Siyasal düşünceler ve rejimler üzerine…



Ders: Siyasal Düşüncüler ve Rejimler 

…Bu şekilde ahlaki kategorilerle ifade edilmesi durumunda aslında sizde biliyorsunuz siyasetsizliğe neden olduğunu, siyasallığı nasıl baltaladığını ve sonuçta gene aslına dönüp aynı ikilemin içine bizi yerleştirdiğini anlatacağım, böyle bitireceğim. Şöyle bir sorunumuz var tabi bu bir ders olsaydı, bilindik anlamda bir ders olsaydı burada her söylediğim şeyi biraz daha açmak ihtiyacında olurdum ama takdir edersiniz ki bu kadar kapsamlı bir yerden başlayıp bitirdiğim yani bir anlamda aslında düşünce tarihinin bütün modern çağda aldığı biçimi tartıştığım bir dersi her şeyi her kavramı açıklayarak götüremem. Dolayısıyla aralarda oluşan bir takım kopukluklar ve belirsizlikler için şimdiden sizden özür dilerim. Bu bir ders değil, bu bir konuşma belirtelim. Yani biraz serbest bir düşünme biçimi. Dilerseniz sonunda elbette bana soru sorabilirsiniz, söylediğim şeyleri bir kez de sizin katkılarınızla yeniden gözden geçirebiliriz.

Önce şöyle bir iddiada bulunayım, onunla başlayalım. Dedim ki: Belli bir düşünce geleneği var ki bu gelenek aslında siyasal olanı ya da politik toplumu bir tür barış ve savaş arasındaki ikilemden çıkarıyor ve aslında neredeyse devletin varlık nedenini açıklarken bu görüş, politikanın da niçin var olması gerektiğini anlatmış oluyor. Çünkü politik toplumu devletin kendisiyle belli noktalarda özdeş sayıyor bu görü. Bu görüş aslında bir kırılmayla ortaya çıktı ve bu kırılma, Ortaçağın skolastik görüşünün diktiği, ortaçağa ulaştırdığı ve tipik yöneten-yönetilen ikiliğinden siyasetin kurtarılmaya başlandığı bir anlamda aslında insanların eşitsizliklerle açıklanan bir politik yapıdan, temelini doğal eşitlikten alan bir siyaset anlayışına doğru evrildiği bir kırılma bu, yani öyle bir kırılma ki hem toplumsal tarih içinde önemli bir dönüşüme tekabül ediyor hem de aynı zamanda siyasal tarih içinde çok açık bir kırılma bu ve bu kırılmayla birlikte bir doğal eşitlik ya da doğal özgürlük kavramına ulaşılıyor. Hakları doğal kabul eden görüş böyle olduğunda insanlar bütün toplumsal eşitsizliklerden önce, yani her tür eşitsizliğin başlamasından önce belirli bir doğal durum içinde iken eşit kabul ediliyorlar. Doğal eşitlik dediğimiz bu. Yani bu, insanların doğal durumunda eşit kabul edilmesi. Doğa önünde eşit kabul edilmesi için insanın kendine özgü bir doğaya sahip olması lazım onu bütün canlılardan ayıran onu aynı zamanda siyasete doğru evrilten bir doğa… Birde farklı görüşler var doğanın ne olduğuna dair. Bazıları son derece karamsarlar ve insanın peşinde koşmaktadır. Biyolojik bütün farklara rağmen aynı zamanda insan doğanın kendine bahşettiği bir takım haklarla tanımlanan bir varlık. Bu haklar sayesinde, bu doğal özgürlük sayesinde keyfi biçimde bu özgürlüğü kullanabileceğini düşünen böyle kabul eden bir varlık. Ve bu tür bir keyfi özgürlüğün peşinde koştuğunda sonuçta ulaşacağı şey savaş. Başkaları tam tersini, insanın doğasının böyle bir saldırganlıkla tanımlanamayacağını, eğer insana özgü bir doğa varsa bunun doğrudan doğruya akılcı davranışta aranması gerektiğini söylüyorlar. Daha iyimser bakıyorlar insanın doğasına. İnsanın doğası gereği aslında birlikte yaşamaya muktedir olduğunu, birlikte yaşayabileceğini, uyumlu bir hayatı birlikte kotarabileceğini düşünüyorlar. Bunu yapabilmek için insanda var olan akıl, aynı zamanda belli ölçüde bir ahlaki tercih olarak onun doğal yasalara uymasını sağlayan bir akıl. Doğal yasalara yani bir anlamda Tanrının yasalarına uyduğu sürece insan için bir problem yok. O