İktisat okulları ve iktisatçılar ders notu



İKTİSAT TESTİ ÇÖZMERKANTİLİZM VE FİZYOKRASİ

MERKANTİLİZM

Merkantilizm, 1450-1750 yılları arasında yani Ortaçağ ve Fizyokrasi arasındaki dönemde gelişen iktisadi düşüncelerin bütünüdür. Merkantilistlerin temel ilkeleri şöyledir:

– Merkantilizm, moneter bir doktrindir. Amaç, para miktarını arttırmaktır. Değerli madenlerin hakimiyeti esasına dayanan bu görüşte milli servet değerli madenlerin çokluğuyla ölçülür.

– Müdahaleci bir doktrindir. Devletçiliği benimseyen bu görüşte devlet, iktisadi faaliyetleri belirlemeli ve yönetmelidir.

– Yukarıdaki iki ilke, beraberinde «dış ticarete önem verme» ilkesini getirir. Buna göre dış ticaret, ülkeye daha çok değerli maden girmesi için yapılmalıdır. Amaç, aktif (ihracat>ithalat) bir dış ticaret bilançosudur.

– Merkantilizmin sanayileşme anlayışı, nüfus artışını da beraberinde getirir. Çünkü, emek arzının artışı ücretleri düşüreceğinden sanayi üretimi ve ihracat artar.

– Nüfus hareketleri ve tarımsal üretim ilişkisi (tarımsal üretimin arttığı dönemlerde toplam tarımsal gelirin düşmesi) şeklindeki King Kanunu ilk kez bu dönemde ortaya konmuştur.

– Paranın miktar teorisinin çok ilkel bir ifadesi burada yer alır. Buna göre; MV=PT şeklindeki Fisher denkleminde V’ nin etkisi açıkça belirlenmemekle beraber lüks mal talebinin yükselişinin fiyat artışlarını körüklemesi dolayısıyla harcamaların hızlanması (J. Bodin) şeklindeki tespit, V’ nin kavranmış olduğu şeklinde yorumlanabilir.

– Paranın değeriyle ilgili olarak da madeni paraların ayarındaki değişmelerin piyasalarda dengesizliğe yol açacağını savunan «kötü para iyi parayı kovar» ilkesi de bu dönemden kalan bir görüştür.

İngiliz Merkantilizmi

Ticari Merkantilizm olarak da bilinen bu görüşün dört amacı vardır:

– Sömürgeciliği geliştirerek deniz gücünü arttırmak,

– İthalattan fazla ihracat yapmak (sanayi ürünleri için),

– İhracattan fazla ithalat yapmak (tarım ürünleri için),

– Milli sanayiyi ikinci planda bırakmak,

Fransız Merkantilizmi

– Colbertizm olarak da bilinen bu görüş, temelde sanayiye yönelik ve devletçidir.

– Amaç; para stokunu arttırmak olup bu, sanayinin gelişmesine bağlanmıştır.

– Sanayinin gelişmesi için devlet, ihraç mallarının fiyatını düşürecek şekilde politikasını ayarlamalı, çeşitli eyaletler arasında gümrükler kaldırılmalıdır.

Fizyokrasiyi de önemli ölçüde etkileyen bu görüşün temsilcileri; J. B. Colbert ve R. Cantillion’ dur.

Jean Baptist COLBERT

Fransız Merkantilizmi’nin kurucusu sayılabilir.Fransız Merkantilizmi’ ne yaptığı katkıdan dolayı Colbert’ in görüşlerine Colbertizm de denmiştir. Temel görüşleri şöyledir:

– Colbert’ e göre sanayileşmenin amacı altın biriktirebilmektir. Bunun için dış ticarette ihracat arttırılmalıdır.

– Colbert’ in sanayileşme anlayışı üç aşamalıdır:

1) İktisadi liberalizm aşaması: ticaret için hürriyet ve güven gereklidir.

2) Himayeci merkantilizm aşaması: devlet himayeciliği tekrar göze çarpar.

3) Liberalizme dönüş aşaması: Amaç; ticaretin tamamen serbest bırakılmasıdır.

Richard CANTILLON

Fransız Merkantilizmi’nin temsilcilerinden olan R.Cantillon’un bazı görüşleri şöyle sıralanabilir:

– Cantillon’a göre İki türlü değer vardır:

1) Malın Öz değeri (üretim faktörünün miktar ve nitelik olarak ölçüsü),

2) Malın piyasa değeri (arz ve talebe göre oluşan değer),

– Uluslararası ticaret konusunda; ülkeden değerli maden çıkarılması yerine daha fazla ihracat yoluyla değerli madenin ülkeye girmesini savunur.

– Cantillon para hacmi ve parasal değişmeleri incelemiş, özellikle enflasyonla ilgilenmiştir.

Alman Merkantilizmi

– Milli ekonomi gelişmelidir. Bu açıdan devlet müdahalesi kaçınılmazdır.

– Uluslararası ticarete – özellikle ihracat artışına – önem verilmelidir.

– Nüfus arttırılmalıdır.

– Tarım korunmalıdır.

Alman Merkantilizmi’ nin daha sonraları ortaya çıkan Tarihçi Okul’ a etkisi olmuştur. Diğer Merkantilist yazarlar ise şöyledir:

Thomas MUNN

Alman Merkantilizmi’nin temsilcilerinden olan T.Munn’un görüşleri şöyledir:

– Refahı sağlamak için özellikle dış ticarete önem verilmelidir (ihracat>ithalat). İç ve dış ticarette devlet müdahalesi olmamalıdır.

– Sert önlemlerle fiyat hareketlerinin önüne geçilebilir.

– Para miktarının, ithalat ve ihracat karşılaştırmasıyla belirlenmesi gerekir.

– Devletin gücü; sahip olduğu para ve maden stokuyla ölçülür.

William PETTY

Bazı görüşleriyle Merkantilist sayılan yazar, liberal iktisada öncülük etmiştir. W.Petty’nin bazı temel görüşleri şöyledir:

– Objektif değer kavramının temellerini atmıştır. Değeri oluşturan unsurlar arasında emeğin yanında toprağın da bulunduğunu savunur.

– Rant kavramını modern anlamda ele alan ilk yazardır. Petty’ e göre rant; işçinin geçimi için gerekli harcamanın üretim maliyetinden çıkarılmasından sonra kalan fazlalıktır.

– Faizi, bir kimsenin parasını bir başkasına belli bir süre geçmeden geri istememek şartıyla vermesi halinde aradan geçen sürede katlandığı zahmet için aldığı karşılık olarak tanımlar.

– Petty’e göre fiyat, değerin ölçüsüdür. Değerin temeli ise emektir. Fiyatın temeli emek olduğuna göre emek, «gerçek fiyat»tır. «Mübadele fiyatı» ise rekabet piyasasındaki fiyattır.

– Nüfusun artışından yanadır.

Sir Dudley NORTH

Alman Merkantilizmi’nin gelişimine büyük katkıda bulunan North, Merkantilist düşüncelere sahip olsa da Liberalizm’ in öncülerindendir.Bazı temel görüşleri şöyledir:

– Rant nasıl toprağın kiralamasının karşılığı ise faiz de paranın kiralanmasının karşılığıdır.

– Sermaye, kendi kendini büyüten bir değerdir. Gerçek zenginler para sahibi olanlar değil, toprak sahipleri (sermayedarlar)dır.

– Fiyat, malın parayla ifade edilen eş-değeridir.

– Serbest ticaret herkes için yararlı ve kazançlıdır.

1750′ li yıllarda ticari kapitalizmin sınai kapitalizme dönüşmesiyle liberalizme geçiş zorunluluğu, devletin aşırı müdahalesinin olumsuz etkileri, burjuvazinin genişlemesiyle sosyal ve ekonomik dengelerin bozulması, vb… sebepler Merkantilizmin sonunu hazırlamış ve Doğal Düzen filozoflarının temelini oluşturduğu Fizyokrasi akımı ortaya çıkarak 1755-1775 yılları arasında varlığını sürdürmüştür.

DOĞAL DÜZEN FİLOZOFLARI

Doğal Düzen, doğanın gücü anlamına gelip insan topluluklarının tabii bir kanunla yönetilmesi demektir. Doğal Düzen, Fizyokrasinin temelini oluşturan. Doğal Düzen; toprakta ve taşınabilir mallarda özel mülkiyeti, anlaşma özgürlüğünü, iktisadi girişim özgürlüğünü, serbest girişimi gerektirir. Tüm bireyler için eşit özgürlük ile karşılıklı hak ve görev, toplum mutluluğunun maksimumlaştırılması için gereklidir. Bu görüşün temsilcileri şunlardır.

John LOCKE

Doğal düzenin temelini oluşturan görüşlere sahip olan J.Locke’a göre;

– Toplumu yöneten doğal yasalara bağlı olarak tek tek insanlardan oluşan toplumlar, doğal bir düzen oluşturabilirler. Bunun tek şartı ise insanları doğuştan özgür ve eşit kabul etmektir.

– Para konusunda; miktar kuramının, paranın dolanım hızının ve birikiminin etkileri önemlidir. Paranın iki değeri vardır.:

1) Kullanım değeri; faiz oranı ile belirlenir. 2) Mübadele değeri; para ve mal miktarı arasındaki orana göre belirlenir.

– Değerin tek kaynağı emektir. Toprak, değerin kaynağı olamaz.

– Faiz, paranın kiralanmasının karşılığıdır. Faiz oranını ise dolanımda bulunan paranın oranı belirler.

David HUME

– Doğal düzeni temel alarak Liberalizme öncülük eden yazara göre üç doğal yasa vardır:

1) Özel mülkiyetin istikrarı,

2) Mülkiyetin serbestçe el değiştirmesi,

3) Sözleşmelere ilişkin taahhütlerin yerine getirilmesi.

Sonraları liberalizmin temel ilkelerinden olan «görünmez el» ilkesinin kökleri, Hume’ un görüşlerine dayanır.

– Hume’a göre ticaret (özellikle dış ticaret), bireyin refahı yanında devletin gücünü de arttırır. Hume, merkantilistlerin «ticarette bir tarafın kazançlı, bir tarafın kayıpta olacağı» görüşüne karşıdır. Hume «ticaret, iki taraf için de yararlıdır görüşünü benimser». Bu görüş literatürde «otomatik denge teorisi» olarak yer alır.

FİZYOKRASİ

– Doğal düzeni savunan bu görüşe göre toplumsal ve ekonomik kurallar doğal bir kanun gücüyle oluşur.

– Üretimde tek verimli alan tarımdır. Tarım, tüketilenden daha fazla üretime yol açar. Oluşan bu fazlalık Fizyokratlar’ ca «net hasıla»olarak ifade edilir. Diğer faaliyetler (ticaret, sanayi) ise kısırdır, çünkü net hasıla oluşturmazlar.

– Gelir dağılımı teorisi açısından net hasılaya dayanarak toplum üç sınıfa ayrılır. Verimli sınıf (çiftçiler), toprak sahipleri, kısır sınıf (sanayici ve tüccarlar). Quesnay tarafından oluşturulan «ekonomik tablo»ya göre bu sınıflararası gelir dağılımı şöyledir: Çiftçiler, topraktan sağladıkları net hasılayı toprak sahiplerine kira olarak verirler. Toprak sahipleri, toprağın işletilmesinin bedeli olan bu net hasılayı alırlar. Kısır sınıf ise hammaddeyi işlenmiş maddeye dönüştürmek için imalathane ve işçiye ihtiyaç duyar. Bu yüzden bu sınıfın elde ettiği net gelir, diğer iki sınıfa dönmek zorundadır. Bu «ekonomik tablo», genel denge modellerinin» başlangıcı sayılır.

– Tek verimli alan tarım olduğuna göre vergi, sadece tarımdan alınmalıdır.

– İhracat, tarımsal ürünlere dayanmalıdır.

– Değerin kaynağı tarımdır.

– Sermaye sadece tarımsal yatırımlarda kullanılmalıdır.

– Faiz, tarımsal sermayenin kazancıdır.

– Fizyokratlar, ekonomik süreci sistematik olarak incelemişler, tümdengelim metodunu kullanmışlardır. Akımın önemli temsilcileri:

Francois QUESNAY

Fizyokrasinin temelini oluşturan görüşlere sahip olan F.Quesnay’e göre;

– Servet; bir ülkenin biriktirdiği para miktarından değil, üretilen ihtiyaç maddesi miktarından oluşur.

– Toplumsal kurallar doğal yasalarla belirlenir (Doğal Düzen).

– Quesnay’in gelir dağılımı konusunda oluşturduğu «ekonomik tablo» analizi, genel denge modellerinin temelini teşkil eder.

– Sadece tarımdan vergi alınmalıdır (tek vergi).

Dupont de NEMOURS

Quesnay ile aynı görüşleri (tek vergi, doğal düzen, vb.. ) paylaşan Nemours ayrıca tarımda özel mülkiyetin, ticaret ve sanayide ise tam bir mübadele serbestliğinin şart olduğunu ileri sürmüştür.

Robert Jacques TURGOT

Fizyokrasi’yi önemli ölçüde etkileyen Turgot’un bazı görüşleri şöyledir;

– Değer, faydaya bağlıdır.

– Fiyat, piyasada oluşan arz ve talebe göre belirlenen ortalama değerdir.

– Ücret konusunda ise sanayi işçileri için asgari ücret geçerliyken, tarım işçileri için böyle bir sınırlama söz konusu değildir.

– Turgot,diğer Fizyokratlar gibi doğal düzen, tek vergi gibi ilkeleri de benimsemiştir.

KLASİK İKTİSAT OKULU

Klasik iktisadın felsefi temelini «doğal düzen» ve «faydacı felsefe» oluşturur.

Klasik iktisadın temel ilkeleri şu şekilde özetlenebilir:

1) Piyasada tam rekabet koşulları geçerlidir (Serbest piyasa varsayımı).

2) Ücret, faiz haddi ve mal fiyatları esnektir.

3) Her arz kendi talebini oluşturur.

4)Yukarıdaki 3 temel varsayım altında ekonomi daima tam istihdamdadır ve fiyatlar genel seviyesi istikrarlıdır.

– Klasikler, teorilerini kurarken akılcı, tümdengelimci yöntemi izlemişlerdir.

– Üretimde Fizyokratların «net hasıla» kavramını benimsemişlerdir. Ama Klasiklere göre «net hasıla» sadece tarım üretiminden değil sanayi üretiminden de elde edilir. Hatta sanayi üretimi gelişmenin temelini oluşturur.

– Parayı sadece mübadele aracı olarak görmüşlerdir.

Klasik iktisadın önemli temsilcileri şunlardır:

Adam SMITH

Klasik iktisadın temelini oluşturan görüşlere sahip olan A.Smith’e göre;

– Bireycilik ilkesi kapsamında «kişisel çıkar» önde gelir.

– İşbölümü gereklidir.

– Ekonomik faaliyetler, «doğal düzen» çerçevesinde «görünmez bir el» aracılığıyla kendiliğinden gerçekleşir. Devletin müdahalesi gereksizdir.

– «Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler» görüşü ekonomiye hakimdir.

– Serbest dış ticaret gereklidir. A.Smith,dış ticarette «mutlak üstünlük teorisi»ni ileri sürmüştür.

– Sadece tarım değil sanayi de verimlidir.

– Servetin kaynağı emektir.

– İki tür değer vardır: Kullanım değeri (malın faydasına göre belirlenir),

Mübadele değeri (malın diğer mallarla değiştirilebilmesine göre belirlenir).

– İki tür sermaye vardır:

1) Sabit sermaye (mübadele edilemeyen sermaye)

2) Değişir sermaye (mübadele edilebilen sermaye)

– İki tür fiyat vardır: reel fiyat, piyasa fiyatı.

– Ücret, emeğin fiyatı olup asgari geçim düzeyine göre belirlenir.

– Para, sadece mübadele aracıdır.

– İki türlü rant vardır:

1) Fizyokratların «net hasıla» dedikleri fazlalık.

2) Toprağın işletilmesi için toprak sahibine verilen bedel.

David RICARDO

Fizyokratlar ve A. Smith, milli gelirin kaynaklarını araştırırken; Ricardo, milli gelirin üretim faktörleri arasında nasıl dağıtıldığını araştırmıştır. Ricardo’nun temel görüşleri şöyledir:

– Rant teorisi üç faktöre bağlıdır:

1) Tam rekabet koşullarına bağlıdır.Piyasa fiyatı,en kötü koşullarda üretim yapanların (yüksek maliyetle üretenlerin) üretim maliyetine göre f oluşacak daha verimli topraklarda üretilen malların lehine bir fark doğacaktır. Buna «farklılık rantı (diferansiyel rant)» adı verilir.

2) Malthus’ un Nüfus Kanunu doğrudur. Buna göre nüfus arttıkça, daha az verimli topraklar ekileceğinden daha verimli toprak sahipleri bir rant elde ederler.

3) Azalan Verimler Kanunu geçerlidir. Buna göre normal koşullarda üretim faktörleri arasındaki bileşim oranları aynı tutularak faktörler 2 veya 3 misli Tablo ….Klasik İktisat

çoğaltıldığında hasıla da aynı oranda artar. Buna karşılık faktörlerin bileşimi bozulup farklı oranlarda arttırıldığında hasıla miktarı azalır.

– Değer, iki faktöre bağlıdır: Malın faydalı ve nadir olması ve o malı elde edebilmek için gerekli emek miktarı.

– İki tür ücret vardır: Doğal ücret (asgari geçim düzeyine bağlıdır); piyasa ücreti (arz ve talebe bağlıdır)

– Üretim faktör gelirlerinin dağılımı açısından bakıldığında;

Ücret (emeğin payı) sürekli minimum düzeydedir; rant (toprağın payı) gittikçe artar, kar (sermayenin payı) gittikçe azalır, çünkü toprak rantı büyüdükçe sermayenin payı azalır.

– Serbest dış ticaret esastır. Böylece kişisel çıkarlarla toplumun çıkarları uyumlu olduğundan uluslararası işbölümü sayesinde emeğin optimal dağılımı sağlanır. Ricardo, «dış ticaretten iki ülkenin de karlı çıkacağı» görüşünü benimseyerek «karşılaştırmalı üstünlükler teorisi»ni savunur.

William N. SENIOR

Klasik iktisada önemli katkılarda bulunan W.N.Senior;

– İlk kez «politik iktisadın» tanımını yapmıştır. Politik iktisat; zenginliğin içeriğine, üretimine ve bölüşümüne ilişkin ilkeleri inceler.

– Zenginlik unsuru olarak bilinen üç niteliğin olduğunu savunur: fayda, transfer edilebilme, arz itibariyle sınırlı olma (nadirlik).

– Senior’a göre malların faydası, piyasa talebine göre belirlenir ve mübadele değerinin oluşmasında maliyetlerle birlikte rol oynar.

– Senior,Azalan Verimler Kanununu ve ücret teorisini formülleştiren ilk iktisatçıdır.

  1. Stuart MILL

Klasik iktisadın temsilcilerinden olan J.S.Mill’in temel görüşleri şöyledir:- Değer; malın faydasına ve üretim koşullarına bağlıdır.

– Mill,doğal düzenin gerektirdiği doğal kanunları şöyle ifade eder:

1) Kişisel çıkar kanunu (homo -economicus),

2) Serbest rekabet kanunu,

3) Nüfus kanunu (nüfus artışının sınırlandırılması),

4) Arz talep kanunu (fiyat teorisi):Bu kanuna göre; denge fiyatı, arz ve talebin kesiştiği noktada oluşur.Buna bağlı olarak iki tür fiyat vardır. Doğal fiyat (maliyet fiyatı) ve piyasa fiyatı.

– Mill’e göre ücret, emek arz ve talebine bağlıdır. Emek talebi; emek (sermaye) için ödenen fondur. Emek arzı ise nüfusu (işçi sayısı) ifade etmektedir. Buna göre ortalama ücret; ücret fonu (emek talebi, sermaye) / işçi sayısı (nüfus, emek arzı)dır.

Mill, emek talebindeki artışı, ücret fonundaki artışa bağlayarak, ücret oranındaki yükselişi, işgücü veri iken sermayedeki artışa ya da sermaye veri iken işgücündeki azalışa bağlaması açısından ücret teorisinde önemli bir adım atmıştır.

– Mill, Ricardo’ dan farklı olarak rantın sadece tarım ürünlerinden değil, sanayi ürünlerinden de doğabileceğini savunmuştur. Rant, monopolün sonucudur. Mill, Ricardo’ nun «diferansiyel rantı» (toprakların farklı kalitede olmasından doğan rant) yerine «mutlak rantı» (rant, tüm topraklardan oluşabilir) kabul eder.

– Mill’e göre para ortak bir mübadele aracıdır.

– Büyüme Teorisi açısından Mill için temel sorun, «gelir düzeyi veri iken daha eşit bir bölüşümün sağlanması»dır. Böylece ekonomik büyümenin sağlanacağını savunan Mill’ e göre kültürel yapı, siyasal yönetim, teknik gelişme, piyasa şartları gibi konular, büyüme için gerekli başlangıç şartlarını oluşturur.

– Mill,serbest dış ticareti savunur. Buna göre serbest ticarete bağlı olarak ödemeler dengesinde kendiliğinden denge sağlayan bir mekanizma mevcuttur.

  1. Baptise SAY

Klasik iktisada önemli katkılarda bulunan J.B.Say’a göre;

– Devlet, piyasalara müdahale etmemelidir. Çünkü, «her arz kendi talebini oluşturur». Mahreçler Kanunu olarak bilinen bu kanun üç varsayıma dayanır:

1) Fiyatlar tamamen maliyetlere eşit olmalıdır.

2) Maliyetler gelire eşit olmalıdır.

3) Tüm gelirler harcanmalıdır.

Buna göre reel yönden; Toplam arz (üretim) = toplam talep (tüketim);

Parasal yönden ise; Toplam giderler (maliyetler) = toplam gelirler eşitliği geçerlidir.

– Para, mübadelelerde bir araçtır.

– Dış ticarette ödemeler bilançosu kendiliğinden dengeye gelir.

– Say, Alternatif Maliyet kavramını öne sürmüştür. Buna göre, bir malı elde etmenin maliyeti, diğer bir maldan vazgeçmeye bağlı olup bu malın maliyeti, vazgeçilmesi gereken mallarla ölçülür.

Thomas MALTHUS

Klasik iktisadın temsilcilerinden olan T.Malthus’un temel görüşleri şöyledir:

– Nüfus miktarı ve doğal kaynaklar arasında dengesizlik vardır (artan nüfus, sınırlı kaynak). Böylece Malthus nüfus ve kaynak miktarına ilişkin dinamik bir analiz yapmıştır.

– Klasiklerin tasarlanan tasarruf = tasarlanan yatırım görüşünü benimsememiş, aşırı tasarrufun da bulunabileceğini ve tasarrufun yatırımın üzerine çıkmasıyla bir «genel aşırı üretimin» oluşabileceğini belirtmiştir.

– Yine Klasiklerin aksine efektif talebin tüketimi, tüketimin de üretimi belirlediğini savunarak Klasiklerden farklı olarak üretimi veri kabul etmemiştir.

FAYDACI FELSEFE

Doğal düzenin savunduğu temel ilkeleri – bireyin çıkarının maksimumlaştırılmasının toplumun çıkarını da maksimumlaştıracağı, piyasanın kendiliğinden işleyişi, iktisat politikasının optimal şartların oluşmasını sağlayacağı için serbestçe uygulanması (laissez-faire) – kabul etmekle beraber, Faydacı Felsefeyi doğal düzenden ayıran temel nokta; «doğal» kavramını bir yana bırakıp insan davranışlarının sadece mutluluk açısından incelenmesini «doğru-yanlış» davranışların belirlenmesi için kabul etmektir. Faydacı felsefe özellikle Neo-Klasikler’ i etkilemiştir. Bu akımın en önemli temsilcisi Jeremy Bentham’ dır.

Jeremy BENTHAM

Temel ilkeleri;

– Ruh bilimsel ilke: Toplumun düzenli işleyişi, bireyin daima kendi mutluluğunu maksimumlaştıracak şekilde davranmasına bağlıdır.

– Rasyonalite (akılcılık) ilkesi: Birey rasyonel davranmalıdır (homo economicus).

– Ahlaki ilke; Toplumun hukuki yapısı, bireyin kendisi için en yararlı olacak davranışı diğerleri için de en yararlı olabilecek şekilde belirlemelidir.

– Devlet, bireyin ve toplumun çıkarlarının uyumunu sağlayacak politikalar izlemelidir. J.Bentham,temel ilkeleri ve görüşleri ile Faydacı Felsefe’ye önemli katkılarda bulunmuş bir iktisatçıdır.

NEO-KLASİK   İKTİSAT

Neo-Klasikler’ in görüşleri iktisat literatüründe «Piyasa Ekonomisinin Başarısızlığı» olarak da bilinmektedir. Klasik İktisada önemli bir katkı olarak kabul edilen Neo-Klasik İktisat, piyasa ekonomisinin tek başına optimumu sağlamaktan uzak olduğunu bu nedenle kamu ekonomisine gerek olduğunu savunmaktadır.Neo-Klasikler’e göre piyasa ekonomisini başarısızlığa uğratan başlıca faktörler; tam rekabetin gerçekleştirilememesi dışsal ekonomiler, içsel ekonomiler, kamusal malların üretilme zorunluluğu ve marjinal maliyetin sıfır olduğu üretim faaliyetlerinin varlığıdır.

Neo-Klasikler;

– Aksak rekabetin olumsuz sonuçlarının ortadan kaldırılmasını savunur.

– Pozitif dışsallığın bulunduğu alanlardaki faaliyetlerin devletçe desteklenmesini, negatif dışsallığın bulunduğu faaliyetlerin de ya bizzat devletçe yapılmasını ya da bu faaliyetleri yapan özel birimlerin düzenleyici vergiler gibi kurallara tabi tutulmalarını savunurlar.

– Pozitif içselliğin söz konusu olduğu faaliyetlerin KİT’ ler aracılığıyla bizzat devletçe yerine getirilmesini savunurlar.

– Tam kamusal mallar dışında yarı kamusal, doğal tekel, merit/demerit malların da kısmen devletçe üretilmesini savunurlar.

– Emek-değer teorisinden ziyade malların faydalılık dereceleri üzerinde durmuşlardır.

– Toplumsal uyumun sınıflararası ilişkilerden değil, bireysel faydadan kaynaklandığı savunurlar.

– İktisadi faaliyet ve teorilerin matematiksel analizini yapmışlar, bunun için daha çok akılcı, soyutlayıcı statik denge analiz yöntemlerini kullanmışlardır.

Neo-Klasik iktisadın oluşum ve gelişimine katkıda bulunan başlıca iktisatçılar hakkında kısa bilgiler vermekte yarar bulunmaktadır:

Francis EDGEWORTH

Neo-Klasik iktisadın önde gelen temsilcilerinden olan F.Edgeworth;

– Faydacı Felsefe’ ye bağlı kalarak fayda-zahmet ilişkisini matematiksel analizlerle açıklamıştır.

– Sayısal (kardinal) fayda yerine sırasal (ordinal) faydanın geçerli olduğunu, çünkü faydanın ölçülemediğini savunmuştur.

– Faydanın belirlenmesinde kayıtsızlık eğrilerini kullanmıştır.

– Edgeworth’e göre bireysel ve toplumsal faaliyetin amacı; faydanın maksimumlaştırılması olup bu, ancak tam rekabet şartlarında mümkündür.

Alfred MARSHALL

Cambridge Okulu’ nun temsilcilerinden olup Neo-Klasik Okulun en önemli temsilcilerinden biridir.Marshall’ın görüşleri şöyledir:

– Klasikler, malın değerini belirlemede sadece arzı, Neo-Klasikler sadece talebi dikkate alırken Marshall, bu iki görüşün sentezini yaparak değerin, kısa dönemde talebe, uzun dönemde arza göre oluştuğunu savunmuştur.

– Rant kavramını yeniden ele alarak quasi-rant (rant benzeri) kavramını öne sürmüştür. Bu rant, kısa dönemde üretim faktörlerinin hemen arttırılamamasından doğar. Üretim faktörleri ve üretim miktarı sabitken, faktör talebi artınca faktör fiyatları normal faktör fiyatlarında daha yüksek olacak, bu fiyat farkı Quasi-rantı doğuracaktır.

– İlk kez talep esnekliğini ileri sürmüştür. Talep esnekliği, fiyat değişiklikleri karşısında talep, değişmelerinin değerini belirler.

– Marshall’a göre para sadece bir mübadele aracıdır.

Arthur Cecil PIGOU

Cambridge Okulu’ nun temsilcilerinden olan Pigou’ya göre;.

– Servet ekonomisini ve refah ekonomisi birbirinden farklıdır. Refah ekonomisi, faydanın maksimuma varışıdır.

– Ekonomik dalgalanmalar psikolojik ve ekonomik faktörlerin etkisi altındadır. Psikolojik faktörler, tam rekabet şartlarını bozarken ekonomik faktörler, parasal dalgalanmalar oluşturur.

– İstihdam oranı, ücretlerin fonksiyonudur (N = f (W)). Ücretler düştükçe tam istihdam sağlanacaktır çünkü ücretlerin inmesi maliyetleri azaltacağından yatırım ve verimlilik artacaktır.

Pierro SRAFFA

Sraffa, Neo-Klasik iktisatçılardan biri olmakla beraber Neo Klasikleri şu noktalarda eleştirmiştir:

– Piyasalarda tam rekabetten ziyade eksik rekabetin bulunduğunu savunur. Sraffa’ ya göre A. Marshall’ ın tam rekabeti temel alan modelinde, tüketicilerin mal satın alırken malı kimden aldıkları konusunda «kayıtsız olmadıkları» noktası dikkate alınmaz. Halbuki bu durumda tüketiciler kayıtsız değildir. Bu, tam rekabeti bozan bir unsurdur.

– Marshall, pozitif dışsallığın bir sanayideki tüm firmaları eşit ölçüde yararlandırdığını böylece, firma dengesinin azalan getiri-artan maliyet ile sağlandığı sonucuna varıyordu. Sraffa ise dış faydaların tüm firmaları eşit ölçüde etkilemediğini ileri sürerek firma dengesinin azalan getiri-artan maliyetle değil negatif eğimli talep eğrisiyle belirlendiğini savunur.

– Neo-Klasikler’ e göre marjinal verim, üretim faktör oranlarındaki ve ölçekteki değişmeye bağlıdır. Sraffa ise marjinal verimin bu unsurlara bağlı olmayan evrensel kurallarla belirlenmesini savunur.

– Neo-Klasikler, üretimin tek yönlü (üretim faktörlerinden tüketim mallarına doğru) olduğunu varsayarken Sraffa, aynı malın hem tüketim malı hem üretim faktörü olabileceğini göstermiştir.

– Neo-Klasikler üretim faktörü fiyatı ile mal fiyatının birbirinden bağımsız olduğunu savunurken, Sraffa bu unsurların karşılıklı etkileşim içinde olduğunu belirlemiştir.

Edward CHAMBERLIN

Neo-Klasik iktisadın önde gelen temsilcilerinden Chamberlin’in bazı görüşleri şöyledir:

– Chamberlin’e göre tam rekabet modelinde firma için talep eğrisi sonsuz esnektir. Eksik rekabette ise her firma kendi malında tekel olduğundan talep, sonsuz esnek değildir.

– Chamberlin, firma dengesinden grup dengesine geçişi incelenmiştir. Grup dengesini; tüm firmaların maliyet ve talep fonksiyonlarının aynı olduğu varsayımı altında belirlemiş, böylece tüm grubu, tüm firmaları temsil eden tek firma ile ele almıştır.

Knut WICKSELL

İsveç Okulu’ nun temsilcilerinden olan Wicksell, Klasikler’ i ekonomik dalgalanmaların oluşturduğu problemleri incelemedikleri için eleştirmiştir. Yazarın temel görüşleri şöyledir:

– Wicksell’ e göre fiyat dalgalanmaları; reel ve piyasa faiz oranlarının farklı olmasından, tasarruf ve yatırım eşitliğinin bulunmamasından, fiyatlar genel düzeyinin istikrarsızlığından kaynaklanır. Reel ve piyasa faiz oranları eşitliği, tasarruf-yatırım eşitliği sağlanıp fiyatlar genel düzeyi istikrara kavuştuğunda problem çözülür.

– Wicksell, reel faiz piyasa faizi ayırımını yapmıştır. Reel faiz; tasarruf arzı ve sermaye talebine göre oluşur. Piyasa faizi ise kredi (para) arzı ve talebine göre belirlenir.

– Say’ in Mahreçler Kanunu’ nu eleştirmiştir. Denge, arz = talep (tasarruf = yatırım) arasında değil, reel faiz = piyasa faizi durumunda gerçekleşir.

Joseph SCHUMPETER

Önemli Neo-Klasik yazarlardan J.Schumpter, konjonktür dalgalanmaları modelini incelemiş, bu dalgalanmaların para-kredi düzeninin işleyişine bağlı olduğunu ileri sürerek girişimci sınıfı ön plana çıkarmıştır. Modelde; teknik yenilik olmadan büyüme, girişimci olmadan teknik yenilik olamayacağı belirtilmiştir. Girişimcilerin kredi taleplerinin artması konjonktürün genişlemesine yol açar. Bu safhada genişleyen ve artan karlar yerini bir süre sonra (girişimci borçlarını ödedikçe) kredi dalgalanmalarına ve zarara bırakır. Böylece daralma safhasına girilir. Schumpeter, para-kredi politikalarının ekonomik istikrarı

NEO-KLASİK İKTİSAT OKULLARI

Neo-klasik iktisadi düşünce okullarının başlıcaları şunlardır:

-Lozan Okulu (Matematiksel Okul), (L. Walras, V. Pareto).

-Cambridge Okulu (J. B. Clark, A. Marshall)

-İsveç Okulu.

Lozan Okulu(Matematiksel Okul)

Ekonomik olayları karşılıklı ilişkiler şeklinde inceleyen okulun temsilcilerinin görüşleri şöyledir:

Léon WALRAS

– Ekonomik olaylar, sebep-sonuç ilişkisi yerine karşılıklı ilişkilerle belirlenir.

– Değer, nadirlik ve marjinal faydaya bağlıdır.

– İki çeşit piyasa vardır: hizmet piyasaları (üretim faktörü piyasaları) ve mal piyasaları.

– Piyasalarda denge, tam rekabet şartlarında geçerlidir.

– Bireyler, paralarının bir kısmını cari işlemlerde kullanmak üzere ellerinde tutarlar. Böylece, Walras ilk kez para talebinden bahsetmiştir.

Vilfredo PARETO

– Subjektif fayda yerine objektif faydayı incelemiştir.

– Faydayı kayıtsızlık eğrileriyle açıklamaya çalışmıştır.

Cambridge Okulu

Bu okulun önemli temsilcilerinden J.B. Clark, I. Fisher’ in etkisinde kalmıştır.

John Bates CLARK

Cambridge Okulunun temsilcilerinden J.B.Clark,

– Tam rekabette üretim faktörlerinin faydası, marjinal birimlerinin verimine bağlı olduğunu savunmuştur.

– Emek ve sermayeyi sabit kabul ederek statik bir toplumu dikkate almıştır. Bir toplumda değişken faktörler beş tane olup karşılıklı etkileşim içindedir. Bunlar; ihtiyaçların artışı, nüfus artışı, sermaye artışı, üretim tekniğinin değişmesi, emek ve sermaye organizasyonunun yenilenmesidir.

Hermann GOSSEN

Gerçekte Faydacı Felsefe’ ye bağlı olan Gossen, tüketicinin kişisel dengesini belirleyen üç kanun oluşturmuştur (Gossen Kanunları):

1) Azalan marjinal fayda, 2) Tatminin maksimumlaştırılması 3) Faydanın kıtlıktan doğması.

Augustin COURNOT

Lozan Okulunun ileri gelenlerinden olan A.Counnot;

– Talebin fiyatın fonksiyonu olduğunu formülleştirmiştir.

– Tekelde dengenin, karın maksimumlaşacağı noktada oluşacağını göstermiştir.

– «Tekel» ile «tam rekabet» arasındaki piyasa şekillerinde de piyasa dengesini araştırmıştır. Düopol dengesi, bunun en önemlisidir.

Cournot’ un rekabet şartlarının aksadığı hallerle ilgili bu bulguları Klasikler’ ce ihmal edilmiş, Cournot bu açıdan Klasikleri eleştirmiştir.

İsveç Okulu

Knut Wicksell’ in öncülüğünü yaptığı okul, Faydacı Felsefe’ nin yanısıra Avusturya Okulu’ ndan ve Cambridge Okulu ekonomistlerinden J. B. Clark’ tan etkilenmiştir. Wicksell’ e «Neo-Klasik Okul» anabaşlığı altında ayrıntısıyla değinilecektir.

KEYNEZYEN İKTİSAT

Talep yönlü İktisat (Keynezyen iktisat), 1929 Büyük Dünya Krizi’ni oluşturandepresyonun ortaya çıkardığı işsizlik ve toplam talepteki yetersizlikleri gidermek amacıyla  geliştirilmiştir. Teorik temelleri bakımından adlandırılacak olursa, talep yönlü iktisada Keynezyen iktisat denilebilir.

  1. Ortaya Çıktığı Dönem:

Talep Yönlü İktisat,1929 Ekonomik Bunalımına çözüm arayışları çerçevesinde 1936′ da J. M. Keynes’ in «İstihdam Faiz ve Paranın Genel Teorisi» adlı eserini yayınlanmasından sonra ortaya çıkmış ve özellikle 1950-1970 yılları arasında altın yıllarını yaşamıştır. Keynezyen iktisat 1970′ li yıllarda farklı şekillerde ortaya koyulmaya başlanmış, diğer bir ifadeyle Keynezyen iktisatçılar bölünmüşlerdir. Başlıca Keynezyen İktisat akımları üç grupta toplanabilir:

1) Neo-Klasik Keynezyen İktisat: Keynesin genel teorisindeki görüşlerini Klasik İktisadın temel ilkeleri ile bağdaştırarak adeta iki teorinin sentezini yapan ve Walras genel denge modeli çerçevesinde Keynesin genel teorisindeki açıklamaları yorumlayan, iktisat literatüründe Gelir Harcama Modeli veya IS-LM analizi olarak da adlandırılan yaklaşımdır.

2) Fundamentalist Keynezyen İktisat: Neo-Klasik Keynezyen iktisadı eleştirerek gerçek Keynezyen iktisadın Keynes’ in Genel Teorisi’nde yeralan görüşleri olduğunu savunan ve belirsizliğin Keynesin iktisadının temeli olduğunu belirten akım.

3) Anti-Walrasyan Keynezyen İktisat: Keynezyen teorinin Klasik teori ile birleştirilmeyeceğini öne sürerek mal ve emek piyasalarında denge halini inceleyen, Neo-Klasik sentezin Keynezyen teori içerisinde yer almasını şiddetle eleştiren ve Keynes’ in teorisinin bir dengesizlik modeli olduğunu belirten akımdır.

  1. Temel İlkeleri ve Varsayımları

Keynezyen Teori’ye göre genel fiyat seviyesini, gelir seviyesini ve üretim fonksiyonu aracılığıyla istihdam seviyesini belirleyen toplam taleptir.

Makro ekonomik denge, toplam arz ile toplam talebin veya toplam yatırımlar ile toplam tasarrufların eşitlendiği noktada gerçekleşir.

Ekonomi kendiliğinden ve daima tam istihdam düzeyinde dengede değildir. Ekonomi için aşırı istihdam, eksik istihdam ve tam istihdam dengelerinden biri söz konusu olabilir.

Para talebinin diğer deyimle likidite tercihinin üç motifi vardır. Bunlar işlem, ihtiyat ve spekülasyon motifleridir. İşlem ve ihtiyat saiki ile tutulan para milli gelir düzeyine, spekülasyon saiki ile tutulan para faiz oranına bağlıdır. Spekülasyon saiki ile tutulan para ile faiz oranı arasında ters yönde bir ilişki vardır. Faiz oranı yüksekken yakın zamanda düşeceği düşünülerek para talebi azalmakta, faiz oranı düşükken kısa zamanda yükseleceği düşünülerek para talebi artmaktadır.

Keynezyen teoride likidite tuzağı, herkesin faiz oranının düşebileceği en düşük seviyeye düştüğüne inanması halidir. Bu durum, para talebinin faiz oranına karşı sonsuz esnek olduğu haldir. Böyle bir durumda para arzında meydana gelebilecek her artış spekülasyon saiki ile elde tutulacak ve faiz oranı hiç etkilenmeyecektir. Diğer bir ifade ile böyle bir durumda para politikaları etkisiz olacaktır.

Faiz, tasarruf sahiplerinin likiditeden uzaklaşmalarının bedelidir.

Tasarruf ve tüketim fonksiyonlarını faiz oranı belirlemez. Ekonomide toplam talebin bir kısmını teşkil eden tüketimi belirleyen unsur, gelirdir. Tüketim milli gelir arttıkça artar, ancak tüketimdeki artış, milli gelirdeki artıştan az olur. Yatırımı belirleyen unsur ise, faiz haddidir. Faiz haddini belirleyen unsur ise para arzı ve talebidir. İşgücü talebi Klasiklerde olduğu gibi reel ücretlerin azalan bir fonksiyonudur. İşgücü arzı ise Klasiklerin varsaydıkları gibi reel ücretin değil nominal ücretin bir fonksiyonudur.

«Her arz kendi talebini yaratır» şeklinde ifade edilen Say Yasası gerçek iktisadi yaşama uygun değildir. Bu durum, tam istihdam düzeyinde cari fiyat düzeyi üzerinden toplam arzın toplam talebe eşitliği halinde meydana gelir. İstihdam hacmi, herşeyden önce milli gelire bağlıdır.

Efektif talebi oluşturan ikinci unsur, yatırım harcamalarıdır. Yatırım fonksiyonu milli gelir değişmelerinden bağımsız ve milli gelirin artan bir fonksiyonu olarak ele alınmıştır. Bağımsız yatırım fonksiyonunda girişimcilerin yatırım kararlarını milli gelir düzeyinin belirlemediği varsayılır. Keynezyen makro teoride yatırım harcamalarının ele alınışı sermayenin marjinal etkinliği kavramına dayalıdır. Sermayenin marjinal etkinliği: sermaye malından umulan getirileri sermaye malının arz fiyatına eşitleyen iskonto oranıdır.

  1. Politikaları

Ekonomi, toplam talep etkilenerek düzenlenebilir. Ekonomide toplam talep, toplam arzdan fazla ise, veya yatırımlar tasarruflardan fazla ise bir «enflasyonist açık» söz konusudur. Ekonomi kendiliğinden dengeye gelmez. Bu durumda devlet efektif talebi yönlendirerek ekonomiyi düzeltebilir. Devlet, kamu harcamalarını azaltarak ve/veya vergi oranlarını arttırarak müdahalede bulunur (Sınırlayıcı Maliye Politikası). Ekonomide toplam talep, toplam arzdan azsa veya toplam yatırımlar, tasarruflardan azsa bu durumda «deflasyonist açık» söz konusudur. Deflasyonist açığın giderilmesi için, Devletin yine talebi yönlendirme yoluyla ekonomiye müdahalesi gereklidir. Bu durumda kamu harcamaları arttırılarak ve/veya, vergiler indirilerek müdahale yapılacaktır(Telafi Edici Maliye Politikası).

Devletin harcamaları bazı alanlarda özel sektör kadar-hatta özel sektörden daha fazla- verimli olabilir. Kamu gelirleri ve harcamaları tarafsız olamaz.

Ekonomide tam istihdam düzeyinin altında denge söz konusu iken özel harcamalarla kamu harcamaları birbiriyle rekabet halinde değildir.

Borçlanma olağanüstü bir gelir değildir.

  1. Yöneltilen Eleştiriler

1970 ve sonrası işsizlik ve enflasyonun bir arada ve sürekli olması, Keynezyen iktisada yönelik eleştirilerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Eleştiriler asıl olarak Neo-Klasik Keynezyen iktisat yaklaşımına yöneliktir. Eleştirilerin bir kısmı diğer Keynezyen iktisatçılar tarafından yapılırken bir kısmı da Keynezyen teoriye karşı olanlar tarafından yapılmıştır.

Neo-Klasik Keynezyen iktisada yönelik Keynezyen iktisatçıların eleştirileri, özellikle Keynezyen iktisadın yanlış ortaya konulduğu yönünde ortaya çıkmıştır. Bu iktisatçılar 1970-1980 döneminde ortaya çıkan bunalıma Neo-Klasik Keynezyen iktisadın neden olduğunu belirtmişlerdir. Söz konusu iktisatçıların bir kısmı Neo-Klasik senteze karşı çıkıp IS-LM analizinin Keynesin iktisadını temsil etmediği belirtilirken, bir kısmı da Genel Teori üzerinde durarak beklentiler ve ücret maliyeti konularına önem verilmesi gerektiğini belirtmişlerdir.Yine Keynezyen iktisatçılar, Keynes’in Teorisi’nin Walrasian Genel Denge Modeli çerçevesinde ortaya konulmasının yanlış olduğunu, Keynesin modelinin bir dengesizlik modeli olduğunu ifade etmişlerdir.

Keynezyen iktisada karşı olanların başlıca eleştirdikleri noktalar şunlardır:

  1. Stagflasyon: 1970 sonrası ekonomide kronik olarak hem enflasyon ve hem işsizlik gerçekleşmiştir.

Keynezyen iktisadın bu sorunları açıklayamaması ve politik çözümler getirememesi eleştirilerin kaynağını oluşturur.

  1. Keynezyen iktisadın üretim konusunu ele almadığı eleştirisi: 1970 ve 1980′ li yıllarda ve özellikle gelişmiş sanayi ülkelerinde görülen üretim artış hızının devamlı azalması, Keynezyen iktisadın bu sorunu açıklama ve çözmede başarısız olması, Keynezyen makro teorinin üretim konusunu ele almadığı şeklinde eleştirilere neden olmuştur. Keynes’e göre istihdam ve talep yeteri kadar yüksek olduğu sürece üretim için kaygı duymaya gerek yoktur. Keynezyen iktisadın bu yaklaşımı söz konusu sorunu açıklama ve çözmede başarısız olmuştur.
  2. Keynezyen iktisat sermaye birikimini ele almamıştır: 1960 ve 1970′ li yıllarda ABD ve İngiltere’ de şiddetlenen ve stagflasyon diye adlandırılan krizin nedeni olarak sermaye birikiminin gittikçe azalması gösterilmiş ve uygulanan ekonomi politikalarının başarısızlığı Keynezyen iktisadın sermaye birikimi ile ilgilenmemesine bağlamıştır. Keynezyen Teori tasarruf ile yatırımın daima birbirine eşit olacağını varsayan Say Yasasını reddetmiş ve onun yerine gelişmiş ülkelerde uzun dönemde aşırı tasarruf durumunun ortaya çıkacağını öne sürmüştür. Bu nedenle Keynezyen iktisatta tasarruf yetersizliği sözkonusu değildir.
  3. Objektif iktisatçı varsayımına yönelik eleştiriler: Keynezyen iktisat özellikle iktisat politikacısının objektif ve bağımsız bir kişiliği olacağını ve siyasi baskılardan etkilenmeyeceğini farzetmiştir. Oysa ki bütün ekonomik kriz dönemlerinde görüldüğü gibi «iktidardaki iktisatçı ya bir politikacı ve fırsatçı haline gelmekte veya iktidarını ve etkisini yitirmektedir. »
  4. Philips eğrisi çerçevesindeki eleştiri: A. W. Philips, sadece istatistiki verilere dayanarak parasal ücretlerin değişme oranı (enflasyon) ile işsizlik oranı arasında ters yönlü bir ilişki bulmuştur. Bu eğrisel ilişki iktisat politikacısını yüksek oranda işsizlik ve az enflasyon ile düşük oranda işsizlik ve yüksek enflasyon gibi iki zorunlu tercih karşısında bırakmıştır. Keynezyen iktisatçılar Philips eğrilerini büyük bir sevinçle karşılamış ve benimsemişleridir. Özellikle hem işsizliğin hem de enflasyonun birlikte arttığı 1970 sonrası yıllarda Keynezyen Teori’nin gerçeklere uymadığı ve bu teorinin politika reçetelerine güvenilemeyeceği yolundaki iddialar özellikle Philips eğrilerine verilen önemden kaynaklanmıştır.
  5. Taksflasyon: Keynezyen iktisadın öngördüğü politikalara göre yüksek enflasyon dönemlerinde vergi oranlarının yükseltilmesi enflasyonu önleyici olacak ve enflasyon düşecektir. Ancak 1970′ li yıllarda hem yüksek enflasyonun hem de yüksek vergi oranlarının bir anda olması Keynezyen iktisatın eleştirilmesi yolaçmıştır.
  6. Kamu sektörünün aşırı büyümesi: Kamu sektörünün aşırı büyümesinin teorik temellerini Keynezyen iktisatta bulduğu ileri sürülerek Keynes eleştirilmiştir.

5-Neo-Klasik Keynezyen İktisadın Temsilcileri:

Klasik ve Keynezyen görüşlerin temel ilkelerinin bağdaştırılabileceğini savunan bu akımın öncüleri Hicks, Hansen, Samuelson, Tobin, Klein ve Solow’ dur.

  1. R. HICKS

Neo-Klasik Keynezyen iktisadın önde gelen isimlerinden olan J.R.Hicks;

– Sayısal (kardinal) fayda yerine sırasal (ordinal) faydanın kullanılması gerektiğini, çünkü faydanın ölçülmesinin mümkün olmadığını savunur.

– Walras ve Pareto’ nun genel denge sistemini yine tam rekabet varsayımı altında kurmuştur.

– Kayıtsızlık eğrileri tahlilini geliştirmiş, marjinal fayda teorisini kayıtsızlık eğrileri ile ifade ederek genel dengenin dinamik tahlilini yapmayı denemiştir.

– «Marjinal fayda» kavramını «marjinal ikame oranı» ile; «azalan marjinal fayda» kavramını «azalan marjinal ikame oranı» ile değiştirmiştir.

– «Tüketicinin fayda alanı» yerine «kayıtsızlık paftası», «belirli zevkler varsayımı» yerine «belirli tercih sıralaması» ifadelerini kullanmıştır.

– Hicks’ in Walras ve Pareto’ dan fazla olarak söylediği; tam rekabet şartlarında gelir tesirinin ve tamamlayıcı ilişkilerin sistemin istikrarını bozabileceğidir. Buna karşılık sistemde istikrarı sağlayabilecek öğeler de vardır. Dolayısıyla statik tam rekabet şartlarında sistem istikrarlıdır.

– Geleceğin belirsizliğinin istikrarsızlığa yol açtığını kabul eden Hicks Kapitalizm’de planların ve bekleyişlerin kısmen gerçekleşebileceği «vadeli mübadele piyasaları»nın bulunduğunu savunur. Ancak bu piyasaların uygun işlemesini engelleyen belirsizlik türleri mevcut olup bunlar hem Kapitalizm, hem Sosyalizm için geçerlidir.

– Hansen ile birlikte oluşturduğu faiz teorisi modeli ile Keynesin faiz teorisini eleştirmiştir.

Alvin HANSEN

Neo-Klasik Keynezyen iktisada önemli katkılarda bulunan A.Hansen;

– Gelir dağılımı, para ve faiz teorisi gibi alanlarda Hicks’ in tahlil araçlarını kullanarak geliştirmiştir.

– Hicks ile birlikte oluşturduğu modelle Keynes’ in Faiz teorisini eleştirmiştir. Keynes’ in faiz teorisinin belirsiz olduğunu ileri süren bu eleştiriye göre her gelir düzeyi için farklı bir likidite tercih eğrisi vardır. Her ne kadar spekülasyon güdüsüyle talep edilen parayı gösteren likidite eğrisi gelirin fonksiyonu (gelire bağlı) değilse de işlem ve ihtiyat güdüsüyle talep edilen parayı bilmek için gelir düzeyini bilmek gerekir. Keynes’ in faiz teorisinde bu nokta dikkate alınmadığından Keynezyen Faiz teorisi de Klasik faiz teorisi gibi belirsizdir.

Paul SAMUELSON

Neo-Klasik iktisadın önemli temsilcilerinden olan P.Samuelson;

– Yatırım teorisi konusunda Keynes’ in oluşturduğu çarpan mekanizmasını eleştirmiştir. Fakat Samuelson’ a göre Keynes’in statik çarpan tahlili, gelirdeki artışla, bunun yol açtığı tüketim harcamaları artışı arasındaki zaman gecikmesini gözönünde tutmamakta, yatırım artışının çarpan büyüklüğü katında gelir oluşturacağını kabul etmektedir. Oysa çarpan kaçınılmaz olarak dinamik olup miktarlarının zamanla ifadelendirilmesi gerekir. Çarpanın dinamik tahlili iki unsura bağlıdır: 1) Gelir düzeyine bağlı olan harcama (tüketim harcaması) 2) Gelire ilave olarak yapılan kamu harcamaları veya özel yatırım harcamaları.

6-Post-Keynezyen (Fundamentalist Keynezyen) İktisadın Temsilcileri

Neo-Klasik Keynezyen görüşe karşı çıkarak gerçek Keynezyen iktisadın, Keynes’ in Genel Teorisi’ nde yer alan görüşler olduğunu savunan akımın temsilcileri; Harrod, Robinson, Weintraub, Kaldor ve Shackle’ dır.

Roy HARROD

Post-Keynezyen iktisadın temelini oluşturan görüşlere sahip olan R.Harrod’un ekonomiye getirdiği en büyük yenilik, iktisadi büyüme teorisi için oluşturduğu modeldir. Statik Keynezyen Teori’ nin dinamikleştirilmesi ve uzun dönem istikrarlı büyüme şartlarının açıklanması açısından önemli olan Harrod modeli, Domar’ ın da aynı özellikleri incelemesinden dolayı Harrod-Domar Modeli olarak bilinir. Model, yatırımın hem üretim kapasitesini hem de geliri arttırıcı bir unsur olduğunu göz önünde tutarak özellikle Keynes’ in ihmal ettiği üretim arttırıcı etkisi üzerinde durur. Harrod, kapitalist ülkelerde iktisadi büyümeyi, hızlandıran ve çarpan etkilerine dayanan dinamik bir teori içinde inceler. Bu, iktisadi dalgalanmaları büyüme içinde inceleyen, boom ve depresyon dönemlerini mümkün gören, kapitalizmin değişme sürecini girişimci davranışlarına bağlayan bir büyüme modelidir. Teori, temelde üç sorunla ilgili olup her bir sorun üç ayrı Harrod denklemiyle çözülebilir:

Sorun 1

– Sermaye / hasıla oranı ve tasarruf / gelir oranı sabitken gerçekleştirilebilecek sürekli büyüme oranı.

Çözüm 1

– Fiili büyüme oranının bulunmasıyla çözülür.

Sorun 2

– Bu sürekli büyüme sürecindeki istikrarsızlık.

Çözüm 2

– Gerçek (uygun) büyüme oranının bulunmasıyla çözülür.

Sorun 3

– Uzun dönemde ekonominin sürdürebileceği maksimum büyüme oranı

Çözüm 3

– Tabii büyüme oranının bilinmesini gerektirir.

Harrod, konjonktürel dengesizlikler üzerinde de durmuş, örneğin sürekli durgunluğun giderilmesi için cari işlemler dengesinin fazlalık vermesinin bir çözüm olacağını ileri sürmüştür.

Joan ROBINSON

Post-keynezyen iktisdın önemli temsilcilerinden olan J.Robinson’un bazı temel görüşleri şöyledir:

– Tam rekabet her zaman geçerli olmayabilir. Eksik rekabet de söz konusudur. Robinson, eksik rekabet şartlarının tahlilinde Cournot’ un marjinal hasılat / marjinal maliyete dayanan tahlilini kabul etmiştir. Chamberlin ile kıyaslandığında ise Robinson’ un Chamberlin’ in aksine satış masraflarını incelemediği ve tahlillerini ortalama eğriler yerine marjinal eğrilerle yaptığı görülür.

– Yatırım çarpanını dış ticareti kapsayacak şekilde genişletmiştir.

– Harrod modelinin önerdiği istikrarlı büyüme (gerekli büyüme = tabii büyüme) modellerinin yanısıra istikrarsız büyüme modellerini de incelemiştir. Robinson’ a göre istikrarlı büyümenin altı şartı vardır: Teknoloji, yatırım politikası, tasarruf şartları, rekabet şartları, mali şartlar, ücret pazarlıkları.

Nicholas KALDOR

Harrod büyüme modelinin önerdiği istikrarlı büyümenin temel şartının sağlanabilmesi için bazı makro değişkenlerin teoriye uyumunun gerekli olduğunu savunan Kaldor’ a göre örneğin uyumun sağlanmasında tasarruflar önemlidir. Çünkü bir toplumda tasarruf-yatırım eşitliğinin sağlanması girişimci sınıfın milli gelirden aldığı paya bağlıdır. Uyumun sağlanmasında teknoloji de önemlidir. Teknolojik değişme sermaye birikimine bağlıdır. Bilgi, yatırıma bağlı olarak büyümekte hatta yatırımın nisbi büyüme oranının fonksiyonu sayılmaktadır

CHICAGO İKTİSAT OKULU

  1. GİRİŞ

İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes’ in 1936 yılında yayınladığı “İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi” başlığını taşıyan eserinde yer alan görüşleri uzun yıllar makro iktisat teorisinin temelini oluşturmuştur. Keynes’ in fikirlerinden hareketle geliştirilen Keynezyen İktisat, ekonomi politikası araçlarından özellikle maliye Politikasına ağırlık vermiştir. Keynezyenler ekonomide ortaya çıkan sorunlara karşı maliye politikalarının (başlıca; kamu harcamaları politikası, vergi politikası, borçlanma ve borç yönetimi politikası, bütçe politikası v.s.) etkin olarak uygulanabileceğini savunmuşlardır.

Keynesyen iktisat politikalarına karşı çıkan iktisatçıların başında Chicago İktisat Okulu’ nun kurucusu olarak kabul edilen Milton Friedman gelmektedir. Friedman 1940’ lı yılların sonlarından günümüze değin yayınladığı bir çok eserinde müdahaleci keynesyen maliye politikası yaklaşımını şiddetle eleştirmiştir. Friedman yaptığı araştırmalarda üretim ve fiyatların belirlenmesinde temel etmenin maliye politikası araçları olmadığını belirtmiştir. Friedman’ a göre enflasyon, işsizlik, bütçe açıkları v.b. iktisadi sorunların temelinde para politikaları yatmaktadır. Friedman’ a göre ekonomi üzerinde iktisat politikası araçlarından en etkili olanı para politikasıdır. Özetle, Monetarizm, üretim ve fiyatların belirlenmesinde birinci önemli faktörün “para” olduğunu savunan çağdaş iktisadi düşüncelerden birisidir.

Bu çalışmada Monetarizm ve daha sonraları bu teoriden hareketle geliştirilen Rasyonel Beklentiler Teorisi’ nin temel esasları incelenmektedir.

  1. MONETARİZM

Monetarizm büyük ölçüde, 1976 Nobel Ekonomi Ödülü’nü kazanan Amerikalı iktisatçı Milton Friedman tarafından geliştirilmiş bir teoridir. Friedman, 1976 yılında “Paranın Miktar Teorisi Üzerine Çalışmalar” başlığı altında, editörlüğünü yaptığı bir kitap yayınladı (Friedman: 1956). Bu çalışma ile Friedman esasen monetarizmin temel ilkelerini ortaya koymuş oldu. İleriki yıllarda Chicago Üniversitesi’ndeki meslekdaşları ve öğrencileri ile birlikte, teorik görüşlerini daha da geliştirdi ve bazı ampirik çalışmalarla bu görüşlerini doğruladı.

Monetarizm, esasen çağdaş iktisadi sorunlardan biri olan enflasyon konusu üzerinde durmuştur. Bu politika enflasyonun temel nedeni olarak para arzının hükümetlerce gereksiz yere ve aşırı ölçüde artırılmasını görmektedir. Monetaristlere göre, ekonomideki istikrarsızlıkların bir çoğu parasal kökenlidir. Bu nedenle para politikası iktisadi sorunlara karşı diğer iktisat politikası araçlarından daha etkilidir. Monetarizmin temel ilkelerini Friedman’ ın kendi ifadeleriyle aktarmaya çalışalım:

“ 1. Para arzındaki büyüme oranı ile nominal gelirin büyüme oranı arasında çok kesin olmamakla birlikte bir ilişki bulunmaktadır.

  1. Bu ilişki çok kesin değildir. Çünkü para arzındaki artışların geliri etkilemesi zaman alır. Ayrıca, bunun ne kadar süreceği de belli değildir.
  2. Ortalama olarak para arzındaki artış, nominal gelirleri yaklaşık 6 ve 9 ay arasında geçecek bir süre sonunda etkiler.
  3. Nominal gelirin büyüme oranındaki artış etkisi ilk olarak üretim üzerinde görülür. Bu daha sonra fiyatlara yansır.
  4. Ortalama olarak, fiyat etkisi yaklaşık olarak 6 ve 9 ay arasında değişen zaman boyutu içerisinde ortaya çıkar. Para arzındaki artış ile enflasyon arasındaki toplam gecikme ortalama 12-18 ay arasındadır.
  5. Para arzındaki artış ile bunun nominal gelirlere ve daha sonra fiyatlara yansıma ilişkisi ‘çok kesin ve belirli’ değildir. Bu ilişkide bir kayma söz konusudur.
  6. Kısa dönemde (5 veya 10 ay kadar bir sürede) para arzındaki değişmeler öncelikle üretimi etkiler. 10 ayı aşan bir sürede para arzının büyümesi fiyatları etkiler” (Macesich, 1983: 3-4).

Monetarizm, esasen bu ilkeleri ile klasik iktisatçıların açıkladıkları Miktar Teorisini yeniden ön plana çıkarmıştır. Bununla birlikte monetaristler Klasik Miktar Teorisi’ni bazı yönlerden eleştirmişler ve bu teorinin enflasyonu açıklamak için yeterli olmadığını öne sürmüşlerdir. Monetaristlere göre, MV=PT şeklinde ifade edilen klasik miktar teorisi formülünde yer alan paranın dolaşım hızı (V) sabit değil, aksine bazı değişkenlerin istikrarlı bir fonksiyonudur. Friedman’ ın analizleri ile geliştirilen monetarizme aynı zamanda “Modern Miktar teorisi” adı da verilmektedir (Bkz. Vane ve Tompson, 1979; Greenhut ve Stewart, 1983; Savaş, 1984).

Monetaristler, serbest piyasa ekonomisinin kendi iç dinamiği sayesinde istikrarlı bir model olduğunu savunmakla birlikte, klasik iktisatçılardan farklı olarak ekonominin her zaman tam istihdam düzeyinde olmayacağını kabul etmektedirler. Monetaristler, insanların daha iyi bir iş arama veya işsizlik yardımından yararlanmaları neticesinde belirli bir süre işsiz kalabileceklerini, böylece ekonomide her an bir “doğal işsizlik” olabileceğini öne sürmüşlerdir. Monetarizm, esasen klasik iktisadın temel ilkelerini aynen kabul etmekle birlikte, ondan başlıca iki noktada ayrılmaktadır:

Klasik miktar teorisi açıklaması yetersizdir.

Ekonomi her zaman tam istihdam düzeyinde dengede değildir; doğal işsizlik hipotezi.

Klasik iktisat ve monetarizm arasındaki bu iki temel farklılığa rağmen her iki teori de enflasyonun en önemli kaynağının para arzındaki artışlar olduğunu kabul etmektedir. Monetaristlere göre enflasyonu kontrol altına almak için en etkin araç para politikasıdır. Para arzındaki değişmeler, para talebinden bağımsız bir şekilde para otoritesince bağımsız olarak belirlenir. Ancak para otoritesinin bu gücünün sık sık değişen para artış hızları şeklinde uygulanması istikrar değil istikrarsızlık getirir. Monetaristler, bu istikrarsızlıkları önlemek için para arzının belirli bir oranda ve ekonomideki gelişmelerle orantılı olarak kademeli bir şekilde artırılmasını önermektedir.

Bu kısa açıklamalardan sonra şimdi monetarizmin temelini oluşturan parasal genişleme konusunu kısaca ele almakta yarar bulunmaktadır.

  1. PARASAL GENİŞLEMENİN NEDENLERİ, ETKİLERİ VE SONUÇLARI

Parasal genişleme, hükümetlerin merkez bankası üzerinde doğrudan ve/veya dolaylı yollardan etkide bulunarak para arzını artırmalarıdır. Politik ve ekonomik istikrarsızlığın egemen olduğu ülkelerde para arzının aşırı biçimde genişlemesinin temel nedeni siyasi olgulardır. Siyasi otorite, yeniden seçilebilmek için kamu harcamalarını sürekli olarak artırmakta, bunun neticesinde kamu kesimi finansman açıkları sorunu ortaya çıkmaktadır. Kamunun finansman açığı ise başlıca beş ayrı yoldan karşılanmaya çalışılmaktadır. Bunlar; vergileme, iç borçlanma, dış borçlanma, para basma, döviz rezervlerinin kullanılmasıdır.

Kamu ekonomisinin görev ve fonksiyonlarının genişlemesi kamu harcamalarının sürekli artması anlamına gelmektedir. Artan kamu harcamalarına paralel olarak siyasal iktidarlar finansman sorunu ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Kamu harcamalarının finansmanında temel kaynak vergilerdir. Vergiler devletin en önemli finansman kaynağı olmasına rağmen bunun sınırları bulunmaktadır. Herşeyden önce vergilerin artırılması, vatandaşlar tarafından tepki ile karşılanabileceğinden oy kaybetmek istemeyen ve yeniden seçilebilmeyi planlayan siyasal iktidarlar, vergileri özellikle seçim öncesi dönemlerde fazla artırmamaya özen gösteririler. Kamu harcamalarının tamamen vergi ile finanse edilmemesi bütçe gelirleri ile bütçe harcamaları arasındaki dengesizlik sorununu yani “bütçe açığı” sorununu gündeme getirir.

Hükümetler bütçe açığını tamamen vergi ile finanse etmeyince, bu kez vergi-dışı finansman kaynaklarına yönelirler. Vergi-dışı finansman kaynakları ise borçlanma ve emisyondur.

Önemle belirtelim ki, vergi yükünün giderek artmasının ekonomi üzerinde ciddi sorunlara yol açması kaçınılmazdır. En başta vergi yükünün artmasının toplam tasarrufları, yatırımları ve emek arzını olumsuz etkilemesi sözkonusudur. Bu, netice olarak işsizliğin artması, ekonomik büyüme ve kalkınmanın yavaşlaması ve prodüktivitenin azalması anlamına gelir. Dahası, vergilerin ağırlaşması, vergi kaçakçılığı sorununu da beraberinde getirir. Vergi kaçakçılığı, yeraltı ekonomisinin (kayıtdışı ekonominin) genişlemesi ve devletin vergi gelirlerinin azalması sonucunu doğurur.

Borçlanmanın da ekonomi üzerinde olumsuz sonuçları vardır. Devletin kamu harcamalarını iç borçlanmaya (hazine tahvil ve bono ihracı, Merkez Bankası’ndan kısa vadeli avans vs.) başvurarak finanse etmeye yönelmesi kısa dönemde faiz oranlarını artırır. Faiz oranlarının artması üretim ekonomisinin daralması ve yatırımlara aktarılabilecek fonların milli gelire hiç bir katkısı olmayan rant ekonomisi içinde değerlendirilmesi neticesini doğurur. Faiz oranlarının artması, müteşebbislerin kredi kullanma maliyetlerini önemli ölçüde artırır. Özetle, devletin iç borçlanmaya başvurması reel sektör üzerinde olumsuz sonuçlar doğurur. Uzun dönemde ise gelecek kuşakların vergi yükünün artması sorunu gündeme gelir. Bu çerçevede değerlendirildiğinde aşırı iç borçlanma reel ekonomi açısından son derece sakıncalı bir maliye politikası aracıdır. Üstelik, kamu harcamalarının borçlanma ile finanse edilmeye çalışılması,kamu ekonomisini adeta bir “fasit daire” içine sokar. Zira, asıl amacı kamu harcamalarını finanse etmek olan devlet, borçlanma ile faiz yükünü artırır ve yeniden, bu kez daha yüksek faizle borçlanmaya başvurmak zorunda kalır.

Devletin dış borçlanmaya başvurması sınırlı olduğu ve verimli alanlarda kullanıldığı takdirde ekonomi açısından faydalı olabilir. Ancak giderek artan dış borçlanma kamu ekonomisinde bir başka dengeyi olumsuz etkiler. Devletin dış borçlarının artması, dış borç faiz yükünün artması sorununu da beraberinde getirir. Netice olarak, devletin döviz kaynaklarının bir kısmı, dış ülkelere dış borç ana parası ve faizi olarak geri ödenmek zorundadır. Bu durumda ödemeler bilançosunda denge bozulabilir ve açık sorunu gündeme gelebilir. Anlaşıldığı üzere gerek iç, gerek dış borçlanma sınırlandırılmadığı takdirde ekonomi üzerinde ciddi sorunlar ortaya çıkarabilir.

Bütçe açıklarının vergi dışı finansman kaynaklarından bir diğeri emisyondur. Devletin merkez bankası kaynaklarına başvurarak karşılıksız para basması ve/veya merkez bankası avanslarını kullanması, daha sonra da bu borcun bir yasa çıkarılarak ortadan kaldırılması ya da uzun vadeli borç haline dönüştürülmesi (konsolidasyon = tahkim) işlemleri nihai olarak enflasyona yol açmaktadır. Iktisat biliminde para arzı artışı ve fiyatlar genel seviyesi arasındaki ilişkinin pozitif yönde olduğu pek çok ampirik çalışma ile doğrulanmıştır. Özetle, kamu ekonomisinde hükümetlerin para arzını artırmalarının sonucu enflasyondur.

  1. PARASAL GENİŞLEME VE FİYATLAR GENEL SEVİYESİ ARASINDAKİ İLİŞKİ

Parasal genişleme ve fiyatlar genel seviyesi arasındaki ilişkiler literatürde Miktar Teorisi olarak adlandırılmakta ve para teorisinin temelini oluşturmaktadır. Miktar teorisi, kısaca paranın miktarındaki artış ile fiyatlar genel seviyesi arasındaki ilişkiyi ele almaktadır. Miktar teorisi, çok basit ve anlaşılır bir hipotezi öne sürmektedir: paranın miktarındaki artışlar fiyatlar genel seviyesini artırır, yani enflasyona yol açar. Bunun tersi olarak paranın miktarındaki azalma, fiyatlar genel seviyesinin düşmesine, yani deflasyona yol açar.

Bu bölümde para arzındaki büyüme ile fiyatlar genel seviyesi arasındaki ilişkileri başlıca üç alt başlık altında inceleyeceğiz. Ilk olarak, konunun tarihsel temellerini, daha sonra teorik temellerini ve son olarak da para arzı ile fiyatlar genel seviyesi arasındaki uluslararası ampirik araştırmaların sonuçlarını özetleyeceğiz. Bu son bölümde ayrıca ülkemizde para arzı ve fiyatlar genel seviyesi arasındaki ilişkiyi test etmeye çalışacağız.

  1. Miktar Teorisinin Doğuşu

Para miktarı ve fiyatlar genel seviyesi arasındaki ilişkinin mevcut olduğunu ilk ortaya atan düşünürün Polonyalı Astrolog Copernicus (1473-1543) olduğu ileri sürülür Copernicus’un Polonya Kralı Sigismund I’in isteği üzerine para sorunlarını incelediği belirtilmektedir. Copernicus dışında konuyu inceleyenler arasında J. Bodin, Sir W. Petty, R.D. Cantillion adlı düşünürleri de saymak gerekir. J. Bodin (1530-1596), yayınladığı bir eserinde sikkelerden eksiltilmiş değerli maden oranıyla fiyat hareketlerini karşılaştırmıştır. Bodin, fiyatlardaki artışın sikke ayar bozukluğu oranından çok daha yüksek olduğu sonucuna varmıştır. R. Cantillion (1680-1734) ise altın ve gümüş madenlerin keşfedilmesi neticesinde para miktarının artmış olduğunu ve bunun sonucunda fiyatlar genel seviyesinin yükseldiğini belirtmiştir. Fakat konuyu ilk kez detaylarıyla ve açık olarak inceleyenler, klasik liberalizmin kurucusu ve ilk temsilcileri olmuştur. Siyasi liberalizmin kurucusu olarak kabul edilen John Locke bir eserinde para miktarı ve fiyatlar arasındaki ilişkiyi şöyle açıklamıştır (Ergin,1981: 147):

“Arz ve talep sabit iken fiyatlar yükselirse, nedeni doğrudan doğruya para miktarındaki değişikliktir. Ancak paranın yavaş veya hızlı el değiştirmesine göre, fiyatlar az veya çok yükselir.”

Konuyu çok açık olarak ortaya koyan düşünürlerden birisi de D. Hume’dur. A. Smith ve diğer klasik iktisatçılar üzerinde çok büyük etkisi olan D. Hume (1711-1776), para miktarı ve fiyatlar arasındaki ilişkiyi şöyle açıklamaktadır (Ergin,1981: 149):

“Ingiltere’deki altın ve gümüşün beşte dördünü bir gemiye yüklettiklerini ve gece denize açılan geminin battığını varsayalım. Ne olacaktır? Bütün Ingiltere’nin parası bir gecede beşte dört azalmış bulunacaktır. Dolaşımdaki para Henry VIII ve Edward VI zamanlarındaki miktara inecektir. Fiyatlar da aynı oranda ucuzlayacaktır. Ucuzlayan Ingiliz malları, yabancı ülkelere çok daha büyük miktarlarda satılacaktır. Yabancı malları ise, iç piyasada pahalılıkları dolayısıyla alıcı bulamayacaktır. Dışsatım artarken, dışalım azalacaktır. Dış ticaret, memlekete değerli maden kazandıracaktır. Altın ve gümüş girişi para stokunu eski hacmine getirince, fiyatlar da olay öncesi düzeye yeniden gelecektir…Bir gecede Ingiltere’deki para stoku beş kat artarsa, gelişme ters yönde olacaktır. Iç piyasada fiyatların yükselmesi, dışalımın çoğalmasına ve dışsatımın azalmasına yol açacaktır. Ülkeden altın çıkacaktır. Altın çıkışları, fiyatlar başlangıçtaki düzeyine ininceye dek sürecektir. Bir ulusun zenginliğini oluşturan, doğal kaynakları ve endüstrisidir. Ingiltere, zenginliğini altın stokuna değil, sürüm pazarlarına borçludur. Uluslararası ticarette, işbölümü yapılması ve serbest bir düzen kurulması, devlet müdahalesinden daha iyi sonuç verir.”

  1. Hume, para miktarındaki artışların hemen fiyatları artırmayacağını ve bunun bir zaman gecikmesi (time lag) ile fiyatlara yansıyacağını da ifade etmiştir. Tekrar Hume’un kendi sözleri ile aktaralım:

“Eşya fiyatlarının yükselmesi, altın ve gümüşün çoğalmasından ileri gelen kaçınılmaz bir sonuç olmakla beraber, pahalılık derhal başlamaz. Önceleri, fiyatlarda bir değişiklik görülmez. Fiyatların yükselmesi için zaman geçmesi gereklidir. Pahalılık adım adım ilerler. Evvela bir malın, sonra bir diğerinin fiyatı zam görür. Ve sonunda bütün fiyatlar, para miktarındaki çoğalışla aynı hizaya gelir.” (Ergin, 1981: 150)

Para miktarı ve fiyatlar arasındaki ilişkiyi ele alan düşünürlerden bir diğeri de ünlü klasik iktisatçılardan J.S. Mill (1806-1873)’dir (Şekil III.2). Mill, Hume’un miktar teorisi konusundaki görüşlerine katılmakla birlikte paranın dolanım hızının da fiyatlar üzerinde etkili olacağını savunuyordu. Mill, yaptığı açıklamalarla miktar teorisini ilk kez matematiksel olarak formüle eden Irwing Fisher üzerinde de etkili olmuştur. Mill’in konu ile ilgili görüşlerini kendi sözleriyle aktarmaya çalışalım:

“Eğer, satışa sunulan malların miktarının sabit olduğunu varsayarsak, paranın değeri, paranın miktarına ve el değiştirme sayısına bağlı olacaktır. Netice olarak, mübadeleye konu olan malların sayısı aynı kalmakla birlikte, paranın değeri, paranın tedavül hızı ile ters yönlü bir ilişkiye sahip olacaktır.” (Ekelund-Hebert, 1990: 38)

  1. Klasik Miktar Teorisi

Miktar teorisinin, para arzındaki ve paranın dolaşım hızındaki değişmelerin neticesinde fiyatlar genel seviyesinin değişeceğini ifade eden bir para teorisi olduğunu yukarıda belirttik. Bir başka ifadeyle, miktar teorisi, para miktarındaki değişmelerin doğrudan doğruya fiyatlar genel seviyesindeki değişikliklere yansıyacağını ifade eder. Konuyu çok basit olarak bir şekille göstermemiz mümkündür. Şekil III.3’de yatay eksende para arzı, dikey eksende ise fiyatlar genel seviyesi gösterilmiştir. Para talebi ise orijinden yukarı doğru çizilen 45 derecelik bir doğru şeklinde gösterilmiştir. Şekilden anlaşıldığı üzere para arzının M düzeyinde olduğu noktada fiyatlar genel seviyesinin P1 düzeyindedir. Para arzının M(s) noktasına artırılması ile birlikte fiyatlar genel seviyesi de P1’den P2’ye yükselmektedir (bkz. Şekil-2 ).

Fisher Yaklaşımı

Yukarıda basit geometrik yorumunu sunduğumuz miktar teorisini ilk olarak bilimsel düzeyde incleyen iktisatçı Irwing Fisher (1867-1947) olmuştur. ABD’de Yale Üniversitesi’nde görev yapan Profesör Fisher, miktar teorisini ilk kez matematiksel olarak formüle eden bilim adamıdır. Fisher dışında konuyu inceleyen diğer iktisatçılar arasında K. Wicksell, L. Walras, A. Marshall ve A.C. Pigou gibi iktisatçıları sayabiliriz.

Fisher’in miktar teorisi ile ilgili formülü şu şekildedir:

PT = MV + M’ V’

Yukarıdaki formülde;

M : efektif para (itibari ya da nakit para),

M’: kaydi para,

V : Efektif (itibari) paranın dolaşım (tedavül ) hızı,

V’: Kaydi paranın dolaşım hızıdır.

M+M’ toplam para arzını ifade etmektedir. Formülde P, fiyatlar genel seviyesini; T ise ticaret (işlemler) hacmini belirtmektedir.

Fisher denklemine göre, bir ülkede tedavülde bulunan paraların miktarı (M +M’) ile onların belirli bir dönem içinde kaç defa el değiştirdikleri (V+V’) çarpıldığında elde edilecek rakam aynı dönemde paranın aracılık ettiği işlemlerle (T), bu işlemlere uygulanan fiyatların (P) çarpımına eşit olacaktır. Bu açıklamalar çerçevesinde;

M.V = P.T özdeşliği yazılabilir.

Fisher yaklaşımı bir özdeşlik olarak ele alındığında, ekonomik faaliyet hacmi ne olursa olsun tanımsal olarak geçerli olan bir gerçeği ifade etmektedir. Buna göre toplam harcamalar, bu harcamalara konu olan mal ve hizmetlerin değerine eşittir. Fisher (1946: 124)’e göre, bir özdeşlik ancak değişkenlerle ilgili belli varsayımlar yapıldığında davranışsal bir ilişki (model teori) haline gelip, değişkenler arasındaki nedensellik ilişkilerinin yönü hakkında bilgi verir. Fisher’in denklemle ilgili varsayımları şunlardır:

M ile M’ arasında doğru orantılı ve istikrarlı bir ilişki vardır. Bunun temel nedeni, hane halklarının nakit tercih oranları ile bankaların rezerv mevduat oranlarının istikrarlı ve tahmin edilebilir oluşudur.

V, V’ ve T kurumsal yapı tarafından ve teknik koşullarca belirlenir. Para miktarındaki artış, bu değişkenleri etkilemez.

M/M’ oranı sabittir.

Para miktarındaki artış doğrudan doğruya ve aynı oranda fiyatlar genel düzeyini artırır. Buna göre nedenselliğin yönü para miktarından fiyatlar genel düzeyine doğrudur. Yani denklemde bağımsız değişken yalnızca para miktarıdır.

Cambridge Yaklaşımı

Fisher’in yukarıda özetlediğimiz yaklaşımı daha sonra neo-klasik iktisatçılardan Cambridge Okulu’nun kurucuları olarak kabul edilen Alfred Marshall ve Arthur C. Pigou tarafından geliştirilmiştir.

Fisher’in yaklaşımında bireylerin “elde tutmak zorunda oldukları para miktarı” analiz edilmektedir. Oysa ki Cambridge yaklaşımında para, ekonomik nedenlerle elde tutulan bir aktif olarak ele alınmaktadır. Bu anlamda Cambridge yaklaşımında “elde tutulmak istenen” para miktarı ön plana çıkmaktadır. Bireylerin “elde tutmak istedikleri para miktarı” ile “fiilen elde tuttukları para miktarı” biribirinden farklı olabileceğinden; Cambridge yaklaşımı ile birlikte “parasal dengesizlik” fikri filizlenmeye başlamıştır.

Cambridge yaklaşımında, Miktar Teorisi;

Ms= MD = k.P.Y

olarak ifade edilmektedir. Bu formülasyon çerçevesinde Fisher yaklaşımı ile Cambridge yaklaşımı arasındaki diğer bir önemli

farklılık ortaya çıkmaktadır. Fisher yaklaşımında, denklemin sağ tarafında ekonomideki işlemler hacmi (T) yer alırken, Cambridge yaklaşımında ulusal gelir (Y) yer almaktadır. Bunun bir sonucu olarak, Fisher yaklaşımında “paranın işlem dolaşım hızı” söz konusu edilirken, Cambridge yaklaşımında “paranın gelir dolaşım hızı” söz konusu edilmektedir. Cambridge yaklaşımının bir diğer farklılığı “k” katsayısıdır. “k” katsayısı ulusal gelirin bir oranı olarak elde tutulmak istenen para miktarını göstermektedir. Cambridge yaklaışımındaki “k” katsayısı, Fisher yaklaşımındaki “V”’nin matemetiksel alternatifi olarak ele alındığında iki yaklaşım arasında fark yok gibi gürünmektedir. Ancak, Cambridge yaklaşımı Fisher yaklaşımına göre aşağıdaki farklılıklara sahiptir:

Cambridge yaklaşımında vurgu para arzından para talebine yönelmiştir. Bu, bakış açısındaki değişikliği yansıtmaktadır..

Cambridge yaklaşımı ile birlikte parasal sorunlar “para arzı” ve “para talebi” kavramları aracılığıyla analiz edilmeye başlanmıştır.

En az bunlar kadar önemli olmak üzere, Cambridge yaklaşımında yer alan “k” katsayısının, kurumsal faktörlerin yanısıra ekonomik faktörlerden de etkilenen davranışsal bir değişken olduğu belirtilmektedir. Ancak Cambridge yaklaşımında “k”’yı belirleyen faktörlerin ayrıntılı bir analizi yapılmamıştır (Cargill, 1991: 492-3). Para teorisinin gelişim sürecinde izlendiği gibi bu boşluk J.M. Keynes tarafından doldurulmuştur.

  1. Modern Miktar Teorisi: Monetarizm

Modern miktar teorisi, klasik miktar teorisinin yeni bir yorumudur. ABD’de Chicago Üniversitesi’nde görev yapan bazı iktisatçılar para teorisine ve bu çerçevede miktar teorisine önemli katkılarda bulunmuşlardır. Chicago Üniversitesi para konusundaki araştırmaları ile tüm dünyada Chicago Iktisat Okulu olarak adlandırılmakta ve tanınmaktadır. Bu okulun ilk temsilcileri arasında H.C. Simons ve F.H. Knight’ı saymak gerekir. Simons ve Knight’ın öğrencisi olan Milton Friedman ise günümüzde Chicago okulunun en tanınmış ismidir. 1976 Nobel Ekonomi Ödülünü kazanan M. Friedman’ın para miktarı ve fiyatlar genel seviyesi üzerinde yaptığı teorik ve ampirik araştırmalar literatürde Monetarizm olarak bilinmektedir. Monetarizm, kavram olarak ilk, Isviçreli iktisatçılardan K. Brunnner tarafından kullanılmıştır.

Monetarizm, paranın miktarındaki değişmelerin, iktisadi faaliyetler ve fiyatlar genel seviyesi üzerinde büyük etkisinin olduğunu ve fiyat istikarının sağlanması için en uygun çözümün para arzındaki artış hızının önceden belirlenmesi ile gerçekleştirilebileceğini savunmaktadır.

3.1. Monetarizmin Parasal İstikrarın Sağlanmasına Yönelik Önerileri

Yukarıda belirttiğimiz gibi Monetarizm, enflasyonun tek ve en önemli nedeni olarak para arzındaki artışları görmekte, çözüm olarak da para arzının bir kurala bağlı olarak her yıl sabit oranda artırılmasını önermektedir.

  1. Friedman’ın ünlü, “enflasyon her zaman ve her yerde parasal bir olgudur” sözü monetarizmin temel felsefesini özetlemektedir. Friedman, bir çok eserinde parasal istikrara yönelik önerisini yıllarca tutarlı bir şekilde savunmuştur. Friedman, 1962 yılında yazdığı ünlü Kapitalizm ve Özgürlük adlı eserinde şöyle yazmaktadır:

“Benim şu anki tercihim, parasal otoritenin para stokunu belirlenen bir oranda artırmasına izin veren bir yasal düzenlemenin yapılmasından yanadır. Para stokunun yıllık artış oranı yüzde 3 ila yüzde 5 arasında bir oran olabilir… Önemle belirtmeliyim ki, bu önerim, paranın yönetiminde her zaman ve sonsuza dek geçerli olacak bir kural olarak görülmemelidir. Bizim şu an para konusundaki bilgilerimize göre en uygun kuralın bu olduğunu düşünüyorum. Para konusunda daha fazla bilgi sahibi olduğumuz takdirde, daha iyi kuralları da bulmamız mümkün olacaktır.” (Friedman, 1962; 54-5.)

Friedman , 1980 yılında yayınladığı bir çalışmasında aynı görüşlerini tekrarlamaktadır:

“Sağlam para için bizim kararlı olmamız lazım. Mevcut koşullarda en iyi çözüm; parasal otoritelerin parasal tabanın büyüme oranını sabit bir şekilde artırmalarına izin veren öneridir.” (Friedman and Friedman, 1980: 24.)

Friedman’a göre para miktarında ılımlı büyüme öngören bir para politikasının benimsenmesiyle parasal otorite, enflasyon ya da deflasyondan kaçınmış olacaktır. Friedman, bir başka yazısında ise para miktarındaki artış oranı ile ekonomik büyüme oranı arasında tutarlı bir ilişkinin gerekliliğinden sözetmektedir. Friedman şöyle demektedir:

“Paranın miktarı ile milli gelir ve fiyatlar arasında yakın ve düzenli bir ilişki mevcuttur. Istikrarlı bir fiyat düzeyi için paranın miktarı, ekonomide toplam üretimdeki büyüme oranına paralel bir şekilde artırılmalıdır.” (Friedman, 1975: 77.)

Friedman, para stokundaki artışların konjonktüre paralel olarak düzenlenmesi görüşünü kabul etmemekte ve bunun parasal kuralı zaman içerisinde giderek anlamsız hale getireceğini ifade etmektedir. Friedman’a göre parasal istikrar için ihtiyari para politikalarına son verilmeli ve sabit bir kural ile siyasi otoritenin parasal otorite üzerindeki müdahaleleri ortadan kaldırılmalıdır. Hemen belirtelim, savaş ve olağanüstü durumlarda Friedman bu sabit kuralın pekala değiştirilmesi gerektiğine inanmaktadır.

Friedman, para arzının kontrolü için en uygun parasal büyüklüğün M2 olduğunu belirtmektedir. M2 , halkın elinde bulundurduğu nakit para, vadesiz mevduat ve vadeli mevduatın toplamından oluşmaktadır. Friedman, para arzının kontrolünde M2’yi kullanmasının nedenini şu şekilde açıklamaktadır:

“Ampirik olarak ele alındığında M2’nin gelir düzeyi ve temel ekonomik büyüklükleri açıklayıcılık gücü diğer parasal büyüklüklere göre daha yüksektir. Buna ek olarak, kısa dönemde M2’de ortaya çıkan dalgalanmalar diğer parasal büyüklüklerde ortaya çıkan dalgalanmalardan daha küçüktür.” (bkz. Öcal vd.,1997: 459).

Günümüzde iktisatçılar arasında para arzının kontrolünde en uygun parasal büyüklüğün hangisi olduğu konusunda bir uzlaşmanın mevcut olmadığını belirtmekte yarar var. Aynı şekilde uygulamada da merkez bankaları parasal hedef olarak, kimi zaman M1 ya da M2’yi, ayrıca bunların dışında parasal taban, rezerv para ve merkez bankası parası gibi parasal büyüklükleri2 esas almaktadırlar.

Friedman, sabit oranlı parasal büyüme kuralı dışında parasal istikrar için aşağıdaki önerilerin de önemli olduğunu belirtmektedir (Parasız, 1985: 481):

  1. Açık piyasa işlemlerinin yönetimi parasal büyüme kuralına uygun olarak yürütülmelidir.
  2. Merkez bankası, ticari bankaların kendi kasasında bulunan mevduatlarına piyasa faiz oranları kadar (örneğin, kısa vadeli devlet tahvillerine ödenen faiz kadar) faiz ödemelidir.
  3. Merkez bankasının zorunlu rezerv oranlarını değiştirme imkanı ortadan kaldırılmaldır.

Bu açıklamalardan sonra şimdi, monetarizmin bir uzantısı olarak geliştirilen ve konumuz açısından önem taşıyan Rasyonel Beklentiler Teorisi konusunda özet bilgiler sunmaya çalışalım.

  1. MONETARİZME YÖNELİK ELEŞTİRİLER VE STRÜKTÜRALİZM

Monetarizmin teorik çerçevesi, bazı iktisatçılar tarafından yapılan ampirik çalışma sonuçları ile daha da güçlenmiştir. Özellikle M. Friedman’ ın A. Schwartz ile birlikte yapmış olduğu araştırmanın sonuçları (Friedman ve Schwartz, 1963; Friedman ve Schwartz, 1982) modern miktar teorisinin pek çok iktisatçı tarafından benimsenmesine yol açmıştır. 1980 sonrasında monetarizmin önerilerinin pek çok uygulama alanı bulduğu bilinmektedir. Bununla birlikte az gelişmiş ülkelerde enflasyona karşı monetarist önlemler alınmasına karşın, bazı ülkelerde bu konuda başarılı olunamaması monetarizm üzerinde bazı eleştirileri gündeme getirmiştir. Sadece para arzındaki artışlarla enflasyon olgusunun açıklanamayacağını ve çözümün de sadece ekonomideki gelişmelerle paralel bir para arzı büyümesi olmadığını savunan bazı iktisatçılar monetarizme bir tepki olarak Strüktüralizm adını verdikleri bir görüşü gündeme getirmişlerdir. Öncülüğünü Latin Amerikalı iktisatçıların yaptığı strüktüralizm, enflasyonun nedenlerini ekonominin daha çok temelindeki yapısal bozukluk ve darboğazlarda aramak gerektiğini, bu yapısal bozukluk ve darboğazlar giderilme- dikçe, enflasyon sorununun çözümlenemeyeceğini iddia etmektedir. Strüktüralistlere göre az gelişmiş ekonomilerin sahip olduğu başlıca yapısal bozukluk ve darboğazlar şunlardır (Bkz. Thorp ve Whithead, 1979; Çubukçu, 1983):

  1. Tarımsal Ürünler Arzının Yeterince Esnek Olmaması: Az gelişmiş ülkelerde nüfusun büyük çoğunluğu geçimlerini ve yaşamlarını tarım sektöründen sağlamaktadırlar. Bu ülkelerde nüfus artış hızının yüksek olması karşısında, tarımsal ürünlere olan talep zamanla artmakta, buna karşın tarımsal ürünler arzı buna cevap verememektedir. Hava ve yağış şartlarının bozuk olması tarımsal ürünler arzını önemli ölçüde engellemektedir. Ayrıca tarımsal üretimin arttırılamamasının temel nedenlerinden biri de bu sektörün geri kalmış kurumsal yapısıdır. Daha açık bir ifadeyle, az gelişmiş ülkelerde, tarımsal işletmelerin küçük çapta olması, sermaye-yoğun teknolojilerin sınırlı ölçüde kullanılması, sulama, haberleşme ve ulaşım imkanlarının kısıtlı olması vb. nedenler tarımsal üretimin arttırılmasını engellemektedir. Tarımsal arz ile talep arasındaki dengesizliğin talep lehine olması, sonuçta enflasyonist bir durum ortaya çıkarmaktadır.
  2. Dış Ticaret Dengesinin Sürekli Açık Vermesi: Az gelişmiş ülkelerde ekonomide karşılaşılan bir diğer dar boğaz ve/veya yapısal bozukluk ise dış ticaret dengesinin sürekli açık vermesidir. Bu ülkelerde, ihracat imkanlarının sınırlı olmasına karşın, hammadde ve ara malların dış ülkelerden ithal edilmesi mecburiyeti ödemeler dengesinde dış ticaret açığının giderek büyümesine neden olmaktadır. Az gelişmiş ülkelerde ihracatın sınırlı olmasının çeşitli nedenleri bulunmaktadır. Herşeyden önce, bu ülkelerin ihracat yapıları, birkaç temel maddeye dayanmış olup çeşitlenmiş değildir. Çoğunlukla tarımsal ürünlerden oluşan bu mallara karşı fiyat esnekliği düşüktür. Bu durumda az gelişmiş ülkelerin, fiyatları yükselterek veya diğer ülkelerdeki gelir artışlarından yararlanarak ihracat gelirlerini artırmaları çok sınırlı kalmaktadır. İhracattaki bu sınırlı gelişmeye karşın, ithalat süratle artma eğilimi göstermektedir. İhracat ve ithalat arasındaki farkın giderek büyümesi ödemeler dengesinde kronik açıklara neden olmaktadır. Bu durum; ithalat kapasitesini sınırlandır- makta, ithalatın yasaklanması veya kontenjan uygulanması ise ithal malların yurtiçi fiyatlarını artırarak, enflasyonist bir baskı oluşturmaktadır.

Strüktüralistlere göre, az gelişmiş ülkelerin enflasyondan kurtulabil- meleri için dış ticaret alanındaki bu yapısal bozuklukları gidermeleri gerekir. Bunun için de ihracatın çeşitlendirilmesi ve artırılması, ithalat kapasitesinin düzenli ve ekonomik büyümeye katkıda bulunacak şekilde kullanılması, ithalatı ikame edici sanayilerin geliştirilmesi ve geleneksel ihraç mallarının dışındaki malların ihracını teşvik edecek bir döviz kuru uygulaması gereklidir.

  1. Ekonomik Kurumların Yetersizliği: Yukarıda açıklanan darboğaz ve/veya yapısal bozukluklar yanında, diğer bazı faktörler de az gelişmiş ülkelerin fasit daireden çıkmalarını engellemektedir. Bürokrasi, sermaye piyasasının gelişmemiş olması, bazı sektörlerin monopolcü yapısı, kredi ve banka sisteminin yetersizliği, üreticiler karşısında tüketicilerin örgütlenmemiş olması vb. faktörler mevcut darboğazların daha da genişlemesine neden olmaktadır.

Özetle Strüktüralizm, daha önce de belirttiğimiz gibi az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde devletin düzenleyici ve teşvik edici bir rol oynaması gerektiği önerisinde bulunmaktadır.

III. RASYONEL BEKLENTİLER TEORİSİ

ABD’ de Chicago Üniversitesi’nde Friedman ve öğrencilerinin klasik miktar teorisini yeniden yorumlayarak enflasyon sorununa önerdikleri yeni çözümler dışında, yine aynı üniversitede çalışan ve esasen Friedman’ ın öğrencileri olan bir grup iktisatçı, enflasyon konusunu değişik bir açıdan ele aldılar. Rasyonel Beklentiler Teorisi (Rational Expectations Theory) adıyla iktisat literatürüne giren bu görüş, klasik iktisadın temel ilkelerini aynen benimsemiştir.

Rasyonel beklentiler teorisi ilk olarak 1961 yılında J. Muth’ un “Rasyonel Beklentiler ve Fiyat Hareketleri Teorisi” adıyla yayınlamış olduğu makalesi ile ortaya çıkmıştır (Muth, 1961). Muth, yayınladığı bu çalışmasında enflasyonist dönemlerde ekonomik birimlerin “uyumcu beklentiler” (adaptive expectations)’den ziyade , “rasyonel beklentiler” (rational expectations)’ e sahip olduğunu açıklamıştır. Muth’ un bu makalesi daha sonraki yıllarda Chicago Üniversitesi’ndeki bazı iktisatçılarca bir anlamda tekrar gündeme getirilmiş ve teori daha da güçlendirilmiştir. 1970’ li yılların sonlarına doğru öncülüğünü R. Lucas, T. Sargent ve N. Wallace’ nin yaptığı bazı iktisatçılar rasyonel beklentiler üzerine önemli çalışmalar yayınlamışlardır (Bkz: Lucas ve Rapping (1969); Sargent (1976); Kantor (1979)).

Rasyonel beklentiler teorisinin iktisat bilimine getirdiği yenilik “beklentiler” konusunda olmuştur. Esasen, iktisat teorisinde beklentiler konusu, ilk kez Cobweb teorisinde (örümcek ağı teorisi) incelenmiştir. Bu teori özellikle, tarımsal ürünlerin arzının, bu ürünlere olan talepteki beklentilere göre gerçekleşeceğini açıklamıştır. Ayrıca, beklentiler konusu, rasyonel beklentiler teorisyenlerinden önce Keynesyenler ve daha sonra Monetaristler tarafından da incelenmiştir. Gerek Keynesyenler ve gerekse Monetaristler, fertlerin genel fiyat seviyesindeki değişmeleri önceden tahmin etmede “Uyumcu Beklentilere” sahip olacaklarını belirtmişlerdir. Uyumcu beklentiler teorisine göre gelecekteki fiyat seviyesi önceki dönem(ler)deki fiyatların seviyesine göre belirlenir. Bu teoriye göre özellikle son dönemdeki fiyatlar genel seviyesi ortalaması, gelecekteki fiyatların tahmin edilmesinde önemli rol oynar. Örneğin, enflasyon oranı önceki yıl % 20 ise, bireyler cari yıl enflasyon oranının da % 20 olacağını beklerler. Eğer cari yıl içerisinde enflasyon oranı artarsa (azalırsa) bireyler sonraki yıldaki enflasyon oranının da artacağını (azalacağını) tahmin ederler ve davranışlarını buna göre ayarlarlar (Ekelund ve Tollison, 1986: 687-688).

Rasyonel beklentiler teorisi ise bireylerin uyumcu (adaptive) değil “rasyonel” (rational) beklentilere sahip olacaklarını ve bu nedenle iktisat politikası uygulamaları karşısında derhal aktif bir tavır alıp, bu politikaların beklenen sonuçlarını değiştireceklerini öne sürmektedir. Bu teoriye göre bireyler, iktisat politikası uygulamaları ve bu uygulamaların yaratacağı etkiler konusunda tam bir enformasyona sahiptirler ve dolayısıyla sistematik bir hata yapmaları söz konusu olamaz. Kısaca, fertlerin rasyonel hareket etmeleri sonucunda, iktisat politikası kendinden beklenen etkileri yaratamaz. Rasyonel beklentiler teorisi taraftarlarına göre; devlet, kısa dönemde dahi, vergiler, kamu harcamaları ve para arzı gibi araçları kullanarak, üretim, istihdam, fiyat istikrarı vb. ekonomik değişkenler üzerinde etkili olamaz. Bu bakımdan “aktif” iktisat politikaları yerine “istikrarlı” politikalar kullanmalıdır. Bu teoriye göre, devlet sadece oyunun kurallarını belirlemeli; fertler de, hangi imkanların kendilerine açık olduğunu bilip kararlarının muhtemel sonuçlarını önceden kestirebilmelidir. Örneğin; vergi politikası ve kamu harcamaları politikası ile ilgili kararlar önceden belirlenmeli ve sık sık değiştirilmemelidir. Politika değişiklikleri zorunlu olduğu zaman ise, bu değişiklikler yavaş yavaş yürürlüğe konulmalıdır (Savaş, 1984; 226-244).

Rasyonel beklentiler teorisine göre ekonomide para arzı artırıldığı zaman, bireyler bunun belli bir dönem sonra fiyatlar genel seviyesi ile birlikte nominal faiz oranını da yükseltebileceğini tahmin edebilirler. Bireyler para arzının enflasyonist bir etki yaratacağını bildikleri için buna karşı rasyonel davranışlarda bulunacaklardır. Örneğin, işçiler nominal ücretlerin enflasyon oranında artırılmasını isteyeceklerdir. İşçilerin bu taleplerinin işverenler tarafından kabul edilmesi ihtimali yüksektir. Zira, işverenler de fiyatlar genel seviyesinin artmasının kendi karlarını arttıracağını önceden “rasyonel” bir şekilde tahmin edebileceklerdir. Sonuç olarak, para arzının arttırılması reel milli gelir ve istihdam düzeyinde önemli bir değişiklik yaratmayacak sadece enflasyonist bir etki doğuracaktır. Dahası, ücret artışları ile fiyat artışları birbirini kovalayacaktır. Bu durumu şekil yardımıyla açıklamaya çalışalım (Ekelund ve Tollison, 1986; 689).

Şekil-1: Para Arzının Büyümesi ve Rasyonel Beklentiler

Ekonomide para arzının artırılması toplam talep seviyesini AD0 düzeyinden AD1 düzeyine kaydırarak sonuçta fiyatların P0 düzeyinden P1’e yükselmesine neden olur. Rasyonel beklentiler teorisine göre, uzun dönem toplam arz eğrisinin (LRAS) inelastik olduğu varsayılmaktadır. Bunun nedeni, yukarıda da belirttiğimiz şekilde, para arzının artırılmasının uzun dönemde reel üretim ve istihdam üzerinde etkili olmayacağının kabul edilmesidir. Rasyonel beklentiler teorisi, ancak toplumun beklemediği anlarda ve beklemediği şekillerde uygulanacak bir politikanın çok kısa sürede etkili olacağını, zaman içerisinde bireylerin enformasyonu takip ederek beklentilerin değiştirmeleri halinde ise politikaların tekrar etkisiz kalacağını öne sürmektedir.

Yukarıda kısaca özetlediğimiz hipotez, bazı yönlerden eleştirilere uğratılmıştır. Nobel Ekonomi Ödülü sahibi Kenneth J. Arrow teoriyi başlıca şu açılardan eleştirmiştir (Kantor, 1979; 1430-31):

  1. Rasyonel beklentiler tezinde ekonomik birimler ekonominin gelecek dengesini analiz etme yeteneğine sahip, süper istatistikçiler olarak kabul edilmektedir.
  2. Ekonomide menkul kıymetler piyasası etkin olarak çalışırken, mal ve emek piyasaları bu düzeyde etkin olmayabilir. Aksine bunun tam tersi de olabilir. Arrow’ a göre fiyat beklentilerine ilişkin tahminler çoğunlukla sermaye birikimi konusundaki kararlar için doğrudur. Sermayenin akışına ilişkin kararlarda ise fiyat beklentileri önemli hatalar içerebilir. Hisse senetlerindeki fiyat dalgalanmaları buna bir örnek teşkil etmektedir.
  1. SONUÇ

Bu kısa araştırmada Chicago iktisat okulunun öğretileri olarak kabul edilen Monetarizm ve Rasyonel Beklentiler Teorisi’ nin temel esasları özetlenmiştir. Özellikle 1980’ li yılların başlarından itibaren dünyada adından sıkça söz ettiren Monetarizm, özü itibariyle klasik politik iktisadın para teorisi alanındaki görüşlerinin yeniden yorumlanması- dan başka bir şey değildir. Bir başka ifadeyle, Monetarizm, klasik miktar teorisinin yeni ve modern bir yorumudur. Bu nedenle monetarizme aynı zamanda Modern Miktar Teorisi adı da verilmektedir. Rasyonel Beklentiler ise Monetarizm’ den hareketle geliştirilmiş bir teoridir. Bu teorinin iktisat bilimine getirdiği katkı ve yenilik “fiyat beklentileri” konusunda olmuştur.

KAMU TERCİHİ TEORİSİ

Kamu Tercihi (Public Choice), kısaca “Politika Biliminin Ekonomik Analizi” olarak tanımlanabilir. Kamu tercihi, politik süreçte alınan karar ve uygulamaları iktisat biliminin kullandığı araç, metot ve varsayımlara dayalı olarak açıklayan bir disiplindir. Bir başka ifadeyle; Kamu Tercihi, siyaset biliminin temel konularını iktisat biliminin araçları ve teknikleri yardımıyla analiz etmektedir. Kamu tercihi teorisi; Politikanın Ekonomi Teorisi, Yeni Politik İktisat, Kollektif Karar Alma Teorisi gibi adlar ile de anılmaktadır. Bu teorinin gelişiminde önemli rol oynayan ve bu alandaki çalışmalarından dolayı 1986 Nobel İktisat Ödülü’nü alan James M. Buchanan söz konusu teoriyi şöyle tanımlamaktadır:

“Kamu tercihi teorisi, esas olarak ekonomi teorisinde oldukça ayrıntılı analizler için geliştirilmiş araç ve metotları almakta ve bunları politik sürece ve kamu sektörüne uygulamaktadır. Kamu tercihi, siyasal karar alma sürecinde rol alan kimselerin; örneğin, seçmenlerin, politikacıların ve bürokratların davranışlarını gözlemlediğimiz veya gözlemleyeceğimiz sonuçların bileşimi ile ilişkilendirmeye çalışmaktadır.” (Aktan, 1990: 38).

Teorik temelleri 18. yüzyılın başlarına kadar uzanmakla birlikte Kamu Tercihi Teorisi aslında gelişimi itibariyle yeni bir disiplindir. 18. ve 19. yüzyıllarda bazı matematikçiler (Condorcet, Borda, Laplace ve Lewis Caroll) siyasal karar alma sürecinde oylama mekanizmasının matematiksel analizi ile ilgilendiler. Bu matematikçilerin çalışmaları 1950’li yılların başlarında Arrow ve Black’ın iki önemli çalışması ile tekrar gün ışığına çıkarılmıştır.

Kenneth Arrow’un Sosyal Seçim ve Bireysel Değerler (Social Choice and Individual Values, 1951) ve Duncan Black’ın Komiteler ve Seçimler Teorisi (The Theory of Committees and Elections, 1958) adlı eserleri modern kamu tercihi teorisinin gelişiminde yeni ufuklar açabilecek çalışmaların esaslarını teşkil etmiştir. Daha sonra, Anthony Downs, 1957’de Demokrasinin Ekonomi Teorisi (An Economic Theory of Democracy) ve Mancur Olson 1965’de Kollektif Faaliyetin Mantığı (Ther Logic of Collective Action) adlı önemli eserlerini yayımlamışlardır.  

 

 

Anthony Downs
Bunların dışında kamu tercihi alanında en önemli eser 1962 yılında James M. Buchanan ve Gordon Tullock tarafından yazılan ve Oybirliğinin Hesabı (The Calculus of Consent) başlığını taşıyan eser olmuştur. Fakat diğer bilim adamlarından farklı olarak James M. Buchanan ve Gordon Tullock meslek yaşamları boyunca sürekli olarak kamu tercihi teorisi üzerinde çalışmışlardır. Özellikle Buchanan bu alanda liderlik görevini üstlenmiştir.
Buchanan ve Tullock

Amerikalı iktisatçı J. M. Buchanan ilk olarak 1957 yılı başlarında G. Warren Nutter ile birlikte Virginia Üniversitesi’nde Thomas Jefferson Politik İktisat Araştırma Merkezi’ni (Thomas Jefferson Center for Studies in Political Economy) oluşturmuştur. Bu merkez, kamu tercihi teorisinin temellerinin oluşmasında ve yeşermesinde önemli rol oynamıştır. Daha sonra, Buchanan, Gordon Tullock ve Charles Goetz ile birlikte 1963 yılında Virginia Politeknik Enstitüsü ve Devlet Üniversitesi adını taşıyan Üniversiteye bağlı bir birim olarak Kamu Tercihi Araştırma Merkezi (Center for Study of Public Choice)’ ni kurmuştur. Buchanan ve diğer kamu tercihi iktisatçıları (Gordon Tullock, Geoffrey Brennan, Robert D. Tollison  ve diğerleri) uzun yıllar Virginia Eyaleti’nin Blacksburg kasabasındaki bu araştırma merkezinde çalışmalarını sürdürmüşlerdir. 1982 yılında ise Merkez, çalışanları ile birlikte Virginia Eyaleti’ndeki bir başka üniversiteye (George Mason Üniversitesi) taşınmıştır. Virginia Politik İktisat Okulu olarak anılan bu Merkez, günümüzde dünyadaki en önemli ekonomi araştırma merkezlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Her yıl dünyanın çeşitli ülkelerinden bilim adamları, araştırmacılar ve lisans üstü eğitim yapan öğrenciler merkezi ziyaret etmektedir (Bkz: Buchanan, 1986, Mueller, 1985, Breit, 1985).

Virginia Politik İktisat Okulu akademik düzeyde çalışmalarını önce 1966 yılında editörlüğünü Gordon Tullock’ un yaptığı Piyasa – Dışı Karar Alma Üzerine Çalışmalar (Papers in Non Market Decision Making) başlığını taşıyan dergi kanalıyla sürdürdü. Daha sonra dergi 1968 yılında isim değiştirmiş ve Kamu Tercihi (Public Choice) adıyla yayımlanmaya devam etmiştir. Bu dergi halen aylık olarak yayımlanmaya devam etmektedir. Kamu Tercihi Araştırma Merkezi 1990 yılından bu yana ayrıca Anayasal Politik İktisat (Constitutional Politic Economy) adını taşıyan bir başka dergi de yayınlamaktadır. Günümüzde Kamu Tercihi anavatanı Amerika’nın sınırlarını aşmış, Asya ve Avrupa’da saygın bir iktisadi düşünce olarak varlığını sürdürmektedir.  Kamu tercihi teorisinin gelişimi ile birlikte 1980’li yılların başlarında adına “anayasal iktisat” ya da “anayasal politik iktisat” denilen yeni bir disiplin daha doğmuştur.

Aralarında Geoffrey Brennan, Richard Wagner, Robert D. Tollison, Viktor J. Vanberg, Charles Rowley, Roger Congleton gibi isimlerin yeraldığı bir çok bilim adamı kamu tercihi ve anayasal politik iktisadın gelişimine önemli katkılarda bulunmuşlardır ve bu katkılarını hala sürdürmektedirler.
Tollison, Rowley ve Vanberg

Temel İlkeleri

Kamu Tercihi Teorisi, kamu ekonomisinde karar alma mekanizmasının analizini yaparken başlıca şu ilke ve/veya varsayımlardan yola çıkmaktadır.

Metodolojik Bireyselcilik (Metodological Individualism): Toplumda bütün ekonomik ve sosyal kararlar birey tercihlerine göre belirlenir. Kamu kurumları, kamu teşebbüsleri, kısaca devleti oluşturan organların kararları temelde birey tercihlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Kamu tercihi teorisi, politikanın ekonomik analizini yaparken bu ilkeden hareketle kamu ekonomisinde alınan kararların özel ekonomide olduğu gibi tamamen birey tercihlerine dayalı olarak gerçekleştiğini varsayar. J. M. Buchanan bu varsayımı şu şekilde açıklamaktadır:

“Kamu tercihi teorisi, ekonomi teorisi gibi metodolojik olarak bireycidir. Temel birimler; partiler, devletler veya uluslar gibi organik birimler değil; seçimde bulunan, çeşitli eylem ve davranış motiflerine sahip olan kişilerdir. Bu açıklama çerçevesinde kamu tercihi esasen “Politikanın Bir Bireyci Teorisi” adını almaktadır.” (Aktan, 1990, 39).

Rasyonalite ve “Maximand” İlkesi: Kamu tercihi teorisine göre; bireyler, rasyonel ve tutarlı tercihlere sahiptirler. Birey, kamu ekonomisinde karar alma sürecinde, özel ekonomideki (piyasa ekonomisindeki) davranış motivasyonunun bir benzerini rasyonel seçimler yaparak gösterir. Bireyler, rasyonel olmaları sonucu faydalarını maksimize edecek tercihlerde bulunurlar. Kısaca, özel ekonomide olduğu gibi kamu ekonomisinde de “Homo Economicus” yani “özel çıkar maksimizasyonu” ilkesi geçerlidir. Bu açıdan, kamu tercihi teorisi, kamu ekonomisinde temel amacın “kamu çıkarı” veya “toplumsal çıkarı” maksimize etmek olduğu düşüncesini reddeder.

Özel ekonomide tüketici “fayda maksimizasyonu”, üretici de “kar maksimizasyonu” peşinde koşar. Kamu ekonomisinde karar alma sürecinde seçmenler kendilerine en fazla ekonomik hizmeti sunacak olan siyasal parti için oylamada bulunurken, siyasal partiler de kendilerine en çok oyu kazandıracak ve böylece yeniden seçilmeyi garanti edecek ekonomik programı sunmaya özen gösterirler. Yani, politik karar alma sürecinde, seçmenler kamusal mallardan sağlanacak “fayda” yı, politikacılar da “politik karları” nı maksimum düzeye çıkarmaya gayret ederler. Politik sahnede rol alan “bürokratlar” ise “bütçe maksimizasyonu” nu sağlayarak, büronun hacmini genişletmek ve bu suretle maaş ve diğer yan gelirlerini, prestijlerini ve siyasal iktidara bilgi sunmadaki tekelci konumlarını sürdürmeye çalışırlar.Baskı ve çıkar grupları da karar almada lobicilik yaparak kararların kendi lehlerine olacak şekilde çıkması için çaba gösterirler. Bir diğer deyişle; baskı grupları, siyasal iktidarı ve bürokrasiyi çeşitli yollardan etkileyerek çıkar sağlamaya ya da kamu tercihi literatüründe yer alan terminoloji ile ifade edecek olursak, “rant kollama” (rent seeking) ya çaba gösterirler.

Kısacası, özel tercihlerde olduğu gibi, toplumsal tercihlerde de “özel çıkar” aksiyomu geçerlidir. Kamu tercihi literatüründe bu “homo economicus” motifiyle siyasal karar alma sürecinde rol alan aktörlerin “çıkarlarını” maksimize etmeye çalışmaları; yani

–    seçmenlerin “fayda maksimizasyonu”,

–    siyasal partilerin “oy maksimizasyonu”,

–    bürokrasinin “bütçe maksimizasyonu”,

–    çıkar ve baskı gruplarının “rant maksimizasyonu”,

peşinde koşmaları “Maximand” ilkesi olarak adlandırılmaktadır.

Politik Mübadele (Catallaxy) İlkesi: Kamu tercihi teorisinde, siyasal karar alma mekanizmasının esasen politik süreçte rol alan kimseler arasındaki bir “politik mübadele” olduğu görüşü hakimdir. Piyasa ekonomisinde karar alma sürecinde alıcılar ve satıcılar arasındaki “piyasa mübadelesi” ne benzer bir şekilde kamu ekonomisinde toplumsal istek oluşumunda bir “politik mübadele” söz konusudur. J.M. Buchanan politikanın da esasen bir mübadele olduğu görüşünü şu şekilde açıklamaktadır:

“Gerek piyasalarda ve gerekse politikada bireylerin ekonomik çıkarlarını pozitif değerdeki “malların” seçimi oluşturur. Fakat, piyasalar esasen “mübadele” kurumlarıdır; bireyler, piyasaya bir malı diğer bir mal ile mübadele etmek amacıyla girerler. Politika da, bireyler arasındaki karmaşık bir mübadele yapısıdır ve bu yapı içerisinde etkin bir şekilde sağlayamadıkları bazı özel amaçlarını kollektif olarak sağlamaya çalışırlar. Bireysel çıkarların mevcut olmaması halinde, başkaca bir çıkar da söz konusu değildir. Piyasada bireyler elmalarla portakalları mübadele ederler; politikada ise bireyler tüm kollektif ihtiyaçlarını tatmine yarayacak mal ve hizmetler – mahalli yangın koruma hizmetinden yargı hizmetine kadar – ile bunların maliyetlerine yapacakları katkı payları arasında bir mübadelede bulunurlar.” (Buchanan, 1987; 307-308).

Buchanan’ın “bireysel çıkarın mevcut olmaması halinde başkaca bir çıkar da söz konusu değildir” düşüncesi, politik mübadelenin “homo economicus” varsayımı ile birlikte işlediği varsayımını vurgulamaktadır. Kamu tercihi literatüründe politikanın da bir “mübadele” olduğu görüşü “Catallaxy” (1) olarak adlandırılmaktadır.

İnceleme Alanları: Pozitif ve Normatif Kamu Tercihi Teorileri

Kamu tercihi, literatürde Pozitif Kamu Tercihi ve Normatif Kamu Tercihi olarak ikili bir sınıflama dahilinde incelenmektedir.

Pozitif Kamu Tercihi Teorisi, gerçek yaşamdaki politik kuralların yapısını ve politik karar almada rol alan kimselerin (seçmen, politikacı, bürokrat ve özel çıkar grupları) davranış motivasyonlarının ekonomik analizini yapmaktadır. Bu çerçevede oylama kuralları ve mekanizması (basit çoğunluk, oy birliği, nokta oylaması, logrolling vb.), bürokrasinin yapısı ve işleyişi, çıkar grupları vb. konular pozitif kamu tercihi teorisinin kapsamı dahilindedir.

Normatif Kamu Tercihi Teorisi ise, pozitif kamu tercihi teorisine temel teşkil edecek “olması gereken” hususları incelemektedir. Örneğin, normatif kamu tercihi teorisi, gerçek yaşamda uygulanandan farklı olarak toplum tercihlerini en iyi yansıtacak oylama kurallarını araştırır.

Kamu tercihi teorisinin iktisat bilimine en önemli katkılarından birisi “Piyasa Ekonomisinin Başarısızlığı Teorisi” (The Theory of Market Failure) ne karşılık olmak üzere “Kamu Ekonomisinin Başarısızlığı Teorisi” (The Theory of Government Failure) ni geliştirmiş olmasıdır.

ARZ-YÖNLÜ     İKTİSAT

  1. GİRİŞ

1970’li yılların sonlarına doğru Talep-Yönlü İktisat’ ın (Demand-Side Economics) karşılaştığı sorunlara çözüm olarak, vergi indirimleri politikasını öneren Amerikalı iktisatçı Profesör Arthur Laffer, vergi indirimleri sonucunda toplam piyasa üretiminin ve toplam vergi gelirlerinin artacağını savunmuştu. Laffer’in görüşleri, ABD’nde özellikle Wall Street Journal’un editörü Jude Wanniski’nin katkılarıyla kamuoyuna aktarıldı. Bu görüşler, kısa sürede akademik çevrelerde de ilgi gördü ve özellikle P.C. Roberts, N. Ture, M. Evans, A. Reynolds, B. Bartlett ve diğer bazı iktisatçılar tarafından ayrıntılı bir şekilde incelemeye konuldu. Laffer’in vergi indirimleri ile toplam piyasa üretimi ve vergi gelirleri arasında kurmuş olduğu geometrik ilişki, akademik çevrelerde yapılan çalışmalarda “Laffer Eğrisi” şeklinde popularite kazandı. Laffer, görüşleri ile talep-yönlü iktisat politikasını (Keynesyen iktisat politikasını) eleştirmiş, bunun yerine “her arz kendi talebini yaratır” şeklinde formüle edilen Say Kanunu’ nu tekrar gündeme getirmeye çalışmıştır. Laffer’e göre çağdaş iktisadi sorunların temelinde, üretimin talebe cevap verememesi yatmaktadır. Laffer, üretimi teşvik edecek en önemli iktisat politikasının ise “vergi indirimleri politikası” olduğunu savunmuştur. Laffer’in bu görüşleri, daha sonraları bazı iktisatçıların katkıları sonucu, iktisat literatüründe “Arz-Yönlü İktisat” (Supply-Side Economics) ya da “Arz-Yönlü Vergi Politikası” (Supply-Side Tax Policy) olarak yerleşmiştir.

Bu çalışmanın amacı, talep-yönlü iktisat teorisine alternatif bir iktisadi düşünce olarak 1980’li yıllarda önem kazanan Arz-Yönlü İktisat Teorisi’ ni genel hatlarıyla incelemektir. Bu çalışmada arz-yönlü iktisadın temel öğretisi olan Haldun-Laffer etkisinin sadece teorik analizi yapılacaktır.

  1. ARZ-YÖNLÜ İKTİSAT TEORİSİ
  2. Tanım

Arthur Laffer arz-yönlü iktisadı şu şekilde tanımlamaktadır: “Arz-yönlü iktisat, klasik iktisadın modern tarzda ifadesinden başka bir şey değildir.” (“Analyzing Supply-Side Economics: A Symposium”, Halistones, 1982; 69). Diğer bir iktisatçı Bruce Bartlett ise yaptığı tanımlama ile Arthur Laffer’in görüşlerini paylaşmaktadır: “Bir çok yönden arz-yönlü iktisat, klasik iktisadın yeniden keşfedilmesinden başka bir şey değildir.” (Bartlett, 1981; 1).

Arz-yönlü iktisadın ekonometrik analizini yapan Michael Evans daha bilimsel bir yaklaşımla; “Ekonominin prodüktif kapasitesini etkileyen faktörleri inceleyen bir iktisat dalı…” şeklinde bir tanım vermektedir (Evans, 1983; 19-20). Evans, dengeli bir arz-yönlü iktisat politikasının başlıca şu iktisat politikalarını içerdiğini belirtmektedir (Evans, 1983; 20):

Şahsi ve kurumlar gelir vergilerinde indirim,

Vergi indirimlerine paralel olarak kamu harcamalarının indirilmesi,

Yasal-kurumsal serbestleşme politikası.

Evans’a göre bu politikaları içerecek bir arz-yönlü program, yüksek prodüktivite ve ekonomik büyüme ile düşük enflasyonu sağlayacaktır. Evans’a göre, arz-yönlü iktisadın temelini “vergi indirimleri” oluşturmaktadır.

Son olarak, diğer tanınmış bir arz-yönlü iktisatçının tanımını aktaralım. P.C. Roberts’e göre arz-yönlü iktisat; “teşvikler ve göreli fiyatlar üzerindeki maliye politikası etkilerini inceleyen bir iktisat okuludur” (Roberts, 1984; 314).

Bu açıklamalar çerçevesinde şu tanımı yapmak mümkündür: Arz-yönlü iktisat, özellikle vergi indirimleri yoluyla üretimin ve dolayısıyla vergi gelirlerinin pozitif yönde etkileneceğini ve bu suretle ekonomik büyümenin, kaynak kullanımında ve dağılımında etkinliğin sağlanacağını savunan bir iktisadi düşüncedir. Esasen bu tanıma dayalı olarak arz-yönlü vergi politikasının temel ilkelerini özetlemek mümkündür.

  1. Temel İlkeleri

Arz-yönlü iktisadın temel ilkelerini şu şekilde özetleyebiliriz:

  1. Marjinal vergi oranlarındaki değişiklikler ekonomik birimlerin karar ve faaliyetlerini pozitif veya negatif olarak başlıca üç şekilde değiştirir (Keleher, 1982; 111).

Boş durmaya karşı çalışmanın göreli fiyatını,

Cari tüketim yerine, gelecekte tüketimde bulunmanın göreli fiyatını,

Piyasa ekonomisi içinde faaliyette bulunma yerine, yeraltı ekonomisinde faaliyette bulunmanın göreli fiyatını.

Arz-yönlü iktisatçılar, marjinal vergi oranlarının indirilmesi (artırılması) halinde bunun göreli fiyatları pozitif (negatif) yönde etkileyeceğini kabul etmektedirler. Onlara göre; örneğin; marjinal vergi indirimi, bireylerin tüketim yerine tasarrufa yönelmelerine, boş durma yerine çalışmayı tercih etmelerine neden olacaktır.

  1. Arz-yönlü iktisat, “ekonomik büyüme” ve “ekonomik etkinlik” olarak bilinen iki önemli iktisat politikası amacına ağırlık vermektedir. Arz-yönlü vergi politikasını savunanlar, vergi indirimlerinin uzun dönemde vergi gelirlerini ve toplam piyasa üretimini artıracağını kabul etmektedirler. Bu iktisatçılara göre, “ekonomik istikrar ve adil gelir dağılımı” gibi iktisat politikası amaçları kısa dönemde çözüme kavuşturulamayacak politikalardır. Diğer bir deyişle, bu politikaları gerçekleştirmek için, öncelikle ekonomide etkinlik ve yüksek büyümeyi sağlayacak politikaları yürürlüğe koymak gereklidir.
  2. Arz-yönlü iktisadın diğer bir temel ilkesi ise vergi oranları ile vergi gelirleri ve toplam piyasa üretimi arasında kurmuş olduğu ilişkidir. Bu ilkeye göre; vergi oranlarının indirilmesi, sanıldığı gibi vergi gelirlerini azaltmayacak aksine artıracaktır. Çünkü, vergi oranlarının indirilmesi göreli fiyatları pozitif şekilde etkileyecek ve bu etki toplam piyasa üretiminin yani GSYİH’ nin artması şeklinde sonuçlanacaktır. Arz-yönlü iktisat teorisinin temel felsefesini oluşturan bu ilişkiyi iki başlık altında inceleyeceğiz. Daha önce arz-yönlü iktisadın tarihsel kökenleri üzerinde durmaya çalışalım. 
  1. Tarihsel Kökenleri

Arz-yönlü iktisat, daha öncede belirtildiği gibi, talep-yönlü iktisada bir tepki olarak doğmuştur. Talep-yönlü iktisadın aksine arz-yönlü iktisat, bütün iktisadi sorunların arz kaynaklı olduğunu kabul eder. Arz-yönlü iktisat teorisini savunanlara göre, iktisadi sorunların temelinde Keynesyenlerin ifade ettiği şekilde “efektif talep yetersizliği” değil, üretimin talebe oranla yetersiz olması yatmaktadır. Arz-yönlü iktisat teorisini savunanlar bu görüşleri ile esasen Say Kanunu’nu kabul etmektedirler. Klasik iktisadın “arz kendi talebini yaratır” şeklinde formüle edilen bu görüşü temelde arz-yönlü iktisadın çıkış yeri olarak kabul edilebilir.

Jean Baptiste Say, 1803 yılında “Treatise on Political Economy” adlı eserinde “Piyasalar Kanunu” (the Law of Markets) nu şu şekilde açıklamıştır:

“Her üretici kendi tüketimini aşacak ölçüde belirli bir maldan bir miktar üretir. Çiftçi, kendisi ve ailesi için gerekli olandan daha fazla mahsül toplar; şapkacı, kendi kullanımı için gerekli olandan daha fazla şapka yapar; toptancı kendi tüketiminden daha fazla şekeri elde bulundurur. Bunların her biri, rahat bir şekilde yaşam için (kendi ürettikleri mallar dışındaki) diğer bir çok mallara gereksinim duyarlar. Üretilen malların başkalarının ürettikleri mallar ile mübadele edilmesi piyasaları oluşturur” (Cowen, 1982; 165).

Say’in açıklamalarında talebin esas kaynağının üretim olduğu vurgulanmaktadır. Say’e göre;

“Aşırı tüketim, ticaret için yararlı değildir; asıl güçlük tüketim isteğini teşvik etmekte değil, üretim araçlarını sağlamakta yatmaktadır. İyi devletin amacı üretimi teşvik etmekte, kötü devletin amacı ise tüketimi teşvik etmekte yatmaktadır” (Cowen, 1962; 167).

Say’in bu temel görüşleri daha sonraları, özellikle James Mill tarafından daha net bir şekilde ortaya konulmuştur. Mill, 1808 yılında yayınladığı eserinde Say Kanunu’nu şu şekilde ifade etmiştir:

“Her ülke kesinlikle ürettiği malları tüketecektir. Bir ülkede hiçbir şekilde aşırı bir sermaye veya mallar stok edilemez. Sermaye, üretim için bir olanak yaratır. Bir ülkedeki talep, tamamen o ülkenin satın alma gücüdür. Ülkenin satın alma gücü nedir? Şüphesiz ülkenin yıllık üretimidir.

Tüketim, esasen üretimin bir etkisidir. Üretim, tüketimin bir etkisi değildir….Bir ülkenin gerçek zenginliği o ülkenin yıllık üretim gücüdür. Bir ülkenin zengin veya fakirliği o ülkenin ürettiği malların miktarına bağlıdır” (Cowen, 1982; 135).

Özetle, 1980’li yılların başlarında Arthur Laffer ve diğer bazı iktisatçılar tarafından açıklanan ve “Arz-Yönlü İktisat” olarak popülarite kazanan teori, esasen Say Kanunu’nun yeniden gündeme getirilmesidir. Arz-yönlü iktisatçılar, 1970’li yıllardaki iktisadi sorunların esasen toplam arz yerine toplam talebe ağırlık veren talep-yönlü iktisat politikasından kaynaklandığını savunmaktadırlar (Bkz: Aktan, 1991). Bu iktisatçılar, sorunu bu şekilde belirledikten sonra çözümü de üretimi teşvik edecek politikalarda aramaktadırlar. Onlara göre, üretimi teşvik edecek en önemli araç vergi indirimleridir. Önemle belirtmek gerekir ki, Laffer’in vergi oranları ve vergi gelirleri arasında kurmuş olduğu teorik ilişki ve yaptığı geometrik yorum, başlangıçta pek çok iktisatçı tarafından yeni ve orijinal bir görüş olarak kabul edilmiştir. Ancak daha sonra akademik çevrelerde yapılan çalışmalarla Laffer’in açıkladığı görüşlerin daha önceki yüzyıllarda başka iktisatçı ve filozoflar tarafından ifade edildiği açıklığa kavuşmuştur. Örneğin Amerikalı iktisatçı Alan Brinder, yayınladığı çalışmasında Laffer’in açıkladığı görüşlerin daha önce 1844 yılında J. Dupuit tarafından ifade edilmiş olduğunu, dolayısıyla Laffer Eğrisi olarak popülarite kazanan eğriyi “Dupuit Eğrisi” olarak adlandırmanın daha doğru olacağını belirtmiştir (Blinder, 1981; 83). Bir başka iktisatçı Don Fullerton da vergi indirimleri ile vergi gelirleri arasındaki ilişkinin Dupuit’in yanı sıra Adam Smith tarafından da ifade edildiğini, bu nedenle çizilen eğriyi “Smith-Dupuit Eğrisi” olarak adlandırmanın daha doğru olacağını ifade etmiştir (Fullerton, 1982; 5).

Önemle belirtmek gerekir ki, A. Laffer tarafından açıklanan ve “Laffer Etkisi” olarak popülarite kazanan hipotez, ilk olarak 14. yüzyılda filozof İbni Haldun tarafından açıklanmıştır. İbni Haldun 1371’de ünlü Mukaddime adlı eserinde şunları yazmıştır:

“Toplumun (hanedanın) oluşumunun başlangıcında vergiler, küçük matrahlar karşılığında yüksek vergi hasılatı sağlar. Toplumun (hanedanın) genişlemesi ile birlikte, vergiler büyük matrahlara karşılık düşük vergi hasılatı sağlar.” (Khaldun, 1981; 230).

İbni Haldun, aynı eserin devamında şunları yazmaktadır:

“Vergi konuları üzerine düşük vergiler yüklendiğinde bu, yükümlülerin çalışma ve birşeyler yapma arzularını geliştirir. Düşük vergiler vergi yükümlülerini tatmin edeceği için, kültürel teşebbüs büyür ve artar. Öte yandan, kültürel teşebbüsün büyümesi ile birlikte, yükümlülere tarh edilen vergi matrahı genişler. Netice olarak, kişisel matrahların toplamı ile vergi geliri artmış olur.” (Khaldun, 1981; 231).

  1. ve 19. yüzyıllarda bazı iktisatçı ve filozoflar da İbni Haldun’un düşüncelerine benzer görüşleri ileri sürmüşlerdir. Örneğin; 18. yüzyılda filozof David Hume şunları yazmıştır:

“Ağır vergiler endüstriyi tahrip eder. Ağır vergiler, işçilerin ücret artışı talep etmelerine neden olarak (sonuçta) bütün malların fiyatlarını artırır.” (Hume, 1955; IXXXII).

Aynı yüzyılda Adam Smith, “Milletlerin Zenginliği” adlı eserinde Hume’un görüşlerini değişik bir şekilde ifade etmiştir:

“Yüksek vergiler, bazen vergiye tabi malların tüketimini azaltmak ve bazen vergi kaçakçılığını teşvik etmek suretiyle, düşük vergilerden sağlanacak hasılattan daha düşük bir hasılat sağlar. Gelirin azalması, tüketimin azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıkmışsa, çözüm yollarından birisi vergi oranlarını indirmektir.” (Smith, 1976; 414).

Adam Smith’i takiben, diğer klasik iktisatçılar da düşük vergi oranlarının yüksek vergi hasılatı sağlayacağını ve ekonomik büyümeyi teşvik edeceğini ifade etmişlerdir.

J.R. McCulloch, yukarıdakilere benzer görüşlerini şu şekilde ifade etmiştir:

“…Vergilerin indirilmesi, vergi gelirlerinin artması sonucunu doğurur……Vergilerin artırılması, gelirin azalması sonucunu doğurur.” (McCulloch, 1975; 341).

1831’de Henry Parnell düşük vergilerin önemini şu şekilde vurgulamıştır:

“Aşırı yüksek vergilerin sonucunda vergi geliri azalır ve vergi kaçakçılığı teşvik edilir.” (Keleher ve Orzechowski, 1982; 140).

Son olarak , Jules Dupuit’in görüşlerini kısaca aktaralım. Dupuit, 1844 yılında şunları yazmıştır:

“Eğer bir vergi, sıfırdan başlayarak engelleyici olabileceği bir noktaya kadar arttırılırsa, başlangıçta hasılatı artarak bir maksimuma ulaşır ve bir noktada tekrar sıfır olur.” (Dupuit, 1969; 278).

Anlaşıldığı üzere, 1970’li yılların sonlarına doğru A. Laffer tarafından gündeme getirilen bu görüş, daha önceki yüzyıllarda pek çok filozof ve iktisatçı tarafından açıklanmıştır. Literatüre “Laffer Etkisi” olarak giren bu görüşü, biz bu çalışmada “HALDUN-LAFFER ETKİSİ” olarak adlandırmayı yeğliyoruz.

III. HALDUN-LAFFER ETKİSİ

  1. Hipotez

Haldun-Laffer etkisi kısaca şu görüşü açıklamaktadır: Marjinal vergi oranlarındaki değişiklikler göreli fiyatları pozitif (negatif) olarak etkiler ve netice olarak toplam piyasa üretimi ve toplam vergi geliri artar (azalır). Önemle belirtelim ki, arz-yönlü vergi politikasını savunan iktisatçılar, özellikle marjinal vergi oranları üzerinde durmaktadırlar. Bilindiği üzere ortalama vergi oranı, ödenmesi gereken vergi ile gelir arasındaki ilişkiyi gösterir. Ödenmesi gereken vergiyi (T) geliri (Y) ile gösterirsek ortalama vergi oranı (e) şu şekilde formüle edilebilir:

T

e = ———————-

Y

Marjinal vergi oranı ise ödenen vergideki artış ile gelirdeki artış miktarı arasındaki ilişkiyi göstermektedir. Bu durumda marjinal vergi oranını (m) da şu şekilde formüle edebiliriz:

dT

m = —————————–

dY

Yukarıda kısaca özetlenen Haldun-Laffer etkisini (HL Etkisi) Şekil- 1 yardımıyla açıklamaya çalışalım.

Şekil: 1 Vergi Oranları ile Toplam Piyasa Üretimi ve Vergi Gelirleri Arasındaki İlişki

Şekil’ de sağ taraf, vergi oranları ile vergi gelirleri arasındaki ilişkiyi sol taraf ise vergi oranları ile toplam piyasa üretimi arasındaki ilişkiyi göstermektedir. Önce şeklin sol tarafını incelemeye çalışalım. Hiç verginin bulunmadığı varsayımı altında toplam piyasa üretimi Y1 düzeyindedir. Vergi oranlarının sıfırdan başlamak suretiyle bir miktar artırılması, toplam piyasa üretimini artırır. Bunun nedeni şudur: Devletin bir miktar vergi geliri toplaması, bir miktar kamusal mal arz etmesi demektir. Örneğin; devletin topladığı vergi gelirlerini savunma, adalet gibi tam kamusal mallar yanısıra bir kısmını da eğitim ve sağlık gibi yarı kamusal mallara harcadığını düşünelim. Devletin bir miktar kamusal mal üretmesi başlangıçta özel sektör ekonomik faaliyetleri üzerinde olumlu etki yapar ve netice olarak ekonomide toplam GSYİH miktarı genişler. Vergi oranlarının artırılması bir noktaya kadar bu etkiyi gösterir. Belirli bir noktadan sonra (L) toplam piyasa üretimi azalır. Bunun nedeni, yüksek vergi oranlarının göreli fiyatlar üzerindeki olumsuz etkisidir. Şeklin sağ tarafına dönelim. Vergi oranları ile toplam piyasa üretimi arasındaki ilişkilerin bir benzerini vergi oranları ile vergi gelirleri arasındaki ilişkide görmekteyiz. Vergi oranın sıfır olduğu durumda vergi geliri de sıfırdır. Vergi oranının biraz artırılması, -örneğin B noktasına kadar- halinde vergi geliri de artacaktır. Vergi oranlarının D noktasına kadar artırılması halinde aynı sonuç elde edilebilecektir. D noktasından sonra vergi oranlarının artırılması vergi gelirleri üzerinde olumsuz bir etki doğuracaktır. D noktasını “maksimum vergi geliri noktası” olarak tanımlamak mümkündür. Önemle belirtelim ki, T3′ ün ötesinde bir vergi indirimi, ancak vergi gelirlerinin artması sonucunu doğurur. Örneğin; vergi oranının T4′ den T3 noktasına indirilmesi halinde vergi gelirleri de R2′ den R3′ e doğru yükselir. Şekilden anlaşıldığı üzere, toplam piyasa üretiminde vergi gelirlerinden önce bir maksimuma ulaşılmaktadır. Bunun nedeni şudur: Devletin bir miktar vergi geliri toplaması ekonomiye bir miktar kamusal mal arz etmesi anlamına gelir. Başlangıçta bu düşük vergi oranları ekonomik birimlerin faaliyetleri üzerinde pozitif etkilerde bulunur. Böylece toplam piyasa üretiminde maksimuma düşük bir vergi oranında ulaşılır. Şimdi, HL hipotezinin varsayımlarını daha doğru bir ifadeyle belirsizliklerini incelemeye çalışalım. 

  1. HL Hipotezinin Belirsizlikleri
  2. Miller ve A. Struthers adındaki iki iktisatçı 1970 yılında yayınladıkları makalede HL etkisinin önemli ölçüde belirsizlikler içeren bir varsayımdan ibaret olduğunu belirterek şu görüşü ileri sürmüşlerdir: “Vergi oranlarındaki bir indirimin vergi gelirlerini artıracağı ümidi “Laffer Etkisi” dir. Fakat, bu olsa olsa zayıf bir beklentidir. Bu görüş, kişilerin vergi sonrası gelirleri yükseldiğinde öncekinden önemli ölçüde fazla yatırım yapacakları varsayımına dayanır.”.

Preston ve Miller’e göre Haldun-Laffer Etkisi, oldukça belirsiz ve gerçekleşmesi pek mümkün görünmeyen iki koşula bağlı bulunmaktadır. İlk olarak; vergi oranı, Şekil-2′ de görüldüğü üzere maksimum vergi geliri noktasının (D) ötesinde bulunmalıdır. Diğer bir ifadeyle, cari vergi oranı T* oranından daha yüksek olmalıdır. Vergi oranı D noktasından daha düşük bir noktaya indirildiğinde vergi gelirleri artmayacak, aksine azalacaktır. Oysa, vergi oranı D noktasının ötesinde, örneğin E noktasında ise, bu oranın D noktasına indirilmesi halinde vergi geliri artacaktır.

Şekil: 2 Haldun-Laffer Etkisinin Belirsizlikleri

Laffer etkisinin gerçekleşebilmesi için ikinci koşul ise, vergi indiriminin çok fazla olmamasıdır. Örneğin; E noktasından C noktasına (veya B noktasına) kayılması halinde vergi gelirleri artmayacak, aksine azalacaktır. Hiç kimse eğrinin şeklini ya da maksimum vergi geliri noktasının konumunu bilmediğinden, vergi oranlarını uygun bir şekilde azaltmak kolay olmayacaktır. 

  1. SONUÇ

Bu çalışmada arz-yönlü iktisadın teorik temelleri incelenmiştir. Vergi indirimlerinin toplam piyasa üretimi ve toplam vergi gelirleri üzerindeki etkileri konusunda pek çok ampirik çalışma yapılmış, bu arada bazı iktisatçıların katkıları arz-yönlü iktisadın iddialarını değerlendirmeye yarayacak bazı tarihsel bulgular elde edilmiştir. Özellikle, ABD’nde tarihsel bulgular gerçekten ilgi çekici sonuçlar ortaya koymaktadır. 1920’lerdeki Mellon vergi indirimleri ile 1960’lardaki Kennedy indirimleri ve son olarak da Reagen vergi indirimlerinin genel sonuçları değerlendirildiğinde, arz-yönlü iktisadın 1980 başlarında ifade edildiği şekilde bir “Voodoo Economics” (Büyü Ekonomisi) olmadığını ortaya koymaktadır. Arz-yönlü vergi politikasını en kapsamlı bir şekilde uygulayan ABD’nde, 1980 sonrasında ekonomik alanda pek çok olumlu gelişmeler elde edilmiştir. ABD’ndeki büyüme hızı, tasarruf ve yatırım rasyolarındaki değişme, toplam vergi gelirleri trendi, enflasyon ve işsizlik rakamları vb. bu hususta açık değerlendirmelere imkan tanımaktadır. Ancak, ABD ekonomisinde 1980 sonrasında artan bütçe açıkları dolayısıyla, arz-yönlü vergi politikası geniş eleştirilere uğramıştır.Bununla birlikte arz-yönlü vergi politikasını savunanlar esasen bütçe açıklarının tamamen vergi indirimlerinin bir sonucu olmadığını, esas sorunun kamu harcamalarının azaltılmaması olduğunu iddia etmektedirler. ABD’nde 1980 sonrasında kademeli olarak gelir vergisi oranları indirilmiş, buna karşın kamu harcamaları öngörülen şekilde azaltılmamıştır. Bu durum sonuçta bütçe açıklarının artmasının nedenlerinden birisi olmuştur.

Arz-yönlü iktisadın ABD’ndeki başarısına ilişkin tarihsel bulguların yanısıra akademisyenlerce bu teoriyi destekleyen ampirik çalışmaların ortaya konulması, bu politikanın pek çok ülkede ilgi çekmesine neden olmuştur.Önemle belirtelim ki, 1980 sonrasında ABD dışında; İngiltere, Batı Almanya, Japonya ve diğer bazı gelişmiş ülkelerde vergi indirimleri politikasına ağırlık verilmiştir. Gelişmiş ülkelerin yanısıra gelişmekte olan ülke hükümetleri de, bazı uluslararası kurumların etkisiyle vergi indirimleri politikasını cazip bulmuşlar ve bu konuda uygulamalar yapmışlardır. Burada şu önemli soru gündeme gelmektedir: Arz-yönlü vergi politikası, gelişmekte olan ülkeler açısından ne derece uygunluk arz etmektedir? Ekonomik kalkınmanın finansmanında, geniş ölçüde vergilere bağımlı bulunan gelişmekte olan ülkelerde vergi indirimleri politikası uygulanması halinde sonuçta bundan vergi gelirleri ne derece pozitif olarak etkilenecektir?

Arz-yönlü vergi politikasını savunanlar, gerek gelişmiş ve gerekse gelişmekte olan ülkelerde vergi indirimlerinin ekonomik büyüme üzerinde olumlu sonuçlar doğuracağını iddia etmektedirler. Bu iktisatçılara göre; ekonomik büyümenin hızlanması ile birlikte vergileme kapasitesi de genişleyecek ve sonuçta vergi gelirleri artacaktır. Arz-yönlü vergi politikasını savunanlar, vergi tarifesinin yapısının büyük önem taşıdığını, dik artan oranlı bir tarifenin mümkün olduğunca ılımlı bir artan oranlılığa ve hatta tamamen düz oranlılığa dönüştürülmesini önermektedirler.

Bu çalışmanın genel sonucu olarak şu ifadeyi savunmak mümkün görünmektedir: Arz-yönlü iktisadın temel iddiaları, pek çok teorik ve ampirik çalışmaların sonuçları ve tarihsel bulguları ile güç kazanmıştır. Ancak, vergi indirimleri yoluyla olumlu ekonomik sonuçlar elde edebilmek için Buchanan ve Lee’nin üzerinde önemle durduğu şu iki hususu dikkate almak gereklidir:

  1. Arz-yönlü iktisat uzun dönemi esas alan makro iktisat politikasıdır. Kısa dönemde, vergi indirimleri yoluyla toplam piyasa üretimi ve toplam vergi gelirlerinin artmasını beklemek doğru bir yaklaşım değildir.
  2. Vergi oranlarının belirli bir süre değişmeyeceği konusunda vergi yükümlülerini ikna etmek gereklidir. Vergi oranlarının değiştirilmesi basit bir şekilde parlamentonun tasarrufu altında olduğu sürece, vergi yükümlülerinin gelecek üzerinde olumsuz beklentileri var olacaktır.Kanımızca, 1980 sonrasında talep yönlü iktisada alternatif olarak gündeme getirilen arz-yönlü iktisat teorisinin, iktisadi sorunlara olan teşhisi yanlış değildir. Düşük vergi oranlarının göreli fiyatları pozitif olarak etkileyeceği ve bunun sonucunda toplam piyasa üretimini ve dolayısıyla toplam vergi gelirlerini artıracağı savı, yukarıda da belirtildiği üzere, mevcut tarihsel bulgular ve ampirik çalışmalar ışığında güç kazanmıştır.

Buchanan’a göre; Ekonomik Anayasa içinde iyi düzenlenmiş bir Vergi Anayasası, Arz-yönlü vergi politikasının temel sonuçlarını doğrulayacak sonuçlar ortaya çıkarabilecektir. Düşük vergi uygulamasının yanısıra gelecekte vergi oranlarının belirli bir süre değişmez olduğu güvencesine sahip vergi yükümlüleri, cari tüketim ve gelecek tüketim üzerindeki tercihlerini en iyi bir şekilde yapmaya çalışacaklardır. Bu şekilde bir Vergi Anayasası yeraltı ekonomisinin boyutlarını azaltarak devletin vergi gelirlerini artırabilecektir.

Önemle belirtelim ki, son yirmi yıl içinde iktisatçıların ilgisi giderek “Anayasal Reform”a doğru kaymaktadır. ABD’nde Kamu Tercihi Teorisi’ni geliştiren bazı iktisatçılar “Anayasal İktisat” adını verdikleri yeni bir araştırma disiplini içinde ekonomik sorunların, esasen ekonomik “kural” ve “kurumların” anayasal bir çerçevede düzenlenmesiyle çözümleneceği görüşünü savunmaktadırlar. Özellikle kamu tercihi teorisinin gelişmesinde –ve bu arada arz-yönlü iktisadın gelişmesinde- önemli katkılarda bulunması nedeniyle 1986’da Nobel Ekonomi Ödülü’ nü kazanan James M. Buchanan devletin vergileme yetkisine ilişkin temel hükümler dışında, vergileme yetkisini sınırlayacak kuralların da anayasada yer alması gerektiğini savunmaktadır. Buchanan, vergilemeye ilişkin kural ve düzenlemelerin bir “Vergi Anayasası” içerisinde düzenlenmesi gerektiğini ifade etmektedir. Buchanan Vergi Anayasası’ nı şu şekilde tanımlamaktadır:

“…Vergi sistemi ancak “anayasal perspektif” içinde anlamlı bir şekilde tartışılabilir. Bu ifadeyle, vergilemenin temel yapısı ve vergi yükünün kişiler arasında dağılımı konularının mevcut bir “mali” veya “vergi anayasası” çerçevesi içerisinde ele alınması gerektiğini kasdetmekteyim. Vergi anayasası, bireylerin vergi oranlarındaki değişikliklere uygun bir şekilde adapte olabilecekleri ve uzun dönemi esas alan yarı-sürekli kural veya düzenlemeleri ifade etmektedir. “İyi” bir vergi sistemi, ancak anayasal perspektife dayalıdır.” (Buchanan, 1978; 105).

Buchanan, 3 veya 4 yılı esas alan bir “yarı-sürekli vergi anayasası” nda özellikle devletin hangi kaynaklar üzerinden vergi alacağı, uygulanacak vergi oranlarının maksimum sınırları, vergi yükünün ve kamu harcamalarının GSYİH’ nın belli bir yüzdesini geçemeyeceği, kamu gelirleri ile kamu harcamaları arasında bir denkliğin mevcut olacağı, bu denk bütçe ilkesinden hangi özel durumlarda –savaş, kriz vb.- vazgeçileceği vb. hususların açık olarak saptanmasını önermektedir.

Sonuç olarak, arz-yönlü iktisadın temel önerilerinin bir anayasal perspektife dayalı olarak ele alınması gerektiğini belirtmekte yarar bulunmaktadır.

LİBERTARİAN  İKTİSAT

Liberalizmin aşırı bir ekseni Libertarianizm veya Anarko-Kapitalizm olarak bilinmektedir. Libertarianizmin temel amacı “pür özgürlük”tür. Libertarianizm, bireylerin davranış ve eylemlerine sahip oldukları mülkiyete hiçbir şekilde karışılmadığı özgür bir toplum yapısını savunur.

Libertarianistler devlet kurumuna karşı çıkmakta ve devleti pür özgürlüğü zedeleyen ve sınırlayan bir kurum olarak görmektedirler*. Libertarianistler “zorlama” olgusuna hiçbir zaman meşruiyyet kazandırılamayacağına ve insan ilişkilerinin gönüllülük ve rıza esasına dayalı olarak yürütülmesi gerektiğine inanmaktadırlar. Klasik liberalizmi savunan düşünürlerden farklı olarak bazı libertarianistler, devlet adı verilen kuruma bütünüyle karşı çıkmaktadırlar. Libertarianistlere göre devletin zor kullanma tekeline sahip olması çok tehlikeli sonuçlar ortaya çıkarabilir. Devlete bir defa, zor kullanma tekeli verildiğinde, bu kişilerin en temel hak ve özgürlüklerini sınırlayacak bir veçhe kazanabilir. Dahası, devletin zor kullanarak bireylerin hak ve özgürlüklerini ihlal etmesi halinde bunu önlemek güç ve hatta bazen olanaksızdır. Libertarianistler “zorlama” unsuru taşıyan bütün uygulamalara ve yasaklamalara karşıdırlar.

Libertarianizm’in temel özelliklerini birkaç kısa başlık altında özetlemek mümkündür:

–                      Libertarianizm herşeyden önce bireycidir. Libertarianistler, bireyi temel değer ve varlık olarak ele alırlar.

–                      Libertarianizm’e göre bireyin özgürlüğü sınırsızdır. Bir diğer deyişle, libertarianizm pür negatif özgürlüğü savunur.

–                      Libertarianizm, birey özgürlüğünü sınırlayacak her türlü zorlayıcı güce (Coercive Power) karşıdır. Zorlayıcı gücün en tehlikelisi devlettir. Bu nedenle libertarianistler devlete karşıdırlar. Libertarianizm, “devletsiz toplum” düzenini yani anarşizmi savunur. Ancak bmazı libertarianistler, örneğin Robert Nozick, Ultra-Minimal Devlet modeli ile devletin bütünüyle değil fakat önemli ölçüde ortadan kaldırılabileceğini savunur.

–                      Libertarianizm’in öngördüğü toplum düzeninde hukuk kurallarının yerini rıza ve isteğe dayalı bireylerarası sözleşmeler almıştır.

Libertarianizm akımının çağdaş temsilcileri arasında David Friedman, Murray N. Rothbard, Robert Nozick ve Ayn Rand’ı belirtebiliriz. Bunlardan Friedman ve Rothbard, devlet kurumuna bütünüyle karşı çıkmakta ve devletsiz toplum düzenini savunmaktadırlar. Nozick ise klasik liberallerden de öteye ultra-minimal devleti savunmaktadır. Ayn Rand’da düşünceleri ile libertarianist platformda kabul edilen bir diğer düşünürdür.

Bu açıklamalardan sonra şimdi isimlerini belirttiğimiz libertarianistlerin görüşlerini kısaca özetleyelim. Milton Friedman’ın oğlu David Friedman libertarian bir toplumu şöyle anlatmaktadır.

“Libertarianizm, insanların yaşamlarını istedikleri şekilde düzenlemelerine izin verilmesini ifade etmektedir. İnsanların baskı ile kendilerinden korunmaları gerektiği düşüncesini reddediyoruz. Libertarian toplum; uyuşturucuya, kumara, pornografiye ve taşıtlarda zorunlu emniyet kemeri takılmasına ilişkin hiçbir zorlamaya ve kanuna sahip değildir. Libertarian toplum, bir refah programı uygulanması ya da sosyal güvenlik sistemi oluşturulmasına da karşıdır. Başkalarına yardım etmek isteyenler, bunu özel bağışlar yapmak suretiyle gönüllü olarak yapabilirler. Ayrıca vatandaşlardan devlet hizmetlerinin finansmanı için vergi tahsil edilmesi düşüncesine karşıyız. Yaşlılık sigortasına sahip olmak isteyenler de bunu özel sigortalar aracılığıyla yapabilirler (Friedman, 1978:1).

Libertarianistler toplumun dış düşmanlardan korunması ve toplumda iç barışın ve huzurun temini gibi hizmetlerin dahi özelleştirilmesi düşüncesini savunmaktadırlar. Firedman’ın bu konudaki düşüncelerini özetleyelim:

“Gelecekte, devletin polisinin olmadığını, bunun yerine özel koruma ve güvenlik kurumlarının bulunacağını varsayalım. Bu kurumlar suçların önlenmesi için güvenlik hizmetini pazarlayacaklardır. Belki bu kurumlar, müşterilerine, suç faaliyetleri sonucunda ortaya çıkacak zararlara karşı sigorta hizmeti dahi sunacaklardır. Bu tür özel güvenlik kurumları nasıl çalışabilir? Bu kurumlar müşterilerine, kapılarına kilitler takmak veya alarm sistemi kurmak suretiyle hizmet verebilirler. Veyahutta, bu kurumlar hiçbir koruma önlemi almaz ve sadece suç ortaya çıktığında suçluyu bulmaya çalışır. Şimdiki devlet polisleri gibi… Ancak, her halükarda, bu özel güvenlik kurumları, müşterilerine en düşük maliyetle ve en yüksek kalitede hizmet sunmak için yarışırlar. Hizmetin, halihazırda devletin sunmuş olduğu güvenlik hizmetinden daha kaliteli olacağı şüphesizdir.” (1978:156).

Libertarianistlerden Murray N. Rothbard ise “Devletsiz Bir Toplum” (Society Without A State) başlığını taşıyan makalesinde şöyle yazmaktadır.

“Devleti aşağıdaki özelliklere sahip bir kurum olarak görüyorum. 1) Devlet, gelirini “vergileme” olarak adlandırılan fiziksel zorlamaya dayalı olarak elde eder. 2) Devlet belli bir sınır içerisinde, savunma hizmetlerinin arzedilmesi için zorlayıcı bir tekele sahiptir. Bana göre, yukarıdaki özelliklere sahip olmayan bir kurum devlet olamaz. Anarşist toplumda herhangi bir kişinin mülkiyetine ve kendisine karşı zorlayıcı bir unsur sözkonusu değildir. Anarşistler, devlete karşıdırlar, çünkü devlet vergileme yoluyla özel mülkiyetin bir kısmına müdahalede bulunur ve bunun dışında kişi hakları üzerinde baskı oluşturur.” (Rothbard, 1982:53).

Rothbard, makalesinde devletin olmadığı bir toplumda pekala tüm mal ve hizmetlerin üretilebileceğini belirtmektedir. Rothbard’a göre “devlet, mutlaka katlanmak zorunda olduğumuz bir canavar değildir.” (State is not a necessary evil.) (Rothbard, 1982:63).

Bir diğer libertarianist Robert Nozick ise kendine önemli bir yer edinen Anarşi, Devlet ve Ütopya adlı eserinde bir Ultra-Minimal Devlet modeli geliştirmeye çalışmaktadır. Nozick şöyle yazmaktadır:

“Klasik liberal teorinin Gece Bekçisi Devleti’nin fonksiyonları tüm vatandaşları şiddete ve hırsızlığa karşı korunması ve kişiler arasındaki sözleşmelerin yürürlüğe konulması ve yaptırımı ile sınırlıdır. Bu fonksiyonları yerine getirecek bir gece bekçisi devleti “Minimal Devlet” olarak adlandırılır. Yukarıdaki fonksiyonlar özel güvenlik ve koruma hizmetini sadece hizmetten yararlanmak isteyen ve bunun karşılığında bir bedel ödeyen kimselere sunacaktır. Ultra-minimal devlette, güvenlik hizmetini sunan kurum ile bir sözleşme imzalamayan kimselere güvenlik ve koruma hizmeti sunulmayacaktır. Bu sistemde gelir ve serveti yetersiz olan kimselere bir Koruma Kuponu (Protection Voucher) verilecek ve bu kimseler, ultra-minimal devlete bu kuponu sunarak güvenlik ve koruma hizmeti talebinde bulunacaklardır.” (Nozick, 1974:27).

Libertarianist bir toplumu savunan yazarlardan birisi de Ayn Rand’dır. Rand, David Friedman ve Murray Rothbard gibi devleti bütünüyle reddetmekte, Robert Nozick gibi “koruyucu devlet”i meşru görmektedir. Roman yazarı ve gazeteci olarak bilinen Ayn Rand (1905-1982) yaşamı boyunca libertarian bir toplumu savunan yazılar kaleme almıştır. Rand, egoizmi, kapitalizmin; altruizmi ise kollektivizm ya da sosyalizmin ahlaki temeli olarak görmektedir. Rand’a göre “İnsanın kendi özel mutluluğuna ulaşması, en büyük ahlaki amacıdır.” Rand, “ortak iyi””(common good)” ya da kamu çıkarı/yararı” (public interest) gibi kavramların ne olduğu bilinmeyen kavramlar olduğunu belirtmektedir (Rand; 1966).

Rand diğer libertarianistler gibi devleti, insan hak ve özgürlüklerinin güvencesi olmaktan ziyade, onu hak ve özgürlüklerin ihlalcisi olarak görmektedir. Rand, “İnsanın Hakları” başlığını taşıyan makalesinde şöyle demektedir:

“Birey haklarını ihlal etmek demek, onu kendi yargısının aksi yönde davranmaya zorlamak veya onun değerlerini kamulaştırmak demektir. Esas olarak bunu yapmanın yalnız bir yolu vardır; fiziksel zor kullanım. İnsan haklarının iki olası ihlalcisi vardır, suçlular ve siyasi yönetim.” (Yayla, 1990).

Aynı Rand, “Kapitalizm Nedir?” başlığını taşıyan bir başka çalışmasında ise düşüncelerini şöyle açıklamaktadır:

“Kapitalizm, mülkiyet haklarını da kapsayarak, bütün birey haklarını tanıyan, bütün mülkiyetin özel bireylerce sahiplenildiği bir sosyal sistemdir… Birey haklarının tanınması insan ilişkilerinde fiziki zorun yasaklanmasıdır: Esas olarak, haklar ancak zor aracılığıyla ihlâl edilebilir. Kapitalist bir toplumda hiçbir kimse veya grup diğerlerine karşı fiziksel zor kullanımına önayak olamaz. Böylece bir toplumda, devletin tek görevi, insanın haklarını koruma görevi, yani, onu fiziksel zordan koruma görevidir; yönetim insanın kendini savunma hakkının vekili olarak hareket eder ve zoru ancak zor kullanımına önayak olan kişilere karşı ve ancak mukabil olarak kullanır. Böylece yönetim, zorun, objektif kontrol altında karşılık olarak kullanılmasını gerçekleştirmenin aracı olur… Kapitalist bir toplumda, bütün insan ilişkileri gönüllüdür. İnsanlar, kendi bireysel yargıları, kanaatleri ve menfaatlerinin emrettiği şekilde, işbirliği yapıp yapmamakta, birbirleriyle ilişkiye girip girmemekte serbesttirler. Birbirleriyle ancak akıl aracılığıyla ve akli şartlarla, yani, tartışma, ikna ve sözleşmeye dayanan anlaşma yoluyla, karşılıklı menfaate dayanan gönüllü seçimlerle ilişki kurabilirler. Bir insanın diğerleriyle aynı fikirde olmama hakkı hiçbir toplumda bir problem teşkil etmez; hayati öneme haiz olan, diğerleriyle aynı fikirde olmama hakkıdır. Özel mülkiyet hakkı aynı fikirde olmama hakkını korur ve yerine getirir, böylelikle insanın en değerli vasfı olan yaratıcı beyine giden yolu açık tutar. Bu, kapitalizm ve kollektivizm arasındaki en önemli farktır.” (Yayla, 1990; 41).

Rand, kendini üne kavuşturan Atlas Shrugged adlı romanını 1957 yılında yayınladı. 1962 yılında Nathaniel Branden ile birlikte Objectivist adıyla aylık bir dergi çıkarmaya başladı. 1966 yılında daha önce yayınlanmış bazı yazılarından oluşan Kapitalizm: Bilinmeyen İdeal (Capitalism: The Unknown Ideal) ve 1964 yılında Bencilliğin Erdemi (The Virtue of Selfishness) adlı kitaplarını yayınladı. Rand’ın en önemli çalışmaları 1966 yılında yayınlanan Objectivist Epistemology içerisinde yeraldı.

Rand, kendi savunduğu libertarian felsefeyi “objektivizm” olarak adlandırdı. Rand, objektivizm’i şöyle tanımlamaktadır:

“Objektivizm bir felsefi akımdır. Politika, felsefenin bir dalı olduğuna göre, objektivizm belirli politik ilkeleri savunur. Özellikle laissez-faire kapitalizmi, objektivizmin temel felsefi ilkesidir. Politika, “insanın doğasına ve varlığına ilişkin” üç ayrı felsefi disipline dayalıdır: Metafizik, Epistemoloji ve Ahlak… Objektivistler, “Muhafazakar””değildirler. Bizler (objektivistler), kapitalizmin radikal savunucularıyız. Üzerinde önemle durmak istiyorum; asıl amacımız politika veya ekonomi değildir. Asıl amacımız, insanın doğasını ve varlık nedenini incelemektir.” (Rand, 1966; Vİİ).

Rasyonalist bir düşünür olan Rand’ın fikirleri, ölümünden sonra çok büyük yankılar uyandırmamasına rağmen, günümüzde libertarian felsefe içerisinde kendine özel bir yer edinmiştir. Günümüzde Randian felsefeyi, savunanlar arasında John Hosper, Eric Mack ve Tibor Machan gibi isimleri sayabiliriz.

* Libertarianistlerin düşünceleri esasen 19. yüzyıl başlarında Anarşizm fikrini ortaya atan ve savunan düşünürlerin görüşleri ile benzerlikler göstermektedir. Anarşizm kelimesini ilk kullanan Fransız düşünürü Pierre-Joseph Proudhom (1809-1865)’dir. Anarşizm, esasen otoriterizme tepki sonucunda geliştirilmiş bir düşünce akımıdır. Proudhon dışında anarşizmin diğer öncüleri ingiliz düşünür William Godvin, Alman düşünür Max Stirner ve iki ünlü Rus düşünürü Mişel Bakunin (1814-1876) ve Piyer Kropotkin (1842-1921)dir. Anarşizm, en kısa ve öz bir şekilde her bireyin kendi kendini yönettiği bir düzen olarak tanımlanabilir. Önemle belirtelim ki bazı libertarianistler açık bir şekilde anarşist olduklarını kabul etmektedirler. Örneğin, libertanianistlerden David Friedman ve Murray Rothbard’ın düşünceleri anarşizme oldukça yatkındır.

İlgili Kategoriler

İktisat Ders Notları



Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir