhuriyet- konsüllerle konseylerin birlikte yönettiği rejimdir. Il Principe’de prensin iktidarını korumak için “koşulların gerektirdiği” her türlü yola başvurabileceğini kabul eden Machiavelli, Discorsi’de, bir ülkenin korunması gerekiyorsa adaleti değil adaletsizliği, nezaketi değil kabalığı, beğenileni değil aşağılık olanı tercih edeceğini vurgular.
  • Il Principe’de işlenen prenslik yönetimi ile Discorsi’de ağırlık verilen cumhuriyet arasındaki en büyük fark, siyasal iktidarın özneleridir. Prenslikte tek kişi, cumhuriyette ise bir tür prens gibi davranan kolektif özne olarak halk.
  • Cumhuriyet rejiminin sürekliliği, her otoritenin anayasal olması, doğası bakımından belirlenmiş ve süresi bakımından sınırlanmış olması, halk tarafından verilmiş olması ile sağlanır. Ayrıca, halkın yönetimde söz sahibi olması ile iyi yetenekli yöneticiler, seçimle, birbiri ardına gelme olanağı bulur ve istikrar sağlanır. Cumhuriyet ,fortunaya da daha iyi uyum sağlayacaktır.

Aristoteles

Platon’un Öğrencisi

  • İ.Ö. 384-322 yılları arasında yaşadı.
  • Hocası Platon. Yunan kent devletlerinin siyasal çöküşü onun zamanında başlamıştı.
  • Aristoteles bu çöküşe bizzat tanık oldu. Makedonya kralı II. Philip Yunan kentlerini fethetti. Ölümünden sonra oğlu İskender tahta geçti.

İskender’in hocası

  • Philip’in oğlu İskender’e hocalık yaptı. Babası da sarayın hekimiydi.
  • İskender’in ölümünden sonra Atina’yı terk etmeye zorlandı. Ama Platon’un akademisinde 20 yıl kalmayı başardı. Sonra da kendi okulunu Lyceum’u kurdu. Çalışmaları geniş bir alana yayılmıştı. Metafizik, ahlak, siyaset bunların arasındadır. Ancak biyoloji ve Yunan kentlerinin anayasal tarihi özel ilgi alanı oldu.

Pratik düşüncenin öncüsü

  • Platon’un soyut en iyi arayışına karşılık Aristoteles güncel siyasetin gerekleriyle, pratik olanla da ilgilendi. Sadece en iyiyi değil, en iyiye ulaşılamadığında ne yapılması gerektiğini de araştırdı. Salt akıl yürütmenin yanında, olgulara büyük önem verdi ve gözlem, deney ve araştırmaya dayanan bir yaklaşım benimsedi. Gözlemlerinden hareket ederek, gerçek yönetim biçimleri üzerinde durdu ve bunların sürmesine ya da yıkılmasına neden olan faktörleri belirlemeye çalıştı.

En iyi rejim yeterince iyi mi?

  • Platon’un en iyi rejim arayışına karşılık Aristoteles bu arayışın gerçekte bir karşılığı olamayacağının farkında. Bu yüzden, Politika adlı eserinde, hocasının düşüncelerini tamamen reddetmese de kendine göre düzeltmiştir, diyebiliriz. Aristoteles’e göre, siyaset üzerine düşünen kişi, filozof, var olan rejimleri ihmal etmemelidir.
  • Bu soruya yanıt arayan Aristoteles, Politika’da birbirine karşıt iki yaklaşım kullandı.
    • Bir yanda gözlem ve deneylerden yola çıkarak gerçek yönetimlerin mekanizmasını siyaseti ahlaktan soyutlayacak denli bilimsel bir biçimde inceledi,
    • öte yandan felsefi bir yaklaşıma ağırlık vererek bir ideal devlet tasarımı çizdi.
  • Ona göre, lider, sadece en iyi rejimin ne olacağını bilmekle kalmamalı, belli koşullarda neyin en iyi olacağını, hatta kötü bir rejimin korunması için neyin yapılması gerektiğini de bilmelidir. Bazen lider, kötü bir durumdan en iyiyi çıkarmalıdır.
  • Siyaset bilimi öğrencisi, dört alanda bilgiyi aramalı:

  • İdeal bir biçimde yerleştirilmiş ve yeterli ideal karaktere sahip POLİS için gerekli yasayı bilmeli.
  • Gerçek polislerin ideal koşulları sağlamaması nedeniyle, kendi koşulları içinde hangi polis için hangi anayasanın en iyi olacağını bilmeli.
  • Çoğu polise uygun ortalama anayasayı bilmeli.
  • Sıradan bir anayasayla idare edemeyen, iyi bir anayasaya sahip olma konusunda isteksiz, noksan yönetim yapısını sürdürmek isteyen ama daha fazla çöküşten de kaçan polise ne diyeceğini bilmeli.

  • Bu nedenle Yunan anayasalarını geniş bir ampirik ve tarihsel incelemeye tabi tutar.

Siyasal yaşam doğal bir amaca mı hizmet eder?

  • Siyaset sorununun açıklığa kavuşturulabilmesi için ilk önce bunun temelinde yatan toplumun ele alınması gerekir. Sorun öncelikle toplumun doğasını belirleme sorunudur. Toplum, bireylerden oluşur, çünkü insan doğuştan zoon politikon’dur, yani toplumsal-siyasal bir hayvandır.
    • Bunun ilk anlamı, insanın kendine yeterli olmadığı, yaşamak için başkalarına gereksinim duyduğudur. İnsan, toplum dışında varlığını sürdüremez. Tek başına mutluluğa ulaşamaz.
    • İnsanı mutlu kılacak aklın, anlığın eylemi ancak bir topluluk içinde gerçekleştirilen eylemdir.

Doğa anlayışı

  • Platon gibi Aristoteles de doğaya siyasal düşüncesinin ölçütü olarak başvurur. Sık sık bazı şeyleri “doğası gereği” olarak belirler. Böylece bazı özelliklerin insan iradesinin ürünü olmadığını saptar. Siyasal yaşam bu nedenle doğaldır.
    • İnsanların oluşturduğu ilk ortaklık, erkek ve dişinin cinsel birleşimidir. Bu ortamlık insanların diğer hayvanlarla başka açılardan da bitkilerle paylaştığı doğuştan gelen üreme arzusunun bir ürünüdür. Böylece aile, yaşamın günlük ihtiyaçlarını karşılama aracı olarak ortaya çıkar. Çünkü hepimiz için aileyi ortaya çıkaran, kendiliğinden olan biyolojik ihtiyaçlardır. Aileler için, Tanrıların otoritesini yansıttığı düşünülen geleneksel ataerkil yönetime tabi köyler içinde gruplar oluşturmak da doğldır.
  • “Nihai topluluk, birçok köyün birleşiminden oluşmuş kenttir (polis). Bu aşamadaki topluluk, kendi kendine yeterliliğin sınırına ulaşır, tabiri caizse bu topluluk yaşamak için ortaya çıkar ama iyi yaşam için var olur. Bundan dolayı eğer ilk topluluklar da böyleyse, her kent doğa gereği var olur. Kent bu toplulukların amacı (telos) olduğu için doğa da bir amaçtır. Her bir şey yaradılışı tamamlandığında ne ise o olacağı için, her birinin; insanın, atın, hanenin… doğası budur deriz. Bunun yanı sıra, bir şey, neyin adına var oluyorsa bu, onun amacıdır ve en iyisidir. Tüm bunlardan dolayı açıkça ortaya çıkar ki, kent doğanın şeylerine (gidişatına) aittir ve insan, doğası gereği siyasal bir canlı (hayvan)dır.

-Toplumsal-Siyasal Hayvan

  • İnsan, doğası gereği toplumsal bir yaratık olduğundan, toplum da doğaldır.
    • Bir başka deyişle toplum yapay değildir, örneğin herhangi bir sözleşmenin ürünü olarak ortaya çıkmamıştır.
    • İnsanlarda ortaklaşa bulunan toplumsallaşma güdüsünün yol açtığı toplum, belli gelişim aşamalarından geçerek son durumunu alır, yetkin niteliğini kazanır.

  • Toplumun belli koşullara göre yönetilmesi, belli yasalara göre düzenlenmesi devlet denen daha üstün, karmaşık birimi yaratır.
    • Yetkin devlet, yani tüm insan topluluklarının ereği olan devlet polistir.

                Sembolik konuşma kapasitesi olan yegane canlı insandır.

  • “İnsanın neden herhangi bir arı veya diğer sosyal hayvanlardan daha siyasal bir canlı olduğu açıktır. Söylediğimiz gibi, doğada boşuna hiçbir şey yoktur ve insan, akli konuşma (logos) yeteneği olan tek canlıdır. Ses, acı ve hazzın bir göstergesidir ve bundan dolayı diğer hayvanların da sahip olduğu bir şeydir; çünkü onların doğası, haz ve acı hissine sahip olma ve bunları başkalarına bildirme düzeyine erişmiştir. Ancak, akli konuşma faydalı ve zararlıyı ve sonuçta adil ve adil olmayanı da göstermek içindir. Diğer hayvanlarla karşılaştırıldığında, kendi başına iyi-kötü, adi-adil olmayan ve bu türden diğer şeylerin duygusuna, haneyi ve kenti oluşturan şeylerin toplamına sahip olma insanoğluna özgüdür.”

  • İyi ile devletin amacı arasındaki bağı şöyle kurar:

                “Kendi gözlemlerimiz, bize, her devletin iyi bir amaçla kurulmuş bir topluluk olduğunu söyler. ‘İyi’ diyorum, çünkü bütün insanlar eylemlerinde iyi saydıkları şeyi elde etmeye çalışırlar, gerçekten. Öyleyse bütün toplulukların en üstünü ve hepsini kapsayanı da en yüksek iyi’yi amaç edinecektir. Bu topluluğa, devlet ya da siyasal toplum denir.”

  • Devlet, insanın kendine özgü yetilerini geliştirebileceği tek ortam olarak gerek topluma, gerek bireylere iyi mutlu bir yaşam sağlamayı amaçlar:

  • “Devlet denen siyasal toplum, yalnızca bir arada yaşamak değil, soylu [erdemli] eylemlerde bulunabilmek içindir.”

  • Devlet, kendini oluşturan parçalardan bağımsız bir bütündür, doğanın yarattığı canlı bir varlıktır.

  • Böylece Aristoteles, toplumu bir canlıya, bir bedene benzeterek “organizmacı toplum” görüşüne ulaşır.
  • Devletin bireye önceliği nedeniyle, bireyin bilinçli kişiliği, toplumsal-siyasal kurumların nedeni değil ürünüdür.

  • İnsan, ancak polisin bir üyesi, yani bir yurttaş (polites) olarak kişiliğini geliştirip doğasını gerçekleştirebilir, tam anlamıyla insan olabilir.

  • Platon’da olduğu gibi Aristoteles’te de ahlak ile siyasetin ayrılmaları söz konusu değildir.

  • Devlet ahlaksal varlıklar olan insanlardan kuruludur ve bunların mutlu bir yaşam sürmelerini kendine amaç edinmiştir. Bu yönüyle devlet ahlaksal bir organizmadır, bilinçle donatılmıştır.
  • Aristoteles, insanların doğal bir yaşamı paylaşma yönünde doğal bir eğilimleri olmalarına rağmen, yine insanların bencil arzuları tarafından çatışmalara sürüklenebileceğini belirtir:
    • “Bundan dolayı, doğaları gereği tüm insanlarda böylesi bir topluluğa yönelik dürtü bulunmaktadır. Ancak, böylesi bir topluluğu kuran ilk kişi, en sütün iyilerin nedenidir. İnsan tekamül ettiğinde hayvanların en iyisi olacağı gibi, yasa ve adaletten ayrıldığında da en kötüsü olur. Adaletsizliğin silahları ele geçirmesi en büyük musibet olacağından ve insanın basiret ile erdem adına doğuştan silahları olduğundan, bunları birbirine tamamen zıt şeyler adına kullanması mümkündür. Erdemsiz insan, tüm hayvanların en ahlaksızı, en vahşisi ve de cinsellik ile yiyecek bakımından en kötüsüdür.”

– Yönetim Biçimleri

  • Değişik yönetim biçimlerinin olması, halkların birbirlerine benzemeyen psikolojik ve siyasal eğilimlerinin yanında, insan topluluklarının farklı mutluluk arayışı içinde bulunmalarına da bağlıdır.

  • Bundan başka ekonomik düzen, anayasanın alacağı biçimi belirlemede rol oynar.

  • Örneğin zenginliklerin orantılı bir biçimde eşitlenmesine doğru gidiliyorsa, yönetim ister istemez demokrasiye doğru yönelecektir.

  • Siyasal yapıyı belirleyen bir başka öğe, iklimdir.

  • Soğuk ülke insanları olan Avrupalılar yürekli, fakat beceri ve akıl bakımından geri oldukları için özgür yaşarlar,
    • ama iyi, sürekli yönetimler kuramazlar.

  • Buna karşılık sıcak bölgelerde yaşayan Asyalılar zeki ve yaratıcıdırlar, ama yürekli değillerdir ve istençleri eksiktir,
    • bu yüzden hep köle ve uyruk olarak kalırlar. Bu kimselere tiranlık rejimi uygun düşer.

  • Ilıman ülkede oturan Yunanlılar, hem zeki hem yürekli oldukları için en iyi siyasal kurumlara sahiptirler
    • ve özgür bir yaşam sürerler.

  • Aristoteles’e göre Anayasa:

  • “her devlette bulunan erklerin dağılımının, egemenliğin yerinin ve siyasal toplumun gerçekleştirmeyi amaçladığı hedefin belirlenmesi için benimsenen düzenleniş biçimi”

  • Bütün anayasalarda üç erk bulunur. Farklı anayasalarda bu erkler farklı biçimde düzenlenmişlerdir.
    • Sorunları topluca görüşüp düşünme,
    • oluşturulmuş bütün görevler ya da otoriteler ile bunların sayıları, nitelikleri, yetkilerinin sınırları ve seçilme yöntemleri,
    • yargı düzeni
  • Bugünkü dilde bunlara, yasama, yürütme ve yargı erkleri diyoruz.
  • Aristoteles, yönetimleri (anayasaları) sınıflandırırken
    • ilk önce adalet ilkesini, hukuk kurallarına uyup uymama ilkesini,
    • daha sonra da yönetimin amacı ilkesini ortaya atar.

  • İlk sınıflandırma, yönetimlerin “doğru” ve “yanlış” şeklinde ikiye ayrılmalarıyla oluşur:

  • “Ortak iyiliği amaçlayan anayasaların, mutlak adalete uygun olmakla doğru oldukları açıktır; yalnız yöneticilerin iyiliğini amaçlayanlarsa yanlıştır. Onların hepsi doğru olandan sapmalardır.”
  • İkinci bir sınıflandırma yapmak için iktidarı elinde bulunduranların sayısını ölçüt olarak kullanır.
  • Böylece yönetim biçimleri,
    • Tekin yönetimi,
    • azın yönetimi,
    • çoğunluğun yönetimi

olmak üzere üçe ayrılır.

Siyasal Düşünceleri
– Yönetim Biçimleri

Böylece ilk üçü doğru, diğer üçü sapma olan altı yönetim biçimi ortaya çıkar:

  1. Ortak iyiliği amaçlayan tekin yönetimi: Monarşi.
  2. Ortak iyiliği amaçlayan azınlığın yönetimi: Aristokrasi.
  3. Ortak iyiliği amaçlayan çoğunluğun yönetimi: Politeia.
  4. Tekin çıkarını amaçlayan tekin yönetimi: Tiranlık.
  5. Zenginlerin çıkarını amaçlayan azınlığın yönetimi: Oligarşi.
  6. Yoksulların çıkarını amaçlayan çoğunluğun yönetimi: Demokrasi.

  • Siyaset bilimi bu yönetimlerin tümüne kendilerini nasıl sürdüreceklerini göstermeli.
  • Aslında kendisi aristokrasiyi savunur. Halk teker teker bunlardan üstün değildir. Ama bir araya geldiklerinde üstünler. Bu nedenle iktidarı çoğunluğa vermeli.

– Yönetim Biçimleri

  • Aristoteles’e göre, demokrasi ile oligarşinin karışımı olan politeia kurulabilir en iyi yönetimdir. (Karma anayasa anlayışı)
  • Bu rejimin doğru, iyi olmasının nedeni onun orta yolu izleyen ve orta sınıfa dayanan bir rejim olmasındandır.
    • Orta sınıfa özgü meziyetler dolayısıyla, politeia her yerde kurulabilecek en iyi yönetim biçimidir.

Siyasal Düşünceleri
– Yönetim Biçimleri

Kurulabilir en iyi devlet, sıradan insanlardan oluşmuştur.

 Burada erdemce mutlak olarak iyilerin bulunmamasından ötürü, Aristoteles her türlü azınlığın yönetimini reddetmiş ve iktidarın yurttaşlık iyiliğine sahip olan bir çoğunluğun elinde bulunmasını yeğlemiştir.

İdeal Devlet

  • İdeal devletini kurmaya kalktığında, çoğunluğun siyasal yaşama katılımı düşüncesini olduğu gibi terk eder.
    • Çünkü ideal devlet yetkin bir devlettir, mutlak olarak iyi olan devlettir, dolayısıyla “iyi adam ile iyi yurttaşın bir ve aynı olmasını” içerir.
  • İdeal devlette, ahlaksal ve siyasal erdem arasında çelişki bulunmaz.
    • Mutlak olarak erdeme, boş zamanı bulunan küçük bir azınlık sahip olduğuna göre de yurttaşlar bunlardan oluşacak ve ideal devlet zorunlu olarak bir azınlık yönetimi olacaktır.

  • İdeal devletin, en yüksek ahlaksal gelişmeyi gerçekleştirip genel mutluluğu sağlayabilmesi için kendi kendine yeterlilik özelliğine sahip olması gerekir.
    • Bu özellik yalnızca poliste bulunur.

  • İdeal devletini bir polis olarak tasarlayan Aristoteles, ilk olarak ideal devletin nüfusunu belirlemeye çalışır.
    • Ona göre ideal devletin nüfusu ne çok az ne de çok fazla olmalıdır; “kendi kendine yeterliliğin bütün gereklerini karşılayabilecek ve kolaylıkla denetlenebilecek kadar geniş olmalıdır”.
  • Devletin yersel büyülüğü ve kapsamı açısından da durum aynıdır.
    • “Bunlar yurttaşların kol emeği harcamaları gerekmeden, özgür bir insana yaraşan, ama lükse varmayan bir yaşam sürmelerini olanaklı kılacak kadar olmalıdır.

  • İdeal devletin hem yüreklilik hem de aklı gerektirmesi nedeniyle yalnızca Yunanlılar tarafından kurulabileceği inancındadır.
  • İdeal toplum üç ayrı sınıftan oluşur:
    • Yurttaşlar,
    • toprağı olmayan özgür üreticiler (köylüler, zanaatkarlar, tüccarlar ve işçiler),
    • köleler.
  • Bunlar arasında yalnızca yurttaşların erdemini geliştirecek boş zamanı olan özgür insanlar olduklarını kabul eder.
    • Toprağı olmayan özgür üreticiler, erdemsiz olduklarından siyasal haklardan yoksun bırakılırlar.
    • Bu sınıflara bir de, köleler gibi üretimin belli aşamalarında çalıştırılan yabancılar (metoikos’lar) eklenmelidir.
  • İdeal devlette iyi bir şekilde yerine getirilmesi gereken iki önemli iş vardır:

  • Savunma ve siyaset ile adalet sorunları hakkında görüşüp tartışma.

  • Her iki işle de yurttaşlar sınıfı ilgilenir.
    • Fakat aynı kişilerin iki görevde birden bulunmamalarını öğütler.

  • Herhangi bir anayasanın en önemli yanı, Platon’un düşündüğü gibi onun üyesi olacak kişilerin eğitimidir.

  • Doğa gençleri itaat etmeye, yaşlıları buyurmaya daha uygun kılar.

  • Bu yüzden, ideal devletin yurttaşlarının eğitimi, bir egemen sınıf (daha doğrusu üyeleri ilk önce yönetilmeye, zamanı geldiğinde de polisi yönetmeye yetenekli bir sınıf) yetiştirmeyi ve bunu sürekli yeniden üretmeyi amaçlar.

DEVLET İKTİDARININ SORGULANMASI

Etienne de la Boétie

                1 Kasım 1530’da Güney Fransa’da soylulaştırılmış bir burjuva ailede dünyaya geldi. Çağına uygun olarak, Fransa’daki hümanizm ve reform hareketlerinin etkisi altındaki Orleans Üniversitesi’inde hukuk eğitimi aldı.

  • Bu, Roma hukukunu toplumsal gerçeklere göre yorumlayan bir eğitimdi.

  • Fakülteyi bitirdikten sonra Bordeaux parlamentosunda danışmanlık görevi aldı. 1557’de kendisi gibi danışmanlık yapan Montaigne ile tanıştı. Önemli görevlerde çalıştı. Özellikle Fransız Calvinciler olan Huguenot’ların Partisi ile Katolik Parti arasındaki çatışmada üstünlük kurmaya çalışan Monarşiyi destekleyen Politikler Partisi’nin Fransa’da dinsel hoşgörüyü yaygınlaştırarak istikrarı kurma girişimlerinde sözcülük yaptı.

  • Politikler Partisi, Protestanlar için ibadet özgürlüğünü güvence altına alırken monarşinin erkinin artırılarak Kilise’nin mutlak biçimde ona bağımlı kılınmasını savunuyordu.
  • Daha sonra, Bordeaux’da din çatışmalarına karşı düzeni sağlamakla görevlendirilen Bordeaux askeri şefinin yardımcısı oldu. 14 Ağustos 1563’te, daha 32 yaşına basmadan ani bir rahatsızlık sonunda öldü.
    • Yakın dostu Montaigne, arkasından “kanımca çağımızın en büyük insanıydı” demişti.

Siyasal iktidarın yadsınması

  • Siyasal düşünürlerin çoğu, siyasal iktidarın yararlı, iyi bir şey olduğunda anlaşmıştır. Siyasal iktidarı ya da devleti doğal olmasa da zorunlu bir kurum olarak kabul ederler ve bunun en iyi nasıl düzenlenebileceği sorununa odaklanırlar.
  • La Boétie bunlara karşı çıkar ve siyasal iktidarın nefret edilecek bir olgu olduğunu söyler. Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev adlı yapıtında, tek kişinin iktidarının eleştirisinden hareket ederek kötülüğün kurumsallaşmış siyasal iktidarın özünde bulunduğunu belirtir. Ona göre siyasal yönetim biçimlerinin tümünün özünde aynı kötülük vardır.
  • Söylev’de soyut bir özgürlük kavramından hareket ederek, gönüllü kulluğu örgütleyecek kadar merkezileşmiş iktidara (çağının Fransız monarşisine) şiddetli biçimde karşı koyar. Ama idealinin gerçekleşemeyeceğini bildiği için, görüşlerini kağıda dökerek moral başkaldırıyla yetinir ve devlet aygıtının çarklarında görev alır. Özellikle din çatışmalarının engellenmesine katkıda bulunmak için yerdiği monarşinin hizmetine girmekten başka seçenek bulamamıştır.

Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev

  • Söylev’in 1548 yılından sonra yazıldığı tahmin edilmekte. Yakın dostu Montaigne ise siyasal iktidarı yadsıyan bu yapıtı bir gençlik günahı olarak görür ve Söylev’in 16-18 yaşlarındaki genç la Boétie’nin bir deneme niyetiyle kaleme aldığını iddia eder. Hatta ilk başlarda yazacağı Denemeler adlı kitabının en önemli parçasını oluşturacağını söylediği halde Söylev, Montaigne bu projesini gerçekleştiremeden, Huguenot militanlarınca ele geçirilip yayınlanır. Hugenot’lar Söylev’i Siyasal İktidara karşı direnme ve başkaldırıya ilişkin görüşlerini yaymak üzere kullanırlar.
  • Söylev daha sonra Fransız Devrimi sırasında yeniden basılır. Bu kez, demokrasinin övgüsü olarak değerlendirilmektedir. 1857’de Louis-Napolyon’un darbesi üzerine, Cumhuriyetçiler tiranlık karşıtı görüşleri yaygınlaştırmak için Söylev’i yeniden gündeme getirirler. 1970’lerde ise Fransa’da “iktidarın ya da devletin (fiziksel ve ideolojik) baskıcı, otoriter özü” sorunu ile ilgili tartışmalar, Söylev’in siyaset sorununa yaklaşımındaki evrensel boyutun keşfedilmesini ve La Boétie’nin yeniden hatırlanmasını sağlar.
  • Ona göre iyi iktidar olmadığı için hangi rejimin daha iyi olduğunu araştırmaya da gerek yoktur. Bu yüzden, insanların özgür olabileceği bir siyasal yönetim biçimi aramaz: Siyasal yönetim iktidar demektir ve iktidarın olduğu yerde de özgürlük olmaz.
  • Eğer öyleyse, nasıl oluyor da insanlar, özgürlüklerini ellerinden alan iktidara itaat ediyor, itaat etmekle de kalmayıp boyun eğiyor, hatta kulluk etmeyi arzuluyorlar? Yapıtının temeli bu soruya yanıt arayışıdır.
  • La Boétie için, siyaset olgusu üzerinde düşünmek, yönetilenler durumunda olan insanların bu durumda kalmak istemelerinin nedenlerinin araştırılmasıdır. İktidar olgusunu ve bunun ideolojik dayanaklarını irdeler; ayrıca iktidar ilişkileri ağının en üst düzeyde kurumsallaşmış biçimi olan devlet sorunu ele alır. Tiranın ya da “Bir”in iktidarından yola çıkarak modern devlet gerçeğine ulaşır. La Boétie bu kavramları kullanmamış olsa da, gerçekte Söylev, devlet iktidarının özü, devlet egemenliğinin niteliği üzerinde durmaktadır.

Özgürlükten Gönüllü Kulluğa

                Söylev yönetenlere değil, halka seslenir. Ancak halk egemenliğini benimseyen diğer düşünürler gibi, halkın ödevinin bu egemenliği temsil eden siyasal yönetime itaat etmek olduğunu düşünmez. Ona göre halkın tek ödevi vardır: O da özgür olmaktır. Çünkü özgürlük, insanın doğasıdır. İnsan dünyaya özgür gelir ve doğası gereği özgürlüğünü koruma duygusuna sahiptir. Buna rağmen, insan her yerde özgürlüğünü yitirmiş, zincire vurulmuştur.

  • La Boétie’nin doğa anlayışı Felsefi natüralizm düşüncesine dayanır. İnsan, hemcinsleriyle barış içinde yaşayabilmek için herhangi bir dış-yapay güce gereksinim duymayan bir yaratıktır. Doğa insanları akılsal yetilerle bezendirmiş, onları aynı biçimde yaratarak birbirlerini tanımalarını sağlamıştır. Var olan doğal eşitsizlikler ise toplumsal eşitsizlikleri yaratmaz; tam tersine insanlar arasındaki sevginin, dayanışmanın güçlenmesine neden olur.
  • Özgürlüğün doğal olması, insanların kendilerini başkalarında görebilmelerinden, birbirlerini “yoldaş olarak” tanıyabilmelerinden kaynaklanır.
  • İnsanların konuşma yeteneği, karşılıklı birbirini tanımalarını ve konsensüsü sağlar. Bu yüzden, iyi toplum doğaya ve akla uygun olandır. Bu toplumda yönetenler ve yönetilenler farklılaşması yoktur. Siyasal iktidar, insanları bir koyun sürüsü konumuna indirgeyememiştir.

  • Ancak bu özgürlük durumu ortadan kalkmış, insan tiranın hükmü altına girmiştir. Bu durumun sorumlusu öncelikle özgürlüğünü koruma duygusunu yitiren halktır. Ama bu insanların korkaklığı ya da alçaklığından değildir:

                “İki kişi tek kişiden çekinebilir; on kişinin de çekinmesi olasıdır. Fakat bin kişi, bir milyon kişi, bin kent, eğer kendilerini tek bir kişiye karşı koruyamıyorlarsa bu korkaklık değildir.”

  • Demek ki bugün halkın boyun eğmesi, onun yalnızca özgürlüğünü değil, özgürlük istencini de yitirmiş olduğunu gösterir.

                “Halklardır kendilerini teslim edenler, daha doğrusu kendilerini ezdirenler… Kendi kendini kulluklaştıran, kendi boğazını kesen halk, özgürlük ve kulluk seçeneği karşısında bağımsızlığını terk edip boyunduruğu kabul etmiş ve bu kötü duruma razı olmak şöyle dursun onu arzulamıştır.”

  • Üstelik, yeniden özgür olabilmek için tirana karşı koymak, onunla savaşmak bile gerekmez. İnsanlar özgür olmayı isteyip tirana kulluk-kölelik etmemeye karar verdikleri an tiranlık kendiliğinden yok olacaktır:

                “Eğer siz vermediyseniz, (tiran) sizi gözetlediği bu kadar gözü nereden buldu? Sizden almadıysa, nasıl oluyor da sizleri dövdüğü bu kadar çok eli olabiliyor? Kentlerinizi çiğnediği ayaklar sizinkiler değilse, bunları nereden almıştır? Sizin tarafınızdan verilmiş olmasa, üzerinizde nasıl iktidarı olabilir?”

                Bu durumda yapılması gereken şey, tirana destek olmamaktır:

                “Eğer onlara hiçbir şey verilmezse, onlara hiçbir şekilde boyun eğilmezse, savaş ve vuruşmaya gerek olmadan tiranlar çıplak ve zayıf kalırlar; artık onlar hiçbir şey değildir; ya da tıpkı su ve besi bulamayıp kuru ve ölü bir dal durumuna dönüşen bir kök gibidirler”.

                Oysa tersi bir davranış, halkını sömüren, ezen tiranın daha da güçlenmesine neden olur:

                “Tiranlar yağmaladıkça daha çok şey üzerinde hak iddia edip daha çok isterler, yakıp yıktıkça da onlara daha çok şey verilir ve daha çok hizmet edilir; böylece tiranlar her şeyi yok edip yıkmak için daha çok güçlenirler ve gittikçe daha güçlü  ve daha zinde olurlar.”

Siyasal iktidarın kökeni

  • Siyasal toplumun varlığını, nedenini prensin ya da tiranın volontarizmine (istenççiliğine), hükmetme arzusuna bağlayan anlayışı terk etmiştir. Machiavelli’de siyasal iktidarı, devleti belirleyen prensin volontarizmidir. La Boétie ise prensin volontarizmi yerine efendisine, prensine hizmet etmeyi, kölelik etmeyi isteyen kulların volontarizmini koymuştur: Siyasal iktidar ilişkilerinin kurumsallaşması için halkın özgür olma değil, kul köle olma istencine sahip olması gerekmektedir. İktidar, yönetenlerin değil, yönetilenlerin volontarizminden kaynaklanmaktadır.

                Hem Machiavelli, hem de La Boétie için, otorite, ancak uyrukların kabul etmesiyle kurulur. Ancak Machiavelli prense uyruklarının rızasını zorla elde edebileceğini öğretirken, la Boétie halka reddetmesinin ne denli güçlü bir şey olduğunu göstermiştir.

                Ancak halk gerçekten de o kadar güçlü değildir. Siyasal iktidar bir kez kurulup yerleşti mi, halk bu büyük gücünü psikolojik olarak tümüyle yitirir. “Boyunduruk altında doğup da özgürlüğün gölgesini bile göremeyip köle olmanın ne kadar kötü bir şey olduğunu anlayamayan insanların hoş görülmeleri” ya da “bağışlanmaları” gerekir.

  • İnsan bir “zoon politikon” değildir. Başka bir deyişle siyasal toplum doğal değil yapay bir olgudur. Kötü bir yazgı, bir kaza sonucu siyasallaşan insan siyasetin getirdiği bağımlılık ilişkisine girer.
  • La Boétie, bu kazanın nasıl olduğunu, tarihsel örneklerden yola çıkarak açıklamaya çalışır.
  1. Kuvvet yolu: Bazı insanlar zor, baskı, şiddet kullanarak diğerleri üzerinde egemenlik kurar. (Sparta ile Atina’nın silah zoruyla Büyük İskender’e boyun eğmesi örneğinde olduğu gibi.)
  2. Hile yolu: Halkın başkalarının kurnazlığı sonucu ya da kendi kendini aldatarak özgürlüğünü yitirmesidir. (Dionysios’un Siraküzalılara önce kral, sonra tiran olması gibi)
  3. Halkın nedensiz yere kendini kul köle kılması: Halkın kendini boyunduruk altına sokacak siyasal iktidar kurumunu yaratmasıdır. (Yahudilerin kendilerine bir kral seçmiş olması örneğindeki gibi)

                La Boétie, insanların şu ya da bu şekilde özgür toplumdan siyasal topluma geçmiş olduklarını varsayar. Bu evren, siyasal iktidarın ilk aşamasıdır. Siyasal toplum, “hükmetme-boyun eğme” ilişkileri üzerine kurulmuştur. Ama varlığını sürdürmek için gücünü pekiştirmesi yani “buyurma-onama” ilişkilerinin doğması gerekir. Siyasetin özünü anlamak için bu onamayı, yani gönüllü kulluk olgusunun nasıl ve neden oluştuğunu ortaya koymak gerekir.

Gönüllü kulluğun nedenleri

                Gönüllü kulluğun yerleştirilip sürdürülmesinde önemli rol, hükmetme gücünden buyurma gücüne dönüşen siyasal iktidar tarafından oynanır. Gönüllü kulluğun iki nedeni bu gerçekten kaynaklanır:

  1. Bugünkü kavramlarla “ideolojik koşullandırma” birinci nedendir. La Boétie bunları görenekler, alışkanlıklar ya da eğitim olarak adlandırır. Bu türden kültürel ve ideolojik yapıların etkisiyle ilk oluşan siyasal iktidara bir şekilde boyun eğme konumunda olan insanlardan sonra gelen ikinci kuşak boyun eğmeyi sürdürür.

                “İlk başlarda, kuvvetle alt edilmişlikten dolayı  ve zorlama nedeniyle hizmet edildiği bir gerçek. Fakat bundan sonra gelen kuşak, özgürlüğü hiç görmeyip tanımadığından dolayı, pişmanlık duymadan hizmet eder ve ondan öncekilerin zorla yaptıklarını seve seve yerine getirir. Boyunduruk altında doğan insanlar kulluk, kölelik içinde büyütülüp eğitilirler. Bu insanlar daha ileriye bakmadan doğdukları gibi bir yaşamı sürdürmekle yetinirler ve bulduklarından başka hakları ve malları olabileceklerini düşünmediklerinden de öte, doğumlarındaki durumu doğal durumları olarak kabul ederler”.

                Bu nedenle, siyasal iktidarı yıkmaya yönelik herhangi bir eyleme kalkışmazlar. Böyle bir eylemin gerektirdiği özgür düşünceden ve iradeden yoksundurlar; kurulu düzeni sevip benimser ve sürdürdükleri yaşamın dışında yaşam biçimlerinin olabileceğinin farkına varmadan yaşarlar.

  • La Boétie, insanı iki ayrı ve kaşıt doğaya sahip olabilen tek yaratık olarak algılar. Siyasal iktidarla birlikte birinci insan doğası yerini ikinci insan doğasına bırakır ve böylece “yeni insan”, yozlaşıp benliğine yabancılaşmış, özgürlüğünü unutup köleliği benimsemiş insan gerçekleşir.
    • İnsanın doğasının çift oluşu ve birinden diğerine geçişin bulunması, gönüllü kulluk olgusunu düşünülebilir, somut bir olgu durumuna getirir. Çünkü doğası gereği özgür olan insan kulluğu ancak bu geçiş sayesinde kabul edebilir.
  • Yozlaşma öylesine büyüktür ki, insan doğasındaki özgürlüğü anımsayamamaktadır bile. Gönüllü kulluk, insanın boyun eğmeye rıza göstermekle kalmayıp, kulluğu sevip ona gönülden bağlanmasıdır. Böylece benliğini yadsımış da olur.
  • İnsan, kulluk etme alışkanlığı nedeniyle bu durumu kendisinin özgürce seçtiği kanısına kapılsa bile, gerçekte insan doğasındaki değişikliği yaratan siyasal iktidardır.
    • Daha önceden, bir şekilde belirmiş olan siyasal iktidar, insanları çeşitli yöntemlerle yozlaşmaya, yani kulluğu seçmeye, arzulamaya koşullandırır. Eğitim, görenekler, alışkanlıkların yaratılması ile oluşan bu ikinci doğa birincisini unutturacak kadar güçlüdür. Bu nedenle, özgürlük bir kez kayboldu mu artık onu yeniden ele geçirme olasılığı da ortadan kalkar.

  • Konuşmayı kendi tekelinde toplayan siyasal iktidar, ona ideolojik söylem biçimi vererek ilk önce iktidarın doğallığı, meşruluğu ya da gerekliliği üzerinde genel bir kanının oluşmasını, ardından kurulu düzenin bireylerce benimsenip onanmasını sağlar; gönüllü kulluğu yaratır. Yönetilenler bu “hegemonya” altında, körü körüne bağımlılığa alışmış, köleliklerini sevip sürdürme isteğiyle donatılmışlardır.

  1. Gönüllü kulluğun ikinci nedeni, “güçsüzleşme”dir. Özgürlüğünü yitiren halk alçaklaşır, korkaklaşır ve “bir kadın gibi güçsüzleşir”.

                 Artık, insanlar özgürlüğe kavuşmak için herhangi bir şey yapabilecek durumda değildirler. Tiranlar (iktidarlar) halkı bu duruma itmek ve orada tutmak için ellerinden geleni yaparlar. “Ağızlarına çalınan iki parmak bal ile cezbedilen halklar”, içine itildikleri kulluğa gönülden bağlanıp onu kendi arzularıyla sürdürürler. Bunun için de iktidar çeşitli yöntemlere başvurur:

  1. Halkın zevk ve eğlenceye düşürülmesi, boş şeylerle oyalanmaya yönlendirilmesi: “Tiyatrolar,           oyunlar, eğlenceler, gösteriler, acayip hayvanlar,          madalyonlar, tablolar ve diğer uyuşturucular eski           halklar için kulluklaşmanın yemi, özgürlüğü                 yitirmenin bedeli, tiranlığın araçlarıdır.
  2. İktidarın “paternalist-popülist” bir görünüm alarak halka belli maddi çıkarlar sağlaması: Yönetimin eli açık davranışları, halkın gözünü boyamayı ve onun iktidara daha sıkı bağlanmasını sağlar. Yiyecek içecek dağıtılması, para bağışlanması, şölenler düzenlenmesi gibi uygulamalar, tiranın halkı sömürerek elde ettiklerinin ufak bir bölümünü halka geri vermesinden başka bir anlam taşımaz.

                “Özgürlüğüne yeniden kavuşmak amacıyla çorba tasını terk etmeyi akıl edemeyen” halk, yalnızca kısa dönemdeki çıkarını gözettiğinden iktidarın kulu kölesi olur ve sömürü mekanizmasının içine iyice gömülür.

  1. Siyasal iktidar yeni “halk kültürü”nün cehaleti yaygınlaştırıcı bir nitelik taşımasına özen gösterir: Gönüllü kulluğun sürdürülmesine katkıda bulunan halkın cehalet, bilgisizlik içinde tutulmasıdır; bunun için “insanların kendilerini tanımalarına ve tiranlıktan nefret etmelerine yardımcı olacak” bilge kişilerin, aydınların iktidar tarafından sınırlandırılıp denetlenmesi gerekir.
  2. Cehaleti yaygınlaştırmak amacıyla hurafeler yayıp halkı saçma sapan inançlara iten din adamlarının etkinliği, yani dinin siyasete alet edilmesi de gönüllü kulluğu sürdürmek için başvurulan bir yöntemdir. Siyasal iktidar ile din arasındaki yakın ilişkiyi göz önüne sererken dinin bir çeşit toplumsal uyuşturucu işlevi gördüğünü vurgular:

                “Tiranlar, dini koruyucu olarak ön plana koymayı arzular ve hatta mümkünse, kötü yaşamlarına destek olması için birkaç tanrısallık örneğinden yararlanırlar”.

  • Gönüllü kulluğun tam olarak gerçekleşmesi için insanların iktidara fiziksel ve duygusal olarak bağlanmaları önemlidir. Ancak yeterli değildir. Son koşul, “hükmetmenin sırrının ve işleme aracının, tiranlığın desteğinin ve temelinin” kurulması, yani bugünkü kavramlarla, siyasal iktidarın kurumsallaşması, merkezileşmesi ve egemen devlet olarak belirmesidir.

Devlet mekanizması

  • La Boétie’nin zamanında egemenlik kavramı henüz bilinmemektedir. Ancak siyasetin doğasını çözümlemeye çalışırken, egemenliğin de doğasını kavrayıp açıklığa kavuşturur.
    • Kendisinden sonra gelen düşünürler, Bodin ve Hobbes egemenlik kavramının ortaya çıkmasında ve anlaşılmasında önemli adımlar atarlar. Ancak La Boétie, devlet gücü (egemenliği) kuramını tiranlığa karşı kuran Bodin ve Hobbes’tan farklı olarak, bu gücün doğası gereği, ister istemez tiranlığı içerdiğini düşünür.
  • Bu nedenle, La Boétie için, iktidarın babadan oğula geçmesi ya da halkın seçimiyle belirlenmesi bir şeyi değiştirmez. Yönetime geliş yöntemi ne olursa olsun iktidarın özü tiranlıktır ve tiranlık kalır. Ona göre tiran egemenden, tiranlık ise kurumsallaşmış merkezi siyasal iktidardan başka bir şey değildir.

                Söylev’in başlarında tiranı “iki gözü, iki eli ve bir bedeni” olan sıradan bir insan olarak tanımlar. Ancak hemen sonra, bu insanın kendisine halk tarafından verilmiş bir sürü göze, ele ve ayağa sahip olduğunu açıklar. Böylece tiranın görünen bedeni dışında bir başka bedeni daha belirir. Bir benzeri bulunmayan bu beden, hem diğer insanlardan ayrıdır hem de her şeyi görüp her şeyi yapabildiğinden bütün insanları kendi içinde tutmaktadır. Kısacası bu, siyasal beden, yani devlettir.

Tiranın tek başına olmadığı gibi, salt kaba güce dayanmadığını da ortaya koyar:

                “Tiranı koruyanlar atlı insan bölükleri, yaya insan sürüleri ya da silahlar değildir. İlk bakışta inanmak istenmez,farat gerçektir: Tirana destek olan ve tüm ülkeyi kulluk altında tutan hep dört ya da beş kişidir. Her zaman için beş ya da altı kişi tiranın gözüne girmiş, gerek kendilerinden gelen istekle gerek tiranını çağırmasıyla ona yaklaşmış ve böylece gaddarlıklarının ,eğlencelerinin yoldaşı, zevklerinin pezevengi ve yağmaladıklarının ortağı olmuşlardır… Bu altı kişinin de çıkar sağladığı altı yüz kişisi vardır… Bu altı yüz kişi, buyrukları altında altı bin kişiyi tutarlar… Bundan sonra gelenler çok daha fazla kalabalıktır.”

  • Böylece, tiranın hükmetme gücünün, onun kişisel yeteneğinden ya da topluma saldığı korkudan değil, ardındaki devlet aygıtından kaynaklandığını ortaya koyar.
    • Yani tiran, bu aygıtın en üst düzeyini işgal etmekte ve bu konumundan dolayı egemen olarak belirmektedir. Tam anlamıyla “bir” olan tiranın kendisi değildir; “Bir” tiran ile “yardakçılarının” bütünüdür; yani Kilise’den ya da herhangi bir aşkın güçten bağımsız, iktidarın ilkesi (auctoritas) ile kullanımını (potestas) kendi özünde “bir”leştirmiş olan egemen devlettir.
  • La Boétie, gönüllü kulluğun gizinin burada yattığını açıklar: Devletin oluşturduğu bu mekanizmadan dolayı her insan, içinde bulunduğu hiyerarşik düzey ne olursa olsun kendini, devlet erkini kişiliğinde somutlaştıran tiran ile özdeşleştirerek bir başkasının efendisi olmayı arzular.
    • Böylece insanlar, “büyük tiranın altında kendilerini küçük tiranlar yapabilmek için çevresinde toplanıp onu desteklemeye başlarlar”. Sonuç olarak tiranlık, tüm toplumu baştan aşağı kapsayan toplumsal bir olgu durumuna dönüşür. Hükmetme arzusu, bir tür kitle psikolojisi oluşturur.
  • İnsanın belli kişiler karşısında kendini “bir” olarak algılayabilmesinden dolayı hükmetme ve buyurma, bağımsızlık ile özgürlükten çok daha fazla önem kazanır.
  • Böylece, devlet bir kez kuruldu mu, artık yıkılamaz. Yönetilenlerin köleliklerini sanki özgürlermişçesine yaşamaları ve kendilerini tiranla özdeşleştirmeleri nedeniyle, halk tiranın simgelediği devlete karşı çıkmamaktadırlar. İnsanlar, kurumsallaşmış siyasasal iktidarın ortaya çıkmasıyla birlikte bir kısır döngü içine girmişlerdir. Köleliğe gönülden bağlandıkları için kendilerini özgürlüğe kavuşturacak bir eylemde bulunamazlar.

Özgürlüğe kavuşmanın yolu

                Bu kısır döngüye rağmen, küçük de olsa bir çıkış yolu vardır: Kulluk istenci, özgür düşünme ve akıl yürütme yetisi ellerinden alınmış insanların zihnine yerleştirilmiştir. İnsanlar, siyasal iktidar mekanizmasının ideolojik koşullandırmasıyla, bir anlamda “ergin olmama” durumuna indirgenmişlerdir.

                 Öyleyse özgürlüğe kavuşmanın yolu, gönüllü kulluk anlayışının zihinlerden sökülüp atılmasıdır. Yani özgür olmak için ideolojinin dışına çıkmak gerekir; bu durum insanın bilimle güçlenmiş aklını kendi başına kullanarak düşünce üretmesi ve düşüncesinin özgür olmasından ötürü de özgürlüğü bilip sevmesi demektir.

Ancak La Boétie’nin özgürlüğü değil sevmek, anımsamaktan bile yoksun olan halktan bir beklentisi yoktur.

                “Her dönemde diğer insanlardan daha iyi doğmuş bazı kişiler bulunur. Bunlar boyunduruğun ağırlığını hissedip sürekli ondan kurtulmaya çalışırlar… Kendiliğinden iyi bir kafa yapısına sahip olan bu kişiler, kafalarını eğitim ve bilgiyle daha da sağlamlaştırmışlardır. Bu kişiler, özgürlük yeryüzünde tümüyle yok olsa bile, özgürlüğü düşleyerek, hissederek ve hala onun tadını duyarak kölelikten (ki bu süslenip püslense de, yine) en ufak bir tat alamazlar.”