yasaları, o tür bir doğal hukukun yönettiği doğal durum içinde, insanın savaşması için hiçbir gerekçe yok. Çünkü yasaları belli, hakları tanımlı ve doğal yasa zaten insanları haklar ve özgürlüklerde eşitliyor. Dolayısıyla bir problem yok. Ama ne zaman ki bir rekabete neden olan mülkiyet denilen şey üzerinde tartışma başlıyor işte o zaman insanın bu doğal uyumu bozuluyor. Onun yerine gene doğal durumun içinde ortaya çıkan bir savaş durumuyla karşılaşıyoruz. Barışın bittiği savaşın başladığı yer aslında insanın bir tür mülk edinme rekabetiyle açıklanabilir. Mülkiyet derdiyle yani. Ne zamanki mülkiyet üzerinde bir dert var işte o zaman mülk edinme özgürlüğü en temel özgürlüklerden biri kabul edilmeye başlıyor. Ve dolayısıyla buradan itibaren de herkesin benim dediği şey üzerinde, hak iddia ettiği şey üzerinde uzlaşamaması nedeniyle, kimin olduğuna dair bir uzlaşmaya varılamaması nedeniyle bir savaş başlıyor. Bu hakikaten çok önemli bir kırılma. İnsanın bugün anayasalarının temelini oluşturan bir dünya görüşü ya da anayasaların zeminini oluşturan bir dünya görüşü çünkü bu. Neden? Çünkü bu doğal durum ister insanın uyum içinde huzur içinde yaşadığı uyumlu doğasının bir noktada bozulduğu ve savaşa evrildiği bir biçimde tanımlansın, ister en başından itibaren kendiliğinden savaşın çıkmasına müsait bir bireyin, yani eninde sonunda insanların birilerinin yaşama hakkına müdahale edecekleri bir keyfi özgürlük ortamı olarak tanımlansın, sonuçta her zaman bu doğal durum siyasetin karşıtı olarak tanımlanıyor ya da siyasal toplumun karşıtı olarak tanımlanıyor. Buradan şöyle bir sonuç çıkarabiliriz, burada hem Rousseau’yu da anmak gerekebilir (ama sadece daha çok liberal dünya üzerinde etkileri olmuştu) ve hem de bireye vurgusu nedeniyle kendisini liberal gelenekle özdeşleştirebileceğimiz ama yaptığı politik tercihler içerisinden baktığımızda pekte öyle sayılmayacağını düşündüğümüz Hobbes’u. Bu ikisi üzerinden ilerlemek çok daha akılcı. Çünkü bu günkü toplumlarda bugün bizi belirleyen, tartıştığımız temel şeylerden bir tanesi insanın güvenlik içerisinde yaşamasının barış ortamı ile özdeş sayılması. Bunun kaynağını biraz bu düşüncelerde geriye doğru arayarak bulabiliyoruz. Şimdi ben şöyle düşünüyorum, aslında her iki düşünürde, birisi insanın uyumlu doğasında savaşa hayır dediği bir noktada aslında herkesin herkesten ölesiye korktuğu ama buna rağmen tamda bundan dolayı, bu korku nedeniyle birbirini öldürünceye kadar yani onun yaşam hakkına müdahale edecek ölçüde hiçe sayarak saldırdığı bir savaş durumu tahayyül etmekte, Hobbes’a baktığımızda ise en başından itibaren zaten insan bencil olduğu için savaş onun için kaçınılmaz bir unsurdur. Yani savaşın içinde buluyor kendini. Herkesin herkese karşı savaşı olarak niteliyor bunu Locke. Her halükarda burada bir korku var. Orada da insanı birbirine karsı bu şekilde savaşmaya yönelten şey bu ama bunun çözülmesini sağlayan şeyde bu. Neden ? Çünkü tamda insanın aynı zamanda rasyonel bir varlık olması nedeniyle,  korkunun çaresini bu savaşı bitirmekte bulan bir uzlaşıyı yaratması. Bu konuda uzlaşıyorlar aslında hem Locke hem Hobbes. Yani diyorlar ki eninde sonunda insanların,  rasyonel yani aslında saldırgan doğalarını bir ölçüde -Hobbes’a göre saldırgan olan doğasını-, onunla çelişik olan onu dengeleyen aynı zamanda da bir akılcı durumu var. İnsan akılcı bir varlık ve tercih yapabiliyor. Bir iradesi var. Neyi tercih edebiliyor korkudan arınmış güvenlikli bir düzen içerisinde yaşamayı tercih edebiliyor. Böylece hemen politik inşası için devletin var edilmesi için bir gerekçe yaratılmış oluyor. İnsan kendi saldırganlığını dizginlemek, savaşa yönelen doğasını kontrol altında tutabilmek için bir egemene ihtiyaç duyuyor. Aslında uyumlu durumun yeniden yani -o bir tür altın çağı insanlık için- doğa ile uyumlu, doğa yasalarıyla uyumlu yaşadığı çağın yeniden tesisi gibi bir şey aslında bu savaş durumunun bitirilmesi ve politik toplumun inşası. Ama her halükarda her ikisi de zemine korkuyu dizginleme, insanın insandan korktuğu güvenliğin olmadığı durumu ortadan kaldıran, düzeni var eden bir egemen fikri. İnsanı, bu egemenin onayladığı ölçüde bir düzen içinde yaşatacak olan şey ise devlet. Bunun adına devlet diyorlar değil mi? Egemenliğin sahibi olan devlet. Bu egemen şu karşıtlığın üzerinde oturuyor aslında: Savaşın yanında barışı tercih etmek, insanın doğasında var olan akılcılıkla saldırganlık arasındaki çelişkinin kontrol edilmesi, ehlîleştirilmesi, akılcılık lehine saldırgan tarafın bertaraf edilmesi, onun dizginlenmesi ama her zaman barış düzenle, güvenlikle ilgili bir şey buna karşın savaş ise insanın güvenliksiz, kesinlikten uzak, emniyetsiz bir hayatın içinde yaşaması demek. Bir ölçüde aslında siyasalla siyaset doğrudan doğruya bu düzenin inşasıyla, bir egemenin var edilmesiyle ve aslında bütün bu güvenlik kaygılarıyla o düzenin bu güvenlik kaygılarını bertaraf edecek mekanizmalar oluşturulmasıyla ilgili. Burdan hareketle, siyaseti düzen vermek, siyaseti inşa etmek olarak tanımlayabiliriz. Bunun ardında bu düşünürlerin yaptığı bir şey var, o da burada bir konsensüsün var olması gerektiğini söylemeleri yani bir toplumsal uzlaşma olmaksızın insanın savaşkan doğasını kontrol etmek için bir egemeni var etmesi mümkün olmayabilir. Yani egemenin varlığı ancak bir toplumsal uzlaşının oluşması ile mümkün. Buna sözleşme diyorlar. Yani bu sözleşme sözlü bir sözleşme aslında kimse bunun tarihsel sözleşmesini bulmuş değil, ama bu düşünürlere göre insanın savaştan barışa geçtiği yani doğal durumdan siyasete geçtiği nokta aslında bir uzlaşı ile olmuş. Bir toplumsal uzlaşı gerekiyor. Bu sözleşme bireylerin bireylerle, bireylerin egemenle, aslında bireylerin yarattıkları toplumla yaptıkları bir sözleşme. Ben şimdi Hobbes’u ve Locke’u bir araya getirdiğim için aralarındaki farklar görünmez oluyor ama aralarındaki farkı derslerde öğrenirsiniz. Sonuçta bugün baktığımızda demokrasinin konsensüs ile ilişkilendirilmesi, temel meşruiyet ilkelerinin nasıl oluşturulacağı üzerine değil de aslında meşru olanın ne olduğu üzerine konsensüs olarak anlaşılmaktadır. Aynı zamanda bütün demokratik siyaset içerisinde konsensüsün bu kadar öne çıkarılmasıyla beraber bu konsensüsün her zaman bir düzeni var eden bir konsensüs olduğu vurgusu, her zaman bir sözleşmenin, bir konsensüssün belgesinin var olması fikri ortaya çıkıyor. Bu belgeler anayasalardır. Bu anayasalar üzerinden toplumun birbiriyle, bireylerin birbirleriyle, bireylerin toplumla, bireylerin devletle yaptığı bir sözleşme ortaya çıkıyor. Aslında siyasetle uzlaşma arasındaki ve dolayısıyla demokrasi ile arasındaki kaçınılmaz bağ ya da kurulu bulunan bağın ardından anayasaların temel kurucu metinler olarak kabul edilerek hatta yüceltilerek tüm siyasetin anayasa yapmaya indirgenmesi gibi süreçlerinde aslında buradan başladığını söyleyebiliriz. Devleti var ettikten ve devlet siyaset güvenlik arasındaki bu ilişkiyi kurduktan sonra karşımıza bir ikilem çıkıyor aslında. Peki eğer toplumlar savaşı bitirmek için siyaseti icat ettilerse ve siyaset siyasal toplum her zaman barış, güvenlik vaat ediyor ise o zaman bütün bu ortaya çıkan yeni durumda egemenin getirdiği düzen ve gruplar konsensüs halinde sürdürülebilir bir şey mi? Aynı zamanda şu soruyu da sorabiliriz, gerçekten uzlaşı dediğimiz şey siyasetin doğasını açıklayıcı bir söz müdür, gerçekten siyaseti konsensüse indirgediğimizde barışı inşa eden her tür çabayı vurgulamış mı oluyoruz yani onları kutsamış mı oluyoruz? Yoksa aslında başka türlü bir şeye neden olmuş olabilir mi? Şimdi modern siyasetin geldiği noktaya baktığımızda aslında burada siyasetin nasıl tanımlanması gerektiğine ilişkin bir çatışmanın da bu tartışmada gizli olduğunu görüyoruz. Siyaset uzlaşma mıdır? Uzlaşmanın aranması her koşulda çatışmaların eritildiği bir süreç midir? Yoksa tersine siyaseti çatışmadan uzak ele aldığımızda onu var eden her unsuru yok etmiş mi oluyoruz? Bir de şöyle bir tartışmaya neden olmak istemem, savaş ve barış arasındaki ikilem mutlak biçimde konsensüsün uygulanmasıyla sonuçlanıyor olabilir. Konsensüsü reddettiğimiz bir durumda da ya da politikanın ana unsuru olarak konsensüsü reddettiğimiz noktada da geriye dönüp savaşı kutsuyoruz gibi bir sonuç çıkmaz. Barış ve savaş arasındaki ikilik,  politika düşünürlerinin her zaman beklediği gibi sonuçlanmayabilir. Şimdi burada şöyle bir şey eklemek istiyorum. Biraz karışık bir argüman gibi görünebilir size ama demokrasiyi konsensüsle uzlaştırdığımız zaman ne yapıyoruz? Siyaseti çatışmanın doğasından reddettiğimiz zaman neye, neden oluyoruz? Burada bütün bunların barışı tercih etmekle ilişkisi… Günümüze geldiğimizde siyasal düşünce içerisinde bu tartışma çok belirgin bir tartışma. Özellikle demokratik kurumlar daha çok uzlaşmayı öne çıkaran akılcı müzakerelerin yani sonucunda bir mutabakatın olabileceği akılcı müzakerelerin bir sonucu olduğuna inanmakta, demokrasiyi bunun üzerinden tarif etmekte. Demokrasiyi ya da siyaseti aslında bu ikisini neredeyse birbirine indirgeyerek ele alan düşünürler var. Yani demokratik olmak politik olanı korumakla ilgili bir şey bu düşünürlere göre. Bunların iddia ettiği de tam tersine aslında siyaseti mutlak bir konsensüs ya da mutabakatla tarif etmek demek aslında bütün farklılıkların, çoğulculuğun üstünü kapatmakta. Çünkü orada bir süre sonra egemenin, iktidar sahibi olanın yarattığı ya da onun gücüyle yaratılan bir mutabakat ortaya çıkacak. Bu mutabakat aslında hep sessiz kalanı yine sessiz bırakacak bir mutabakat olacak. Yani aslında demokratik müdahaleler olarak anlattım bunları tam olarak ne olduğunu tarif etmekte zaman zaman zorlandığımız şeyleri evrensel nitelikle tanımladığımızda bu evrensel niteliklerin dışında kalacak, bu dışarıda bırakılanlar aslında demokrasiyi savunanlar tarafından demokrasiye karşı bir tehdit olarak anlaşılabilecek. Bu çok evrenselleştirilmiş eşitlik, özgürlük gibi idealler insanın doğasından çıkar aslında. Bu idealleri insanın doğal hak ve özgürlükleri olarak kabul ettiğimiz sürece şöyle bir şey yapamıyoruz: özgürlüğün ya da eşitliğin ne olduğu üzerine müzakere edemiyoruz. Çünkü pozitif tanımlar üretiyoruz. Aslında bu tanımlayıcıların kim olduğu büyük önem arz ediyor. Mutabakatın özünü belirleyende bu pozitif bir özgürlük tanımında ya da eşitlik tanımında uzlaşmayı gerektiriyor. Bunun üzerinde uzlaşırken aslında geride bir dizi toplumsal çelişkinin belirleyenin yarattığı iktidar ilişkilerinin bu mutabakatın egemenin sözü olduğu gerçeğini unutuyoruz. Bunu göremeyebiliyoruz. Dolayısıyla unuttuğumuz şey şu -Hannah Arendt bunu çok güzel ifade ediyor-: Bu tür bir doğal eşitlik meselesi ve ya doğal özgürlük kavrayışı özgürlüğün yeniden ve yeniden tanımlanan bir şey olduğunu unutturuyor bize. Oysa politik olan tamda bu yeniden yeniden tanımlayabilme gücünde yatıyor.  Politik olan ‘demokratik konsensüs’ pozitif ideallerde yaratılan, uzlaşma üzerinden yükselen bir demokrasi tanımı ya da siyaset tanımı olduğunda aslında sonucu siyasetten vazgeçmek ve politikadan, bütün toplumsal ilişkilerin kurucusu olan politik olanı dışlamak, onu görmezden gelmek demek oluyor. Bunun totaliter olandan farkı yok. Bir Fransız kuramcımız var demokrasiyi tanımlarken, demokrasi ve totaliterlik arasındaki farkı tanımlarken demokrasinin politik sınırların belirsizleştiği yerlerde sürekli olarak totaliter olana yaklaştığını söylüyor. Bu ne demek çatışmaların yok sayıldığı, farkın yok sayıldığı, ayrımların yok sayıldığı, çelişkilerin unutulduğu tamda siyasetin bu tür çatışmalardan çıktığını görmediğimiz her anda, politik sınırları belirsizleştirdiğimiz her yerde adına demokrasi dediğimiz şey aslında yoğun bir demokrasi nefretiyle bezenmiş ve özünde totaliterliğe doğru ilerleyen bir şeydir. Politik sınırların inşası çok önemli, bu şu demek aramızda biz ve onlar ilişkisine dayalı bölünmeler olağandır. Bu siyasetin doğasıdır. Bizi inşa ederken her birimiz karşımıza onlar koyarız. Yani biz her zaman onları varsayarız. Ama burada mesele biz ve onlar arasında oluşan ayrımın aslında tümüyle politik tahayyüllerin, taleplerin, beklentilerin farklı olarak kabul edilmesidir. Yani herkesin kendi politik projesinin sınırını net bir biçimde tanımlayabildiği bir çatışma, bir biz-onlar sınırı. Yoksa dost ve düşman ayrımı değil. Uzlaşmacı görüşün şöyle bir problemi var tam bu noktada hep bu uzlaşmanın dışında kalanı katı bir biçimde demokrasinin muhalefeti ya da karşıtı olarak kabul ettiğinde ya da kendi uzlaşı sınırının dışında kabul ettiğinde giderek onu düşmanlaştırması. Çünkü o öyle bir muhalif ki bütün orda kabul edilen meşruiyetin, meşru kabul edilen her şeyin altını oyan bir varlık. Dolayısıyla o sürekli aslında üzerinde uzlaşılan her neyse onun aslında ne kadar kırılgan bir şey olduğunu hatırlatıyor bize ve onun varlığı katlanılamaz hale geliyor. İşte o zaman bu tür bir muhalif bütünüyle yok edilmesi gereken bir muhalife dönüşüyor. Oysa politik projeler arasındaki sınırların açıklıkla tanımlanabildiği ortamda gerçek politik alanın tamda böyle olması gerektiğini düşünüyor bu kuramcılar. Bunlar arasında Chantal Mouffe’u sayabiliriz. Siyasal Üzerine isimli bir kitabı var burada açıkça niçin bu konsensüsü öneren siyasal kavrayışların nasıl siyaseti yok edecek potansiyeller içlerinde barındırdığını çok güzel anlatıyor, okumanızı tavsiye ederim. Dolayısıyla siyasal alandan vazgeçmemek demek aslında sağ ve sol arasındaki sınırların kaybolması üzerine kuruludur. Yani bugün hep onaylıyoruz ya, CHP ne yapıyor sürekli kendisini sağ popülizmden birtakım unsurları içerecek biçimde yeniden yeniden tanımlıyor. Ama bir taraftan da kendisini sol olarak tanımlamaya devam ediyor. Oysa tam olarak yaptığı şey, sol ve sağ arasındaki sınırı iyice belirsizleştiren, politik sınırı yok eden ve bir süre sonra demokrasiyi salt hukuk düzeniyle eşleştirmekten öteye gitmeyen bir politik söyleme dönüşüyor olması. Buradan herhangi bir biçimde ne bir politik olanak çıkarabiliyoruz ne de bir barış olanağı çıkarabiliyoruz aslında asıl barış bu çatışmanın kabulü ile olabilecek. Ne demek bu, bölünmelerimizi kabul etmek zorundayız. Herkesin talebini, o talebin kendiliğinden politik olduğunu kabul ettiğimiz durumda barışa yol açabiliriz. Barış, siyasetin çatışmalı ortamının kabulünden geçer. Çatışmayı, siyasetin alanının dışına iterek olmaz.

Çünkü siyasetin alanının dışına itilmiş her tür çatışma düşmanlaştırılır, şeytanlaştırılır.
Bütünüyle insanın bu kötü şer içeren doğasına atfedilir ve onun kontrol edilmesi için dizginlenmemiş bir miktar gücün egemenin eline verilmesiyle sonuçlanır. Ki aslında bu devletin bizatihi kendisinin o şeytan o canavar haline dönüşmesi demektir. Bugün Türkiye’de ne olup bitiyorsa bunun üzerinden olup bitiyor aslında. Yani kendisini evrenselleştiren, çoğunluğun kararını bütün bir evrenin kararıymış gibi kendi meşruiyet ilkesine dönüştürmeye çalışan bir iktidar. Bu iktidar bizden sürekli bir uzlaşı talep ediyor. Nasıl bir uzlaşı bu? Devletin bugüne kadar gelmiş geçmiş geleneksel tanımını kabul edeceğiz, o devletin neyse o olduğunu kabul edeceğiz, bir tek birlik fikrini kabul edeceğiz, bütün varoluşumuzu, siyasal varoluşumuzu bunun üzerine inşa edeceğiz. Bunu yaptığımız sürece, onun dilini onayladığımız sürece iyiyiz. Ama ne zaman ki onun diline muhalefet etmeye başlıyoruz, düşmana dönüşüyoruz. Muhalif olmanın düşmanlaştırıldığı bir dile sahip oluyor iktidar ve bu maalesef devletin dili. Biliyorsunuz devletin tipik tanımlarından bir tanesi Max Weber’e ait ve o aslında devleti şiddet tekeli ile tanımlıyor, meşru bir şiddet tekeliyle tanımlıyor. Ama meşru şiddet tekeliyle devletin özdeşleştirilmesi de tarihsel bir sürecin sonucunda ortaya çıkıyor. Ve bu şiddet, devletin meşru tekeline alındığında bireylerin birbirine karşı şiddet kullanmasının önüne geçileceği varsayılıyor. Yani tümüyle düzeni sağlamak, güvenlik sağlamak üzere kolluk güçlerini harekete geçirecektir deniliyor. Bir de bunlar çok riskli kavramlar, yani nedir güvenlik arayışı, nasıl tarif edeceğiz güvenliği. Bugün dünyaya baktığımızda bu tür tanımların giderek yoğun bir biçimde ahlaki bir temelden yapıldığı görülüyor. Güven içinde yaşamanın karşıtı olabilecek her şey, demokrasinin karşıtı olabilecek her şey bir kötülükle, kötülük tanımıyla özdeşleştirilmeye başlanıyor. Bir de çok bariz bir biçim de iyi ile kötü arasında bir çatışma varmış gibi görülüyor. Mesela terörizme dair söylemler aslında tam da böyle bir şer cephesiyle iyilik cephesini ayırt etmekle ilgili.  Buna dair bütün söylemleri aslında bu tür ahlaki kategoriler kullanan söylemler olarak ayırt edebiliriz. Örneğin Ronald Regan için bir şer cephesi vardı. Bir kötülük ekseninden bahsediyordu. Bush da aynı şekilde Irak’a müdahale edildiğinde, Irak müdahalesini meşru kılan çok basit bir söylemle ortaya çıkmıştı. Ne diyordu bize, demokrasi karşıtları var, demokrasiyi herkese götürmek Amerika Birleşik Devletleri’nin görevidir. Bu bir misyon, onlar iyi çünkü. Ama karşıda bir şer cephesi var, yok edilmesi gereken bir düşman. Bunlar aynı zamanda Orta Doğu’da savaştılar, Orta Doğu’da Saddam’ı var ettiler, diktatörlükleri var ettiler, demokrasiyi yok ettiler. Ama aynı şekilde sadece kendi ülkeleriyle sınırlı kalmadı yaptıkları, bu şer cephesi Amerika Birleşik Devletleri’nin en büyük kentlerinden bir tanesine kadar geldi, oraya sızdı. Ne oldu, işte 11 Eylül’ü yaşadık. 11 Eylül tam olarak bu kadar demokrasi dışı şer güçlerinin nasıl demokrasiye sızdığını ve onu bir anlamda yok edecek bir savaşı başlattığını gösteriyordu. İşte o zaman ne oluyor, şimdi tatbikî bu demokrasi adına hareket eden güçler, karşılarında kötüyü temsil eden bir düşman bulduklarında onu yok etmek meşru hale geliyor. Bunu terörizmle savaş adı altında yapabilirsiniz, bunu demokrasiyi dünyaya yaygınlaştırmak için savaş adıyla yapabilirsiniz, bunu Türkiye’de olduğu gibi bugün yine belli bir terörizmle savaşmak üzere yapabilirsiniz. Ama sonuçta vardığınız noktada, bütün bu ahlaki nitelemeler bize şunu gösteriyor ki, bu şekildeki karşıtlaşmalar, siyasetin iyi ve kötü üzerinden yapılan her tür tanımının bu tür karşılaşmaları,  bu tür bölünmeleri, dostun ve düşmanın ne biçimde ayrıştığı, muhalif olan herkesin, neden böyle bir muhalefetin ortaya çıktığı anlaşılmadan, analiz edilmeden hemen kötü olarak yaftalandığı ve onunla savaşın mubah olduğu bir duruma getiriyor. Bu savaşı sürekli kılıyor. Ahlak üzerinden tanımladığınız her durumda; iyi, kötü, demokrasi ve demokrasi karşıtlığını, bir tanesini iyi, ahlaklılık, erdemlilik; diğerini tam tersi bir yerden, şer cephesine dâhil olmakla tanımlandığımızda – tabi o demokrasi nasıl bir şey o da tartışılır – bunları karşıtlaştırdığınızda savaş bizim için kaçınılmaz ve sürekli hale geliyor. Güvenlik gerekçesiyle kendi alanımıza çekiliyoruz, kendi güvenliğimiz için sürekli yeni düşmanlar üretiyoruz ve o düşmanları hep bir kötülük cephesi olarak algıladığımız için de sonuçta onlarla yaptığımız savaş, barış için savaş – büyük bir çelişki – sonunda sürekli kaçınılmaz hale geliyor. Bunun Hobbs’un anlattığı herkesin herkese karşı savaşla ne farkı var? Bizatihi devletlerin kendilerinin yarattığı bir savaş bu. Kendileri, terörist adı altında, demokrasi düşmanı adı altında, var olan dünya düzeninin düşmanı olmakla suçladıkları insanlar yaratarak, düşmanlar yaratarak, var olan savaşı derinleştiriyorlar, meşrulaştırıyorlar. Parça parça dünyanın her yerinde savaşla karşılaşıyoruz.

Şimdi bir başka yönden bakacağız. Size bir şey hatırlatayım. Aslında şöyle bir şey iddia edeceğim, bunu da örneklerle göstereceğim. Mesela egemen güçler kendi adlarına bir şer cephesi tayin etmekle, kendi egemenliklerini savaş yoluyla sürekli kılıyorlar diyelim bugünkü dünyada. Ve bunu pekâlâ meşrulaştırıyorlar. Neyi nasıl meşrulaştırıyorlar, ahlaki kategorilerle siyaseti tanımlıyorlar. Peki, biz ne yapıyoruz? Karşı taraftan tespit, örneğin, Suriye’de ortaya çıkan problemin sonucunda büyük bir göç dalgası dünyaya yayıldı. Özellikle Türkiye bu göç dalgasının ilk duraklarından biri.  Biz burada şöyle bir trajediye tanık olduk. Aylan bebek, kıyıda, öylece yatan, herkesi ağlatan, herkesi mahfeden bir örnek olarak bize göçmenlik problemini hatırlattı. Ama biz ne yaptık, yeni bir insanlık problemi oluşturduk. Bunun niçin olduğunu, niçin öyle bir politikanın var olmaya devam ettiğini, Suriye’deki savaşın gerçek bedelini tartışmadık. Onun yerine ne yaptık, bunu insancıl bir şeye indirgedik, gözyaşlarımızı tutamadık, kurbanla özdeşleştik ve ağladık. Kimimiz anne olarak ağladık, kimimiz insanlığımızdan utandık, bunları yazdık. Sosyal medya özellikle bu tür mesajlarla yıkıldı. Hani sizin tabirinizle ‘yıkıldı’. Bebeğin resimleri paylaşılsın mı paylaşılmasın mı? İçimiz çok burkuldu mu burkulmadı mı? Niye burkuldu? Yani bütün bunlar aslında bizim de farkında olmadan çok benzer bir ahlaki söylemin içinde olduğumuzu gösteriyor. Biz de siyaseti iyilik ve kötülük arasındaki ilişkiye indirgiyoruz. İnsanlığımızdan utanıyoruz ama niye öyle bir şeyin ortaya çıktığını, bunun bedeli nedir, kimin için bedeli nasıl ödeniyor bunu göremiyoruz. Aynı şeyi Hacı Birlik meselesinde ya da Ekin Van meselesinde de yaşadık. Bunu bir insanlık problemi olarak tarif ettiğimiz ölçüde, aslında oradaki politik müdahaleyi, politik olayı görmüyoruz. Sonuçta ne yapıyoruz? Biz de aslında sonu linçe kadar varan ya da savaşa kadar varan bir kültürün parçası haline geliyoruz. Onları öldürenler kadar, onları insanlık dışı bir biçimde yerlerde sürükleyenler, bedenlerini çıplak biçimde sergileyenler ya da bir bebeği ailesiyle birlikte sağlam olmayan bir botta denizin ortasında hayata sarılmaya mahkûm edenler kadar aslında insanlığımızdan uzaklaşıyoruz. Neden? Çünkü orda irdelemiyoruz bile ne olduğunu. Hemen karşı tarafı düşmanlaştırıyoruz. İyi olan kurbanla özdeşleşmektir, iyi olan insancıl olan kurban için gözyaşı dökebilmektir. İyi de bunu yaptığımız zaman barış tesis edilebiliyor mu? Sosyal medyada her insanlığımızdan utandığımızı yazdığımızda, insanlığımızdan utanmak acaba gerçekten bir politik durumun var olmasına, barışa evrilmemize neden olabiliyor mu? Olmuyor. Tam tersi, biz de onları düşman olarak görmeye başlıyoruz. Onlar bizi düşmanlaştırdığı ölçüde biz de onları düşman olarak görmeye başlıyoruz. Barıştan yana olduğumuz halde barışa karşı olanlarla savaşmaya başlıyoruz, barış olması için. İki taraf da barış olması için savaşıyor. Biri terörizmle savaşıyor biri insanlık dışı olanla savaşıyor. Oysa ortada şöyle bir durum yok mu? Bir bölünmüşlük var. Farklı talepleriyle ortaya çıkan, farklı ihtiyaçları olan insanlar var. Bu toplum bölünmüş. Neyle bölünmüş? Yani bu bölünme illa dost ve düşman bölünmesi olmak zorunda değil. Politik tahayyüllerde bölünmüş. Siyaset algımızda bir bölünmüşlük, siyasal projelerimizde bir bölünmüşlük. İhtiyaçlarımız farklı ve bu ihtiyaçlar doğrultusunda aslında bölünmüş bir ülkeyiz. Bunu ne zaman ki kabul ederiz, o zaman bu çatışmalar üzerine ya da bu bölünmüşlük üzerine konuşabilmenin de zeminini yaratırız. Dolayısıyla Türkiye’deki, bence, barışa doğru evrilmenin koşulu, siyasal olanı çatışmalı bir durum olarak kabul etmek, bölünmüşlüğün bizatihi siyasallığın doğasında olduğunu kabul etmek ve tüm siyasal süreçleri, yani bize barışı vadeden her tür siyasal sürecin öncelikle bu siyasal bölünmüşlükle yüzleşmekle, onu kabul etmekle başlayacağını söyleyerek bitiriyorum.

İlgili Kategoriler

Kamu Yönetimi Ders Notları



Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir