AÖF Antropoloji ders notları tüm üniteler

Cevapla
Zeynep
Mesajlar: 26
Kayıt: 09 Kas 2016 11:47
İletişim:

09 Kas 2016 11:57

SOS203U-ANTROPOLOJİ
Ünite 01: Antropoloji Nedir?

Giriş
Bu bölümde insanların farklı barınma, beslenme biçimlerini,
sahip oldukları farklı fiziksel özelliklerini,
çeşitlilik gösteren inanç türlerini vs. araştırma konusu
edinen antropolojinin nasıl bir bilim olduğunu, gelişim
sürecini, temel kavramlarını, yöntemi, alt dallarını ve
konusuna yönelik farklı yaklaşım biçimlerini göreceğiz.
Antropolojinin Tanımı, Yaklaşımı ve İlkeleri
Antropoloji en kısa tanımıyla, insan çeşitliliğinin
bilimidir. Antropoloji, dünya üzerindeki insan çeşitliliğini,
kültürel, toplumsal ve biyolojik farklılıklar içinde
değerlendirerek yerel ve evrensel olayların bunlar
üzerindeki dönüştürücü etkilerini göstermeyi amaçlar.
Hem bütüncü hem de farklılıkları vurgulayıcı bir doğaya
sahiptir. Şekil veren ve alan bir varlık olan insana
antropoloji bilimi çift yönlü olarak yaklaşır.
Antropolojik yaklaşım altı temel ilkeye dayanır:
1. Bütüncülük: İnsanı tüm olguları içinde (siyasi,
ekonomik, sosyolojik, biyolojik) ele alarak
bütüncü bir kültürel bağlama yönelmek.
2. Evrensellik: Toplumları insanın çeşitliliğinin
birer göstergesi olarak kabul edip hiçbirini bir
diğeri üzerinde ayrımcılığa sebep olacak biçimde
farklılaştırarak ele almamak.
3. Uyarlama: İçinde yaşadığı çevre koşullarının
insanın dönüşümünde başat bir rol oynadığını
kabul edip her toplumu kendi özgül koşulları
dâhilinde değerlendirmek. Belirli bir yaşam
biçimin oluşmasında fiziksel çevrenin, yaşamsal
çevrenin ve mekânsal çevrenin rolünü ortaya
çıkarmaya çalışır.
4. Bütünleşme: Toplum pek çok farklı öğenin bir
araya gelerek bütünlüklü bir yapı oluşturmasının
sonucunda işleyiş kazanır. Bu bağlamda her
toplum söz konusu bütünlük içinde ele
alınmalıdır. Bütünlüklü bakış açısı ile kültürel
öğeler arasındaki uyumsuzluk, değişme sürecinde
uyum güçlükleri ve çatışmalar daha kolay fark
edilebilir. Bütünlük varsayımı görece küçük
ölçekli topluluklar yani köy aşiret, cemaat gibi
topluluklar için daha geçerli ve işlevseldir.
Büyük ölçekli toplumlarda (karmaşık iktisadi,
toplumsal ve kültürel ilişkilerin hâkim olduğu,
kalabalık toplumlar) toplumu bütünlüğü içinde
görmek zorlaşır.
5. Kültürel Görecilik: Antropolog, kendi kültürünü
gözetip etnikmerkezciliğe yer vermeden, yani
kendi toplumunu ve değerlerini merkeze alarak,
yücelterek, diğer toplumları anlamlandırmaya
çalışmaz. Antropolog toplumların kültürel
bakımdan farklı olduğunu bilir. Antropolog, bir
toplum için doğru olanın başka bir toplum için
doğru olamayabileceğini bilir.
6. Karşılaştırmacılık: Antropoloji, Toplumların
kendine özgülükleri ve benzer olgulara karşı
geliştirdikleri farklı refleksleri göz önüne alıp
birbirleriyle karşılaştırarak değerlendirir.
Kültürler karşılaştırılarak, kültürlerin özgül
yönleri anlaşılır.
Bu çerçevede, antropolojinin üç temel sorusu belirgin hale
gelir. Bunlar:
1. İnsanlar, toplumlar ve kültürler neden
farklıdırlar, nasıl farklılaşırlar?
2. İnsanlar, toplumlar ve kültürler neden ve nasıl
benzeşirler?
3. İnsanlar, toplumlar ve kültürler neden ve nasıl
değişirler?
Antropolojinin Dalları
Antropoloji Bilimi dört ana dala ayrılır:
1. Sosyal-Kültürel Antropoloji
2. Biyolojik Antropoloji
3. Arkeoloji
4. Dil Antropolojisi
İnsanı ve toplumu biyolojik nitelikleri dışında kendi
yaratısı olan toplumsal-kültürel alan içindeki olgular
üzerinden değerlendiren Sosyo-Kültürel Antropoloji’nin
belirleyici bilgi toplama yöntemi etnografik çalışmalardır.
Görece daha karmaşık olan gününüz toplumunu
incelerken daha etkili sonuçlar elde etmek amacıyla ana
dal Tıbbi, Kent ve Kalkınma Antropolojisi gibi alt dallara
ayrılmıştır.
İnsanı canlılar içindeki konumu, evrimi, eski insanların
hastalıkları ve demografik özellikleri gibi onun canlı
varlığını inceleyen Biyolojik Antropoloji ana dalı altı alt
dala ayrılmaktadır;
• Primatoloji: iri maymunların ve primatları
inceler.
• Paleoantropoloji (Eski İnsan Bilimi): İlk insan
fosillerini inceleyerek genel evrim manzarası
çıkarmaya çalışır.
• Biyoarkeoloji: eski insan iskeletlerini inceleyerek
fiziksel değişimlerini ele alır.
• Fiziksel Antropoloji: insanların biyolojik
çeşitliliğini büyüme, gelişme sorunlarını inceler.
• Adli Antropoloji: cinayet, kaza, katliam gibi
sebeplerle hayatını kaybeden insanların
kalıntılarını incelyerek mahkemelere veri sağlar.
• Popülasyon Genetiği: kalıtımsal ilişkileri, fark ve
benzerlikleri inceler.
Çoğunlukla toprak altından çıkarılan maddi kültür
varlıklarını bularak bunların değerlendirilmesini
amaçlayan bilim dalı olarak Arkeoloji kendi içinde yüksek
kültür ürünlerine ya da sıradan ürünlere eğilen iki farklı
yaklaşım içermektedir. Antropoloji bilimi bu bağlamda
arkeolojinin yalnızca bazı alt dallarını yöntem olarak
benimser. Bunlar;

• Prehistorya (Tarih Öncesi)
• Tarihsel Arkeoloji
• Etnoarkeoloji
• Endüstriyel ve Kentsel Arkeoloji
Yalnızca insana ait bir özellik olarak konuşmanın kültür
içindeki merkez konumunu göz önüne alarak bu bağlamda
çalışmalar gerçekleştiren Antropolojinin alt alanına Dil
Antropolojisi denilir.
Antropolojinin Tarihi
Dünya üzerindeki insan çeşitliliğine olan ilginin başlangıcı
Antropolojinin de ortaya çıkışı olarak sayılabilir, bu
bakımdan kendi çağının kültürel çeşitliliğini anlatan
Herodotos, Marco Polo ve Evliya Çelebi ilk
antropologlardan sayılabilir. 19. yüzyılda sosyal bilimler
biçimlenirken Batı dünyasının kendi dışındaki kültürleri
inceleme alanı olarak seçmeleriyle birlikte antropolojide
ilk etnografik çalışmalar ortaya çıkmıştır. Küçük ölçekli
toplulukları ele alan ilk antropologlar bütüncü yaklaşım
sayesinde kuramsal sonuçlar çıkartmışlardır. İlk
antropoloji çalışmaları oryantalizmle (Batı gözüyle
Doğuya bakma) birlikte sömürgeciliğin bilimi olarak
adlandırılmıştır. Britanya ve Kuzey Amerika’da
gerçekleştirilen ve çalışmaların kabilelere, Afrika ve
Avustralya’ya yönelmesi göz önüne alındığında bu
adlandırmanın çok da haksız olduğu söylenemez.
Britanya’da Radcliffe-Brown’un, Kuzey Amerika’da
iseFranz Boas’ın önderliğinde iki farklı kuramsal
yaklaşım geliştirilmiştir. Radcliffe-Brown toplumsal
yapıları (yapısal işlevselci), Franz Boas ise daha çok
kültürü yöntemsel belirleyici olarak kabul etmiştir.
Bunlara karşılık Kıta Avrupa’sında eski ve modern
toplumları inceleme olanağı veren etnolojik yaklaşım
yaygınlık kazanmıştır. Günümüzde tüm antropoloji
çalışmaları genel bir anlayış ve yöntem birliği içinde
toplanma eğiliminde olsalar da halen İngiltere’nin
sosyolojiye yakın biçimde kültürel çalışmalar adı verilen
akıma evrildiği, Kuzey Amerika’nın kültüralist ve
biyolojik antropoloji ile arkeolojiyi içerdiği ve bütüncül
kültürel inşa yaklaşımını koruduğu, Kıta Avrupası’nın da
yapısalcı ve Marksçı modelleri tercih ettiği görülmektedir.
Bu sebeple Kuzey Amerika ve İngiliz antropolojileri postmodernist
ve post-yapısalcı etkileşime açıktır.
17. yüzyıldan itibaren hızla gerçekleşen bilimsel devrim o
zamana kadarki pek çok bilgi ve algının değişmesine
sebep olmuştur. Bun devrimler arasında gökbilimciler
Galileo Galilei ve Kopernik ile jeolog Charles Lyell’in
yeni bulgular ışığında sundukları kuramlar sayılabilir.
Böylesi bir değişim içinde coğrafi keşiflerle bulunan yerli
halkların varlığı da dünyadaki insan ve kültür çeşitliliğinin
fark edilmesini sağlamıştır. Özellikle 18. Yüzyılda
antropologların yaptıkları çalışmalarla çok sayıda yerel
kültür, dünyaya tanıtılmış böylelikle etnikmerkezci bakış
açıları kırılmaya başlanmıştır. Bu yüzyıllarda diğer bilim
dallarıyla birlikte antropoloji de dogmaların yıkılmasına
sebep olmuştur. Bunlardan en önemlisi ortaya konulan
çalışmalarla insanın canlılar içinde ayrı bir yeri olmadığını
kendi içinde bir evrimsel süreç izlediğini ve belirli bir
canlı sınıfının üyesi olduğu gerçeğidir. Böylelikle büyük
dinlerin ortaya koyduğu insanmerkezci (Homosantrizm)
dünya görüşü de darbe almıştır.
Paleontolojinin (Fosilbilim) dünyanın ve canlılığın yaşının
tayini konusunda ortaya koyduğu bilimsel önermeler o
zamana kadar kabul edilen tarihlendirmelerden çok eski
bir zamana işaret etmekteydi. Söz konusu veriler
insanmerkezci dünya görüşünün yıkılmasındaki önemli
etkilerden birisidir. Canlılarda evrim konusundaki ilk
bilimsel açıklama Charles Darwin tarafından 1859
(Türlerin Kökeni) yılında yapılmıştır. Onun kuramına
göre her canlı farklılaşan doğal koşullara göre değişerek
uyum sağlayıp soyunu devam ettiriyor ya da bunu
başaramayıp yok olmaya mahkûm oluyordu. İnsanın
bunun bir parçası olarak var olduğunu da Paleontolojinin
sağladığı veriler sayesinde bugün bilimsel geçerliği
sorgulanır bir önerme olmaktan çıkmıştır. 1856 yılında
Düsseldorf yakınlarındaki Neander vadisinde bulunan
Neandertal fosil kalıntıları ve 20. yüzyılın başlarında
Afrika’daki çalışmalarla bu alandaki bilgi birikimi
oldukça artmış ve Biyolojik Antropolojinin de temelleri
atılmış oldu. 18. yüzyılda antropoloji gelişirken
Avrupalıların diğer toplumları tanımaya başlamasıyla
aradaki farklılıklar belirginleşmiş ve ırk kavramı
çevresinde örgütlenen bir algı ortaya çıkmıştır. Söz
konusu bu ayrım sömürge düzeninin kendisini
meşrulaştırmasında bir araca dönüşmüştür. Avrupalılar
diğer halkların geri kalmışlıklarını onların ırksal
özelliklerinin sınırlandırmasının bir sonucu olduğu
görüşünü öne sürmüşlerdir. II. Dünya Savaşı’nın sonuna
kadar Antropoloji bu dünya görüşünün (Irkçı) bir aracı
olarak kullanılmıştır. Böylelikle Antropolojiye karşı
toplumlarda yanlış bir bilinç meydana gelmiştir. Ancak
günümüzde Antropoloji insanın dünya üzerindeki
çeşitliliğinin bir ırksal sınıflandırmaya tabi
tutulamayacağını göstermektedir.
Antropolojinin Diğer İnsan ve Toplum Bilimleri
İçindeki Yeri
19. yüzyılda felsefeden ayrılarak kendi özel alanlarını
belirleyen sosyal bilimler içinde Antropoloji Batı
dünyasını değil onun karşıtını, dışında kalanı inceleyen bir
bilim dalı olarak ayrı bir yer edinmiştir. Temel sosyal
bilimler Batı’yı var eden sosyal, ekonomik ve siyasal
alanlarda tarihten yararlanarak veri sağlamışlardır. Ancak
ilerlemeci yaklaşım her alanın kendi içinde özgül
çalışmalar sürdürmesini gerektirmiştir. Ancak Antropoloji
ilgilendiği toplumu tanımlarken bütüncü yaklaşımını
sergileyerek kültürü oluşturan her öğeyi bir arada
değerlendirmiştir. Bu bağlamda Batı dışında kalan
antropoloji çalışmalarının konu edindiği toplumlar el
değmemiş ve tarihsel dinamiklerden yoksun olarak
algılanmıştır denilebilir. Toplumların tarihsel yapılarını ret
ederek onları değişmemiş bir biçimde sunmak, sömürgeci
yaklaşımın bir parçası gibi görmek erken çalışmalarda
belirgindir. Kuruluş dönemlerinde görece küçük
toplumları inceleyen antropolojinin bu durumu onun
bütüncül bir bilimsel kuram geliştirmesini sağlamıştır. Söz
konusu yaklaşım daha sonra tüm sosyal bilimlerce
benimsenen bir olgu haline gelmiştir. Vico (1668-1744),
Herder (1744-1803) ve Dilthey’ın (1833-1911) kültür
üzerine geliştirdikleri kuramlar sayesinde kültürün
algılanış ve ele alınma biçimlerinde belirgin ayrışmalar
meydana gelmiştir. Vico, toplumun insan eliyle yaratılmış
olduğunu dolayısıyla beşeri dünya ile fiziksel dünya
arasında bir fark olduğunu vurgulamıştır. Herder, insanın
yarattığı kültürlerin kendine özgülüğünü vurgulamıştır.
Dolayısıyla o kültürü yaratan tarih ve çevrenin bilgisi
olmadan insan anlaşılamaz. Haliyle doğa bilimleri
kültürler üzerinde etkili sonuçlar elde edemez. Dilthey,
bilimleri, tin bilimleri-fen bilimleri olarak ayırmıştır. Tin
bilimleri betimleyici ve açıklayıcı olamazlar. Olsa olsa
anlamacı olurlar. Açıklamak fen bilimlerinin işidir. Tin
bilimleri anlamaya çalışır. Anlama sempati (içerden
yaklaşma) ve sezgiyle kavrama ile mümkün olur.
Diltheyci yaklaşım antropolojinin çalışma tarzı ile uyumlu
görünmektedir. Bu gelişmelerin etkisindeki yaklaşımın en
önemli temsilcilerinden olan Amerikalı antropolog Franz
Boas (1858-1942) katılımlı gözlem tekniğini kullanmıştır.
Böylelikle anlamacı bakış açısı gelişerek antropolojiyi
diğer sosyal bilimlerden ayıran önemli bir olgu
belirginleşmiştir. Antropoloji dışındaki sosyal bilimlerin
çoğu erken dönemlerde Dilthey’ci yaklaşımı değil
pozitivizmi benimsemiş ve fen bilimlerinin yöntemlerini
uygulamışlardır. Antropolojinin çalışma alanının genişliği
ve benimsediği yöntemler sayesinde kültürel çeşitliliğin
kavranmasında avantajlı bir konuma gelmiştir. Antropoloji
aynı zamanda insanı biyolojik bir varlık olarak da
incelediği için fen bilimlerinin yöntemlerini de
kullanmaktadır. Bu bağlamda antropoloji hem fen
bilimlerinin hem sosyal bilimlerin yöntemlerini
kullanabilmektedir. Antropoloji, bir yandan Nomotetik
yani pozitivist ya da doğa bilimlerinin yöntemlerini
benimseyebiliyorken diğer yandan idyografik niteliklere
yani kültürleri içerden, tarihsel gelişimi ve özgül yönleri
ile ele almaya yönelebilmektedir.
Antropolojinin Yöntemi ve Araştırma Teknikleri
Antropoloji iki belirgin yöntemsel eğilim içindedir.
Biyolojik antropoloji doğa tarihi ya da pozitivist yöntemle
çalışmaktadır. Sosyo-Kültürel Antropoloji ise yapısalcı ve
yapısal-işlevselci eğilimin etkisi altındadır. Bronislaw
Malinowski, Radcliffe-Brown ve Claude Lévi-Strauss gibi
antropologlar 20. yüzyılın başlarında evrensel bir kültür
kuramı geliştirmeye çalışmışlardır. Ancak sonrasında her
kültürü kendi özgüllüğü içinde değerlendirme ve
yorumlamacılık eğilimi yaygınlaşmıştır. Genel-geçer
önermeleri arama girişimi zayıflamaya başlamıştır.
Böylelikle alan araştırmalarıyla antropologlar toplum
içinde yaşayarak onlara dâhil olarak her açıdan onu
değerlendirip bütüncül bir öneri sunmuşlardır. Topluluğun
bir parçası olarak onu görme sürecine emik, onun dışına
çıkarak ve genel antropoloji bilgisiyle değerlendirme
sürecine ise etik yaklaşım denilmektedir. Araştırılan
toplulukların el değmemiş, egzotik olmadıkları aksine
tarihli toplumsallıklar olduğu da anlaşılmaya başladı. Bu
çerçevede alan araştırmasının yanına kültür tarihi yöntemi
de eklenmiş oldu. Zamanla postmodernizmin de etkisiyle
antropoloğun konumu da sorgulanmaya başlamıştır.
Antropoloğun da bazı kültürel deneyimlerle yüklü
olmasının araştırmaya etkisi tartışılır hale geldi. Bu
sebeple katılımlı gözlemin yanına bir de katılanın
gözlemi araştırma tekniği eklemlenmiştir. Yalnızca bu
yöntemi kullanan ve yeni etnografya ya da hikayeci
etnografya adını alan çalışmalar da ortaya çıkmıştır. Soru
kağıtları kullanmak yerine antropologlar derinlemesine
görüşme ve uzun süreli gözlemi tercih ederler.
Antropologlar genelde kültür aşırı yani başka kültürleri
araştırma eğilimindedir. Günümüzde antropologlar için
yalnızca kendi toplumları dışında değil kendi toplumları
içinde de çok sayıda araştırma alanı ve konusu
bulunabilmektedir.
Zeynep
Mesajlar: 26
Kayıt: 09 Kas 2016 11:47
İletişim:

09 Kas 2016 12:00

SOS203U-ANTROPOLOJİ
Ünite 2: Kültür Kavramı

Kültür Nedir?
İnsanın doğa dışında yarattığı ve eklediği maddi manevi
her şeye kültür denir. Kültür, insanın hayatta kalmasını
sağlarken, insanı diğer canlılardan da ayıran bir olgudur.
İnsanların barınma ve giyinme tarzları, dini inanışları,
ideolojik bakış açıları vs. hepsi kültürün birer ögesidir.
Geçmişten günümüze aslında aynı biyolojik yapıya sahip
olan bireyler, zamanla biyolojik yeteneklerinin yetmediği
noktada araç-gereçler ve kurumlar yoluyla sorun çözerek,
kültürlerini oluşturmuşlardır. Bu nedenle insan üzerine
çalışma yapanlar insan kavramı yerine “homo faber” yani
alet yapan kavramını kullanmıştır. Mesela kuzey kutbuna
yakın yerde yaşayan Eskimolar, bulundukları soğuk hava
koşullarına entegre olabilme amaçlı igloo denilen buzdan
kulübeler inşa etmiş ve avladıkları kutup ayılarının
derilerinden kendilerine giyecek yapmış, köpekleri
evcilleştirerek gidecekleri yerlere köpek vasıtasıyla
gitmişlerdir. Bu yaşam koşullarına uyum kutuplarda
başka, sıcak bölgelerde başka olduğu düşünüldüğünde
insanların sadece yaşanabilir bir ortamda dünyaya
geldiğinden bahsetmek eksik olur. Çünkü insan aynı
zamanda bir kültüre mensup olarak dünyaya gelir. Bir
kültür için doğru olan şey öteki kültür için doğru
olmayabilir, farklılık gösterebilir. Zamanla insanların
içinde bulunduğu koşullar değiştikçe kültürler de değişir.
Mesela 1930 ve 1940’lı yıllarda badem bıyık
batılılaşmanın bir göstergesi iken, şimdi gelenekselliğin
sembollerinden biri olmuştur. Yani kültürel bir değişme
söz konusu olmuştur. Buradan yola çıkarak, hiçbir
davranışın doğal ya tarafsız olduğu söylenemez
diyebiliriz. Çünkü her davranış ve düşünce bireyin içinde
bulunduğu toplumun sahip olduğu kültürden etkilenmiştir.
Amerikalı antropolog Edward Tylor’un yaptığı
kültür tanımına bakılacak olursa; kültür kavramının
bileşenleri saptanabilir. Ona göre kültür; bir toplumun
üyesi olarak, insanoğlunun öğrendiği (edindiği) bilgi,
sanat, gelenek-görenek ve benzeri yetenek, beceri ve
alışkanlıkları içine alan karmaşık bir bütündür. Bu
tanımlamada öne çıkan üç vurgudan biri; bir toplumun
üyesi olan insandan bahsedilerek toplumsallığa yapılan
vurgudur. İkincisi; öğrenme edimine yapılan vurgudur.
Üçüncüsü ise; kültürün karmaşık bir yapı olarak
nitelendirilmesidir. Toplumsallık, kültürün var olmasını
belirleyen birincil etkendir. Çünkü toplum olmadan
kültürün var olması da imkansızdır ve ancak toplum
kültüre ihtiyaç duymaktadır. Öğrenme edimi de bir başka
zorunluluktur. Yetişen her nesil yeni kültür inşa etmez, var
olan kültürü öğrenir. Dolayısıyla önceki nesil yeni nesile
var olan kültürü aktarır. Kültür, bireyin genetik olarak
edindiği bir şey değildir. İçinde doğup büyüdüğü kültürü
öğrenerek içselleştirir ve böylece o kültüre mensup bir
birey olur. Sonradan toplumsal değişim ile kültürel
farklılıklar görülebilir. Bizler bu topraklarda doğduğumuz
ve büyüdüğümüz için Türkçe konuşup, buraya ait kültürel
norm, değer ve kuralları benimseriz. Başka bir ülkede
doğmuş olsak oranın kültürünü benimsemiş olurduk. Yani
kimse etnik, kültürel ya da dinsel kimliğini, aidiyetini
doğuştan getirmez. Sonradan, içinde bulunulan toplum
vasıtasıyla öğrenilir. Bu nedenle yukarıdaki tanımda
kültürün karmaşık bir yapıda olduğu savunulmuştur. Bu
bakış açısının yapısal-işlevselci bir bakış olduğu
söylenebilir. Kültür, çatışmaya neden olabilecek bir yapı
olarak görülmez. Her kurum ve organ birbiriyle etkileşim
ve uyum içerisindedir. Bu özellikler göz önüne alındığında
basit ilişkilerin olduğu söylenemez. Karmaşık ilişkiler
arasında toplumun kendini çevreye uyarlaması
zorunluluğu doğmaktadır. Bu uyarlanma süreci ise bir
kerede olup bitecek, kısa süreli bir şey değildir süreklilik
arz eder. Sürekliliğin ise toplumsal dinamizmi yani
toplumsal değişmeyi ortaya çıkardığı söylenebilir.
Kültürün Özellikleri
a) Kültür hem evrenseldir hem de özeldir.
b) Kültür kapsayıcıdır.
c) Kültür toplumsaldır.
d) Kültür bir soyutlamadır.
e) Kültür tarihsel ve süreklilik içinde bir olgudur,
dinamiktir, değişmeye tabidir.
f) Kültür öğrenilir.
g) Kültür ihtiyaçları giderici ve doyum sağlamaya
yönelik bir yapıdır.
h) Kültür bir bütündür ve bütünleştiricidir.
i) Kültür bir simgeler sistemidir.
j) Kültürün hem maddi hem de manevi yönü vardır,
bu iki yön arasında bir ikilik yoktur.
k) Kültür doğal ve toplumsal dünya ile aramızdaki
çevirmendir.
l) Kültür doğaya el koyar.
m) Kültür aynı zamanda bir idealler sistemidir.
n) Kültür bir uyarlanma tarzıdır.
o) Kültür hem uyarlayıcı hem de uyum bozucudur.
Kültürel Süreçler
Kültürün yaşanmasına, süreklilik sağlamasına ve
değişmesine aracılık eden birtakım süreçler antropologlar
tarafından sınıflandırılmış ve açıklanmıştır. Bu süreçler
şunlardır:
Kültürleme (Enculturation): Bireyin doğduğu andan
itibaren ailesinden başlayarak içinde bulunduğu kültürü
tüm kurum ve ögeler üzerinden öğrenmesi sürecine
kültürleme süreci denir. Toplumsallaşma, sosyalizasyon
ya da eğitim denilen bu süreç insanın doğumundan
ölümüne kadar devam eder, bitimsizdir. Çünkü insan
hayatının her evresinde bir şeyleri öğrenmek zorundadır.
Örneğin doğduğumuz andan itibaren cinsiyet rollerini
öğreniriz; bu bakımdan erkeklik ve kadınlık biyolojik
özellikleri dışında doğuştan taşıdığımız şeyler değil,
kültürel olarak inşa edilmiş durumlardır. Bu sürecin hızı
modernleşme döneminde daha çok artmış, her gün yeni
şeyler öğrenmek zorunda kalmışızdır.
Kültürleşme (Acculturation): Birbirinden farklı iki
kültürün farklı şekillerde temas etmesiyle alışveriş içine
girmeleri ve bu alışveriş sonrası birbirinden alıp verdikleri
ögelerin giderek birbirine karışması ve kökenlerinin
bilinemez hale gelmesiyle oluşan süreçtir. Coğrafi olarak
yalıtılmış ya da dünyanın en ücra köşeleri olarak kalmış
bölgeler dışında kültürleşmeye maruz kalmamış yer
yoktur. Örneğin Osmanlı kültürü Balkanlar’a girdiğinde
oradaki Slav kültürleri üzerinde büyük bir etki yaratmıştır.
Slav dillerine birçok Türkçe sözcük geçmiş ve
Osmanlı’dan gelen kahve kültürü Türkiye’dekine benzer
alışkanlıklar yaratmıştır. Aynı şekilde Osmanlı da
onlardan etkilenmiştir.
Kültürel Yayılma (Diffusion): Herhangi bir kültür
merkezinde ortaya çıkan maddi ve manevi kültür
ögelerinin çevreye yayılarak benimsenmesidir. Mesela
batıdaki giyim tarzı çevreye yayılırken, Türkiye’de de
yaygınlık göstermiş ve benimsenmiştir.
Kültürlenme (Culturation): Farklı bir kültürel
yapıdan gelen bireylerin, başka bir kültürel alana
gelmeleri durumunda ya da geldikleri yerde yeni bir
uyarlanma ihtiyacıyla karşılaştıklarında, ne içine girdikleri
kültürde bulunan ne de ait oldukları kültürde var olan yeni
bir kültürel öge yaratmaları ve yeni bir bireşime varmaları
sürecine kültürlenme süreci denmektedir. Bu sürece örnek
olarak kentlerde çok rastladığımız gecekondu tipi evler
verilebilir. Bu tip evler ne köydeki konut tiplerine ne de
kentteki konut tiplerine benzemektedir. Köyden kente göç
edenlerin kültürlenme sürecinde oluşturdukları kültürel bir
ögedir.
Kültür Şoku (Culture Shock): Bireyin doğup
büyüdüğü ve içselleştirdiği kültürel ortamından ayrılarak,
dilini, dinini ve kültürel yapısını hiç bilmediği dilini bilse
dahi kültürel ögelerine tamamen yabancı kaldığı bir
kültüre girmesi ile yaşadığı ruhsal bunalım sürecine kültür
şoku denmektedir. Bireyin içinde bulunduğu kültür, her
yönüyle alışıldık seyir izlediğinden benimsenmiş olur.
Ancak kendi kültüründen tamamen farklı bir kültüre
geçilmesi günlük hayatı etkilediğinden ve hatta temel
ihtiyaçları bile karşılamaktan alıkoyduğu için bireyi
gerçek manada sıkıntıya sokmakta ve bunalıma itmektedir.
Yabancı ülkelere giden göçmenler bu sürece örnek olarak
verilebilir. Farklı bir kültüre girmiş olmanın verdiği sıkıntı
bu süreçte gözle görülebilir bir hal almıştır. Bu konuda
“Otobüs” filmi konuyu daha anlaşılır kılmaya yardım
edecektir.
Kültürel Gecikme (Cultural Lag): William F.
Ogburn tarafından adlandırılan bu süreç, kültürel değişme
etkisi altında kalan kurumların bu değişmeye gösterdikleri
tepkinin hızındaki farklara denilmektedir. Genellikle
teknolojik yeniliklerin bu uyumsuzlukları ve gecikmeleri
yarattığı söylenebilir. Çünkü teknoloji maddi kültürel bir
ögedir. Maddi kültür erken gelişirken manevi kültürün
onunla paralel bir şekilde ilerlemesi her zaman
görülemeyebilir. Bu nedenle de aralarında uyum farkları
görülür. Örneğin teknolojik bir gelişme olan cep
telefonlarını herkes kullanır bu maddi kültürün
benimsenmiş olmasıdır. Ancak toplantıda sessiz moda
alınmıyorsa bu telefonun kullanılma kültürünün
benimsenmediğini yani manevi kültürde gecikme olduğu
gösterir.
Kültürel Özümseme (Assimilation): Çeşitli
nedenlerle bir kültürün bir başka kültürü etkisi altına
alması, kendini benimsetmesi ve hatta sonrasında kendi
içinde eritmesi şeklinde tanımlanan süreçtir. Bir bölgede
hakim kültür haline gelen kültürün, yüksek ya da gelişkin
kültür imgesi sunmasından dolayı öteki kültürleri baskısı
altına alır. Bu baskıdan dolayı öteki kültürlere mensup
olanlar da kendilerini baskı altında hisseder ve adeta kendi
kültürlerinden kaçmaya başlar, kültür değiştirirler.
Böylece kültürel özümseme süreci başlar. Günümüz
toplumunda küresel kültürün yaygınlaştığı
düşünüldüğünde, çoğu kültürün bu şekilde eriyerek
kaybolmaya yüz tuttuğu söylenebilir.
Kültürel Bütünleşme (Integration): Belirli bir
coğrafyadaki egemen kültürlerin öteki kültürleri baskı
altına almasına karşın, günümüzde yaygınlaşan
çok kültürcülük politikalarıyla bu kültürlerle uzlaşma
arayışına girmesi sonucunda, diğer kültürlerin kendilerini
korumalarıyla birlikte, büyük kültürle uyumlu hale
gelmeyi ve bu kültürün şemsiyesi altında bir alt-kültür
olarak tanımlanmayı benimsemeleri sürecidir. Bu süreçte
egemen kültür, öteki kültürleri koruma ve gelişmelerini
sağlama amacı güderek onlara siyasi, iktisadi ve toplumsal
mekanizmalar açısından kolaylıklar sağlar.
Zorla Kültürleme (Trans-Culturation): Egemen
kültürün, diğer kültürleri zorla kendisine benzetmesi ve bu
yolla yok olmalarını sağlamaya itmesidir. Bu süreçte
dönüştürülmek istenen kültüre ait tarihi ve manevi izler
tahrip olduğundan, kültüre mensup olanların gönüllülüğü
ve kendiliğindenliği söz konusu değildir. Dönüşüm zorla
eğitim kurumları, askeri kurumlar ve başka toplumsal
ajanlar tarafından yürütülür. Zorla kültürleme süreci,
günümüz toplumlarında hoş karşılanmadığından ve
uygulandığı koşullarda uluslararası toplumlardan tepki
alacağı düşüncesiyle uygulanmaz. Özümseme ve
bütünleşme süreçlerini içeren değişikliklerin yapılması
amaçlanır.
Kültürel Değişme ve Gelenek: Yukarıda anlatılan
bütün süreçler kültürel değişmeye neden olur. Dinamik bir
olgu olan kültür, gelenekleri meydana getirir. Gelenek,
kültürün değişim sürecinde belli bir dönemde ortaya çıkan
eski bir referanstan ibarettir. Bu referans kültüre ilk
girdiğinde yenilik olarak adlandırılırken, sonradan gelenek
halini alır ve yaygınlaşır. Tarihçi Eric Hobsbawn
“geleneğin icadı” kavramını geliştirmiştir. Ona göre tüm
gelenekler, geçmişten günümüze süregelmiş bir kültür
değeri gibi algılanırlar ancak sadece modern toplum
tarafından icat edilmişlerdir ve bu kültürün temelleri
kendinden önceki kültürel değişimde saklıdır.
Zeynep
Mesajlar: 26
Kayıt: 09 Kas 2016 11:47
İletişim:

09 Kas 2016 12:01

SOS203U-ANTROPOLOJİ
ÜniteNo:3 Kültüre Yaklaşımlar: Temel Antropoloji Kuramları

Giriş
Antropolojideki kuramsal zenginlik sosyal/kültürel alanda
ortaya çıkan, birbiri ile iç içe geçmiş, birbirini eleştiren
veya birbirini destekleyen ya da farklı sorunlara odaklaşan
tartışmalardan beslenmektedir. Bu anlamda kuramsal bir
çoğulluk mevcuttur. 19. Yüzyılda sosyal bilimlerin etkisi
altına alan evrimci (ilerlemeci) ve işlevselci (dengeyi
öngören) kuramlar, 20. Yüzyılın ortalarından itibaren ise
çatışmacı kuramlar antropolojiyi etkisi altına almıştır. İlk
kuramlar bütünselci olup toplumları düzenli ve dengeli
sistemler olarak betimlemişlerdir. Sömürgeci geçmişi
hesaba katmayan ve eleştirmeyen bu kuramlar
sömürgeciliğin çözülmesi ile (II. Dünya Savaşı sonrası)
yerini, toplumda çatışmaya odaklanan çatışmacı teorilere
bırakmıştır.
Evrimci ve Tarihselci Kuramlar
19. Yüzyıl Evrimciliği: Bütün toplum ve kültürleri bir
gelişme çizgisi içinde görmeye çalışan evrimcilik
antropolojinin ilk kuramsal modelidir. Dönemin hâkim
bilimleri biyoloji ve jeolojide ortaya çıkan yaklaşım her
şeyin değişerek günümüze geldiğini vurgular. Kültürlerin
de ilkel olandan ileri olana doğru tek hatlı bir evrim
hattından geçtiğini ileri sürer. Evrimci okulun ilk
temsilcisi antropolojinin konusunun kültür olduğunu
söyleyen, biyolojik olan ile kültürel olanı ayıran ve evrimi
aklın ilerleyişi olarak gören Edward Taylor’dur. Taylor
Comte ve Hegel’den etkilenerek; uygar olanı hurafeleri
bırakıp aklı ve bilimi kullanmasıyla vahşi olandan
ayırmaktadır. Evrimciliğin bir diğer temsilcisi, kültürel
evrimi teknolojik gelişme ile birlikte ele alan L. Henry
Morgan; ‘Eski Toplum’ eserinde insanlığı; yabanıllık
(avcılık toplayıcılık hâkimdir, çömlekçiliğe kadar sürer),
barbarlık (çömlekçilik, yerleşik hayat, hayvanları
evcilleştirme, demirin ergitilmesi) ve uygarlık (yazının
keşfiyle başlayan evre, eski ve modern olarak ikiye ayrılır)
olmak üzere üç aşamada ele alır. Bu aşamalandırma
teknolojiye dayanmakla birlikte çok eşlilikten tek eşliliğe
geçişi de içermektedir.
Evrimciler, çoğunlukla veri azlığı sorunu
yaşarlar. Başkalarının anlatılarıyla hareket ederek sistemli
ve nesnel olamazlar. Veri azlığı sorunu tarihsel ilerleme
fikriyle birleşerek sorunlu hale gelmiştir. Kültür kavramını
öne çıkararak insanları ruhsal bir birlik olarak ele alsalar
da kültürlerin eşitsizliğine ve kültürel göreceliğe vurgu
yapma da yetersiz kalmışlardır. Batılı modern kültürü
(beyazları temsil eden) evrimin üst basamağına
koymuşlardır.
Difüzyonizm (Yayılmacılık, Kültür-Çevre Kuramı):
Evrimciliğe karşı yükselen difüzyonizm; kültürde değişim
ve gelişimde kültürlerin başka kültürlerden etkilenmesini
esas alır. Teknolojik yenilikler kültür içinde kendiliğinden
gerçekleşemez. Biricik ve tek hatlı bir evrim şeması
mümkün değildir. Alman difüzyonistlerine göre insanlık
tarihinde birkaç çekirdek bölge mevcuttur, kültürel öğeler
buradan çevreye yayılmıştır. Mısır ve Mezopotamya gibi
yüksek kültürler önce temas sonra göç ve fetih yoluyla
daha geniş alanlara yayılmıştır. Difüzyonizmi Kuzey
Amerika’ya taşıyan Franz Boas’tır. Kültürel öğelerin
coğrafi (çevre) dağılımına odaklanan Boas ve takipçileri,
belirli bir coğrafyadaki ortak kültürel özellikleri paylaşan
kültürlerle ilgilenmişlerdir. Müzeci antropoloji etkisinde
örnekler toplayarak yayılma alanları ve tiplerini
sınıflandırmışlardır. Ancak yine de kültürü bir bütünlük
olarak ele almamışlardır. 20. Yüzyılda gelişen bütünselci
bakış, difüzyonizmi kökünden sarsmıştır.
Tarihsel Özgücülük(Amerikan Tarih Okulu): Kurucusu
başlangıçta difüzyonizmi benimseyen Franz Boas’tır. Ona
göre farklı yaşamlar ve düşünme tarzları fiziksel çevreden
etkilenir. Baffin Adaları’nda Eskimoları inceleyen Boas,
benzer iklimlerde farklı kültürel çeşitliliği gözlemleyip
çevresel belirleyicilik fikrini terk ederek, kültür ile tarihsel
gelenekler ilişkisine yöneldi. Kültürel gelişimde evrensel
yasalar yerine tek tek kültürlerin nasıl geliştiğine
bakılması gerektiğinin altını çizerek kültürlerin özgü ve
ayrı bir tarihi olması gerektiğinin savunan tarihsel özgücü
görüşe yakınlaşmıştır. Böylece de nomotetik anlayış
yerine idyografik anlayışı önemsemiştir. Kültürel
gelenekler ve yaşam tarzlarını üç etken ile açıklamak
gerekir: çevresel koşullar, psikolojik etkenler ve tarihsel
bağlantılar. Bunlardan öncelikli olan ise tarihsel
bağlantılardır. Kültürü anlamak toplumun tarihinin
anlaşılmasıyla mümkündür. Kültürün coğrafi bağlamından
soyutlandığın anlaşılamayacağını savunan Boas, bu
fikriyle de kültürel göreceliğin kurucularından biri olarak
görülür. Kültür kendi tarihinin ürünüyse tek çizgide
ilerleyen bir insanlıktan söz edilemez. Üstün, geri, ilkel,
çağdaş gibi terimlerle kültürler karşılaştırılamaz ve buna
bağlı olarak genel bir kültür kuramına da varılamaz.
İşlevselci ve Yapısalcı Kuramlar
İngiliz İşlevselciliği: Kültürel öğelerin kültür bütünü
içindeki işlevi ve uyuma katkısını araştıran işlevselcilik
uzun süreli alan araştırmasını uygulamasın bakımından
önceki yaklaşımlardan ayrılır. İngiliz işlevselciliğinin
kurucusu B. Malinowski’ye göre, bütün insanlar; yeme,
giyim gibi devamı sağlamak için bazı ortak temel
ihtiyaçlara sahiptir. Bunların karşılanması ile ikincil
ihtiyaçlar ortaya çıkar. Kültürel işlevler hem temel, hem
de ikincil ihtiyaçları gidermeye dönüktür. Belirli işlevlere
sahip öğeleri karşılıklı ve bağımlı ilişkiler bütünü içinde
ele alarak kültür bütününe vurgu yapar ve tarihçi
yaklaşımdan ayrılır. İşlevselcilik kültürü bireyin
ihtiyaçları bağlamında ele alarak, bireyi aşan sosyokültürel
oluşumları, iktisadi bunalımları ihmal etmektedir.
Öte yandan; “insan ihtiyaçları aynı ise kültürel farklılığın
kaynağı nedir?” sorusuna açıklama getiremez.
Yapısal İşlevselcilik: Kurucusu Radcliffe- Brown’dur.
Toplumu birbirini destekleyen öğe ve kurumların karşılıklı
ilişkilerinin toplamı olarak gören ve kültürün bireylerin
değil toplumsal işleyişin ürünü olduğunu söyleyen
Durkheim’den etkilenmiştir. Malinowski gibi psikolojik
ve biyolojik öğelerden çok sosyolojik öğelere ağırlık
vermiştir. Ortak bilincin toplumsal yapının temel unsuru
olduğunu belirten Durkheim’e göre ortak bilinç bireyi aşar
ve şekillendirir. Toplumun karşılıklı ilişkiler içinde olan
bireylerden oluştuğunu ancak bunu birey davranışı ile
açıklanamayacağını öne sürer. Farklı toplumlar farklı
kolektif temsillere sahiptir. Bu görüşlerden etkilenen
Radcliffe-Brown toplumu bir organizmaya benzetir. Bu
organizma varlığını kurarak devamını sağlayacak biçimde
dengeli halinde çalışan bir bütündür. Malinowski (İngiliz
İşlevselciliği)birey ve ihtiyaçları üzerinde dururken
Radcliffe ve Brown (Yapısal işlevselcilik) toplumsal
yapının işler biçimde sürdürülmesine odaklanır. Her iki
görüş de bütüncü bir anlayışa sahiptir ve alan
araştırmalarına katkılar yapmıştır. Kültürel öğeleri tek
başına olgular değil de içinde var oldukları toplumsal
bağlamla birlikte ele alarak bütüncü görüşü
güçlendirmişlerdir. Ancak her iki görüş de tarihsel
gerçekliği dışarıda bırakma, değişmeyi ihmal etme ve
fizyolojik çevre ve biyolojik çevrenin kültür üzerindeki
etkisi bu kuramda ihmal edilmiştir.
Yapısalcılık: Antropoloji alanında yapısalcılığı, dil bilimci
Saussaure’den etkilenen C. Levis Strauss geliştirmiştir.
İşlevselcilik gibi tarihi, dışarıda bırakan bir analiz
çerçevesi oluşturmuştur ve zihinsel süreçlere odaklandığı
için çevresel uyarlamayı ihmal etmiştir. Toplum olgu ve
öğeler, toplumsal yapı denilen ve sadece bir model
kullanılarak erişilecek gizli boyutun varlığı ile anlaşılır.
Bu gizli boyut, dilde saklıdır. Dil aklı düzenleyen
mekanizmaların dışavurumudur. Kültür de bu
mekanizmaların bir dışsal yansımasıdır. Zihinsel algılar
insanla nesnel dünya arasındaki tek ilişki biçimidir.
Nesnel dünya zihinsel kavrayış dışında bir gerçeklik
değildir. Dünya zihinde inşa edilir ve dille dışa vurulur.
Yapısalcı antropoloji bu düzeneğin ilkelerini inceler.
Diğer bir yapısalcı Louis Dumont Hindistan’daki kast
sitemini üç ilkeyle açıklar: ayrılma, hiyerarşi, etkileşim.
Psikoloji ve Biyoloji Yönelimli Kuramlar
Kültür-Kişilik Kuramı: Ruth Benedict’in öncülük yaptığı,
1930’ların ortalarından itibaren antropoloji-psikoloji
ilişkilerinden etkilenerek Kuzey Amerika’da gelişen bu
kuram, kültürlerde ve ruh hallerinde karşılık bulan ortak
tema ve başa çıkma yollarının varlığına işaret eder.
Kültürler ruh hallerindeki başa çıkma yolları üzerinden
tanımlanabilir ve sınıflandırılabilir. Kültürün iç tutarlılığı
bireyin sorunlarla başa çıkma kapasitesini yükselttiği
oranda sürdürülebilir. ‘Kültür Örüntüleri’ eserinde
Benedict, uzlaşmacı ve aşırılıklardan kaçınan Apollon tipi
kültür ve coşkulu, romantik şiddet ve tehlikeye eğilimli
Dionisyak kültür şeklinde bireylerin ruhlarını etkileyen iki
tip kültürü ayırt etmiştir. Amerikan ordusu Japonların
inatçı savaşkanlığını açıklayabilmek için Benedict’i
görevlendirmiştir. Bu süreçte kalem aldığı ‘Krizantem ve
Kılıç’ adlı eserinde Benedict Japon ruhu ile Japon kültür
arasında ilişki kurar. Benedict’in temsil ettiği kültür-kişilik
kuramı insanları sadece kültürel uzay içinde var olan ve
fiziksel dünyadan, tarihsel olaylardan soyutlanan öğeler
olarak ele almasından ötürü eleştirilmiştir.
Sosyobiyoloji Kuramı: Kültürel öge ve kurumları biyolojik
ve genetik nedenlere dayandıran bu kuram, tarih ve kültür
araştırmaları gibi toplumsal bakışı gerektiren insani
çeşitliliği biyolojik nedenselliğe indirger. Karakteristik
özelliklerin kültürel süreçler yoluyla kazanılmış durumlar
olmadığını, bu özelliklerin genlerde saklı olduğunu iddia
eder.
Çatışmacı ve Uyarlanmacı Kuramlar
Yeni Evrimcilik: İkinci Dünya Savaşı sonrasında
geleneksel yapıdaki toplumların küresel sistemle
bütünleşmesi, yeni ulusların ortaya çıkışı, enflasyon, enerji
bunalımı, kirlenme işsizlik gibi sorunlar karşısında mevcut
değerler ve kurumlar yeniden gözden geçirilmeye
başlamış ve böyle bir arka planda da antropoloji
akımlarında da değişme vurgusu güçlenmiştir.
Sanayileşme ve teknolojik gelişmenin etkilerine açık olan
toplumları odağına almaya başlayan bu akıma yeni
evrimcilik denmektedir. Gordon Childe ile çalışmış olan
Leslie White yaklaşımın ilk temsilcisi olup, kültürün genel
evrimleşme eğilimiyle ilgilenmiştir. Kültürel ilerleme
görüşünü veri kabul etmek yerine bunun nedenlerini
açıklamaya girişmiştir. Teknolojik ilerlemeyi belirleyici
kabul eden Lewis Morgan’a yaklaşmakla birlikte ilerlemiş
sayılan toplumlarla ilkel sayılan toplumların farkını
açıklarken, kullanılan enerji miktarını esas almıştır. Kültür
enerjiden yararlanmayı öğrenme sırasında ilerler. Kas
gücünden, hayvan gücüne, oradan rüzgar ve su gücüne
sonunda fosil yakıtlara varan enerji kullanımı kültürel
hayatın bir kurgusudur. Her teknolojik ilerleme kullanılan
enerji miktarını arttırmakta dolayısıyla karmaşık bir
toplumsal ve kültürel hayata geçilmektedir.
Kültürel Ekoloji Yaklaşımı: Julian Steward’ın temsil ettiği
bu okul, belirli bir kültür ya da kültür bölgesinde oluşan
değişimler dizisine vurgu yaparak çevrenin kültürel evrim
ve oluşumlar üzerindeki etkisini vurgular. Çok hatlı bir
evrim modelini savunarak 19. Yüzyıl evrimciliğinden
farklılaşır. Buna göre insanlık; basitten karmaşığa doğru,
tek ve zorunlu bir çizgi üzerinde değil çevresel ve
toplumsal koşullara bağlı olarak her coğrafya ve zamanda
farklı gelişme yollarını ve çeşitliliğini barındırır. Sosyokültürel
sistemler ile çevreler arasındaki ilişkilere
odaklanır. Kültürün uyarlanma yeteneğine, kültürün ortaya
çıkış ve gelişiminde uyarlanmanın temel güç olduğuna
vurgu yapar.
Yeni İşlevselcilik: Malinowski’nin öğrencileri Evans-
Pritchard ve Meyer Fortes’in ‘Afrika Siyasal Sistemleri’
adlı eserindeki makalelerden kök almaktadır.
Temsilcilerinden Gluckman, Malinowski’yi esas almakla
birlikte onu toplumdaki örgütlenme içerisinde çatışmayı
ele almamakla eleştirmektedir. Dayanışma ve toplumsal
sürekliliği sağlayan kurumlar yanında düşmanlıklar,
yabancılaşma, otoriteye yönelik tehditler de hayatın
olağan yönleridir. Gluckman’a göre çatışmaya rağmen
dayanışma korunabilmektedir. Kurumlardan birinde ortaya
çıkan hatta süreklilik kazanan çatışmalar başka kurumların
gerektirdiği uzlaşmayla dengelenebilmektedir. Bununla
birlikte çatışma sistemi güçlendirip besleyebilmektedir.
Genel anlamda yeni işlevselciliğin zayıf yönü ise
toplumsal değişimi açıklamada yetersiz kalmasıdır.
Marksçı Antropoloji: Marksçı antropoloji, Stanley
Diamond, Claude Meillasoux ve Maurice Gaudelier gibi
antropologlarca kurulmuştur. Çevre ile kültürel evrim
arasındaki ilişkileri, sistemlerin dönüşümüne kaynaklık
edecek ilişkiler çerçevesinde ele alırlar. Marx’ın
değişmeyi ortaya çıkaran koşulları ele alırken, uyumdan
çok çatışmaları merkeze almasından esinlenirler. Kaynak
ve iktidarın belirli ellerde toplanması ve kaynak
dağılımının eşitsizliği; bir yandan sürekli çatışma
potansiyelini canlı tutmakta ve iktidar mücadelelerine yol
açmakta, diğer yandan kültürel değişmenin temel dinamiği
olmaktadır. Marksçı antropologlar kültürün içindeki
üretim ve dağıtım araçlarının nasıl şekillendiğine ve nasıl
değiştiğine odaklanmışlardır. Morgan’ın evrimci tezlerine
dayanarak ‘Ailenin, Devletin, Özel Mülkiyetin Kökeni’
eserinde tek çizgili evrim modelini kuran Friedrich
Engels’in yaptığı hataya düşmeyerek yerel koşullar
bağlamında farklı yolların izlenebileceğini
savunmuşlardır. Ancak iktisadi indirgemeciliği
antropolojiye taşıyarak, her farklı üretim-dağıtım ilişkisine
göre farklı üretim tarzlarını icat etmekle ve kültürün
görece özerk konumunu ihmal etmekle eleştirilirler.
Kültürel Maddecilik: Kültürel özellikler ve ürünlere önem
veren bu yaklaşım, geçmiş kültürlerin kanıtı olarak ortaya
çıkarılan maddi ürünlerin yorumu olan arkeolojinin temel
dayanağıdır. Kültürel özelliklerin, kodların, norm ve
değerlerin başta çevresel etkenler olmak üzere toplumların
maddi koşullarına göre şekillendiğini savunur. Tarihsel
maddecilik ve Marksçı antropolojiyle örtüşen bu
yaklaşımın başlıca temsilcisi Marvin Harris’tir.
Özgücü Kuramlar
Etnobilim ya da Bilişsel Antropoloji Yaklaşımı:
Yapısalcılık Kuzey Amerika’da yeni bir biçim kazanarak
bilişsel antropolojiye dönüşmüştür. Etnografik veriler
aracılığıyla kültürlerin yapısal ilkelerini ortaya çıkarmaya
çalışır. Kültürel yapıların yerlilerin dünya görüşünü
yansıttığını savunur. İnsanların dünyayı nasıl kavradığına
odaklanır. Bir kültürün mensupları, çevreyi kendi dil
kategorileri vasıtasıyla algılar ve yapılandırır. Bilişsel
çerçeveden çıkan kural ve ilkeler karar verme
mekanizmalarını etkiler.
Simgeci/ Yorumcu Antropoloji Yaklaşımı: Kültürü, o
kültürün mensuplarınca ortak olarak paylaşılan simge ve
anlamlardan ibaret bir sistem olarak gören bu yaklaşımın
temsilcisi Clifford Geertz’dir. Bilişsel antropologlar,
kişilerin kendi kültürü üzerine söylediklerini önemserken;
simgeci veya yorumcu antropologlar, ayinler, mitoslar,
akrabalık gibi kurum ve yorumlama biçimlerinin
araştırılması gerektiğini savunurlar. Kültürün bütünsel bir
oluşum değil de çelişik duygu, inanç ve kurallar topluluğu
olduğunu savunarak aşırı göreceliğe kayarlar. Her duygu,
inanç ve kurallar topluluğu dünyayı farklı biçimde yeniden
kurar. Dünyayı başka şekilde görme olanağı yoktur. Bu
olanağın yokluğu kültürler arasındaki geçişlilik kanallarını
kapatır. Kültürlerin birbirine benzediği önermesini
geçersizleştirir.
Feminist Antropoloji: 20. yüzyılın sonlarına doğru,
postmodernist akımların ortaya çıkmasıyla birlikte,
sömürünün bir tek doğu-batı ikiliği biçiminde olmadığı,
benzer biçimde tek sömürü ilişkisinin sermaye ve
çalışanlar arasında yaşanmadığı yönünde yeni bir söylem
yükselmeye başlamıştır. Sömürü ve tahakkümün hayatın
her alanına yayıldığı görüşü ile birlikte feminist
antropoloji sömürü ve tahakküm ilişkilerini kadın-erkek
ilişkilerindeki eşitsizliklerde aramıştır. Kültürel fark
biçimindeki sömürü ve tahakküm ilişkisinin tüm
kültürlerde var olduğunu ileri süren feminist antropoloji
eşitsizliğin kültürel görünümünü, toplumsal cinsiyet
rollerinin kültürel inşasında aramaktadır. Bütün
kültürlerde yer alan etnik-merkezcilik gibi
erilmerkezciliğin varlığını keşfetti. Erilmerkezcilik,
toplumun ve toplumsal zihniyetin örgütlenmesinde erkeği
ve onun rollerini merkeze alan eğilimdir. Bugün toplumsal
cinsiyet çalışmaları, sadece kadın sorununu ele almayı
bırakarak erkek araştırmalarına da yönelmiştir. Bu
anlamda feminist kuram ve feminist antropoloji,
toplumsal cinsiyet antropolojisine dönüşmüştür. Bu
yaklaşımın başlıca temsilcisi ise Margaret Mead’dır.
Zeynep
Mesajlar: 26
Kayıt: 09 Kas 2016 11:47
İletişim:

09 Kas 2016 12:02

SOS203U- ANTROPOLOJİ
Ünite No: 4 İnsanın Canlılar Dünyasındaki Yeri ve Biyolojik Çeşitliliği

İnsanın Canlılar Dünyasındaki Yeri
İnsanoğlu etrafındaki her şeyi sınıflandırır. Sınıflandırma
bir taraftan etraftaki varlıkları tanımayı kolaylaştırırken
diğer taraftan da canlı ya da cansız varlıkların birbirlerine
olan yakınlığını anlamayı sağlar. Bu nedenle hayvanlar,
bitkiler ve insanlar genel bir grup adı altında
kümelendirildikten sonra daha küçük bir başlık altında
yeniden sınıflandırılmaya tabi tutulurlar. Diğer bir ifade
ile çevremizdeki dünyayı daha iyi bir şekilde anlamak için
başvurduğumuz sınıflandırma benzer özellikler gösteren
ilkeler ile bütünleşmektedir. Bu konu hakkında her ne
kadar önceleri insanların kendi aralarında yaptıkları
sınıflandırmalar olduysa da bilimsel anlamda ilk canlı
sınıflandırması, Carl von Linné’nin (1707-1778)
çalışmasıdır. Biyolojik bir sınıflama sistemine dayalı
“taksonomi” olarak bilinen bu sistem, canlıları
paylaştıkları benzer özelliklere göre bir sınıflandırmaya ve
onların birbiriyle olan ilişkisini ortaya koymaya yönelik
bir girişimdir. Bir tür, canlılar arasında birden fazla canlı
ile benzerlik gösterebilir. Örneğin balinanın da tıpkı insan
gibi yavru doğurması ve onu sütü ile beslemesi, onun
memeli olduğunu dolayısıyla da bu özelliğini ortak bir
atadan aldığı söylenebilir.
Ortak atadan kalıtılan, birden fazla tür tarafından
paylaşılan ve yapısal açıdan benzerlik gösteren organlara
kökendeş (homolog) organlar denir. İnsanın kolu,
yarasanın kanadı ve balinanın yüzgeci, kökendeş
organlardır. Ancak biyologlar canlıları sınıflandırırken
onların organlarının gösterdiği işleve göre değil yapı ve
kökenlerine göre sınıflar ve kuşlar, balıklar, memeliler ve
böcekler şeklinde sınıflandırma ortaya çıkmaktadır.
Böylelikle bu grupların birbirleriyle ortak özellikleri,
onların kökenine ilişkin bize bilgi vermiş olur. Bu
özellikler sadece yapı ve köken ölçütüne göre değil
gelişmiş ya da ilkel özelliklerin korunması durumuna göre
de yapılmaktadır. İlk memeliler beş adet parmağa
sahipken primat takımı üyelerinin de beş parmaklı el ve
ayağa sahip olmaları primat takımının ilkel özelliklerinin
korunduğu anlamına gelir. Ayrıca, tek toynaklı günümüz
atında, bu gelişmiş bir özellik anlamına gelmektedir.
İnsanın beş parmağa sahip olması ilkel bir özellik
olmasının yanında, diğer parmaklarına oranla el
başparmağı türemiş bir organ olarak görülmekte ve
prosimiyenlerden daha hassas tutuculuk özelliğine sahip
insan başparmağı gelişmiş bir özellik olarak kabul
edilmektedir. Canlıları sınıflandırmada, DNA(Deoksiribo
Nükleik Asit) dizilimi, DNA çaprazlanması, proteinlerin
immünolojik tepkimelerinin karşılaştırılması gibi
yöntemlerle türler arasında genetik uzaklık
belirlenmektedir.
Primatlar
Primat, prosimiyenlerin, Eski ve Yeni Dünya
maymunlarının, kuyruksuz büyük maymunların ve insanı
da içine alan memeli takımına denilmektedir.
Primatların Özellikleri: Primatların, ağaç yaşamına
uyarlanmayı yansıtan temel anatomik özellikleri
bulunmaktadır. Bu grubun tüm üyelerinde el ve ayaklarda
beş adet parmak vardır. Primatların el ve ayaklarındaki
başparmaklar diğerleriyle karşılaşabilmek özelliğine
sahiptir. Diğer primatlarda içerisinde insan, dik duruş
pozisyonu ve iki ayak üzerinde hareket edebilen tek
primat olup ayaklar bir kaide özelliği kazanarak
başparmağın tutuculuğu büyük oranda güdükleşmiştir.
İnsan dışındaki primatlarda ise bu özellik korunmuştur.
Primatlarda, ağaçta rahat hareket edebilmek açısından
esnek ve hareketli bir iskelet sistemi bulunmaktadır.
Koklama duyusunun öneminin azalmasına karşın görme
duyusu önem kazanarak primatların kafataslarının ön
kısmına yerleşmiş olan gözlerin görüş alanlarının birbirine
çakışmasıyla üç boyutlu görüş yetisi gelişmiştir. Ayrıca,
renkli görme yetisine sahiptirler. Memelilerdeki toplam 44
diş sayısı, primat takımında 36 ve 32’ye düşmüştür. Bir
çok primat, karma beslenme rejimine sahiptir. Yani hem
bitkisel hem de hayvansal kaynaklı besinleri tüketebilirler.
Buna omnivor ya da hepçil de denilmektedir.
Yeryüzündeki en iri beyne sahip canlılar primatlardır. İri
beyin, daha karmaşık düşünce sistemi ve öğrenme
gelişimine işaret etmektedir. Primatlar grup içerisinde
yaşamaya eğilimli olup grup içindeki yaşam toplumsal
öğrenmenin de önemine vurgu yapmaktadır. Primat takımı
bu bahsettiğimiz özelliklere göre memeliler sınıfının diğer
takımlarından ayrılmasına rağmen bu takım içerisindeki
diğer aile, sınıf ve türler de bu takımın bütün özelliklerine
sahip değildir.
Prosimiyenler: Primat takımı, iki büyük alt takıma
ayrılmaktadır. Bunlar; prosimiyenler ve antropoidler.
Prosimiyenler, lemurlar, lorisler ve tarsiyerleri içeride alt
takımdır. Prosimiyenlerin burunları ileri doğru çıkıntılı
olup uç kısmında nemli bir bölge vardır. Prosimiyenlerin
gözleri kafatasının yan kısmında yerleşmiş olup daha kısa
hamilelik sürecine sahiptirler. Çoğunlukla gece ve ağaç
yaşamına uyarlanmışlardır. Meyve, yaprak, ağaç filizleri,
böcek ve tırtıl yiyerek beslenirler.
Antropoidler: Antropoidlerin ayırıcı özellikleri; iri
boyutları, daha fazla hacimli olmaları, koklama
duyularının zayıf olması, görme duyularının ise daha
gelişmiş olmasıdır. İnsansı maymunlar olarak da bilinirler.
Görme duyuları renkli ve üç boyutludur. Beyin hacimleri
daha fazladır. Prosimiyenlere göre daha sosyaldirler.
Maymunların önemli bir kısmında parazit ayıklama
alışkanlığı mevcuttur.
Yeni Dünya Maymunları: Yeni Dünya maymunları, 350 gr
ağırlığındaki Tamarilerden 9 kilogram ağırlığındaki
Howler Maymunlarına kadar geniş bir yelpazeyi kapsar.
Hemen hemen hepsi ağaçlarda yaşarlar.
Genellikle gündüz yaşamına uyumlu gözleri, üç boyutlu
ve renkli görür. Burun yapılarındaki kanatları da
diğerlerinden farklı olarak dışa dönüktür. Bu maymunlara
platirini de denmektedir.
Eski Dünya Maymunları: Eski Dünya maymunları, büyük
bir çeşitliliğe sahiptir. Sahra altı Afrika’dan Asya’nın
güneyine tropikal, yarı tropikal, çalılık, savanlık, yarı
savanlık, yarı kurak çöl alanlar ve kış sezonlarında kar
alan soğuk bölgelere kadar yayılmışlardır. Hem yerde hem
de ağaçta yaşayan türleri mevcuttur. Zamanlarının çoğu
uyuyarak, parazit ayıklayarak veya yiyecek aramakla
geçer. Katarini adıyla da bilinirler. İki üst aileye sahiptir.
Bunlar: insanı, kuyruksuz büyük maymunları ve
hilobatları içeren Hominoidea ile maymun
Cercopithecidea’dır. Bazı Eski Dünya maymunları ile
kuyruksuz büyük maymunların bazılarında gözlenen,
kollar aracılığıyla ağaç dallarında salınarak uygulanan
hareket sistemine Braşiyasyon denir. Toplam 32 dişleri
mevcuttur. Sosyal organizasyonları oldukça karışıktır. Bu
maymunlar arasında tek eşlilik yaygın değildir.
Hominoidler: Kuyruksuz büyük maymunlar ve hilobatlar
Hominoidea adındaki üst aile içerisinde yer almaktadır.
Kuyruksuz büyük maymunlar primatlar içinde en büyük
ve en ağır olanlarıdır. Çeneleri iri ve ileri doğru
çıkıntılıdır. Ayakları da tıpkı elleri gibi tutucu özelliğe
sahiptir. Başparmakları kısa olduğu için bir maddenin iki
parmakla özenli bir şekilde tutulmasını ifade eden hassas
tutuş yetenekleri gelişmemiştir. Büyümeleri diğer
hayvanlara ve insan dışındaki primatlara nazaran yavaştır.
Sosyal gruplar halinde yaşarlar. Şempanzeler dişil gruplar
oluştururlar. Kuyruksuz büyük maymunlarda avlanma,
alet yapımı ve kullanımı, iletişim ve öğrenme gibi insana
özgü davranış biçimi bulunmaktadır. Şempanzelerde
iletişim için 25 farklı sesten oluşan bir çığlık sistemi
bulunmaktadır. Şempanze, goril ve orangutan gibi
kuyruksuz büyük maymunlar işaret dilini öğrenerek
insanla iletişim kurabilirler. Kuyruksuz büyük maymunlar
genetik olarak insana benzer özellikler göstermektedir.
İnsan: İnsanın içine dahil edildiği bu grupta insanı ve
insana ait özellikleri bir başlık altında özetlemek mümkün
değildir. Ancak insan, kendi grubu içindeki canlılarla belli
kısımlarda fiziki benzerlikler göstermesine rağmen bir çok
bakımdan kendi türündeki canlılardan farklılaşır. Örneğin,
insan beyni diğer bütün canlılardan daha iridir. Yüzü kısa
ve bütünüyle beyin kutusunun altına yerleşmiştir. Ön
dişlerinin boyutu özellikle köpek dişlerinin boyutu kısa,
azı dişleri kalın bir mine tabakası ile kaplıdır. Omurga S
formundadır. El ve kol dengesi çok hassas ve ölçülü bir
özelliğe sahiptir. İnsan ile içine dahil edildiği diğer
canlılar grubunda bulunan varlıklar arasındaki en büyük
farklılıklardan bazıları, insanın çocukluk döneminin uzun
olması, kültüre bağlılık, dil öğrenme yetisi gibi bir çok
neden insanı diğer canlı türlerinden ayırır. En önemlisi de
diğer canlılar tek başına yaşayabilirken insan kültür
olmadan ve toplumdan soyutlanarak yaşayamaz. Diğer
primatların sosyal ilişkilerine göre çok daha büyük
çeşitlilik ve karmaşıklık mevcuttur. İnsan davranışları
büyük ölçüde öğrenmeye dayalı alışkanlıklara dayanır.
İnsanın Biyolojik Çeşitliliği
Irk mı? Biyolojik Çeşitlilik mi?
İnsan biyolojide homo sapiens hominoidea üst ailesi
içinde yer alır. Bir canlı türüyle başka bir canlı türü
arasında benzerlikler olsa bile türler üreme engeliyle
birbirlerinden kesin olarak ayrılırlar. Ancak insan türü
içerisindeki populasyonlarda da bireyler arasında
farklılıklar bulunmaktadır. İnsanoğlu, doğadaki canlıları
kendisini merkeze alarak sınıflamış, aynı zamanda kendi
türünün gösterdiği çeşitliliği de sınıflayarak algılamaya
çalışmıştır.
Sınıflandırmaların tarihinin çok eskiye dayandığı
düşünülse de bilinen en eski çalışma M.Ö. 1350 yıllarında
Mısırlıların ait olup insanların fiziksel özelliklerini
kullanarak Kırmızılar(Mısırlılar), Sarılar(Doğulular,
Asyalılar), Siyahlar (Afrikalılar), ve Beyazlar (Kuzeyliler)
olmak üzere dört gruba ayırmaktadırlar. Bununla beraber
insanın deri rengine dayalı sınıflandırmalar M.Ö. 2.
Yüzyılda Çin ve eski Yunan’da da bulunmaktadır.
1492’de Amerika’nın keşfi ise Avrupalıların kendileri ve
diğerleri arasında bir ayrıma gitmelerine neden olmuştur.
Özellikle Amerika’daki yerli halkların insan olup
olmadığına kadar varan tartışmalar kendi aralarında
yapılmıştır. Hatta Montesquieu bile “erdemli bir varlık
olan Tanrı’nın iyi bir ruhu simsiyah bir bedene
yerleştirebileceğini sanmıyorum” diyerek 18. Yüzyılda ırk
ayrımının vardığı noktayı göstermektedir. Bu ortamda
yani Avrupalıların ve Avrupalı olmayanların aynı
kökenden gelip gelmediklerine yönelik tartışmalar
“monogenizm” yani bütün insanlığın “Adem” ile
“Havva”dan geldiğini, daha sonra farklı çevrelere uyum
sağladıklarını ifade eden ve “poligenizm” yani bütün
insanlığın “Adem” ile “Havva”dan gelmediğini
dolayısıyla ayrı türler olarak değerlendirilmemesi
gerektiğini ifade eden fikirsel ayrılıklar ortaya çıkmıştır.
Bu bağlamda insan ırkına yönelik temel çalışmalardan biri
Johann Friedrich Blumenbach (1753-1840) tarafından
insanların deri rengine göre sınıflandırılmasıdır. Bu
sınıflandırmada beyaz, sarı, siyah, kızıl ve kahverengi
olmak üzere beş ırk grubu oluşturulmuştur. Ancak insan
ırkının sadece deri rengine göre farklı bir kategoride
değerlendirilemeyeceği gerçeği bu sınıflandırmaya farklı
kriterler de eklemiştir. Bu yüzden İsviçreli anatomist
Retzius, ırk sınflandırmasında “kafatası endisi” denilen ve
genişlik ölçüsünde uzunluk ölçüsüne bölümünün 100 ile
çarpılması ile elde edilen büyüklüğe göre insanları
kafatasını uzun, orta yuvarlaklık ve yuvarlak olarak
sınıflamıştır. Ancak bu sınıflandırma, daha sonra ırkçılık
tartışmalarının odağına yerleşmiştir.
20. Yüzyılın ortalarında UNICEF, antropolog ve
biyologların oluşturduğu bir komisyon ile bir ırk tanımı
yapmıştır. Bu tanıma göre, ırk, belirgin ve aynı zamanda
kalıtsal olan doğal seçilim, mutasyon, karışma ve yalıtılma
gibi etmenlerin sonucunda ortaya çıkan bedensel
farklılıklarla belirlenen insan birimleridir.
İnsan topluluklarının kültürel ve etnik özellikleri ırk
sınıflandırmalarından kullanılmış, benzer fiziksel
özelliklere sahip toplumlar farklı ırklar altında ya da dini
gruplar da birer ırk olarak değerlendirilmişlerdir.
Irkların sınıflandırılmasında hangi kriter kullanılsa
kullanılsın bütün insan gruplarını bir kriterde
sınıflandırmak mümkün değildir. Siyah, sarı ve beyaz
renklere ayrılan insanları grupladığımızda Avustralya
yerlileri ile Pigmeler, Etiyopyalılar, Nilotikler gibi birçok
Afrikalı topluluk siyahlar içerisinde sayılacaklardır. Ne
var ki Pigmeler dünyanın en kısa boylu, Nilotikler en uzun
boylu insanlar arasındadır. Boy açısından farklı bir
sınıflandırma yapmak gerekecektir.
Hiç bir fiziksel özellik tek başına ırkları sınıflamada
başarılı olamayınca farklı arayışlara girişilmiştir. Bu
nedenle araştırmacılar, belli insan ırklarını tanımlarken
birden fazla özelliği kullanmıştır. Örneğin Beyaz ve Sarı
ırkın özelliklerini bir karışımı olduğu söylenen Türkler,
orta boylu, belirgin biçimde yuvarlak başlı, düz ve siyah
saçlı, geniş ve elmacık kemikleri çıkık yüze sahip, çekik
gözlü, göz kapakları hafif şişkin insanlar olarak
tanımlanmıştır. Ne var ki insanlarda fiziksel
karakterlerden biri ya da bir kaçı diğer gruplardan farklılık
gösterebilmekte, farklılıklara başka fiziksel özellikler de
dahil olarak tartışma çıkmaza girmektedir.
20. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar kabul edilen görüş, insan
gruplarının görünebilir özellikleri doğuştan kazandığı ve
bu özelliklerin çevresel faktörlere göre değişmediği
fikriydi. Oysaki ırk sınıflandırmalarında sıklıkla kullanılan
boy uzunluğunun çevresel faktörlerden etkilendiği
görülmektedir.
Bu sınıflandırmayı yapmada önümüze çıkan bir sorun da
ırkların birbirine karışımıdır. Göçler ve nüfus hareketleri
yoluyla bir çok insan grubu geçmişte yer değiştirmiştir.
Farklı ırklara mensup ebeveynlerden doğan çocukların
hangi gruba dahil edileceği belirsiz bir durumdur.
Biyolojik ırk sınıflandırmalarının biyolojik temele
dayanmadığına dair en önemli kanıt R.C. Lewontin’in
1972 yılında yayınladığı “Evrimsel Biyoloji” adlı
çalışmasında ortaya konmuştur. Bu çalışmasında
Lewontin, ırklar arasındaki genetik farklılıkları belirlemek
için dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan topluluklardan 7
büyük ırk grubunu ele alarak 17 polimorfik (fenotipik etki
yapabilen bir gen değişkeni) özellik aramıştır. Elde edilen
verilere göre; coğrafik ve yerel ırk gruplarının insan
genetik çeşitliliğinin yalnızca %15’ini açıklayabildiğini,
geri kalan %85’ini açıklayamadığını göstermiştir. Bu
veriler, genetik bilgisine dayanarak ırk kavramını
tanımlamanın olanaksızlığını belirtmektedir.
Yeryüzünün hemen her bölgesine uyarlanmış ve çok
çeşitlenmiş insan türü, birçok özellik açısından birbirinden
farklılık gösteren gruplardan oluşmaktadır. Renk açısından
ele alacak olursak; tropikal bölgede yaşayanlarda koyu
tenli insanlar yaşar. Tropikal bölgeden uzaklaştıkça ten
rengi açılır. Açık ten güneş yanığı ve kansere neden olur.
Güneş ışınlarının daha az olduğu Kuzey bölgelerinde
yaşayan insanlarda derinin rengi daha açıktır. Bu bölgede
yaşayan koyu tenli insanlarda raşitizm görülür. Koyu renk
tropikal bölgelerde avantaj iken, açık renk Kuzey
bölgelerinde avantaja dönüşmektedir.
İnsanın beden yapısı ve boyutu çeşitlilik gösteren bir
özelliktir. Yeryüzünde sıcak yerlerde yaşayan insanlar
daha ince ve uzun olma eğilimindedir. Aynı hacme sahip
olmalarına rağmen uzun olanların daha tıknazlardan daha
fazla yüzey alanına sahip olma eğilimleri vardır. Yani
tropikal bölgede yaşayan bir çok insan topluluğunun
gövdesine oranla kol ve bacakları daha uzun bir yapıya
sahiptir. Kuzeyde yaşayan Eskimolarda ise daha tıknaz bir
yapı mevcuttur. Tıknaz yapı yüzey alanının azalmasına
neden olmakta vücut ısısının daha etkili şekilde
kullanılmasına olanak sağlamaktadır. Bu çevreye
uyarlanmanın güzel bir örneğidir.
Diğer taraftan türü yalnızca görülebilen özellikleri ile
değil görülemeyen ve genotip olarak ifade edilen bir
organizmanın sahip olduğu özellikleri de çeşitlilik ve
uyarlanmayı kanıtlamak mümkündür. Bilindiği üzere A, B
ve O olmak üzere üç kan tipi var. Bu da kendi arasında
AA, BB, OO, AO, BO, AB olmak üzere 6 gruba ayrılır.
Bunların sahip olduğu özellikler de farklılık
göstermektedir.
Verilen bu özellikler ve örnekler insan gruplarının farklı
coğrafyalarda neden farklılaştığını, genetik açıdan
diğerlerinden neden daha farklı bir örüntü sergilediklerini
açıklamada önemlidir. İnsanların fiziksel farklılıklarının,
doğuştan kazanılmış, değişmez ve kolayca sınıflanabilir
özellikler değil, insan yaşadığı çevreye uyarlanmayla
kazanılmış ve çeşitli biyolojik süreçlerle değişebilen
özellikler sergilemektedir.
Zeynep
Mesajlar: 26
Kayıt: 09 Kas 2016 11:47
İletişim:

09 Kas 2016 12:03

SOS203U-ANTROPOLOJİ
Ünite 5: İnsan Evrimi

Evrim basitçe, zaman içerisinde bir türün genetik
yapısında meydana gelen değişimi ifade eder. Eğer bu
değişim genetik yapıda bir kuşaktan diğerine olduysa
mikro evrim olarak adlandırılır. Ancak türü oluşturan
grupların üreme engeliyle birbirlerinden ayrılarak yeni
türlerin ortaya çıkmasına olanak sağladıysa, değişim
makro evrim olarak adlandırılır.
Geçmişte mevcut olan yaşam formları günümüzde
bulunmamakta, günümüzdeki canlılara ise milyonlarca yıl
öncesine ait jeolojik tabakalarda rastlanılmamaktadır. Eski
canlı formlarına ait binlerce kemik ve dişlerden oluşan
fosil kalıntıları ele geçmiştir.
EVRİM DÜŞÜNCESİNİN GELİŞİMİ
Sanıldığının aksine Charles Darwin, evrim fikrini ortaya
atan ilk düşünür olmamakla birlikte evrim düşüncesinin
kökleri Antik çağa kadar uzanmaktadır. Örneğin
Aristotales canlıların en ilkel düzeyde “kendiliğinden”
oluştuğunu, doğanın gereksinimlerine göre organların
oluştuğunu belirterek transformizm adı verilen ilk evrim
düşüncesini ortaya atarken, Carl von Linné, taksonomi
olarak da bilinen sınıflamayla, bilinen bütün canlıları
anlamlı gruplar halinde organize etmiş, aynı zamanda, cins
ve tür ayrımını yaparak ikili isimlendirmeyi bilim
dünyasına kazandırmıştır.
Her ne kadar değişen dünya ve canlılar arasındaki
farklılıkları açıklama çabaları 18. yüzyıla kadar uzansa da,
bu döneme kadar inanılan temel görüş, canlıların Tanrı
tarafından yaratıldığını ve değişmez niteliklere sahip
olduklarını savunan yaradışçılıktır. Lamarck, Lyell ve
Cuvier gibi düşünürler evrim düşüncesinin temelini atmış,
daha sonra Darwin bu düşünceyi geliştirerek bir adım
ileriye taşımıştır.
Darwin, öncelikle incelediği türlerin hemen hepsinin
çeşitlilik (varyasyon) gösterdiğini gözlemlemiştir. Bir
türün devamı ve evrimsel başarısı için, türü oluşturan
bireylerin çeşitliliğinin zorunluluk olduğu sonucuna
varmıştır. Darwin, çeşitliliğin türlerin yaşadığı çevreyle
uyumlu olduğunu, her canlının yaşadığı alana
uyarlandığını göstermiştir. Yapay seçilim ve doğal seçilim
ayrımı yapmıştır. Buna göre yapay seçilimle Darwin,
canlıların arasında da beslenme, üreme gibi nedenlerle bir
mücadelenin olduğunu, bu mücadelede yaşadığı çevrede
en iyi uyarlanan ve üreyenlerin başarılı oldukları,
diğerlerinin ise elenerek yok oldukları sonucuna
ulaşmıştır. Kuşaklar boyunca çevrelerine uyumlarında
daha avantajlı olanların ve daha çok yavru verenlerin
seçiliminin, canlılardaki değişimin temel düzeneği
olduğunu vurgulayarak doğal seçilim yoluyla evrim
kuramını geliştirmiştir. Kısacası evrim canlılardaki
değişimden başka bir şey değildir.
Her ne kadar doğal seçilim yoluyla evrim kuramı Darwin
ile birlikte anılsa da, aynı sonuçlara Alfred Russell
Wallace tarafından da ulaşılmıştır. Darwin, canlıların
çeşitliliğinin evrim açısından önemini, popülasyon
içerisindeki mücadele ve üreyen grupların birbirlerinden
izolasyonunu ve coğrafi engellerin yeni bir türün
oluşumundaki etkisini açıklamakla birlikte, tür
içerisindeki çeşitliliğin kaynakları, tür içerisinde
çeşitliliğin nasıl devam ettiği ve evrimin hızı gibi temel
evrim sorunlarını çözümleyememiştir. Sir Francis Galton,
farklı renkteki tavşanlardan kan alarak, bunu diğer
tavşanlara transfer etmiş; ardından bunları çiftleştirmiş,
ancak renk özelliğinin kan transferi aracılığıyla geçmediği
sonucunda ulaşmıştır. August Weismann ise bütün kalıtsal
bilginin germ plasma adı verilen üreme hücrelerinde yer
aldığını belirleyerek, üreme hücrelerini etkileyebilen
çevresel özelliklerin vücut hücrelerini etkilemediklerini
saptamıştır. Bu ise modern genetiğin temelini
oluşturmuştur.
Özelliklerin gelecek kuşaklara nasıl aktarıldığı sorununu,
Gregory Mendel bezelyeler üzerinde gerçekleştirdiği
çalışmalarla çözümlemiştir. Mendel, genetik özelliklerin ayrı
birimler halinde eşit oranlarda karışan modeline karşıt
tanecikli kalıtım modelini bulmuştur. Buna göre, bezelyenin
biçimi ve rengi gibi özellikler birbirinden bağımsız halde, gen
olarak bildiğimiz özellikler tarafından aktarılmaktadır.
Mendel bir kuşaktan diğerine kalıtımın nasıl gerçekleştiğini
ortaya koyarken, türün ya da türü oluşturan popülasyonların
genetik yapısındaki çeşitliliği, rekombinasyon ile
açıklamıştır. Rekombinasyon, rastgele üremeyle bir türün gen
havuzu içerisindeki genlerin bir araya gelerek, sonsuz bir
çeşitlilik oluşturabilmeleridir. Ancak, bu özellik mevcut
genetik yapı içerisine yeni özelliklerin nasıl girdiğini
açıklayamamaktadır. Bu durumda mutasyon adı verilen bir
diğer evrimsel süreç karşımıza çıkmaktadır. Canlıların
genotipik özellikleri, genetik kod olarak bilinen kromozomlar
aracılığıyla aktarılmaktadır. Bu genetik kod, ışınım, kimyasal
gazlar gibi dış etkilerle rastgele değişebilmektedir. Bu
değişim, canlının ihtiyaçlarını karşılamaktan ziyade,
kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Mutasyonlar çoğunlukla
zararlı olmakla birlikte, bazıları o çevre koşulları içerisinde
etkisiz (nötr), çok azı ise yararlıdır. Ortaya çıkan
mutasyonlar, doğal seçilim yoluyla elenmedikleri, üreme
aracılığıyla gelecek kuşağa aktarıldıkları sürece,
popülasyonun gen havuzuna yeni özelliklerin katılmasının,
diğer bir deyişle türün çeşitlenmesinin ham maddesini
oluşturmaktadır.
Genetik yapı, yalnızca mutasyonlar aracılığıyla değil, aynı
zamanda bir kuşaktan diğerine bir genin frekansının
değişimiyle karakterize olan genetik sürüklenmeyle de
değişebilmektedir. Bütün canlılarda üremenin rasgele olması,
genetik yapının bir kuşaktan diğerine rastgele değişimine yol
açmaktadır. Ayrıca, bir popülasyondan diğerine göçler de
gerçekleşmektedir. Bu genetik göçlere gen akışı denmektedir.
İşte evrim, bu süreçlerin ve eklenebilecek başka durumların
karmaşık bir işleyişinin ürünüdür.
PRİMATLARIN EVRİMİ
Primatlar yeryüzünde Paleosen olarak adlandırılan
Senozoyik çağın ilk evresinde ortaya çıkmışlardır. Bu çağ,
Paleosen, Eosen, Oligosen, Miyosen ve Pliyosen olmak
üzere beş evreden oluşur. Yaygın şekliyle dinozorlar
olarak da bilinen iri sürüngenlerin yeryüzünden yok
olduğu bu dönemde, memeliler ve kuşlar yayılmışlardır.
İklimin günümüzdekinden daha soğuk olduğu ve iklimsel
dalgalanmalar gösterdiği Paleosen dönemde, memelilerin
sayısı hızla artmaya başlamış, ilk primat benzeri
memeliler de bu evrede ortaya çıkmışlardır. Bu dönemin
sonunda meydana gelen ısınma ve artan yağışlar, tropikal
ve yarı tropikal ormanların genişlemesine yol açarken, bu
değişim primatlar için uygun yaşam alanları yaratmıştır.
Atlar, balinalar, yunuslar gibi birçok memelinin ortaya
çıktığı Eosen dönemde, primat benzeri memelilerden
ağaca tırmanmaya yarayan kavrayıcı el ve ayakları,
kısalmış burun çıkıntıları ve iri beyinleri olan ilk gerçek
primatlar evrimleşmişlerdir.
Havanın tekrar soğuduğu, otlakların artmasına karşın
ormanlık alanların daraldığı, buna bağlı olarak da
etçillerin yayıldığı Oligosen dönemde, gerçek maymunlar
olarak da adlandırılan antropoidler ortaya çıkmıştır. Bu
dönem kuyrukları tutucu olan maymunların da ilk kez
ortaya çıktığı dönemdir. Goril, şempanze ve insanın ortak
atasının ortaya çıktığı ve hominoidlerin atalarının
yaygınlaştığı ve sonlarında ise iki ayaklı ilk hominidlerin
ortaya çıkmaya başladığı dönem Miyosen’dir. Miyosen
dönem memelileri, çoğu günümüzde de yaşayan modern
görünümlü türlerden oluşmaktadır. Bu dönemde Afrika ve
Avrasya kıtaları birbirleriyle birleşmiş, bu birleşme
hominoidlerin, Anadolu’nun da içinde bulunduğu Asya ve
Avrupa kıtalarına yayılmasına ve türlerin çeşitlenmesine
yol açmıştır. Miyosen dönem hominoidleri, orangutan,
goril, şempanze ve insana doğru giden evrimsel hatta yer
almışlardır. Hominoidler tek bir grup olarak Eski Dünya
maymunlarından 20 milyon yıl önce ayrılmışlardır.
İLK HOMİNİDLER
Hominidler, kuyruksuz büyük maymunlarınkinden daha
iri beyinli, onlardan daha az çıkıntı yapan yüz iskeletine,
küçülmüş köpekdişlerine sahip iki ayak üzerinde dik
yürüyen primatlardır. Son birkaç yıl içerisinde Afrika’daki
araştırmalarla yeni fosil cins ve türler ortaya çıkarılmıştır.
Çalışmalar, bunların iki ayağı üzerine dik yürüyen cinsler
olduğunu ortaya koymuştur. İnsansı özelliklerinin yanı
sıra uzun kollar, iri diş yapısı, eğri parmakları ve duruş
pozisyonu gibi kimi özellikler açısından insandan
farklılaştığı bilinen bu türlerden biri ya da birkaçı insanın
atasal kuşağını oluşturmuşlardır. Afrika’da bulunan
kalıntılar dik yürümenin kökenin 6-7 milyon yıl öncesine
kadar uzandığını göstermektedir.
1924 yılında Güney Afrika’da bir taş ocağında bulunan ve
Raymond Dart tarafından incelenen 3-4 yaşlarında bir
çocuğa ait kafatası fosiliyle birlikte ilk kez, hominid
oldukları kuşkuya yer bırakmayacak nitelikteki
Australopiteklerle karşılaşılmıştır. Özellikle 1970’lerden
sonra hız kazanan araştırmalarla sayıları yüzleri aşan, iki
cins (Australopithecus ve Paranthropus) ve 8 türle temsil
edilen insansılar ortaya çıkmıştır. Australopitekler,
fosillerine yalnızca Afrika kıtasında rastlanan bir cinstir.
Bu türe çoğunlukla Doğu ve Güney Afrika’da, Etyopya,
Kenya, Tanzanya, Güney Afrika gibi ülkelerde rastlanmıştır.
Australopitekler iri çene ve dişleri buna karşın küçük beyin
hacmiyle karakterize olan bir cinstir. Beyin kapasiteleri, modern
insanın beyninin üçte biri kadar, kuyruksuz büyük
maymunlarınkiyle hemen hemen aynı boyuttadır. Elmacık
kemikleri oldukça iri ve yanlara doğru çıkıntı yapan
Australopiteklerin yüzleri, insandan çok kuyruksuz büyük
maymunları andırmakla birlikte, onların tam bir benzeri de
değildirler. Australopiteklerin dişleri ve çeneleri son
derece iridir; çoğunlukla meyve, yaprak, bitki filizi,
kökler, sert ve kabuklu yemişler gibi bitkilerle ve
hayvansal proteinlerle beslenmektedirler. Bütün
Australopitek türleri hem bitki hem de hayvanlardan
oluşan karma bir beslenme alışkanlığına sahiptirler.
Boy uzunlukları, 110 ilâ 150 cm arasındadır. Kolları
bacaklarına oranla görece uzundur. Australopiteklerin
bütün türleri dik yürüme özelliğine sahiptir. Dik yürüme
insan evrimi açısından son derece önemlidir. Dik
yürümenin ekolojik ve enerji açısından sağladığı avantajlardan
çok, kolların harekete katkısı yerine ellerin serbest kalması
açısından son derece önemli bir evrimsel uyarlanmadır.
Dolayısıyla, serbest kalan eller, insanın bunları besinlerin
taşınması, alet kullanımı, alet yapımı ve avlanmada
kullanılmasını sağlaması nedeniyle son derece önemlidir.
Australopitek ve Paranthropusların dik yürümelerine,
dolayısıyla ellerinin serbest kalmasına karşın, alet
yaptıklarına ilişkin kanıtlar yoktur. İri dişleriyle güçlü
çiğneme kasları, iri diş ve çeneleriyle Paranthropus cinsi
evrimsel açıdan körelmiştir. O halde insana giden evrim
hattında yer alan türler iri dişli, kaba yüzlü olanlar değil,
küçük dişli, küçük yüzlü ve görece iri beyinli olan
türlerdir.
İLK İNSANLAR
Evrimsel anlamda insan sayılmak ya da Homo cinsine
dahil edilmek için, başta alet üretimi ve kullanımı olmak
üzere, dik yürüme, iri bir beyin, konuşabilme yetisi gibi
özelliklerin bütününe sahip olmak gerekmektedir.
Bunların gelişimi Homo cinsini oluşturan Homo habilis,
H. rudolfensis, H. ergaster, H. erectus, H. neanderhlaensis,
H. antecesor, H. heidelbergensis ve nihayet H. sapiens gibi
türlerde, 2,5 milyon yıllık bir evrimsel süreçte
gerçekleşmiştir.
Homo habilis adını, “becerikli, yetenekli insan”
tanımlamalarından almıştır. Homo habilis fosillerinin
önemli bir kısmı Doğu Afrika’dan ele geçmekle birlikte
bir kısmı da Güney Afrika’dan çıkarılmış, son zamanlarda
her iki bölgeden ele geçen fosiller Homo habilis ve Homo
rudolfensis olmak üzere iki farklı tür altında
değerlendirilmektedir. Bunlardan iri beyinli ve iri dişli
olanlar Homo rudolfensis olarak adlandırılırken, daha
küçük beyine sahip, küçük diş ve yüz yapısı gösteren grup
ise Homo habilis olarak adlandırılmaktadır.
İlk insan olarak değerlendirilen Homo habilis
günümüzden önce yaklaşık 2,4–1,6 milyon yılları arasında
Afrika’da yaşayan, yok olmuş bir türdür. Homo
habilislerin yüzleri Australopithecus Africanustan daha
narin ve küçük, modern insanınkinden daha iri, ama
Africanuslardan daha küçük dişlere sahiptirler.
Australopithecus Africanustan yaklaşık %30 daha fazla
olan beyin kapasiteleri vardır. Yaklaşık 130 cm boy
uzunluğuna, ortalama 45 kg civarında ağırlığa sahiptirler.
Kollar günümüz insanına oranla daha uzundur. Homo
habilislerin Oldowan kültürü ya da yontuk çakıl kültürü
olarak adlandırılan alet teknolojisini geliştirdikleri
saptanmıştır. Günlük ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla
taşların bir ya da birkaç bölgesini kırarak kaba taş baltalar
üretmişlerdir. Ürettikleri aletlerle habilislerin
avlandıklarına ilişkin kesin kanıtlar mevcut olmamakla
birlikte alet üretimi ve bunu gündelik ihtiyaçlarını
karşılamakta kullanan ilk insan Homo habilistir. Homo
habilislerin anamenis ve afarensis hattındaki
Australopiteklerden evrimleştiği ve Homo ergaster ve
erectusların da atası olduğu kabul edilmektedir.
Homo erectuslar, Afrika dışındaki kıtalarda da rastlanan
ilk türdür. Homo erectuslar yukarıdan aşağıya basık bir
kafatası yapısına, geriye doğru çıkıntılı bir art kafa
kemiğine, güçlü ense tutunma kaslarına sahiptirler.
Alınları basık ve geriye doğru eğimli olup, kaş kemerleri
siperlik gibi çıkıntılıdır. Geniş ve ileri doğru çıkıntılı bir
üst yüze ve geniş bir buruna sahiptir. Çene ve dişlerinin
biçimi günümüz insanınkine benzemekle birlikte, daha
iridir.
Boy uzunluğu fosil kalıntıların ele geçtiği gruplara göre de
farklılık göstermektedir. Çin’de ele geçen fosillerde
yaklaşık 155 cm olan boy, Java’dakilerde 170 cm’dir.
Güçlü beden yapıları Homo erectusların uzun mesafeli
hareket etmeye uygun iskelet ve kas sistemine sahip
olduklarını göstermektedir. Homo erectuslar Alt Paleolitik
olarak adlandırılan eski taş çağı kültürünün üreticileridir.
En yaygın alet tipini aşölyen adı verilen aletler
oluşturmaktadır. Zamanımızdan yaklaşık 1,5 milyon yıl
önceye ait bu aletler, üçgen ya da badem biçimli taş
baltalardan oluşmaktadır. Bu aletler kesme, parçalama,
kazma, kazıma, yüzme gibi birçok amaç için
kullanılmışlardır. Homo erectuslar çakmaktaşı ve bazalt
gibi sert taşların yanı sıra kemik, diş, boynuz, ağaç ve bazı
bitkiler gibi doğada kolaylıkla bulunan birçok
hammaddeden de yararlanarak alet üretmişlerdir.
Ürettikleri aletleri avlanmada kullandıkları, hatta avın
grup halinde yapıldığı saptanmıştır. Homo erectuslarla
ilgili en önemli kültürel gelişim, ateşin kullanımıdır.
Ateşin kullanımı, Homo erectusların Avrupa’ya
yerleşmesinden çok daha öncelere gitmektedir. Bilinen en
eski ateş kalıntıları yaklaşık 1,5 milyon yıl öncesine ait
olup Kenya’da ele geçmiştir. Kendisinden önceki türlere
oranla daha narin bir çeneye, çiğneme kaslarına ve dişlere
sahip olan Homo erectuslarda gözlenen bu tür
değişimlerin besinlerin pişirilmesi ve hazırlanmasından
kaynaklandığı öne sürülmektedir.
Çin’de ele geçen Homo erectuslardan yaklaşık 35’inin
kafataslarının alt kısımlarının kırılması, bunların insan eti
yedikleri yönünde bir bulgu olarak değerlendirilmektedir.
Afrika’da Bodo’dan ele geçen bir kafatasında kafa
derisinin yüzüldüğüne ilişkin kanıtlar mevcuttur.
Yamyamlık olarak da değerlendirilen bu davranışın,
beslenmeden çok ayin amaçlı olduğu kabul edilmektedir.
Homo erectusun iri beyni, alet üretimi, grup halinde
avlanma, ateşin kontrolü gibi biyolojik ve toplumsal
özellikleriyle çevrelerine başarılı bir şekilde uyarlandıkları
ve gelişmiş bir iletişim sistemine sahip olduğu kabul
edilmektedir.
İlk örnekleri 1848 yılında İspanya’da Cebelitarık’ta, daha
sonra 1856 yılında Almanya’nın Neander vadisinde
bulunan fosiller, Almanya’daki buluntu yerinden hareketle
Homo neanderthalensis (Neandertal insanı) olarak
isimlendirilmiştir. Neandertaller günümüzden önce 200
bin yıl ilâ yaklaşık 30 bin yılları arasında yaşamışlardır.
Bu türün yeryüzündeki dağılımı doğuda Özbekistan’dan
batıda Atlantik kıyılarına, kuzeyde Galler bölgesinden
güneyde Cebelitarık ve Doğu Akdeniz’e kadar geniş bir
alanı kapsamaktadır.
Neandertaller yukarıdan aşağıya basık, yanlara doğru
genişlemiş iri bir kafa yapısına sahiptir. Beyni günümüz
insanının ortalamasından bile daha fazladır. Alnı modern
insanınkinden daha basık, kaş kemerleri birbirleriyle
birleşik ve gözlerin üzerinde bir siperlik yapacak şekilde
ileri doğru fırlaktır. Günümüzdeki insana göre geniş bir
burnu mevcuttur. Alın ve üst çene kemiklerindeki sinüsleri
geniştir. Neandertaller, güçlü çiğneme kaslarına ve iri ön
dişlere sahiptirler. Geniş ve kaslı omuzlar, kalın ense,
güçlü kollar, kalın bacaklar Neandertallerin ilk dikkati
çeken özellikleridir. Erkekleri yaklaşık 170 cm, kadınları
ise 150 cm boy uzunluğuna sahiptir. Gövde ve kollarına
oranla kısa bacaklarıyla tıknaz bir beden yapısına
sahiptirler. Neandertallerin bacak kemikleri hızlı bir
koşma yeteneğine, elleri ise güçlü bir şekilde tutma,
kavrama ve sıkma yeteneğine sahip olduklarını
göstermektedir.
Orta Paleolitik dönem boyunca yaşadıkları saptanan
Neandertal insanları taş, kemik, boynuz, diş ve ağaç gibi
hammaddeleri kullanarak birçok alet üretmişlerdir. Ancak,
Neandertaller Musterien kültürü olarak da bilinen yonga
aletlerle tanınırlar. Kadın ve erkek arasında iş bölümünün
var olduğu belirlenen Neandertaller, yaşadıkları alanları
farklı işlevler için bölümlere ayırmışlardır. Bu amaçla
yaşadıkları mağara ya da kaya altı sığınaklarının bir
alanını ocak için, diğer alanını işlik, bir diğer alanını ise
çöplük olarak kullanmışlardır.
Avcı ve toplayıcı olan Neandertaller, balık ve midye gibi
deniz ve tatlı su hayvanlarını da tüketen ilk türdür. Kalın
kaş kemerleri, gelişkin sinüsleri, geniş burunları ve iri
beyni gibi morfolojik özellikleriyle Neandertaller soğuk
iklime uyarlanmışlardır. Buzul çağında yaşamış olan
Neandertaller böylesi bir ortamda, avladıkları hayvanların
postlarını giyinmişlerdir. Yaralanma ve hastalıklar
nedeniyle bakıma muhtaç olanların diğerleri tarafından
bakımlarının yapıldığının ve beslendiklerinin saptanması,
Neandertallerin toplumsal örgütlenmelerinin ileri düzeyde
olduğunu göstermektedir. Neandertaller ölülerini de
gömmüşlerdir. Açtıkları çukurlara ölülerin bacakları
karına çekilmiş, elleri yüzün önüne gelecek biçimde,
bebeğin anne karnındaki duruş pozisyonuyla
gömmüşlerdir. Bu tür mezarlara Fransa, Kuzey Irak ve
İsviçre’de rastlanmıştır.
Neandertal insanının günümüz insanından tamamen farklı
bir genetik yapı sergilediği, bu insanlardan günümüz
insanına genetik aktarımın olmadığı ortaya koyulmuştur.
Yapılan analizler, Homo neanderthalensis’in 690 ilâ 550
bin yıl önce günümüz insanına doğru ilerleyen evrim
çizgisinden tamamen ayrılmış farklı bir tür olduğunu
göstermiştir. Genetik araştırmalardan elde edilen
bulgulardan hareketle, günümüz insanlarının tamamının
200 ilâ 100 bin yıl önce Afrika’da yaşamış ortak bir ataya
sahip oldukları düşünülmekte ve Neandertallerin günümüz
insanına doğru ilerleyen evrim çizgisinden daha önce
ayrılan bir tür olduğu anlaşılmaktadır. Buzul çağına özgü
soğuk iklime uyum sağlayan Neandertaller, buzulların
kuzeye çekilmesiyle birlikte yaklaşık 40 bin yıl önce
kuzeye doğru hareket eden Homo sapienslerle aynı yaşam
alanlarını paylaşmaya başlamışlardır. Alet teknolojisi,
konuşma yetisi, iletişim, sanat, karmaşık düşünce sistemi
gibi bakımlardan daha gelişmiş olan Homo sapienslerle
giriştikleri biyolojik savaşı kaybederek yerlerini, bizim
doğrudan atamız olan Homo sapienslere bırakmışlardır.
Modern insanın kökeniyle ilgili tartışmalar 19. yüzyıla
kadar uzanmakla birlikte, günümüzde yürütülen
tartışmalar temelde iki ana başlık altında toplanabilir.
Moleküler çalışmaların bulguları ve bunların antropolojik
çalışmalardan elde edilenlerle desteklenmesi sonucunda
oluşturulan ve Chris Stringer ve arkadaşları tarafından
savunulan tek merkezli evrim hipotezi Homo sapiens’in
Afrika’da küçük ve izole bir grupta evrimleştiğini, daha
sonra hem kıtada hem de Asya ve Avrupa gibi dünyanın
diğer bölgelerinde yaşayan diğer türlerin yerini aldığını
varsaymaktadır. Diğer olası neden ise birbirleriyle
karşılaşmış olan iki ayrı tür içerisinde anatomik açıdan
modern Homo sapienslerin avcılık ve toplayıcılık,
barınma, kaynakların kullanımı gibi konularda
diğerlerinden üstün olmasıdır. Diğer yandan Milford
Wolpoff, Alan Thorne ve WU Xinzhi gibi araştırmacıların
fosillerin morfolojik özelliklerine dayalı karşılaştırmalı
çalışmalarına göre, modern insan gruplarının bulundukları
bölgelerde, birbirlerinden bağımsız olarak evrim
geçirmişlerdir. Çok merkezli evrim olarak bilinen bu
hipotezde Homo erectus ve Homo sapiensler arasındaki
morfolojik benzerliğin bu insanların bölgesel evriminin
ürünü olabileceği, birbirini izleyen fosil gruplarının yerel
evrimleşmesinin sonucu olduğu kabul edilmektedir.
Morfolojik özellikleri büyük oranda bizlere benzeyen
modern Homo sapienslerin evrimleşmesiyle birlikte,
biyolojik açıdan pek çok çevreye uyum sağlanmış ve
kültürel açıdan da önemli bir çeşitlilik ortaya çıkmıştır.
Homo sapiensler Üst Paleolitikte dilgilerin yoğunlaştığı
kültürler oluşturmuşlardır. Ayrıca kenar kazıyıcılar, uçlar,
kargı, mızrak, olta, zıpkın, defne yaprağı biçiminde aletler,
deliciler gibi çok sayıda alet üretmişlerdir. Aletler arasında
kemik ve fildişinden yapılan olta ve zıpkınlar ilk kez bu
dönemde karşımıza çıkarken, ok ve yayın da bu dönemde
ortaya çıktığı belirlenmiştir.
Kemik ve diğer hayvan kalıntılarını da kullanan Homo
sapiensler hayvan kemiklerini ıspatula, bardak, pipet gibi
kullanmışlar, hayvanların derilerinden ise giysiler
üretmişlerdir. Mağaraların karanlık köşelerini aydınlatmak
için taş ve kemikten kandiller üretmişler, yakmak için
hayvansal yağlar kullanmışlardır. Barınaklar yapmışlar,
oldukça karmaşık silahlar geliştirmişlerdir. Bunlar
arasında mızraklar, mızrak uçları, kargılar, hayvan
tuzakları ilk akla gelenlerdir. Aynı zamanda, alet yapan
aletler de bu dönemde yaygınlaşmıştır. Homo sapiensler
ağaçları ısıtarak uçlarını sertleştirmiş ve kargı olarak
kullanmışlar, taşları ise ısıtarak daha kolay işlenebilir hale
dönüştürmüşlerdir.
Homo sapiensler konaklayabilmek amacıyla duvarlar
örmüşler, yaşam alanlarının üzerlerini hayvan kemikleri,
çalılar, deri gibi malzemelerle kapatmışlar, dolayısıyla ilk
konutları üretmişlerdir. Üst Paleolitik dönemde
kaynaklarından uzakta saptanan amber ve deniz kabukları
gibi takılar, kaynaklarından uzak noktalarda saptanan
silahlar ile hammaddeler, grupların uzak mesafelere yer
değiştirmesinin ya da ilkel ticaretin bu dönemde mevcut
olduğuna işaret etmektedir.
Modern Homo sapienslerle ilgili en etkileyici arkeolojik
buluntular onların inanç sistemlerini ve değerlerini
yansıtan heykelcikler ve mağara resimleridir. Mamut,
geyik, yaban atı, domuz, bizon gibi hayvanların sıklıkla
resmedildiği mağara duvar resimlerinin çizilmesi için
genellikle karanlık ve kuytu bölgeler tercih edilmiştir.
Demir oksit, mangan oksit ve kalsiyum karbonat gibi
kimyasal maddelerden elde ettikleri kırmızı, siyah ve
beyaz rengin yaygın bir şekilde kullanıldığı duvar
resimlerinin dinsel ve büyüsel nedenlerle yapıldıkları
bulgulanmıştır. İlk Venüs heykelcikleri de bu dönemde
yapılmıştır. Genellikle kadınların göğüs, karın ve kalça
bölgelerinin abartılarak temsil edildiği bu heykelcikler
kemik, fildişi, taş ve kilden üretilmiştir. İnsan
heykelciklerine ek olarak kuğudan ata kadar birçok
hayvanın heykelcikleri de yapılmıştır. Süslenmek
amacıyla kullanılan takılar da Üst Paleolitik dönemde
karşımıza çıkan kültürel uygulamalar arasında yer
almaktadır.
Modern Homo sapiensler gelişmiş morfolojik, davranışsal
ve kültürel özellikleriyle yeryüzünün birçok bölgesine
yayılmışlardır. Yaklaşık 40 bin yıl önce Güneydoğu Asya
ile Avustralya arasında yer alan adalardan da yararlanarak,
sallar aracılığıyla Avustralya kıtasını iskân eden Homo
sapiensler, 20-12 bin yıl önce buzullar nedeniyle deniz
seviyesinin düşmesi ve Bering Boğazı’nın buzlarla
kapanmasından yaralanarak Amerika kıtasını iskân etmeye
başlamışlardır.
Zeynep
Mesajlar: 26
Kayıt: 09 Kas 2016 11:47
İletişim:

09 Kas 2016 12:04

SOS203U-ANTROPOLOJİ
Ünite No 6: Sanayi Öncesi Uyarlanma ve Yaşam Tarzları: Avcı-Toplayıcılık ve Tarım

Giriş
Avcı- toplayıcılık günümüzden 10,000 yıl öncesine kadar
yaklaşık 2-2,5 milyon yıl boyunca sürmüştür ve yaşam
tarzı, üretim etkinliğine dayalı değildir. Bitki ve hayvan
varlığının istismarına dayanmakta olup buna uygun bir
örgütlenmeyi de içerir. Göçerlik ve geçici yerleşimlerde
süren bu tarzın temel besini ettir. Avcı-toplayıcılık, uzun
süren buzul çağın etkisi ile kısıtlı bir bitkisel ortamda
varlığını sürdürdü. On bin yıl önce buzul çağın bitmesi ve
küresel ısınmanın başlaması doğayı dönüştürmüş, sulak
arazilerin ve hayvanların sayısı arttırmıştır. Böylece
göçebe toplumlar, sulak arazilerin etrafına yerleşmeye ve
bitkileri ve hayvanları evcilleştirmeye başlamış,
üretimciliğe geçilmiştir. Atık V. Gordon Childe’nin
Neolitik Devrim adını verdiği dönem başlamıştır. Bu
devrim ile avcı-toplayıcılık tasfiye olmuş tarım ve
hayvancılığa dayalı yaşam tarzı güçlenmiştir. Sanayi
Devrimi’nin eşiğine gelindiğinde avcı-toplayıcılıkla
geçinen insan topluluklarına, ancak Kuzey ve Güney
Amerika’da, Güney ve Batı Afrika’nın bazı bölgelerinde,
Kuzey Kutup dairesi çevresinde, Avustralya’da ve
çevresindeki adalarda, Sibirya’nın uç bölgelerinde
rastlanabilmekteydi. 18.yy’da sonuçlarını veren bilimsel
devrimin ardından bilgi birikimi ve teknolojik olanaklarla
ortaya çıkan sanayi devrimiyle birlikte, insan, hayvan
emeğinin ve doğadan sağlanan verimi çok düşük enerjinin
yerini makine gücü ve fosil yakıtların sağladığı yüksek
verimli enerji almaya başladı. Sanayi Devrimi; makineli
tarım, nüfus artışı, metropollerin oluşumuna kaynaklık
etmiştir.
Avcı ve Toplayıcılık
Günümüzden 10,000 yıl öncesine yani bitkilerin ve
hayvanların evcilleştirilmesine kadar iklim ve çevre
koşullarının da etkisi ile tüm toplumlar avcı
toplayıcıydılar. 16.yy.’dan itibaren Avrupalıların
kolonileştirme çalışmalarına kadar tarımın gelişmesi
rağmen avcı ve toplayıcılık devam etmiştir.
Kolonileştirme avcı-toplayıcılığı ortadan kaldırmaya
başladı. Bu tarz artık tropik ormanlar, çöller ve kutup
bölgeleri gibi besin üreticiliğine uygun olmayan yerlerde
devam etti. Avcı ve toplayıcıların varlıkları artık ulus
devletlerin modernleştirici etkisi karşısında tehdit
altındadır. Ortadan kalkmış son örnek Avustralya
Aborjinleri olmuştur. Günümüzde ise Güney Afrika’daki
(Botswana) Klahari Çölü’nde yaşayan Kung Sanlar avcıtoplayıcı
yaşam tarzına sahiplerdir. Avcı ve toplayıcılar
ekolojik koşullara üst düzeyde bağımlıdır. Bu bağlamda
önemli kavram Biyolojik Taşıma Kapasitesidir (belirli bir
yaşam alanında ekolojik koşulların sunduğu olanaklarla
zorluk çekmeden yaşayabilecek canlı sayısını ifade eder).
Bir alanın Biyolojik taşıma kapasitesini belirleyen
etkenler: Toplam besin miktarı ve değeri; nüfusun doğum
ve ölüm oranları, göç verme, göç alma dinamikleri;
insanların besin olabilecek kaynakları tanıma yeteneğidir.
Antropologlar, belirli bir çevrenin biyolojik taşıma
kapasitesini hesaplarken, o çevrenin insanın tüketimine
sunduğu istikrarlı ve en düşük bitkisel ve hayvansal besin
potansiyeli ile su miktarını hesapladıkları gibi, o çevreye
uyarlanmış olan insan topluluğunun kültürel besin listesini
de(bir kültürün yenebilir saydığı besin ürünlerinin
tamamı) hesaplar. Diğer önemli nokta hayati kaynakların
kıtlaşmasıdır. Kıtlaşan kaynak ne ise biyolojik taşıma
kapasitesi bakımından hayati önemdeki kaynak odur.
Örneğin Kung San’ların hayati öğesi sudur.
Arkeologlar neolitik dönemin başında paleolitik
dönemlerde en yüksek nüfusun 5 milyon olduğunu belirtir.
Ömür beklentisi, belirli bir dönem ve toplumda bireylerin
ortalama olarak kaç yıl yaşayabileceğini gösteren yaştır.
Avcı ve toplayıcı toplumlarda bir bebeğin ömür beklentisi
20-25 yıldır, bireyin ulaşabileceği en yüksek yaş 40
civarıdır. Doğurganlığın ve ölüm oranlarının yüksekliği
bir nüfus dengesi yaratmakta ve nüfus artışını
yavaşlatmaktaydı. Yabancı halklarla temastan
kaynaklanan enfeksiyonlar, kolonileştirme dönemindeki
terör, soykırım nüfusu azaltır. Bu etkiye nüfusu azaltan
temas döngüsü de denir.
Avcı-toplayıcılarda, teknolojik gelişmenin yavaş
olmasının yanı sıra 2 milyon yıldır kullanılan araç ve
gereçlerin geliştiği gözlemlenmektedir. Paleolitiğin
başlarında iki yüzeyli ya da konik basit taşlı el baltalarıyla
yapılan avcılık, Orta Paleolitik’te yonga ve dilgilerden
oluşan daha geniş bir alet çantasına (topluluğun hayatını
sürdürmek için kullandığı araç ve gereçlerin tamamı)
kavuşmuştur. Üst paleolitik’te ise mızrak uçları, ok ve
yay kullanılmıştır. Toplayıcılıkta ise orak kullanılmıştır.
Avcı-toplayıcıların temel örgütlenme biçimine takım
denir. 25 ile 100 arasında değişen küçük takımlar halinde
yaşanılırdı. Doğadaki kaynakların sınırlılığı kalabalıklılığı
tehdit sayardı. Mevsimin etkisiyle besin ve su
kaynaklarının değişkenliği göçebeliğe yol açardı. Bu
hareketlilikler karşılıklı ziyaretleri, değiş tokuşu geliştirdi
ve temasa yol açtı. Bu temasların en çok bilinenleri: sessiz
ticaret, ticaret ortaklığı ve Kula Döngüsüdür.
Sessiz ticaret, Batı Afrika’nın avcı-toplayıcı
topluluklarından Mbuti Pigme’leriyle bahçeci komşuları
Bantu’lar arasında yapılır. Hareketli bir hayat süren
Pigme’ler, avladıklarını, topladıklarını, değiştirmek
istedikleri maddeleri almak için bir Bantu köyünün
sınırına toplu halde bırakarak giderler. Bantu’lar da
değiştirmek istediklerini Pigme’lerin maddelerinin yanına
bırakırlardı. Taraflar, ürünleri gözden geçirirlerdi, teklif az
bulunur ya da beğenilmezse çekip gidilirdi. Sessiz bir
pazarlık ile anlaşma sağlanırdı. Ticaret ortaklığında ise
taraflar ticaret kardeşlikleri kurarlardı. Taraflar, karşılıklı
olarak ellerindeki ürün fazlasını, bazı armağanlarla birlikte
kardeşlerine götürür ve karşılığında diğer topluluğun ürün
fazlasını ve armağanlarını alırlardı. Ürünlerin yakın
değerde olmasına dikkat edilir. Malinowski’nin, Argonaut
(Yunanca denizci) adını verdiği balıkçı toplulukların
denize açılarak ve kanoların yönüne bağlı olarak
değişebilen ürünlerin (küpe bilezik gibi) değiş tokuşuna
ise kula denir.
Avcı-toplayıcılar ilişkileri ve ihtiyaçlarının minimalizmi
(ihtiyaçları en az sayıda girdi ve kaynak kullanarak
giderme) barışçı olmalarını sağlar. Toplulukların
küçüklüğü ve hareketliliğin kısıtlılığı; çatışma ve rekabeti
azaltmıştır. Anlaşmazlık durumunda çözüm ayrılmadır.
Ayrılmaya, ayrıcalığı bulunmayan takım lideri karar verir.
Bu karar, otorite temin aracı değil, zorunluluktur ve
liderlik ya da reislik, imtiyaz değil, yükümlülüktür. Bu
anlamda bu topluluklar eşitlikçidirler. İşbölümünün
cinsiyet düzeyinde kalması ve uzmanlaşmanın olmayışı da
tabakalaşmayı önlemektedir. Kanada’nın Pasifik
kıyılarında yaşayan Kwakiutl’ların tabakalaşmayı
önlemek için potlaç geleneğini yürütürler. Yiyecek
biriktirilmez. Temel ihtiyaçlar karşılandıktan sonra arta
kalan üretim fazlası olarak tanımlanan artı ürün yaratımı
yoktur.
Avcı ve Toplayıcılar farklı çevrelere uyarlanarak farklı av
ve toplama biçimleri geliştirmişler dolayısıyla farklı
yaşam biçimlerinin ve kültürlerin ortaya çıkmasına yol
açmışlardır. Kolonizasyon öncesi Amerika’sında bugünkü
Kanada ve ABD toprakları yoğun biçimde avcıtoplayıcılarca
işgal edilmişti. Bizon sürüleri avcılığıyla
geçinen ya da orman içi avcı-toplayıcılığa uyarlanan bu
toplulukların çoğunluğu, kolonileştirme sırasında yok
edilmiştir.
Avcı-toplayıcılar, sağlıklıydılar ve protein ağırlıklı
beslenmekteydiler ancak çok hareketlik proteinden
kaynaklanan kan yağlanmasını önlemekteydi. Küçük
gruplar halinde ve yalıtılmış yaşayan bu topluluklar,
temasla geçen birçok hastalıktan korunmaktadır.
Farklılaşma; yaş ve cinsiyet gibi biyolojik değişkenler
üzerinden yürüdüğü için hastalık farklılaşması da
(mesleğe özgü hastalık gibi) yoktu. Salgınlara karşı
dirençleri yüksekti. Barınaklar, aile içi hastalık bulaşımını
tetiklese de havadan gelen enfeksiyonları azaltmaktaydı.
Borneo’nun Sarawak bölgesinde yaşayan Penan’lar, yer
değiştirme davranışlarına bağlı olarak yerleşik
komşularında görülen sıtma hastalığına yakalanmazlar.
Ancak tarım devriminden sonra değişen yaşam koşulları
insanlığı tehdit eder. Örneğin; Avrupalılar, Amerika
kıtasına geldikten sonra, avcı-toplayıcıları ciddi salgın
hastalıklar sarmıştır. Bu süreçte Kızılderililerde kızamık
ve çiçek hastalığından, Mandanlarda ise çiçek hastalığı
toplum ölümler getirmiştir. Modern dönemde, alkolizm,
uyuşturucu, depresyon, kültür şoku, işsizlik bu toplulukları
tehdit etmiştir.
Tarım Ve Hayvancı Uyarlanma
Dünyanın 10 bin yıl öncesinde başlayan ve hala devam
Holosen devri küresel ısınma ile birlikte son buzul çağdan
çıkılarak avcı-toplayıcılığın terk edilmesine ve besin
üreticiliğine yol açtı. İklimbilimciler buna büyük iklim
geçişi der. Son Buzul Çağı’nın değişken iklimi, yerleşik
hayata ve tarımcılığa geçişle simgelenen Neolitik dönemin
hazırlayıcısı olan Epipaleolitik dönemin (Ortadoğu’da 10-
12 bin yıl önce ortaya çıkan ve kültürel gelişimleri
yansıtan dönem) yaşam koşullarını da ortaya çıkarmıştır.
Ortadoğu’daki Epipaleolitik kültürler yerleşik köy
hayatına geçişin ilk adımıdır. Bu dönemde zaman zaman
bitki örtüsü zenginleşmiş ve yazlık kışlık yerleşmelere
bağlı mevsimlik hareketler gelişmiştir. Epipaleolitik
insanları, tam olarak tarıma başlamamış, avcılık ve bazı
bitkilerin toplayıcılığını yapmışlardır. Tohumu yenen bazı
bitkiler bu dönemde yabani olarak yayılmıştır. Özellikle
arpa ve buğdayın daha sonra evcilleştirilerek tarıma
alınmış olan yabani türleri, izleyen Neolitik dönemde
olduğu gibi Epipaleolitik dönem yerleşmelerinin yoğun
biçimde yayıldığı, Doğu Akdeniz koridorunda ve Kuzey
Irak-Yukarı Mezopotamya yaşam alanına yayılmıştır.
Buzul Çağı 12 bin yıl öncesine kadar devam etmiş, küresel
ısınmayla buzullar çekilmiş ve ormanlar ve sulak alanlar
ortaya çıkmış bitki ve evcilleşen hayvanlar yayılmaya
başlamıştır. Gordon Childe buna Neolitik devrim adını
verir. Ortadoğu’da tahıl merkezli, Uzakdoğu’da pirinç
merkezli, Afrika’da darı ve patates merkezli Amerika’da
mısır merkezli bir tarımsal gelişme yaşanmıştır. Bu
gelişmeler dalga dalga yayılmıştır.
Yabani bitki türlerinin çeşitlenmesi yaşam kalitesi ve
güvencesi sağlamışsa da, asıl önemli gelişme Holosen
yani tam ısınma döneminde (10 bin yıl öncesi) tarımın
gelişmesidir. İklimsel gelişmeler ise iklimsel optimum (9
bin yıl önce başlayan ve 5 bin yıl öncesine kadar süren)
evresinde yaşanmış, sıcaklık, güneş radyasyonu,
karbondioksit yoğunlaşması en yüksek seviyelerine
ulaşmıştır. Bu durum yağışın artması ve nemlenmeye yol
açmış ve Ortadoğu’da iklim değişimi çarpıcı sonuçlar
ortaya çıkarmıştır. Ortadoğu’da evcilleştirilen yabani arpa
ve yabani buğdayın Filistin’den başlayıp Yukarı
Mezopotamya’yı kuşatan, oradan da İran’daki Zagros
dağlarının Batı yamaçlarını işgal eden bir hilal şeklinde bir
yayılım alanının olduğu görülmektedir. İlk Neolitik köyler
verimli hilal denilen bu alanda ortaya çıkmıştır. İlk
neolitik yerleşme bölgeleri: Rift Vadisi adını verdiğimiz
Kızıldeniz’den başlayıp Şeria ve Ürdün nehri vadileri ile
Ölü Deniz’i izleyen çöküntü alanı. Dicle ve Fırat’ın
yukarısında kalan kuzeyden Toros Dağları ile sınırlanan
alan. Zap Irmakları boyunca El-Cezire’den daha yüksek
dağ vadilerine uzanan Zagros Dağları bölgesidir.
İlk neolitik köylerden Eriha’da avcılık sürmüş ancak arpa
tarıma alınmıştır. Suriye’deki; Tel Aswad Neolitik
yerleşmesinde buğday, bezelye mercimek ve arpa tarımı
yapılmıştır. Türkiye’de; Ergani yakınlarındaki Çayönü;
Adıyaman’daki Gritile, Hayaz Höyük; Şanlıurfa’daki
Nevali Çori, Göbeklitepe, Malatya’daki Cafer Höyük,
Batman’daki Hallan Çemi önemli Neolitik merkezlerdir.
Verimli hilal alanı ilk evcilleştirme bölgelerindendir.
Ekmeklik buğday ve emer buğdayı, buradan Avrupa ve
Asya’ya yayılmıştır. İlk evcil buğday türlerinin merkezi,
Diyarbakır ile Şanlıurfa arasında kalan Karacadağ
bölgesidir. (Kıtalara göre, bitki türlerinin evcilleştirilme
yeri ve zamanı için sayfa 129’daki, tablo 6.1’i
inceleyiniz.)
Hayvanların evcilleştirme alanları da aynı bölgededir.
Koyun Doğu Akdeniz, Orta Fırat ve Yukarı Mezopotamya
bölgesinde, keçi Toroslara kadar uzanan Doğu Akdeniz
bölgesinde, domuz Zagros bölgesinde evcilleştirilir.
Ancak ilk evcilleştirilen hayvan köpektir. Köpeği avcıtoplayıcılar
evcilleştirmiştir. Eti yenilen hayvanlar tarım
toplumunda evcilleştirilmiştir. Neolitik dönemde ilk
domuz, koyun ve keçi evcilleştirilir. (Hayvanların
evcilleştirilme alanları ve tarihleri için sayfa 132’deki
tablo 6.2’yi inceleyiniz)
Tarıma geçilmesi ile hem doğum hem de ölüm oranları
artış göstermiştir. Yerleşik yaşam tarzı ile salgın
hastalıklar, kalp ve eklem rahatsızlıkları yayılır ve çatışma
riski büyür. Nüfus yine de doğrusal olarak artış gösterir.
Robert J. Braidwood, tarımın ilk çıktığı bölgede aşırı
nüfus baskısı yüzünden biyolojik taşıma kapasitesinin
üzerinde bir nüfus yükü oluştuğunu ve bunun göçü
doğurduğunu ileri sürer. Tarımın doğuya, batıya ve
güneye yayılmasını buna bağlar. Biyolojik taşıma
kapasitesinin doygunluğu ile tarımcı yaşam çepere doğru
yayılmıştır. Ammerman ve Cavalli-Sforza buna ilerleme
dalgası demektedir. Tarım döneminde nüfus beklenen
artışa ulaşamamışsa da (kıtlık, çocuk ölümleri, doğum
sırasında kadın ölümleri, savaşlar toprağın
verimsizleşmesi gibi nedenlerle) avcı ve toplayıcılıktan
çok daha hızlı artmıştır.
Tarımın yayılmasıyla; Bahçecilik, geçimlik tarım, yoğun
tarım, göçebe hayvanlık gibi farklı tarım biçimleri
oluşmuştur.
Göçebe-Hayvancılığın temel uyarlanması hayvanların
evcilleştirilmesidir. Yaşam biçimi hayvanların
ihtiyaçlarına göre düzenlenir. İnsanların temel üretim ve
besin kaynağı olan hayvan sürüleriyle birlikte her zaman
taze olan otlak ve çayırlara doğru hareket yani
transhümans esastır. Bu yüzden göçebe-hayvancılık
yerleşikliği değil göçerliği gerektirir ya da belirli noktalar
arasında hareketi gerektirir. Pastoralistler (koyun, keçi,
deve sığır lama, alpaka ve ren geyiği çobanlığıyla
geçineler): tamamen göçebe hayat sürdürenler, yaylacılık
yapanlar, yarı göçebe topluluklar gibi farklı biçimlerde
karşımıza çıkabilir.
Göçebe-çobanlığın özgün biçimi yerleşik olmayan
tümüyle otlak ve çayırlar arasında gezinerek yapılan
konargöçer bir hayata dayanır ve geniş alanlara ihtiyaç
duyar. Tarih boyunca Avrasya bozkırlarında ve İran,
Afganistan, Arabistan yarımadası, Moğolistan ve
Mezopotamya düzlükleri gibi geniş ve değişen rakımlı
düzlüklere sahip alanlarda yapılmıştır. İkinci bir biçimi
yaylak ile kışlak arasında doğrusal bir hareket gösteren
mevsimlik göçebeliktir. Örneklerini de İspanya ve
Fransa’nın Pirene dağlarından Alp dağlarına, oradan
Toroslara, Karadeniz dağlarına, Kafkaslara, Zagroslara ve
Elbruz silsilesine uzanan Alp dağları sisteminde
gözlemleriz. Türkiye’nin Yörükleri bunun örneğidir.
Ayrıca tarım ve hayvancılığı bir arada yürütenlere agropastoralistler
denilmektedir. Bu gruplar kışları köyde
yazları ise hayvanları sürmek için yaylalara çıkarlar.
Kademeli yaylacılık sistemine sahip olan bu topluluklar
yaylada sürekli yer değiştirmekte en sıcak dönemlerde de
yaylanın en tepesine çıkmaktadır (Doğu Karadeniz
yaylacılığı gibi). Yaylalarda çadır kullanıldığı gibi sabit
konutlar da kullanılabilir. Göçebe çobanlar yerleşik bitki
üreticileriyle karşılıklı bağımlılık ilişkisi içindedir.
Hayvansal ürünler ile zirai ürünler değiş tokuş yapılır. Bu
büyük pazarların doğmasına neden olmuştur.
Kaba Tarım Biçimleri: nüfusu fazla yoğun olmayan
bölgelerde, geniş alanlarda düşük verimli tarım biçimi
kaba tarımdır. Bu tarım tipi yerleşiktir ve en ilkel tarım
biçimlerini de barındırır. Yerleşik basit köy olarak
şekillenir toprak bilinci görülür. Avcı-toplayıcılara oranla
nüfus yoğunluğu yüksek olan bu biçim, istikrarlı besin
güvencesi sağlar. Kaba tarım biçimleri: Bahçecilik ve
Geçimlik tarla tarımıdır. Çapa tarımı da denilen bahçecilik
avcı ve toplayıcılıktan sonra ilk başvurulan yöntemdir.
Kaba tarım biçimlerinden en az emek harcanan ve an az
enerji üretilen biçimidir. Tarla üzerinde mülkiyet
gelişmemiştir. Toprağa nadas uygulanır. Genellikte toprak
bir kere işlenmekte ve terk edilmek üzerine kuruludur. Her
yıl orman içindeki bir alandaki bitki örtüsü temizlenerek
tarla açılır ve ağaç ve çalı-çırpı yakılır. Yakılma
sonucunda ortaya çıkan küller tarlanın verimini artırır ve
burada ekim yapılır. Verimlilik azalana kadar bu alan
kullanılır. Bahçeciliğe bu yüzden dönüşümlü tarım ya da
tarla orman dönüşümü de denir. Bahçeciler, tıpkı avcıtoplayıcılar
gibi, komşularıyla basit ticarî ilişkilere
girerler. Geçimlik tarla tarımı, bahçeciliğin uygun olduğu
coğrafyalar dışında yapılır. Artık değer üretimi yoktur.
Küçük ve düzensiz tarlalardaki ekinden elde edilen verim
hane ihtiyacını giderecek kadardır. Üretim ve tüketim
birlikte yapılır. İnsan gücü ve yüksek emek gücü kritik
önem taşır bundan dolayı geniş aile ön plandadır.
Tabakalaşma neredeyse yoktur. Bahçecilik kadar olmasa
da topraklar nadasa bırakılır. Her biri birer bağımsız
üretim ve tüketim birimi olan haneler, burada da, tıpkı
bahçecilikte olduğu gibi eşitlik ilkesine dayalı olarak
etkinliğe katılır. Hane (aile) temel iktisadi ve toplumsal
birimdir.
Sadece geçimlik tarım yapmayıp artık değer üretmeyi
amaçlayan tarım yoğun tarımdır. Tarım artık değer
yaratmaktan ya da para kazanmaktan fazlasıdır. Yine hane
temel birimdir. Neolitik dönemi izleyen İÖ. 5500-3500
arasındaki Tunç Çağı’nı hazırlayan Kalkolitik dönem ve
Tunç çağına (İÖ: 3500-1200) girildiğinde özellikle
Mezopotamya’da kuru tarım ve sulamalı tarıma geçilmesi
ile birlikte artı-ürün yaratılmaya başlanmıştır. Bu artı
ürünün hız kazanması ile birlikte Gordon Childe’ın
tanımladığı Kentleşme Devrimi (ikinci büyük devrim)
ortaya çıkmıştır. Tarımdan elde edilen artık, tarımda fiilen
çalışmak zorunda olmayan bir nüfusu da besleyebilecek
hale gelmiştir. Uzmanlar, yeni mekânsal ve siyasal
örgütlenme biçimleri, kent ve devlet, ortaya çıkmıştı.
Modern çağa kadar pek çok yoğun tarım biçimi
yapılmıştır. İlki, toprağın mülkiyetinin bir toprak beyinde
veya kral gibi bir yöneticide bulunduğu ve çiftçilerin onlar
için üretim yaptığı feodal veya haraççı üretim tarzıdır.
Burada çiftçiler, toprak sahiplerinin tarlalarında ortakçı
veya yarıcıydılar. Üretilen artık değer egemenlere
aktarılırdı. Yoğun tarımdaki en yaygın ve uzun süren
istismar biçimidir. İkinci üretim; yoğun tarım, köle emeği
kullanılarak yapılan üretimdir. Bu üretim şeklinde serf
(toprakta üretim yapmak şartıyla yaşayan ve geçimini
böylece temin eden köylü tipi) yerine yoğun köle emeği
kullanılırdı. Yüksek bir artı değer üreten köle emeği
sistemin merkezindedir. Endüstriyel bitkiler üretilirdi.
Üçüncü üretim, küçük köylü işletmelerine dayanmaktaydı.
Köylü özgürdür ve üretim kararı küçük köylü ailesinde
alınır. Ancak çiftçi, pazarda oluşan fiyatların, üretimdeki
girdi fiyatlarının ve en önemlisi demografik etkinin baskısı
altındadır. Hane nüfusu arttıkça toprak bölünmekte ve
verimliliği azalmakta kente göç artmaktadır.
Kaba tarım yapanlar üretim araçları üzerinde tasarruf
hakkına sahipken köylülerin bu hakları yoktur. Köylülerin
tasarruf etme biçimlerine kendileri değil üretim araçları
üzerinde mülkiyet gücüne sahip olanlar müdahale
etmektedir.
Tarım biçimlerinin hedefi istikrarlı ve güvenilir enerji elde
etmektir. Bahçeciler (kas enerjisi başlıca enerjileridir)
dönüm başına daha az ürün alır ve daha az enerji elde
eder. Kaba tarım daha az enerjiye ihtiyaç duyarlar ve geniş
bir biyolojik çeşitliliği kullanabilirler. Yoğun tarımcılar ise
tek ya da birkaç ürüne bağımlıdırlar ve biyolojik çeşitliliği
tehdit ederler. Göçebe hayvancıların temel enerji kaynağı
otlak ve çayırlardır, verime çok fazla emek ile ulaşırlar.
Göçebeler yerleşiklerin alanlarına zarar vermekteler
yerleşikler tarafından uzaklaştırılmak istenmektedir.
Devlet ise göçebeleri yerleşik vergi birimine dönüştürmek
ister.
Yerleşikleşme ve nüfus artışı daha karmaşık bir
örgütlenmeyi doğurur ve işbirliğini zorunlu kılar.
Örgütlenmeyi sağlayacak kişiler ve karar verecek
mercilerin belirlenmesi toplumda kural ve normların
oluşturulması temek ihtiyaçlardandır. Sorunlar birleşerek
değil bölünerek çözülür. Ayrıca tarlaların temizlenmesi,
üretim süreçleri için zamanın düzenlenmesi, ürünün ekimi,
dikimi, hasat ve kaldırılıp depolanması, gereğinde pazara
iletilmesi, ortaya çıkan uyuşmazlıkların çözümlenmesi bir
işbirliğini ve örgütlenmeyi gerektirir. Tarımcılar evlilik ve
akrabalık ilişkileri temelinde örgütlenir. Üretim birimi
hane yani ailedir. Haneler cemaatle bütünleşir.
Göçebelikte de temel birim ailedir ancak otlak ve yaylalar
üzerindeki mülkiyet ilişkileri karşımıza kabile, aşiret ve
beylikleri çıkarır. Tarımcılar avcı-toplayıcılara göre
tanımlanmış ve sınırları daha net otorite ve iktidar
ilişkileri örerler. Bu örgü içinde bir tür önderlik ortaya
çıkar. Ancak önderlik rolü tarımcılar içinde büyük bir
çeşitlilik arz eder.
Geçimlik tarım yapanlar; klan (ortak atadan geldiğine
inanan ve somut soy bağı olmayan akraba grubu), kabile
beylik biçiminde örgütlenir. Kabile tarımcılar için temel
örgütlenmedir. Kabile bir ya da birkaç soydan (ataya
bağlayan kültürel bağ) oluşur. Soy grupları nesep (somut
soy ilişkisi) ya da klan biçiminde olabilir. Daha karmaşık
bir örgütlenme biçimi Konik Klan Modeli, baba yanlı soy
çizgisini izler ve en büyük oğul öncelikli olduğu ve esas
ataya yakın olanın statüsünün daha yüksek olduğu
sistemdir. Bu model insanı daha savaşçı ve
dayanışmacıdır. Göçebelerde çatışma riski daha yüksektir.
Göçebelerde kabile bir birim olmaktan çıkarak alt birim
olarak aşiretler önem kazanabilir. Aşiret ortak çıkarların
belirlediği bir geçmişten geldiğine inanan, dil ve kültür
ortaklığı paylaşan bir yâda birkaç kabilenin soyun
oluşturduğu siyasi birliktir ve kandaşlık önemsizdir. Aşiret
birleşmeleri beylik, şeyhlik ve emirlik adını alır.
Siyasi olarak aristokratik yapı yönetici kesimde
görülmektedir. Bu yapı Bireylerin kendi akrabaları, soyu
ya da kabilesi içinden evlenme eğilim olan içevlilik il
güçlenmektedir. Bu süreçte yeniden dağıtımın, yani
biriken servetin kurumsal mekanizmalar yoluyla yeniden
topluluğa döndürülmesinin, yeri çok önemlidir. Bey,
otoritesinin gücünü, geleneksel bağların yanı sıra, bu
süreçten alır. Bu nedenle beyliklerde soy aristokrasisinin
elinde toplanmış aşırı bir zenginlik görülmez. Ayrıca
beylikler kaotik dönemlerde etkisini göstermektedir. Bu
ortamlar etnik aidiyet temelli siyasal yapılara dönüşümü
kolaylaştırmaktadır.
İlk beylikler, Tunç çağında (İÖ. 3 bin) ortaya çıktı. İklim
değişiklikleri, kıtlık ve çatışmalar beylikleri yükseltmiştir.
Aşiretler, kabileler ve etnik gruplar bir otoriteye
bağlanmaya başladı. Bu otoritenin kaynağı bey ya da
şeftir. Beylik aşiret ve devlet arasında bir ara formu temsil
eder. Yapıyı içevlilik güçlendirir.
Tarımcılıkta avcılık-toplayıcılığa göre güvenli bir
beslenme rejimi mevcuttu. Topluluğun bulunduğu
ekosisteme göre beslenme şekli değişmektedir. Avrasya,
tahıl, Uzakdoğu pirinç, Orta ve Güney Amerika mısır
ağırlıklı beslenir.
Yerleşik tarıma geçişle birlikte unlu ve şekerli
yiyeceklerin tüketiminde neredeyse sıçrama yaşanmış ağız
diş hastalıkları artmıştır. Bu nedenle diş çürüğüne uygarlık
hastalığı adı verilmektedir. Tarımcılıkla birlikte sıtma
yaygınlaşmıştır. Yerleşik yaşama geçişle birlikte savunma
mekanizması tama olarak gelişemeyen toplumlar ciddi
hastalıklara sebep olmuştur. Hayvanların
evcilleştirilmesiyle birlikte ise çiçek, grip, verem, sıtma
veba, kızamık kolera da evrimleşmiş biçimde yaygınlaştı.
Bakterili yumurta ve et, Salmonella, pişmemiş domuz,
Trişinoz, çiğ balık Anisakiasis, kedi kaynaklı kedi
humması, papağan hastalığı, sığır kaynaklı Brucella gibi
hastalıklar hayvan evcilleştirilmesi ve hayvan yetiştirmeye
bağlı olarak ortaya çıkmışlardır. Bazı hastalıklar ise
hayvanda var olan mikroplardan türemiştir. Örneğin,
tüberküloz ve çiçek sığırlardan, domuz ve köpekten
falciparum sıtması türemiştir. Veba da toplu yaşamın
hediyesi olarak görülebilir.
Zeynep
Mesajlar: 26
Kayıt: 09 Kas 2016 11:47
İletişim:

09 Kas 2016 12:04

SOS203U-ANTROPOLOJİ
Ünite 7: Kent, Devlet ve Endüstri

Giriş
Kültür tarihçisi V. Gordon Childe, tarihteki ilk büyük
devrimin tarım devrimi, ikinci büyük devrimin de Kent
Devrimi olduğunu belirtmiştir. Childe’dan sonra gelen
antropolog ve kültür tarihçilerinin vurgusunu yaptığı asıl
dönüşüm ise 18. yüzyılın Endüstri Devrimi’dir. Endüstri
Devrimi, tarım döneminin koşullarını değiştirerek
köylülerin artık ürününe el koyarak zenginleşen yönetici
ve aristokratların yerini geniş kentli sınıflar, işçiler,
burjuvalar ve hizmet çalışanları almıştır. İnsan ve hayvan
gücüne dayalı üretim, makinelerle kitlesel halde seri
üretime dayalı olarak yapılmaya başlamıştır.
Kentleşme ve Tarım Dışı Tabakalaşmanın
Doğuşu
İ.Ö. 4 binin sonunda Mezopotamya’da ortaya çıkan ilk
kentler, tarım yapan yerleşmelerin ürün fazlalarını
pazarlayıp mübadele ettiği yerlerde doğdu. Ürünlerin
üzerinden toplanan vergiler ve haraçlar ile oluşan
tabakalaşma kentlerin örgütlenme zeminini oluşturdu.
Kentler ayrıca kendisine bağlı kırsal alanların ihtiyaçlarına
cevap verecek kurumları içinde barındırmaya başladılar.
Bu kurumlar artık değere el koyma mekanizmalarını da
geliştirmiştir.
Kaba emeğin kullanıldığı kırsal alan ile uzmanlaşmış
emeğin ve ticari ilişkilerin hâkim olduğu kent bölgeleri
arasında bir gerilim oluşmasıyla kent, toplumun ulaşması
gereken değerlerin ve ideallerin sahibi olarak yüksek
kültürü içinde barındırıp medeniyet kavramıyla sıkı bir
ilişki içerisinde olmuştur. Büyük-küçük gelenek, yerlikozmopolit,
yazılı-sözlü kültür ve yerel-evrensel kavram
karşıtlıkları da kır-kent arasındaki bu duruma vurgu yapar.
Yazılı kültür şiiri yazılı kültüre ürünüyken aşık geleneği
sözlü kültür ürünüdür. Büyük gelenek, yöneticilerin temsil
ettiği resmi ve Ortodoks dünya görüşünü yansıtırken
küçük gelenek daha gevşek ve bağdaşmacı gelenekleri
içermektedir. Kentin bütün kozmopolitizmi yazılı kültürün
çatısı altında birleşmektedir.
Kent “çok kültürlü” bir yapıya sahiptir. İçeriğinde
barındırdığı tüm farklı unsurları kendini kırdan ayıran
yazılı kültür özelliğine dayanarak birleştirir. Diğer yandan
kır ve kent zaman zaman etkileşime geçer ve birbirlerine
ait özellikleri süzgeçlerinden geçirip kendilerine
uyarlayabilmektedirler.
Devletin Gelişimi
Kentlerde oluşan kurumların/örgütlerin varlığı, etki
alanları tarımsal üretim alanları ve doğal-coğrafi sınırlarca
belirlenmiş ilk devletleri karşımıza çıkarır. İlk devletlerin
oluşmasında etkili faktörler şu şekilde sıralanabilir:
• Kent, ekonominin, pazar yerinin, ticari
faaliyetlerin, devletin vergisinin toplandığı, tarım
dışı mal ve hizmetlerin yürütüldüğü ve üretildiği
merkezi bir yerdi. Bunlar örgütlenme ve iş
bölümüne dayalı bir toplumsallaşma anlamına
gelmekteydi.
• Tarımsal üretim sonucu artış gösteren nüfus, ilk
devletlerin oluşumunu tetiklemiştir.
• Nüfus artması nedeniyle insanların basit
örgütlenme biçimleri nüfusun tamamını
denetlemekte yetersiz kalmış ve bu durum insan
topluluklarında çatışmalara neden olmuş ve
çatışmalara karşı düzen ihtiyacı baş göstermiştir.
• Zenginliği korumak amacıyla ortaya çıkan ve
karşılığında artı üründen beslenen profesyonel
askerler(koruyucular) diğer bir sebeptir.
Devletin üç önemli işlevi ise:
• Üretim araçlarının, üreticilerinin korunması ve
geliştirilmesi
• Üretim ilişkilerinin korunması ve geliştirilmesi
• Devlet aygıtının güçlü tutularak toplumun
üstünde yer almasının sağlanması
Dolayısıyla denilebilir ki devletin oluşumu ve gelişimi için
tarım devriminin sonrasındaki gelişkin ve karmaşık
yapılaşma beklenmiştir. İlk devletler arasında Mısır,
Mezopotamya, Yunan, Roma, İran, Hitit, Bizans, Selçuklu
ve Osmanlı sayılabilir.
İşlevlerini yerini getirmek için devlet şu kurumlardan
oluşmaktadır:
• Belirli bir toprak parçasında hükümranlık ve bu
toprak parçasında yaşayan insanlar üzerinde
varsayımsal ve ideolojik hakimiyet
• Hukuk
• Güvenlik ve zor aygıtları
• Maliye
Bu dört kurum, ilk devlet biçimlerinde askerler, din
adamları, yönetici- seçkinleri içine alan saray
örgütlenmesince bütünleştirilmekteydi. Bu yüzden de
çoğu zaman yönetici- seçkin ve teba arasında toplumsal
hareketlilik bulunmamaktaydı.
Kurulmuş ilk devlet, bir kent devletidir. Antropolojik
açıdan ilk devleti izleyen süreçte devleti iki ana evrede
inceleyebiliriz. Bunlar; kapitalizm öncesi (prekapitalist)
devlet biçimleri adı altında toplanan tarım devletleridir.
Tarım devletinde önemli olan, tarımdan kazanılan ürün
artığının iktidar sahiplerine akmasıdır. Burada uyrukla
devlet arasında bir kimlik politikası şekillenmemiştir.
Tarım devleti, güçlenip diğerlerini egemenliği altına
almasıyla ve topraksal(teritorial) devletin doğmasıyla
ortaya çıkar. Bu devletlerin artık belli bir toprak parçası
üzerinde egemenlikleriyle tanımlanır hale gelmeleri temel
özelliklerini oluşturur. Bu devlet, tarımsal artıktan
beslenen, profesyonel orduya sahip, yeni alanlara yayılma
potansiyeli olan bir devlettir. Nüfusun belirli bir etnik ve
dilsel gruptan değil de o topraklar üzerinde yaşayan çeşitli
halklardan oluşuyor olması ise bu devletlerin bir diğer
özelliğidir. Ancak yöneticiler ve yönetimin başındaki
hanedanın genellikle belirli bir etnik gruptan olduğu
görülür.
Topraksal devlet ile toprak mülkiyetinin önemi artmıştır.
Bu devletlerin yöneticileri, seferlere katılan savaş
beylerine ele geçirilen toprakları verirdi. Böylece beylerin
daha sonraki savaşlara katılımı ve asker besleyecek
kaynak topraktan sağlanmış olurdu. Bu durum tarımsal
devletlerde tabakalaşma ve sınıfsal ayrışmanın kaynağını
teşkil etmiştir. Diğer yandan ise toprak mülkiyeti ve askeri
katkı durumları tabakalaşmaya sebep olmuştur.
Yayılma eğiliminin doğal sonucu olarak karşımıza
“imparatorluk” kavramı çıkmaktadır. İmparatorluklar,
kendilerine bağlıların otoriteye rızasını kazandırmak için
kutsal anlamları üstlenerek kendilerine ideolojik bir zemin
hazırlamaktadırlar. Böylece seçilmiş tek kişiye ve aileye
yegâne yönetme yetkisi için sebep oluşturulur. Bu
ideolojinin adı imparatorluk ideolojisidir ve ilk örneği
Büyük İskender’dir. Büyük İskender tarihteki ilk büyük
imparatorluğu kurarak o zamanın kavrayışı olan doğu ve
batıyı birleştirmiştir.
İmparatorluklarda her zaman diğerlerinden öne çıkan
önemli kentler olmuştur. Bu kentlerde yaşıyor olmak
yönetimden olmaktır ve bu bir ayrıcalıktır. Ayrıca bu
kentler, taşradan gelen ürünler ile beslenirler, mimarileri
gelişmiştir ve ince sanatlar ile uğraşılır. Dolayısıyla
yüksek kültürün üretildiği yerler de buralardır.
Tarım devleti döneminde yurttaşın kültürlemesi görevi,
cemaatler ve geleneksel ilişkilere bırakılmıştır. Devletin
tebasından beklentisi, mutlak itaat ve vergileri ödemesidir.
Modern devletlerden farklı olarak, tarım devletlerinde
sınırların korunması için egemenlik iddia edilen yerlerde
yerel güçlerle siyasal ittifak yapılır. Bu sebeple sınırlardan
ziyade uçlardan bahsedilmelidir.
Endüstri Toplumu ve Yeni Yaşam Biçimi
Tarım çağı, Endüstri Devrimi ile sona ermiştir. 18. yüzyıl
itibariyle yeni gelişen çağ ile beraber yeni yaşam ve geçim
biçimleri ortaya çıkmış, tarımdan kitlesel üretim yapan
endüstriye doğru kaymalar başlamıştır. Üretim ve tüketim
zamanla yeni bilimsel devrime göre değişecek, köylüden
işçiye geçişler artacak, üretim mekanları köylerden kent
ve fabrikalara kayacaktır. Bu değişimler olurken
geleneksel tarım imparatorlukları da yıkılmış ve yerine
ulus-devletler kurulmuştur.
Endüstri Devrimi (1640 İngiliz Devrimi) ve 1789 Fransız
İhtilali ile tarım döneminde toprak mülkiyetine bağlı
olarak güçlü olan aristokrat sınıf önemini kaybederek
yalnızca sembolik olarak varlığını sürdürmüştür. Kentli
sermaye sahibi sınıf ise siyasal sistemde ve ticari
faaliyetlerde önem kazanmaya başlamıştır. Eski
ayrıcalıklara önem veren bürokrasiden Max Weber’in
tanımladığı akılcı bürokrasiye geçilmiştir.
Yeni gelişmelerle birlikte kültürel süreçlere müdahale
ederek yurttaş yaratma projesine sahip modern devlet
biçiminin en yaygın hali ulus-devlet olmuştur. Amaç,
ulusal kültür yaratmaktır. Yani tek bir standart dil ve bu
dilin araçlarıyla iletişim kuran, laik kurumlar aracılığıyla
toplumsallaşan ve devletin belirlediği müfredat
aracılığıyla kültürlenen eğitim ile yurttaşlar oluşturmaktır.
Meşruluğunun sebebi de bu ortak kültürle ilişki kurulacak
ulus kavramıdır. Dolayısıyla eskiden önceki geleneksel
otoriteden meşruluk sağlayan kutsallık ve soyun yerine
yurttaşlık ilişkisi geçmiştir.
Ulus-devletleri oluşturan genellikle milliyetçilik
hareketleri olmuştur.
Milliyetçilik şu üç amaca yönelmiş bir harekettir:
• Ulusal ekonomi yaratma,
• Özerk bir ulusal yasama/yürütme,
• Ulusal bir kültür ve buna bağlı kimlik yaratma
Endüstri toplumunda kültür özel değil evrenseldir.
Dolayısıyla kültürde türdeşliği hedefleyen ulus-devlet ile
bütünlük içerisinde yer alan etnik gruplardan ve benzeri
unsurlardan kaynaklanacak kültürel çeşitlilik varlığı
arasında oluşacak gerilim milliyetçiliği doğurur.
İlkselci(primordialist) görüşe göre etnikliğin geçerliliği
unsuru modern öncesi ya da görece izole topluluklarla
sınırlı iken etnik bilinç modern toplumda da ortaya
çıkmıştır. Modern toplumlarda ve milliyetçilik baskısı
altında kalan yalnız kalabalıklar içinde yabancılaşan
kişiler, aidiyet ve dayanışma ihtiyacını yoğun biçimde
yaşayarak etnik bilince sarılabilirler. Ancak bu durum
toplumsal çatışmalara zemin hazırlayabilir.
Irkçılık ise insanların biyolojik özelliklerinin
çeşitliliğinden ötürü eşit olmadıkları fikrinden doğan ve
sömürgeleştirmeyi meşru kılan bir ideolojidir. Tarihsel
süreç içerisinde yaşanan bir takım olaylar sonucunda
uluslararası örgütler ve birçok devlet ırkçılığa engel
olmaya yönelik düzenlemeler yapmıştır.
Bilimsel devrimler neticesinde, önce buharlı makinelerin
icadıyla kömür, ardından yanmalı motorun bulunmasıyla
petrol ve bu gidişata paralel olarak önce tekstil sektörü
daha sonra otomotiv ve elektrik sektörü önem kazanmıştır.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra ise teknolojik gelişmeler
neticesinde nükleer enerji, iletişim, havacılık, uzay gibi
sektörler de bu öncülüğü ele geçirmiştir.
Bilimsel gelişmelere bağlı olarak hastalıkların azalması ve
yaşam şartlarının iyileşmesiyle nüfus artışı hızlanmıştır.
Yeni oluşan toplumsal sisteme uyum sağlayabilecek
insanları kültürleme görevini ise devlet ve okullar
üstlenmiştir.
Kentler, endüstrileşmenin merkezi oldu. Pazar hizmeti
gören, yönetim ve adalet işlerinin yürütüldüğü eski kent,
dönüşüm geçirdi. İlk olarak nüfus yapısında değişiklik
görüldü. Endüstrideki işçi ihtiyacını karşılamak için kırdan
kente göçler oldu. Kırdan kente göç eden ilk insanlar iş
edinirken sonradan göç edenler istihdamın doymuş olması
sebebiyle iş bulamayıp şehrin yoksullarını
oluşturmuşlardır. Yoğun göç dalgalarından ötürü

gecekondulaşma ve varoşların artışıyla çarpık büyüme
sorunu baş göstermiştir. Plansız kentleşme ve
gecekondulaşma çarpık büyümenin en önemli
göstergesidir. Tarımdan elde edilen gelirin yetersiz oluşu
ile kır neredeyse tamamen boşalmış ve dev
kentlerden(megapollerden) bahsedilir olmuştur.
Tarımda yeni üretim yöntemleri ortaya çıkmıştır. Makine,
insan gücünün yerini almış, bu durum köydeki işgücü
fazlasının kente göç etmesine sebep olmuştur.
Endüstriyel tarım ürünlerinin niteliğini arttıran yeni üretim
teknikleri geliştirilmiştir. Besinler yerine endüstriyel bitki
üretimine geçildi. Tarımda uzmanlaşma ile yeni meslekler
ortaya çıkmıştır. Ticari ve endüstriyel getirisi fazla olan
ürünlere daha çok önem verilmiştir.
Tüm gelişmelere rağmen yine de bazı ürünlerin,
niteliğinden ötürü, yetiştirilmesi ve/veya hasat için insan
gücüne ihtiyaç duyulmuştur.
Günümüzde, yoğun üretime rağmen, Dünya topraklarının
yalnız %11’i tarımsal üretim için kullanılmaktadır.
İktisadi Eşitsizliğin Yayılması, Az Gelişmişlik ve
Üçüncü Dünya
Kapitalist ekonominin dünyayı birleştirmesiyle iktisadi
sistemde yeni değişimler gerçekleşmiştir. II. Dünya Savaşı
sonrası bağımsızlığını ilan eden Üçüncü Dünya ülkeleri ile
Batı arasında zenginlik farkı oluşmuştur. Üçüncü Dünya
ülkeleri, iktisaden Batı’ya bağımlıdır. Immanuel
Wallerstein bu durumu merkez-çevre ülkeler formülüyle
açıklarken, iktisatçı Andre Gunder Frank, Bağımlılık
Kuramı adı altında incelemiştir. Neticede Üçüncü Dünya
ülkelerinde, Batı ile aralarındaki bağımlılık ilişkisi
sebebiyle yeterli ve sürdürülebilir bir kalkınma
yaşanmamıştır. Az gelişmişlik modeli ise, Batı’nın geçtiği
aşamalardan geçilince bu toplumlarca gelişmişliğin
yakalanacağını savunur. Az gelişmiş toplumlara, dışarıdan
kurumlar empoze edilerek bu toplumların kalkışa
geçeceklerini savunur. Dünya Bankası, Dünya Ticaret
Örgütü, IMF(Uluslararası Para Fonu) gibi kurumlar bu
görüşün ürünüdür. Her ne kadar durum farklı çerçevelerde
açıklanmaya çalışılsa da Endüstri Devrimi’ni
gerçekleştirmiş devletler ile diğerleri aralarındaki iktisadi
düzey farkı aşikardır. Bu farkı, kalkınma iktisatçıları az
gelişmişlik kavramıyla açıklamaya çalışırken diğer yandan
da kültürel gecikme, kötü uyarlanma gibi sonuçlar
doğurmuştur.
Sosyalist Blok’un çöküşüyle küreselleşme şu sonuçları
getirmiştir:
• Sermaye küresel dolaşıma girmeye başlamıştır.
• Teknoloji ilerlemiş ve yayılmıştır.
• Fakir Güney ülkelerinden zengin Kuzey
ülkelerine doğru göç başlamış, insan hareketliliği
artmıştır.
• Fikirler, imgeler, simgeler hızlı bir dolaşıma
girmiştir.
Bu gelişmeler kültürel alanda da değişime yol açtı:
• Klasik antropoloji içerisinde yerel bağlam
ortadan kalktı.
• Güvensiz ekonomik koşullar yeni bir kaos hali
yarattı.
• Küreselleşmeyle her şey anlık ve geçici hale
gelmesiyle kimlik arayışı öne çıktı.
Endüstrileşmenin ilk döneminde üretim önemliyken
küreselleşme ile birlikte tüketim ön plana çıkmıştır. Bu
durumun sonucu olarak dönüşüm yaşanmış, küçük
işletmeler azalırken, belirli bir merkezde örgütlenmiş ve
zincirleme mağazalar yoluyla dünyanın her yerine
yayılmış ürünlerin tüketimi bir değer ölçüsü haline
gelmiştir.
Endüstri toplumunun hızlı değişimleri sonucunda bir
kültür ihtiyacı ortaya çıkmış ve sinemanın, müziğin,
sporun ve diğer unsurların üretildiği bir kültür endüstrisi
oluşmuştur. Bu endüstriye bağlı olarak üretilen ve kitlelere
hitap eden tüketim nesnelerinin tümüne yani tüketilebilen
bu kültüre popüler kültür denilmektedir.
Popüler kültür ile tüketim iç içedir. Moda ise popüler
kültürün tüketimi artırmak amacıyla ortaya çıkardığı
kurumların en önemlilerinden biridir. Moda ile ihtiyacı
karşılamak için giyinmekten ziyade her yıl farklı çeşitlerde
kıyafetlere önem verilerek kıyafetlerin tüketimi
sağlanmaktadır.
Modanın yanı sıra trendler(eğilimler)ortaya çıktı. Bunlar,
geçici tüketim eğilimlerini belirli dönemlerde geçerli
kılmaktadır ve medya tarafından tanıtılıp yayılmaktadır.
İşe ayrılan zamanın önem kazanması ve yeme/içme
alışkanlıklarının değişmesiyle besin değeri kazanımlarında
farklılık olmuştur. Ayak üstü yenilen yiyecekler, enerji
açısından zengin fakat besin değeri açısından fakir
yiyecekler olduğu için endüstri çağının hastalıklarının
yayılmasına zemin hazırlamıştır.
Çokkültürlülük, Çokkültürcülük ve
Antropolojide Yeni Yönelimler
Endüstri toplumunun bir sonucu olarak kentlere doğru
oluşan yoğun göçle bir araya gelen karmaşık nüfus pek
çok farklı kültürün ve kültürel eğilimin yan yana
yaşamasına yol açtı. Bu nüfuslar yan yana yaşamasına
rağmen içe kapanma eğilimi göstermiş ve kültürel
kimlikler güçlenmiştir. Sosyal devletin zayıflamasıyla
başka dayanışma biçimleri de ortaya çıktı. Bunlar arasında
daha çok etnik ve dinsel gruplar, cemaatler ve hemşerilik
ilişkilerinin öne çıktığı görülmektedir. Etnik azınlık ve
göçmen dernekleşmeleri, üyelerine artık yöresel bağ, etnik
aidiyet, iş temelinde meydana gelerek çeşitli iş veya
dayanışma sağlama işlevi görür hale gelmiştir. İşlevleri
kimi zaman sendika veya siyasal parti gibi daha geniş
birliklerin işlevleriyle de örtüşebilmektedir. Bu yeni
toplumsal örüntü çokkültürlülük kavramıyla
açıklanmaktadır. Çokkültürcülük ise farklı kimliklerin yok

edilmeye veya özümlenmeye çalışılması yerine
korunması ve içinde bulunulan topluma entegre edilmesi
düşüncesini benimseyen siyaset anlayışıdır.
Çokkültürlü yapıların kabulüne yönelik görüş,
endüstrileşmiş Batı ülkelerinde kentlerdeki nüfusun
kültürel niteliklerini ve kültürel değişimini araştırmaya itti.
Tüm bu değişimleri incelemek için sosyoloji ile
antropolojinin kesişme noktasında kültürel çalışmalar
isimli bir saha doğmuştur. Bu okul, kentin odağındaki
moda, popüler kültür, iletişim biçimleri, tüketim tarzları,
boş zaman, yeni edebiyat, kimlik ve kimlik ideolojileri
gibi geniş bir konu yelpazesini incelemektedir.
Gelişmeler ilerleyişe işaret etse de aynı zamanda ekolojik
sorunları ve sosyal problemleri de beraberinde getirmiştir.
Kalkınma ile insan varlığını tehdit eden unsurların
oluşması paralelinde uygulamalı antropoloji, bu iki durum
arasındaki gerilimi gidermeye yönelik sistemli çabalar
üzerine çalışmaktadır.
Endüstri toplumunun ihtiyaçları, ihtiyaca yönelik yeni
teknik ve yöntemler geliştirilmesine neden olmuştur.
Ergonomi de denilen endüstriyel antropoloji, fiziksel
antropoloji ile antropometrinin en yeni uygulama alanıdır.
Antropometri, insan bedeninin ve iskeletinin boyut, biçim
ve bileşim yönünden ölçülmesidir. Makinelerin, araçların,
mobilyaların ve giysilerin tasarlanmasında
antropometriden yararlanılır.
Zeynep
Mesajlar: 26
Kayıt: 09 Kas 2016 11:47
İletişim:

09 Kas 2016 12:05

SOS203U-ANTROPOLOJİ
Ünite 8: Akrabalık ve Toplumsal Cinsiyet

Giriş
Tarihin ilk dönemlerinden günümüze kadar görülen tüm
toplumlar, soylarının devamı için birbirlerinden farklı
olmakla birlikte evlilik sistemleri ve akrabalık bağları
oluşturmuşlardır. Evlilik, ergenlik dönemine girmiş erkek
veya kadınların üremek, çocukların yetişmesini sağlamak,
toplumsal ve iktisadi olarak yeni bir bütünlük oluşturmak
için içinde yaşanılan toplum tarafından kabullenilmiş ve
onay verilmiş birliktelik biçimidir. Buna bağlı olarak
akrabalık ise soy ve evlilik yoluyla kültürel olarak kabul
edilmiş toplumsal ilişkiler ağı olarak tanımlanabilir. Bu
ilişkiler tüm toplumlarda evrensel bir önem taşımaktadır.
Öte yandan evlilik ve akrabalık evrensel bir olgu olması
yanında onlara yüklenen anlamlar, ilişkili adlandırmalar,
tanımlama ve sınıflandırmalar farklılık gösterebilir.
Cinsiyet de biyolojik olarak evrensel bir gerçeklik olmakla
birlikte insan toplumlarının cinsiyetlere kültürel anlamlar
yüklemeleri ve onlardan toplumsal, kültürel ve iktisadi
rollere göre hareket etmesi beklenmiştir. Bu nedenle
antropoloji cinsiyete bakarken onda biyolojik değil
toplumsal bir yan görür.
Evlilik ve Aile
İnsan toplumları, kadınla erkek arasındaki ilişkileri
rastlantısal cinsellik ve ilişki biçimlerinin ötesinde bir
kurallar, normlar ve değerler sistemine bağlamıştır.
Evlilik, soyun devamını sağlamak ve diğer temel cinsel ve
iktisadi ihtiyaçları gidermek için erkek ile kadın arasında
toplumun onayladığı bir birlik olarak tanımlanabilir.
Evliliğin kurumsallaşmasına dayanak teşkil eden asıl
etken insan yavrusunun uzun süreli bağımlılığıdır. Bunun
yanında cinsel rekabet sorununu gidermesi de evliliğin
diğer bir işlevidir. Evlilik yoluyla kurulan iktisadi birlik ve
ilişki biçimi evlilik kurumunun en önemli işlevlerinden
biridir.
Evlilik yoluyla kurulan birliktelikle çiftler, yeni iktisadi
olanaklara, yeni dayanışma ilişkilerine ve siyasal
bağlantılara açılabilirler. Bu yolla iş bulmak, yeni statüler
edinmek, yeni barınma olanakları sağlamak ve borç para
bulma gibi birçok şey kolaylaşabilir. Bizim toplumumuzda
dayısını bulmak, dayısı olmak gibi deyimler adı
kayırmacılık(kliyentalizm) denilen ilişkilere vurgu yapar.
Çeyiz, drahoma(kadının ailesinin erkek tarafına verdiği
düğün hediyesi), nişanlılık armağanları, başlık parası bu
mübadele ilişkisinin iktisadi araçları olarak
değerlendirilebilir. Levi –Strauss, evliliğin bir mübadele
ilişkisi olduğunu ve evlenen tarafların evlilik yoluyla
karşılıklı hak ve ayrıcalıklar yaratan bir kaynak ve kişi
mübadelesi içerisine girdiklerini belirtir. Ayrıca, Levi-
Strauss yaptığı tespitlerde grupların başka hangi gruplarla
evlilik ilişkisi kurup kuramayacağını belirleyen basit ve
karmaşık sistemlerin, belirli bir grubun bir başka gruba kız
alıp verdiği doğrudan takas sistemleri ve kadınların
sadece belli bir yöne doğru takas edildiği
dolaylı(asimetrik) takas sistemlerinin bulunduğunu
belirtmektedir.
Kişinin kendi grubu içinde yaptığı evliliğe
içevlilik(endogami), dışarıdan bir gruptan yapılan evliliğe
ise dışevlilik(egzogami) denir. İçevlilik, grup içinden
evlilik olduğu gibi grubu dışarıya kapalı tutar ve mülk,
servet, kaynak ve soy dağılımını önler. Dış evlilik ise iç
evliliğin getirdiği kapalılığı önler ve grupları evlilik
yoluyla birbirine bağlar. Kültürler kişilerin kimlerle
evlenip kimlerle evlenemeyeceğini belirlemektedir. Belirli
bir zaman diliminde tek bir erkeğin ancak tek bir kadınla
evlenmesine izin veren sisteme tekeşlilik(monogami) adı
verilir. Bu sistemde ikinci bir eşle evlenmek; boşanmak
veya eşin ölümü sonunda mümkün olabilmektedir.
Kadının veya erkeğin aynı zaman dilimi içerisinde birden
çok eşle evlenmesi durumuna ise çokeşlilik (poligami)
denilmektedir. Çokkarılık(polijini) ve çokkocalılık
(poliandri) olmak üzere çokeşliliğin iki türü vardır.
Evlilik biçimleri, eşlerin yerleştikleri yere göre farklılık
gösterir. Modern toplumlarda en yaygın görülen durum
evlenen çiftlerin yeni bir ev açmasıdır. Buna
yeniyerli(neolokal) evlenme denir. Erkek egemen
toplumlarda kadının kocanın ailesinin yanına yerleşmesine
babayerli(patrilokal) yerleşme olarak adlandırılır.
Anasoylu toplumlarda ise genellikle yerleşim anayerlidir
(matrilokal). Evlilik iki kişinin özel bir tercihi olmasının
ötesinde toplumsal bir kurum olup bir toplumsal ağa ve
belirli toplumsal süreçlere dâhil olmak anlamına da gelir.
Örneğin eş seçme seçeneklerinin kültür tarafından belirli
mecralarla sınırlandırıldığı evliliklere tercihli evlilik
denilir. Toprağın veya malların bölünmesini ve evin
dağılmasını önlemek ve aileye yeni iş gücü kazandırmak
için evliliğin dışarıdan değil içeriden veya yakından
yapılması tercihli evlilik modelinin temel ilkesidir. Evli
eşlerin erkek ya da kadının ebeveyninin yanına yerleşme
konusunda özgürce seçim yaptıkları uygulamaya
ambilokal denir. Erkeğin ve kadının ebeveyninin yanında
sırayla ikamet etme uygulamasına çiftyerlilik(bilokal)
denir.
Süreç olarak evliliklere baktığımızda; içevlilik
uygulamalarında en sık karşılaşılan biçimler paralel ve
çapraz kuzen evlilikleridir. Bu evlilik biçimleri akraba
evlilikleridir. Amca ve teyze çocukları gibi aynı cinsten
kardeşlerin çocukları arasındaki evliliğe paralel kuzen
evliliği, hala ve dayı çocukları gibi ayrı cinsten kardeşlerin
arasındaki evliliğe ise çapraz kuzen evliliği denir. Bir
başka tercihli evlilik biçimi evlenecek iki erkeğin
birbirlerinin kız kardeşleriyle evlenmesi biçiminde işleyen
berdel veya berder evliliği biçimidir.
Yeniden evlenme örüntüleri olarak modern toplumlarda
eşin ölümü veya eşlerin boşanması durumunda, kişinin
yeniden evlenmesi büyük ölçüde kişinin kendi tercihlerine
bağlıdır. Daha geleneksel ve kapalı toplumlarda ise dullar
için bu seçim kurumsallaşmıştır. Bu kurumlardan biri
levirattır. Levirat uygulamasında erkek eş öldüğünde,
karısı kocasının erkek kardeşlerinden biriyle evlenir
böylelikle ilk evlilikten doğan çocuklar için baba soyunu
sürdürmek mümkün olur. Bir başka biçim ise sorarat

uygulamasıdır. Sorarat, levirat uygulamasının tersidir.
Karısı ölen erkeğin, onun kız kardeşlerinden biriyle
evlenmesi durumudur. Toplumlar karmaşıklaştıkça ve
genişledikçe akrabalık sınırlarının ötesine geçen evlilik
eğilimleri artar, öte yandan dış evlilikler yoluyla
kimliklerini yitireceklerini düşünen etnik ve dinsel
gruplar, kimi zaman da cemaatler grup içinden evlenmeyi
teşvik edip sürdürme eğilimi içerisinde olabilir.
Türkiye’de görülen bir başka yeniden evlenme örüntüsü
taygeldi evlilik biçimidir. Taygeldi evliliği, çocuklu dul bir
erkekle çocuklu bir dul kadının kendilerinin ve
çocuklarının evlenmesi biçiminde ortaya çıkan bir evlilik
biçimidir. Bazı toplumlar ve kültürler ise yeniden
evlenmeyi uygun bulmaz ve bunun en uç örneklerinden
biri dul kalan kadının kocasına öte dünyada hizmet
edeceği düşüncesiyle intihar etmesi veya öldürülmesi
uygulamasıdır.
Evlilik kurumu iktisadi mübadele biçimlerini de içeren bir
yapıya sahiptir. Evlenen kişilerin evlenme karşılığında
kendi grubuna veya içine girdiği gruba kazandırdığı
iktisadi bir değer vardır. Örneğin başlık parası uygulaması
gibi evliliğin gerçekleşmesi noktasında erkeğin kadına
veya kadının ailesine mal veya para biçiminde bir ödeme
yapması buna bir örnektir.
Evlilik kurumu belirli prosedürler ve törenler içeren bir
özellik de göstermektedir. Kültürden kültüre değişiklik
gösterse de toplumca tanınmış bir törenler dizisi söz
konusudur. Evlenecek çiftlerin ailelerinin veya grupların
birbirinden söz alıp vermesiyle başlayan bu süreç beşik
kertmesi şeklinde olabileceği gibi, nişanlılık biçiminde de
olabilir.
Ebeveyn ve çocuklardan oluşan en küçük akraba-temelli
toplumsal birime aile denir. Bu kavram içine günümüz
modern toplumlarındaki anne, baba, çocuktan oluşan
çekirdek aile yanında daha geniş akrabaları ve ilişki
biçimlerini içine alan geniş aile formu da girmektedir.
Aile kurumunun en önemli işlevleri üremenin sağlanması
ve türün devamını sağlayıcı fonksiyonları yerine
getirmesidir.
Akrabalık ve Soy
Akrabalık, soy ve evlilik yoluyla kültürel olarak kabul
edilmiş toplumsal ilişkiler sistemi olarak tanımlanabilir.
Akrabalık kurumu insan toplulukları için iki temel işlevi
yerine getirmektedir. İlki, statü ve mülkiyetin bir kuşaktan
diğerine aktarılmasıdır. Bir diğer işlevi, toplumsal grupları
oluşturması, insanlar arasında dayanışmanın sağlanması
ve grup sürekliliğinin sağlanmasıdır. Bu süreklilik
akrabalık sistemleri içerisinde ortaya çıkan otorite
mercileri tarafından yerine getirilir. Bu otorite soyun
izlenme ilkesine göre sistem içerisinde bulunan en büyük
kadının veya erkeğin elinde bulunabilmektedir.
Akrabalık kategorileri olarak birbirinden ayrı olan ama
karşılıklı ilişkisi bulunan iki akrabalık türü söz konusudur.
Bunlardan biri biyolojik temelli soy akrabalığı olan
kandaşlık, diğeri ise evlilik yoluyla edinilen hısımlıktır.
Ancak her toplum kandaşlığı farklı biçimde
tanımlayabilmektedir. Örneğin bazı toplumlarda çocuk
yalnızca anasıyla kandaş sayılırken, bazılarında ise
yalnızca baba kandaşlığı kabul edilmektedir.
Bütün akrabalık sistemlerinde ebeveynlerle çocuklar ve
kardeşler arasındaki ilişki olmak üzere iki temel ilişki
vardır. Bunlar en yakın biyolojik ilişkiler olmasının
yanında biyoloji yalnız ilişkilerin temelini oluşturur;
tanımlamalar ise kültüreldir.
Modern batı toplumlarında biyolojik baba, toplumsal ve
yasal olarak tanınan baba ve annenin kocası olmak üzere
üç farklı statüden bahsedebiliriz. Buradaki üç statü aynı
kişide toplanacağı gibi farklı kişilerde olabilir. Örneğin
çiftler boşanıp yeniden evlendiğinde kategorilere açıklık
getirmek üzere üvey baba ve gerçek baba kategorileri
kurulur ve yukarıda belirtildiği üzere iki farklı statü ortaya
çıkmış olur. Yeğenlik ve kuzenlik de temel akraba
sistemlerindendir.
Akraba adlandırma sistemleri olarak çok sayıda
adlandırma düzeni söz konusudur.
• Hawai Sistemi, en az sayıda terimi kapsayan en
sade akrabalık sistemidir. Aynı kuşakta yer alan
ve aynı cinsiyetten olan bütün akrabalar aynı adla
anılırlar. Bütün kadın kuzenler kız kardeş, bütün
erkek kuzenler ise erkek kardeş olarak anılır.
• Eskimo Sistemi olarak adlandırılan sistemde
kuzenler, erkek ve kız kardeşlerden ayırt edilerek
isimlendirilmekte bütün kuzenler ise aynı
akrabalık kategorisi içerisinde
değerlendirilmektedir.
• Sudan Sistemi, bütün sistemler içerisinde en fazla
ayrımı içeren sistemdir. Burada bütün kuzenlere
farklı bir ad verilmektedir.
• Omaha Sistemi, babayanlı soyla ilintili bir
niteliktedir. Aynı kuşaktan birkaç akraba için
aynı terim kullanılır. Örneğin baba ile amca anne
ile teyze aynı adla anılır.
• Crow Sistemi, Omaha sistemindeki anayanlı
örüntüye benzemektedir. Babanın anasoyundaki
akrabaları (baba, amca, hala oğlu ile hala ve hala
kızı) cinsiyetlerine göre aynı adla anılırken ana
yanındaki akrabalar arasında kuşak farkları
gözetilmektedir.
• Iroquis Sistemi, Crow ve Omaha sistemlerine
benzemektedir. Bu sistemde kişinin babası ve
amcası aynı adla, annesi ve teyzesi aynı adla
anılmaktadır.
Akrabalık temelli gruplar, yardımlaşma, saldırma ya da
savunma, törensel birlikler oluşturma, siyasal bir grup,
lobi grubu veya idareci bir klik olma türünden işlevler ve
amaçlar yüklenebilirler.

Soy kavramı, kişiyi atalarına bağlayan toplumsal ve
kültürel olarak tanınmış bağlara işaret eden bir kavramdır.
Bu kavram, ortak bir erkek ya da kadın ataya dayalı
akrabalık grubu olarak tanımlanabilmektedir. Belirlenmiş
soy ilkelerine göre tanımlanmış belirli soy türleri vardır.
Örneğin tek hatlı soy, sadece erkeğin ya da sadece kadının
soy çizgisinin izlendiği bir özellik göstermektedir. Erkek
soy çizgisine babayanlı, kadın soy çizgisine anayanlı soy
denir. Bazı kültürlerde ise soy her iki taraftan izlenir ve
buna çift hatlı soy denilmektedir. Bazı toplumlarda ise
hangi soyun izleneceği bireyin takdirine bırakılmıştır ve
buna paralel soy çizgisi denilmektedir.
Cinsiyet ve Toplumsal Cinsiyet
Erkek ve kadın cinsiyetleri biyolojik oluşumlar olarak
nitelense de ona yüklenen toplumsal ve kültürel anlamlar
ve beklentilerle bu durum biyolojik temelden daha öteye
taşınır. Buradan hareketle cinsiyetin toplumsal anlamda
nasıl kurulduğuna ilişkin özellikle feminist antropologların
yaptığı çalışmalar sonunda bir çalışma alanı ortaya çıktı.
Bu alana da toplumsal cinsiyet adı verilmiştir. 1970’lerde
yoğunlaşan çalışmalar kültürel bazı farklar olsa da her
toplumda inşa edilen toplumsal cinsiyetin aynı zamanda
kadın-erkek eşitsizliğinin de temeli olduğunu ortaya
koymuştur. Bu nedenle bu çalışmaların yoğunlaştığı alana
başlangıçta feminist antropoloji adı verilmiştir. Böylece,
ev içi alan-kamusal alan, doğa-kültür gibi karşıtlıkların
eleştirilmesi ve sorgulanmasının yolu açılmıştır.
Bu çalışmalarla birlikte kadınlık rollerinin sorgulanması
ve bunun biyolojik bir kader olduğuna dair hâkim yargı
temelinden sarsıldı. Özellikle sosyalleşme ve kültürlenme
süreçlerinde kız ve erkek çocuklarına aktarılan roller, bu
süreçlerin toplumsal olarak inşa edilen ve kurulan yapılar
olduğunu göstermektedir.
Cinsellik temelde biyolojik bir güdü olmakla birlikte
insanların denetlediği ve koşulladığı bir dürtüdür. Cinsel
ilişkilerde kişisel tercihlerle birlikte toplumsal ve kültürel
kaygılar da önem taşır. Bu güdünün yol açabileceği
düzensizlikler, rekabet ve çatışmaları önlemek için bütün
toplumlarda cinsel ilişkiler belirli kurallara bağlıdır. Bu
durum, toplumsal cinsiyetin şekillenmesinde etken
olmuştur. Zira cinsellik toplumsal hayatta kullanılan
stratejik bir kaynak olarak değerlendirilmiştir. Eskimo’lar
erkek için eşinin cinselliği, diğer erkeklerle anlamlı ve
kalıcı bir toplumsal bağ kurması açısından bir araçtır. Bu
çerçevede toplumlar cinselliğe ilişkin belirli kısıtlamalar
getirmiştir. Bunlar cinsel ilişkinin tamamıyla yasaklandığı
manastır hayatından evlilik öncesi ve evlilik dışı ilişkiyi
olağan karşılayan tutumlara kadar çeşitlilik
göstermektedir. Bazı toplumlarda cinsellik, sadece üreme
amacına hizmet etmesi amacına yönelik bir etkinlik olarak
değerlendirilmiştir.
Pek çok toplum cinselliği evlilik düzeyindeki serbestlikle
sınırlandırmış ve bekâret kavramını evlilik töreninin ve
kurumunun önemli bir parçası olarak nitelemiştir. Bu
durum toplumun ölçeğiyle de ilişkilendirilebilir. Küçük
ölçekli tarım toplumların evlilik öncesi cinsel ilişkilere,
geniş ölçekli toplumlara göre daha fazla hoşgörüye sahip
olması buna örnektir. Cinsellik kısıtlamalarına ilişkin
evrensel bazı tutumlardan da söz edilebilir. Örneğin ensest
tabusu, yani yakın akraba olarak tanımlanan kişilerle
cinsel ilişkinin yasaklanması, evrensel bir kural kabul
edilebilir. Bunun yanında bazı akrabalar arasında cinsel
ilişki yasaklanırken bazı toplumlarda özellikle küçük
ölçekli ya da tarım toplumlarında belirli akrabalar arasında
evlenmeler teşvik edilmektedir.
Zeynep
Mesajlar: 26
Kayıt: 09 Kas 2016 11:47
İletişim:

09 Kas 2016 12:06

SOS203U-ANTROPOLOJİ
Ünite 9: Din ve Kutsal

Din: İnancın kurumsallaşması
İnanma ihtiyacı, bireysel, rastlantısal ya da konjonktürel
biçimde değil, din adını verdiğimiz sistemleşmiş kurumlar
aracılığıyla sağlanır. Din ise doğrudan doğruya
doğaüstüne yani, gözlemlenebilir dünyanın ve
duyularımızla algıladığımız çevrenin ötesine işaret eder.
Doğal dünyanın aksine doğaüstü alan tarihsiz ve zamansız
olmakla birlikte mutlak kaderin ve mutluluğun alanıdır.
Doğaüstü olarak kurgulanan kutsalın dünyevi alandaki
temsili kimi zaman ayin adı verilen eylemlerle
gerçekleştirilir. İnanç ve eylemler yoluyla anlamlandırılan
din, bu şekilde gerçekliğini kazanır ve toplumsal bir
kurum haline gelir.
İslam’daki cuma namazı ile Ramazan orucu,
Hristiyanlıktaki büyük perhiz ile Noel ayini, Avustralyalı
Aborijinlerin bereket ayini gibi kutsallığı simgeleştiren
ayinler ve çeşitli ibadet biçimlerini içeren kurumsallaşmış
davranış örüntüleri dinin ritüel boyutunu oluşturur. Bu
gibi ritüeller yoluyla yaşanan deneyimler, bireyi gündelik
varoluşun dünyeviliğinden çıkararak belirli bir aşkınlığa
ulaştırır ki, bu durum dinin psikolojik boyutudur.
Din, sadece insanların doğaüstü ile kurduğu özel ilişkiden
ibaret olmadığından, bu ilişkinin kurulmasında aracı rolü
üstlenenler, bu özellikleri dolayısıyla dünyevi iktidar alanı
içinde kendilerine bir yer edinirler. Nitekim Avrupa’da,
15. Yüzyılın sonunda Martin Luther önderliğinde ortaya
çıkan, Protestan akımın Katolik kilisesine karşı verdiği
mücadele sonucunda dinle dünya işleri arasında bir
ayrıma gidilmesi ve kilisenin demokratikleşmesi
hareketiyle başlayan Reform Çağı’ndan önce papalar,
bütün Avrupa krallarının dünyevi iktidarının onay
merciiydi, dolayısıyla onların iktidarı üzerinde kontrol
sahibiydi.
İnanç sistemlerinin çeşitliliği
Toplumların yaşadıkları çevreye uyum sağlama biçimleri
ve bu biçimlerin yerleştirdiği dünya görüşü, onların inanç
sistemlerini de etkilemektedir. Nitekim, Anthony Wallace
kültürlerin yaşam ve geçim biçimleriyle uyarlanma
tarzları bakımından şamanistik inançlar sistemi, komünal
inanç sistemleri, Olymposçu inanç sistemleri, ve
tektanrıcı sistemler olmak üzere dört temel din
kategorisinin varlığından söz etmektedir.
Kutsallık sadece doğaüstü ya da göksel bir nitelik
değildir. Somut olarak bazı insanlarla özdeşleşebilir, bazı
insanlar tarafından temsil edilir. Bu çerçevede iki tür din
kişisi ayırt etmek mümkündür. Birincisi ayinleri ve çeşitli
dinsel uygulamaları gerçekleştiren, bunları yönetme
yetkisi bulunan, dinin diline ve programına vâkıf
uzmanlardır. Kimi zaman da böyle bir tescil olmadan,
birtakım hikmetli sözleri ve davranışları nedeniyle toplum
tarafından bu mertebeye eriştirilmiş kişiler ortaya çıkar.
Bunlar, sıradan insanlardan ayrı bir yerde durduklarına ya
da istisnai güç veya niteliklerle donatıldıklarına inanılan
karizmatik kişiliklerdir ve dinsel otoritelerini, herhangi bir
yerden icazet almadan bu karizma aracılığıyla kendileri
elde ederler.
İyi örgütlenmiş tarım toplumlarında, dinin toplumun
temel bir kurumu haline gelmesiyle birlikte tam zamanlı
din uzmanları çıkmıştır. Ancak bu rutin işlere
yoğunlaşmış kişilerin yanında büyük bir kutsallık
atfedilen başka din uluları vardır. Bunlar din kuran,
tanrısal sözü insanlara aktaran kişilerdir. Bunların başında
ise peygamberler gelir. Max Weber, model peygamberler
ve misyoner peygamberler olmak üzere iki tip
peygamberden söz eder.
Farklı tarihsel ve ekolojik koşulların etkisiyle ortaya
çıkmış, bu koşullarla bağlantılı biçimde çeşitlenmiş geniş
bir inançlar yelpazesinden söz edebilir. Bu bağlamda
temel inanç sistemleri aşağıdaki gibidir:
• Animizm, animatizm ve animalizm
• Şamanizm
• Teizm
• Doğu mistisizmi ve yeniden doğuş inancı
• Bağdaştırmacılık (Senkretizm)
Animizm insanlarda ve diğer canlılarda var olduğu
düşünülen ruhların, fiziksel çevrede bulunan her türlü
nesnede de bulunduğuna inanılması iken, animatizm
bunun bir adım öncesidir ve insanların bütün doğayı canlı
olarak algılaması biçiminde tanımlanabilir. Animalizm ise,
özellikle avcı kültürlerde insanların hayvanlarla kurduğu
özel mistik bir ilişkinin adıdır.
Temeli animizm olan şamanizm, karmaşık dinsel, büyüsel
ve tıbbi uygulamalar bütünüdür. Şamanizmin merkezinde
şaman adı verilen mistik bir kişi yer alır. Kendisine mistik
güçler atfedilen şaman, toplumsal hafızayı da temsil eder
ve bu nedenle sözlü kültürün ve toplumun mitolojisinin
taşıyıcısıdır. Şamanizmi diğer inanç sistemlerinden ayıran
en önemli yön, onun kurumsal ve örgütlü bir yapısının
olmamasıdır.
Doğaüstü alana mensup bir ya da birden çok yüce ve
ölümsüz tanrının varlığına dayanan, bütün ölümlü
varlıkların onların varlığıyla ilişkili olduğunu ve onların
hükmü altında bulunduğunu savunan inanç sistemlerine
teizm adı verilmektedir. Çoktanrıcılık (panteizm) ve tek
tanrıcılık (monoteizm) olmak üzere iki tür teizm vardır.
Hz. İbrahim kaynaklı olduğuna inanıldığı için İbrahimî
dinler adı verilen Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam tek
tanrılı dinlerin başlıca örnekleridir.

Temelinde insanın da doğanın bir parçası olduğu, insanla
diğer canlılar arasında hiyerarşik bir ilişki bulunmadığı
fikri yatan doğu mistisizmi, yaşarken azla yetinme, çile
çekme, başka canlılara zarar vermeme gibi erdemleri
gözetmeyi, bu erdemlerle yaşanan bütünlüklü bir hayatın
ödülünün ise yeniden insan olarak hayata gelmek
olduğunu öne süren çeşitli inanç sistemlerinden oluşur.
Kast sisteminin katı tabakalaşmasına bir tepki olarak
doğan ve hayatın temelinin acı olduğunu söyleyen Budizm
ile içine doğduğu toplumsal tabakadan yani kasttan
kaynaklanan statüyü kabul edip boyun eğmeyi vaaz eden
Hinduizm mistik dinlerin başında gelmektedir. Bunların
yanı sıra, inanç ve ibadetten ziyade ahlâk öğretilerine
dayanan Konfüçyusculuk ve Taoculuk’da Doğu
mistisizminin en önemli öğretileri arasında yer alır.
Ayrıca doğu mistisizmi, tek tanrılı dinleri de etkilemiş ve
onların içindeki tasavvuf eğilimlerini beslemiştir.
Bunlarla birlikte, dinlerin kitabi biçimde tebliğ edilmiş,
sınırları belirlenmiş yorumuna ortodoksi, bu yorumun
dışına çıkarak kişisel deneyimlere yer açan ve ahlâki ve
mistik arayışlara girişen uygulamalara da heterodoksi adı
verilir.
Bağdaştırmacılık (senkretizm) ise, dinler ve inançlar
arasında yaşanan kültürlenmeye karşılık gelir. Dinler ve
inançlar arasında ortaya çıkan temaslar sonucunda, dinler
ve inançlar birbirlerinden kimi inanç ve ibadet öğelerini
alarak kendi inanç sistemleri içinde özümserler. Başka
inançlara ait simgeler ithal edilerek bu simgelere yeni ya
da yerli anlamlar yüklenebilir (Bağdaştırmacılık örneği
olarak bkz. sayfa 202 -Tepoztlán örneği-).
Tabular, kültler ve dinsel simgeler
İnanç sistemlerinin yanaşılmasını, dokunulmasını,
yenilmesini, hatta kimi zaman adlarının anılmasını
yasakladığı canlı ve cansız varlıklar tabu şeklinde ifade
edilmektedir. Nitekim İslam ve Yahudi inancında kirlilik
tabusu olan şeyler tanımlanmıştır. Örneğin domuz yeme
yasağı böyle bir tabudur. Bunun yanı sıra birinci derecede
akraba sayılan kişilerle cinsel ilişki yasağı, yani ensest
tabusu, hemen hemen bütün kültürler için geçerlidir.
Kutsal olarak tanımlanmış varlıklar etrafında oluşmuş
inanç ve tapınma biçimleri kült şeklinde ifade edilir. Bu
varlıklara saygı duyulur, tapınılır, zaman zaman kurbanlar
sunulur ve onlar için ayinler düzenlenir. Belirli kült
araçlarını kullanma yetkisi olan cemaat veya din
önderlerince yönetilen kültler; arınma, bereket ve
doğurganlık gibi temaların odağında yer alır. Örneğin
Anadolu’da taş, ağaç, su gibi kültlere rastlarız. Zaman
zaman rastladığımız çaput bağlanmış ağaçlar, ağaç
kültünün örnekleridir.
Dinsel simgeler, soyut dinsel öğelerin somut biçimde
algılanmasına hizmet eden nesne, davranış ve tutumlardan
oluşur. Simgeler aşağıdaki kategorilerde ele alınabilir.
• Kültüre özgü simgeler:
Evrensel nitelikte dinsel simgeler olabileceği gibi, aslında
pek çoğu kültürlere özgüdür. Dolayısıyla bu simgeleri
anlayıp onun gerektirdiği tutumu takınmak, kültür
tarafından aktarılan ve o kültürden olmayanların
bilemeyeceği bir davranış modelidir.
• Besin simgeciliği:
İnsanların yedikleri ya da yemekten kaçındıkları besinler
genellikle dinsel inançlarıyla ilişkilidir. Nitekim,
Hinduizmdeki inek tabusu buna örnek verilebilir. Bunun
yanı sıra, bazı zaman ve durumlarda belirli yiyeceklerin
tüketilmesi öngörülmüştür. Bu bağlamda, Muharrem
ayında aşure pişirilip yenmesi dinsel bir ritüel hâlini
almıştır.
• Totemler:
Özellikle kabile toplumlarında, kabileler belirli hayvan
türleriyle özdeşleştirilmişler, bunun sonucunda da
özdeşleştirilen bu hayvan o kabilenin totemi haline
gelmiştir. Söz konusu hayvan türüyle atasal bir soy
ilişkisine inanılmasına dayanan bu evren kavrayışı
totemcilik şeklinde ifade edilmektedir. Avustralya
Aborijinlerinde doğum totemleri ve ata totemleri olmak
üzere iki tür totemcilik söz konusudur.
• Sanat simgeciliği:
Özellikle dünya algı ve kavrayışının büyük ölçüde dine
dayandığı toplumlarda, sanatsal ifade biçimlerinin
dinselliği yaygındır. Bu tür toplumlarda sanatçılar da;
genellikle mitosları, kutsal varlıkları ve dinsel ilkeleri
yansıtan eserler üretir. Bu üretim dinsel ayinlerde
kullanıldığı ve dinsel mekânları süslediği gibi evlerin
dekoru içinde de önemli bir yere sahiptir.
Mitoloji ve mitoslar
Dinsel nitelikli efsaneler mitos şeklinde ifade
edilmektedir. Kutsal bir öyküye gönderme yapan her
mitos, sadece kutsal bir masal değildir. Her mitos,
mitosun içinde yer aldığı daha genel bir inanç sisteminin
kabullerini, insan hayatı ve deneyimleri örneğinde
öyküleştirir.
Mitosların çeşitli işlevleri vardır. Bunlar aşağıdaki şekilde
sıralanabilir:
• Mitoslar bir toplumun dayanışmasını ve birliğini,
dolayısıyla kimliğini kuran tarihsel öykülerdir.

• Geçmişte yaşadığı varsayılan tarihsel ve kutsal
kişilerin hayatları üzerinden doğru hayatı anlatan
birer ahlak öğretisi oluştururlar.
• Kişilerin dünyayı algılama biçimlerinin,
tutumlarının ve davranışlarının toplumun
öngördüğü kalıplara uydurulmasını sağlar.
• Hayatın ve toplumun kökenine, hayat ile ölüme,
kişiler arasındaki çelişki ve çatışmalara ilişkin
varoluşsal sorulara kültürün ürettiği cevapların
aktarılmasında en önemli aracı vazifesi görürler.
Mitoloji ise, her toplumsal varlığın dünyadaki
varoluşunun doğaüstü bir başvuru çerçevesinde
meşrulaştırılmasıdır. Sümer mitolojisi, eski Yunan
mitolojisi, Roma mitolojisi, Hint mitolojisi gibi var olan
pek çok mitoloji de göstermektedir ki, mitolojiler, aynı
zamanda birer dünya görüşüdür. Ayrıca bazı mitolojiler,
kimi toplumların dinlerinin temelini oluşturmuştur.
Örneğin eski Yunan mitolojisi, aynı zamanda bir dindir.
Zeynep
Mesajlar: 26
Kayıt: 09 Kas 2016 11:47
İletişim:

09 Kas 2016 12:06

SOS203U-ANTROPOLOJİ
Ünite 10: Dil ve İletişim

İletişim, karşılıklı taraflar arasında ilişki kurulmasını
sağlayan, sözle veya davranışlarla gerçekleşen bir bilgi
iletme sistemidir. Bütün canlılarda var olan bu sistemin
temeli, sözle veya davranışla ifade edilen tüm simgelerin
karşılıklı olarak anlamlandırılabilmesidir ve bu
anlamlandırma süreci bir toplumsalın varlığını ortaya
koyar. İletişim karmaşıklaştıkça niceliksel ve niteliksel
olarak farklılaşır. Konuşma dili, beden dili, yazı dili ve
sanat müzik gibi çok çeşitli yollarla sağlanan iletişim,
sadece insanlara özgü olan kültürü oluşturur ve yeniden
üretir.
Konuşma Dili
Dil, içinde bulunulan kültürü ve toplumsal çevreyi
konuşma aracılığıyla somutlaştıran soyut kurallar
bütünüdür. Bütün insanlar biyolojik olarak dil öğrenme ve
konuşma yeteneğine sahip olarak doğarlar. Ancak
öğrenilecek dil- ana dili- ve davranış biçimlerimiz kültür
tarafından belirlenir.
Her dil, içinde bulunduğu kültüre göre farklı kavramlara,
isimlere ve anlam sistemine sahip olur. Dil, isim, fiil
kipleri ve zaman çekimiyle doğada mevcut olmayan bir
toplumsal anlamlandırma sistemi yaratır; kendi anlam
sistemi içinde nesneleri, olayları, durumları farklı farklı
isimlendirir ve aynı dili kullananlar arasında bir mutabakat
yaratır. Dolayısıyla dünya üzerinde yüzlerce farklı dil ve
anlam sistemi mevcuttur.
Bütün dillerin gelişme süreci üzerinde, içinde bulunulan
coğrafya, çevresel ve kültürel değer ve ilişkiler, yaşam
biçimi ve tarihsel süreçler etkilidir ve dil bir uyarlanma
ürünü olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla hiçbir dil, bir
diğerinden gelişmiş, ilkel ya da basit değildir.
Konuşma dilinin sesler ve gramer olarak iki ana unsuru
vardır ve ancak bunların birlikteliği anlamlı bir bütünlük
oluşturur. Dilin sesleri sesbilim (fonoloji) tarafından
incelenirken; basit seslerin anlamlı birimler oluşturacak
biçimde örgütlenmesiyle biçim bilim (morfoloji) ve
sözcüklerin anlamlı bir bütün oluşturmak üzere bir araya
gelmesiyle de sözdizimi (sentaks) ilgilenmektedir. Biçim
ve sözdizimi gramerin iki temel boyutunu oluşturmaktadır.
Dillerin Çeşitliliği
Konuşma dilinin nasıl geliştiği konusundaki temel
tartışma Neandertal insanı ile Homo sapiens üzerinden
devam etmektedir. Ancak genel kabul gören görüş, Homo
sapiens’in Üst Paleolitik dönemde, yaklaşık 40 bin yıl
önce, Afrika’dan çıkışı ve bütün kıtalara yayılışıyla
dillerin çeşitlendiği yolundadır.
Bu dönemde iki temel dil öebeğinin ortaya çıktığı öne
sürülmektedir: Bunlardan birincisi, Fince, Lap dili,
Macarca ve Estonca gibi diller tarafından temsil edilen
Proto-Ural dil kuramıdır. İkinci kök dil kuramı ise, Bask-
Kafkas dillerinin kökenine gönderme yapmaktadır. Bu iki
kök dilin birliğinin, günümüzden yaklaşık 20- 25 bin yıl
önceki Akdeniz dil katmanını ortaya çıkardığı öne
sürülmektedir. Ancak dildeki temel yayılma, Neolitik
çağda tarıma geçiş ve göçlerle birlikte gerçekleşmiş,
anayurdu Anadolu olan Hint- Avrupa dilleri, Anadolu’nun
tarımcı toplumlarının göçüyle birlikte Avrupa ve
Hindistan’a yayılmıştır.
Dillerin gelişimi ve yayılımında coğrafi, ekolojik koşullar
ve diğer kültürlerle etkileşim son derece önemlidir.
Coğrafi engeller ve izolasyonun olduğu sahalarda kültürel
etkileşimin zorluğundan kaynaklı olarak çok sayıda farklı
dil ve lehçe konuşulmaktadır. Ayrıca bugün konuşan hiç
kimsenin kalmadığı, aynı zamana bir kültür kaybı olarak
da ifade edilebilecek olan ölü diller de bulunmaktadır.
Ancak ölü dillerden bazıları geride yazı bıraktıkları için-
Eski Mezopotamya dilleri, bazı Anadolu ve Eski Akdeniz
dilleri, Latince gibi- üzerinde çalışılabilen diller sınıfına
girmektedirler.
Peki binlerce dil ve lehçeden oluşan bu çeşitlilik nasıl
sınıflandırılmaktadır? Burada, iki ayrı dilsel varlığın aynı
dile ait sayılması için gerekli olan yüzde 70 anlaşabilirlik
yani, karşılıklı anlaşabilirlik ölçütü kullanılmaktadır.
İkinci bir ölçüt olarak, anlam düzeyi esas alınmaktadır. İki
dilde de aynı sözcükler mevcut olabilir, ancak karşılık
geldikleri anlamlar farklı olabilir. Bu durum kültürle
yakından alakalıdır. Üçüncü ölçüt ise, dil varlıklarının ayrı
bir edebi dil olarak gelişmeleri durumunda onların ayrı
birer dil olarak tanınması gereğini varsayar.
Dillerin kendi içerisinde de farklılıklar mevcuttur. Bu
farklılıklar, sözcüklerin seslendirmesinde kullanılan fonem
ve vurguların farkından kaynaklanmaktadır. Aynı dil
grubu içerisindeki insanların birbirini anladığı bu dil
gruplarına lehçe (dialect) denilmektedir. Dil içi
farklılaşmaların etnik gruplarla veya toplumsal konumla
ilişkili olarak ortaya çıktığı kullanımlar ise ağız olarak
adlandırılmaktadır. Bireylerin kendi özel eğilimleri
doğrultusunda kendilerine özgü oluşturdukları konuşma
üslubu ise, kişisel ağız (idiolect) olarak ifade edilmektedir.
İnsanların farklı coğrafyalara yerleşmeleri, göçler, siyasi
ve kültürel ilişkiler, köke doğru gittikçe tek bir ata dile
ulaşan dil akrabalıkları, büyük dil ailelerini oluşturmuştur.
Buna göre başlıca dil aileleri şunlardır:
• Altay Dilleri
• Ural Dilleri
• Çin- Tibet Dilleri
• Güneydoğu Asya Dilleri
• Malezya- Polinezya Dilleri
• Papua Dilleri
• Avustralya Dilleri
• Andaman Dilleri
• Dravidi Dilleri
• Kafkas Dilleri
• İber ve Bask Dilleri
• Hint- Avrupa Dilleri
• Hami- Sami Dilleri
• Hoin- San Dilleri
• İnuit (Eskimo)- Aleut Dilleri
• Amerika Dilleri
Türkçe, Altay dilleri arasında yer almaktadır. Dünyadaki
en yaygın dil grubu olarak ise Hint- Avrupa dilleri
karşımıza çıkmaktadır (S: 234, Harita 10.1).
Bir kültür çevresinden bir diğerine geçiş, göç eden
toplulukları yeni çevrenin egemen dilinin etkisi altına alır.
Yeni çevrenin kültürüne, coğrafyasına, yaşam biçimine
ilişkin pek çok sözcük ana dile girdiği gibi, egemen dil de
bu dilden etkilenir. Bu süreç dil kültürleşmesi olarak ifade
edilmektedir.
Çok sayıda farklı dilin konuşulduğu coğrafyalarda bütün
toplulukların anlaşmak üzere kullandıkları ortak dili ifade
eden ve o coğrafyanın dillerinden biri olan lingua franca,
iktisaden veya siyaseten güçlü bir toplumun dili olduğu
için baskın olan ve ön plana çıkan dili ifade etmektedir.
Aynı şekilde sömürgecilik de dillerin yayılmasında önemli
bir etkendir. İngilizce, Fransızca, İspanyolca, Portekizce
gibi sömürgecilik etkisiyle yaygınlaşan diller,
sömürgecilik sonrası ulus-devletleşme sürecinde çok dilli
toplumlarda anlaşma sağlanmak üzere lingua franca ilan
edilmişlerdir.
Sömürgeleştirmenin etkisiyle, belirli bir dil alanına giren
yabancı bir dilin, basitleştirilmiş bir gramer ve söz
varlığıyla o dil alanında kullanılan biçimine pidgin dil
denilmektedir. Bu diller, Batılıların farklı coğrafyaları
kolonileştirmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Bir pidgin
dilin yerli bir dil haline gelmiş biçimine ise kreol dil
denilmektedir.
Kendiliğinden gerçekleşen dil değişikliklerinin yanı sıra
planlı dil değişiklikleri de söz konusudur. Bu
değişikliklerden birisi ölü dillerin canlandırılmasıdır.
Yeni kurulan bazı ulus-devletler ölü bir dili canlandırarak
ya da sentetik bir dil yaratarak yeni bir ulus devlet dili
meydana getirmektedirler. İsrail’in ölü bir dil olan
İbranca’yı yeniden canlandırarak resmi dil haline
getirmesi bunun örneğidir. Bir diğer planlı değişiklik ise;
dilde sadeleşme hareketleri ve ulusal bir dil
yaratılmasıdır. Bu ise, bilinçli siyasal çaba ve çalışmalarla
nüfus içindeki dilsel farklılıkları ortadan kaldırmak ve
ulusal birliği sağlamak amacıyla mevcut dillerden birinin
öne çıkarılarak resmi dil ilan edilmesi ve diğer dillerin
varlığının tehdit edilmesi sürecini ifade eder.
18.yüzyılın sonundan itibaren Avrupa’daki milliyetçihalkçı
hareketler sonucunda ortaya çıkan ulusal dil
yaratma çabaları söz konusudur. Türkiye’de de
Tanzimat’la beraber dönemin seçkin dili olan
Osmanlıca’ya karşı sadeleştirme harekâtı başlatılmış ve
Türk Dil Kurumu kurulmuştur.
Dil üzerinde etkide bulunan bir diğer faktör de; bilginin ve
teknolojik yeniliklerin dünya çapında hızla yayıldığı
endüstri toplumudur. Kitle iletişim araçları ve bunların
küresel düzeydeki etkilerinin ortaya çıkardığı yeni dil,
yerli diller üzerinde büyük bir etki yaratmış ve genelde
İngilizce olan tüketim, moda, reklam ve teknoloji odaklı
bu yeni dilin kavramları İngilizce’yi bir dünya dili haline
getirmiştir. Eğitim sisteminde de etkilerini gösteren bu
süreç bilginin yayılması ve paylaşılmasında bir avantaj
olmakla beraber yerel dillerin gerilemesine, dilin özgün
kültürel özelliklerinin yitirilmesine ve belirli merkezlerin
bilgi üzerindeki egemenliğinin pekişmesine yol açmıştır.
İletişim Süreçleri ve İletişim Ortamları
İletişim, göndericiyle alıcı arasındaki bilgi alışverişidir. En
yaygın iletişim biçimi konuşma olmakla birlikte, iletişim
sesle, dansla, şarkıyla, şiirle, simgeyle, görüntü ve kokuyla
da kurulabilmektedir. Bu iletişim araçlarının tümüne işaret
denir ve iletişim bu işaretlerin kodlarının anlamlarının
çözülmesiyle sağlanır. Bu durum, işaretler üzerinde bir
anlaşma gereğini ortaya çıkarır, zira sadece iki kişinin
anlayacağı özel işaretlerin yanı sıra daha büyük toplumsal
gruplar tarafından paylaşılan işaretler de söz konusudur.
Genel olarak iletişim için gerekli işaretlerin bilgisine
kültürleme sürecinde ulaşmak mümkünken, daha özel
iletişim türleri özel bir eğitimi gerekli kılmaktadır.
Bütün canlı türlerinin hayatını sürdürebilmek için
iletişime ihtiyacı olmakla beraber, insanlar gibi bazı tür
canlılar daha karmaşık bir iletişim sistemi içinde yaşarlar.
Bireyin toplum içerisinde sahip olduğu ve hayati önem
taşıyan ebeveynlik, cinsellik, rekabet, savunma, saldırı
gibi eşgüdüm ve anlaşma gerektiren rolleri iletişimi
oldukça önemli kılmaktadır. İçgüdülerin yanı sıra öğrenme
süreci toplumsal koşullara uyum açısından bireye esneklik
sağlamaktadır. İnsanlarda, en esnek iletişim sistemleri
olarak simgeler aracılığıyla iletişim yaygındır.
Her türlü nesne, renk, hareket, hatta sessizliği içeren
kodlar olan işaretler, hayvanların çoğunda genetik kodlar
aracılığıyla biyolojik olarak belirlenmiş olup, öğrenilerek
aktarma çok az düzeydedir. Ancak insanlarda iletişim
tamamen, kültüre bağlı, göreli ve keyfi olarak belirlenmiş,
işaretlere yani simgelere dayalıdır. Bayrak, trafik
işaretleri, korna, selamlaşmak, bunları her biri kültürün
anlamlarını daha önceden bireylere öğretmiş olduğu
simgelerdir. Kültürel olduğu için de aynı simgeler farklı
kültürlerde farklı anlamlara gelebilmektedir (S:238, Resim
10.2).
Simgeler ve işaretlerin yanı sıra beden dili, yazı dili, işaret
dili gibi farklı iletişim türleri de söz konusudur. Jest ve
mimikler, ses tonu, vurgu gibi konuşmayı aşan davranış ve
tavırlar iletişimsel bir değer taşımaktadır. Son yıllarda
araştırmaların üzerinde durduğu beden dili
(kinesics),evrensel işaretlerin yanı sıra yerel işaretler de
taşımaktadır. Ayrıca birtakım bedensel hareketler ve
davranışlar farklı kültürlerde farklı anlamlar ifade
edebilmektedir. İçinde bulunulan ortam, iletişime
geçilecek kişilerin özellikleri beden diliyle geçilen iletişim
üzerinde etkili olur. Buna etkileşim geometrisi
denilmektedir. Ayrıca beden üzerindeki tasarruflar daSOS203U-

giyim kuşam gibi- toplumsal etkileşimi yönlendirici bir
etkiye sahiptir.
Konuşma dilinin yazılı işaretlere dökülmüş ve
standartlaşmış haline de yazı dili denilmektedir. Yazı
dilindeki işaret sistemine alfabe denir. Sesleri temsil eden
işaretlerden kurulu alfabelere fonetik alfabe (Latin, Arap,
Kiril), resimlere dayalı alfabelere piktografik alfabe(Mısır
resim yazısı) ve kavramları temsil eden işaretlerle kurulu
alfabelere de idiyografik alfabe(Çin yazısı) adı verilir.
Her dil, yazılı değildir. Yazı, devletli toplumların
kurulmasıyla icat edilmiş, kayıt altına alma ihtiyacıyla
ortaya çıkmıştır. Bu anlamda mühürler yazı dilinin ilk
işaretleri sayılır. Bunun yanı sıra yazı dilinin konuşma
dilinden farklı olarak birtakım standartları, konuşma
lehçelerini, ağızları ihmal eden ortak bir üslubu, imlası da
söz konusudur.
İnsanların konuşma ve işitme yoluyla iletişim
kuramadıkları durumlar için geliştirdikleri bir diğer
iletişim türü, işaret dilidir. Özellikle işitme engelliler için
yaratılan ve el hareketlerini esas alan bu dil, yapay ve özel
bir dildir, ancak tüm diğer iletişim biçimleri gibi işaret dili
de kültüre özgü farklılıklar taşımaktadır. Bununla birlikte,
elektriksel iletimlere dayanan mors alfabesi, ıslığın kısa,
uzun veya nağmeli çıkarılmasına dayanan ıslık dili gibi
birden fazla işaret dilinden söz etmek de mümkündür.
Dil ve Kültür
Dil ve kültür birbiriyle oldukça yakın bir ilişki içindedir,
bu sebeple dili anlamadan kültürü, kültürü anlamadan dili
anlamak mümkün değildir. Ancak gerek dil gerek kültür
birbirlerinin dışında başka unsurlardan da etkilenmektedir.
Bu sebeple benzer ya da aynı dili kullanan, ancak kültürel
olarak farklılaşmış toplumlara rastlanabilmekle birlikte,
kültürel olarak benzeşen ancak dilsel olarak farklı olan
toplumlar da söz konusudur.
Kültür ve dil arasında çift yönlü bir belirleyicilik
mevcuttur. Her kültür, içinde bulunduğu temel çevresel ve
toplumsal özelliklerin ortaya çıkardığı bir söz varlığına
sahiptir. Her dilin bir soyutlama ve kavram yaratma
özelliği olmakla birlikte diğer dillerle temasa geçme ve
kültürel, ekolojik, coğrafi çeşitlilik söz varlığını daha da
zenginleştirmektedir. Bunun yanı sıra dil de dünyayı
kavrayışımızın temelini oluşturur. Dilimiz olanaklarında
dünyayı kavrar ve yorumlarız; akrabalık terimleri, dünyayı
kavrayışımızda dilin etkisini ortaya koymaktadır. Sapir-
Whorf kuramı, dilin kültür, dünya görüşü üzerindeki
etkisini aynı ismi taşıyan dil bilimciler tarafından ortaya
konmuştur. Bu kurama göre dilin yapısı, düşüncenin
yapısını da belirlemektedir. İnsanlar dil üzerinden dünyayı
algıladıkları için, farklı dilleri konuşanların farklı düşünce
dünyaları vardır.
Cevapla
  • Benzer Konular
    Cevaplar
    Görüntü
    Son mesaj
  • Bilgi
  • Kimler çevrimiçi

    Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 19 misafir