  • Bir çeşit “entelektüel” elitizmini benimser ve bütün umudunu bağımsız düşünebilen birkaç aydına bağlar. Ancak bu aydınların da bilgisiz halk yığınlarını özgürlüğü sevmeye yöneltmeleri çok zordur. Çünkü devlet toplumu kurduğu bağımlılık ilişkileri zinciriyle ve yeniden ürettiği hakim ideolojiyle sürekli bir denetim altında tutmakta ve bireylerin erginleşmesini engellemektedir.
  • Bu durum, yeniden bir çıkmaz doğurur. Devlet özgürlüğü yok etmekle kalmamış, bunun yeniden kazanılmasını sağlayacak tek yolu da kapatmıştır. Yani aydınların halkı olağan yöntemlerle eğitip aydınlatmasına olanak tanımamıştır.
  • Buna rağmen Söylev, aydınların çeşitli eylemlere kalkışarak ve hatta özgürlük uğrunda ölmeyi ve öldürmeyi göze alarak halkın üzerine serpilmiş ölü tozunu silkelemelerini ve en azından zihinlerde kurulu düzene ilişkin bazı soru işaretleri yaratmalarını salık vermektedir. Bu yönüyle, iki yüzyıl öncesinden, Aydınlanma’ya ışık tutmaktadır.

                Doğal Durum ve Toplum Sözleşmesi Düşünceleri

İnsanlar niçin bir yönetime ihtiyaç duyarlar?

  • Tarih boyunca filozoflar bu sorulara farklı yanıtlar verdiler. Bazıları, siyasetle insan doğası arasında bir ilişki kurdu ve çatışma ve saldırganlığın, şiddet ve iktidar tutkusunun insan doğasına içkin olduğunu, barış içinde yaşamak için güçlü yönetimlere ihtiyaç duyulduğunu savundu. Örneğin düşünür Hobbes, Leviathan adlı eserinde bu düşünceyi geliştirmiştir
  • İnsan doğası ve siyaset arasında bir ilişkinin varlığını reddetmeyen ama bu doğaya olumlu özellikler yükleyen düşünürler de var. Bunlarsa, insan doğasında var olan oydaşma ve işbirliği potansiyelinden söz ederler. Onlara göre, çatışma ve saldırganlık sonradan öğrenilmiş davranışlardır. More, Locke, Rousseau, Tolstoy gibi düşünürler, insanların bir yönetsel aygıt olmadan da uyum ve işbirliği içinde olabilecek sosyal hayvanlar olduğunu söylerler.

İnsan doğası

  • Aristoteles insanın doğası gereği siyasal olduğunu, toplumun ve devletin insan doğasından kaynaklandığını söylemişti.
    • Platon gibi Aristoteles de doğaya siyasal düşüncesinin ölçütü olarak başvuruyordu. Sık sık bazı şeyleri “doğası gereği” olarak belirler, böylece bazı özelliklerin insan iradesinin ürünü olmadığını saptardı. Aristoteles’e göre siyasal yaşam bu nedenle doğaldır.
  • Machiavelli’ye göre insanın doğasında “nankörlük, kaypaklık, içten pazarlıklılık, sinsilik, korkaklık, yarar canlılığı” gibi olumsuz özellikler vardı.
  • La Boetie’ye göre ise insanın doğasındaki en önemli özellik özgürlüğüydü.

Doğal haklar

  • Modern çağın başında bireyin doğal haklarının keşfi tam bir dönüm noktası olmuştur. Bu haklar, herhangi bir siyasal toplumun ve bu toplumun iktidar yapısının oluşumunu önceler. Ailenin ve aristokratik toplumun tersine siyasal toplum, karşılıklı sözleşmeyle toplum içinde yaşamaya ve bir toplum yönetim oluşturmaya karar veren bireylerin gönüllü bir yapıntısı olarak kabul edilmeye başlar.
  • Bu sözleşme düşüncesini ilk işleyenlerden biri olan Johannes Althusius (1603), siyasete yeni bir tanım geliştirmiştir: “Siyaset, insanların aralarında toplumsal hayatı başlatmak, geliştirmek ve korumak amacıyla biraraya gelmeleri sanatıdır.”
  • Başlangıç noktasındaki bu değişme bazı sonuçlar doğurmuştur. Önem verilen siyasal sorunlar değişmiştir: hükümetin yetkileri yerine yurttaş özgürlüğü, devlet iktidarı yerine bireylerin iyiliği, refahı ve mutluluğu, itaat etme yükümlülüğü yerine adil olmayan yasalara (aktif ya da pasif) direnme hakkı, siyasal toplumun bölünmez bütünlüğü yerine muhalif parçalardan oluşan çoğulcu siyasal toplum, yoğunlaşmış ve merkezi iktidarın karşısında iktidarın çeşitli merkezlere dağılması ve bölünmesi, yönetimin iyi olup olmadığının yöneticilerin sahip oldukları iktidar ölçüsünde değil, bireye tanınan haklar ölçüsünde değerlendirilmesi.

Doğal Durum ve Toplum Sözleşmesi

  • Yüzyıl başında önce Grotius, daha sonra Hobbes’la birlikte modern siyaset felsefesi iki anahtar kavram çevresinde oluşur: Doğal durum ve toplum sözleşmesi.
  • İnsanı önce doğanın kendilerini oluşturduğu koşullarda tasarlayan teorisyenler şu görüşü ileri sürerler: Siyasal durumlar tam bir eşitliğin hüküm sürdüğü durumdan yoksundurlar; dolayısıyla doğal bir bağlılık yoktur ve insan doğal olarak siyasal bir hayvan değildir.
  • Daha sonra insanları bu tür kurumlar kurmaya iten ve bunları meşru kılabilecek nedenleri arayan teorisyenler siyasal bağlılığın ancak uzlaşmayla olabileceğini kanıtlamak için doğal eşitlik tezine dayanırlar: toplum sözleşmesi
  • Bu şekilde düzenlenen mekanizma üç amaçla bağlantılıdır:
    • Bireylerin eşitliğini ve doğal bağımsızlığını düşünmek;
    • Sivil toplumlar oluşturmak için bu bağımsızlıktan niçin vazgeçtiklerini anlamak ve böylelikle bu sivil toplumların, doğal durumda kurulmalarını “engelleyen durumlar”ın neler olduğunu göstererek varlıklarını doğrulamak;
    • otoriteyi meşrulaştıran ve yasalara itaati vicdani bir zorunluluk yapan nedenleri saptamak.
  • Bu üç amacın da eleştirel işlevleri vardır:
    • Doğal eşitlik düşüncesi doğal ya da doğuştan üstünlük adına yönetme hakkını reddeder,
    • Sivil toplumların oluşmasını yönlendiren gerekçelerin açıklanması günahın cezalandırılması olarak insanın insana bağımlılığını ve hükümdarın halkına karşı kendi halindeki sürüsünü otlatan bilgili bir çoban olması düşüncesini dışlar;
    • Yasaların meşruiyet ve zorunluluğunun bir uzlaşmadan geldiği düşüncesi ilahi yasayı ve patriarkalizmi reddeder.

  • Doğal durum ve toplum sözleşmesi kavramlarından yararlanma yoluyla, sitenin doğal bir olgu değil özgür ve bağımsız insanların kendi gereksinimleri için oluşturdukları ve ancak objesini açıkça tatmin edebildiği ölçüde meşru olan bir kurum olduğunu ileri süren modern düşüncenin doğuşu böylece sağlanır.

Doğal Durum

  • Modern çağda, insanın insanlığı, esasen adil bir düzenin kurulmasında ötekilerle ilişkisine bağlı değildir; bu ilişkinin oluşumundan eski ve ondan bağımsız olan insanlık, doğal durum anlayışının irdelediği bireyde, yalnız insanda, mevcuttur. Siyasal düşünce bu yalnız insana, bireye odaklanır ve sivil toplumu bunun için irdeler. Buna göre, insan kendi varlık koşullarının sonucu değil, yaratıcısıdır.
    • İnsan doğanın kendisini oluşturduğu şartlarda ve daha sonra kendi inisiyatifiyle yaptığı sözleşme ve anlaşmalardan bağımsız olarak, ihtiyaç, arzu ve haklardan oluşan birey olarak yaşar.

Grotius ve doğal hukuk düşüncesi:

  • Yüzyılda siyasal düşünce insanların bağlı oldukları yasaların meşruiyetini irdelerken bir sorunla karşılaşır: Yasama sistemleri çeşitlidir. Bu da her insan topluluğunun kendi gereksinimlerine denk düşen yasalarının olması anlamına gelir. Böyle olunca, yasanın tek meşruiyet temeli tarih, gelenek ve görenekler olur. Bir yasa, pratikte gereksinimlere uygun düştüğü sürece meşru görülür. Bu da yerel ve göreli bir meşruiyet doğurmaktadır.
  • Böyle bir düşünce biçiminin yetersizliklerini ilk anlayan ve zaman ve yerden, inançlardan ve düşüncelerden bağımsız, genel olarak insan için geçerli bir hukuk oluşturma gereksinimi duyan ilk düşünür, Grotius’tur.
  • Grotius,genel olarak insan için geçerli meşruiyet ilkelerinden kaynaklanacak bir doğal hukuk bilimi oluşturmaya çalışır ve böylece insan doğasını inceler. Amacı, bu doğanın kapasitesini, eğilimlerini ve temel gereksinimlerini akıl yoluyla kavrayarak bu girişimin yararını ortaya koyacak tüm sonuçların meşru ve zorunlu olduğunu göstermektir. Böylece, doğanın oluşturduğu insanın nasıl biri olabileceğini tasarlamak amacıyla kurumsal gerçekliklerin ve mevcut yasaların ötesine gider: İnsanın doğasından gelen ihtiyaçları ve hakları nelerdir, hangi kurallara uyacaktır?
  • Bu ilkelere ulaşabilmek için, insanın gelenek ve göreneklerle, zaman ve mekana göre uzlaşmalar ve aciliyetlerle bozulmamış gerçek doğasını araştırır.
    • Çağdaş toplumların kökenleri farklı parçalardan ve sadece eskiliklerinin ya da bilgelerin uyumunun doğrulayabileceği unsurlardan oluşan siyasal gerçekliğini de bu yolla çözmeye çalışır.
  • Başka bir deyişle, haklarını temel gereksinimlerinden ve çıkarlarından çıkarabilmek amacıyla insanı doğanın kucağından geldiği haliyle düşünür.
  • Bunu yaparken, insanın özünün, tarih içinde yarattığı yapay şeylerden bağımsız olduğunu düşünür.

Doğal hukuk arayışının işlevleri

  • Doğal durum ve insan doğası arayışı, yukarıda belirtildiği gibi öncelikle hukuk normlarına meşruluk temeli sağlar.
  • İkinci işlevi, insanın doğasından gelen haklarının olduğunu doğrulamasıdır.
  • İnsanın –kimilerine göre- sakıncalarla dolu bir durumdan (doğal durumdan) niçin çıkması gerektiğini açıklamak, siyasetin bulunmadığı bir durum fikri, sivil toplumun nimetlerinin belirtilmesini sağlayan bir yöntemdir; teorisyenler düşünce yoluyla eksikliğini deneyerek, onun gerekliliğini, meşruiyetini ve avantajlarını gösterebilirler. Bunu, özellikle Hobbes’ta görürüz.
    • Pufendorf ve Locke ise, hukukta doğal durumun, bireylerin karşılıklı haklarını ve ödevlerini tanımlayan doğa yasasının yönlendirdiği bir barış ve toplumsallık durumu olduğunu kanıtlar. Bunu yaparken olgular bağlamında malların ve kişilerin korunmasına yönelik olarak sadece doğa yasasının sunduğu güvencenin yetersiz olduğunu belirtirler. Onlara göre, doğa yasasını daha açık ve gücü daha hissedilir kılmak gerekir; onu daha gerçekçi kılmayı ve uygulanmasını güvence altına almayı ise topluma bırakırlar.
  • Böylece, insanın doğal durumunun soyut bir tasarım olmadığını, eksiksiz bir haklar ve ödevler sistemini tanımlayan bir doğa yasasıyla normlandırılmış bir durum olduğunu ileri sürerler: İnsanların birbirlerinin mallarına ve kişiliklerine saygı gösterme, verilen sözlerin tutulması zorunlulukları toplumların tarihinden değil, eşyanın tabiatından kaynaklanır ve sivil yasalar temel aldıkları doğal zorunlulukları birbirlerine bağladıkları ve güçlendirdikleri ölçüde zorlayıcılık kazanırlar.

  • Böylece doğal hukukçular, tanrısal hukuk teorisini yıkarlar; insanların özgür ve birbirine eşit bulunduklarını varsayan bir uygarlık öncesi doğa hali anlayışını getirirler. İnsanlar, uygar duruma sözleşmeyle geçerler. Politik otoriteye isteyerek veya zorla boyun eğerler.
    • Doğal hukukçular, Aristoteles’i takip ederek insanın doğası bakımından toplumsal olduğunu düşünmektedirler. Locke da, Spinoza da böyle düşünür. Rousseau da doğal hukukçulara ve Locke’a Hobbes’a göre daha yakın durmaktadır. Locke, uygarlık öncesi doğa halini kabul eder, ama burada insanın akla boyun eğmiş durumda olduğunu iddia eder. Rousseau’da ise bunun tam tersidir. Hobbes ise insanın bir zoon-politikon olduğunu reddeder.

Sözleşme Kuramcıları: Hobbes, Locke ve Rousseau’da Doğa Durumu

  • Hobbes ve Locke, toplumsal ilişkileri doğallık alanına yerleştirmişlerdir. Rousseau’da ise doğa durumu tümüyle toplumsallık dışıdır. Bu Rousseau’nun tarihsel perspektifidir. Toplumsal ilişkiler tarih içinde oluşmuştur; bu yüzden mutlak değildirler. Doğal bir gereklilik taşımadığı için de eleştirilebilir ve dönüştürülebilirler.
  • Rousseau, doğa durumunu kavramlaştırırken toplumsal belirlenimlerden soyutlama çabasında Hobbes’a yaklaşır. Ama Rousseau’nun doğa durumu, Hobbes’unkinin temel ilkelerini tümüyle yadsır.
  • Hobbes’ta doğa durumu hipotetiktir. Egemen bir gücün yokluğunda insanların ne olacağını sergiler.
  • Locke’ta salt bir hipotez değil. Tarihsel bir gerçeklik.
  • Rousseau’da da hipotetiktir.
  • Hobbes ve Locke, toplumsal ilişkileri doğallık alanına yerleştirmiş. Rousseau’da ise doğa durumu tümüyle toplumsallık dışıdır.

Hobbes’ta insan doğası

  • İnsan doğal olarak kendisi için zayıf, başkaları içinse kötüdür. İnsan doğuştan toplumsal değildir, doğal olarak toplumsal eğilimine sahip değildir. Toplumsallık sonradan kazanılır. Bencil olan insan yalnız kendini düşünür, kendi yaşamını sürdürmeye çalışır.
  • Ancak doğa, insanlara ne tek başlarında ne de toplum içinde yaşamlarını sürdürebilme olanağı vermeye yeterlidir.
  • İnsanlar çeşitli güçlerini kullanarak isteklerine ulaşmak amacıyla, sürekli olarak bir yandan doğaya karşı, öte yanda kendi aralarında birbirleriyle savaş içindedirler.
  • Ama insanları hayvanlara üstün kılan özellikleri vardır. Bunlar sayesinde, tutkularını en akıllıca kullanma biçimini hesap edip doğayı yadsımaya ve yapay bir cisim olan devleti kurmaya kadar varırlar:
    • Konuşma (dil): Bir insan yaratısı olan konuşma, insanın bilimsel yeteneğinin de kaynağıdır. Yapay ve iradi sözcükler yaratarak düşüncelerini anımsayıp geliştirebilme. “Kavramların bize sağladığı üstünlük nedeniyle biz, bilimlere yetenekliyiz; hayvanlar, kavramlara sahip olmadıklarından bu yetenekten yoksundurlar.”

                Konuşma, “ortak bir anlaşma” üzerine kuruludur ve “bir sözleşme”, “toplum yaşamına gerekli bir yapaylık” tır. Tüm canlılar içinde yalnızca insani kendisinin hem kendisi hem de yapıcısıdır. Hem doğaldır (matter) hem de yapaydır (artificer). İnsan konuşma ile kendisini insan yapar, yani kendisinin insanlığını yaratır.

  • Geleceği düşünmek: Aklın kullanılmasını gerektirir. “Çünkü şu anda var olan şeyler duyuların alanı içindedir; oysa gelecek, ancak akıl yürütmeyle algılanabilir.” Sözcüklerin kullanılması ve neden-sonuç ilişkileri üzerinde uslamlama yapılması sayesinde, yalnızca akıl geleceği tasarlamayı, gelecek günler hakkında öngörülerde bulunmayı, bu öngörülere göre davranmayı ve geleceğin esinlediği tutkuları yaşamayı mümkün kılar.

                İnsan, üzerindeki ölüm tehlikesini düşünebilen bir yaratıktır; dolayısıyla geleceği kendisini sürekli meşgul eder. İleride ölümden uzak, güvenli bir duruma ulaşmak için duyumlarını, tutkularını rasyonel bir hesap içinde değerlendirmeye çalışır.

                Tutku aklın karşıtı değildir. Savaş ve barış gibi karşıt sonuçlar doğurabilir. İnsan kendisini tutkularının deviniminden kurtaramaz, fakat bunu akıllı biçimde kullanmayı öğrenir.

                Aklını çalıştırarak rasyonel hesap yapan insan, tutkularını doğru yönlendirip arzuladığı barışa, yani toplum durumuna varır.

                Fakat insan kendi başına değildir.

  • Henüz toplumun olmadığı durum: Hobbes, merkezi bir egemen gücün çevresinde örgütlenmiş toplumsal-siyasal düzenin gerekliliğini ve geçerliliğini göstermek amacıyla, devletin bulunmadığı bir insanlar kalabalığı ortamı tasarlar ve bunu “doğa durumu” olarak adlandırır.
  • “Böyle bir dönemin ve böyle bir savaş durumunun hiçbir zaman var olmadığı düşünülebilir; gerçekten ben de bütün dünyada böyle bir şeyin genel olarak hiçbir zaman olmadığına inanıyorum.”

                Doğa durumunun tarihsel bir anlamı yoktur. Hobbes, bununla devletin tarihsel kökenini açıklamaya kalkışmaz.

                Doğa durumu, kuramın bütünselliği içinde mantıksal bir varsayımdır, bilimsel bir kurgudur.

  • İnsanlar doğuştan toplumsal değillerse de mutlak bir yalnızlık içinde yaşamazlar. Doğal yapıları gereği birbirleriyle ilişki içindedirler. Ama bu, onların bir toplum içinde yaşadıkları anlamına gelmez.
  • Sivil (siyasal) toplumun olmadığı yerde toplumdan söz edilemez.
  • Merkezi iktidarın bulunmadığı birliktelik, bir insan kalabalığıdır ve en kötü durumdur: Burada, “sürekli olarak şiddetli ölüm tehlikesi ve korkusu hüküm sürer.”
  • İnsanların eşitliği:

                “Doğa, insanları beden ve zihin yetilerinde öyle eşit yaratmıştır ki, bazen bir başkasından açıkça ya bedence daha güçlü ya da daha keskin zihinli olan biri bulunsa bile, her şey hesaba katılınca, iki insan arasındaki fark, bir kimsenin kendisinde, başkalarında bulunmayan bir üstünlüğü olduğu savını öne sürebilmesine elverecek kadar büyük değildir. Çünkü beden gücü söz konusu olduğunda, en zayıf olan insan ya gizli bir düzenle ya da kendisi gibi aynı tehlike altında bulunan başkalarıyla birleşerek, en güçlüyü öldürmeye yetecek kadar güçlüdür. Zihin yetilerine gelince … bu konuda insanlar arasında bedensel güç konusunda olduğundan daha büyük bir eşitlik buluyorum.”

Her insan fiziksel ve psişik güçlere sahiptir. Bundan dolayı insanlar arasında bir eşitlikten söz edilebilmektedir. Bu nedenle en zayıf bile en güçlüyü öldürebilir. Bunun sonucu da, insanların birbirlerinden korkarak sürekli savaş içinde kalmalarıdır. Zihinsel eşitlik durumunda da kanıların çatışması söz konusudur ki, bu da savaşın ta kendisidir.

  • Erk kullanımı:

                bedensel –zihinsel güçler= ERK.

  1. a) Doğal erk, bedensel ve zihinsel yetileri içerir. Güç, güzellik, sakınım, sanatlar.
  2. b) Yapay erk, sonradan edinilmiş araçlardan oluşur: Zenginlik, ün, dostlar, şans gibi.

                Doğal erk sınırlıdır. Yapay erkse, sürekli olarak artabilir: “Bu artış derecesi ne olursa olsun, tıpkı doğal erkler gibi araçsal erklerin de varlık nedeni, yalnızca her bireyin yaşamsal deneyiminin sürdürülmesidir.”

Hobbes’ta doğa durumu

  • Doğal hak: Herkesin kendi gözünde en büyük iyilik olan yaşamını güvence altına alabilmek amacıyla, hoşuna giden her şeyi yapmaya ve almaya hakkı vardır. Her bireyin her şey üzerinde başkasının hakkına eşit bir doğal hakkı bulunmaktadır.

                “İnsanın kendisini koruma doğal isteği olan bu hak, kişisel erkin ve doğal gücün kullanılma özgürlüğüdür.”

                “Yazarların genel olarak jus naturale dedikleri doğal hak, her insanın kendi doğasını, yani kendi yaşamını korumak ve kendi yargısı ve aklıyla bu amaca varmaya en uygun saydığı her şeyi yapmak için kendi erkini dilediği gibi kullanma özgürlüğüdür.”

                Her insanın kendine içkin bir özellik olarak sahip olduğu doğal hak, insanın doğal özgürlüğü ile aynı şeydir, yani erk kullanımında “dış engellerin yokluğudur.”

  • Doğal hak mutlaktır ama keyfi değildir. Çünkü insan, doğal hakkın kendisine tanıdığı her şeyi yapabilme ve (başkalarının bedenlerini kapsayacak denli) her şey üzerinde hak iddia etme olanağını, salt kendini korumak amacıyla ve aklının yargısına başvurarak kullanır.
  • Bu hak herkeste bulunmakla birlikte, hiç kimse diğerinin bu hakka sahip olduğunu kabul etmez. Doğal hak hiç kimsenin mülkiyetinde değildir. Hukuksal bir anlamı yoktur.
  • Doğa durumunda herkesi kapsayacak hukuksal ve ahlaksal kurallar bulunmaz. “Meşru ile gayri meşru, adalet ile adaletsizlik gibi kavramların burada yeri yoktur. Ortak bir erkin olmadığı yerde yasa olmaz, yasanın olmadığı yerde de adaletsizlik olmaz.” Merkezi iktidarın yokluğu nedeniyle, herkesin birbirinden çekindiği, korktuğu bir ortam doğar. Bu herkesin herkese karşı savaşıdır.
  • Hobbes’a göre insan doğasında iki temel dürtü bulunur: Haz ve acıdan kaçma.
  • Her birey birbirini öldürme noktasında eşittir. Doğa durumundaki savaş hali bu yüzdendir.
  • Hobbes’un siyaseti, devleti, toplumu bireyler üzerine koyması siyasal düşünce açısından bir yeniliktir. Artık, devlet tanrıdan kaynaklanan bir iktidarın değil, bireyin doğasının-iradesinin bir sonucu olarak görülür.

Locke’ta doğa durumu

  • Locke’a göre, “siyasal iktidarı doğru olarak anlamak ve onu kaynağından türetmek için bütün insanların doğada ne durumda olduklarına bakmalıyız”.

  • Locke’ta doğa durumu, Hobbes’un tersine bir savaş hali olarak tanımlamaz. Bir yönetimin yokluğunda bile kabul edilebilir yaşam sürülebileceğine inanır.
  • Doğa durumu nedir?
    • Tam özgürlük durumu
    • Eşitlik durumu
    • Doğa Yasası ile yönetilen bir durum

Bunlar ilk anda Hobbes’un doğa durumundan farksızmış gibi görünür ama öyle değildir.

  • HOBBES
    • Eşitlik ilkesi: Bütün insanların zihinsel ve fiziksel kapasiteleriyle ilgili

  • Doğa yasasının doğası ve içeriği: Temel doğa yasası, başkaları barışı amaçladığı sürece barışı değilse savaşı amaçlamaktır. Hobbes 18 Yasa sayar, bunları “aklın teoremleri olarak adlandırır. Tanrısal değildir
  • LOCKE
    • Eşitlik ilkesi: Haklarla ilgili ahlaki bir ilke: Hiç kimse bir diğerine hükmetme doğal hakkına sahip değildir.

  • Doğa yasası akıl tarafından keşfedilir. Tanrısal bir yanı vardır. Hiç kimse bir diğerinin yaşamına, sağlığına, özgürlüğüne veya mülküne zarar veremez. Bunun nedeni, yeryüzünde bizden üstün bir tür olmadığı halde cennette bir tane bulunmasıdır. Hepimiz Tanrı tarafından yaratıldık ve yeryüzüne onun hizmetkarları olarak gönderildik.

Locke’ta doğa durumu

  • Doğa yasası:

“Her birimiz … kendimizi korumakla, sakınmakla yükümlüyüz, isteyerek konumumuzu terk edemeyiz; o halde akla uygun olarak kendi Sakınımını yarışmayla kazanmadığında herkes yapabildiği kadar İnsanlığın kalanını korumalıdır.”

DOĞA DURUMUNDA, KENDİNİ SAVUNMAK ZORUNDA OLDUĞU DURUMLAR DIŞINDA İNSANIN YÜKÜMLÜLÜĞÜ, BAŞKALARINA ZARAR VERMEMEK VE KENDİMİZE ZARAR VERMEK İÇİN DİĞERLERİNE OLABİLDİĞİNCE YARDIM ETMEKTİR.

  • HOBBES
    • Doğal Özgürlük: Kendi varlığımızı güvenceye almak için, gerekiyorsa masumlara saldırmak da dâhil olmak üzere uygun görünen her şeyi yapmak.

                Doğa durumunda herkes her şeyi yapabilme hakkına sahiptir.

  • LOCKE
    • Doğal Özgürlük durumu, her şeye koşulsuz izin verilen bir durumu anlatmaz. Herkesi eşit biçimde bağlayan bir Doğa Yasası vardır. Özgürlük, bu yasanın izin verdiği şeyleri yapmaktır. ÖZGÜRLÜK, YALNIZCA AHLAKIN İZİN VERDİĞİ ŞEYLERİ YAPALIM DİYE VERİLMİŞTİR BİZE.

                Doğa yasası, benim başkalarının mülkünü işgal etmeme izin vermediğinde bu benim özgürlüğümü kısıtlayıcı bir şey değildir.

Locke’ta doğa durumu

  • Doğa durumunda bile davranışlarımızı kısıtlayan ahlaki bir ödevimiz vardır. Ancak bu doğa durumunda korku ve kuşkunun olmadığını göstermez. Hobbes doğa durumunda bunların savaşa sürüklenmek için yeterli olduklarını söyler. Locke ise, bundan kaçınmak için, doğa durumunu ahlaki bir ödevle tanımlar ve insanların bir biçimde Doğa Yasası’na uygun davranmaya yönlendirilebileceklerini düşünür.
  • Ancak bu kendi başına olacak bir şey değildir. Bütün yasalar gibi Doğa Yasası da, bir yasa-uygulayıcıya gerek duyar. Böyle bir uygulayıcı olmazsa geçersiz olacaktır.
  • Cezalandırma hakkı ile kendini savunma hakkı aynı şey değil. Yasanın çiğnenmesi durumunda ortaya çıkan zararın tazmini, cezanın içeriğini oluşturuyor.
  • Doğa durumunda herkese Doğa Yasasını Yürütme Yetkisi verilmiştir. Herkes, yasanın çiğnenmesi durumunda, bir araya gelerek adaleti yerine getirir. Herkes bunu yapmak için gerekli güce sahiptir.
  • Egemenin yasaya uymayı reddeden yabancıları cezalandırabilmesi, böyle bir doğal hakkın olmasına bağlıdır.

Rousseau’da doğa durumu

  • Çözülmesi gereken temel sorun, erdemsizliğin hüküm sürdüğü ve her türlü kötülüğün kol gezdiği bozuk toplumun nasıl olup da ortaya çıktığıdır.
  • Yani insanlar arası eşitsizliğin kaynağını araştırır.
    • Bunun için çok çok gerilere, toplumsal yaşamın henüz belirmediği doğa durumunun ve burada yaşayan doğal insanın kavranması gereğine değinir.

  • “Bize insanları oldukları gibi görmekten başka bir şey öğretmeyen bütün bilimsel kitapları … yalan söyleyen kitaplar” terk edilip “hiç yalan söylemeyen doğa”ya başvurulması gerekir. “Doğadan gelecek olan her şey doğru olacaktır”.
  • Bu nedenle, gözlemle elde edilen olayların ve olguların da bir yana bırakılmasını savunur.
  • Soyut, felsefi bir kategori olarak doğa anlayışı yerine somut bir durum olarak doğa’dan söz eder.

  • Doğal insan, toplumsal insan durumuna özgü olan her şeyin yokluğu ile tanımlanır.
    • İnsanı tarih içinde sahip olduğu bütün yapay niteliklerden, oluşturduğu toplumsal ilişkilerden, kurumlardan ve uzun gelişmeler sonucunda elde ettiği yapay yetilerden soyutlar.
  • Olumsuzlama yoluyla elde edilen doğal insanın yaşadığı dönem, doğa durumu olarak adlandırılır.
  • “Hiçbir hüneri olmaksızın ormanlarda amaçsızca dolaşan, konuşmayı bilmeyen, evi barkı, savaşları, ilişkileri bulunmayan, hemcinslerine yakınlaşmaya ya da zarar vermeye hiç gereksinimi olmayan, hatta belki kişisel olarak onlardan hiçbirini tanımayan, az sayıda tutkusu olan ve kendi kendine yeten vahşi insan, sadece bu duruma uygun duygulara ve bilgilere sahipti; gerçek gereksinimlerden başka bir gereksinim duymuyor, görülmesinin ilgi çekici olacağını sandığı şeylerden başkasına bakmıyor, zekası da gururundan daha fazla ilerlemiyordu. Rastlantısal olarak bir buluş gerçekleştirse, kendi çocuklarını bile tanımadığından, bu buluşunu başkalarına iletemiyordu. Her sanat onu yaratanla birlikte yok oluyordu; eğitim ve ilerleme yoktu; kuşaklar boş yere çoğalıyordu; her kuşak hep aynı noktadan yola çıktığı için, yüzyıllar hep ilk çağların kabalığı ve yontulmamışlığı ile akıp gidiyordu; insan türü artık yaşlanmıştı, ama insan hala çocuktu”.

Doğal insan:

  • Bu betimleme doğal toplumsallığın reddi anlamına geliyor.
  • İnsan bir zoon politikon değil.
  • İki tür eşitsizlik var:
    • Doğal eşitsizlik,
    • Manevi-politik eşitsizlik.
  • Doğa durumu ve toplum durumu ayrımıyla bu ikisinin birbirinin devamı olmadığını ortaya koymaya çalışır.
  • İnsanın doğasından gelenle sonradan edinilen özellikler arasında ayrım kurulmalı.

  • Rousseau’nun doğa durumu anlayışının iki ekseni var:
    • Yalıtılmışlık
    • Sınırlı gereksinimler
  • İki temel doğa yasası var:
    • Kendini korumak- Özsevgi
    • Merhamet duygusu:
      • Türün kendini koruması: Adalet duygusu
      • Barış içinde yaşama.
    • Merhamet duygusu sayesinde ve arzuları gereksinimlerini aşmadığı için doğa durumunda insanlar barış içinde yaşarlar.

  • Rousseau’da doğal insanı hayvandan ayıran iki özellik:

  • Çevresiyle ilişkisi bakımından özgürce seçim yapma, karar alma erki.
  • : Doğa durumunda tümüyle özgür ve eşit.
    • Gerçek eşitsizlik olan siyasal eşitsizlik, bir toplumu ya da en azından bir toplumsal ilişkiler ağının varlığını gerektirir; bu nedenle doğa durumunda var olamaz.
    • “Doğa durumunda gerçek ve yıkılmaz bir olgusal eşitlik vardır; çünkü iki insan arasındaki farklılık, onlardan birini diğerine bağımlı kıldıracak kadar büyük olamaz.”
    • Gereksinim duyduğu şeylere kolaylıkla ulaşabildiği ve daha fazlasını elde etme arzusunu doğuracak bilgi düzeyine sahip olmadığı için emek harcamaz; hem kendisiyle hem de içinde yer aldığı doğanın bütünüyle dolayımsız bir birlik içindedir.
    • Kendi kendine yeterli bir varlık olan doğal insan, doğayla dolayımsız bir birlik içinde oluşu sayesinde özgürlüğe de sahiptir.

 “Doğa bütün hayvanlara buyurur ve hayvan buna itaat eder. İnsan da aynı etkiyi duyar, fakat buna boyun eğmekte yad a direnmekte kendini özgür bilir.”

Rousseau’da doğal insanı hayvandan ayıran iki özellik:

  • Doğa durumunda insan doğaya, fiziki çevreye, yani hiçbir insanın elinde bulunmayan, ama bütün insanlara hükmeden değişmez güçlere bağımlıdır. İnsanın insana değil, ama doğaya, doğanın sunduğu kaynaklara, şeylere bağımlılığı vardır.
  • Doğal insan ,gereksinimleri ile güçleri arasında tam bir uyum sağlar; onun özgürlüğü, doğal güçlerinin sınırına kadar uzanır. Çünkü doğal insan, sırf bu şekilde yaşadığı için özgürdür: Yalnızca yapabileceği şeyleri istediği için istediği her şeyi yapabilmektedir.

Doğal insanı hayvandan ayıran iki özellik:

  • Gelişme: Doğal insanda gizilgüçtür.

  • İkinci özellik “Gelişme Yetisi”dir. Hayvan nasılsa öyle kalır, insan ise bu yetisi sayesinde gelişme gösterir; ancak bu Aydınlanmanın ilerleme anlayışından farklıdır; her zaman daha iyiye, yetkinliğe gidecek diye bir şey yoktur.
  • Gelişme yetisi doğal insanı insan düzeyine yükseltir; ancak toplumsallaşmaya, dolayısıyla toplumun içerdiği bütün kötülüklere de kaynaklık eder.

Rousseau’da doğa durumu

  • “Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip ‘bu bana aittir’ diyebilen ve buna inanacak kadar saf insanlar bulan ilk insan uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. Bu sınır kazıklarını söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da hemcinslerine ‘Bu sahtekara kulak vermekten sakınınız…’ diye haykıracak olan adam insan türünü nice suçlardan, nice savaşlardan, nice cinayetlerden, nice yoksulluklardan ve nice korkunç olaylardan esirgemiş olurdu. … Fakat öyle görünüyor ki o zaman her şey ,o güne kadar olduğu gibi sürüp gidemeyeceği noktaya artık gelmişti; çünkü mülkiyet düşüncesi, … birdenbire oluşuvermedi.”
  • Rousseau’ya göre, mülkiyetin ortaya çıkması, TOPLUMSALLAŞMA, doğa durumunun son sınırına gelinmesi demektir.

THOMAS HOBBES
(1588-1679)

ÖLÜMLÜ TANRI

  • Thomas Hobbes, mutlak iktidarın zorunluluğunu ortaya koymuş; bu mutlak iktidar anlayışıyla modern devletin temelini atmıştır.
  • Hobbes’un siyasal teorisinde yaşadığı dönemin olaylarının önemli bir rolü vardır.
  • Kral-parlamento sürtüşmesinin içsavaşa dönüştüğü İngiltere’de yaşamıştır. Kralın feodal beylerden, parlamentodan ve dinsel cemaatlerden özgür olmasını savunmuştur. Bu yönüyle mutlak monarşiden yanadır.
    • Özgür monarşilerin gerçek yasası: Kral yasaların üstündedir, bütün yasaları keyfince yorumlamak-uygulamak hakkına sahiptir.

GENEL FELSEFESİ

  • Siyaset kuramını genel felsefe içinde sunar.
  • Siyasal iktidarın temelleri ve mutlak iktidarın zorunluluğu eserlerindeki başat temalardır.
  • Hobbes’un kuramında beliren mutlak iktidar anlayışı, modern devletin ta kendisidir.
  • Auctaritas ile potestas’ın tek merkezde toplandığı, bu merkezin de rasyonel bir meşrulukla donatıldığı siyasal yapı modern devlettir.

SİYASET FELSEFESİ

“Doğal Hukuk’un ve Siyaset’in öğeleri hakkında açık bir düşünceye sahip olunmasında, insan doğasının bilinmesi önemli bir yer tutar.” “Eğer insan eylemlerinin nedenleri, şekillerdeki niceliklerin nedenleri gibi kesin bir biçimde bilinirse, … insanlık saldırılamayacak denli durağan bir barışa kavuşur.”

Bu nedenle insan doğasını araştırır ve toplum sözleşmesini de bu doğayla açıklar.

Toplum Sözleşmesi

  • Sözleşme anı: Sözleşme devleti doğurur. Rasyonel bir panik gibidir. Ölüm korkusu herkeste aynı rasyonel davranışı uyandırır.
  • Usavurmanın sonuçları, konuşma yoluyla bütün insanlara yayılır. Siyasal toplumu kurmanın gerekliliği üzerinde uzlaşılır.Devletin temelinde, herkesin davranışına aklın hakim olması yatmaktadır. İnsanların ortak bir erkin bulunmadığı yerlerde barış içinde yaşamaları olanaksızdır. Devletsiz toplum bir ütopyadır.
  • Bu nedenle insanlar, haklarını karşılıklı olarak bir üçüncü kişiye devrettikleri bir sözleşme yaparlar ve kendilerini bir ortak erkin buyruğuna sokmanın gerektiğini kavrarlar.
  • Toplum sözleşmesini tek tek bireyler gerçekleştirir: Kalabalık. Temsilci ise bunları olduğu gibi yansıtmaz. Temsil, yansıtmaz, gerçekleştirir.
  • Bireyler devleti yaratır ama bir olan “halk” ancak devlet tarafından yaratılır. Kalabalık, temsil yoluyla “tek bir kişi”ye dönüşür. Yurttaşlar, siyasal birliklerini egemenin kişiliğinde bulur.
  • Yurttaşlar, kendilerini egemenin eylemlerinin yapımcıları olarak kabul ettiğinden, kendi kendileriyle çelişmeden bunlara karşı çıkamazlar.
  • Sözleşme, aralarında eşitlik bulunan ya da birbirlerini eşit gören insanlar tarafından yapılır. Yöneten-yönetilen ayrımını doğal eşitsizlik yerine doğal eşitlik üzerine oturtarak klasik siyaset felsefesini baş aşağı eder.
  • Bireysel güçlerin, erklerin bir başka kişiye devredilmesi doğal biçimde olamayacağı için bir vazgeçmeyi, feragat etmeyi gerektirir.Herkes güç kullanma hakkından vazgeçer; herkes bir diğerinin yolundan çekilir ve böylece elinde tuttuğu doğal hakkını özgürce kullanmasına olanak tanır.
  • SONUÇTA, VAZGEÇİLEN GÜÇLERİN TOPLAMINDAN DAHA ÜSTÜN EGEMEN BİR GÜÇ, YANİ LEVİATHAN ORTAYA ÇIKAR.
  • Temsil,
    • Yönetenleri yönetilenlerden ayıran mesafeyi kaldırır.Halkı bir kişi olarak yaratır. Halkın kişiliği, egemenin kişiliğinde erir.
      • Kalabalık ise kişiliğe sahip değildir. Bu nedenle egemenin bunlara karşı sorumluluğu yoktur.
    • Sözleşme sürekli olarak, egemenin her eyleminde yinelenmektedir. Temsil, süreklidir.

  • Sözleşmenin Özellikleri
    • Leviathan güç kullanma tekelidir.
    • Leviathan güç ilişkilerini tek bir eksende toplar ve kurumsallaştırır.
    • Leviathan yurttaşlarına düşmanca davranmaz. Tek kişinin egemenliği ve diğerlerine buna bağlı üstünlüğü, onu hiç kimseye kötü davranmasını gerektirmeyecek bir duruma sokmuştur. Her şeye sahiptir, kimseyle rekabete ihtiyacı yoktur. O ÖLÜMLÜ TANRI’DIR.
  • Siyasal topluma geçiş oybirliğine dayanır ama egemeni seçenlerin oyçokluğu yeterlidir. İkinci sözleşme egemenin belirlenmesi ile ilgilidir.
  • Yaratılan devletin sürekliliğini sağlamak için salt güce dayandırılamaz. Siyasal iktidar kendisini bir otorite olarak ortaya koymak, kendisini yönetilenlere benimsetmek zorundadır. Ortak onay gereklidir ama siyasal bedeni oluşturmaya tek başına yetmez. Her birey kendi iradesini egemenin iradesine bağlı kılmalıdır. Egemenin iradesini kendi iradesi olarak tanımalıdır.

EGEMENİN ÖZELLİKLERİ

  • Egemen mutlaktır ve ondan daha üstün bir erk yoktur: Siyasal rejim ne olursa olsun, egemen birdir ve tek bir iradeye sahiptir. Sözleşmenin tarafı olmadığından yükümlülüğü yoktur. Egemen tek başına doğa durumunda bulunur.
  • Egemenin erki süreklidir ve bölünmez.
  • Egemen yasaları yapar ve yaptığı yasalar bağımlı değildir: Elinde savaşın ve adaletin kılıcını birlikte tutar.
    • Egemene bu üstün kişiliğini veren, toplum sözleşmesinden doğan bu eşitsizlik durumudur.
    • Egemenin sınırı: Devleti yıkıp dağıtamaz. Sözleşmeyi bozamaz. Erkini bölemez, devredemez.

JOHN LOCKE

Liberalizmin Öncüsü

  • Locke en önemli eserlerini 1670-1690 yılları arasında vermiştir. Bu yönüyle, düşüncelerinin İngiltere’de 1688 Devrimini (Şanlı Devrim) hazırlayan koşullar içinde biçimlendiği belirtilebilir.
    • Devrimin ardından 1689 yılında parlamentodan geçen “Haklar Yasası” ile (Bill of Rights), Kral’ın yasaları yürürlükten kaldırma yetkisi elinden alınmış, Parlamento’nun izni olmadan vergi ve asker toplaması engellenmiş, yargısız tutukluluk ortadan kaldırılmıştır. Bu gelişmeler, İngiltere’de Mutlak Monarşi’nin tamamen ortadan kaldırılması, Monarşi’nin yasaların ve parlamentonun onayına bağlı bir demokrasi olarak Anayasal Monarşi’ye dönüşmesi anlamına gelir.
  • LOCKE, en önemli çalışması olan Yönetim Üzerine iki İnceleme kimi yorumculara göre 1688 Devrimi’ni onaylayan ve haklı çıkaran bir yapıt olarak kaleme alınmıştır. Bazıları ise, bu kitabın devrimi haklı çıkarmak için değil, Devrim’in temellerini hazırlamak için yazıldığını iddia eder.

Siyasal teorisi

  • Meşru ve sınırlandırılmış bir siyasal iktidar kuramı getirir. Mutlak monarşi kuramlarına güçlü bir eleştiridir.
  • Doğa durumu, siyasal iktidarı doğru anlamak ve onu kaynağından türetmek için başvurduğu bir açıklamadır. Mutlak iktidarı yermenin bir aracıdır.
  • Doğa durumunda, savaşa neden olan bir değişme. Savaş durumu, herkesin bir diğerini mutlak iktidarı altına alabilecek, onun özgürlüğünü, hatta yaşamını ortadan kaldırabilecek bir fırsatı ve olanağı elinde bulundurmasıdır.

Doğa durumundan siyasal topluma geçilmesinin nedenleri:

  • “Eşit ve özgür insanlar kendilerini neden bir otoriteye bağlı kılıyorlar?” sorusunu sorar. Bunun nedenleri:
    • İnsanlar arasındaki anlaşmazlıklarda başvurulacak, “ortak rıza” ile oluşturulmuş, yerleşik ve herkesçe bilinen bir yasanın bulunmayışı
    • Anlaşmazlıklar durumunda böyle bir yasaya bağlı olarak karar verecek tarafsız bir yargıcın bulunmayışı
    • Haklı olarak verilmiş bir cezanın arkasında duracak ve uygulamaya geçirecek bir “iktidar”ın (yargılama gücünün) bulunmayışı

Doğa durumundan siyasal topluma geçilmesinin nedenleri:

  • Doğa durumu her an tehlikeler ve korkularla doludur. İnsanların doğal özgürlükleri ve hakları vardır ancak bunlar güvende değildir.
  • İnsanlar canlarını, mallarını ve özgürlüklerini korumak için topluma, kendi aralarında bir sözleşme ile katılırlar.
  • Sözleşmenin temel nedeni:
    • Mülkiyetin (insanların mallarının, canlarının ve özgürlüklerinin) doğa durumunda olduğundan daha iyi biçimde korunacağı düşüncesi.

Toplum Sözleşmesi

  • Doğa durumuna son verip siyasal toplum kurulduğunda insanlar iki iktidardan vazgeçerler:
    • İlki, kişinin “toplum tarafından yapılan yasalarca düzenlenmek üzere son verdiği, “kendisinin ve insanlığın geri kalanının korunması için gerekli bulduğu her şeyi yapma iktidarıdır” Siyasal toplumdaki yasama gücü bu iktidardan kaynağını alır.
    • İkincisi, “kişinin tümüyle son verdiği cezalandırma iktidarıdır”. Doğa durumunda, doğa yasasının yürütülmesinde kullandığı bu “doğal gücünü” insan, toplum haline geçtikten sonra yürütme gücüne yardım edecek şekilde kullanır.
  • Bazı yorumculara göre Locke’ta iki sözleşme söz konusudur:
    • Birinci sözleşmede, insanlar bir araya gelerek TOPLUM’u oluştururlar. Doğa durumunda taşıdıkları iktidara son verirler. Bu sözleşme oybirliğiyle gerçekleştirilir.
    • İkinci aşamada ise devlet oluşturulur. Toplum, yetkilerini yönetime devreder ve yönetim biçimini belirler. Toplumun alacağı bu türden kararlarda çoğunluğun rızası yeterli görülür.
  • Uygar Yönetimin Meşruluk Temeli: Rızadır.
    • Önce toplumu oluşturmak için RIZA gösterilir; sonra ise çoğunluğun iradesine ve kararlarına uyulacağına dair örtük bir rıza işler.
  • İktidara rıza göstermenin koşulu:
    • Ortak yararı gözetmesi
    • Yerleşik hukuk kurallarıyla bağlı olması
      • (yasalarla bağlı olmayan keyfi ve mutlak bir iktidarın bulunduğu yerde hala doğa durumundayızdır)
    • İnsanların mülkiyetini koruması
  • Bir kişi, belli bir devletin yurttaşı olarak kendini görüyorsa, o devletin yasalarına uyacağı konusunda rıza da gösteriyor demektir. Bu nedenle daha önceki kuşakların yapmış olduğu sözleşme sonraki kuşaklar için de geçerlidir.

  • Sözleşmeyle: Doğa durumunda tamamen özgür olan insan, yargılama ve yasaları uygulama hakkını bir insana veya kurula EMANET etmiştir. Bunun karşılığında yönetim SORUMLULUK altına girmiştir.
  • Artık bu bir güven ilişkisidir. (TRUST)
  • Hükümdar iktidarı kamu yararına uygun biçimde kullanmazsa bu ilkeye dayanarak görevden el çektirilebilir.

Doğal bir hak olarak mülkiyet

  • Adaletsizlik mülkiyet hakkının gaspı anlamına gelir. Böyle bir durumda yönetime karşı devrim hakkı doğar.
  • yüzyılda mülkiyet, kralın lütfu ile edilen bir haktı. Locke, mülkiyeti her şeyden önce bir hak olarak tanımlar.
  • Mülkiyetin iki anlamı:
    • Sahip olunan mallar
    • Yaşam, özgürlükler ve mallar

İkinci anlamıyla mülkiyet, uygar yönetime geçerken korunması gereken şeydir.

Yönetimin sınırları

  • Topluluk, hiçbir yönetime mutlak ve keyfi bir iktidar veremez. İnsanlar doğa durumunda kendi yaşamlarını ortadan kaldıracak ya da başkalarının yaşamlarını ve mülkiyetini ortadan kaldıracak keyfi bir iktidar kullanamaz. Böyle bir hakları olmadığına göre bunu siyasal iktidara devredemezler de.
  • Yasalar kamu yararı dışında amaç gözetemez.
  • Siyasi iktidar kimseden rızası olmaksızın mülkiyetini alamaz.
  • Yasama iktidarını halktan aldığı için bu iktidarı başka bir kişiye ya da organa devredemez.

Direnme Hakkı

  • Sınırsız, mutlak iktidar doğa yasasının çiğnenmesi demektir. Despotik iktidar, fetih ve gasp yoluyla gelen iktidar, tiranlık Meşru değildir.
  • Tek meşru yönetim keyfi olmayan, sınırlı yönetim
  • İnsanların özgürlüklerinin/mülklerinin ve canlarının teminatı olarak gördükleri yönetimin bunları tehdit eder bir hale gelmesi ile DİRENME hakkı doğar.
    • Ama bu tehdit birkaç kişiye değil, halkın büyük kısmına yönelik olmalı.

  • JEAN JACQUES ROUSSEAU

(1712-1778)

HALK EGEMENLİĞİ

Aydınlanma düşüncesi ve Rousseau

  • Aydınlanma filozofları, özgürlükler ve haklar adına, despotlukla bağdaştırdıkları merkezi egemen devlete karşı çıkarlar. Rousseau ise özgürlüğün (ve hakların) yalnızca mutlak bir egemenlikle bezenmiş merkezi bir devlette gerçekleşebileceğini ileri sürer.
    • Ancak onun savunduğu egemen devlet, dönemin mutlak monarşisi değildir.
    • Rousseau devleti halktan türetir ve halkla özdeşleştirir. Egemen olan halktır.
    • Böylece Rousseau devleti demokratik bir nitelikle donatır

Siyasal teorisi

  • Uygar toplumu, rekabetin, bencilliğin, hoşa gitme isteğinin ve sivrilme, üstün olma tutkusunun hüküm sürdüğü bir toplum olarak tanımlar. Bu toplumda yaşayan herkes

  • “ne bir insan ne bir yurttaştır; yalnızca bir burjuvadır.” Kimse “olduğu gibi görünmeye cesaret edemez”, herkes var olan değerlerin, kalıpların, önyargıların, görünüşlerin etkisi altındadır.

  • Bu kötü toplumun kaynağında eşitsizlik olgusu bulunur: Bilimler ve sanatlar da bu nedenle kötüdür. “Eşitsizlikten zenginlikler ortaya çıkmıştır … Zenginliklerden lüks ile aylaklık doğmuştur; lüksten güzel sanatlar, aylaklıktan da bilimler kaynaklanmıştır”.
  • Çözülmesi gereken temel sorun, erdemsizliğin hüküm sürdüğü ve her türlü kötülüğün kol gezdiği bozuk toplumun nasıl olup da ortaya çıktığıdır.
  • Yani insanlar arası eşitsizliğin kaynağını araştırır.
    • Bunun için çok çok gerilere, toplumsal yaşamın henüz belirmediği doğa durumunun ve burada yaşayan doğal insanın kavranması gereğine değinir.

  • “Bize insanları oldukları gibi görmekten başka bir şey öğretmeyen bütün bilimsel kitapları … yalan söyleyen kitaplar” terk edilip “hiç yalan söylemeyen doğa”ya başvurulması gerekir. “Doğadan gelecek olan her şey doğru olacaktır”.

Doğa durumundan çıkış ve siyasal toplum

  • Rousseau, ilkel durumun yitirilişi ile toplum durumuna geçiş arasında uzun bir sürenin bulunduğunu ileri sürer. Doğa durumu, tam anlamıyla insanların siyasal toplumu oluşturmalarıyla son bulur. İnsan, bu noktaya ulaşıncaya kadar “ikinci doğa durumu” içinde yaşar:

  • Evre: Dışsal bir engelle yalnız yaşamaktan vazgeçer.
    • Kaynakların kıtlığı sonucunda, gereksinimleri karşılanana kadar, geçici birliktelikler ortaya çıkar. Konuşma bir gizilgüç olmaktan çıkar.
  • Evre: Farklılaşma ve mülkiyet ortaya çıkar.
    • Barınaklar inşa edilir; ailelerin bir araya gelmesiyle daha büyük birlikler kurulur. İnsanlık patriarkal bir döneme girer. Toprak mülkiyeti henüz ortaya çıkmamıştır. Toplayıcılık ve avcılıkla geçinilir. Aile kurumu, mülkiyeti ve kadınla erkek arasındaki ilk farklılaşmayı ortaya çıkarır.

Doğa durumundan çıkış

  • Evre: Madencilik ve tarımın bulunması.
    • Doğal işbölümünden toplumsal işbölümüne geçilir: İnsanlar madenleri işlemeye ve toprakları ekip biçmeye başlar. Yapay gereksinimler oluşur. Her şey kötüye gitmeye başlar. Doğal eşitsizlikler ekonomik eşitsizliğe dönüşür. Mülkiyetle birlikte rekabet, çıkar çatışması, başkalarından üstün olma tutkusu, kişisel çıkarı başkalarının zararına sağlama arzusu doğar.
  • Evre: Savaş durumu.
    • İki sınıf belirir. Zayıflıkları ya da gevşeklikleri nedeniyle mülk edinemeyip hiçbir şey yitirmemelerine karşın yoksul düşmüş olanlar; mülk edinip zenginliklerine zenginlik katmaya çalışan insanlar.
    • Zenginler, ilk oturma hakkına ya da ilk el koyma hakkına dayanarak toprakların mülkiyetinin kendilerine ait olduğunu ileri sürerler; ancak mülkiyetleri yoksulların gözünde birer hakka dönüşememiştir. Yoksullar da onlara karşı “güçlünün hakkı”nı ileri sürebilmektedirler. Bu durum kaçnılmaz olarak savaşı getirir.

                İnsanların homo homini lupus’a dönüştüğü bu genel savaş ortamı, Hobbes’un iddia ettiğinin aksine, doğa durumunun değil, toplumsallaşmanın bir ürünüdür.

Yalancı Sözleşme:

Devlet temelinde mülkiyet bulunan yalancı bir sözleşmeyle kurulur.

  • “Bize gereksiniminiz var, çünkü biz zenginiz, siz ise yoksul; öyleyse aramızda bir sözleşme yapalım: Sizi yönetme zahmetimizin karşılığı olarak elinizde kalan birkaç şeyi de bize vermeniz koşuluyla bize hizmet etme onurunu size bağışlayacağız.”
  • Bu yalancı sözleşmeyle, güç hak, boyun eğme ödev haline gelir.
  • Siyasal eşitsizlik: doğa, yasaya; güçlü halk, zayıf olana boyun eğer.
  • Doğal özgür insan, toplumsal köle insana dönüşür. Toplumsallaşan insan, doğasını yadsır.

TOPLUM SÖZLEŞMESİ

  • Her bireyi özüne yabancı kılan ve bölünmüşlüğe uğratan toplumsal ilişkiler, insanları sürekli bir rekabet ortamı içine sokmakta ve aralarında sonu gelmez bir savaş durumu yaratmaktadır.
  • İlk sözleşme oybirliğiyle.
    • Sözleşme tek tek bireyler ve kamusal bütün arasındadır.
    • Sözleşmeyle doğal insan kendini tüm haklarıyla birlikte toplumun tümüne bağlar.
    • Tüm haklarını kolektif bütüne devreder ve yasalar yoluyla bunları geri alır.
    • Her birey kendini tümüyle topluma verdiğinden ve herkes aynı durum içinde bulunduğundan gerçekte her birey hiç kimseye bağlanmamış olur. Toplumun her üyesi, kendisi üzeride başkalarına tanıdığı hakların aynısını elde eder.
    • “Her birimiz, varlığımızı ve bütün gücümüzü hep birlikte genel iradenin yüce yönetimine veriyor ve her üyeyi bütünün bölünmez bir parçası kabul ediyoruz.”

  • Sözleşmenin yapılmasıyla birlikte, katılan bireylerin kişisel varlığı yerine moral ve kolektif bir beden, bir bütün ortaya çıkar.
  • Bu bütün, kendine özgü bir yaşamı, bir ortak benliği ve bir iradesi olan ve cumhuriyet ya da siyasal beden olarak adlandırılan kamusal kişidir.
    • Üyeleri ona, edilgin olduğu zaman devlet, etkin olduğu zaman egemen, benzeri devletlerle kıyaslarken de egemen güç derler.
    • Üyeler ise, bir birlik olarak halk, egemen otoriteye katılanlar olarak teker teker yurttaş ve devletin yasalarına boyun eğen kişiler olarak da uyruk adını alırlar.
  • Devlet, egemen, egemen güç aynı kavramdır:
    • Devlet edilgen,
    • egemen etken,
    • egemen güç diğer devletlerle kıyaslandığında.

  • Uyruk, yurttaş, halk aynı kavramdır.
  • Uyruk edilgen, boyun eğen
  • Yurttaş egemen otoriteye katılan, etken
  • Halk, birlik

Birey

  • Uyruk
    • Kendi iradesi, kişisel çıkarı olan, boyun eğen soyut insan

  • Yurttaş
    • Genel iradeye katılan soyut insan. Salt bilinç, salt vicdan. Aklını dinler

  • Halk
    • Soyut halk: yurttaşlardan oluşan
    • Somut halk: uyruklardan oluşan
  • Sözleşme, egemen olan halkın bütünü ve uyruk olan yurttaşlar arasındadır.
    • Egemenin üyesi olarak kişiler kişilere
    • Devletin üyesi olarak kişiler egemene bağlanırlar.
  • Yani egemen varlık sözleşmeyi kendi kendisiyle yapar.
  • Kamusal bütün, kendini yarattığı varsayılan bireylerden sözleşmenin bir tarafı olarak bağımsızlık ve üstünlük kazanır.

  • Toplum sözleşmesinin amacı ORTAK İYİLİK’tir.
  • Ortak iyilikle bezenmiş bu toplumun, amacını tam anlamıyla gerçekleştirebilmesi için ise ortak olanı, genel olanı gözeten kendine özgü bir iradesi olması gerekir.

GENEL İRADE

  • Ortak iyiliği gözeten değişmez iradedir.
  • Bireysel iradelerin toplamından farklıdır.
  • Değişmez, bozulmaz, her zaman var.
  • Akıl ile yönetilir ve ahlakidir.
  • Yanılmaz.
  • Herkesin eşitliğini ve özgürlüğünü dile getirir.
  • Geneldir, hem özünde hem de konusunda.
  • Oylamayla ortaya çıkar ama “herkesin iradesi”nden farklıdır.
  • Genel irade, yurttaşların, dolayısıyla yurttaşları içeren halkın iradesidir.
  • Sözleşmeyle yaratılan ortak gücü (devleti) ortak iyiliğe doğru yönlendirmek genel iradenin işidir.
  • Bu ilişki egemenlik adını alır. Rousseau’ya göre siyasal bütünün ya da devletin var olması egemenlikle bezenmiş olmasına bağlıdır.
    • “Bir devlette mutlak üstün bir gücün, her şeyin ona bağlı olduğu bir merkezin, her şeyin ondan kaynaklandığı bir ilkenin, her şeyi yapabilen bir egemenin olması gerekir.”
  • Egemen, yurttaşların bütünü anlamındaki halktır.

Rousseau’da egemenlik:

  • Egemenlik genel iradenin uygulanması demektir.
  • Egemen soyut halktır.
  • Özgürlük gibi egemenlik de devredilemez.
  • Temsil edilmez.
  • Bölünmez.
  • Mutlak ve doğrudur.
  • Egemenin gücü YASALARdır. (Soyut düzeyden somut düzeye geçmesinin aracıdır)
  • Rousseau’nun devlet kuramının temelinde yasalara itaat ederek özgür olmak yatar.

CUMHURİYET:

  • Yasalarla yönetilen her devlet cumhuriyettir.
  • Her meşru yönetim cumhuriyetçidir.
  • Meşruiyet, yönetimin genel iradenin güdümünde olmasıyla gerçekleşir.
  • Hem auctoritas, hem potestas halktadır.
  • Egemenlik bölünmez ancak her siyasal toplumda iktidar iki ayrı parçadan oluşur: Edimi belirleyen irade ve edimi gerçekleştiren güç.
    • İradeye yasama erki, güce de yürütme erki denir.
    • Egemenin ya da genel iradenin her türlü işlemi salt genel (kamusal) olanı kapsadığından, halkın elinde doğrudan doğruya yalnızca yasama erki bulunur.
    • Yasaların yürütülmesi ya da devletin yönetimi özel edimlerle ilgili olup özel konulara yöneliktir; bu nedenle egemenin yetki alanının dışında kalır. Halk, kendini yasama erkiyle sınırlı tutup yasaların uygulanması işini, yani yürütme erkini kendisinin dışında olan bir görevliler kurumuna ya da racı bir bütüne bırakır.

İktidar iki parçadan oluşur:

  • Auctoritas:
  • Edimi belirleyen güç: Yasama
  • Egemen olarak yasa yapan halk uyruk olarak uyar.
  • Güç devredilir ama irade devredilmez. Özde güçler birliği
  • Hükümet biçimini yasayla egemen halk saptar.
  • Bu şekilde oluşan her hükümet CUMHURİYETtir.
  • Hükümet üyelerinin seçimiyse özel bir edimdir.
  • Potestas
  • Edimi gerçekleştiren güç: Yürütme
  • Özel edimler, devlet yönetimi yetkililere devredilmiş.
  • Hükümet yasaları uygular, özgürlüğü korur. Halkın görevlisidir. Egemenden aldığı buyruğu halka iletir.
  • Yönetim, yürütme erkinin meşru biçimde kullanılmasıdır.
  • Prens, yönetimi üstlenen kimsedir.
  • Temsil var.

Hükümet türleri:

  • Demokrasi:
    • Yönetim işini halkın tümü ya da büyük bir bölümü üstlenir; yönetici yurttaşların sayısı, sıradan yurttaşlardan fazladır. (Doğrudan demokrasi).
    • Rousseau’ya göre hiçbir zaman var olmasa da ulaşılması için çaba gösterilmesi gereken bir idealdir.
  • Aristokrasi:
    • Orta büyüklükteki devletlere uygun düşer. Küçük bir azınlığın yönetimidir.
  • Monarşi:
    • Büyük devletlere uygun düşer. Yürütme erkinin tek kişinin elinde toplanmasıdır.
  • Karma yönetim

HEGEL
(1770- 1831)

Özgürlük, sivil toplum ve devlet

Kim?

  • 27 Ağustos 1770’de Stuttgard’da doğmuş.
  • 1788 Gymnasium’u bitiriyor ve Tübingen’e giriyor.                   Schelling ve Hölderlin ile oda arkadaşı oluyor.
  • 1790 Master derecesi alıyor.
  • 1793 Berne’de ev öğretmeni oluyor.                                                          Tübingen Denemesi adlı eserini yazıyor.
  • 1795 Hıristiyan Dininin Pozitifliği adlı eserini                                           yazmaya başlıyor.
  • 1797 Frankfurt’a yerleşiyor. Bir şarap tüccarının                       evinde öğretmenlik yapıyor. Hölderlin ile                        tartışmalara başlıyor. Din ve Aşk Üzerine                              Parçalar’
  • 1799 Hıristiyanlığın Ruhu ve Yazgısı eserini yazıyor.
  • 1801 Jena’ya taşınıyor. Doçent oluyor                                                      ve ilk önemli felsefi eserini yayımlıyor: Fichte                                ve Schelling’in Felsefi Sistemlerinin Farkı.
  • 1805 Profesörlüğe atanıyor.
  • 1806 Tinin Görüngübilimi bitiyor.
  • 1812 Mantık Bilimi I. Cilt
  • 1813 Mantık Bilimi II. Cilt
  • 1816 Mantık Bilimi III. Cilt
  • 1817 Felsefi Bilimler Ansiklopesi’nin ilk baskısı                                       yayımlanıyor.
  • 1818 Berlin Üniversitesi’ne Felsefe                                            Profesörü olarak atanıyor.
  • 1820 Hukuk Felsefesi basılıyor.
  • 1830 Berlin Üniversitesi Rektörü oluyor                     ve Felsefi Bilimler Ansiklopedisi’nin                 üçüncü baskısı çıkıyor.
  • 24 Aralık 1831 Koleraya yakalanıp                                              Berlin’de ölüyor.

Neden Hegel okumak gerekir?

  • Hegel okumak zordur. Keçiboynuzu çiğnemeye benzer. Eserlerinin dili, yoğundur, açıklıktan uzaktır, kolay nüfuz edilemezdir.
    • Hayat kısa arkadaşlar! Ne zorum var Hegel okuyarak değerli zamanımı harcayayım! Hele de o, idealleri çoktan ölmüş bir düşünürken…
    • Bu kolay bir iddia… Hakikaten çağımız Hegel’i çoktan geride bırakmış görünüyor. Dinle, mutlak olanla bağımız çoktan zayıfladı. İki dünya savaşının ardından ilerlemeye inancımızı yitirdik. Uzmanlaşmanın ve çoğulculuğun dünyası bu dünya ve böylesi bir dünyada kimse bütünlük peşinde değil; kendisiyle, ötekiyle ve doğayla birlik arayan kalmadı. Ama bunlar Hegel’in büyük idealleriydi.
  • Öyleyse neden Hegel?
    • Çünkü ölmüş olsa da günümüz kültürü üzerinde hala çok etkili. Bu kültürü anlamak, kökenlerini kavramak ve kaçınılmaz olarak Hegel ile yüzleşmek zorundayız. Yirminci yüzyılın her önemli felsefi akımı (varoluşçuluk, Marksizm, pragmatizm, fenomenoloji, analitik felsefe), Hegel’e bir tepkiden doğmuştur. Bu akımları anlamanın yolu, onların kavramlarının, savlarının ve sorunlarının tepki olarak doğdukları şeyi anlamaktan geçer.
    • 1970ler Hegel adına bir yeniden doğuşu simgeler. Marksizmin kökenlerini anlama çabasının bir ürünü olarak Hegel yeniden keşfedilmiş ve felsefe tarihinin başat figürlerinden biri haline getirilmiştir. Ancak 1970- 1980 arasında tamamen felsefi nedenlerle de Hegel’in eskisinden çok daha canlı hale geldiğini gözleriz. Analitik felsefenin dar görüşlülüğüne bir tepki olarak Kıta Avrupası’nda Hegel’e geri dönülmüştür. Bugünlerde ise analitik felsefe ile Kıta Avrupası felsefesini ayıran hatlar silikleşse de Hegel’e yönelik ilgi her zamanki kadar güçlüdür.

  • Hegel’i uğraştıran ve güncelliğini kaybetmemiş olan kimi sorunlar:
    • Gerçekçiliği toplumsal epistemolojiyle nasıl bağdaştırırız?
    • Liberalizmin özgürlükleriyle topluluk idealleri arasında bir sentez nasıl mümkün olur?
    • Tarihselciliğin öngörülerini göreciliğe düşmeden nasıl uyarlarız?
    • Zihin felsefesinde ikicilikten ve materyalizmden kaçınmak nasıl mümkün olur?

  • Günümüzün filozoflarının çoğu Hegel’i Kartezyen öznelciliğe, naif realizme, aşırı liberalizme, zihin-fizik ikiciliğine, indirgemeci maddeciliğe bir ilaç olarak önermektedir. Alın size Hegel okumak için bir neden daha: O, günümüzün felsefi tartışmaları için bir arayüzdür.

Aydınlanmanın alacakaranlığı

  • 1790larda Almanya: romantik kuşağın ve Hegel’in gençlik yılları… Sıradışı bir entelektüel canlanma ve üretkenlik…
  • Çağın özelliği: eski kuramların, alışılmış sistemlerin, düşünce tarzlarının hallaç pamuğu gibi atılması. Görülmemiş ve görülmeyecek bir altüst oluş.
  • Nedeni: Alman aydınlanmasının krizi. 18. yüzyılın tamamına yakın bir zaman dilimi boyunca aydınlanma Alman düşünsel hayatını biçimlendiriyor ama şimdi günleri sayılı. Aydınlanmanın değerleriyle yetişmiş olan Hegel ve genç romantikler, aydınlanmaya başkaldırıyor. Başkaldırırken bile aydınlanmaya borçlular aslında. Onlar gerçekte aydınlanmanın çocuklarıdır.
  • Hegel Aydınlanmadan en çok etkilenen ama onu en çok eleştiren düşünür. Tinin Görüngübilimi bu eleştirinin en belirgin hatlarıyla izlenebildiği eseri. Ne kadar eleştirirse eleştirsin, Aydınlanmanın bir mirası var ki Hegel onu hiç reddetmiyor:

AKLIN YETKESİNE DUYULAN İNANÇ

Hegel’in amacı bu yetkeyi kurtarmak ve yeniden onarmak.

                Hegel’in başarısı:

                Aydınlama ile romantizmin kimi yönelimlerini birleştirmesi

romantikleştirilmiş akılcılık

ya da

akılcılaştırılmış romantizm.

  • Aydınlanma: Eleştiri ya da akıl çağı çünkü bütün entelektüel sorular için akıl yetkesinin en üst mertebesine çıkartılmıştır, en son yargı mercii konumunda getirilmiştir. Temel ilkesi, aklın egemenliğidir. Bunun anlamı, entelektüel otoritenin akıldan daha yüce bir kaynağının olmamasıdır. Akıl bütün otorite kaynaklarının meşruiyetini sorgulayabilirken hiçbir otorite (yazı, kutsal esin, kilise geleneği, sivil gelenek), onu yargılayamaz.
  • Paradoksal olarak, Aydınlanmanın krizi tam da onun en kutsanmış ilkesinden kaynağını alır. Sorun, bu ilkenin kendine dönüklüğüdür. Eğer akıl, bütün inançları eleştiriye tabi tutmak zorundaysa, kendi yargılayıcılığını da eleştiriye açmalıdır. Kendisini eleştiriye kapatması ise dogmatizmden başka bir sonuç doğuramaz, yani tam da akla karşıt inançların kabulü anlamına gelir. Aklın eleştirelliği kabaca aklın üst eleştirisidir de. Aydınlanma eleştirinin çağıysa, 1790lar üst-eleştirinin çağıdır.
  • Aklın meşruluğunun tartışmalı birkaç sayıltıya yaslandırıldığının keşfi. 1790lar boyunca tüm bu sayıltılar yoğun bir sorgulamaya tabi tutulur: Temelcilik karşıtlığı, panteizm tartışması, nihilizm, tarihselciliğin yükselişi, kuram-pratik tartışması… Tüm bunlar akla inancın altını oyan ve Aydınlanma içinde bir krizi tetikleyen önemli gelişmelerdir.

İlk idealler

  • Hegel’in entelektüel gelişimine bakıldığında göze çarpan şey, onun zamanla ahlaki, politik ve dini hedeflere hizmet eden bir düşünür haline gelmiş olmasıdır.
  • Hegel’in erken dönem idealleri Alman romantik geleneğinden kaynaklanır. Romantik çevrenin başat düşünürleri: Schlegel, Novalis, Schelling, Schleiermacher, Tieck ve Hölderlin.
  • Hegel’in aslında Romantik geleneğin ortak mirasını yansıtan ancak kimi zaman yanılgıyla yalnızca Hegel’e atfedilen düşünceleri:

                Mutlak idealizm, organik doğa kavrayışı, liberalizm eleştirisi, toplulukçu idealler, canlandırılmış bir Spinozacılık, diyalektik kavramı, toplulukçuluk ve liberalizm arasında bir sentez oluşturma çabası…

  • En yüce iyi nedir?
    • Bu soruyla başlamak ve Aristoteles’e dönmek gerekiyor. Aristoteles, en yüce iyiyi iki temel unsurla açıklar: sonulluk ve tamlık. En yüce iyi nihaidir, çünkü o hep erişilecek olandır, hiçbir zaman araç değildir. Tamamlanmıştır, kendisine yeni iyiler eklenerek daha iyi hale getirilemez.
    • Bu anlayış, antik ve orta çağlarda etik için merkezi bir önem taşıyordu. Modern çağın başlangıcıyla bu durum değişti. Locke ve Hobbes, bu anlayışı önemsemediler. Onlara göre, iyi olan failin arzularına göre değişmekteydi.
    • Alman felsefesi içinse soru hep önemli kaldı. Romantikler ve Hegel için özellikle…
    • Hegel ve genç romantik kuşak için en yüce iyi:
      • Yaşam birliği
      • En yüce iyi, yaşamın hedefi (sonu) birliğe, varlığımızın bütün boyutlarıyla bütünleşmeye ve uyumlaşmaya erişmeyi içermektedir. Birlik üç düzeyde oluşacaktır: kendimizle, başkalarıyla ve doğayla… Bu türden bir birliğe en büyük tehdit, bölünme veya yabancılaşmadır. Kendilik, kendisiyle, başkalarıyla ve doğayla birlik içinde yaşaması gerektiği halde, kendisini kendinden ve diğerlerinden kopmuş bulur. Bu kopmaları ve bölünmeleri aşmak onun hedefidir ki böylece kendini yeniden dünyada evinde bulsun.
    • Platon ve Aristoteles’in düşünceleri bu birlik idealinin esin kaynağı olmuştur.
    • Platon ve Aristoteles’te birlik idealine çeşitli biçimlerde rastlamak mümkündür.

  1. İnsanın mükemmelliği ideali. İnsani mükemmellik, kendiliğin bir bütünlük olmasını, akıl ve tutku arasında bir uyumu gerektirir.
  2. Platon ve Aristoteles, polisin bir organizma olduğunda ısrarcıdırlar. Organizmada bütün her bir parçayı gözetirken, her bir parça da bütün için yaşar. Devlette çeşitliliğin ne kadar olması gerektiği konusunda büyük ölçüde birbirlerinden ayrı da düşseler, bu iki düşünür ideal devletin organik bir birlik olması gerektiğinde uzlaşırlar. Bu organik birliğin, tüm yurttaşlar için tek bir dini, sanatı, eğitimi ve dili olmalıdır.
  3. Doğayı organik terimlerle, tekil görünür yaşayan varlık olarak anlamaktadırlar. Modern kavrayışla keskin bir tezat oluşturacak biçimde, teklik iddia ederler: oysa modernliğin kendiliği ruh ve beden arasında bölünmüştür. Modern devlet, kendi çıkarlarına sahip taraflar arasında bir sözleşmedir. Modern doğa kavramı mekaniktir.
  • Hegel’in erken dönem ideallerini anlamanın en iyi yolu onun en yüce iyisini bütün boyutlarıyla irdelemekten geçer:
    • Kendisiyle, başkalarıyla ve doğayla birlik…

                Bu ise romantik etik, politika ve etik üzerine temel bir fikre sahip olmayı gerektirmektedir.

Etik idealler

  • Schelegel, Novalis, Schleiermacher, Hölderlin tarafından dile getirilen romantik etik ideal: kendini gerçekleştirme ya da mükemmellik ideali… İnsanın kendi kendisiyle birliği
  • Bu romantik idealin temel unsurları:
    1. Bütünlük: bir kişi, sahip olduğu insani güçleri geliştirmelidir.
    2. Birlik: bu güçler, bir birlik, bütünlük içinde oluşturulmalıdır.
    3. Bireysellik: bu bütün ya da birlik, şahsın bireysel ya da biricik niteleyeni olmalıdır.

  • Bütünlük talebi, bütün tek yanlılığımızı alt etmemiz gerektiği anlamına gelir. Varlığımızın hiçbir yanını ihmal edemeyiz çünkü bizler aklımızla olduğu kadar duyarlılığımızla da insanız.
  • Birlik talebi, bütün bu güçleri tek bir organik bütünde oluşturmamız gerekliliğine işaret eder.
  • Bireysellik talebi ise, her kişinin genel olarak insanlığa özgü bu güçleri geliştirmekle kalmayıp kendi bireyselliğine özgü olan yetileri de geliştirmesi gerektiği anlamına gelir.
  • Kendisiyle birliğe ulaşmak için aşk deneyimi.

                Platon’dan esinlenerek aşkın ruhun iki yanı, akıl ve ihtiyacı birleştirdiğine inanırlar. Aşk etiğini görev etiğine üstün sayarlar. Ödevin zorunluluktan değil aşktan çekilmesi gerektiğine inanırlar. Özçıkarlarımızı, ilgilerimizi aşkta buluruz, edimlerimizi aşk yönlendirir. Ancak birey, kendi özsel çıkarlarını artık diğerlerininkinden ayırmamaktadır. Ancak başkaları aracılığıyla olduğu şey olur, kendini başkalarında bulur.

  • Hegel, aşk etiğini benimser ve Kantçı ödev etiğinin ikiciklerini aşabilecek tek şeyin aşk olduğunu ifade eder. Bireyin evrenle özdeşliğini, özne-nesne birliğini koruyarak ancak aşk deneyimiyle elde edilebilecek bir aşk metafiziği oluşturur.
  • Başlangıçtaki yakınlığına rağmen sonradan iki açıdan romantiklerden ayırır kendini:
    1. bireyselliğe aynı değeri yüklemez. Hegel’e göre, birey olmak, toplumda ve devlette belli bir role veya yere sahip olmak demektir. Bireyin toplumsal dünyadan koparılması anlamına geldiğini iddia ettiği romantik idealleri reddeder.,
    2. Başlangıçtaki coşkusuna rağmen sonradan aşk etiğini de terk eder. Duyguların ve aşkın zaaflarının ahlaki ve politik yaşama temel olarak hizmet edebilmek için yeterince evrensel olmadığını fark etmiştir. Yakınlarımı ve dostlarımı sevebilirim ama yurttaşlarımı, hele de insanlığı aynı biçimde sevemem.

Politik idealler

  • Başkalarıyla birlik ideali, romantik organik devlet kavramına işaret eder. Organik devlet modeli, antik Yunan ve Roma cumhuriyetleridir. Romantik cumhuriyetin unsurları şunlardır:
    • Kamusal işlere katılma hakkı: yöneticilerin seçimi ve kamusal politikanın belirlenmesi.
    • Bireysel üyelerin özgürlüğü: her bireyin eşit mülkün korunması hakkı, söz ve yayın özgürlüğü…
    • Yurttaş eğitimi ve gelişimi için devlet özeni.

  • Romantik cumhuriyet, aydınlanmacı mutlakiyetin “makine devleti”ne bir tepkidir. Mutlak yönetim içinde prensin buyruğu her şeyi harekete geçirmektedir. O devlette her şey, halk için yapılmaktadır ama hiçbir şey halk tarafından yapılmaz. Bu mekanik devletin tersine romantik bir cumhuriyetin organik devleti, yurttaşlarından katılımıyla gelişir.
  • Romantik cumhuriyet, liberalizmin kendi çıkarına yönelmiş bireyler arasında bir sözleşmenin sonucunda ortaya çıkmış olan atomist devletine de bir tepkidir. Romantikler bu devleti bir zorlama olarak görürler: Eğer her birey her zaman kendi çıkarı için eylemekteyse, bu bireyler cezadan kaçınabilecekleri her durumda yasaları çiğneyeceklerdir. Bunun da tek ilacı, mutlak tiranlık olur.
  • Fransız Devrimi, bu romantik devlet modelini dönüşüme uğratır. Devrimin anarşizmine ve Fransa’nın süreğenleşmiş istikrarsızlığına bir yanıt olarak orijinal klasik idealleri yeniden değerlendirmeyi önerir Hegel ve genç romantikler.
    • Tarihsel sürekliliğin önemini vurgulamaya başlarlar.
    • Devlet içinde bağımsız grupların rolünü ve karma anayasaların değerini önemserler.
    • Merkezi bir yöneticinin (monarkın) önemli olduğunu kabul etmeye başlarlar.
  • Organik devlet, sonuç olarak daha tarihsel, daha çoğulcu ve daha merkezi hale gelir. 1800lerin başlangıcında baktıkları yer artık antik Yunan değil, ortaçağlardır. Ama organik devlet, demokratik öğesini hiç kaybetmemiştir: hukuka ve temel haklara inanç.
  • Birey özgürlüğüne inançları romantik devleti, antik Yunan’dan esinlendiği ölçüde modern kılar. Romantikler, bir yandan klasik demokratik katılım özgürlüğüne ulaşmak isterken bir yandan da modern insan hakları ve özgürlüklerini de devletin unsurlarına dönüştürmeyi istemişlerdir. İdeal olan, antik topluluk idealini modern özgürlük idealiyle birleştirebilmektir. Bu yalnızca Hegelci bir çaba değildir, romantik politik düşüncenin de ortak hedefidir.

Dinsel idealler

  • En yüce iyi idealiyle Hegel, yaşamın anlamının yalnızca topluluk içinde gerçekleştirilebileceğine inanmaktadır. Yaşamlarımızın anlamını ve doyumu, ortak iyiye katkıda bulunduğumuzda ve onun yasalarını oluşturmaya yardımcı olduğumuzda bulabiliriz. Antik Yunan’da yurttaşlar, ölümsüzlüğü ve yaşamlarının anlamını polis için yaşayarak bulmuşlardı. Polis, onların toplamından daha büyük bir bütünlüktü ve polisin ömrü onlarınkinden uzundu. Bireysel kurtuluş talepleri olmaksızın, ölümden sonra ruhlarının kurtuluşunu aramaksızın yaşamayı biliyorlardı.
  • Hegel’e göre Hıristiyan kurtuluş ahlakı, topluluğun yitirilmesinin ardından ümitsiz bir çığlıktan başka bir şey değildi. İnsanlar kendi kendilerini yönetme özgürlüklerini yitirdikleri içindir ki artık topluluğun yaşamına katılarak hayatlarının anlamını yakalamak şansını da ellerinden kaçırmışlardır. Çaresizlik, anlamın kaynağını yeryüzünün ötesinde bir yerde aramalarına neden olmuştur.
  • Hegel ve romantikler, Hıristiyan en yüce iyi idealine ve Hıristiyan teolojisine karşıdırlar.

Modern gerçekliğin karşısında Hegel ve romantikler

  • Romantik yaşamın birliği ideali güzel olduğu kadar ulaşılması imkansız bir idealdir. Popüler anlamda romantik bir idealdir: gerçekçi olmayan bir düştür. Hegel’in ve romantik kuşağın klasik idealleri, modern gerçeklikle kesin olarak çelişir. Klasik idealler birlik talep ederken modern toplum bölünme yaratır. Bölünme her düzeyde yaşanmaktadır: kendi içinde, başkalarıyla ve doğayla…
  • Her bir birlik ideali, modern hayatın bir yönüyle bozulmaktadır:
    • Kendiyle birlik idealini çökerten, gelişen işbölümüdür. Her birey için belli bir alanda kendini yetiştirerek uzmanlaşmak ihtiyaca dönüşmüştür. Üretim rasyonelleştikçe ve verimliliğe yöneldikçe, bireyin belli beceri ve yetenekler geliştirmesi zorunlu hale gelmektedir. Bireylerin bütün güçlerini geliştirmek yerine, yalnızca belli özelliklerini geliştirmekle yetinmeleri gerekmektedir. Antik Yunan’da işbölümü gerçek bir tehlike oluşturmuyordu. Bunun nedeni, yalnızca teknolojik gelişmemişlik değildi. Kölelik kurumu, yurttaşın ekonomik zorunluluk alanından özgürleşmesini sağlıyordu. Yurttaş böylece kamusal işlerle uğraşmaya ayıracak bol zaman ve enerji buluyordu. Oysa modern dünyada kölelik kabul edilemezdi. Ekonominin zorlayıcılığı artık kaçınılmazdı. Modern üretim ve değişim tarzları, şimdi herkesi köleleştirmekteydi. Hegel’in ve romantiklerin sorunu, kölelik olmaksızın klasik mükemmellik idealinin nasıl gerçekleşeceğini bulmaktı.
    • Başkalarıyla birlik ideali, modern sivil toplumun başat eğilimleriyle zedelenmektedir. Devlet ve toplum, kendi çıkarlarını güden ayrı bireyler çokluğu biçiminde ayrışmaktadır. Ortak bir iyi etrafında birleşmek yerine bireyler pazarda rekabete yönelmeye zorlanmaktadır. Modern devletin büyüklüğü, artan merkezileşme ve bürokratikleşme, antik Yunan’dakine benzer bir katılımı olanaksız kılmaktadır. Modern birey için devlet, amacı ona hükmetmek ve onu denetlemek olan yabancı ve düşman bir varlıktır.
    • Doğayla birlik ideali de ulaşılmaz bir idealdir. Eskiler kendilerini doğayla birlik içinde, yaşayan bir organizmanın bir parçası olarak tahayyül edebiliyorlardı ama modern birey için doğa modern bilimin ve teknolojinin gelişmesiyle araçsal bir değere dönüşmüştür. Doğayla mücadelesi içinde modern birey, doğaya hükmetmek ve onu denetlemek istemektedir. Doğanın kendisi de bir makine gibi bize hizmet edecek biçimde denetlenebilir olmaktadır.
  • Bütün bunlar bizi Hegel’in temel sorununa getirir:

Bölünmeler yaratan bu modern toplumda yaşam birliği idealine ulaşmak mümkün müdür?

Felsefenin görevi, ifade edilir edilmez eskiyen romantik ideallerin meşruluğunu göstermek, modern hayatın bölünmüşlüğüne karşı bütünlük idealini olanaklı kılmaktır. Descartes’a, Kant’a ve Fichte’ye karşı, dünyanın aslında özne ve nesne, zihin ve beden, ben ve öteki arasında bölünmemiş olduğunu göstermek gerekmektedir. Hegel, kendi metafiziğini ikiciliğe karşı mücadelenin ve bütünlük idealinin olanaklılığını göstermenin bir yolu olarak önermektedir.

Mutlak idealizm

                Mutlak idealizm, her şeyden önce mutlak ile ilgili olan idealizmdir.

Mutlak nedir?

  • Felsefenin konusudur.
  • Felsefenin görevi, mutlağı bilmektir.
  • Felsefe ve din aynı görevi paylaşırlar: Mutlak, Tanrı’nın eşanlamlısıdır.

  • Schelling’in mutlak tanımı yol gösterici:

“Mutlak, kendinden ve kendi aracılığıyla olandır.”

“Mutlak, varoluşu başka bir varlık tarafından belirlenmeyendir.”

  • Spinoza’nın tanımı da Hegelce paylaşılır:

“Kendinde şeydir, kendisi aracılığıyla kavranandır; başka her tür kavrayıştan bağımsız olarak oluşturulan kavrayıştır.”

  • Töz, Hegel metafiziğinin başat nesnesidir. Bu Aristoteles’e bir geri dönüştür. Metafizik’te Aristoteles de tözü ilk felsefenin temel nesnesi haline getirmekteydi. İlk ilkelerin bilimi, varlığın varlık olarak incelenmesiydi. İlksel anlamda var olan şeylerin, yani tüm diğer şeylerin var olabilmek için dayanmak zorunda oldukları şeyin irdelenmesi gerekliydi. Töz, tek başına tüm varlık biçimlerinin temeli olduğuna göre ilk felsefe de bir töz kuramı olmak zorundaydı.
  • Hegel, mutlağın felsefenin konusu olduğunu belirtir ama felsefenin görevi Tanrı’nın varlığını kanıtlamak değildir. Mutlak felsefe için bir başlangıç değil, bir sonuçtur. Felsefe bütün metafiziğin ardındaki temel soruyla başlamalıdır:

KENDİNDE GERÇEKLİK NEDİR?

BAŞKA ŞEYLERLE İLİŞKİSİ DIŞINDA BİZATİHİ ŞEYİN KENDİSİ NEDİR?

  • Felsefe, bilinç kendisine nesnesinin, kendinde nesnenin ne olduğunu sorduğunda başlar. Gelişiminin bütün aşamaları ise, bu soruya verilen daha özgül ve daha somut yanıtlara doğru bir ilerleme olarak anlaşılabilir.
  • Aklın ödevi, bir şeyi kendinde haliyle bilmektir. Akıl, her şeyi sanki o bütün dünyaymış gibi, sanki onun dışında hiçbir şey yokmuş gibi kavramalıdır. Bunun anlamı aklın, şeyi bütün belirlenimlerinden, nitelemelerinden, başkalarıyla olan ilişkilerinden sıyırarak incelemesidir. Böylece arındırılmış şeyde evrenin tamamı görünür olacaktır. Çünkü, ayırt edici özellikleri olmadan her şey aslında aynıdır.
  • Hegel, bu arındırma metodunu daha sonra terk etmiştir ama amaç aynıdır: kendi şeyi kavramak.
  • Önce özne-nesne özdeşliği:
    • Mutlak, yalnızca özdeşlik değildir, özdeş olanla olmayanın özdeşliğidir.
    • Felsefe, özne-nesne ikiliğinin gerekliliğini hem açıklamak hem de onu aşmak zorundadır.
  • Mutlak idealizm özünde tekçi (monist) bir doktrindir.

Hegel’in Politik Kuramı

  • Temel kavram: ÖZGÜRLÜK.

Özgürlük, hakkın temelidir, tinin özüdür, tarihin nihai hedefidir.

  • Özerklik olarak özgürlük: Kendi kendini yönetme erki, kendi yasalarını koyup onlara uyma kapasitesi. Geride duran varsayım, iradenin kendine koyduğu yasalar rasyoneldir. Herhangi bir yasa yapmakta serbest olamam, ancak akla uygun yasa yapabilirim. O halde özgürlük, aklın yasalarına uygun davranmayı içermektedir.

  • Kendine yeterlik veya bağımsızlık olarak özgürlük: Kendisinden başka hiç kimse bağımlı olmamak. Özerklikle ilgili bir kavram. Özerk olan, kendisinden başka birine bağlı olmaksızın kendini yönetebilendir.
  • Özbelirlenim olarak özgürlük: Özbelirlenimin iki anlamı var:
    • Benlik kendi eylemlerinin belirleyicisidir.
    • Kendini belirlerken kendini belirgin kılar, salt potansiyel olanı fiili, gerçekleşmiş ve düzenlenmiş hale getirir.
  • Özbelirlenim özerklikle ilgilidir: benlik özerktir, çünkü kendi belirlediği ilkeler göre eyleyerek kendini belirlemektedir. Aynı nedenle, özbelirlenim bağımsızlıkla da ilgilidir: benlik, kendini kendi dışındaki bir takım gerekçelerden bağımsız olarak eylemi içinde belirlemektedir.
  • Hegel’e göre benliğin özü özgürlüktür. Ancak özgürlüğün koşulu özgürlük özbilincidir. Özgür olduğunu bilmeyen bir köle, hiçbir zaman özgürlüğüne kavuşamaz.
  • Özgürlüğün zorunlu üç uğrağı:
    • Evrensellik: kendini bütün özgül konumlardan soyutlayabilme ve kendisinin farkına varabilme kapasitesi. Böylece farklı olasılıkları ve bunların sonuçlarını değerlendirebilir. Kendini bir fail olarak kavrama.
    • Tikellik: burada birey, kendisine belli bir olasılık seçmeli ve belli bir durumda eylemelidir. Seçmeksizin ve eylemeksizin birey özgür olamaz.
    • Bireysellik: Önceki iki uğrağın sentezi olarak bu uğrakta birey, kendini bütün olasılıklardan soyutlayıp onların tamamını değerlendirdikten sonra kendisini nihai olarak adayacağı bir hedef seçer, kendini sınırlandırarak bir durumu kabul eder.

Bu üçü bireyin dünyada tümüyle özgür olabilmesinin koşuludur.

 Temel ahlaki öğreti, özgürlükten kaçmamaktır.

Hegel pozitif özgürlüğü negatif özgürlüğe yeğleyen otoriter bir düşünür müdür?

  • Hegel’in normatif kuramı: rasyonalist, iradeci, tarihselci geleneklerin başarılı bir sentezidir. Aynı biçimde, spekülatif ve metafiziktir. Hegel’in Aristotelesçi metafiziğine dayanmaktadır.

Yasanın meşruluğu sorunu

  • Hukuk sorunu, sadece haklılaştırmayla ilgili değildir, yasanın uygulanışı meselesidir aynı zamanda. Rasyonalist, iradeci ve tarihselci gelenekler, yalnızca hakkın nasıl haklılaştırılacağı meselesiyle ilgilenmişlerdir. Hakkın politik dünyada bir uygulanıma sahip olduğunu tartışmadan kabul etmişlerdir. Hegel, Machiavelli’nin iddiasının gücünün farkındadır: ahlaki ilkeler, politik dünyada uygulanamazlar, çünkü halkın bunlara göre hareket etmesi kendi kendisini yıkıma uğratması demektir.
  • Deneyimi ona, politikacıları ahlaki ilkelerle yargılamanın yararsızlığını öğretmişti. Politikacı saf zorunluluktan, yalnızca hayatta kalmak için hareket eder. Politik dünyada ya muzaffer ya da mağlupsunuzdur. Politik dünyada olması gerekenin uygulama alanı olabilecek olana bağlıdır.
  • Özellikle İtalyan birliğini ve anarşinin bitmesini hedeflemesi nedeniyle Machiavelli’nin düşüncesi Hegel’e göre meşrudur. Machiavelli’nin İtalyası ile kendi döneminin Almanyası arasında kurduğu benzerlik, hedeflerdeki ortaklık onu Machiavelli’ye yöneltmiştir. Erken dönem felsefesinde Machiavelli’ye yakınlaşır.
  • Hegel, bu yönelimiyle bir reelpolitik savunucusu olarak kabul edilir. Ancak Hegel’i liberal bir reformcu olarak da görenler vardır.
  • Hegel, iktidarı devletin temel unsuru olarak görür ama bu unsur bir hedefe yönelmiştir: yurttaşların haklarının korunması. Hegel, devletler arası ilişkilerde de yurttaş haklarını zedeleyecek biçimde güçlünün sürekli haklı olduğu bir durumun engellenmesi görevini bu iktidara vermektedir. Hegel, tekil merkezi devleti savunur çünkü yalnızca merkezi devlet temel yasanın ve düzenin garantisidir. Yasa ve düzen, özgürlüğün temelidir, birey haklarının ve mülkiyetin garantisidir.
  • Hegel’e göre, devlet erkleri mutlak biçimde sınırlandırılmalıdır. Devlet iktidarı, yalnızca merkezi otoritenin ve yönetimin düzenlenmesi ve korunması için gerekli olanı yapmakla sınırlı olmalıdır. Eski mutlak yönetimlere olduğu kadar, devrimin tepeden inmeci devletine de karşıdır. Devlet, yurttaş özgürlüğü ve inisiyatifi için alan bırakmalıdır.

  • Machiavelli savunusu, kendi kendisi için iktidarın yüceltilmesi anlamına gelmez. Machiavelli’nin iktidarı, anarşinin ortadan kaldırılmasının biricik aracı olarak gördüğü iddiasındadır. Onun devletin temel yükümlülüğünün hukuku ve düzeni korumak olduğunu kabul ettiğini belirtir. Bunu korumak içinse zaman zaman ahlakdışı eylemler zorunlu olabilmektedir. Bu tür aşırılıklar, ancak zorunluluk durumunda onaylanabilir.

Olgun dönemi

  • Tarihin sonu, özgürlüğün gerçekleşmesidir.
  • Halk, yönetimde belli bir pay sahibi olmalıdır. Modern temsil ilkesi, Almanya topraklarında filizlenir ve sonunda bütün modern dünyayı etkisi altına alır.

Bu iki tema felsefesinin merkezinde bulunur. İdeallerinden vazgeçmez ama onların tarihin içinde okur. Tarihin gerçeklerini kabul eder, çünkü bunlar ilerlemenin köşe başlarıdır, aklın çok daha yüce hedeflerinin gerçekleşmesinin araçlarıdır. Akıl, en kurnaz politikacıdan bile kurnazdır.

“Akılcı olan fiilidir, fiili olan akılcıdır.”

Akıl, zorunlu bir sonuçtur, kendini fiili kılan bir hedeftir.

Fiili olan ise ideayı bir bedene kavuşturur, gerçekleştirir ve geliştirir.

Devlet Kuramı

  • Bir politik düşünür olarak önemi, toplulukçuluk ile liberalizmi tutarlı tekil bir modern devlet kavrayışı içinde senteze kavuşturma çabasından gelmektedir. Bu açıdan da modern sosyal ve politik düşünce için hala önemli bir düşünürdür. Hukuk Felsefesi eseri onun bu çabasının bir ürünüdür.

Devlet Kuramı
Sivil toplum

  • Sivil toplum kavramı, Hegel’in en çok üzerinde durulan kavramlarındandır. İskoç ekonomi-politik geleneğinin etkisi bu düşüncesinin gelişiminde önemlidir (Adam Ferguson, James Steuart ve Adam Smith). Almanya’da doğmakta olan sanayi toplumunu kavrayışı, buna yönelik eleştirileri Hegel’i çağının ilerisinde bir düşünür kılmaktadır. Marx’ın önemli öncülerinden biri olması da bundandır. Hegel, ekonominin toplumsal, politik ve kültürel yaşam için önemini kavramış olan ilk modern Alman filozoftur.
  • Erken modern çağda “sivil toplum” kavramı genel bir anlama sahipti. Yasalarla yönetildiği kadarıyla topluma işaret ediyordu; dolayısıyla da doğa durumuyla karşıtlık oluşturuyordu.
  • yüzyılın ikinci yarısından itibaren anlamı daralmıştır. Artık modern toplumun bir boyutuna işaret etmektedir: KAPİTALİST EKONOMİ, SERBEST GİRİŞİME, SERBEST PAZARA VE MODERN ÜRETİM VE DEĞİŞİM TARZLARINA DAYANDIĞI KADARIYLA TOPLUM…
  • Hegel, kavramı bu dar anlamıyla kullanmaktadır.
  • Hegel’in sisteminde sivil toplum, etik yaşam kategorisinin altında yer almaktadır. Etik yaşamın üç uğrağın birisidir:
    • Aile (dolayımsız birlik)
    • Sivil toplum (fark)
    • Devlet (fark-içinde-birlik): Sivil toplumun bütün farkları daha bütünleşmiş ve düzenli bir bütünlük içinde korunmaktadır.
  • Bu yapay sınıflamanın anlamı şudur: Hegel, hem sivil toplumu modern devlet içinde muhafaza etmeyi hem de onu sınırlandırmayı istemektedir. Bir yandan antik siyaset felsefesini, özellikle de Platon’u, devlet içinde ekonomik faaliyete yeterince değer vermediği için eleştirir. Öte yandan da modern liberalizmi, sivil toplumun korunmasını devletin yegane amacı olarak görmesi nedeniyle eleştirir.
  • Sivil toplumu etik yaşamın bir parçası kılmakla Hegel’in demek istediği şudur: Sivil toplum kendi başına yapay bir soyutlamadır, böyle olmakla daha temelli bir etik yaşam birliğini öngörmektedir.
  • Hegel sivil toplum incelemesine onun iki öncü ilkesini saptayarak başlar:
    • Özçıkarın izlenmesi. Sivil toplum içinde her birey kendi iyiliğini gözetir.
    • Özçıkarın karşılıklı doyurulması. Her birey, bir başkasının özçıkarını gerçekleştirdiği ölçüde kendi özçıkarını gerçekleştirebilecektir. İnsanların çıkarlarının karşılıklılığı temelinde birbirlerine bağlanırlar. Bireyler kamusal yaşamı, kendi hedeflerinin gerçekleşmesinin tek aracı olarak gördükleri içindir ki Hegel sivil toplumu, etik yaşamın yabancılaşmasının bir aşaması olarak tanımlamaktadır.
  • Hegel sivil toplumu özgürlüğün gelişiminin zorunlu aşamalarından biri olarak görür, bu nedenle de sivil topluma büyük bir değer atfeder. Sivil toplum, modern dünyanın temel ilkesinin başka bir görüntüsüdür: öznellik hakkı veya bireysel özgürlük. Sivil toplumun serbestliklerini kutsar: fırsat eşitliği, kişinin kendi çıkarını izleme hakkı, pazarda mal satın alma ve satma özgürlüğü. Ancak sivil toplumda özgürlük henüz tam ve pozitif anlamda bir özgürlük değildir. Sivil toplum, bir negatif özgürlük biçimidir, yani başkalarının müdahalesine maruz kalmadan kendi çıkarlarımı izleme hakkımı kapsamaktadır.
  • Hegel burada Rousseau ile karşıt görüştedir. Sivil toplum özgürlüğün yitirilmesi değildir, özgürlük ancak sivil toplum aracılığıyla elde edilebilir. Rousseau’nun özgürlüğü doğal bağımsızlığa dayandırmasına karşılık Hegel, özgürlüğün kendimizi doğal ihtiyaçlarımızdan özgürleşme ve akılcı ilkelere uygun davranma gücümüzü kapsadığını iddia etmektedir. En yüksek özgürlük, ancak devletin etik yaşamı içinde mümkündür. Sivil toplum, bu yaşama doğru eğitimimizin önemli bir parçasıdır.
  • Sivil toplum içinde emek/çalışma yoluyla kendimizi doğadan özgürleştirmeye, kendi kavramlarımıza uygun nesneler oluşturmaya başlarız.
  • Rousseau yapay ihtiyaçları doğal bağımsızlığımızı tahrip ettiği reddetmektedir. Oysa Hegel, bu tür gereksinimleri onaylar çünkü onlar bizim özgür eylemlerimizin sonuçlarıdır.
  • Sivil toplum savunusunda Hegel’in Rousseau ile karşı karşıya kaldığı bir başka nokta eşitsizlik meselesidir. Rousseau sivil topluma eşitsizliği nedeniyle saldırır. Sivil toplum, herkesin kendi doğal arzularını tatmin etme gücü açısından eşit olduğu doğa durumu cennetinden kovulmayı temsil etmektedir. Hegel ise Rousseau’nun doğa durumundaki eşitliğin ilkel olduğunu, doğanın eşitsizliğin kaynağı olduğunu belirtir. İnsanları eşit kılan doğa değil, özgürlüktür; insanların kendi faaliyetleri/eylemlilikleriyle alışkanlıklar ve erdemler edinmeleridir.
  • Rousseau gibi Hegel de, mükemmel eşitliğin sivil toplumda elde edilemeyeceğinin farkındadır. Doğadan kaynaklanan eşitsizlikler, sivil topluma taşınmakta ve yetenek ve becerilerini geliştirirken insanlar bu eşitsizlikleri aşamamaktadır.
  • Hegel, sivil toplumda üretime yaptıkları katkı çerçevesinde bir sınıflaşmanın varlığını da kabul etmektedir. Sivil toplumda üç zümre vardır:
    • Tarımsal zümre ya da köylüler (dolayımsız birlik içinde yaşayan ve doğaya bağımlı olan sınıf)
    • Ticari zümre ya da burjuvazi (düşünümsel zümre çünkü düşünüm gücünü pazara taşıyan sınıftır.)
    • Evrensel zümre ya da bürokrasi (En kapsamlı zümredir, bu zümre içinde rasyonel güçlerimiz ortak iyi için kullanılmaktadır.)
  • Sivil toplumla ilgili çekinceleri, daha çok üretim yöntemleriyle ilgilidir. Modern işbölümünün etkilerini rahatsız edici bulmaktadır. Kitlelerin sağlıksız, güvenliksiz ve ölümcül koşullarda çalışmaya mahkum edildiklerinden bahsetmektedir. İşbölümü, bir yandan emeğin daha verimli kullanımını sağlayacak etkiler yaratmıştır ancak öte yandan işin mekanikleşmesi, yorucu ve ruhsuz hale gelmesi sonucunu da doğurmuştur. Hegel, modern işçinin kendi ihtiyaçlarından yabancılaştığını belirtir: işçi artık ihtiyaçlarını karşılamak için değil, ihtiyaçlarını karşılayacak araçları elde etmek için çalışmaktadır. İş, artık, hedeflere yönelik araçların yaratılmasının aracıdır.
  • İşçi, çok özgülleştirilmiş türden bir ürün artıdeğeri yaratmak zorundadır. Öyle ki artık ihtiyacı olmayan bir şeyi üretmektedir, üretmediği bir şeye ihtiyaç duymaktadır. Hegel, modern emeğe yabancılaşma kavramını doğrudan uyarlamamış olmakla birlikte, bu emek çözümlemesi, Marx’ın 1844 El Yazmaları’ndaki yabancılaşma kavramlaştırmasının önemli unsurlarını önceden haber vermektedir.
  • Hegel’in sivil toplumu yalnızca özçıkarları doğrultusunda birbirlerine bağlanan bağımsız atomlardan oluşan bir birlik değildir. Sivil toplum, devletin çok daha somut bir birliğini varsaymaktadır. Hegel, ortak iyinin yaratılmasında devletin aktif rolünü vurgular. Ona göre, sivil toplumda piyasa güçlerinin devletin denetiminde ve düzenlemesi altında olması gereklidir ki bir ortak iyi elde edilebilsin.

Devlet Kuramı
Devletin Yapısı  ve Erkleri

  • Hegel’in devlet kuramının merkezi tezi:

“rasyonel devlet biçimi, anayasal monarşidir.”

                1800lerde bu iddia standart reformcu öğretiydi. Bu düşünceyi savunurken Hegel, bunun o dönemin Prusyası için en uygun rejim olduğundan hareket etmez. Ona göre anayasal monarşi, bütün diğer yönetim biçimlerinden daha fazla özgürlük idealinin gerçekleşmesine elverişli bir yapıdır. Yalnızca anayasal monarşi, modern dünyanın özelliklerinden biri olan birey haklarını garanti etmektedir.

  • Halk iradesine sınırsız bir güç veren radikal demokrasinin herkesin temel haklarına beklenen saygıyı göstermeyebileceğinden korkar Hegel. Bu konuda en çarpıcı örnek, Atina demokrasisi içinde Sokrates’in idam edilebilmiş olmasıdır.
  • Anayasal monarşinin en büyük üstünlüğü, karma bir anayasal yapı olmasındadır. O, monarşi, aristokrasi ve demokrasinin bir sentezidir. Üç temel erki bünyesinde barındırmaktadır:
    • Egemen, yasalaştırır. (tek kişi, monarşi)
    • Yürütme, yasayı uygular ve yaptırım koyar. (birkaç kişi, aristokrasi)
    • Yasama, yasayı yapar. (çok kişi, demokrasi)
  • Hegel, aşırı güçler ayrılığı konusunda uyarır ama yine de modern devletin özgürlüğü gerçekleştirebilmesinin koşulu olarak işlevlerde ayrışmanın ve yönetimin farklı alanlarının birbirlerinden bağımsızlaşmasının altını çizer.

Siyasal Bilgi/Siyasal İktidar

Sokrates’ten Platon’a

Önce Sokrates

Önce Sokrates, çünkü onu Platon’dan ayırmak zor! Platon’un diyaloglarının çoğunda hangi düşüncelerin Platon’a ait olduğunu, hangilerinin Sokrates’ten geldiğini bilemeyiz. Ama bu düşüncelerin çoğu Sokrates’e ait bile olsa onları derleyip toplayan bir düzene sokan Platon’dur.

Tanıdığımız Sokrates, Platon’un dilediği gibi konuşturduğu bir Sokrates’tir. Kuşku götürmeyen gerçek, bir düşünür olarak Platon’un yaratıcısı Sokrates’tir.

Sokrates mi, o da kim???

  • Yaratıcı
  • Kalıpları kıran
  • Alışık olunandan başka türlüsünü getiren
  • Zamanının gençleri üzerinde etkili olmuş

YAMAN BİR DÜŞÜNÜR!!!!!!

KİM?

  • Ö. 468 doğumu, 400 ölümü
  • Ömrü Atina’da geçmiş.
  • Heykel ustası baba, ebe anne.
  • Saçsız kafası, yuvarlak yüzü, irice burnuyla filozoftan çok hamala benzer!!!!
  • Gelişigüzel giyinirmiş.
  • Kendi evinden çok başkalarının evlerinde yer içermiş.
  • Eşini, çocuklarını ihmal edermiş.
  • Çevresindeki gençlerle orada burada akşamlara kadar çene çalarmış.
  • Açık sözlüymüş.
  • Devlet politikasını eleştirirmiş ama içine de girmezmiş.
  • Konuşmalarında amacı, herkesi bildiği inandığı şeyden şüphe ettirmekmiş.

En çok söylediği iki sözden biri:

“Benim tek bildiğim, bir şey bilmediğimi bilmektir.”

Diğeri:

“Kendini tanı.”

  • Gençliğin ahlakını bozuyor diye 275’e karşı 281 oyla ölüme mahkum edildiğinde ne düşüncelerinden vazgeçmiş, ne de kaçabilecekken kaçmış.
  • Dostlarının arasında baldıran zehrini şarap içer gibi içmiş.
  • Sokrates ile bunun dışında bildiğimiz her şeyi Platon’a borçluyuz. Platon onun hayatı hakkında bize daha fazla bir şey öğretmiyor. Ama onun yazdığı bütün diyaloglarda hocası Sokrates başrolde. Zaten diyalogların Devlet dahil tamamının yazılmasının nedeni Sokrates’in ölümüdür.
  • Sokrates, Batı düşüncesinin kaynağıdır.

Düşüncesi ne ile ilgili?

  • Atina’da iki ayrı filozof tipi, eski inanışlarla düşünüş gelenekleriyle kendi açılarından mücadele ediyordu. Bu eski inanışları yıpratan ve yeni bilgiler edinmeye çalışan bilgisever (filozof) aydınların bir kısmı, Thales ve Herakleitos gibi Anadolu filozoflarının peşinden giderek insanın yaşadığı dünyayı, havayı, suyu, ateşi, toprağı yani fizik gerçeği aydınlatmaya çalışıyordu.
  • Diğerleri ise akıllarını yalnız bütün inanışları çürütmekte, her şeyin püf noktasını bulmakta kullanıyorlardı. Birinciler (fizikçiler) için önemli olan insan dışı gerçekler, ikinciler (sofistler) içinse daha çok insan içi gerçeklerdi.
  • Fizikçiler, insanla ilgili sorunları küçümsüyor, sofistlerse hiçbir sonuca varmasalar da, yalnız insanla ilgili sorunları ele alıyorlardı.
  • Sokrates’in doğduğu yıllarda Atina’da sofistlerin sözü geçiyordu. Bu bölünmede Sokrates de daha çok sofistlerden yanadır denebilir. Ama onlarla çatışmıştır da…

Sokrates ne düşünüyor?

Sofistlerle birlikte söylediği şu:

İnsanın hayatı dünyanın hayatından önemlidir.

Asıl bilgi dünyayı değil, insanı bilmektir.

Tanrılar evreni yönetedursun, insan da kendi hayatını yönetmelidir; iyiyle kötüyü, doğruyla eğriyi ayırt etmesini öğrenip hem kendini, hem başkalarını adam etmelidir.

Bütün bilimlerin amacı insanların daha iyi insan olmalarını sağlamaktır.

Sofistlerle çoğu kez çatışmış aslında ama anlaşılan onlarla benzer bir ilkeye de inanmış: “kişinin aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanması ve toplumsal normlar ile değerleri aklın süzgecinden geçirip akılla eleştirip aydınlatması” ilkesi. Onun amacı, insanları aydınlatmaktı.

  • Aslında bilgeliği arıyordu. Bu arayış içinde de cahillikle bilgelik arasındaki sınırı bildiği iddiasındaydı. Görünüşte bilge olanların iddialarını dayanaksız kılmaya yönelmişti. Ona göre, bilgeliğin ne olduğunu bilmek mümkündü.
  • Tam anlamıyla bilge olmadığını biliyordu, ama bildiği önemli bir şey onu bilgeliğe yaklaştırıyordu:

Bilgelik arayışının insanın en yüce etkinliği olduğu bilmek…

Sokrates için, bilgiye ulaşmak için sadece akla başvurmak da yeterli değildir; kişi kendi başına, bilgiyi bulunduğu yerden çıkarıp ona sahip olamaz.

  • Doğru bilgi (episteme), birlikte çalışma ve araştırmayı gerektirir.
  • Toplumdaki sözde bilgileri, yarım yanlış kanıları yıkmak ve doğruya (episteme’ye) ulaşmak için Sokrates’in kullandığı araştırma yöntemi diyalogdur (diyalektiktir).

Sokrates, bilgeliğe ulaşmanın yolunu bilmeyi en önemli sorunun yanıtı sayar:

İNSANOĞLU İÇİN EN İYİ YAŞAM NEDİR?

O bu sorunun cevabını bilen biri olarak, kendilerini insanı ilgilendiren temel sorunlara kafa yormak yerine para, maddi rahatlık ve sosyal statüye adamış olan Atinalıları kınar. Onlara karşı hoşgörüsüzdür. Çünkü o özgürlüğünü Atina’nın en iyi yaşama kavuşmasına adamakta kararlıdır.

Halka doğruyu eğriden, iyiyi kötüden ayırmanın öğretilebileceğini, öğretilmesi gerektiğini düşünür. Yozlaşmış fikirlerin yayılmasına karşı hoşgörüsüzdür. Bir topluluğun sağlığı, yurttaşlarının nasıl davranmaları gerektiğine dair doğru fikirlere sahip olmalarına bağlıdır.

Atinalıları, onlara kendi kendilerini aklın kurallarına uygun biçimde sorgulamanın ne kadar önemli olduğunu öğreterek düzeltmekte ısrarlıdır. Yozlaşmanın asıl kaynağı, insanın her şeyin önüne refahını ve statü arayışını çıkartmasıdır. Bunun gerekli olduğuna inancını paylaşan topluluklar yozlaşmaya açıktır.

Sokrates böylece felsefeyi tabiattan çok insana, fizikten çok ahlaka bağlamış, filozofu ister istemez dünya işlerine, politikaya, günlük sorunlara karıştırmış oluyordu. O kadar ki düşüncelerinden çıkan sonuca göre, ya devlet adamının filozof ya da filozofun devlet adamı olması gerekiyordu.

Sokrates’in savunduğu toplum, herkesin özgürce hareket edebildiği açık toplum değildir. Onun hayal ettiği toplumda kamuoyu filozofların katı geleneklerine göre şekillenecektir, filozofların yönettiği bu toplum kapalı bir toplumdur.

  • Ölüme giderken bir yandan kendisine yetkililerce durması emredildiği halde felsefi konuşmalar yapmaktan vazgeçmez; ama bir yandan da kaçması için onu ikna etmeye çalışanlara yasaların kendisine firarı yasakladığını söyleyerek kaçmayı reddeder.
  • Bu davranışlarını yöneten iki ilke vardır:
    • Adil olmayan bir emre direnme ilkesi,
    • Adil oldukları sürece yasalara itaat etmenin bir yurttaşın yükümlülüğü olduğu ilkesi.

Sorun: insan olarak arzularımızla yurttaş olarak yükümlülüklerimizi nasıl uzlaştırabiliriz?

  • Onu yönlendiren ilkeler, daha genel bir rasyonel standarda dayandırılır. Bu onun yaygın kanaatlerin güvenilmezliğinin ötesine geçilebileceğini iddia etmeye götüren bir normdur:

Önemli olan sadece yaşamak değil, ama

İYİ YAŞAMAKTIR.

  • İnsanı insan yapan şey, onun zihinsel kapasitesidir. Bedenini korumaya ve rahata yönelen insan, kendini inkar etmektedir. Kendini kandırma, insan için ölümden de büyük bir kötülüktür.
  • Sokrates, kendisinin bir filozof olarak var olabilmesinin toplumun ona sağladığı güvenlikle ve refahla mümkün olduğunun farkındadır aslında… Kendisini var eden topluma rağmen kaçmayı istememesi bundandır. Yasalar itaat, kentin varlığın devam ettirebilmesinin koşuludur:

“Eğer yurttaşlar yasal kararları hükümsüz kılmak açısından özgür olsalardı, kent varlığını devam ettiremezdi.”

  • Sokrates’in bir yandan yurttaşların adil olmayan hükümlere direnme özgürlüğüne/hakkına inandığını, bir yandan da yönetimin istikrarı için yasalara uyma zorunluluğunu vurguladığını söyleyebiliriz. Sokrates, bir yurttaş olarak Atina’da kalmayı seçtiğinde Atina’nın yurttaşlık koşullarına itaat etmeyi de sessizce kabullenmişti aslında… Rızasını gösteren bu sessiz kabulleniş, onu yasalara uymaya zorunlu kılıyordu. Adil olmayana direnme hakkını saklı tutarak… Sokrates, bu hakkı kullanmakla (kendisiyle ilgili karar adil değildi) kentin istikrarı arasında bir tercih yapması gerektiğinde istikrarı seçti ve ölüm kararına direnmedi.
  • Yurttaşlar ahlaki bağımsızlıklarını düzene karşı yükümlülüklerini yerine getirirken nasıl koruyabilirler?

Sokrates’in tercihi, bu sorunun onun için önemini azaltmıyor. Bu soruya verdiği cevap da filozoflarca yönetilen aydınlanmış bir toplumdur.

Peki ama en iyi bildiği şey hiçbir şey bilmediği olan filozof, yönetmeyi bilmekte midir? Felsefi arayış siyasal yönetimle nasıl birleşir? Bu sorular bizi Platon’a götürüyor.

Platon kim peki?

  • Sokrates öldüğünde Platon 28 yaşındaydı. Demek ki M.Ö. 428’de doğmuş.
  • Yakışıklıydı, güçlü kuvvetliydi.
  • Derler ki omuzlarının genişliğinden ötürü sonradan ona Platon demişler…
  • Soylu, zengin bir aileden geliyordu.
  • Çağında görülebilecek en iyi eğitimi görmüştü.
  • Matematik ve şiir en iyi olduğu alanlardı.
  • Olimpiyatlarda yarış kazanmış ünlü bir atletti.
  • Filozof olması beklenenlerden değildi pek…
  • Ama hocası Sokrates onu çok etkiledi.
  • Felsefeyi bütün sporlara üstün görmeye başladı.
  • Sokrates’in ölümüyle düşüncenin önemini daha iyi kavradı.
  • Denebilir ki, bütün ömrünü Sokrates’i öldürmeyecek, tersine onu ve onun gibileri baş tacı edecek bir toplumun, bir devletin nasıl kurulabileceğini düşünmekle geçirmiştir.
  • Sokrates’in ölümünden sonra on iki yıl ortadan yok oluyor.
  • Atina’ya kırk yaşında geri döndüğünde bir kır evine yerleşiyor.
  • Sonradan dünya akademilerine adını verecek olan Akademos’un bahçesinde gençlerle buluşup Sokrates gibi sevilen bir öğretmen oluyor.
  • Sicilya’nın zorba hükümdarı Dionysios’un sarayına gidip orada düşündüğü devleti gerçekleştirmeyi deniyor; ama ne filozof olmaya ne de devleti filozoflara bırakmaya yanaşan kral onu kapı dışarı ediyor.
  • Atina’ya, Akademos’a dönen Platon seksen yaşında ölünceye kadar etrafındaki gençlerle en iyi devletin nasıl olabileceği sorusu üzerine tartışmaya devam ediyor. Devlet adlı kitabı, hocası Sokrates ile birlikte bu devleti kurduğu eseridir.

Platon ne düşünüyor?

  • Platon da bilgi ile yönetim arasındaki ilişki konusunda hocası Sokrates’le benzer fikirlere sahiptir.
    • Ona göre, toplumsal ve siyasal sorunların çözüme kavuşturulabilmesi, yaşamın felsefeye dayandırılmasıyla, bir başka deyişle gerçek bilimin, yani pratiklerin, olguların, nesnelerin aldatmacasından kurtulmuş ve akılla elde edilen salt teorik bilimin her alanda egemen olmasıyla mümkündür.
    • İnsan ve toplum sorunlarına, bunların dar çerçeveleri içinde değil, doğruyu yanlıştan ayıran tek ölçüt olan aklın önderliğinde ilerleyerek evrensel düzeyde yanıt getirilebilir.
    • Sokrates’in iyimserliğini paylaşır ve bilgi-erdem özdeşliği savını benimser. Toplumsal olarak iyi, doğru, adil bir yaşam biçimine ulaşılabileceğini savunur.
  • Bunun için yapılacak iş, İyi’yi, Doğru’yu kavramak ve yaşamı buna göre düzenlemektir. Çünkü İyi gerçeğin dışında olamaz. Göreli olan, değişme, bozulma, yok olma süreci içinde bulunan, gerçek değildir. Değişen koşullarda İyi’den söz edilemez. Demek ki, İyi gerçektir; gerçek ise var olandır, yani Varlık’tır.

  • Böylece, mutluluk arayışı içinde olan insanın bütün entelektüel uğraşı Varlık’ın bulunmasına yöneliktir. Yani evrensel özlerin ya da Platon’un deyişiyle ideaların aranıp bulunması…
  • Bunlara erişilmedikçe, bireysel mutluluğun zorunlu koşulu olan kargaşanın, çatışmanın, bozulmanın bulunmadığı, adaletin, doğruluğun hüküm sürdüğü bir toplumsal-siyasal düzene kavuşmak olanaksızdır.

Peki o zaman idea nedir?

  • İdealar kavramlarımızın nesneleridir. İnsan bilgisinin nihai nesneleridir onlar… Filozofların görebileceği nihai nesneler…
  • En basit düzeyde bir şeyin ideası (formu) onun biçimi ya da görünüşüdür (Yunanca eidos ve idea kelimeleri, görmek anlamındaki idein kelimesi ile ilişkilidir.)
  • Örneğin evimde beslediğim kedimi kedi olarak bilmem, onun öncelikle görünüş itibariyle bir şeyin belli bir çeşidi olduğunu bilmeme bağlıdır. Benim kedim, diğer kedilerle onları köpeklerden, insanlardan, ağaçlar ve taşlardan ayıran asli nitelikleri paylaşmaktadır. Kedimi, evimdeki eşyalarla karıştırmam. Masalar ya da sandalyeler, kedilerden özünde farklıdır. Evdeki kedim hakkında düşünmek için, onu benzerlikler ve farklar açısından diğer şeylerle karşılaştırmam gerekir. Bu bir sınıflandırma sürecidir.
  • Sınıflandırma, tüm bilginin temelidir. En basit bir algı eylemi bile sınıflama gerektirir. Bir şeyi algılamak için onu adlandırırız ve onu ortak bir adla (kedi) anmakla, ayrıntılı bir sınıflandırma sistemi uygulamış oluruz.
  • İdealar öğretisi, şeyleri adlarına göre düzenlemenin ne demek olduğunu açıklama girişimidir. Ancak idea kelimesi, Platon için biraz daha fazla bir anlama gelmektedir.

İdealar öğretisi

  • Duyu organlarımızla algıladığımız şeyler, idealardan dolayı oldukları şeylerdir, yani ne iseler odurlar. Birini adil olarak niteleyebilmem öncelikle, adalet ideasıyla ilgili birtakım anlayışlara sahip olmamı gerektirir. Bu anlayışın sonucunda ancak “bu kişi adildir” yargısına ulaşabilirim. Yani görünen dünyayı anlamlandırmak için görünmez kavramlara başvurmamız gerekir. Bu adil kişiyi, onun eylemlerinden önce sadece adaletin anlamını “görürsem” görebilirim. O halde, görünür dünyayı olduğu gibi kılan görünmez ideaların bir suretidir.
  • Platon tümel kavramların gerçekliği ifade ettiğini, bunların duyu nesnelerinden daha gerçek, daha doğrusu yalnızca bunların gerçek olduğunu ileri sürer. Duyumculuğun yadsıdığı bu “gerçeklere” kavramlarımızın bu “nesnelerine” idealar adını yakıştırır.
  • İdealar insan zihninin yaratıları değildir. Bunlar bizim dışımızdadır ve duyusal nesnelerden ayrı olarak evrensel gerçekliğe sahiptir. Onların gerçekliği yalnız kendi yapıları gereğidir, yoksa başka nesnelerle bağlantılarından kaynaklanmaz.
  • Her nesnenin özünü oluşturan varlık ideadır (ya da eidos’tur). Nesne, ister doğal ister yapay olsun gerçek değildir, çünkü bir maddedir ve bu nedenle değişmeyi, bozulmayı ve yok olmayı içerir.

  • Nesneye özünü veren, nesnenin o şekilde (yani masanın masa, kalemin kalem, kedinin kedi olarak) algılanmasını sağlayan idea (form, biçim) sonsuz ve değişmezdir, dolayısıyla gerçektir. Nesneler, bir bakıma ideaların birer yansıması, birer kopyasıdır.

  • İdeaların nesnelerden ayrı olmaları ve oluşun dışında bulunmaları nedeniyle birbirlerine karşıt iki evren belirir: Duyularla algılanan nesneler evreni ve akılla kavranan idealar evreni. Gerçek olan idealar evrenidir. Bunun gölgesi, yansıması olan ve içinde ideaların sayısız bozuk kopyasını barındıran nesneler evreni ise yaşadığımız yeryüzüdür ve gerçek değildir.

  • Platon’un idealar ile idealar evreninin varlığını nasıl kanıtlıyor?
  • Önce biçimin çokluğu ve çeşitliliği: Dünyada farklı biçimlere sahip pek çok nesne vardır.
  • İkinci adımda var olan nesnelerin mükemmellikten uzak oluşu iddiası: Dünyadaki nesnelerin hiçbiri yetkin değildir.
  • Üçüncü adımda insan çevresindeki dairelere, üçgenlere, masalara, atlara bakarak kafasında bunların gerçek, değişmez, ölümsüz, maddesel olmayan biçimlerini canlandırır; yani düşüncesinde bu nesnelerin ideal tasarımları belirir.
  • Yeryüzündeki kopyalara, bozuk örneklere bakılarak bunların idealarının anımsanması, insanın (ruhunun) maddeler evrenine gelmeden önce, bir başka yerde (idealar evreninde) ideaları tanımış olduğunu gösterir.

Ama bu bizi kesin, değişmez bilgiye ulaştırmaz. Peki neden?

ÇÜNKÜ;

  • Tek bir kişi de aynı nesne üzerinde, farklı zamanlarda ve durumlarda değişik, hatta karşıt duyguların etkisinde kalabilir ve farklı şeyler algılayabilir.
  • Üstelik duyum (örneğin görme duyumu) ile bilginin özdeş olduğu kabul edilirse, kişinin daha önce görüp bilgi edindiği bir şeyi gözlerin kapadığı anda –onu  anımsasa bile- artık bilmiyor olması gerekir. OYSA BİLGİ, BÖYLESİNE KAZANILIP YİTİRİLEMEZ.
  • nesneler gibi duyularla elde edilen izlenimler, yani duyumlar sürekli bir değişim içindedir.
  • Algı bilgi olacaksa (algılayan, hisseden) herkesin bilge olması gerekir. Çünkü o zaman bir şey üzerinde değişik duygulara, duyumlara sahip olan insanların hepsi, zıtlıklarına karşın onu biliyorlar demektir.

  • Böylece Platon, nesneler evreninde duyularla elde edilen bilginin gerçek olmadığını ortaya koyar ve bunu sanı (doksa) olarak adlandırır. Gerçek bilgi (episteme), sürekli bir oluş, akış süreci içinde olan duyusal ve bireysel nesnelerin değil, kalıcı, durağan, evrensel gerçeklerin üzerine kuruludur.
  • Episteme değişmeyenlerin, yani ideaların (formların) bilgisidir, ruhun akıl yoluyla idealar evreninden kavradığı bilgidir.

  • Bilgisizlikten bilgiye geçişin dört aşaması:
  1. Eikasia (tahmin ya da boş düşünce): Duyusal şeylerin gölgelerini, yansılarını ve bu tür görüntülerini gerçek sayma durumu.

  1. Pistis (inanç): Duyusal şeylerin kendilerini, yani canlı varlıkları, bitkileri, tüm doğal ve yapay nesneleri gerçek sayma durumu.

  1. Dianoia (anlak ya da çıkarsamalı usavurma): Bir matematikçi gibi, bir önceki aşamanın nesnelerini birer yansı olarak ele alıp, onları varsayımlar olarak kullanıp, bir vargıya doğru akıl yürütme durumu.

  1. Noesis (arı akıl ya da kavrayış): görülen, duyulan hiçbir şeye başvurmadan, tam anlamıyla soyut usavurma yoluyla ilkelere, idealara ilerleme durumu.

  • Platon’un mağarası. Duvara zincirlenmiş mahkum, yalnızca arkasındaki ateşin yarattığı yansımaların duvara düşürdüğü gölgeleri görür ve bunları nesnenin kendisi sanır. (gerçek yanılsaması)
  • Platon, bilgi kuramı ile doğru bilginin akıldan çıkarıldığını belirterek aklın üstünlüğü ilkesini ortaya koyar.
  • Ayrıca doğru bilgi, episteme arayışı, toplumun, devletin iyiliğini sağlamaya yöneliktir. Çünkü polisin gerçek iyiliğinin anlaşılıp gerçekleştirilebilmesi, ancak ruha özen gösteren küçük bir azınlığın sonsuz ve mutlak gerçekler ile değerleri görmesi ve bunları uygulamaya koymasıyla olasıdır.

Sokratik Politika

  • Sokratik araştırma ruhun iyileştirilmesini amaçlar. Bu girişimin siyasal içeriği açıktır: ruhun iyiliği bir düzen, bir uyumdur ve aklın damgasını taşır, akılcı düşünce ve tercihlerle desteklenir.
  • Bilgiye bağlı olan ve bireyi ahlaksal olarak özerk yapan ruhun mükemmelliği özellikle politika sanatının (yani ruhla ilgilenen sanat) işidir. Böylece bireyin ahlaksal niteliği siyasetin amacı haline getirilir.
  • Siyasal uzmanlık, yurttaşları erdemli kılacak doğru politika kapasitesini harekete geçirdiği için gereklidir. Dolayısıyla insani sorunların yönetimi, bu tür bir uzmanlığa sahip olanlara verilmelidir.

Adalet

  • Yöneticilerin iktidarı yeteneklerine bağlıysa eğer, yetenek ancak ve ancak bireylerin çıkarında etkin olabilir. Politik adalet gerçek iyiliklerin kaynağıysa eğer, zorunlu olarak bilgidir. Bu durumda güç, amacı her zaman yurttaşların iyileştirilmesi olan doğru bir politikanın hizmetindeki bir araçtan başka bir şey değildir.
  • Sokrates adaleti devletin yapısı içinde düşünmeyi önerir. Platon ise devletin rasyonel oluşumunu yeniden inşa etmeyi önerir: ruhların adaleti oluşumlarına bağlıysa, radikal bir eğitim reformu yardımıyla bir adil insanlar sitesinin oluşturulması umut edilebilir.
  • İlk siteler “bireyin kendi kendisine yetemediği bir güçsüzlükten” doğmuştur. İnsanların ve toplulukların doyumu için dört temel gereksinimin doyurulması gerekir: yemek, barınmak, giyinmek, ayakkabı giymek… Bu gereksinimlerin doyurulması gereğinden ilk site doğmuştur. Bu sitede her birey, kural olarak, kendisini tek bir etkinliğe adayacak ve kendisine doğal olarak en uygun yapıyı üretecektir. Bu site, “mükemmel”dir Platon’a göre.
  • Ama bu mükemmellik henüz politik nitelik taşımaz: burada ne eğitimden ne yönetimden söz edilir. Buradaki “adalet” siyasal bir erdemden gelmez. Bu sitede mülkiyet ve değiş-tokuş denetlenir. Barış egemendir.
  • Platon, bu sitenin tam karşıtı olarak “kaprislerle, fantezilerle şişmiş” bir başka siteyi tanımlar. Bu yeni sitede servet birikimi, zenginliktir önemli olan. Sürekli savaş halinden kurtulamaz bu site. Görev dağılımı ilkesinden habersiz bu sitede tüm yurttaşların hep birlikte siteyi savunmaları normaldir. Bunun sonucu ise anarşi ve görev yığılmasıdır. Platon bu siteyi kurtarmak için bir “koruyucu” sınıfın kurulmasını önerir. Muhafızlar sınıfı sayesinde görevlerin özelleşmesi ilkesi kısmen yürürlüğe girecektir.
  • Bütün politik adalet böyle bir ilkeden gelir. Herkesin yerini ve görevini bilmesi ilkesi…. Bu haklara saygı göstermek ve sitenin düzenine katkıda bulunmak ile ilgili bir ilke değildir. Bu ilke doğal niteliklere göre işlevlerin belirlenmesine işaret eder. Örneğin koruyucular, onların koruyucu ve savunucu işlevlerini belirleyen doğal niteliklerine göre seçilirler.
  • Platon’un sitesinde koruyucuların karakterlerini bozacağı düşünülen her öğenin saf dışı edildiği bir yaşam biçimi egemendir. Bedeni bozacak her şey bu bu yaşam biçiminin dışındadır: mal, aile, ev, çocuk… Her şey paylaşılır, ortaktır. Çocuklar toplumun malıdır. (Yalnızca koruyucular sınıfının yaşam biçimini tanımlayan bir elit komünizmi).
  • Platon her bireyin kendi yararının yerine devletin yararını koyacağı radikal bir değişimi önerir. İnsanın doğasına karşıt bir duyguların politizasyonu programı ile gerçekleştirilecek bir dönüşüm…
  • Buna inanır çünkü devletin birliği için duyguların ve fikirlerin birliğinin gerekli olduğuna inanır. Bu birlik, bütün siyasal yararın koşuludur.
  • Yarı yarıya organik bir siyasal bir birlik modeli… Bu model, ruhun bedeni ya da aklın ruhun öteki bölümlerini yönetmesi temelinde dayanır.

Ruhun üç bölümü ya da üçe bölünmüş ruh kuramı

  1. Ruhun akılcı bölümü: yönetim işlevi
  2. Ruhun duygusal bölümü: “yürek” ve cesaret alanı: bütün bölümler arasında dengeyi sağlama işlevi.
  3. Arzunun bütün biçimlerini kapsayan alan.

Üçe bölünmüş ruh

  • Platon, ruhla site arasında koşutluk kurar. Siteyi oluşturan üç sınıf, ruhun üç bölümüne denk düşer:
    • Yönetici sınıf, filozof olmak üzere eğitilen seçilmiş koruyuculardan oluşur. Bu sınıf, yönetime yönelmesiyle ruhun akılcı bölümüne benzer.
    • Koruyucuların geri kalanı, ruhun duygusal yanına denk düşen bir sınıf oluşturur. Bu sınıf, uyum ve ritim içinde eğitilmiş, erdemi yiğitlik olan ve diğer sınıflar arasında dengeyi sağlamakla yükümlü bir sınıftır.
    • Sitenin üçüncü sınıfı, sanatçı ve çiftçilerden oluşan halktır. Bu sınıf da ruhun arzunun bütün biçimlerini bir araya getiren ve ruhta en geniş yeri kaplayan bölümüyle ilişkilidir.
  • Bu üç sınıf arasında karşılıklı bir bağımlılık ilişkisi vardır. Dört temel erdemden ikisi özellikle ruhun bir sınıfına ya da bölümüne aittir (bilgi akla ve yöneticilere, yiğitlik “yüreğe” ve koruyucular sınıfına). Özellikle üçüncü sınıfa ait hiçbir erdem yoktur. Hoşgörü ve adalet ise üç sınıfın aralarındaki ilişkiyi açıklayan erdemlerdir. Burada adalet, “özellikle yapılanmış bir varoluş biçimi” olarak site tarafından temsil edilir ve “insandaki her parçanın yapması gerekeni yapması biçiminde” bir iç eylemdir sitenin düzenin ve adaletin kaynağı…
  • Akılcı parçanın kusursuzluğu olan bilgelik, diğer erdemlere de sahip olan filozoflara ayrılmıştır. Yalnızca filozoflar tamamen mükemmel bir ruha sahiptir. Onların varlıkların her parçası, tıpkı ruhlarının parçaları arasındaki ilişki gibi mükemmeldir. Her şeyi içinde barındıran bu mükemmellikleri sayesinde, yalnızca filozoflar, hepsinden daha kapsayıcı bir erdem olan doğruluğu anlayabilirler. Üstelik, devletin her birimi görevini iyi yaptığından ve bunu yaparken de önemli bir erdemi göze çarpacak biçimde sergiledikleri için bu hayali kent aynı zamanda adil/ doğru sayılır.
  • Bütün vatandaşlar kendilerine uygun görevleri yerine getirirler ve topluma katkıları oranında onay, onur ve saygı kazanırlar. Bu kentte adil olanlar ve herkesten daha mutlu görünenler filozoflardır ama onların mutluluğu, haksızca elde edilmiş bir iktidara dayanmaz. Hiç kuşkusuz böyle bir devlet içinde filozoflar baskı görmezler, sorumlu mevkilere yerleştirilirler, yargılanmazlar.

Soylu Yalan

  • Sınıflar arasında geçişliliğin olmadığı, tartışmanın, ikna ve oydaşmanın yerini katı bir toplumsal bölünmeye bıraktığı bir toplumda siyasetten nereye kadar söz edilebilir?
  • Üç sınıflı bu toplumda, bu sınıfların zenginliklerin nasıl bölüşüleceği konusunda bir uzlaşmaya vardıklarından ya da bölüşümün bu tarzını meşru sayma biçimlerinden hiç söz edilmez. Platon, tartışma ikna ve uzlaşma yoluyla meşruluğu sağlanan bir bölüşümden bahsetmez. Toplumun üç sınıflı bölünüşü bir “soylu yalan” aracılığıyla tartışılmaz kılınır. Yöneticilerin yararlı bir ilaç (pharmakon) gibi kullandıkları bir soylu yalan…
  • Filozoflar bu soylu yalanı kalıcı kılmakla görevlidirler. Buna göre bütün yurttaşlara (filozoflar hariç) geçmiş deneyimlerine dair anılarının yalnızca düş olduğu ve toprak altında doğup yetiştirildikleri anlatılır. Hazır olduklarında, anneleri, yani toprak, onları yeryüzüne göndermiştir. Oluşumları sırasında yurttaşların her birine altından (filozoflar), gümüşten (koruyucular) veya demir ve bronzdan (çiftçiler ve zanaatkarlar) ruhlar verilmiştir. Bu mit, devletin sakinlerini hepsini kız ve erkek kardeşler olduklarına ikna etmek ve devletin varlığı için zorunlu olan sınıf sistemine itaat etmelerini sağlamak için tasarlanmıştır.
  • Devletin varlığını sürdürmenin güçlüğü nedeniyle böyle bir yalanın zorunluluğuna inanır Platon. Siyasal toplumu yaratmak ve sürdürmek, konsensüse dayandırılamaz. Sitenin ayrıcalıklı yurttaşları olan koruyucular bile Devlet’in radikal yeniliklerini kendi rızalarıyla kabul etmiş değillerdir. Bu yalanı öğrenselerdi başkaldırırlardı… Koruyuculara içlerinden bazılarının niçin ve nasıl yönetici olmak üzere seçildiklerini açıklayan söylemler de şifrelidir aslında. Koruyucular aralarından bazılarının hangi ölçütlere göre seçildiklerini bilmezler. Bu seçime onay vermeleri de gerekli değildir.

Filozof-kral

  • Filozofları devletin başına geçirmek gereklidir. Öyleyse yalnızca gerçek filozoflar seçilecektir.
  • Platon, felsefeyi politik yeteneğin kaynağı sayan Sokrates’e yakındır ama onun eleştirel anlayışının yerine biçimler (formlar) bilgisini ve insani gerçekliği değiştirme kapasitesini koyar. İktidara getirilen filozof, tıpkı bir ressam ya da dokumacı gibidir. Siteyi insani gerçekliklerle donatır, siteyi oluşturan farklı insan karakterlerini ikna ve zorla dokur.
  • Eğitim, filozof kralların en önemli sorumluluğudur. Eğitim, bireyin ahlaksal alışkanlıklarının, dahil oldukları sınıfla psikolojik bir uyum içine getirilmesi amacına yöneliktir. Böylece bir kamusal ahlak yaratılır. Gerçek bir ahlak yönetimi oluşturulur. Bireyin erdem sahibi kılınması siteyi ilgilendirir. Sitenin toplumsal örgütlenmesi, ahlakı kamusal bir mesele haline getirmek için çaba harcar.
  • Adil kentin yöneticileri politik örgütlenme konusunda tartışabilme ve eğitimi yönlendirme yeteneklerine göre seçilecektir. Filozofları kamusal alanının dışında tutmak onların bu yeteneklerinin gaspıdır ve siyasal kötülüğü temsil eder. Filozofun gerçek siyasal bilgiye sahip olduğu iddiası ile bu kötülüğün aşılabilmesi için filozofların yönetimde olması gerektiği savunulur.
  • Çünkü filozoflar yönetmek için vardır. Her gerçek ve hakikatin kaynağı olan iyiliğin biçimini düşünmeleri, onlara özgü bir etkinlik olarak doğruyu, güzeli ve iyiyi biliyor olmaları filozofların dünyayı dönüştürmelerini sağlar:
  • Filozofun siyasal etkinliği:

                Toplumsal ilişki içinde çalışacaklar. Modellerini yeniden üretecekleri tuvallerini temizlemekte duraksamayacaklar. Bu temizlenmiş tuvalde insan karakterlerini yoğuracaklar. Bu amaçla rasyonel ikna yoluna, zora ve yalana başvuracaklar.

  • Neden filozof-kral?

                Mağaradan çıkıp iyiliği gören filozof, insanları “yönetmekten” tiksinir. Yönetimleri zorbalığa sürükleyen iktidar arzusuna tek direnebilen, iyiliğin bilgisine sahip olan filozoftur. Ancak felsefi bir yönetim ile iktidara karşı radikal bir kayıtsızlık sağlanacaktır.

  • Sonuç:

Felsefe, siyasal iktidarın içeriğini ya da en azından temel koşulunu oluşturur.

Platon’un Akademia’sı geleceğin yöneticilerine filozof-krallar olarak nasıl yöneteceklerini öğreten bir kurum olmayı deneyerek bu düşünceye tanıklık eder.

  • Peki böyle bir yönetim mümkün müdür?

                               Platon’a göre EVET!

Bu DEVLET yalnız yararlı ve arzu edilir değildir, mümkündür de…

Tartışma:

Peki siz böyle bir devlette yaşamak ister miydiniz?

Neden?

İlgili Kategoriler

Felsefe Ders Notları



Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir