İktisat ders notları

Cevapla
mehmet
Mesajlar: 11
Kayıt: 12 Eki 2016 16:12
İletişim:

15 Eki 2016 23:26

BÖLÜM – 1

MAKRO İKTİSADIN TEMELLERİ

Bilindiği üzere makro iktisat ekonomiyi bir bütün olarak inceleyen bölümüdür. Makro iktisat alanında ilk eser İskoçyalı iktisatçı David Hume’a aittir. David Hume ‘Ticaret Dengesi Üzerine’ isimli eserinde Merkantilistlere karşı gelmiştir. Merkantilistler 1450 – 1750 yılları arasında hüküm sürmüş, İngiltere’de kraliçe 2. Elizabeth döneminde Colbert ve Robert Cantillion tarafından ortaya atılmıştır. Merkantilistlere göre bir ülkenin zenginliği, sahip olduğu altın ve gümüş madenlerine bağlıdır. Eğer bir ülke ne kadar çok değerli madene sahipse o kadar çok savaşlarda güçlüdür. Bunun için ihracat yapılacak (makine ihracatı hariç) ithalat yapılmayacaktır (hammadde ithali hariç). Nüfus teşvik edilecek, ticaret filoları geliştirilecektir. David Hume’a göre ise bir ülkede altın ve gümüş stoklarındaki artış malların fiyatını artıracaktır. Nasıl ekonomide mal fazlalığı var ise malların fiyatları bu fazlalıktan ötürü düşüyorsa para fazlalığı olduğu zaman da paranın değeri düşer. Paranın değerinin düşmesi malların fiyatlarının yükselmesi demektir. Böylece ülke içi fiyatlar dış ülke fiyatlarına göre pahalı hale gelecek, ihracat azalırken ithalat artmaya başlayacak ve böylece dış ödemeler dengesinde açık oluşacaktır. Bu açığı finanse etmek için ise dışarıya altın ve gümüş çıkışı olacaktır.

Aslında J. M. Keynes’e (1883 – 1946) kadar mikro iktisat ile makro iktisat arasında kesin bir ayrım yapılmamıştır. Makro iktisadın bir dal olarak gelişmeye başlaması I. Dünya Savaşı sonrası Rus kökenli ABD’li iktisatçı Simon Kuznets’e dayanır. Kuznets özellikle istatistiksel araştırmalar yaparak iktisadi dalgalanmalar üzerinde durmuştur.

Makro iktisat çağdaş anlamda Keynes’le başlar. 1929 Buhranı makro iktisadın temelini oluşturmuştur. 1929 Buhranı’nın bir takım sebepleri vardır.

ABD’nin kreditör konumunda olması 2. Bankaların kötü yapılanması 3. Holdinglerin tekelleşmesi

Buhran’a kadar ekonominin kendiliğinden dengeye geleceği klasik iktisatçılar tarafından belirtilmişti. Ancak 1929 Buhran’ıyla kriz daha da derinleşmiş ve yüksek işsizliğin oluştuğu görülmüştür. Devlet müdahalesi gündeme gelmiştir. Keynes 1936 yılında ‘İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi’ adlı kitabını yazmasına rağmen görüşleri II. Dünya Savaşı sonrası 1950 – 1970 yılları arasında yoğun taraftar bulmuş kısaca altın çağını yaşamıştır

KLASİK YAKLAŞIM

Klasik iktisadın kökenleri 1770’lere dayanır. Klasik nitelemesini ilk Keynes yapmıştır. Adam Smith, J. B. Say, D. Ricardo, J. S. Mill, T. Maltus, A. C. Pigou gibi klasik iktisatçılar 1770’lerden 1930’lara kadar 150 yılı aşkın sürede yayınladıkları eserlerde ücretlerin ve fiyatların esnek olduğunu ve ekonomide rekabetçi piyasaların var olduğunu ileri sürerek tam istihdam denge düzeyini savunmuşlardır.

İktisadi düşünce anlayışı olan Merkantilizme tepki olarak ortaya çıkmıştır.

Merkantilizm, ülkeleri ihracatı özendirmek ve ithalatı kısıtlamak suretiyle dış ticaret yoluyla altın ve gümüş stokunu artırmak biçiminde bir politikaya yönlendirmiştir. Bu şekilde bir dış ticaret politikası, devlet müdahalesini de beraberinde getirmiştir. Klasikler, merkantilistlerin aksine ulusların zenginliğinin reel faktörlere bağlı olduğunu ve kapitalizmin geliştirilmesi için serbest piyasa ekonomisinin en uygun araç olduğunu savunmuşlardır. Ayrıca, dış ticarette uzmanlaşma ve iş bölümüne göre (mutlak üstünlük teorisi) her iki ülke de kazançlı çıkacaktır. Paranın ekonomideki rolü pek azdır, ekonominin büyümesi üretim faktörleri stokunun büyümesine ve teknolojik gelişmeye bağlıdır. Paranın kendiliğinden bir değeri yoktur; para ancak mal ve hizmetlerin mübadelesinde bir araç olarak önemlidir. Merkantilistler, parayı toplam talebi etkileyen önemli bir faktör olarak görürlerken, klasikler her arzın kendi talebini yaratacağını savunarak paranın kısa dönemde bile toplam talep miktarı açısından pek bir öneminin olmayacağını yani istihdam düzeyinin devlet müdahalesini gerektirir bir sorun oluşturmayacağını iddia etmişlerdir.

A) Klasik İktisadın Varsayımları

a) Ekonomik birimler rasyonel, yani homo – economicus davranırlar.

b) Tüm mal ve faktör piyasalarında tam rekabet koşulları geçerlidir.

c) Ekonomi tam istihdamı kendiliğinden sağlar.

d) İnsanlar için para aldanımı söz konusu değildir. Alıcılar ve satıcılar nisbi fiyatlardaki değişmeye göre davranırlar, para aldanımı olayına kapılmazlar. Eğer insanların parasal ücretleri enflasyon kadar arttırılmasına rağmen kendilerinin daha yüksek refah düzeyine ulaştıklarına inanıyorlarsa burada para aldanımı söz konusudur.

e) Ekonomide devletin rolü minimum düzeyde olmalıdır. Klasik ekonomistlere göre, ekonomide geçici bir dengesizlik hali ortaya çıktığında, kamu harcamaları ve vergiler gibi maliye politikası araçları değil, para politikası araçları kullanılmalıdır. Çünkü örneğin, kamu harcamalarının artırılması, para arzının artırılması demektir. Onlara göre, kamu harcamaları, eğer, para arzı artırılmadan, vergilerin artırılması veya devletin halktan borçlanması yoluyla finanse edilirse, bu durumda, kişilerin harcamaları azalacak ve bu fonlar devlet eliyle harcanmış olacaktır. Bu durumda, ekonomi açısından düşünülecek olursa harcanan miktar değişmemekte yalnızca harcayan taraf devlet olmaktadır. Kamu harcamalarındaki artışın ekonomide gerçek bir talep artışına neden olabilmesi için, bu artışın para arzının artırılması yoluyla finanse edilmesi gerekmektedir. Kamu harcamalarının karşılanması için para arzının artırılması olayı ise bir para politikası olayıdır. Kamu harcamalarının artırılması bir yandan da fiyatların artması anlamına gelecektir.

Kaynaklar zaten optimum kullanıldığı için kamu gelir ve harcamalarının bir ekonomide kişi ve firmalar tarafından alınan ekonomik kararları etkilememesi gerekir. Buna tarafsız maliye denir.

f) Emek değer teorisine dayanır. İşçi sınıfının önemsizleştiği iddiası, işçi sınıfına yönelik en büyük ideolojik saldırılardan biridir. İşçi sınıfı olmasaydı, bugünkü zenginliklerin ve bu arada zenginlerin hiçbiri olmazdı. İşçi sınıfı olmasaydı, sermaye ve sermaye sahipleri de olamazdı. Emek-değer teorisi, bunun neden böyle olduğunu anlatır...

Emek-değer teorisinin ne olduğunu anlamak için önce "meta" üzerinde durmak gerekiyor. Meta, karşılığında başka maddi ürün ya da hizmetler (veya para) elde etmek için üretilen maddi ürün ya da hizmetlerin genel adıdır. Evimizin bahçesinde yetiştirip yediğimiz domates, bir meta değildir. Benzer şekilde, kendi evimizi kendimiz temizliyorsak, burada ürettiğimiz "hizmet" de bir meta değildir. Buna karşın, pazardan aldığımız domates ya da bir temizlik şirketinin sunduğu ev temizleme hizmeti birer metadır. A. Smith ve D. Ricardo tarafından önemi belirtilen emek değer teorisine göre önemli olan faktör emektir. Toprak Tanrı vergisidir. Makineyi yapan ise emektir. Emek ne kadar çoksa maliyetler de o kadar çok, emek ne kadar azsa maliyetler de o kadar azdır.

g) Denk bütçe esastır. Bütçe fazlası kaynakların atıl olmasını sağlarken bütçe açığı ise borçlanmayla finanse edildiğinde özel sektöre rakip olunacağı anlamına gelir. Bu yüzden bütçe küçük ve denk olmalıdır.

B) Klasik Modelde Para ve Toplam Talep

Klasik iktisatçılar parayı bir peçe olarak görmektedirler; yani paranın mübadele ilişkilerini kolaylaştırmak dışında bir rolü olmadığını ve reel değişkenler üzerinde bir etki yapmadığını varsaymaktadırlar. Paranın bu şekilde reel değişkenler üzerinde etkisi olmaması durumuna paranın yansızlığı ya da nötrlüğü denir. Reel değişkenlerin para arzından bağımsız olarak belirlenmesi de klasik dikotomi olarak adlandırılmaktadır. Klasik iktisadın para arzıyla fiyat düzeyini ilişkilendiren yaklaşımı Irving Fisher tarafından geliştirilen paranın miktar teorisidir. Miktar teorisi, değişim denklemini kullanmaktadır. Özdeşliğin sağ tarafı nominal milli hasılayı verir.

M . V = P . Y

(V) paranın dolaşım hızı olarak adlandırılır. Klasik iktisatçılarca sabit kabul edilir. Para miktarı hangi oranda artarsa fiyat düzeyi de aynı oranda artacaktır. Fiyat seviyesinin değişmesi reel ücretleri değiştirmeyecektir. Çünkü klasik iktisatçılara göre ekonomik birim rasyonel olduğu için para aldanımı söz konusu değildir. Dolayısıyla nominal ücretinin yükseltilmesini isteyecek bu da reel ücretini yani satın alma gücünü değiştirmeyecektir.

M . V = P . Y

(V) paranın dolaşım hızı olarak adlandırılır. Klasik iktisatçılarca sabit kabul edilir.

Klasik iktisatçılar miktar teorisinden hareketle klasik para talebi teorisini oluşturmuşlardır. Buna göre toplam harcamalar (TS) P ile Y’nin çarpımına eşittir. O halde denklem yenide düzenlenirse M . V = TS olur. Bu noktadan hareketle Md = P x Y / V dir. Paranın dolaşım hızı (V) sabittir. Her taraf P’ye bölünürse Md / P = Y / V olur. Eşitlikte dolaşım hızı sabit kabul edildiği için, reel para talebi sadece reel gelire bağlı olarak belirlenecektir. Fisher’in para talebi eşitliğine göre, para talebi faiz oranlarından etkilenmemektedir.

Paranın miktar teorisi klasik yaklaşımda toplam talep eğrisinin elde edilmesine olanak sağlar. Klasiklere göre paranın dolanım hızı sabittir. Veri bir para miktarı için özdeşliğin geçerli olması demek P ile Y arasında ters yönlü bir ilişkinin olması demektir. Yani M . V bir sabite eşit olduğunda fiyatlar artarsa reel hasıla azalmalı ya da tersi olmalıdır. Aslında değişim denklemi P’ye göre yeniden yazılırsa P = M.V/Y olur. Burada P ile Y arasında negatif ilişki olduğu gözlenebilir. Çünkü M.V sabit olduğunda Y’nin değeri artarsa P düşer. Bu ilişki negatif eğimli toplam talep eğrisinin varlığını açıklar. AD eğrisi hiperbol biçiminde çizilir. Klasik iktisatçılarca V sabit varsayıldığında M’deki değişmeler AD eğrisinin kaymasına neden olur. Örneğin para arzındaki artışlar eğriyi sağa kaydırırken M’deki azalma eğriyi sola kaydırır.

C) Klasik Modelde İşgücü Piyasası
Emek arzıyla emek talebinin kesiştiği noktada denge gerçekleşir. Bu denge noktasında denge ücret belirlenir. Ücret artışı arz fazlalığına neden olur. Arz fazlalığı ücretlerin tekrar eski seviyesine dönmesini sağlar. Denge tam istihdamda sağlanır.

Ekonomi daima tam istihdam düzeyinde varsayıldığı için klasik toplam arz eğrisi tam istihdam ya da doğal GSYİH düzeyinde düşey bir doğrudur. Toplam arz bazı durumlarda sağa ve sola doğru kayabilir. Örneğin ekonomide sermaye stokunun artması ve teknolojik gelişme durumlarında AS sağa kayar. Yine nüfus artışı emek arz eğrisini sağa kaydırdığı için AS’de sağa kayacaktır. Klasik iktisatçılar yastık altı tasarrufların harcamalarda azalmaya neden olacağını kabul etmelerine rağmen bunun işsizliğe yol açacağını kabul etmezler. Çünkü ücret ve fiyat esnekliği sayesinde toplam harcamalardaki herhangi bir yetersizlik giderilecek ve tam istihdam sağlanabilecektir. Esnek ücret ve fiyatların varlığı toplam arz eğrisinin düşey olduğunu açıklar. Ekonominin kendi iç mekanizmaları yoluyla tam istihdamı sağlama yeteneği klasik iktisatçıların bırakınız yapsınlar ya da müdahale etmeyen hükümet politikalarını onaylamalarının altında yatan neden olmuştur.
SAY YASASI

Klasik iktisatçılar tam istihdam konusundaki görüşlerini Say Yasası olarak bilinen bir ilke üzerine inşa etmişlerdir. Bu kuramda, bir piyasa ekonomisinin daima tam istihdama neden yöneldiği açıklanır. Say Yasası’na göre her arz kendi talebini yaratır. Yani, ekonomide bir şey üretildiğinde karşılığında gelir elde edilir. Bu gelir mal ve hizmet alımları için kullanılır. Say Yasası’na göre belirli malların arzı aslında diğer mallar için taleptir. Çünkü insanlar diğer mallarla değiştirmek istediklerinde kendi kullanımlarından daha fazla mal üretirler. Yani birisi bir şey arz ediyorsa bunu başka bir şey talep ettiği için yapıyordur. Say Yasası’na göre piyasada fazla üretim de söz konusu değildir. Say’a göre belirli piyasalarda bazı mallar için arz fazlalığı ile karşılaşılabilir. Ancak bu arz fazlalığı fiyatların düşmesine ve ekonomide ayarlanma gerçekleşinceye kadar üretimin azalmasına yol açar. Benzer şekilde ekonomide talep fazlalığı var ise fiyatlar yükselebilir. İşte bu esneklik sayesinde ekonomi daima tam istihdama yönelir. Bu açıklamalar basit ekonomiler için anlamlı olur. Ancak gerçek ekonomilerde daha karmaşık durumlar ortaya çıkmaktadır. İnsanlar başkaları için çalıştığında eksik istihdam durumu ortaya çıkabilmektedir. Örneğin insanların elde ettikleri parasal gelirin bir kısmını harcamayıp tasarrufa yönelmeleri durumunda, cari dönemde üretilen mallara yönelik talep yetersizliği ortaya çıkmaz mı? Bu da işsizliğe yol açmaz mı? Klasik iktisatçılar Say Yasası’nın açıklayamadığı bu sorunlara yanıt olarak faiz teorisini kullanmışlardır. Eğer hane halkları kazançlarının belli bir oranını tasarrufa ayırmaya karar verirse firmalar tarafından yaratılan gelirin tümü harcama biçiminde geri dönmeyecektir. Böylece mal ve hizmetler için talep arzdan daha düşük olacaktır, yani bazı ürünler satılmayacaktır. Böylece işsizlik ortaya çıkacaktır. Ancak klasik iktisatçılar tasarrufu bir sorun olarak görmemişlerdir. Tasarruf harcamalarda azalmaya yol açmaz. Çünkü firmalar tasarruf edilen tüm parayı yatırım için ödünç alırlar. Klasik modelde faiz oranları ödünç verilebilir fon arzı (tasarruflar) ve talebi (yatırımlar) tarafından belirlenir. Klasik iktisatçılara göre faiz bugünkü tüketimden vazgeçmenin bedelidir. Faiz oranının yükselmesi durumunda bireyler daha fazla tasarrufa yönelecek, yani gelecekteki daha fazla tüketimi tercih edecektir. Aynı şekilde faiz oranı düşerse tasarruf miktarı da azalacaktır. Bu durumda tasarruf faiz oranının doğrusal bir fonksiyonudur.

Firmalar bir yatırımdan bekledikleri getiri bu yatırımın maliyetini aştığı müddetçe yatırım yaparlar. Yatırımın maliyeti ise faiz oranına bağlıdır. Ancak yatırımın faiz oranıyla ilişkisi ters yönlüdür.

Ödünç verilebilir fonlar teorisi olarak da adlandırılan klasik faiz teorisinde, ödünç verilebilir fonların arzının yani tasarrufların ödünç verilebilir fonlar talebine yani yatırımlara eşit olduğu noktada ödünç verilebilir fon piyasası dengededir. Bu denge E1 noktasının gösterdiği noktadır. Eğer hane halkları yatırımcıların ödünç olarak kullanacağından daha fazla tasarruf etmek isterlerse daha yüksek bir faiz oranında fonlardaki fazlalık faiz oranını aşağı çekecektir. Faiz oranındaki düşüş yatırımı teşvik ederken tasarrufların azalmasına neden olur. Denge faiz oranında yatırıma yönelmemiş tasarruf kalmaz. Bu durumda firmalar tüm çıktılarını ya tüketicilere ya da yatırımcılara satmış olur ve böylelikle tam istihdam sağlanmış olur.

KEYNESYEN YAKLAŞIM

Talep yanlı iktisadın doğuşu olarak da olarak da nitelendirilen Keynesyen Devrim, büyük buhran sonucunda (1929) dünya çok derin bir çöküntü içine girmeye başladı. Klasik görüş gereği devlet ekonomiye müdahale etmedi. Sorun Keynes’in tabiriyle deflasyonist açık idi. Yani ekonominin aşırı derecede şişmesi ve sonrasında oluşan güvensizlik ortamı talebi büyük oranda azalttı. Bunun sonucunda toplam talep toplam arzı karşılayamaz hale geldi ve stoklar artıp mallar elde kaldı. Bu da klasiklerin ‘bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ yaklaşımının etkisinin azalmasına yol açtı. Devletin ekonomiye müdahale etmesi gerektiği görüşü yaygın bir şekilde savunulmaya başlandı.

Keynesyen yaklaşım, esas itibariyle deflasyonist açıkla mücadele etmenin yollarını arayan bir yaklaşımdır. Yani bu yaklaşıma göre söz konusu olan sorun, talebin daralması sonucu stokların artması ve böylece işsizliğin artarak ekonomik bunalımın derinleşmesi sorunudur.

Keynesyen Yaklaşımın Temel Varsayımları:

1) Ekonomi sadece piyasa içinde, yani kendiliğinden tam istihdamı sağlayacak dengeye ulaşamaz.

2) Say yasası geçerli değildir.

3) Marjinal yaklaşım esastır.

4) Ücret, faiz ve fiyatlar genel düzeyi aşağıya doğru esnek değildir.

5) Miktar kuramı, yani paranın yansızlığı söz konusu değildir.

6) Yatırım tasarruf dengesi her zaman söz konusu değildir.

Keynes’in Vardığı Sonuçlar:

1) Ücretler aşağı doğru esnek olmadığından, mal piyasaları oluşabilecek herhangi bir dengesizliği kendiliğinden gideremez. Keynes para illüzyonu kavramını ortaya atarak klasiklere büyük bir darbe vurmuştur.

Para İllüzyonu: Ekonomik birimler, nominal ücretleri düşerse refah seviyeleri düşeceği için bu ücret düşüşünü kabul etmezler. Buna karşın nominal ücretleri aynı kalmak şartıyla fiyatlar yükseldiği zaman bu tepkiyi vermezler. Refah seviyeleri düşmesine karşın tepki verilmemesi olayına para aldanımı denir.

Klasik iktisatçılara göre kişi rasyonel olduğu için para aldanımına kapılmazlar. Keynes’e göre ise işçiler nominal ücretlerine bakarlar ve nominal gelirlerinden taviz vermek istemezler. Bu da fiyat seviyesi arttığı için satın alma gücünün düşmesi anlamına gelir. Böylece toplam talep düşecek ve dolayısıyla işsizlik meydana gelecektir.

2) Keynesyen yaklaşım talebi esas alır. Yani Say Yasası’nın aksine talep arzı belirler. Doğaldır ki bu yaklaşıma göre üretim düzeyini ve istihdamı toplam talep belirleyecektir.

3) Toplam talep parasal genişleme yoluyla artırılamaz. Çünkü Keynes’e göre likidite tuzağı vardır.

4) Keynesyen yaklaşıma göre, faiz oranı, tasarruf arzı ile yatırım talebini eşitleyerek toplam talebin toplam arza eşit olduğu tam istihdam dengesine ulaşmasını sağlayamaz. Çünkü faizler de tıpkı ücretler gibi aşağıya doğru esnek değil, yani katıdır. Likidite tuzağı bu uç durumu açıklar.

5) Keynesyen yaklaşıma göre, gelir düzeyi artarsa, tasarruf oranı da artar. Keynes’in ortaya attığı tasarruf paradoksu ünlüdür. Buna göre bireyin tasarruf etmesi kişinin refahını artırıcı olumlu bir etkiye sahiptir. Ama tüm bireylerin tasarruflarının artması sonucu oluşacak toplam tasarruftaki artış, toplumun cari refahını azaltıcı olumsuz bir etkiye sahiptir.

6) Keynes’e göre ekonomi likidite tuzağında olduğundan, yatırımlar verili faiz haddinde tamamen otonomdur.

7) Keynesyen yaklaşımda toplam talep yetersizse, üretim fazlası sonucu, deflasyonist açık ve işsizlik oluşur. Eğer toplam talep toplam arzdan büyük olursa, talep fazlası sonucu enflasyonist açık ve aşarı istihdam oluşur.

8) Keynes’e göre asıl politika maliye politikasıdır. Keynes’in düşüncelerine göre ekonomide eksik istihdam vardır. Devletin genişletici mali politikalarla ekonomiye müdahale etmesi, yani vergi oranlarını düşürüp, kamu harcamalarını artırması toplam talebi artıracak, bu da toplam arza yansıyacaktır. Böylece istikrarlı bir ekonomik büyüme gerçekleşecektir.

9) Keynesyen yaklaşıma göre spekülatif para talebinin faiz esnekliği sonsuzdur. Keynes insanların üç nedenden ötürü para tuttuğunu savunur. Bunlar; işlem, ihtiyat ve spekülasyon güdüsüdür. İşlem ve ihtiyat güdüleri sonucu talep edilen para gelirin, spekülatif güdü sonucu talep edilen para ise faizin fonksiyonudur.

NEO – KLASİK SENTEZCİ YAKLAŞIM

Bu akımın temeli Hicks – Hansen tarafından geliştirilen IS – LM analizidir. Neo Klasik Keynescilik, üretim ve istihdam düzeyinin ve dalgalanmaların toplam talep tarafından belirlendiğini kabul eder. Dolayısıyla bu iktisatçılara göre, genel teoride öne sürülen tam istihdamın gerçek ücretlerin düzeyinden çok toplam talep düzeyine bağlı olduğu görüşü savunulur.

GENEL DENGESİZLİK YAKLAŞIMI

1960’larda Clower ve Leijonhufvud tarafından geliştirilen yaklaşıma göre, Klasikler ve Keynes arasındaki farkı açıklamak için ücret rijitliği konusuna büyük önem vermişlerdir. Bu yaklaşıma göre Keynes maksimizasyon ilkesine ters düşmektedir. Dolayısıyla ‘Walras Genel Denge’ ilkesinin de reddedilmesi anlamına gelir.

MONETARİST (PARASALCI) YAKLAŞIM

Milton Friedman öncülüğünde ortaya çıkmış, piyasa ekonomisinin işleyişine dayalı ve para arzının önemine dikkat çeken bir yaklaşımdır. Parasalcı yaklaşıma göre ekonomik istikrarsızlık para arzındaki düzensiz dalgalanmalar sonucu oluşur. Yani, kısa dönemde üretim ve fiyat düzeyindeki değişmelerin temel kaynağının para arzındaki değişmeler olduğunu ileri sürer. Paracı görüşe göre uzun dönemde nominal para stoku büyüme hızındaki bir artış enflasyon oranının ve nominal faiz oranının da kendisiyle aynı oranda yükselmesine yol açar. Yine Friedman’a göre Keynesyen politikalar kısa dönemde geçici bir gelir düzeyi artışına ulaşmasını sağlayabilir. Ancak uzun dönemde ortaya çıkacak tek sonuç enflasyondur.

Bu yaklaşıma göre oynaklığı yüksek ekonomik dalgalanmaların nedeni uygulanan yanlış para politikalarıdır. Yalnız Friedman, Sürekli Gelir Hipotezini ortaya atmıştır. Keynes’e göre insanlar harcama kararlarını cari duruma göre verirler, dolayısıyla beklentilerin değişmesi ekonomik trendi devletin müdahalesine gerek duyulacak kadar istikrarsız yapar. Friedman’a göre ise insanların uzun dönemde sürekli bir gelir beklentileri vardır. Dolayısıyla kısa dönem beklentilerindeki değişiklikler ekonomik anlamda çok büyük istikrarsızlıklara yol açmaz, yani ekonomi daha dengeli biçimde büyür.

Yine parasalcı yaklaşıma göre uygulanacak ekonomik politikalar, özellikle para politikaları, işsizlik oranını doğal işsizlik oranının altına düşüremez. Doğal işsizlik oranı yapısal ile friksiyonel işsizliğin toplamıdır. Buna göre parasal genişleme, kısa dönemde toplam talebi artırabilir ve böylece işsizliği azaltabilir. Ancak uzun dönemde doğal işsizliğin altına düşülemeyeceği için tam istihdam gerçekleşmiş olur. Bu da üretim atışına yol açmaz. Dolayısıyla enflasyon ortaya çıkar. Yine bu yaklaşıma göre, yapılan kamu harcamaları boş yere yapılmıştır. Çünkü önemli olan para politikasıdır.

Friedman’a göre dışlama etkisi söz konudur. Örneğin, kamu harcamalarında bir artış yapıldığını ve bu artışın kişi ve firmalardan yapılan borçlanma yoluyla finanse edildiğini varsayalım. Bu takdirde, piyasada ödünç verilebilir fonlara olan talep artacak, buna bağlı olarak faiz oranlarında bir artış meydana gelecektir. Faiz oranlarının yükselmesi ise özel yatırım harcamalarının azalmasına neden olacaktır. Böylece, yani faiz oranında yükselme sonucu özel yatırım harcamalarının azalması nedeniyle kamu harcamalarının artışına bağlı olarak milli gelir düzeyinde meydana gelmesi gereken genişletici etki büyük ölçüde azalacaktır. Monetaristlere göre devletin artan harcamalarını vergilerle finanse ettiği durumda ise, ek vergi gelirleri harcamaların ekonomiye getireceği canlılığı kısmen gidereceği için kamu harcamalarının milli gelir üzerindeki genişletici etkisi genellikle en az düzeyde olacaktır. Kamu harcamalarındaki artışın tamamen para arzının artırılması (merkez bankası) yoluyla finansmanı halinde ise kamu harcamalarının milli gelir üzerindeki genişletici etkisinin en fazla olacağı görüşü monetaristler tarafından da benimsenmektedir. Çünkü para arzındaki artış genellikle faiz oranının düşmesine ve sonuçta özel yatırımların artmasına neden olmaktadır. Ayrıca parasal gelirlerinin arttığını göre gelir sahipleri gelir etkisiyle tüketimlerini artırmaktadırlar. Sonuçta bu etkiler hep birlikte kamu harcamalarının milli gelir üzerindeki genişletici etkisinin en çok olmasına neden olmaktadır.

Monetaristler, sıkı para politikalarını savunurlar. Enflasyonla mücadele esastır. Büyüme oranı ve hedeflenen enflasyona göre düzenli bir para arzı artışı sağlanmalıdır. Böylece stagflâsyonla mücadele edilebilir. Zaten büyük buhranın derinleşmesinin esas nedeni uygulanan yanlış daraltıcı para politikalarıdır.

YENİ KLASİK YAKLAŞIM

Robert Lucas, Thomas Sargent, Robert Barro gibi isimlerin öncülüğünde ortaya çıkmış, daha gelişkin bir açıdan klasik öğretiyi savunan bir yaklaşımdır.

Uyumlu Beklentiler: Kişilerin geçmişteki tecrübelerine dayanarak gelecek hakkında tahmin yapmalarıdır.

Rasyonel Beklentiler: Muth ortaya atmıştır. Kişilerin bugünkü davranışlarını belirleyen temel öğe, gelecek ile ilgili beklentileridir. Kişiler bu beklentilerinde rasyoneldirler. Yani, üretici, tüketici olarak bütün kişiler piyasa göstergelerinin hepsini yakından takip izlerler ve ellerindeki bütün bilgileri kullanarak geleceğe ilişkin beklentilerini biçimlendirirler (geleceği tahmin etmek için ekonomik göstergeler kullanılır, böylece bu tahminlere dayanılarak bugünkü kararlar şekillenir). Bu durumda onlar sistemli değil, sistemli olmayan hatalar yapacaklardır.

Yeni klasik makroekonomi yaklaşımında benimsenen ikinci varsayım ise, aynen klasik yaklaşımda olduğu gibi piyasa temizlenmesi olduğudur. Bir piyasada rekabet tamdır. Bilindiği gibi, böyle bir piyasanın varlığı halinde, ücret ve fiyatların esnek olması nedeniyle, ekonomide her zaman bir denge meydana gelecektir. Rekabet altında denge sağlandığı zaman ise piyasanın temizlenmiş olduğu ifade edilmektedir. Bu bir piyasada, her alıcının cari fiyatlardan istediği her şeyi alabilmesi, bir satıcının ise aynı fiyattan her şeyi satabilmesi anlamındadır.

Yeni klasik iktisatçıların, klasik iktisatçılardan ayrıldığı nokta; klasik ekonomistlerin belirttikleri tam istihdam düzeyi yerine bu ekonomistlerin belirli bir işsizliği doğal diye nitelendirerek ekonominin doğal işsizlik oranı düzeyinde dengeye geleceğini savunmalarıdır. Bütün bunlara göre devletin para ve maliye politikalarıyla piyasaya müdahalesi gereksizdir. Örneğin; bir parasal genişleme politikasının o ekonomideki kişilerce bekleniyor olduğunu varsayalım. Bu durumda kişilerin, rasyonel beklentilere sahip oldukları varsayımı altında para arzının artırılması üretim ve işsizlik üzerinde hiçbir etki yaratmayacak, sadece enflasyonu hızlandıracaktır. Çünkü kişiler ellerindeki tüm bilgileri değerlendirip, bu politikaya karşı gereken davranış biçimini göstereceklerdir. Örneğin, işçi ve işverenler para arzındaki bu artışın enflasyona yol açacağını bilecekler, bu nedenle işçiler nominal ücretlerinin yükseltilmesini isteyecek, işverenler ise yükselen nominal ücret taleplerini kabul edeceklerdir. Çünkü firmalar artan fiyatların gelirlerini artıracağını bilmektedirler. Bu durumda reel ücret değişmeyecek, üretim ve istihdam düzeyi de artmayacaktır. Böylece parasal genişleme politikasının ekonomide fiyatlar genel düzeyini artırmaktan başka bir yararı olmayacaktır.

YENİ KEYNESYEN YAKLAŞIM

Önemli temsilcileri G. Mankiw, M. Parkin, A. Okun vb. Yeni Keynesyenler, makroekonomik açıklamalarda mikro temeller oluşturmaya çalışmışlardır. Yeni Keynesyen Yaklaşım rasyonel beklentiler hipotezi ve NAİRU görüşleri ile Yeni Klasik Yaklaşıma benzetilebilir. Ancak etkin ücret, içerdekiler – dışarıdakiler, örtük zımni sözleşme açıklamaları ile ücretlerin esnek olmadığı yönündeki görüşleriyle Yeni Klasik Yaklaşım’dan ayrılmaktadır.

Etkin Ücret: Ücretlerin işverenler tarafından düşürülmesinin verimliliği düşürmesi.

İçerdekiler – Dışarıdakiler: Herhangi bir kriz nedeniyle işinden çıkartılanlar olabilir ve dışarıdakiler konumuna gelebilir. Kriz geçirildiğinde içerdekiler daha yüksek ücret talep ederek daha çok çalışabileceklerini beyan edebilirler. Böyle bir durumda dışarıdakilerin tekrar işe alınmasını engelleyebilirler.

Sözleşmeler: Ücretlerin esnek olmadığını ifade eden bir başka kavramdır.

REEL KONJONKTÜR YAKLAŞIMI

Bu yaklaşıma göre ekonomik dalgalanmaların nedeni üretkenlikteki geçici şoklardır. Çünkü ekonomik şoklar uygulanan politikalar sonucu oluşmaz, ekonomik şokların gerçek nedeni teknolojik değişmelerdir.

POST KEYNESYEN YAKLAŞIM

Bu yaklaşıma göre toplam talebi kısan daraltıcı politikaların işsizliği artıracağını ve büyümeyi yavaşlatacağını düşünürler. Bu nedenle stagflasyonu önlemenin yolu, gelirler politikasını uygulamaktır.

ARZ YANLI İKTİSAT

Arzın önemini vurgular. Vergi indirimlerinin yatırımı artıracağı, dolayıyla üretimin artacağı işsizliğin azalacağı üzerinde durulur. Bu durum devletin vergi gelirlerini de artıracağı anlamına gelir. Vergi oranları ile vergi gelirleri arasındaki ilişkiyi yansıtan Laffer Eğrisi Analizi Arz Yanlı İktisadın temel analizlerindendir. Laffer Eğrisi dikey eksende vergi gelirinin yatay eksende vergi oranının yer aldığı U şeklindeki grafiktir.

NOMİNAL GAYRİ SAFİ YURTİÇİ HÂSILA

Bir ülkenin sınırları içinde belirli bir yılda üretilen nihai malların ve hizmetlerin, üretildikleri yılın piyasa fiyatları üzerinden değerine nominal GSYİH denir. Örneğin; sadece ekmek ve elma üretilen hayali bir ülke sınırları içinde 2009 yılında 1000 adet ekmek ve 500 kilo elma üretildiği, ekmeğin ve elmanın 2009 yılındaki birim piyasa fiyatlarının da sırasıyla 0,5 TL ve 0,2 TL olduğu kabul edilirse, bu ülkede nominal GSYİH 600 TL’dir.

Nominal GSYİH = (Ekmeğin Piyasa Değeri) + (Elmanın Piyasa Değeri)

= (1000 x 0,5) + (500 x 0,2) = 500 + 100 = 600 TL

GSYİH kavramının anlamı, ülke sınırları içinde, belirli bir yılda, nihai mallar ve piyasa fiyatları üzerinden terimlerinin anlamları belirlenerek daha açık hale gelebilir.

Ülke Sınırları İçinde: GSYİH belirli bir yılda üretilen nihai malların piyasa değerlerini coğrafi sınırlar itibariyle tanımlayan bir kavramdır. Dolayısıyla GSYİH bir ülkede gerek o ülke vatandaşları gerekse diğer ülke vatandaşları tarafından üretilen nihai malların piyasa değerini kapsar.
Belirli Bir Yılda Üretilen: GSYİH tanımından yer alan belirli bir yılda üretilen ifadesi, GSYİH’nin önceki yıllarda üretilen malların piyasa değerini kapsamadığını belirtir. Bu bağlamda 2009 yılı GSYİH’si 2008 yılında üretilen ve 2009 yılında satılan veya 2009 yılında yeniden satılan bir arabanın piyasa değerini kapsamaz.
Nihai Mallar: Başka malların üretiminde girdi olarak kullanılan veya yeniden satılmak için satın alınan mallara ara mallar, başka malların üretiminde girdi olarak kullanılmayan veya satılmak için satın alınmayan mallara da nihai mallar denir. Bu bağlamda GSYİH kavramı, hem ara mallarını hem nihai malları değil, sadece nihai malları kapsar. Ekmeğin tüketiciler tarafından 4 aşamalı bir üretim süreci sonunda satın alındığı kabul edilirse;
ÜRETİM ÜRETİM PİYASA PİYASA KATMA

AŞAMALARI MİKTARI FİYATI DEĞERİ DEĞER

Ara Mallar

Buğday/Çiftçi 100 0,1 10 10

Un/Değirmen 80 0,3 24 14

Ekmek/Fırın 300 0,5 150 126

Nihai Mal

Ekmek/Bakkal 300 0,6 180 30

180
Tablonun incelenmesinden anlaşılacağı gibi, çiftçiler 100 kilo buğday üretmekte ve ürettikleri buğdayı kilosu 0,1 TL’den değirmenlere satmaktadırlar. Dolayısıyla buğdayın piyasa değeri 10 TL’dir. Çiftçilerden 10 TL değerinde 100 kilo buğday satın alan değirmenler, satın aldıkları buğdayı kullanarak 80 kilo un üretmekte ve ürettikleri unu kilosu 0,3 TL’den fırınlara satmaktadırlar. Unun piyasa değeri 24 TL’dir. Değirmenlerden 24 TL değerinde 80 kilo un alan fırınlar, satın aldıkları unu kullanarak 300 adet ekmek üretmekte ve bu 300 adet ekmeği fırından satın alan bakkallar da satın aldıkları ekmeği tanesi 0,6 liradan tüketicilere satmaktadır. Ekmeğin piyasa değeri 180 TL’dir.

Diğer taraftan, mal ve hizmetlerin piyasa değerlerinde üretim sürecinin her aşamasında meydana gelen artışa katma değer denir. Katma değer bir üretim aşamasında yaratılan değeri ifade eder ve tanımı gereği üretim aşamasında üretilen mal ve hizmetlerin piyasa değeri ile bir önceki üretim aşamasında üretilen mal ve hizmetin piyasa değeri arasındaki farka eşittir.

Ele aldığımız bu temsili örnekte, gerek un üretiminde girdi olarak kullanılan buğday gerekse ekmek üretiminde girdi olarak kullanılan un ara maldır. Öte yandan ara mal – nihai mal ayrımındaki tek kriter, malların fiziksel görünümleri değildir. Söz konusu ayrımın arkasındaki ikinci kriter malların nihai kullanım amacıyla mı, yoksa yeniden satılmak amacıyla mı satın alındıklarıdır. Bu nedenle, ele aldığımız temsili örnekte bakkalların tüketicilere yeniden satmak için fırınlardan satın aldıkları ekmek de ara maldır. Buna karşılık, bakkallarda satılan ekmek nihai maldır.

Şimdi bir an için GSYİH’nin hem nihai malların hem de ara mallarının piyasa değerlerini kapsayan bir kavram olduğunu kabul edelim. Bu durumda temsili ülkenin 2009 yılı GSYİH’si 364 TL’ye eşittir. Ancak böyle bir hesaplama, ara mallara ilişkin katma değerlerin çift sayılmasını veya birden çok sayılmasını içerir.

Temsili ülkenin 2009 yılı GSYİH’sini doğru olarak hesaplamak için, ekmek üretim sürecinin her aşamasındaki katma değerleri sadece bir kere saymak gerekir. Böyle bir hesaplama da, üretim sürecinin her aşamasındaki katma değerleri toplamak suretiyle yapılabilir. Temsili ülkenin 2009 yılı GSYİH’sine tekabül eden söz konusu katma değerler ise, katma değer kavramının tanımı gereği, bakkalda satılan ve nihai mal olan ekmeğin piyasa değerine eşittir.

Ekmeğin Perakende Piyasa Değeri = Katma Değerler Toplamı

300 x 0,6 = 180 TL = 10 TL + 14 TL + 126 TL + 30 TL

Piyasa Fiyatları Üzerinden: Üretilen bir mal ve hizmetin piyasa değerini hesaplayabilmek için, o malın ve hizmetin piyasada belli bir fiyattan sayılması – üreticisine piyasada belli bir gelir sağlaması gerekir. Oysa ev kadınları tarafından üretilen hizmetler ile ailelerin kendi kullanımları için ürettikleri mallar piyasada satılmaz – üreticisine piyasada belli bir gelir sağlamaz. GSYİH, üretilen fakat piyasada satılmayan bu gibi malların ve hizmetlerin içerdikleri değerleri kapsamaz. Bunun en önemli istisnası hükümet tarafından üretilen fakat piyasada satılmayan eğitim, güvenlik ve milli savunma gibi hizmetlerdir. GSYİH bu hizmetlerin değerini, bu hizmetlere atfedilen değer üzerinden kapsar. Atfedilen değer hesaplanırken bu hizmetlerin üretimi için yapılan harcamalar baz alınır. Maliyetler dikkate alınır. Diğer taraftan, bazı malların ve hizmetlerin üretimi ve satışı kanunlarla yasaklanmıştır. Ancak uyuşturucu ticareti gibi mallar ve hizmetler üretilirler ve piyasada satılırlar. GSYİH, kanun dışı malların ve hizmetlerin piyasa değerini de kapsamaz.
REEL GAYRİ SAFİ YURTİÇİ HÂSILA

Bir ülkenin sınırları içinde belli bir yılda üretilen nihai malların temel bir yılın piyasa fiyatları üzerinden değerine denir. Sabit fiyatlarla GSYİH diye de nitelendirilir.

2004 2005 2006

Miktar Fiyat Miktar Fiyat Miktar Fiyat

Ekmek 800 0,4 TL 900 0,5 TL 1.000 0,6 TL

Elma 50 1 TL 80 1,5 TL 100 2 TL

Nominal

GSYİH 370 TL 570 TL 800 TL

Reel

GSYİH 370 TL 440 TL 500 TL

2004 yılında 800 adet ekmek ve 50 kilo elmanın üretildiği ve bu malların cari yıl piyasa fiyatlarının 0,4 TL ve 1 TL olduğu hayali ülkede, 2004 yılı nominal GSYİH’si 370 TL’dir. (800 x 0,4) + (50 x 1) = 370 TL. 2004 yılına kıyasla hem üretilen ekmek ve elma miktarlarının hem bu malların piyasa fiyatlarının artmış olduğu 2005 yılında ise nominal GSYİH 570 TL’ye yükselmiştir. Benzer biçimde nominal GSYİH 2006 yılında 800 TL düzeyine yükselmiştir. Buna karşılık, 2004 yılı temel yıl alınarak hesaplanan reel GSYİH, 2005 ve 2006 yıllarında sırasıyla 440 TL ve 500 TL’dir. (900 x 0,4) + (80x1) = 440 TL, (1000 x 0,4) + (100 x 1) = 500 TL.

Mal ve hizmetlerin değerini üretimin yapıldığı yılın (cari yılın) fiyatları yerine, temel bir yılın fiyatları üzerinden ifade eden reel GSYİH, nominal GSYİH’nin tersine, cari yıl piyasa fiyatlarında zaman içinde meydana gelen değişmelerin üretilen malların ve hizmetlerin piyasa değeri üzerindeki etkisini bertaraf eden bir kavramdır. Dolayısıyla nominal GSYİH’nin tersine reel GSYİH, bir ülkenin sınırları içinde bir yılda üretilen malların miktarında zaman içinde meydana gelen değişmeleri yansıtan bir büyüklüktür. Bu yüzden reel GSYİH hâsıla – çıktı – üretim diye de nitelendirilir.

Diğer taraftan belli bir zaman aralığı itibariyle (haftalık, aylık veya yıllık olarak) ölçülen değişkenlere akım değişken denir. Bu bağlamda nominal GSYİH gibi reel GSYİH’de bir akım değişkendir.

GAYRİ SAFİ YURTİÇİ HASILANIN ÖLÇÜLMESİ

Toplam Üretim Yaklaşımı: Toplam üretim yaklaşımında, GSYİH’nin katma değerler toplamına eşit olduğu noktasından hareket edilir ve GSYİH, ekonomiyi oluşturan çeşitli faaliyet alanlarındaki firmaların katma değerleri hesaplanarak ölçülür.
Toplam Harcama Yaklaşımı: Bir ülkede belirli bir yılda üretilen nihai mallar tüketiciler, firmalar, hükümet ve yabancı ülkeler tarafından satın alınır. Nominal GSYİH bu malları satın almak için o yıl yapılan harcamaların toplamına daima eşittir. Toplam harcama yaklaşımında bu noktadan hareket edilerek bir ülkede belirli bir yılda üretilen nihai malları satın almak için o yıl yapılan harcamalar, tüketim (C), brüt yatırım (I), hükümet alımları (G) ve net ihracat (Xn) toplamı ile ölçülür:
Nominal GSYİH = C + I + G + Xn

a) TÜKETİM (C): Tüketim nihai malları satın almak için hanehalkı tarafından yapılan harcamaları ifade eder. Tüketim ham dayanıklı malları, hem dayanıksız malları hem de ulaşım, sağlık gibi hizmetleri satın almak için yaptığı harcamaları kapsar. Diğer taraftan hanehalkı tarafından yeni konutları satın almak için o yıl yapılan harcamalar, tüketim olarak değil, yatırım olarak nitelendirilir. Bir başka değişle, hanehalkı tarafından yapılan fakat tüketim kapsamında yer almayan tek harcama türü, konut harcamalarıdır. Tüketim her ülkede GSYİH’nin en büyük kısmını kapsar.

b) BRÜT YATIRIM (I): İş âlemi sektörü tarafından bina, makine – teçhizat ve stoklar için yapılan harcamalar ile hanehalkı sektörü tarafından inşaat için yapılan harcamalar toplamına brüt yatırım İktisatçılar brüt yatırımı sabit yatırım (If) ve stok yatırımı (Is) diye ikiye ayırırlar.

Brüt Yatırım (I) = Sabit Yatırım (If) + Stok Yatırımı (Is)

Stok yatırımı firmaların stoklarında bir yılda meydana gelen değişmeyi ifade eder. Sabit yatırım ise, iş âlemi sektörünün bina – makine ve teçhizat gibi uzun süre kullanılan araçları satın almak için yaptığı harcamalar ile hanehalkının sektörünün konut satın almak için yaptığı harcamaların toplamından oluşur.

Diğer taraftan bir ekonomideki tüketim (C), sabit yatırım (If), hükümet alımları (G) ve net ihracat (Xn) toplamı nihai satışlar diye nitelendirilir.

Nihai Satışlar = C + If + G + Xn

Bu açıdan bakıldığında bir ekonomideki stok yatırımı (Is), GSYİH ile nihai satışlar arasındaki farka eşittir.

GSYİH = C + (If + Is) + G + Xn

Is = GSYİH – (C + If +G + Xn)

Bir ekonomide GSYİH ile nihai satışların birbirine eşit olması, belli bir yılda üretilen nihai malların tümünün o yıl satın alındığı anlamına gelir. Bu durumda stok yatırımı sıfır olur. Buna karşılık GSYİH’nin nihai satışlardan büyük olması belli bir yılda üretilen nihai malların tümünün değil de bir kısmının o yıl satın alındığı anlamına gelir. Bu durumda firmaların stoklarında GSYİH ile nihai satışlar arasındaki farkın parasal değeri kadar bir artış olur. Bir başka değişle, firmalar GSYİH ile nihai satışlar arasındaki fark kadar pozitif stok yatırımı yaparlar, firmalar stoklarda meydana gelen artışı piyasa fiyatları üzerinden kendileri satın alırlar. Tam tersine GSYİH’nin nihai satışlardan küçük olması ekonomide o yıl üretilenden daha fazla nihai malın satın alındığı anlamına gelir. Bu durumda firmalar aradaki farkı, önceki yıldan devreden stokları satmak suretiyle karşılarlar ve dolayısıyla da firmaların stoklarında nihai satışların GSYİH’yi aşan kısmı kadar bir azalma meydana gelir. Yani negatif stok yatırımı yaparlar.

Günlük konuşmalarda ve gazetelerin ekonomi sayfalarında kişilerin mali getirisi olan hisse senedi, tahvil, hazine bonosu, antika bir eşya gibi portföy araçlarını satın almaları, yatırım olarak nitelendirilir. Oysa bu faaliyetlerden hiçbiri ekonominin sahip olduğu sermaye stokunda bir artış meydana getirmezler ve dolayısıyla da makro iktisadi anlamda yatırım değildirler. Bu tip faaliyetler iktisatçılar tarafından portföy yatırımı / mali yatırım olarak nitelendirilir.

Portföy yatırımı, makro iktisadi anlamada yatırım olmamakla beraber devlet tahvili ve hazine bonosu gibi sabit getirili kamu borçlanma araçlarının getirileri ile sabit yatırım arasında sıkı bir ilişki vardır. Zira bir firma yeni bir fabrika kurma veya mevcut fabrikasını büyütme konusunda karar verirken, bu yatırıma tahsis edeceği paranın fabrika üretime başladıktan sonra sağlayacağı getiri ile bu paranın, örneğin hazine bonosunda sağlayacağı getiriyi karşılaştırır. Eğer hem beklenen getiriyi sağlamama riski çok düşük hem de vergiden muaf olan hazine bonosunun getirisinin daha yüksek olduğuna karar verirse, planladığı yatırımı yapmaz ve parasını yatırım olarak değil de hazine bonosu satın alarak değerlendir. Bu da yatırım yapılmayacağı için ekonominin dinamizmini düşürür.

Gayrisafi Yatırım: Firmaların ve devletin yeni tesisat ve teçhizat ile yeni binalara yaptıkları harcamalar, stoklardaki artışlar ve kişilerin yeni ev yaptırmak için harcadıkları miktarın toplamıdır.

Net Yatırım = Gayrisafi Yatırım – Amortismanlar

Net yatırım değeri ülkedeki sermaye mallarının ne hızla arttığını gösteren oldukça yararlı bir ölçüdür. Net yatırımın pozitif olması durumunda, sermaye stokunda artış nedeniyle üretken kapasite artacaktır. Negatif olması ise, sermaye stokunda azalış anlamına geldiğinden ülkenin üretken kapasitesi azalacaktır.

c) HÜKÜMET ALIMLARI (G): Tüm kamu kurumlarının kamu hizmetlerini yerine getirebilmek için yaptıkları harcamalar toplamını ifade eder. İstihdam edilen personele ödene maaşlar – ücretler ile satın alınan mal ve hizmetler toplamıdır. Hükümet alımlar, hükümetin firmalar ve kişilere karşılıksız olarak yaptığı ödemeleri (sübvansiyonlar, emeklilere–işsizlere yapılan ödemeler) ve hükümetin faiz ödemelerini tanım gereği kapsamaz.

d) NET İHRACAT (Xn): Bir ülkede üretilen mallar ve hizmetler sadece o ülke tarafından değil, diğer ülkeler tarafından da satın alınır ve buna ihracat (EX) Dolayısıyla GSYİH’yi toplam harcamaları hesaplayarak ölçmek için C + I + G ye ihracatı ilave etmek gerekir. Diğer taraftan bir ülkede bir yılda kişiler, firmalar, hükümet ve diğer ülkeler tarafından satın alınan malların bir kısmı diğer ülkelerde üretilmiş mallardır. Oysa GSYİH, bir ülkenin sınırları içinde bir yılda üretilen nihai malların ve hizmetlerin piyasa değerini ifade eden bir kavramdır. Dolayısıyla GSYİH’yi harcamalar toplamı ile ölçebilmek için, diğer ülkelerde üretilmiş olan mallara yapılan harcamaları, kısaca ithalatı (IM) ihracat toplamından çıkarmak gerekir.

GSYİH = C + I + G + X – M

Veya ihracat ile ithalat arasındaki fark kısaca net ihracat (Xn) diye nitelendirilirse;

GSYİH = C + I + G + Xn olur.

Toplam Gelir Yaklaşımı: Toplam gelir yaklaşımında GSYİH kişilerin üretim sürecinde elde ettikleri gelir üzerinden hesaplanır. Bir firmanın bir yılda ürettiği malların piyasa değeri ile firmanın o malları üretmek için yaptığı ödemeler arasındaki fark firmanın muhasebe kayıtlarındaki brüt karına eşittir.

Brüt Kar = Üretimin Piyasa Değeri – Ödemeler

Bir firmanın ödemeleri ise diğer firmalardan satın alınan mallar için yapılan ödemeler, üretim faktörlerine yapılan ödemeler ile üretilen her birim malın piyasa fiyatı üzerinden hükümetin aldığı vergiler için yapılan ödemeler toplamından oluşur. Mal ve hizmetler üzerinden alınan vergileri dolaylı vergiler diye nitelendirildiği hesaba katılırsa brüt kar şu şekilde ifade edilir:

Brüt Kar = Üretimin Piyasa Değeri - Diğer Firmalara Ödemeler – (Ücret + Rant + Faiz) – Dolaylı Vergiler

Bir firmanın ürettiği malların piyasa değeri ile diğer firmalardan satın aldığı mallar için yaptığı ödemeler arasındaki fark ise firmanın katma değerine eşittir.

Brüt Kar = Katma Değer – (Ücret + Rant + Faiz) – Dolaylı Vergiler

Katma Değer = (Ücret + Rant + Faiz + Brüt Kar ) + Dolaylı Vergiler

Sermaye stokunda üretim sürecinde bir yılda meydana gelen eskimeye, yıpranma denir. Bu husus hesaba katıldığında bir firmanın net karı brüt karı ile yıpranma arasındaki kara eşittir.

Net Kar = Brüt Kar – Yıpranma

Brüt Kar = Net Kar + Yıpranma

Dolayısıyla firma düzeyinde katma değer aşağıdaki gibi ifade edilebilir:

Katma Değer = Ücret + Rant + Faiz + Net Kar + Dolaylı Vergiler + Yıpranma

GAYRİ SAFİ MİLLİ HÂSILA

Bir ülke vatandaşları tarafından bir yılda gerek o ülkede gerekse diğer ülkelerde üretilen nihai malların piyasa değerine gayri safi mali hâsıla denir. GSYİH’nin tersine GSMH yabancı ülke vatandaşlarının üretime yaptıkları katkıyı kapsamaz. Ülke vatandaşlarının yabancı ülkelerdeki üretime yaptıkları katkıyı ise kapsar. Dolayısıyla da GSMH, GSYİH ‘den hareketle aşağıdaki gibi hesaplanır:

GSMH = GSYİH + Ülke Vatandaşlarının Yabancı Ülkelerdeki Üretime Katkıları – Yabancı Ülke Vatandaşlarının Ülkedeki Üretime Katkıları

Söz konusu faktör gelirleri arasındaki pozitif veya negatif fark da, kısaca net faktör gelirleri (NFI) diye nitelendirilir.

GSMH = GSYİH + NFI

Net faktör gelirlerinin pozitif olması halinde GSMH GSYİH’den büyük olur. Net faktör gelirlerinin negatif olması halinde ise GSMH GSYİH’den küçük olur.

Net Yurtiçi Hâsıla (SYİH): Bir ülkenin sınırları içinde belirli bir yılda üretilen nihai malların üretildikleri yılın piyasa fiyatları üzerinden net değerine net yurtiçi hâsıla denir. Daha önce belirtildiği gibi bir ekonominin sahip olduğu sermaye stoku üretim sürecinde aşınır ve bu aşınmanın parasal değeri yıpranma olarak nitelendirilir. Yıpranma sermayenin üretim sürecinde tüketilen kısmının değerini yansıtır.
NYİH = GSYİH – Yıpranma

Yurtiçi Gelir (YİG): Bir ülkenin sınırları içinde bir yılda gerçekleştirilen nihai mal üretimi karşılığında üretim faktörlerine yapılan ödemeler toplamına yurtiçi gelir denir. Yurtiçi gelir hem ülke vatandaşlarının hem de diğer ülkelerin vatandaşlarının bir yılda elde ettikleri faktör gelirlerinin toplamına eşittir.
Milli Gelir (MG): Bir ülke vatandaşlarının sahip oldukları üretim faktörlerine gerek o ülkedeki gerek diğer ülkelerdeki üretime katkıları karşılığında yapılan ödemeler toplamına milli gelir denir. Faktör fiyatlarıyla GSYİH de denilen milli geliri hesaplamak için yurtiçi gelir ile yerli üretim faktörlerinin diğer ülkelerde elde ettikleri faktör gelirleri toplamından yabancı üretim faktörlerinin ülkede elde ettikleri gelirleri çıkarmak gerekir.
MG = YİG + NFI

Kişisel Gelir (Yp): Bir ülkede o ülke vatandaşlarının bir yılda gelir vergisi öncesi eline geçen toplam gelire kişisel gelir denir. Milli gelir ile kişisel gelir arasındaki farkın bir nedeni, milli gelirdeki emek gelirinin bir kısmının üretim sürecine katılan emek faktörüne değil de emekli sandığı ve sosyal sigorta kesintileri olarak hükümete gitmesidir. Bu tür kesintilere kısaca sosyal güvenlik katkıları denir. Dolayısıyla kişisel geliri hesaplamak için milli gelirden sosyal güvenlik katkılarını çıkarmak gerekir.
Milli gelir ile kişisel gelir arasındaki farkın bir diğer nedeni milli gelirdeki sermaye gelirinin içinde yer alan karın tümünün teşebbüs sahiplerinin eline geçmemesidir. Firmalar karın bir kısmını her şeyden önce kar üzerinden alınan kurumlar vergisinin ödenmesinde kullanırlar. Ayrıca kurumlar vergisi ödendikten sonra karın bir kısmı da, firmalar tarafından firmanın mali yapısını güçlendirmek ve firmanın gelecekte yapacağı yatırımların finansmanında kullanmak üzere yedek akçelere ilave edilir. Karın kalanı ise firmaların ortaklarına kar payı/temettü olarak dağıtılır. Dolayısıyla kişisel geliri hesaplamak için milli gelirden kurumlar vergisini ve karın yedek akçelere ilave edilen kısmı demek olan dağıtılmayan kurum karlarını da çıkarmak gerekir.

Milli gelir ile kişisel gelir arasındaki farkın diğer bir nedeni kişisel gelirin üretim bazında tanımlanan bir kavram olmamasıdır. Kişilerin üretime katılmadıkları halde elde ettikleri transfer ödemeleri denen emekli maaşları, işsizlik yardımları gibi gelirleri kapsar. Ayrıca kişilerin kamu borçlarından elde ettikleri faiz gelirleri de kişisel gelir içinde yer alır. Dolayısıyla kişisel geliri hesaplamak için milli gelirden sosyal güvenlik katkıları, kurumlar vergisi ve dağıtılmayan kurum karlarını çıkarmak, transfer ödemelerini ve kamu borçlanma faizlerini ise ilave etmek gerekir.

Kişisel Gelir = Milli Gelir – (Sosyal Güvenlik Katkıları + Kurumlar Vergisi + Dağıtılmayan Kurum Karları – Transfer Ödemeleri – Kamu Borçlanma Faizleri)

Harcanabilir Kişisel Gelir (Yd): Bir ülkede o ülke vatandaşlarının bir yılda gelir vergisi sonrası eline geçen gelire harcanabilir kişisel gelir denir. Harcanabilir kişisel gelir kişisel gelir ile hükümetin kişisel gelir üzerinden aldığı vergi arasındaki farka eşittir.
Harcanabilir Kişisel Gelir = Kişisel Gelir – Dolaysız Vergiler

Harcanabilir gelirin bir kısmı kişiler tarafından tüketim amacıyla kullanılır. Harcanabilir gelirin tüketime gitmeyen kısmı ise, kişilere tarafından tasarruf amacıyla kullanılmış olur. Dolayısıyla da gelirin nasıl elde edildiğine değil de nasıl kullanıldığına bakılırsa harcanabilir gelir tüketim ve kişisel tasarruf toplamına eşittir. Yd = C + S

GSYİH ve GSMH hesaplamalarında kayda alınmayan etmenlerin belli başlıları şunlardır:

Çevre kirliliği
Bireyin boş zamanı
Teknolojik gelişmeler
Kayıt dışı ekonomi
İkinci el satış işlemleri
Finansal işlemler
Fiil GSMH = Üretim faktörlerini tam istihdam etmeden üretilen çıktıdır.

Potansiyel GSMH = Bir ekonominin sahip olduğu tüm üretim faktörlerinin tam istihdamı durumunda üreteceği çıktıdır.

GSMH Açığı = Potansiyel GSMH – Fiili GSMH

Potansiyel çıktı değişmez bir büyüklük değildir. Nüfus artışı, nüfusun niteliğinin yükselmesi, beşeri sermaye, teknolojik gelişmeler, üretkenlikteki artış, ekonomik teşvikler gibi unsurlar, süreç içinde yeni bir potansiyel çıktıya geçilmesine olanak sağlamaktadır.

ENFLASYON

Bir ekonomide genel fiyat düzeyinde (P) meydana gelen sürekli artışa enflasyon denir. Fiyatlar genel düzeyindeki bir kerelik bir artışın enflasyon demek olmadığını vurgulayan bu tanımdaki genel fiyat düzeyi kavramı, çok sayıda maldan oluşan bir sepetin fiyatını temsil eder. Böyle bir sepetin fiyatı da, sepetteki bazı malların fiyatları değişmediği veya düştüğü halde, sürekli artabilir. Bu nedenle enflasyonu, tüm malların fiyatlarının sürekli arttığı bir durum olarak algılamamak gerekir. Enflasyon, enflasyon haddi ile ölçülür. Enflasyon haddi, genel fiyat düzeyinde cari dönemde meydana gelen artış ile önceki dönem genel fiyat düzeyi arasındaki oranın 100 ile çarpımına eşittir.

Π = p1 – p0 / p0 . 100

Enflasyon haddi genel fiyat düzeyinde belirli dönemde meydana gelen yüzde artış haddini ifade eder. Örneğin bir ülkede, 2001, 2002 ve 2003 yıllarında genel fiyat düzeyi sırasıyla 120, 126 ve 130 ise, 2002 ve 2003 yılı enflasyon hadleri sırasıyla (126 – 120) / 120 x 100 = %5 ve (130 – 126) / 126 x 100 = %3,1’dir. Genel fiyat düzeyi 2002 ve 2003 yıllarında sırasıyla %5 ve %3,1 oranında artmıştır. Bu örnekten de açıkça anlaşılmış olacağı gibi enflasyon haddinin düşmesi dezenflasyon ile genel fiyat düzeyinin yükselmesi arasında bazen ileri sürüldüğünün aksine bir çelişki yoktur. Enflasyon haddinin düşmesi genel fiyat düzeyinin düşmesini değil, genel fiyat düzeyindeki artış haddinin düşmesini ifade eder.

Deflasyon: Fiyatlar genel düzeyinde ortaya çıkan sürekli bir azalıştır.

Dezenflasyon: Fiyatlar genel düzeyindeki sürekli artışın azalmasıdır. Enflasyondaki düşmeye denir.

Fiyat Endeksi: Belirli bir mal sepetinin cari yıl fiyatlarıyla aynı sepetin temel bir yıl fiyatı arasındaki oranın 100 ile çarpımına eşittir.

Fiyat Endeksi = Bir Sepetin Cari Yıldaki Fiyatı / Aynı Sepetin Temel Yıldaki Fiyatı x 100

Örneğin sadece buğday ve ekmek üreten hayali bir ekonomide 1 kilo buğdayın ve 1 adet ekmeğin fiyatı, temel yıl olduğu varsayılan 1990 yılında 2 lira ve 3 lira iken 2006 yılında sırasıyla 3,5 lira ve 4,25 lira olmuş ise, örneğin 10 kilo buğday ve 30 adet ekmekten oluşan bir sepet itibariyle 2006 yılı fiyat endeksi 147,7’dir.

Fiyat Endeksi = (10 x 3,5) + (30 x 4,25) / (10 x 2) + (30 x 3) x 100 = 147,7

Fiyat endeksinin 1990 temel yıl değeri tanım gereği 100’dür. (110 TL / 110 TL) x 100 = 100. dolayısıyla da fiyat endeksi, her yılın fiyat düzeyini, tanım gereği 100 olan temel yıl fiyat düzeyine kıyasla ölçen bir kavramdır. Örneğin hayali ekonomide 2006 yılı fiyat endeksinin 147,7 olması, 1990 yılı genel fiyat düzeyi 100 iken 2006 yılı fiyat düzeyinin 147,7 olduğu anlamına gelir.

Temelde iki tür fiyat endeksinden söz edilir:

a) Laspeyres Fiyat Endeksi: Temel yıl ağırlıklı yani sabit sepete dayalı fiyat endeksine denir. Baz alınan yılın üretim miktarlarının cari yılda da sabit kaldığını varsaydığından statiktir ve ekonomideki reel büyümeyi gerçekçi bir şekilde yansıtmaz.

b) Paasche Fiyat Endeksi: Cari yıl ağırlıklı yani değişken sepete dayalı fiyat endeksine denir. Cari yılda üretim miktarlarında meydana gelen değişimi gösterdiğinden ekonomideki reel büyümeyi daha sağlıklı bir şekilde yansıtır.

Fiyat endeksi ölçüme konu sepetin nasıl tanımlandığına bağlı olarak üç farklı biçimde hesaplanır. Ölçüme konu olan sepet her şeyden önce ülkede üretilen tüm nihai mallardan ve hizmetlerden oluşan bir sepet biçiminde tanımlanabilir. Bu yaklaşım üzerinden hesaplanan fiyat endeksine deflatör denir. Bir ülkede bir yılda üretilen nihai mallardan ve hizmetlerden oluşan bir mal sepetinin cari yıl ve temel yıl fiyatları üzerinden değeri (fiyatı) sırasıyla nominal GSYİH’ye ve reel GSYİH’ye eşittir. Bu yüzden de deflatör, nominal GSYİH ile reel GSYİH arasındaki oranın 100 ile çarpımına eşittir.

Deflatör = Nominal GSYİH / Reel GSYİH x 100

Fiyat endeksinin hesaplanmasında baz alınan sepet buzdolabı, müzik seti gibi dayanıklı tüketim malları ile ekmek, balık gibi dayanıksız tüketim mallarından ve sağlık, eğitim gibi hizmetlerden oluşan bir sepet biçiminde de tanımlanabilir. Kısaca tüketim mallarından oluşan böyle bir sepet üzerinden hesaplanan fiyat endeksine tüketici fiyat endeksi denir. Ülkemizde tüketici fiyat endeksi Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) ve İstanbul Ticaret Odası tarafından hesaplanır. Deflatörün hesaplandığı sepetin her yıl değişmesine karşılık tüketici fiyat endeksinin hesaplandığı sepet sabittir zaman içinde değişmez. Tüketici fiyat endeksi ile deflatör arasındaki bir başka fark deflatörün sadece ülkede üretilen malların ve hizmetlerin fiyatlarını kapsamasına karşılık tüketici fiyat endeksinin hesaplandığı sepette ithal edilen tüketim mallarının da olması ve dolayısıyla da tüketici fiyat endeksinin ithal malların fiyatlarını da kapsamasıdır.

Fiyat endeksinin hesaplanmasında baz alınan sepeti son olarak ara mallarından ve makine – teçhizat gibi yatırım mallarından oluşan bir sepet biçiminde tanımlanabilir. Üretim mallarından oluşan böyle bir sepet üzerinden hesaplanan fiyat endeksine üretici fiyat endeksi denir.

Dışa Açıklık Endeksi: İhracattan elde edilen gelirin GSYİH’ye bölünmesi sonucu elde edilir.

İthalat Endeksi: İthalat sonucu oluşan giderin, GSYİH’ye bölünmesi sonucu bulur.

İŞSİZLİK

Bir ülkede toplam nüfusun kışla, hapishane ve hastane gibi yerlerde ikamet edenler dışında kalan kısmının 15 yaş üzerindeki bölümüne kurumsal olmayan sivil nüfus denir. Çalışanlar ve işsizler toplamı işgücü diye nitelendirilir. İşgücünün kurumsal olmayan sivil nüfusa oranı, sivil nüfusun ne kadarının çalışmak istediğini yansıtır ve kısaca işgücü katılım haddi diye nitelendirilir.

İşgücü Katılım Haddi = İşgücü / Kurumsal Olmayan Sivil Nüfus x 100

İşgücü katılım haddinin yükselmesi, kurumsal olmayan sivil nüfusun daha büyük kısmının çalışmak istediğini belirtir. İşsizlerin bir kısmı iş bularak çalışan konumuna ve bir kısmı iş bulmaktan ümidini keserek işgücünde olmayanlar konumuna gelirler. Bu sonunculara cesareti kırılan işçiler denir. İşgücünün bir bölümünün işinin olmaması durumunu ifade eden işsizlik işsizlik haddi ile ölçülür. İşsizlik haddi, toplam işgücü içinde iş bulamayanların oranıdır.

İşsizlik Haddi = İşsizler / İşgücü x 100

Üretim veya verimlilikte bir değişme olmazken işgücünde bir atış olduğunda işsizlik oranında bir artış meydana gelir.

İstihdam haddi çalışanların kurumsal olmayan sivil nüfusa oranıdır.

İstihdam Haddi = Çalışanlar / Kurumsal Olmayan Sivil Nüfus x 100

İşsizliğin Türleri: Her ekonomide herhangi bir anda işgücüne yeni katılanlar ve çalıştığı işi niteliklerine uygun bulmayarak işinden ayrılanlar vardır. Gerek işgücüne yeni katılanların gerek işinden ayrılanların nitelikleri ve çalışmak için kabul etmeyi düşündükleri ücret hadleri, boş işlerin çoğunun gerektirdiği niteliklerden ve sağladığı ücret hadlerinden farklıdır. Bu nedenle iş gücüne yeni katılan ve işinden ayrılan kişilerin kendilerine uygun bir iş bulmaları zaman alır. Dolayısıyla da bu kişiler iş bulana kadar işsizdirler. İş bulmanın zaman almasından emek piyasasının iş arayanları bunlara uygun boş işlere anında yerleştirecek biçimde işlememesinden kaynaklanan bu tür işsizliğe geçici (friksiyonel) işsizlik denir.

Diğer taraftan fiyatlarda ve tercihlerde zaman içinde meydana gelen değişmeler sonucu bazı bölgelerde üretilen mallara yönelik talep artarken bir başka bölgede üretilen mallara yönelik talep azalır. Böylece talebin arttığı bölgelerdeki üretim alanlarında yeni iş imkanları ortaya çıkarken, talebin azaldığı bölgedeki üretim alanlarında üretim azalır ve çalışanların bir kısmı işten çıkarılırlar. Bu şekilde işsiz kalan kişiler, yaşadıkları bölgeden yeni iş imkanlarının ortaya çıktığı bölgeye giderek iş bulana kadar işsizdirler. Ayrıca teknolojik gelişme sonucu teknolojik gelişmeye uygun niteliklere sahip olmayanlar işten çıkarılırlar. Bu şekilde işsiz kalan kişiler, teknolojik gelişmeye uygun niteliklere sahip olana kadar işsizdirler. İşgücünün coğrafik ve niteliksel bileşiminin sırasıyla talepteki ve teknolojideki değişmelere anında uyum sağlayamaması sonucu, çalışanların bir kısmının işlerini kaybetmelerinden kaynaklanan işsizliğe yapısal işsizlik denir.

Geçici işsizlik gibi yapısal işsizlik de ortadan kaldırılması mümkün olmayan bir işsizlik türüdür. Ancak özellikle teknolojik gelişmeden kaynaklanan yapısal işsizliği işgücünü yeni beceriler kazandırmaya yönelik eğitim faaliyetleri düzenleyerek azaltmak mümkündür. Bir ekonomideki geçici ve yapısal işsizler toplamının işgücüne oranına doğal işsizlik haddi denir. Doğal işsizlik haddinin ortadan kaldırılması mümkün olmayan minimum işsizlik haddi olduğu ve dolayısıyla da işsizlik haddi doğal işsizlik haddine eşit iken işgücünün tam kullanımının – tam istihdamının sağlanacağı hesaba katılırsa, doğal işsizlik haddi tam istihdam işsizlik haddi diye de nitelendirilebilir.

Diğer bir işsizlik türü devrevi işsizliktir. Devrevi işsizlik iktisadi dalgalanmadan kaynaklanır. Konjonktürel ve mevsimlik işsizlik olarak ikiye ayrılır. Turizm ve inşaat gibi bazı sektörlerde, üretim düzeyi ve buna bağlı olarak da işsizlik oranı mevsimsel olarak dalgalanır. Bu tip sektörlerde üretimin mevsimsel olarak arttığı dönemlerde çalışan kişilerin önemli bir kısmı, izleyen dönemde işlerini kaybederler ve üretim düzeyi bir sonraki dönemde artana kadar işsiz kalırlar. Bu tip işsizliğe mevsimsel işsizlik denir.

İradi İşsizlik: Bir irade sonucu eyleme geçmeyerek, işsiz kalmaya rıza gösterilmesiyle oluşur. Bu tip işsizlik işgücünün içinde yer almaz.

Gayri İradi İşsizlik: İstem dışı bir şekilde işsiz kalınması sonucu oluşur. İktisadi bağlamda işsizlik sorunu ele alınırken gayri iradi işsizlikten bahsedilir.

Gizli İşsizlik: Emek faktörünün istihdama katılır gibi göründüğü halde; üretime artı bir katkı sağlamadığı durumda ortaya çıkan işsizlik türüdür. Gizli işsizlik söz konusu olduğunda, bu işsizliğe neden olan emek faktörünün üretime olan marjinal faydası sıfırdır.

Mutadis Mutandis: Ceteris Paribus yani diğer tüm bağımsız değişkenler sabitken, teriminin tersidir. Kısacası diğer tüm koşullar değişebilir anlamını taşır.

Stagflasyon: Fiyatlar genel düzeyindeki sürekli artış ile istihdamdaki azalışın birlikte görüldüğü duruma denir. Bir başka değişle enflasyon ile işsizliğin birlikte görüldüğü durumdur.

BÖLÜM – 2

BASİT KEYNESYEN MODEL

Basit Keynesyen model iki temel varsayım üzerine inşa edilmiştir. Bunlardan birincisi, fiyat düzeyinin sabit olduğu hususudur. İkinci varsayım faiz haddinin sabit olduğu hususudur.

Gelir harcama modeli diye de nitelendirilen basit Keynesyen modele ilişkin ekonominin kapalı olduğu – dış ticaretin olmadığı kabul edilecektir. Bundan dolayı GSMH, GSYİH’ye eşit olacaktır. Ayrıca amortismanın ve dolaylı vergilerin sıfıra eşit olduğu ve dolayısıyla da GSYİH’nin NYİH’ye eşit olduğu kabul edilecektir. Sosyal güvenlik katkılarının, kurumlar vergisinin, dağıtılmayan karların ve kamu borçlanma faizlerinin sıfır olduğu ve dolayısıyla da kişisel gelirin milli gelir ile transfer ödemelerinin (TR) toplamına eşit olduğu varsayılacaktır. Yp = Y + TR

Kişisel gelirden sadece gelir vergisi düşülerek harcanabilir gelir bulunur. Yd = Yp – T

TOPLAM PLANLANAN HARCAMA

Bir ekonomide tüm sektörler tarafından satın alınmak istenen reel GSYİH’ye toplam planlanan harcama (AE) denir. Kapalı bir ekonomide toplam planlanan harcama, planlanan tüketim (tüketiciler tarafından satın alınmak istenen reel GSYİH), planlanan yatırım (firmalar tarafından satın alınmak istenen reel GSYİH) ve planlanan hükümet alımları (hükümet tarafından satın alınmak istenen reel GSYİH) toplamına eşittir.

AE = Cp + Ip + Gp

Keynesyen modelde iş alemi sektörü dışındaki sektörlerin planlanan ve gerçekleşen harcamaları arasında bir fark olmadığı, planlanan tüketimin gerçekleşen tüketime, planlanan kamu alımlarının gerçekleşen kamu alımlarına eşit olduğu kabul edilir. Bu husus hesaba katıldığında Keynesyen modelde kapalı bir ekonomide toplam planlanan harcama, gerçekleşen tüketim, planlanan yatırım ve gerçekleşen kamu alımlarının toplamına eşittir. Planlanan yatırımın alınmasının sebebi ise Keynes’e göre yatırımların kar bekleyişlerine bağlı olmasından dolayıdır.

AE = C + Ip + G

TÜKETİM FONKSİYONU

Keynesyen modelde tüketimi belirleyen en öneli unsurun harcanabilir kişisel gelir olduğu, harcanabilir kişisel gelir değişince tüketimin de değiştiği varsayılır.

Keynesyen modelde tüketimdeki değişmenin harcanabilir gelirdeki değişmeye oranına marjinal tüketim eğilimi (c) denir. Marjinal Tüketim Eğilimi (c) = ∆C / ∆Yd

Marjinal tüketim eğilimi harcanabilir kişisel gelirdeki 1 liralık değişmenin tüketimde kaç liralık değişmeye yol açtığını gösterir. Marjinal tüketim eğiliminin örneğin 0,80 olması kişisel harcanabilir gelir 1 lira artınca tüketimin 0,80 lira arttığı anlamına gelir. Keynesyen modelde harcanabilir gelir artınca tüketimin gelirden daha az arttığı ve dolayısıyla da marjinal tüketim eğiliminin sıfırdan büyük fakat birden küçük olduğu kabul edilir. (0<c<1)

Soru: Hane halkı gelirleri ile tüketim harcamaları arasındaki ilişkiyi gösteren bir fonksiyona göre, hane halkı gelirindeki her 1 liralık artış, hane halkı harcamalarında 0,80 birimlik bir artışa yol açmaktadır.

Keynesyen modelin tüketim ve kişisel harcanabilir gelir arasında kurduğu bu ilişkiye kısaca tüketim fonksiyonu denir. Tüketim fonksiyonu denklem biçiminde ifade edilebilir. C = C0 + c.Yd

Marjinal tüketim eğiliminin sabit olduğu doğrusal tüketim denkleminde C0 terimi, tüketiciler tarafından harcanabilir gelir sıfır da olsa satın alınan reel GSYİH düzeyini temsil eder ve kısaca otonom tüketim diye nitelendirilir. Denklemdeki c.Yd terimi ise, harcanabilir kişisel gelire bağlı olarak değişen tüketimi gösterir ve kısaca uyarılmış tüketim olarak nitelendirilir.

Tüketim fonksiyonuna ilişkin yukarıdaki açıklamalar şekilde gösterilmiştir. Dikey eksende tüketimin, yatay eksende harcanabilir gelirin yer aldığı şekildeki pozitif eğimli C = C0 + c.Yd doğrusu, tüketiciler tarafından satın alınmak istenen ve satın alınan reel GSYİH’yi gösterir. Tüketim eğrisinin eğimi yüksek ise toplumun gelirden tüketime ayırdığı pay fazladır.

Marjinal tüketim eğilimi cebirsel anlamda tüketimin harcanabilir gelire göre türevinin alınması sonucu elde edilir. Tüketim eğrisinin eğimi marjinal tüketim eğilimine eşittir.

Yukarıdaki şekilde farklı eğimlerdeki C1 ve C2 tüketim doğruları marjinal tüketim eğiliminin tüketim üzerindeki etkisini yansıtır. Şekilde daha dik C2 tüketim doğrusu daha yüksek bir marjinal tüketim eğilimini ifade eder. Bu yüzden örneğin harcanabilir gelir Yd1 iken tüketim C1 tüketim doğrusu için Yd1A, daha dik C2 tüketim doğrusu için Yd1B kadardır. Yd1A< Yd1B.
C03Yukarıdaki şekilde ise otonom tüketimdeki bir değişim (servet, bekleyişler, demografik unsurlar) tüketim eğrisinde paralel bir kaymaya yol açar.
Tüketim ve harcanabilir gelir ilişkisi hakkında bilinmesi gereken bir diğer husus da, bu ilişkinin toplumun toplam servetine olan etkisidir:

Eğer cari tüketim harcanabilir gelirden büyükse, toplam servet azalıyor anlamına gelir.
Eğer cari tüketim harcanabilir gelire eşitse, toplam servet sabit kalıyor anlamına gelir.
Eğer cari tüketim harcanabilir gelirden küçükse, toplam servet artıyor anlamına gelir.
Ortalama Tüketim Eğilimi:

Belirli bir gelir düzeyinde tüketimin harcanabilir gelire olan oranıdır. Keynes’e göre bu oran, harcanabilir gelir arttıkça azalır.

APC = C / Yd

Bunu tablodan da görebiliriz.

Yd C

30
100 100

200 170

300 240

400 310 gibi.

TASARRUF FONKSİYONU

Harcanabilir kişisel gelir tüketim ve tasarruf amacıyla kullanıldığından, harcanabilir kişisel gelirin tüketim amacıyla kullanılmayan kısmı kişisel tasarrufa tekabül eder. Bu açıdan bakıldığında, Keynesyen modelin tüketimi belirleyen en önemli unsurun harcanabilir gelir olduğu yolundaki varsayımı, kişisel tasarrufu belirleyen en önemli unsurun da harcanabilir gelirin olduğunu ifade eder.

Keynesyen modelde kişisel tasarruftaki değişmenin harcanabilir kişisel gelirdeki değişmeye oranına marjinal tasarruf eğilimi (s) denir.

Marjinal Tasarruf Eğilimi (s) = ∆S / ∆Yd

Marjinal tasarruf eğilimi harcanabilir gelirdeki 1 liralık değişmenin tasarrufta kaç liralık bir değişmeye yol açtığını gösterir. Harcanabilir gelir tüketim ve tasarruf amacıyla kullanıldığından MPS ile MPC toplamı daima 1’e eşittir. Marjinal tasarruf eğilimi de sıfırdan büyük ancak birden küçüktür. (0<s<1)

Keynesyen modelin tasarruf ve harcanabilir gelir arasında kurduğu ilişkiye tasarruf fonksiyonu denir. Tasarruf fonksiyonu denklem biçiminde ifade edilebilir.

S = - C0 + s.Yd

–C0 terimi negatif tasarruf büyüklüğünü temsil eder ve otonom tasarruf diye nitelendirilir. s.Yd terimi ise uyarılmış tasarruftur.

Tasarruf fonksiyonunun grafiğine tasarruf eğrisi adı verilir. Grafikte, düşey eksende tasarruf, yatay eksende harcanabilir gelir yer alır. Tasarruf eğrisi pozitif eğimli bir doğrudur. Tasarruf eğrisinin eğimi yüksek ise, toplumun gelirden tasarrufa ayırdığı pay fazladır.

S0Marjinal tasarruf eğilimi cebirsel bağlamda tasarrufların harcanabilir gelire göre türevinin alınması sonucu elde edilir. Tasarruf eğrisinin eğimi, marjinal tasarruf eğilimine eşittir.
Marjinal tasarruf eğilimindeki bir değişim tasarruf eğrisinin eğimini değiştirir.

Ortalama Tasarruf Eğilimi:Otonom tasarruflardaki bir değişim, tasarruf eğrisinde paralel bir kaymaya yol açar.

Belirli bir gelir seviyesinde tasarrufların harcanabilir gelire oranıdır. Keynes’e göre bu oran, harcanabilir gelir arttıkça artar.

APS = S / Yd

Tasarruf – tüketim ilişkisi ile ilgili bilinmesi gerekenler:

Harcanabilir gelir ya tüketim için kullanılacak ya da tasarruf edilecektir. O halde harcanabilir gelir tasarruf ile tüketim toplamıdır.
Yd = C + S

Ortalama tüketim eğilimi ile ortalama tasarruf eğiliminin toplamı 1’dir.
APC + APS = 1

C / Yd + S / Yd = C+S / Yd = 1

Marjinal tüketim eğilimi ile marjinal tasarruf eğilimi toplamı 1’dir.
MPC + MPS = 1

∆C / ∆Yd + ∆S / ∆Yd = 1

NOT! Tüketim eğrisi yatıklaşırsa (daha az tüketim olur) tasarruf eğrisi dikleşir (daha çok tasarruf olur).

Tüketim eğrisi yukarıya doğru kayarsa, tasarruf eğrisi aşağı doğru kayar.

PLANLANAN YATIRIM

Keynesyen modelde planlanan yatırımı belirleyen en önemli unsurun faiz haddi olduğu, planlanan yatırımın faiz haddi ile ters yönlü olarak değiştiği kabul edilir. Keynesyen modelin planlanan yatırım ile faiz haddi arasında ters yönlü bir ilişki olduğunu kabul etmesinin arkasında faiz haddi düşünce yatırımın maliyetinin düşmesi ve dolayısıyla da yatırımın karlılığının artması yatar. Planlanan yatırım ile faiz haddi arasındaki ters yönlü ilişki denklem biçiminde ifade edilebilir:

Ip = Io – bi Io>0, b>0

I0 terimi faiz haddi dışındaki unsurlar tarafından belirlenen yatırım büyüklüğünü ifade eder ve kısaca otonom yatırım diye nitelendirilir. Planlanan yatırım denklemindeki b terimi ise, yatırımdaki değişmeyi faiz haddindeki değişmeyle ilişkilendiren bir katsayıdır ve yatırımın faize duyarlılığını ölçer, b = ∆Ip / ∆i. Örneğin yatırım denklemi Ip = 1000 – 200 i iken faiz haddindeki bir birimlik değişme (∆i = 0,01) yatırımda 2 TL’lik değişmeye yol açar (200.0,01=2 TL). Otonom yatırım veri iken faiz haddi artınca bi teriminin değeri artar ve böylece planlanan yatırım azalır.

Planlanan yatırıma ilişkin açıklamalar şekille gösterilmiştir. Dikey eksende faiz haddinin yatay eksende planlanan yatırımın yer aldığı şekilde negatif eğimli yatırım doğrusu firmalar tarafından alternatif faiz hadlerinde yapılmak istenen yatırımı yansıtır. Yatırım doğrusunun eğimi yatırımın faize duyarlılığının tersine (∆i/∆Ip = 1/b), doğrunun ekseni kestiği nokta ile orijin arasındaki mesafe ise otonom yatırıma eşittir.

Otonom yatırım veri iken her alternatif faiz haddinde firmalar tarafından ne kadar yatırım yapılmak istendiği, yatırımın faize duyarlılığına bağlıdır. Bu husus şekilde gösterilmiştir. Şekilde farklı eğimlerdeki planlanan yatırım doğrularından daha yatık olanı daha yüksek bir duyarlılığı temsil eder. Bu yüzden de i1 faiz haddinde planlanan yatırım I0 – b1i yatırım doğrusu itibariyle Ip1 iken daha dik I0 – b2i yatırım doğrusu için Ip2 kadardır.

Diğer taraftan otonom yatırımı etkileyen unsurlar değişince ve buna bağlı olarak otonom yatırım artınca her alternatif faiz haddindeki planlanan yatırım otonom yatırımdaki artma kadar artar.

HÜKÜMET ALIMLARI

Kapalı bir ekonomide toplam planlanan harcamayı oluşturan üçüncü ve son unsur hükümet alımlarıdır. Burada vurgulanması gereken husus, kamu alımları ile kamu harcamaları arasında bir fark olduğudur. Faiz ödemeleri ve transfer ödemeleri gibi harcama kalemleri kamu harcamaları arasında yer alır, ama bunların milli gelire doğrudan bir katkısı yoktur. Kamu alımları ise devletin milli geliri doğrudan etkilediği harcamaları yansıtır. Kamu alımlarının GSYİH’den bağımsız olduğu varsayılacaktır. Kamu alımlarının GSYİH’ye bağlı olarak değişmediği anlamına gelen bu varsayım şekilde gösterilmiştir. Dikey eksende kamu alımlarının, yatay eksende reel GSYİH’nin yer aldığı şekildeki sonsuz esnek G = G0 doğrusu kamu alımlarının gelirden bağımsız olduğunu gösterir. Kamu alımları artınca kamu alımlarını temsil eden doğru yukarıya kayar.

Soru: Bir ekonomiyle ilgili olarak aşağıdaki bilgiler verilmiştir. Y net milli geliri, Ca tüketimi, In net yatırımı, Xn net ihracatı, G hükümet harcamalarını ve T net vergileri göstermektedir.
(Rakamlar milyar TL’dir)

Ca = 25 + 0,75(Y – T)

In = In0 = 50

Xn = Xn0 = 10

G = G0 = 70

T = 0,2Y

TOPLAM PLANLANAN HARCAMA DENKLEMİ

Kapalı bir ekonomide (XN = 0) toplam planlanan harcama tüketim, planlanan yatırım ve hükümet alımlarının toplamına eşittir.

AE = C + Ip + G

C = C0 + c.Yd = C0 +c ( Y + TR – T)

Y = Gelir TR = Transfer harcamaları T = Vergi

I = I0 – bi

G = G0

AE = C0 + c(Y +TR – T) + (I0 – bi) + G0

Transfer harcamalarını gelirden bağımsız, vergilerin ise gelire bağlı olduğunu kabul ettiğimizde;

TR = TR0

T = T0 + tY olur.

Denklem yeniden düzenlenirse;

AE = C0 + c(Y + TR0 – T0 – tY) + (I0 – bi) + G0

AE0 = C0 + cTR0 – cT0 + I0 + G0 – bi (Faiz de sabitti)

AE = AE0 + c(1 – t)Y olur.

Toplam harcama fonksiyonunun grafiğine toplam harcama eğrisi adı verilir. Grafikte düşey eksende toplam harcama, yatay eksende çıktı yer alır. Toplam harcama eğrisi pozitif eğimlidir. Eğim yüksek ise toplumun gelirden harcamalara ayırdığı pay fazladır.

Otonom planlanan harcamalarda meydana gelen bir değişim toplam planlanan harcama eğrisinde paralel bir kaymaya neden olur.

MAL PİYASASINDA DENGE

45 Derecelik Doğru: Düşey eksende toplam planlanan harcama (AE), yatay eksende gelirin (Y) yer aldığı grafikte, orijinden geçen ve eğimi 1’e eşit olan pozitif eğimli doğruya 45 derecelik doğru adı verilir. Burada amaç ekonomi dengedeyken her milli gelir düzeyine karşılık gelen toplam planlanan harcama düzeyini göstermek ve böylece ekonominin her düzeyinde bir harcama çıktı denge bileşimini grafiksel bağlamda ele almayı sağlamaktır.

Keynesyen Makas: Düşey eksende toplam planlanan harcamanın (AE), yatay eksende ise milli gelirin (Y) yer aldığı grafikte, orijinden geçen 45 derecelik doğru ile toplam planlanan harcama eğrisinin birlikte oluşturdukları şekle denir. Burada amaç her toplam planlanan harcama düzeyinde oluşması gereken milli gelir düzeyini tespit etmektir.

Önemli unsurlar:

Toplam planlanan harcama eğrisinin düşey eksende kestiği nokta, otonom tüketimin, otonom yatırımların, otonom kamu alımlarının ve devletin topluma yaptığı transfer ödemeleri ile devletin geri aldığı tamamen otonom gelir vergisi arasında oluşan farkın harcamaya ayrılan bölümünün toplamıdır.
Marjinal tüketim eğilimi toplam planlanan harcama eğrisinin eğimini verir.
Marjinal tüketim eğilimi ile toplam planlanan harcama eğrisinin eğimi arasında doğru orantılı bir ilişki vardır. Marjinal tüketim eğilimi büyükse, toplam harcama eğrisinin eğimi yüksektir.
Otonom toplam planlanan harcamadaki bir değişim, toplam planlanan harcama eğrisinde paralel bir kaymaya yol açar.
Toplam planlanan harcama eğrisinin 45 derecelik doğrunun üzerinde kaldığı bölgede, toplam planlanan harcama toplam reel çıktıdan büyüktür. Bu stok azalışlarına neden olacağından gerçekleşen yatırımlar, planlanan yatırımlardan küçük olacaktır.
Toplam planlanan harcama eğrisinin 45 derecelik doğrunun altında kaldığı bölgede, toplam planlanan harcama, toplam reel çıktıdan küçüktür. Bu stok artışlarına neden olacağından, gerçekleşen yatırımlar planlanan yatırımlardan büyük olacaktır.
Toplam planlanan harcama eğrisi ile 45 derecelik doğrunun kesiştiği noktada toplam planlanan harcama toplam reel çıktıya eşittir. Bu noktada ekonomide herhangi bir stok değişimi söz konusu olmadığından gerçekleşen yatırımlar planlanan yatırımlara eşittir. Kısaca ekonomide denge sağlanmıştır.
ÇARPAN (ÇOĞALTAN)

Otonom bir harcamada artış olduğunda bu ekonomiyi geliştirir. Yani bu artış cari reel çıktı düzeyinin de artmasına yol açar. Yalnız, ekonomide işleyen mekanizma gereği otonom bir harcamadaki artış sonucu oluşan milli gelir artışı otonom harcamadaki artıştan daha fazla olacaktır. Çünkü bir harcama kaleminde artış olduğunda; bu, ekonominin bütünü, tıpkı yayılan bir dalga gibi etkilenecektir. İşte bu ilişkiyi gösteren orana çarpan adı verilir. Çarpan; milli gelirdeki miktarsal değişimin, herhangi bir otonom harcamadaki miktarsal değişmeye oranını gösteren katsayıdır.

DENK BÜTÇE ÇARPANI:

Devlet kendi bütçesini denk tutmak için gideri olan kamu alımları ile geliri olan gelir vergisini aynı yönde ve aynı miktarda değiştirebilir. Milli gelirdeki miktarsal değişimin, kamu alımları ve gelir vergisindeki aynı yönde ve aynı miktardaki değişme oranını gösteren katsayıya denk bütçe çarpanı denir. Denk bütçe varsayımı altında milli gelirdeki değişme kamu harcamalarındaki değişme kadardır.

SIZINTILAR – İLAVELER

HG = Y + TR – T ise HG = C + S

C + S = Y + TR – T ise Y = C + S + T – TR

Y = AE ise C + S + T – TR = C + IP + G

S + T – TR = IP + G ise S + TN = IP + G (TN = T – TR)

Vergiler ile transfer ödemeleri arasındaki fark net vergi olarak nitelendirilir. Denklemin sol tarafındaki büyüklük hanehalkı tarafından reel çıktının satın alınmayan kısımdır ve sızıntı olarak nitelendirilir. Denklemin sağ tarafı hanehalkı sektörü dışındaki sektörler tarafından satın alınmak istenen reel çıktıyı yansıtır ve kısaca ilaveler olarak adlandırılır. Sızıntılar ilavelerden büyük olduğunda reel GSYİH azalır. Tam tersi durum da söz konusudur. Eşit olduğunda ise denge gerçekleşmiş olur.

TASARRUF PARADOKSU

Basit Keynesyen modelin genel fiyat düzeyini sabit varsayması ile ilintili olarak ortaya çıkan bir çıkarsamadır. Keynes’e göre ekonomide her zaman atıl bir kapasite söz konusudur. Yani üretim bağlamında ekonomi, kendi potansiyeline ulaşamaz. Genel fiyat düzeyinin sabit kabul edilmesi, reel bağlamda özel sektörün bu fiyat düzeyinden istenildiği kadar çıktı üretebileceği anlamına gelir. O halde reel çıktı miktarını ve dolayısıyla milli gelir düzeyini belirleyecek olan temel faktör toplam taleptir. Verili gelir düzeyinde bireyler daha fazla tasarruf ederlerse, bu durumda otonom tüketim harcama kaleminde bir düşüş söz konusu olacaktır. Bu da toplam planlanan harcamayı düşüreceğinden cari dönemde reel çıktı miktarının düşmesi sonucu milli gelirde bir azalma yaşanması söz konusu olacaktır. Milli gelirdeki düşme çoğaltan mekanizması nedeniyle toplam tasarruflarda bir düşüşe neden olacaktır. Süreç sonunda bireyler için olumlu olan tasarruf artışı toplum için geçerli olmayacaktır. İşte bu duruma tasarruf paradoksu denir.

OTOMATİK İSTİKRARLANDIRICILAR

Otomatik stabilizörler olarak da bilinen bazı makro iktisadi araçlar ekonomi belli bir trend içinde büyürken olası iktisadi dalgalanmaların oynaklığını düşürerek ekonominin daha istikrarlı bir şekilde büyümesine zemin hazırlarlar. Belli başlıları şunlardır:

1) Gelir Vergisi: Özellikle artan oranlı gelir vergisi, gelir dağılımı ile ilgili sorunları hafifleterek ekonomiyi daha istikrarlı kılar.

2) Transfer Ödemeleri: Özellikle her zaman yapılan (işsizlik sigortası) transfer ödemeleri de aynı etkiye haizdir.

3) Kurumlar Vergisi

4) Sosyal Güvenlik Kesintileri

5) Özel Tasarruflar

MALİYE POLİTİKASI

Keynesyen görüş açısından etkin olan ve bu nedenle devletin uygulaması gereken iktisadi politika türüdür. Maliye politikasının etkin olmasının nedeni faiz haddinin verili kabul edilmesinden kaynaklanır. Yine faiz haddinin verili kabul edilmesi para politikasının etkin olmamasının en önemli nedenidir. Yavaş ekonomik genişlemeyi hızlandırmaya ya da ekonomik daralmayı önlemeye yönelik maliye politikasına genişletici maliye politikası, hızlı ekonomik genişlemeyi yavaşlatmaya ya da ekonomik genişlemeyi önlemeye yönelik maliye politikasına ise daraltıcı maliye politikası adı verilir. Belli başlı maliye politikası araçları şunlardır:

1) Kamu Alımları: Kamu alımlarının artırılması genişletici maliye politikasına, azaltılması ise daraltıcı maliye politikasına örnektir.

2) Transfer Ödemeleri: Transfer ödemelerinin artırılması genişletici maliye politikasına, azaltılması ise daraltıcı maliye politikasına örnektir.

3) Vergiler: Vergilerin artırılması daraltıcı maliye politikasına, azaltılması ise genişletici maliye politikasına örnektir.

PARA POLİTİKASI

Keynesyen görüş açısından etkin olmayan ve bu nedenle devletin uygulamaması gereken politika türdür. Yavaş ekonomik genişlemeyi hızlandırmaya ya da ekonomik daralmayı önlemeye yönelik para politikasına, genişletici para politikası, hızlı ekonomik genişlemeyi yavaşlatmaya ya da ekonomik genişlemeyi önlemeye yönelik para politikasına ise daraltıcı para politikası adı verilir. En temel para politikası aracı açık piyasa işlemleridir. Açık piyasa satışları daraltıcı para politikasına, açık piyasa alımları ise genişletici para politikasına örnektir.

DEFLASYONİST AÇIK

Basit Keynesyen modelde tam istihdam düzeyindeki toplam planlanan harcama ile yine tam istihdam düzeyindeki reel çıktı arasındaki negatif farka denir. Faiz verili kabul edildiğinden genişletici para politikası deflasyonist açığı yok edemez (likidite tuzağı). Bu açığı yok etmek için uygulanabilecek tek politika genişletici maliye politikasıdır. Yani devlet, otonom harcamaları artırarak vergi oranlarını düşürerek bu açığı yok edebilir.

Geometrik analizde deflasyonist açık ile ilgili bilinmesi gereken temel yorum şöyledir: Deflasyonist açığın oluştuğu aralık toplam harcama eğrisinin 45 derecelik doğrunun altında kaldığı bölgede oluşur.

ENFLASYONİST AÇIK

Basit Keynesyen modelde tam istihdam düzeyindeki toplam planlanan harcama ile yine tam istihdam düzeyindeki reel çıktı arasındaki pozitif farka denir. Faiz verili kabul edildiğinden daraltıcı para politikası enflasyonist açığı yok edemez. Bu açığı yok etmek için uygulanabilecek tek politika daraltıcı maliye politikasıdır. Yani devlet, otonom harcamaları azaltarak vergi oranlarını yükselterek bu açığı yok edebilir.

Geometrik analizde enflasyonist açık ile bilinmesi gereken temel yorum şöyledir: Enflasyonist açığın oluştuğu aralık toplam harcama eğrisinin 45 derecelik doğrunun üzerinde kaldığı bölgede oluşur.

HIZLANDIRAN (z)

Eğer planlanan yatırımlar milli gelirin fonksiyonu olarak kabul edilirse, harcanabilir gelirdeki bir birimlik değişmenin planlanan yatırımlarda kaç birimlik değişmeye yol açtığını gösteren orana denir. Hızlandıran 0 ile 1 arasında yer alır.

z = ∆I / ∆Y

Hızlandıran etkisiyle ortaya çıkan büyük çarpana süper çarpan denir.

ks = 1 / 1 – c (1 – t) – z

MARJİNAL İTHALAT EĞİLİMİ (m)

Milli gelirdeki bir birimlik değişmenin ithalatta kaç birimlik bir değişmeye yol açtığını gösteren orana denir. 0 ile 1 arasında yer alır.

m = ∆M / ∆Y

İthalatın denklemi:

M = M0 + m.Y

1) Harcama Çarpanının Formülü:

k0 = 1 / 1 – c (1 – t) + m

2) Transfer Çarpanının Formülü:

kTR = c / 1 – c (1 – t) + m

3) Vergi Çarpanının Formülü:

kT = – c / 1 – c (1 – t) + m

DIŞA AÇIK EKONOMİDE SIZINTILAR – İLAVELER

S + T + M = I + G + X

Eşitlik şu şekilde yazılabilir:

S – I = (G – T) + (X – M)

(G – T): Bütçe Dengesi

(X – M): Dış Ticaret Dengesi

BASİT KEYNESYEN MODELDE BÜTÇE

Devletin gelirleri ile giderleri arasında denklik sağlanmış ise bütçe denktir. Devletin gelirleri ile giderleri arasındaki fark pozitif ise bütçe fazlası; negatif ise bütçe açığı söz konusudur. Basit Keynesyen modelde devletin gelirlerini gelir vergisinden elde edilen hasılat, devletin giderlerini ise kamu alımları ve transfer ödemeleri temsil eder.

TAM İSTİHDAM BÜTÇE FAZLASI

Ekonominin tam istihdamda olduğu durumda, devletin gelirleri ile giderleri arasındaki farkı yansıtır.

BS = T0 + t.Y – G0 – TR0

∆BS = – ( 1 – c) (1 – t) / 1 – c(1 – t) x ∆G

∆BS = Bütçe fazlasında oluşan fark

∆G = Otonom kamu alımlarında oluşan fark

c = Marjinal tüketim eğilimi

t = Marjinal vergi oranı

BÖLÜM – 3

PARA TEORİSİ

KLASİK İKTİSAT GÖRÜŞÜ

SAY YASASI

Klasik iktisatçılar tam istihdam konusundaki görüşlerini Say Yasası olarak bilinen bir ilke üzerine inşa etmişlerdir. Bu kuramda, bir piyasa ekonomisinin daima istihdama neden yöneldiği açıklanır. Say Yasası’na göre her arz kendi talebini yaratır. Yani, ekonomide bir şey üretildiğinde karşılığında gelir elde edilir. Bu gelir mal ve hizmet alımları için kullanılır. Say Yasası’na göre belirli malların arzı aslında diğer mallar için taleptir. Çünkü insanlar diğer mallarla değiştirmek istediklerinde kendi kullanımlarından daha fazla mal üretirler. Yani birisi bir şey arz ediyorsa bunu başka bir şey talep ettiği için yapıyordur. Bu da ekonomide sadece trampa olması durumunda geçerlidir(parayı düşünmemek, malın mal cinsinden değerini düşünmek gerekir). Say Yasası’na göre piyasada fazla üretim de söz konusu değildir. Say’a göre belirli piyasalarda bazı mallar için arz fazlalığı ile karşılaşılabilir. Ancak bu arz fazlalığı fiyatların düşmesine (değer) ve ekonomide ayarlanma gerçekleşinceye kadar üretimin azalmasına yol açar. Benzer şekilde ekonomide talep fazlalığı var ise fiyatlar yükselebilir. İşte bu esneklik sayesinde ekonomi daima tam istihdama yönelir. Var olan işsizler ise gönüllü işsizdirler.

Ekonomideki tüm dengesizlikler geçicidir. Bir ekonomide n tane mal varsa n tane de talep vardır.

MİKTAR KURAMI

Malların değer yasası para için de geçerlidir. Nasıl ki malların miktarı arttığında değeri azalıyorsa paranın miktarı artarsa değeri de azalır. Bir mala olan talep ne ise, paraya olan talep de odur. Para talebi artarsa paranın değeri de artar.

Miktar kuramı klasik dikotomi anlayışını savunur. Ekonomiyi reel ve parasal sektör olarak ikiye ayırır. Malların nispi fiyatları (malın mal cinsinden değeri) reel sektör tarafından belirlenir. Mutlak fiyatlar (etiket fiyatı) ise parasal sektör tarafından belirlenir. Eğer para arzını artırırsanız toplam harcama düzeyi daima üretilen mal ve hizmet değerine eşit olacağı için sadece malların fiyatlarını artırmış olursunuz. Ne nispi fiyatları ne de mal üretimini etkileyemezsiniz (tam istihdam).

O halde para hiçbir şey değildir. Para ile reel değişkenleri etkileyemezsiniz. Para talebi ise reel gelir düzeyine bağlıdır. Para dolayısıyla yansızdır, nötrdür.

MÜBADELE (DEĞİŞİM DENKLEMİ)

Fisher tarafından ortaya atılmıştır.
Paranın Dolaşım Hızı (V): Bir birimlik paranın belli bir zaman diliminde ortalama olarak harcama amacıyla kaç kez el değiştirdiğini gösterir. Dolaşım hızı ekonomik birimlerin harcamalarıyla ilgili olarak ellerinde para bulundurma davranışını yansıtır. O halde dolaşım hızını etkileyen etmenler:

- Bireysel alışkanlıklar

Çek ve kredi kullanımı, tasarruf alışkanlığı vs.

- Ödemelerin sıklığı

- Genel nedenler (nüfus)

Dolaşım hızı sabittir. Çünkü ekonomi tam istihdamda olduğu için üretilen mal ve hizmet miktarı sabittir.

Fiyatlar Genel Düzeyi (P): Ekonomideki mal ve hizmetlerin ortalama fiyatıdır.

Para Arzı (M): Ekonomideki nominal para miktarıdır.

Toplam İşlemler (T): Ekonomideki var olan bütün işlemlerin değeridir.

Ekonomide belli bir dönemdeki toplam harcama miktarı, toplam işlemler ile fiyat düzeyinin çarpımına eşittir. O halde:

M . V = P . T

Bir ekonomide denge durumunda para arzı ile para talebi birbirine eşit olduğuna göre para talebi toplam harcamaların (P.T) paranın dolaşım hızına (V) bölünmesi suretiyle bulunur.

Md = P.T / V veya Md = GSMH / V

1 / V = M1 / GSMH V = GSMH / M1 V = 7800 / 390 = 20 V = 121,5 / 6,75 = 18

Her iki taraf fiyata bölündüğünde Md / P = T / V sonucuna ulaşılır. Yani (md/P) = Y (Reel Para Talebi = Reel Üretim). Paranın dolaşım hızı da sabit olduğu için para talebi reel gelirin bir fonksiyonudur. Miktar teorisinde kullanılan T ekonomide var olan bütün işlemleri kapsar. Ancak klasik iktisatta (klasik dikotomi) para nötr olduğu için T yerine Y yani reel üretim yazılabilir. Bu yüzden nominali bulmak için Y . P yapılmaktadır.

Say Yasası’na göre ekonomi daima tam istihdamda olacağı için T sabittir. Paranın dolaşım hızı da sabit kabul edilir. Bu anlamda para arzındaki değişme sadece fiyatlar genel düzeyini aynı oranda değiştirecektir. Örneğin para arzı %10 arttığında fiyatlar da %10 artacaktır. Ayrıca şunu unutmamak gerekir ki burada bahsedilen fiyat nispi değil mutlak fiyattır.

Modelin çalışabilmesi için varsayımlar:

1) Homo Ekonomicus (Rasyonel Birey)

2) Gelir ve harcamalar eşanlı

3) Fiyat ve ücretler esnek

4) Paranın gelir dolaşım hızı sabit

5) Para talebinin faiz esnekliği sıfır. Para sadece işlem amacıyla talep edilir.

Modelin sonuçları:



1) Para yansızdır, ekonomik faaliyetleri etkilemez.

2) Fiyat düzeyi, para arzının doğru yönlü ve birebir fonksiyonudur.

3) Nominal para talebi, nominal gelirin bir fonksiyonudur.

4) Reel para talebi reel gelirin bir fonksiyonudur.

5) Para talebinin gelir esnekliği 1’dir.

CAMBRİDGE YAKLAŞIMI



Para talebi konusunda A. C. Pigou ve A. Marshall tarafından geliştirilen yaklaşımda, kişilerin ne kadar para tutmak istedikleri üzerinde durulur. Bu yaklaşım ilk kez miktar teorisini para talebi olarak yazan yaklaşımdır.

Miktar teorisinin Cambridge versiyonunda kişilerin iki fonksiyonundan ötürü para talep ettikleri kabul edilir. Bunlardan birincisi paranın işlemlere aracılık etme fonksiyonudur. Bu bağlamda kişiler belirli bir dönemdeki harcamalarını finanse etmek için o dönemde elde ettikleri gelirin belirli bir kısmını ceplerinde – vadesiz mevduat hesabında tutarlar. Bir başka deyişle işlem para talebi, nominal gelirin belli bir oranına eşittir.

Cambridge yaklaşımında kişilerin para talep etmelerinin ikinci nedeni, paranın servet saklama aracı olma fonksiyonudur. Cambridge iktisatçılarına göre, kişilerin serveti artınca, paraya yönelik talep de artabilir. Dolayısıyla da Cambridge yaklaşımında para talebi nominal gelirin belli bir kısmından ibarettir.

Md = k.P.Y

Para talep denkleminde Md terimi bir ekonomideki para talebini, k terimi kişilerin gelirlerinin ortalama olarak ne kadarını para olarak tutmak istediklerini gösterir. Örneğin, bir ekonomide k = 1 / 5 olması, kişilerin nominal gelirinin beşte birini para olarak ceplerinde veya faiz getirmeyen vadesiz tasarruf hesabında tutmak istedikleri, nominal gelirlerinin beşte biri kadar para talep ettikleri anlamına gelir. Cambridge iktisatçılarına göre, k kısa dönemde sabittir. Ayrıca Y de sabittir. Bu varsayımlar altında klasik para talebi;

Md / P = k0.Y0

Cambridge versiyonuna göre para talebi faiz haddinden bağımsızdır ve gelir düzeyi ile aynı yönde değişir.

Cambridge denkleminin Fisher denklemi ile aynı sonucu vermesi, k ile V arasındaki ilişkiden kaynaklanır. Bir ekonomide piyasadaki para miktarının yılda 5 defa kullanılması (V = 5), o ekonomide kişilerin gelirlerinin 1 / 5’ini para olarak tutmak istedikleri anlamına gelir. 1 / k = V. Bu yüzden de Cambridge denklemini Fisher denklemine dönüştürmek mümkündür;

Md / P = k0.Y0, M(1 / k) = P.Y0, M.V0 = P.Y0

Miktar teorisinde kişilerin sadece işlem amacıyla para talep etmelerine karşılık, Cambridge yaklaşımında kişiler servet saklama aracı olarak da para talep ederler.

KEYNESYEN İKTİSAT GÖRÜŞÜ

Klasik ekolde para sadece değişim amacıyla talep edilir ve yansızdır. Fiyat ve ücretler esnek olduğu için ekonomi daima tam istihdamdadır. Para, ekonomideki fiyat düzeyini belirleyen bir maldan başka bir şey değildir. Keynes 1936 yılında yazdığı ‘İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi’ adlı kitabında tamamen bunlara karşı çıkar.

Keynes’e göre ekonomi daima eksik istihdamda çalışır. Bunun temel nedeni talep yetersizliğidir. Çünkü her arz kendi talebini yaratmaz, tam tersine her talep kendi arzını yaratır. Önemli olan toplam taleptir.

Nominal ücretler emek piyasasında değil, işçi ve işverenler arasındaki sözleşmelerle belirlenir. Sendikaların varlığı, ücretlerin aşağı doğru düşmesine engel olur. Bu nedenle ücretler esnek değil, yapışkan (rijit) dır. Piyasadaki aksak rekabet koşulları nedeniyle fiyatlar da yapışkandır. Öyleyse ekonomideki tam istihdam durumu pek gerçekçi değildir. Kaldı ki, fiyat ve ücretler esnek olsa bile, harcama sızıntıları nedeniyle oluşacak talep yetersizliği ekonomideki eksik istihdam durumunu yine gündeme getirecektir.

Keynesyen sistemde üç temel fonksiyon vardır:

- Tüketim Fonksiyonu

- Yatırım Fonksiyonu

- Likidite Tercihi Fonksiyonu

Tüketim ve yatırım fonksiyonları daha önce incelenmişti.

LİKİDİTE TERCİH FONKSİYONU

Keynes’in para talebiyle ilgili düşüncelerini yansıtan bu görüş Cambridge yaklaşımından etkilenmiştir. Aradaki fark, eksik istihdam olgusunun Keynes’çe kabul edilmesi olgusudur. Eğer ekonomi tam istihdamda ise zaten Keynes ile klasiklerin farkı kalmayacaktır. Keynes’e göre bireylerin para talep etmelerinin üç nedeni vardır:

İŞLEM AMAÇLI PARA TALEBİ



Kişilerin kazançları ile beklenen harcamaları arasında bir gecikme vardır. Örneğin, kendisine her ayın başında belirli bir ödeme yapılan bir kişi, bu kazancını bütün ay boyunca harcar ve dolayısıyla da kazancının belli bir kısmını 30 gün boyunca para olarak cüzdanında tutar. Keynes, kişilerin kazançları ile harcamaları arasındaki zaman açığını kapatmak için para talep etmelerini, işlem amacıyla para talebi diye nitelendirmiştir.

Keynes’e göre, işlem amacıyla talep edilen para miktarı nominal gelir düzeyine bağlıdır. Nominal gelir artınca işlem amacıyla talep edilen para miktarı da artar.

LT = k.(P.Y)

Denklemdeki k terimi parasal gelirin cüzdanda tutulmak istenen kısmını temsil eder. Bir diğer değişle k ile Y’nin çarpımı talep edilen paradır. Diğer taraftan denklemi fiyat düzeyine bölmek suretiyle işlemler amacıyla para talebini reel olarak ifade etmek mümkündür.

LT / P = k.Y

Denklemdeki LT / P reel para talebini, Y ise reel geliri temsil eder.

İHTİYAT AMAÇLI PARA TALEBİ



Kişiler kaza ve hastalık gibi beklenmeyen durumlardaki harcamalarını karşılamak için servetlerinin bir kısmını para olarak cüzdanlarında tutarlar. Keynes kişilerin beklenmeyen harcamalar için para talep etmelerini, ihtiyat amaçlı olarak nitelendirmiştir. Keynes’e göre ihtiyat amaçlı reel para talebi (LP/P) reel gelir düzeyinin pozitif bir fonksiyonudur.

Dolayısıyla da işlemler amacıyla para talebini yansıtan LT / P = k.Y denklemi işlemler ve ihtiyat amaçlı reel para talebini yansıtan biçimde yeniden yazılabilir:

LT / P + LP / P = L1 = k.Y

Denklemde L1 terimi, işlem amaçlı reel talebi ile ihtiyat amaçlı reel para toplamıdır; k katsayısı ise reel gelirin artık söz konusu iki amaçla para olarak tutulmak istenen kısmını temsil eder.

SPEKÜLASYON AMAÇLI PARA TALEBİ

Sahibine her yıl sabit bir faiz geliri sağlayan bir tahvilin herhangi bir andaki piyasa değeri (V), tahvilin faiz geliri (R) ile piyasa faiz haddi (i) arasındaki orana eşittir:

V = R / i

Dolayısıyla tahvilin piyasa değeri ile piyasa faiz haddi arasında ters yönlü bir ilişki vardır. Örneğin her yıl 40 TL faiz geliri olan ve üzerinde yazılı değeri veya kısaca nominal değeri 1.000 TL olan bir tahvilin piyasa değeri, piyasa faiz haddi i = %3,9 i = %4 ve i = %4,21 iken sırasıyla 1.025 TL, 1.000 TL ve 950 TL’dir.

V = 40 TL / 0,039 = 1.025 TL V = 40 TL / 0,040 = 1.000 TL V = 40 TL / 0,0421 = 950 TL

Piyasa faiz haddi %3,9 iken sahibine her yıl 40 TL faiz geliri sağlayan bir tahvili satın almak içi ödenecek fiyat 1.025 TL’dir. Piyasa faiz haddi %4 iken sahibine her yıl 40 TL faiz geliri sağlayan bir tahvili satın almak için ödenecek fiyat 1.000 TL’dir. Piyasa faiz haddi %4,21 iken sahibine her yıl 40 TL faiz geliri sağlayan bir tahvili satın almak için ödenecek fiyat 950 TL’dir. Tahvilin piyasa değeri ile faiz haddi arasında ters yönlü bir ilişkinin olması tahvilin iki tür getirisi olduğunu içerir. Tahvilin birinci tür getirisi, sahibine her yıl sağladığı faiz geliridir (40 TL). Tahvilin ikinci tür getirisi ise tahvilin piyasa değerinde faiz haddine bağlı olarak meydana gelen değişikliktir. Bu bağlamda eğer faiz haddi düşerse, tahvilin değeri artar ve tahvil sahibi belirli bir sermaye kazancı elde eder. Ancak tam tersine faiz haddi yükselirse, tahvilin değeri düşer ve tahvil sahibi belirli bir sermaye kaybına maruz kalır. Dolayısıyla da bir ekonomide kişiler eğer piyasa faiz haddinin düşeceğini bekliyorlarsa, hem faiz geliri hem sermaye kazancı elde etmek için mali servetlerini tahvil olarak muhafaza ederler. Örneğin elinde nominal değeri 1.000 TL olan ve sahibine her yıl 40 TL faiz getiren bir tahvilin olduğu bir ekonomide kişiler örneğin %4 olan cari faiz haddinin %3,9’a düşeceğini olacağını bekliyorlarsa, hem 40 TL faiz geliri hem 1.025 TL – 1.000 TL = 25 TL sermaye kazancı elde etmek veya kısaca net 65 TL (net %6,5) kazanç elde etmek amacıyla mali servetlerini tahvil olarak muhafaza ederler.

Buna karşılık kişiler eğer faiz haddinin yükseleceğini veya böylece ortaya çıkan sermaye kaybının tahvilin faiz gelirinden büyük olacağını bekliyorlarsa mali servetlerini tahvil olarak muhafaza ederek negatif bir net getiri ile karşılaşmak yerine, mali servetlerini getirisi sıfır olan para biçiminde muhafaza etmek isterler. Örneğin elinde nominal değeri 1.000 TL olan ve sahibine her yıl 40 TL faiz getiren bir tahvilin olduğu bir ekonomide kişiler cari faiz haddinin i = %4,21 olacağını bekliyorlarsa, biri tahvilden 40 TL faiz geliri elde ederken 50 TL kadar bir sermaye kaybına uğramak (950 TL – 1.000 TL = – 50 TL) ve böylece birim tahvilden 10 TL kadar net bir kayba maruz kalmak yerine, mali servetlerini getirisi sıfır olan para biçiminde muhafaza ederler.

Faiz haddinin yükseleceğini ve böylece tahvilin getirisinin negatif olacağını bekleyen bir kişinin mali servetini para biçiminde muhafaza etmesi, spekülatif amaçlı olarak adlandırılır.

Piyasa faiz oranı bireylerin normal kabul ettikleri düzeyin altında ise bireyler faiz oranının artmasını beklediklerinden dolayı spekülatif amaçla para talebi artar.

TOPLAM PARA TALEBİ

Keynes’in likidite tercihi teorisine yönelik açıklarımıza dayanarak bir ekonomide kişiler cüzdanlarında işlemler, ihtiyat ve spekülasyon amacıyla para tutarlar. İşlemler amacıyla ve ihtiyat amacıyla reel para talebinin reel gelirin pozitif bir fonksiyonu olmasına karşılık, spekülasyon amacıyla reel para talebi piyasa faiz haddinin negatif bir fonksiyonudur. + – + –

L1 = f(Y) L2 = f(i) L = L1 + L2 L = f(Y,i)

Toplam para talebi aşağıdaki şekilde gösterilmiştir. Şekil (a)’da kişilerin işlemler ve ihtiyat amacıyla talep ettikleri reel para miktarı gösterilmiştir. k teriminin 1/4 olduğunun kabul edildiği şekil (a)’da reel gelir 400 TL iken işlemler ve ihtiyat amacıyla talep edilen para miktarı, her alternatif faiz haddinde 100 TL’dir. 1/4.(400 TL) = 100 TL. Şekil (b)’de ise spekülasyon amacıyla para talebi gösterilmiştir. Spekülasyon amacıyla para talebini temsil eden eğrinin negatif eğimli olması, (faiz haddi %6’dan %4’e düşünce spekülasyon amacıyla para talebinin 3 TL’den 6 TL’ye yükselmesi) spekülasyon amacıyla para talebinin faiz haddinin ters fonksiyonu olduğunu temsil etmektedir.



KEYNES SONRASI KEYNESYEN PARA TALEBİ

Baumal ve J. Tobin işlem amaçlı para talebinin de faiz oranından etkileneceğini savunmuşlardır. Faiz oranları yükselirse, işlem amacıyla talep edilen para miktarı, tıpkı spekülatif amaçlı para talebi gibi azalacaktır. Çünkü faiz oranlarının artması, elde tutulan her türlü paranın fırsat maliyetinin artmasına yol açacaktır. Böyle bir durumda, ekonomik birimler yaptıkları parasal işlemlerin tutarını eski seviyede tutmak isteyeceklerinden ötürü paranın dolaşım hızı artacaktır.



MODERN MİKTAR KURAMI

Monetarist görüşün önde gelen isimlerinden Milton Friedman tarafından geliştirilmiştir. Bu teori Cambridge yaklaşımından etkilenmiştir. Friedman, portföy tercih teorisini para talebine uyarlamıştır. Portföy tercih teorisine göre, bir finansal aktifin talebini belirleyen faktörler şunlardır:

1) Finansal aktifin riski ( - )

2) Finansal aktifin getirisi ( + )

3) Finansal aktifin likiditesi ( + )

4) Gelir ve servet düzeyi ( + )

Friedman’a göre para talebinin nedenlerini incelemek gereksizdir. Çünkü herhangi bir aktif neden talep ediliyorsa para da bundan dolayı talep edilir. Klasik anlayışta para bir mal olarak görülürken, Keynesyen anlayışta para, finansal aktifleri (tahvil) yakın bir ikamesidir. Friedman’da ise para hem finansal aktiflerin hem de reel aktiflerin yakın bir ikamesidir.

Keynes’in yaklaşımında paranın tek alternatifi tahvildir. Friedman’da ise paraya alternatif teşkil eden üç tür aktif vardır:

Hisse Senedi
Tahvil
Mallar
Keynes’te paranın getirisi sıfır olarak kabul edilirken, Friedman’da ise bankaların mevduat sahiplerine çeşitli hizmetler sunabilmesi nedeniyle paranın getirisi pozitiftir.

Friedman’a göre diğer değişkenler sabitken, para talebinin artmasına yol açacak etmenler şunlardır:

- Tahvilden beklenen getirinin azalması

- Hisse senedinden beklenen getirinin azalması

- Mallardan beklenen getirinin azalması (enflasyon oranının düşmesi)

Para talebinin artması halinde halk, bankalardaki mevduatlarını çekerler. Buna karşılık bankalar da mevduat çıkışını engellemek için faiz oranını yükseltir. Dolayısıyla, aktiflerin getirisi ile paranın getirisi arasındaki fark hiçbir zaman açılmaz. Bu nedenle, para talebi ile faiz oranı arasında çok güçlü bir ilişki olduğu söylenemez. Para talebinin temel belirleyicisi sürekli gelirdir. Sürekli gelir istikrarlı bir değişken olduğuna göre para talebi de istikrarlıdır. Bu nedenle dolaşım hızı da istikrarlıdır.

PARA PİYASASINDA DENGE

Para piyasasında denge para arzı (Ms) ile para talebinin (Md) eşitlendiği noktada gerçekleşir. Denge faiz oranının (i0) üzerindeki bir faiz düzeyinde (i2) para arz fazlası, denge faiz oranının altındaki bir faiz düzeyinde (i1) ise para talep fazlası söz konusudur. Para arz fazlası faiz oranlarının düşmesini sağlarken para talep fazlası ise faiz oranlarının yükselmesini sağlar.

Para piyasasında dengenin değişmesine yol açabilecek faktörler şunlardır:

1) Para arzı sabitken para talebinin değişmesi

Md↑→i↑

a) Fiyat düzeyinin değişmesi
P↑→Md↑→i↑

b) Reel gelirin değişmesi
Y↑→Md↑→i↑

2) Para talebi sabitken para arzının değişmesi

Ms↑→i↓



KLASİK FAİZ KURAMI

Klasik kuramda faiz, tasarrufun ödünç verilmesi karşılığında elde edilen gelirdir. Ödünç veren açısından tüketimden vazgeçmenin karşılığı olan faiz, ödünç alan açısından ise ödünç alınan paranın kullanılması sayesinde ödenen bedeldir. Piyasadaki denge faiz oranını belirleyen faktörler tasarruf arzı ve yatırım talebidir. O halde faiz, tasarruf arzının ve yatırım talebinin fiyatıdır. Klasik iktisat görüşünde yatırım talebi faiz oranlarının ters yönlü bir fonksiyonudur.

Bir ekonomide tasarruf düzeyi ile yatırım düzeyi her zaman birbirine eşittir. Onları birbirine eşitleyen bir faiz oranı her zaman mevcuttur. Böylece, ekonomi daima tam istihdam gelir düzeyinde dengeye gelecektir. Eğer ekonomideki cari faiz oranı denge faiz oranının üzerindeki bir seviyede ise tasarruf fazlası oluşacak ve faiz oranı gerileyecektir. Eğer faiz oranı denge faiz oranının altında ise yatırım talebi fazlası oluşacağı için faiz oranları yükselecektir. Faiz oranları denge düzeyindeyken değişebilmesi için, tasarruf arzının veya yatırım talebinin değişmesi gerekir. Buna göre tasarruf düzeyi azalırsa ve yatırım talebi artarsa denge faiz oranı artacaktır.

ÖDÜNÇ VERİLEBİLİR FONLAR KURAMI



Wicksell’e göre doğal faiz oranı ve piyasa faiz oranı olmak üzere iki tür faiz oranı mevcuttur. Doğal faiz oranı, işletilen reel sermayeden sağlanan kar oranıdır. Piyasa faiz oranı ise bankaların kredi üzerinden talep ettikleri faiz oranıdır. Doğal faiz oranı tasarrufa bağlıyken piyasa faiz oranı parasal faktörlere bağlıdır. Doğal faiz oranı ile piyasa faiz oranı birbirine eşitse ekonomide fiyat düzeyi sabit kalacaktır. Doğal faiz oranı daha yüksekse, ekonomi enflasyonist bir sürece girecektir. Tersi durumda ise, yatırımlar azalacak ve fiyat düzeyi düşecektir.

KEYNESYEN FAİZ KURAMI

Keynes’te faiz tamamen parasal bir olgudur. Likidite tercih fonksiyonunda faiz, para arzı ve para talebi tarafından belirlenir. Faiz oranı para arzı sabitken alternatif yatırım araçları karşısında ekonomik birimlerin para tutma şiddetine bağlı olarak değişebilir. Keynesyen teoride faizin iki temel fonksiyonu vardır:

1) Para piyasası ile reel sektör arasında ilişki kurar. Para nötr değildir. Para, ekonomik faaliyetleri faiz yoluyla etkileyebilmektedir.

2) Faiz oranı, elde para tutmanın fırsat maliyetidir. Dolayısıyla faiz oranları ne kadar yüksek ise spekülatif amaçla elde tutulan para miktarı o kadar azalacaktır.

Para piyasası dengedeyken, izlenecek genişlemeci bir para politikası para arz eğrisini sağa kaydırır. Piyasaya sürülen parayla ekonomik tahvil almaya başlar. Tahvile olan talebin artması, tahvillerin fiyatının yükselmesine ve böylece piyasa faiz oranının düşmesine yol açar. Bu da yatırım talebini, harcama düzeyini ve denge gelir düzeyini artırır.

Durum bundan ibaret olsaydı, ekonominin yönetimi çok kolay olurdu. Ne var ki, para politikasını sınırlandıran iki önemli olay vardır:

Bir kere diğer harcama kalemleri gibi yatırım harcamalarının da faiz esnekliği çok düşüktür. Bu yüzden genişlemeci para politikası sonucu düşen faiz oranları, yatırım harcamalarını çok fazla artırmaz.

Keynes’e göre yatırımları belirleyen daha önemli bir faktör kar beklentileridir. Bu nedenle, yatırımları faizleri düşürülerek artırılması oldukça güçtür. Para politikasının etkinliği sınırlıdır.

Keynes’in teorisinde para politikasını sınırlandıran ikinci olay ise uç bir durum olan likidite tuzağıdır. Para talebi sonsuz olduğu için artan para arzı tahvil alımına kaymamakta ve yine elde tutulmaktadır. Böyle bir durumda genişlemeci para politikasıyla faiz oranını düşürmek mümkün değildir. Para politikası tam etkisizdir. Üretim hacminin artırılması açısından maliye politikası para politikasından üstündür. Klasik iktisat görüşünde tasarruflar faizin bir fonksiyonu olarak ele alınırken Keynes’te ise tasarruflar tıpkı tüketim gibi harcanabilir cari gelirin bir fonksiyonu olarak kabul edilmektedir. Bu yüzden, tasarrufların daima yatırımlara eşitleneceği garanti değildir. Dolayısıyla tam istihdam tezi geçersizdir. Klasiklerde tasarruflar mutlaka yatırımlara yönelir ve faiz oranı, yatırım ile tasarrufu eşitler. Keynes’te ise yatırımlar geliri artırarak tasarrufu meydana getirir. Keynes’e göre tasarrufların artması klasiklerin dediği gibi yatırımları artırmaz.

NOMİNAL – REEL FAİZ ORANI

Ekonomik birimlerin borçlanma işlemlerinde kullandığı faiz oranına nominal faiz oranı denir. Reel faiz oranı ise, nominal faiz oranı ile enflasyon oranı arasındaki farktır. Ekonomik birimlerin fiyat düzeyindeki değişmeler hakkındaki bekleyişleri faiz oranının belirlenmesi sürecinde önemli bir role sahiptir. Fisher Eşitliği yada Fisher denklemi olarak adlandırılan formül şu şekilde ifade edilebilir:

r = i - ∏e

Nominal Faiz Oranı: i

Reel Faiz Oranı: r

Beklenen Enflasyon Oranı: ∏e

Beklenen enflasyon düzeyinin çok yüksek olduğu durumlarda bu formül bize doğru sonucu vermez. O halde kullanılacak formül:

olur.

Örneğin, nominal faiz oranının %4, beklenen enflasyon oranının %1 olması durumunda her iki formüle göre hesaplanacak reel faiz oranı;

r = 0,04 – 0,01 = 0,03 (veya %3)

r + 1 = 1+0,04 / 1+0,01 = 0,0297 (veya %2,97) bulunur.

Oysa nominal faiz oranının %40 beklenen enflasyon oranının %10 olması durumunda, her iki biçimde hesaplanan reel faiz oranı, %30’a %27,3’tür. Görüldüğü gibi beklenen enflasyon oranının yükselmesi reel faiz oranları arasındaki farkı büyütmektedir.

IS EĞRİSİNİN EĞİMİ

Yatırım ile faiz haddi arasındaki ters yönlü ilişki nedeniyle negatif eğimli olan IS eğrisinin daha yatık olması faiz haddindeki belirli bir değişme sonucu hasıla düzeyinin daha fazla değişeceğini yansıtır. Faiz haddindeki belirli bir düşmenin daha yatık IS eğrisi itibariyle hasıla düzeyinin daha fazla artmasına yol açmasının iki muhtemel nedeni vardır. Her şeyden önce faiz haddindeki belirli bir düşmenin yatırım üzerindeki etkisi, yatırımın faize duyarlılığına bağlıdır. Yatırımın faize duyarlılığı (b) ne kadar büyük olursa, faiz haddindeki belirli bir düşmenin yatırım üzerindeki genişletici etkisi o kadar büyük olur ve buna bağlı olarak da hasıla düzeyinde meydana gelen artış o kadar büyük olur. Diğer taraftan toplam harcamada belirli bir artış olduğunda hasıla düzeyinde meydana gelecek olan artışın büyüklüğü çoğaltan teriminin değerine bağlıdır. k0 harcama çarpanı ne kadar büyük olursa, toplam harcamadaki belirli bir artışın hasıla düzeyi üzerindeki genişletici etkisi o kadar fazla olur.

IS eğrisinin eğiminin yatırımın faize duyarlılığına ve çoğaltana bağlı olarak değişmesi, IS eğrisinin eğimini maliye politikasıyla değiştirmenin mümkün olduğunu içerir.

i = AE0(1/b) – (1/k0b)Y

Faiz haddi üzerinden ifade edilen denklem IS denklemindeki 1/k0b terimi IS eğrisinin eğimine eşittir. Dolayısıyla da çarpanın değeri (k0) ve yatırımın faiz haddine duyarlılığını ölçen b teriminin değeri ne kadar yüksek olursa, IS eğrisinin eğimi o kadar küçük – IS eğrisi o kadar yatık olur.

IS eğrisinin konumu faiz sabit kalmak şartıyla AE0 otonom harcama düzeyine bağlıdır. Bu husus şekilde gösterilmiştir. Şekil (a)’da denge hasıla düzeyi Y1 ve Y2’dir. Şekil (a)’da E1 noktası otonom harcama AE01 ve faiz haddi i1 iken söz konusu olan denge hasıla düzeyini (Y1), E2 noktası ise faiz haddi yine i1 fakat otonom harcama AE02 iken söz konusu olan denge hasıla düzeyini (Y2) temsil eder. Bir başka değişle şekil (a)’da otonom harcamanın yükselmesi sonucu denge hasıla düzeyi artmıştır.

Otonom harcama düzeyi ile denge hasıla düzeyi arasındaki ilişki şekil (b)’de IS eğrisinin konumu itibariyle ele alınmıştır. Şekil (b)’de IS1 eğrisi üzerindeki E1 noktası faiz haddi i1 ve otonom harcama AE01 iken denge hasıla düzeyinin Y1 olduğunu belirtir. Benzer biçimde IS2 eğrisi üzerindeki E2 noktası da, faiz haddi yine i1 ve fakat otonom harcama AE02 iken denge hasıla düzeyinin Y2 olduğunu yansıtır. Bu ise IS eğrisinin konumunu AE0 tarafından belirlendiği, otonom harcama artınca (azalınca) IS eğrisinin otonom harcamadaki değişme ile harcama çoğaltanının çarpımı kadar dışa (içe) doğru kaydığı anlamına gelir.

IS eğrisinin konumuna ilişkin bu açıklamalar b = 5 çarpanın 1/1 – c(1 – t) = 4 ve otonom harcamanın AE01 = 160 TL ve AE02 = 200 TL olduğu kabul edilirse;

Y = k0 (AE0 – bi)

Y = 4(160 – 5i)

Y = 640 – 20i (IS1)

Y = 4(200 – 5i)

Y = 800 – 20i (IS2)

800 TL – 640 TL = 160 TL



Şekil (a)’da reel para arzını ifade eden M/P doğrusu ile para talebini temsil eden L(Y1) eğrisi E1 noktasında kesişmişlerdir. Dolayısıyla da şekil (a)’da para piyasasında dengeyi sağlayan faiz haddi i1’dir. Buna karşılık şekil (a)’da gelirin Y1’den Y2’ye yükselmesi ve buna bağlı olarak para talebinin artması sonucu L para talep eğrisi dışa doğru kayarak L1(Y1)’den L2(Y2) konumuna gelmiş ve böylece denge faiz haddi i1’den i2’ye yükselmiştir. Şekil (a)’da hasıla – para talebi – faiz haddi arasında kurulan ilişki şekil (b)’de faiz haddi ile hasıla arasındaki ilişki biçiminde gösterilmiştir. Dikey eksende faiz haddinin yatay eksende hasıla düzeyinin yer aldığı şekil (b)’deki E1 noktası, hasıla düzeyi Y1 iken para piyasasında dengenin i1 faiz haddinde sağlandığını belirtir. Benzer biçimde şekil (b)’deki E2 noktası da, hasıla düzeyi Y2 iken denge faiz haddinin i2 olduğunu ifade eder. Şekil (b)’de yer alan ve para arzını para talebine eşit kılan alternatif faiz haddi – hasıla düzeylerinin geometrik yerini temsil eden pozitif eğimli eğriye LM eğrisi denir.

LM denklemi: M / P = kY – hi

LM EĞRİSİNİN EĞİMİ

LM eğrisi pozitif eğimlidir. LM eğrisinin pozitif eğimli olmasının arkasında, para talebi ile hasıla düzeyi arasındaki ilişkinin aynı yönlü olması yatar. LM eğrisinin eğimin belirleyen iki unsur vardır. Bunlardan birincisi, para talebinin gelire duyarlılığıdır (k). Para talebinin hasılaya olan duyarlılığı ne kadar büyük ise hasıladaki belirli bir artış sonucu denge faiz haddinde meydana gelen artış o kadar yüksek, LM eğrisi o kadar dik olur.

Pozitif eğimli olan LM eğrisinin biçimini belirleyen ikinci unsur para talebinin faiz haddine olan duyarlılığıdır. Para talebinin faiz haddine duyarlılığı ne kadar küçük ise hasıladaki belirli bir artış sonucu denge faiz haddinde meydana gelen artış o kadar büyük, kısaca LM eğrisi o kadar dik olur.

LM eğrisinin konumu reel para arzına (M/P) bağlıdır. Bu husus şekilde gösterilmiştir. Şekil (a)’da reel para talebi L(Y1) iken, reel para arzı (M1/P) olduğuna göre faiz haddi i1’dir. Benzer biçimde, reel para talebi yine L(Y1) iken, reel para arzı (M2/P) olduğunda denge faiz haddi i2’dir. Bir başka değişle şekil (a)’daki E1 noktası, reel para arzı (M1/P) ve reel para talebi L(Y1) iken söz konusu olan denge faiz haddini (i1); E2 noktası ise, reel para arzı (M2/P) ve reel para talebi yine L(Y1) iken söz konusu olan denge faiz haddini (i2) temsil eder.

Para arzı ile denge faiz haddi arasındaki ilişki şekil (b)’de LM eğrisinin konumu itibariyle ele alınmıştır. Şekil (b)’deki LM1 eğrisi üzerindeki E1 noktası hasıla düzeyi Y1 ve reel para arzı (M1/P) iken denge faiz haddinin i1 olduğunu belirtir. Benzer biçimde LM2 eğrisi üzerindeki E2 noktası da hasıla düzeyi yine Y1 ve reel para arzı (M2/P) iken denge faiz haddinin i2 olduğunu yansıtır. Bu ise LM eğrisinin konumunu para arzı tarafından belirlendiği, fiyat düzeyi sabit iken nominal para arzı ve böylece reel para arzı artınca (azalınca) LM eğrisinin dışa (içe) doğru kaydığı anlamına gelir.



MAL VE PARA PİYASALARINDA EŞANLI DENGE



IS ve LM eğrilerinin kesiştikleri yeri temsil eden ve dolayısıyla da hem IS eğrisi üzerinde hem de LM eğrisi üzerinde yer alan E (Y1 , i1) noktasında mal ve para piyasalarında eşanlı denge sağlanmıştır. Diğer taraftan IS ve LM eğrilerinin kesiştikleri noktada toplam planlanan harcama hasılaya ve reel para talebi reel para arzına eşit olduğundan (AE = Y , Y = M/P) gerek mal arz fazlası (ESG) ve mal talep fazlası (EDG), gerek para arz fazlası (ESM) ve para talep fazlası (EDM) sıfıra eşittir.

EDG = Mal Talep Fazlası

ESM = Para Arz Fazlası

ESG = Mal Arz Fazlası

EDM = Para Talep Fazlas



2) Reel para talebi faize duyarsız ise (LM eğrisi tam dik), ki Klasik yaklaşım bunu ifade eder, para politikası tam etkin ve maliye politikası tam etkinsizdir. Bu durumda tam dışlama etkisi söz konusudur.

3) Yatırımların faize duyarlılığı sonsuz ise (IS eğrisi tam yatık) para politikası tam etkin ve maliye politikası tam etkinsizdir.
4) Yatırımlar faize duyarsız ise (IS eğrisi tam dik) maliye politikası tam etkin ve para politikası etkisizdir.

LM EĞRİSİNİN FARKLI DURUMLARI

Keynesçi aralık da denilen LM eğrisinin yatay bölgesi, likidite tuzağını gösterir. Bu bölgede para talebi faiz oranına karşı sonsuz esnektir, ki burada paranın sadece spekülatif amaçla talep edildiği varsayılmaktadır ve para miktarındaki değişmeler faiz oranlarını etkilemez; bu bölgede yalnızca maliye politikası etkilidir. Öte yandan Klasik aralık durumunda LM eğrisi düşey eksene paraleldir, ki burada para sadece mübadele güdüsüyle talep edilmekte ve para talebi faize duyarsız olmaktadır; dolayısıyla da bu bölgede sadece para politikası etkilidir. Likidite tuzağı ve uç paracı durum teorik olasılıklar olarak kaşımıza çıkmaktadır. Gerçekte LM eğrisinin eğimi, değişebilmekle birlikte ortada kalan ara bölgede olduğu gibi pozitiftir.

BÖLÜM – 4

AÇIK EKONOMİ (IS – LM – BP MODELİ)

DÖVİZ KURU VE AÇIK EKONOMİ

Bir ülkede geçerliliği kabul edilen yabancı para ya da onun yerine geçen her türlü ödeme aracına döviz adı verilir. Günlük kullanımda ise döviz kavramı fiilen banknot ve bozukluk olarak elde tutulan yabancı parayı tanımlar. Bankacılık dilinde bu kavram efektif olarak adlandırılır.

İki yabancı paranın birbiri cinsinden değişim oranına çapraz kur adı verilir. Bir yabancı paranın ulusal para cinsinden değişim oranını gösteren kavram ise döviz kuru olarak adlandırılır.

Döviz kuru iki biçimde ifade edilir:

- Bir birim yabancı paranın ulusal para cinsinden fiyatı (1$ = 1,442 TL gibi) ifade ediliyorsa dolaysız kotasyon yöntemi söz konusudur.

- Bir birim ulusal paranın yabancı para cinsinden fiyatı (1 TL = 0,693 $ gibi) ifade ediliyorsa dolaylı kotasyon yöntemi söz konusudur.

NOT! Yabancı paraların birbirleri cinsinden değerine çapraz kur denir. Örneğin, 1 TL = 0,67 $ ve 1 TL = 0,56 € ise 1 $ = 0,84 €’dur.

NOT! Uygulamada genellikle dolaysız kur yöntemi uygulanmaktadır. Biz de dolaysız kur yöntemini açıklamalarımızda kullanacağız.

Bir ulusal paranın dış değeri döviz kurlarıyla ölçülür. Ulusal paranın bir yabancı paraya göre değer kaybetmesi, o yabancı paranın ulusal paraya karşı değerli hale gelmesi demektir. Böyle bir durumda dolaysız kur yöntemi kullanılıyorsa kur artar, dolaylı kur yöntemi kullanılıyorsa kur düşer. Bir ülke parasının dış piyasalarda diğer ülke paralarına serbestçe dönüştürülmesine konvertibilite adı verilir. Bu özelliğin geçerli olabilmesi için o ülke parasının dış piyasalarda aranan ve tercih edilen bir para birimi olması gerekir. Bu açıdan bakıldığında ABD Doları dünyadaki en konvertibl paradır.

DÖVİZ PİYASASI

Döviz piyasasında denge, döviz arzı ve döviz talebi tarafından belirlenir. Döviz arzı, fiilen mevcut bulunan her türlü ödeme aracı, döviz talebi ise elde bulundurulmak istenen her türlü yabancı ödeme aracıdır.

Döviz arz ve talebinin eşitlendiği noktada denge döviz kuru ve denge döviz miktarı oluşur. Döviz talebini artıran (mal ve hizmet ithalatının artması) bir etken, döviz talep eğrisinin sağa kaymasına ve denge döviz kurunun artmasına (ulusal paranın değer yitirmesine) yol açar. Döviz arzını artıran (mal ve hizmet ihracatının artması) bir etken ise döviz arz eğrisinin sağa kaymasına ve denge döviz kurunun düşmesine (ulusal paranın değer kazanmasına) yol açar.

Bilindiği gibi, ülkenin mal ve hizmet ihracatı ile sermaye ithalatı, ülkedeki döviz miktarını artırırken, mal ve hizmet ithalatı ile sermaye ihracatı ülkedeki döviz miktarını azaltır. Bir ülkenin mal ve hizmet ihracatı ile sermaye ithalatının toplam değeri, o ülkenin mal ve hizmet ithalatı ile sermaye ihracatının toplamından büyükse, o ülkedeki döviz miktarı artar. Tersi durumda ise azalır.

NOMİNAL VE REEL KUR

Nominal Döviz Kuru: Bir para biriminin bir başka para birimi karşısındaki değeridir. Döviz kuru bu şekilde tanımlandığında söz konusu para biriminin satın alma gücünü ölçmemektedir.

Reel Döviz Kuru: Yerli para biriminin yabancı paralar karşısında satın alma gücüne göre düzeltilmiş değerine denir.

1$ = 1,45 TL iken, ABD’de hamburger fiyatı 2,56 $, Türkiye’de 3,50 TL ise, reel döviz kurunu hesaplayabilmek için;

Reel Döviz Kuru = (Nominal Döviz Kuru x Yabancı Fiyat) / Yerli Fiyat

formülünde bilinenleri yerine koyarsak; Reel Döviz Kuru = (1,45 x 2,56) / 3,50 = 1,06 elde ederiz. Bu sonuca göre, mevcut döviz kurundan 2,56 $ vererek ABD’de bir adet hamburger satın alınabilirken Türkiye’de 1,06 adet hamburger satın alınabilir. Buna göre ABD’de hamburger Türkiye’ye göre pahalıdır.

Yüz binlerce çeşit mal ve hizmetin üretildiği bir dünyada, reel döviz kurunu tek bir malın değerine göre hesaplamak doğru değildir. Bu nedenle, reel döviz kurunun hesaplanmasında fiyatlar genel seviyesini ifade eden fiyat indekslerinden yararlanabiliriz.

Reel döviz kurunu R, nominal döviz kurunu E, yurtiçi fiyat indeksini Pd, yurtdışı fiyat indeksini Pf ile gösterirsek, reel döviz kurunu;

R = E. şeklinde yazabiliriz.

Satın Alma Gücü Paritesi ve Tek Fiyat Kanunu: Satın alma gücü paritesi uzun dönemde döviz kurunun tamamen iki ülkedeki fiyat değişikliklerine bağlı olarak belirleneceğini öne sürmektedir. Tek fiyat kanunu tamamıyla özdeş olan malların farklı piyasalarda da aynı fiyata satılması gerektiğini ifade eder. Doğal olarak burada dış ticaret engellerinin ve nakliye masraflarının söz konusu olmadığı kabul edilmektedir. Eğer piyasalar arasında fiyat farklılığı söz konusu ise talebin ucuz piyasaya yönelmesi sonucu fiyatların kısa sürede eşitleneceğini söylemek mümkündür. Tek fiyat yasası, uluslar arası ticarette aynı özellikleri taşıyan daha teknik bir değişle homojen olan mallara uygulanabilir.

DÖVİZ KURU SİSTEMLERİ

SABİT KUR SİSTEMİ

Döviz kurlarının resmi otoritelerce belirlendiği sistemdir. Buna kambiyo kontrolü adı da verilmektedir. Sabit kur sisteminde döviz kuru dolaylı ya da doğrudan bir biçimde belirlenmekte ve döviz işlemleri bu kur üzerinden yapılmaktadır. Sistemin avantajlı yanları şunlardır:

- Ülkede fiyat disiplininin daha kolay sağlanması,

- Spekülasyonun istikrar bozucu etkilerinin sınırlandırılabilmesi,

- Uluslararası ticaret ve yatırım akımları ile uzmanlaşmayı tehlikeye sokacak dalgalanmalara karşı aktif bir para ve maliye politikası izlenmesine olanak yaratması.

Sabit kur sisteminde, istikrarı sağlamak amacıyla Merkez Bankası’nın döviz piyasasına müdahalesi söz konusudur. Bu nedenle, Merkez Bankası’nın yeterli miktarda döviz bulundurması gerekir. Elde tutulan bu döviz stokuna döviz istikrar fonu adı verilir.

Mal ve hizmet ithalatı ile sermaye ihracatı toplamı, mal ve hizmet ihracatı ile sermaye ithalatının toplamından büyük ise ülkedeki döviz talebi aratacağı için, Merkez Bankası’nın bu talebi karşılaması gerekir. Bu da döviz rezervinin azalacağı anlamına gelir. Eğer, artan döviz talebi, döviz rezervlerini tehdit edecek boyuta ulaşırsa, para otoritesi devalüasyona başvurmak zorunda kalabilir. Yani ülke parasının değeri düşürülür. Böylece o ülkenin malları ucuzlar, ithalatın azalması, ihracatın artması ve böylece ödemeler bilançosunun düzelmesi beklenir.

Yukarıda anlatılan durumun tersi gerçekleşirse, piyasadaki döviz arzı artar. Kurun sabit kalabilmesi için Merkez Bankası’nın bu kez döviz alımı yapması gerekir. Döviz rezervi artar. Bu alımın mümkün olmaması halinde ise revalüasyon kararı verebilir.

Devalüasyon: Sabit kur sisteminde, alınan tek yanlı bir kararla döviz kurunun artırılması yani, yerli paranın yabancı paralar karşısındaki değerinin düşürülmesidir.

Revalüasyon: Sabit kur sisteminde, alınan tek yanlı kararla döviz kurunun düşürülmesi yani, yerli paranın yabancı paralar karşısındaki değerinin yükseltilmesidir.

Sonuçta her iki olay da sabit döviz kurunda söz konusu olabilir. Esnek kurda, teknik anlamda bu kavramdan söz edilemez.

Sistemin dezavantajlı yanları ise şunlardır:

- Dış Denkleşme Sorunu: Dış denkleşmenin yükünü açık veren ülkenin sırtına yükler. Açık veren ülke, dış rezervlerinin azalması ve tükenmesi sorunuyla karşılaşır.

- Likidite Sorunu: Merkez Bankası’nın yüksek miktarda döviz tutmak zorunda kalması, ülkenin yüksek bir alternatif maliyetle karşılaşması demektir.

- Güven Sorunu: Taahhüt edilen döviz kurundan sapma olacağı yönünde bir eğilim oluşursa, bir anda yerli paradan kaçış başlayabilir. Bu da olası devalüasyonu kaçınılmaz hale getirir.

- Senyoraj Sorunu: Devlet kamu harcamalarını finanse etmek için para basarak para arzını artırır. Bu durum paranın değerini düşürür. Yani enflasyona neden olur. Enflasyonun olması kamu harcamalarını finanse etmek için devletin daha fazla vergi toplaması anlamına gelir. Kanuna veya yasaya dayanmayan bu vergiye enflasyon vergisi denir. Her yıl enflasyon nedeniyle alınan bu fark hükümet gelirlerini artırır. Buna da senyoraj denir. Merkez Bankası’nın yüklü miktarda döviz rezervi bulundurmak zorunda olması, para basımından elde edilen senyoraj gelirinin, parası rezervde tutulan ülkeye gitmesine yol açar.

ESNEK KUR SİSTEMİ

Serbest kur ya da serbest değişken kur, dalgalı kur olarak da bilinen bu sistemde para otoritesinin dövize müdahalesi yoktur. Döviz kurları tamamen piyasadaki döviz arz ve talebine göre belirlenmektedir. Serbest piyasa mekanizmasının dövize uygulanmış biçimidir.

Sistemin avantajlı yanları şunlardır:

- Ulusal para gerçek değerini bulur.

- Dış denge kendiliğinden sağlanır. Bunun için herhangi bir müdahale gerekmez.

- Merkez Bankası’nın döviz rezervi tutmasına gerek kalmaz.

- Dış şoklar karşısında kurlar kendiliğinden değişeceği için, ekonomi daha korunaklı hale gelir.

- Ekonomi devalüasyon ve revalüasyondan kurtulur.

- Çok basit ve anlaşılır bir sistem olup bürokrasiye gereksinim duyulmaz.

Sistemin dezavantajları ise şunlardır:

- Kurların sürekli değişmesi nedeniyle dış ticaret ve mal akımlarını olumsuz etkileyebilir.

- Enflasyonu tetikleyebilir.

- İthalat ve ihracat mallarının talep esneklikleri yüksek değilse döviz kurundaki değişmeler dış dengeyi sağlayamayabilir.

- İstikrar bozucu spekülasyon görülebilir.

DİĞER DÖVİZ KURU SİSTEMLERİ



Yönetimli Dalgalanma: Kirli dalgalanma ya da gözetimli dalgalanma olarak da bilinen bu sistem daha çok gelişmiş ülkelerce uygulanmaktadır. Esnek kur sistemine daha yakındır. Kur dalgalanmaları Merkez Bankası’nın gözetimi altındadır. Müdahalenin yoğunluğu ve biçimi ekonomik hedeflere bağlıdır. Doğrudan müdahale (döviz alım – satım) döviz rezervlerini etkilerken, dolaylı müdahale (faiz, likidite, finansal araçlar) rezervleri etkilemez.

Ayarlanabilir Sabit Kur: Nominal döviz kuru sabit olmakla birlikte Merkez Bankası’nın sıkı kurallara bağlı olmadığı ve devalüasyona sıkça başvurduğu bir sistemdir. Bu sisteme dayanan Bretton Woods, çöktükten sonra bile birçok ülkede kullanılmaya devam etmiştir.

ÖDEMELER BİLANÇOSU (BP)

Bir ülkedeki yerleşiklerin diğer ülkelerle belirli bir yılda gerçekleştirdikleri iktisadi işlemlerin kayıt edildiği tabloya ödemeler dengesi (BP) denir. Ödemeler dengesi ülkenin bir yılda gerçekleştirdiği mal, hizmet, transfer ve varlık işlemlerini yansıtır. Bir ülkede yerleşiklerin dış aleme ödeme yapmasını gerektiren işlemler, ödemeler dengesinde negatif (-) işaretle yer alır. Buna karşılık dış alemden ülkede yerleşiklere ödeme yapılmasını gerektiren işlemler, ödemeler dengesinde pozitif (+) işaretle yer alır.

A) CARİ HESAP: Cari hesapta her şeyden önce ülkenin dış alemle gerçekleştirdiği mal ve hizmet işlemleri yer alır. Bu bağlamda mal ihracatı (+), mal ithalatı ise (-) işaretle gösterilir. Mal işlemlerinin toplamına ticaret dengesi Ticaret dengesinin pozitif olması ülkenin dış aleme sattığı mallarının değerinin dış alemden satın aldığı malların değerinden veya kısaca ihracatın ithalattan büyük olduğu anlamına gelir.

Bir ülke ile dış alem arasındaki hizmet işlemleri turizm, taşımacılık, eğitim gibi hizmetleri kapsar. Bu bağlamda yabancı bir öğrencinin tahsilini Türkiye’de yapması cari hesapta (+) işaretle gösterilir. Tam tersi durum da geçerlidir. Bir ülkenin dış alemle gerçekleştirdiği mal ve hizmet işlemlerinin toplamına mal ve hizmet dengesi denir. Mal ve hizmet dengesinin pozitif olması ülkenin dış aleme sattığı malların ve hizmetlerin değerinin dış alemden satın aldığı malların ve hizmetlerin değerinden büyük olması anlamına gelir.

Cari hesabın kapsadığı bir diğer işlem türü mal – hizmet karşılığı olmadan diğer ülkelere yaptığı veya diğer ülkelerin karşılıksız bir biçimde ülkeye yaptıkları ödemelerdir. Bu tür ödemeler cari hesabın karşılıksız transferler bölümünde yer alır. Ülkeye yapılan karşılıksız transferler ve ülkenin yaptığı karşılıksız transferler, cari hesapta sırasıyla (+) ve (-) işaretle gösterilir.

Cari Hesap Dengesi = Ticaret Dengesi + Karşılıksız Transferler

B) SERMAYE HESABI: Ödemeler dengesinin ikinci ana hesabı olan sermaye hesabında ülkenin dış alemle gerçekleştirdiği varlık işlemleri yer alır. Bir başka deyişle sermaye hesabında tahvil, hisse senedi, ev, arsa gibi varlıkların alım satımı ile banka mevduat hesapları kaydedilir. Bir ülkenin tahvil, hisse senedi, ev, arsa gibi varlıkların yurt dışında yerleşiklere satışından ve yurt dışında ikamet edenlerin ülkede açtırdıkları banka mevduat hesaplarından elde ettiği gelire sermaye girişi Sermaye girişi sermaye hesabında (+) işaretle gösterilir. Tam tersi durumda ise sermaye çıkışı söz konusudur. Sermaye çıkışı sermaye hesabında (-) işaretle gösterilir. Sermaye hesabını oluşturan sermaye girişi ile sermaye çıkışının toplamına sermaye hesabı dengesi denir.

Sermaye Hesabı Dengesi = Sermaye Girişi + Sermaye Çıkışı

Sermaye hesabı dengesinin pozitif olması sermaye girişinin sermaye çıkışından daha büyük olduğu anlamına gelir ve bu durum kısaca sermaye hesabı fazlası veya net sermaye girişi diye nitelendirilir. Tam tersine sermaye hesabı dengesinin negatif olması sermaye çıkışının sermaye girişinden daha büyük olduğu anlamına gelir ve bu durum kısaca sermaye hesabı açığı veya net sermaye çıkışı diye nitelendirilir.

C) RESMİ REZERV HAREKETLERİ HESABI ve NET HATA: Ödemeler dengesinin üçüncü ve son ana hesabı olan resmi rezerv hareketleri hesabı, hükümetin merkez bankası ve IMF nezdinde sahip olduğu altın ve döviz rezervlerinde meydana gelen değişmeleri yansıtır. Döviz rezervlerinin artması ve azalması, resmi rezerv hareketleri hesabı fazlası ve resmi rezerv hareketleri hesabı açığı olarak nitelendirilir. Bir ülkede yerleşik kişiler ve kurumlar dış alemden aldıkları her şeyin bedelini ödemek zorundadır. Dolayısıyla da cari işlemler açığı her şeyden önce sermaye hesabı fazlası ile finanse edilir. Sermaye hesabı fazlasının cari işlemler açığını tam olarak finanse edememesi halinde ise, açık hükümetin merkez bankası nezdinde sahip olduğu döviz rezervleriyle finanse edilir. Tam tersi durum da söz konusu olabilir. Ödemeler dengesi daima dengededir. Ödemeler dengesi açığı diye nitelendirilen husus cari hesap dengesindeki açığın sermaye hesabı dengesi fazlası ile finanse edilememesi halinde resmi rezerv hareketleri hesabı dengesinde ortaya çıkan açıktır. Tam tersi durum da olabilir.

Bir de dengeyi gerçekleştirmek için net hata kalemi de kullanılmaktadır. Örneğin; cari hesap dengesi – 15.448, sermaye hesabı dengesi 12.469 ve resmi rezerv hareketleri hesabı – 824 ise;

– 15.448 + 12.469 + (–824) + Net Hata ve Noksan = 0

Net hata ve Noksan = 3.803

ÖDEMELER DENGESİ EĞRİSİ (BP)

Ödemeler dengesi eğrisi ödemelerin dengede olduğu durumu yansıtan her faiz haddi – milli gelir bileşiminin geometrik yeridir. BP eğrisi üzerindeki her noktada ödemeler bilançosunun dengede olduğu eğridir. Ödemeler bilançosunun dengede olduğu bir ülkede diğer değişkenler sabitken aşağıda belirtilen hususlar dış fazla oluşmasına yol açar:

1) Cari işlemlerde olumlu artış

- Yurtiçi gelir düzeyinin azalması nedeniyle ithalat talebinin azalması

- Yurtdışı gelir düzeyinin artması sonucu ihracatın artması

- Reel döviz kurunun artması sonucu ihracatın yükselmesi ve ithalatın düşmesi



2) Ülkeye sermaye girişi

- Yurtiçi faiz haddinin yükselmesi

- Yurtdışı faiz haddinin düşmesi



BP eğrisi üzerindeki noktalarda (A, B, C) ödemeler bilançosu dengededir.
BP’nin sağında yer alan noktalarda (D) dış açık söz konusudur. (D) noktasında, geçerli faiz oranında gelir, (C) noktası ile gösterilen denge düzeyinin üstündedir. Bu durum ithalat artışına ve dolayısıyla dış açığın ortaya çıkmasına yol açar. Benzer şekilde, (D) noktasında gelir düzeyi sabit tutulduğunda, faiz oranının (B) noktası ile gösterilen denge düzeyinde olması gerekir. Faiz oranının düşük olması sermaye çıkışına ve dolayısıyla ödemeler dengesinin açık vermesine yol açar.
BP’nin solunda yer alan noktalarda (E) ise dış fazla söz konusudur. (E) noktasında geçerli faiz oranı için gelir (B) noktası ile gösterilen denge düzeyinin altındadır. Bu durumda ithalat azalır ve dış fazla ortaya çıkar. Aynı şekilde, (E) noktasında geçerli gelir düzeyi için faiz oranının (C) noktası ile gösterilen denge düzeyinde olması gerekir. Bu durumda da sermaye girişi ile birlikte dış fazla oluşur.
Sermaye Hareketliliği: Yatırımcılar, diledikleri ülkede, istedikleri kadar menkul kıymeti, düşük işlem maliyetiyle elde edebiliyorlarsa sermaye tam hareketli demektir. Bu halde yatırımcılar en yüksek getirili yerlerde yatırım yapacak ve en az maliyetli yerlerde borçlanmak isteyeceklerdir. Vergi farkı, kur değişmesi riski ve hükümetlerin sermaye hareketlerine koyduğu sınırlandırmalar olmazsa, tüm dünyadaki finans merkezlerinde faiz oranları aşağı yukarı aynı olur.

ÖDEMELER DENGESİ EĞRİSİNİN KONUMU

Ödemeler dengesi eğrisi üzerindeki her nokta ödemelerin dengede olduğu durumu yansıtır. Bu bağlamda ödemeler dengesi eğrisini kaydıran etmen reel döviz kurundaki değişmelerdir.

1) Kısmi Sermaye Hareketliliği:

- Reel döviz kuru yükselirse (para arzının düşmesine bağlı olarak fiyatların düşmesi ve yine para arzının düşmesine bağlı olarak faizlerin yükselmesi) ödemeler dengesinin devam etmesi için faiz haddinin düşmesi gerekir. Bu durumda da ödemeler dengesi eğrisi sağa doğru kayacaktır. Reel döviz kurunun yükselmesi ülke mallarının daha ucuz olduğu anlamına gelir. Bu da ihracatı artırır, ithalatı azaltır. Böylece cari fazla oluşur. Bu fazlalığı yok etmek için faizlerin düşürülmesi gerekir ki dışarıya sermaye çıkışı olsun ve ödemeler dengesi üzerinde cari işlem ve sermaye hesabı toplamı sıfır olsun.

- Reel döviz kuru düşerse (para arzının yükselmesine bağlı olarak fiyatların artması ve yine para arzının yükselmesine bağlı olarak faizlerin düşmesi) ödemeler dengesinin devam etmesi için faiz haddinin yükselmesi gerekir. Bu durumda ödemeler dengesi eğrisi sola doğru kayacaktır.

2) Tam Sermaye Hareketliliği:

- Reel döviz kuru yükselirse veya düşerse ödemeler dengesi aynı faiz haddinde dengeye gelir. Bu durumda ödemeler dengesi eğrisinde kayma söz konusu olmayacaktır.

3) Tam Sermaye Hareketsizliği:

- Reel döviz kuru yükselirse ödemeler dengesi daha yüksek bir gelir düzeyinde dengeye gelir. Bu durumda ödemeler dengesi eğrisi sağa doğru kayacaktır.

- Reel döviz kuru düşerse ödemeler dengesi daha düşük bir gelir düzeyinde dengeye gelir. Bu durumda ödemeler dengesi eğrisi sola doğru kayacaktır.

AÇIK EKONOMİDE IS EĞRİSİ

Açık ekonomideki IS eğrisi kapalı ekonomideki IS eğrisine göre daha diktir. Bunun nedeni marjinal ithalat eğiliminin toplam harcama eğrisini yatıklaştırmasıdır. Yorumlar:

Marjinal ithalat eğilimi yükselirse toplam harcama eğrisi yatıklaşarak aşağı doğru kayar. Bu durumda IS eğrisi dikleşerek sola doğru kayacaktır. Tam tersi de söz konusudur.
İhracat artarsa toplam harcama eğrisi paralel bir şekilde yukarı doğru kayar. Bu durumda IS eğrisi paralel bir şekilde sağa doğru kayacaktır. Tam tersi de söz konusudur.
Otonom ithalat artarsa toplam harcama eğrisi paralel bir şekilde aşağı doğru kayar. Bu durumda IS eğrisi paralel bir şekilde sola doğru kayacaktır. Tam tersi de söz konusudur.
Yabancı ülkenin milli geliri artması her faiz haddinden denge milli geliri artıracağından IS eğrisi sağa doğru kayar. Tam tersi de söz konusudur.
Dolaysız döviz kuruna göre reel döviz kuru yükselirse her faiz haddinde denge milli gelir artacağından IS eğrisi sağa doğru kayar. Tam tersi de söz konusudur.
AÇIK EKONOMİDE LM EĞRİSİ



Açık ekonomide LM eğrisi ile kapalı ekonomideki LM eğrisi arasında eğim bakımından fark yoktur. Ancak açık ekonomide ödemeler bilançosunda oluşan bir dengesizlik durumu, LM eğrisinde kaymaya neden olur.

- Ödemeler dengesinde fazla oluştuğunda resmi rezervlerin de artacağı düşünülürse LM eğrisi sağa doğru kayar.

- Ödemeler dengesinde açık oluştuğunda resmi rezervlerin de azalacağı düşünülürse LM eğrisi sola kayacaktır.



MARSHALL LERNER KOŞULU

İhracatın döviz kuru esnekliği ile ithalatın döviz kuru esnekliği toplamının 1’den büyük olduğu durumunu yansıtır. Marshall Lerner koşulu geçerli iken ve dolaysız döviz kuruna göre reel döviz kurundaki yükselme net ihracatı artıracak, reel döviz kurundaki düşme net ihracatı azaltacaktır.

εx + εm > 1 εx = İhracatın döviz kuru esnekliği εm = İthalatın döviz kuru esnekliği

DEVALÜASYON

Sabit döviz kuru sisteminde dolaysız döviz kuruna göre döviz kuru değerinin yükseltilmesi işlemine denir. Devalüasyon sonucu, kısmi sermaye hareketliliği varsayımı altında IS eğrisi sağa kayar. İç dengenin sağlandığı durumda dış dengesizlik oluştuğu için BP eğrisi ve LM eğrisi sağa kayar. Yeni dengenin sağlandığı durumda faiz haddindeki değişim belirsiz olmakla beraber milli gelir artar. Devalüasyonda fiyatlar genellikle hemen etkilenir, ihraç ve ithal edilen miktarlar fiyat değişmelerine J eğrisi etkisinden dolayı gecikmeli yanıt verir.

J EĞRİSİ

Devalüasyonun net ihracatı anında artırması söz konusu değildir: Devalüasyon sonucu reel döviz kuru yükselince ve buna bağlı olarak yurt dışında üretilen mallar yurt içinde üretilen mallara kıyasla pahalılaşınca yurt içindeki alıcıların harcamalarını yurt dışında üretilen mallardan yurt içinde üretilen mallara kaydırmaları, kısaca devalüasyonun ithalatın azaltmasına yol açması zaman alır. Benzer biçimde devalüasyon sonucu reel döviz kuru yükselince ve buna bağlı olarak yurtiçinde üretilen mallar yurtdışında üretilen mallara kıyasla ucuzlayınca, yurtdışındaki alıcıların harcamalarını kendi ülkelerinde üretilen mallardan fiyatı düşen ithal mallarına kaydırmaları da kısaca devalüasyonunun ihracatı artırması da zaman alır. Bir başka deyişle, ithalat talebinin fiyat esnekliği (devalüasyon sonucu reel döviz kurunda meydana gelen yüzde 1 oranındaki bir yükselmenin ithalatta yol açtığı yüzde azalma) gibi, ihracat talebinin fiyat esnekliği de (devalüasyon sonucu reel döviz kurunda meydana gelen yüzde 1 oranındaki bir yükselmenin ihracatta meydana getirdiği yüzde artış) başlangıçta çok küçüktür. Örneğin, net ihracatın sıfır olduğu bir ekonomide devalüasyon başlangıçta ticaret açığına yol açar. Ancak yurtiçindeki ve yurtdışındaki alıcıların yeni nispi fiyatlara zamanla intibak etmeleri sonucu, fiyat esneklikleri giderek artar, bir süre sonra geçerli hale gelir, devalüasyon net ihracatı bir süre sonra artırır.

REVALÜASYON



Sabit döviz kuru sistemine dolaysız döviz kuru değerinin düşürülmesi işlemine denir. Revalüasyon sonucu, kısmi sermaye hareketliliği varsayımı altında IS eğrisi sola kayar. İç dengenin sağlandığı durumda dış dengesizlik oluştuğu için BP eğrisi ve LM eğrisi sola kayar. Yeni dengenin sağlandığı durumda faiz haddindeki değişim belirsiz olup milli gelir azalır.

MALİYE POLİTİKASI

TAMSERMAYE HAREKETLİLİĞİ KISMİSERMAYE HAREKETLİLİĞİ
TAMSERMAYE

KONTROLÜ

SABİTDÖVİZ

KURU

TAM ETKİLİ KISMEN ETKİLİ TAM ETKİSİZ
ESNEKDÖVİZ

KURU

TAM ETKİSİZ KISMEN ETKİLİ TAM ETKİLİ


PARA POLİTİKASI



TAMSERMAYE HAREKETLİLİĞİ KISMİSERMAYE HAREKETLİLİĞİ
TAMSERMAYE

KONTROLÜ

SABİTDÖVİZ

KURU

TAM ETKİSİZ TAM ETKİSİZ TAM ETKİSİZ
ESNEKDÖVİZ

KURU

TAM ETKİLİ ETKİLİ ETKİLİ
Maliye politikası dışlamaya rağmen etkilidir.

IS Artar → Y Artar → i Artar → Dış Fazla → Nominal Döviz Kuru Düşer → İhracat Azalır → İthalat Artar → NX Azalır → IS Düşer → Y Sabit Kalır

Seçeneklerde yok.

Dolaylı kotasyon yöntemine göre tam ters süreç işler yani döviz kuru artar. Y ise değişmez.



Yanıt E’dir. Döviz kurunun denge döviz kurundan daha düşük olması ulusal paranın değer kazandığı anlamına gelir. Yani piyasada döviz darlığı vardır. Merkez bankası piyasaya döviz sürerken karşılığında piyasadan TL alarak para arzını azaltır. Bu da LM eğrisinin sola kayması anlamına gelir.


BÖLÜM – 5

TOPLAM TALEP – TOPLAM ARZ (AD – AS MODELİ)

TOPLAM TALEP (AD) FONKSİYONU

Faiz haddi, fiyatlar genel düzeyi değişken ve nominal para arzı veri iken, olası her fiyat düzeyinde çıktı ilişkisini gösteren fonksiyondur.

TOPLAM TALEP (AD) EĞRİSİ



Reel konjonktür yaklaşımı dışındaki tüm yaklaşımlarda olduğu gibi Keynesyen yaklaşımda da para arzı ile faiz haddi arasında fonksiyonel ilişki olmadığı varsayılır. Çıktı piyasalarının başlangıçta geçerli faiz haddinde dengede olduğu varsayımı altında olduğu düşünülürse nominal para arzı verili iken fiyatlar genel düzeyi yükselince reel para arzı düşer. Yine nominal para arzı verili iken çıktı piyasasının tekrar dengeye gelebilmesi için geçerli faiz haddinin düşmesi gerekir. Dengedeki faiz haddinin düşmesi sonucu, dengedeki reel (gelir) çıktı düzeyi de düşer. Aynı şekilde nominal para arzı verili iken fiyatlar genel düzeyi düşünce reel (gelir) çıktı düzeyi yükselir. İşte düşey eksende fiyatlar genel düzeyinin ve yatay eksende reel (gelir) çıktı düzeyinin bulunduğu grafikte, bu ilişkiyi gösteren eğriye toplam talep (AD) eğrisi adı verilir. Başka bir deyişle toplam talep eğrisi nominal para arzı verili iken her alternatif fiyat düzeyinde çıktı piyasalarında dengeyi sağlayan noktaların geometrik yeridir. Kısaca AD eğrisi üzerinde çıktı piyasası her zaman dengededir. Bu da istenilen durumdur. Toplam talep eğrisi ile piyasa talep eğrileri arasında ilişki yoktur. Yani, AD mikro iktisattaki gibi ne piyasa talep eğrisidir ne de piyasa talep eğrilerinin toplamıdır.



AD Eğrisinin Eğimi:

1) AD eğrisi negatif eğimlidir. Bunun nedeni, fiyatlar genel düzeyi ile reel para arzının ters orantılı bir ilişki içinde olmalarıdır.

2) AD eğrisinin negatif eğimli olmasının üç temel nedeni vardır:

a) Nominal para arzı verili iken, fiyatlar genel düzeyi yükselir ise; reel para arzı düşer, faiz haddi yükselir, reel yatırım harcamaları düşer, toplam reel harcama düşer ve nihayet reel gelir çıktı (gelir) düzeyi düşer. Buna faiz etkisi ya da Keynesyen etki adı verilir. Tam tersi de söz konusudur.

b) Nominal servet stoku verili iken, fiyatlar genel düzeyi yükselir ise, reel servet stoku düşer, böylece reel tüketim harcamaları, reel toplam planlanan harcama ve reel gelir (çıktı) düzeyi düşer. Buna reel ankes etkisi ya da Pigou etkisi adı verilir. Tam tersi de söz konusudur.

c) Nominal para arzı verili iken, fiyatlar genel düzeyi yükselir ise, reel para arzı düşer, faiz haddi yükselir, sermaye girişi yaşanır ve net ihracat düzeyi azalır. Böylece reel toplam planlanan harcama ve reel gelir (çıktı) düzeyi düşer. Buna dış ticaret etkisi ya da uluslar arası ikame etkisi adı verilir. Tam tersi de söz konusudur.

3) Yatırımların faize duyarlılığı ne denli fazla ise AD eğrisi o denli yatıktır.

4) Ekonomideki çoğaltan katsayısı ne denli büyük ise AD eğrisi o denli yatıktır.

5) Reel para talebinin faize olan duyarlılığı ne denli fazla ise AD eğrisi o denli diktir.

6) Reel para talebinin reel gelire olan duyarlılığı ne denli fazla ise AD eğrisi o denli diktir.



AD Eğrisinin Konumu:

1) Her faiz haddinde IS eğrisinin paralel bir şekilde sağa kayması AD eğrisini sağa kaydırır. Genişletici mali politikalar reel gelir artışı sağlar. Tam tersi de söz konusudur.

2) Nominal para arzındaki artışa bağlı olarak reel para arzının artması yani LM eğrisinin sağa kayması AD eğrisinin sağa kaymasına yol açar. Genişletici para politikaları her fiyat düzeyinde çıktı artışı sağlar. Tam tersi de söz konusudur.



TOPLAM ARZ (AS) FONKSİYONU



Faiz haddi ve fiyatlar genel düzeyi değişken iken olası her fiyat düzeyinde ekonomideki tüm firmaların arz etmeyi planladıkları toplam çıktı düzeyini toplam arz (AS) fonksiyonu gösterir.

TOPLAM ARZ (AS) EĞRİSİ



Faiz haddi ve fiyatlar genel düzeyi değişken iken düşey eksende fiyatlar ve yatay eksende reel çıktı düzeyi olmak üzere, ekonomideki tüm firmaların her fiyat düzeyinde arz etmek istedikleri toplam denge çıktı miktarlarını gösteren noktaların geometrik yeridir.

UZUN DÖNEM TOPLAM ARZ (AS) EĞRİSİ

Uzun dönemde fiyat düzeyinin, üretilmesi düşünülen toplam denge çıktı miktarını etkilemeyeceği genelde kabul edilmiştir. Bu da, uzun dönem toplam arz eğrisinin yatay eksene dik (yani eğimi sonsuz) bir doğru olduğu anlamına gelir.


KISA DÖNEM TOPLAM ARZ (SRAS) MODELLERİ



a) Keynesyen Toplam Arz (SRAS) Modeli: Keynes’e göre ekonomide her zaman atıl bir kapasite vardır. Bu nedenle, firmaların talep edilen tüm çıktı miktarını, geçerli olan fiyat düzeyinde arz edebileceğini, yani talepte meydana gelen değişimlerin fiyat düzeyini etkileyemeyeceğini varsayar. Bu da, Keynesyen toplam arz eğrisinin yatay eksene paralel (yani eğimi sıfır) bir doğru olduğu anlamına gelir. Keynesçil toplam arz eğrisinin arkasında yatan düşünce, firmaların, işsizlik olduğu için, cari ücretten istediği kadar işgücünü elde edebilmeleridir. Bu yüzden, firmaların çıktı düzeyleri değişirken ortalama üretim maliyetinin değişmeyeceği varsayılmıştır. Mevcut maliyetlerde bir değişme olmayacağı için fiyatta oynamaya gerek yoktur. Bu nedenle firmalar mevcut fiyat düzeyinde talep edilenin tamamını arz etmeye istekli olacaklardır. Toplam arz eğrisinin yatay olmasını sağlayan nedenlerden biri de efektif talebin yetersizliği ve belirsizliğidir. Efektif talep, çeşitli mal ve hizmetleri satınalmak amacıyla harcanmış paradır. Ayrıca, satınalma gücü ile mevcut olan talep anlamına da gelmektedir. Burada efektif talebi mutlak talepten ayırmak gerekmektedir. Mutlak talep, mal veya hizmeti alabilecek durumu olmasa dahi o mal veya hizmete sahip olma duygusudur. Keynes’e göre 1929 Büyük Buhran toplam efektif talep yetersizliğinden dolayı olmuştur. O dönemin iktisat düşüncesi olan baskın iktisat düşüncesine göre (klasik okul), her arz kendi talebini yaratır (Say Yasası). Fakat klasik okulun görüşünün aksine, her arz kendi efektif talebini yaratmamaktadır. Keynes, klasik iktisatçıların Mahreçler Kanunu (Say Yasası) yerine efektif talep teorisini geliştirmiştir.

b) Klasik Toplam Arz (SRAS) Modeli: Klasiklere göre nominal ücretler aşağı ya da yukarı doğru esnektir. Bu da emek arz ve talep piyasalarının her zaman dengede olduğu anlamına gelir. Böyle bir durumda klasik kısa dönem toplam arz eğrisi de yatay eksene dik bir doğru olur. Klasik arz eğrisi, işgücü piyasasının daima işgücünün tam istihdam düzeyinde dengede olacağı varsayımına dayanmaktadır. İşgücünün tamamı istihdam edilmişse, fiyat düzeyi artsa bile çıktı cari düzeyinin üzerine çıkarılamaz. Ek bir birim çıktı üretecek işgücü mevcut değildir. Bu nedenle işgücünün tam istihdam düzeyinin karşılığı olan çıktı düzeyinde toplam arz eğrisi düşey bir doğru olacaktır. Düşey eğrinin arkasında, işgücü piyasası dengesinin nominal ücretlerin hızla uyarlanmasıyla sürdürülebildiği varsayılmaktadır. Örneğin, ekonominin dengede olduğunu ve toplam talep eğrisinin sağa kaydığını düşünelim. Mevcut fiyat düzeyinde talep edilen mal miktarı artar. Şimdi firmalar daha çok işgücü çalıştırmak isteyeceklerdir. Her biri, gerekirse daha yüksek ücret ödenerek daha çok işgücü istihdam etmek isteyeceklerdir. Ancak, ekonomide daha fazla işgücü yoktur, bu nedenle firmalar daha çok işçi çalıştıramayacaklardır. Yalnızca, daha çok işçi çalıştırmak için birbirleriyle yarışırken ücretleri yükselteceklerdir. Ücretler daha yüksek olduğundan firmaların çıktıları için talep ettikleri fiyatlar da daha yüksek olacaktır. Ancak çıktı değiştirilemeyecektir. Klasik arz eğrisi, işgücü piyasasının düzgün bir şekilde işlediği ve daima işgücünün tam istihdamını sürdürdüğü inancına dayanmaktadır.



c) Monetarist Toplam Arz (SRAS) Modeli: Parasalcıların toplam arz ile ilgili görüşleri işçi yanılma modeline dayanır. Onlara göre, kısa dönemde, işçilerin bekledikleri ücret düzeyi ile gerçekleşen ücret düzeyi arasında farklılık olabilir. Eğer işçilerin bekledikleri ücret düzeyi, gerçek ücret düzeyinden büyük ise beklenen ücreti elde edebilmek için, işçiler olması gerekenden daha büyük miktarlarda emek arz ederler. Fiyat düzeyi yükselince fiyat düzeyi konusunda eksik bilgiye sahip olan işçiler firmaların nominal ücretlere yaptıkları artışları reel ücretin arttığı biçimde yorumlarlar. Dolayısıyla da daha fazla emek arz etmeye razı olurlar. Ücretlerdeki bu durum fiyatlara da yansıyacağından kısa dönem arz eğrisi pozitif eğimlidir. Uzun dönemde ise doğal işsizlik oranı oluşacak ve tam istihdam gerçekleşecektir. Bu yüzden de uzun dönemde arz eğrisi düşeydir.

d) Yeni Klasik Toplam Arz (SRAS) Modeli: Yeni Klasik Yaklaşıma göre rasyonel beklentiler geçerlidir. Yani insanlar sistematik hatalarda bulunmazlar. Rasyonel beklentiler kuramı ilk defa Muth tarafından ortaya atılmış olmakla birlikte, bu kuramı, Lucas geliştirmiştir. Ayrıca yine bu yaklaşıma göre, piyasaların temizlenmesi esastır. Bu nedenle, beklentiler gerçekleşirse piyasalar her zaman dengede ekonomi de her zaman tam istihdam düzeyindedir. Yine bu yaklaşıma göre, firmalar açısından, kısa dönemde eksik bilgi mümkündür. Ama bu eksik bilgilenme yine firmalar tarafından hızlı bir şekilde telafi edilir. Bu varsayım sonucu firma yanılma modeli geliştirilmiştir. Bu modele göre firmalar kendi içinde tam bilgiye sahiptirler, ama kısa dönemde fiyatlar genel düzeyini bilmediklerinden kendi piyasa fiyat düzeylerini genel fiyatlar düzeyi olarak öngörebilirler. Yeni klasiklerin toplam arz ile ilgili görüşleri klasiklerden farklıdır. Burada belirleyici olan Lucas arz fonksiyonudur. Lucas’a göre kısa dönemde, firmaların bekledikleri fiyat düzeyi ile gerçekleşen fiyat düzeyi arasında farklılık olabilir. Eğer firmaların bekledikleri fiyat düzeyi gerçek fiyat düzeyinden büyük ise firmalar olması gerekenden daha büyük miktarlarda çıktı arz ederler (arz kanunu). Bu nedenle Lucas kısa dönem arz eğrisi pozitif eğimlidir. Uzun dönem arz eğrisi ise düşeydir.
e) Neokeynesyen (Yeni Keynesyen) Toplam Arz (SRAS) Modeli: Bu yaklaşıma göre piyasaların temizlenmesi mümkün değildir. Bu durumu sözleşme modeli, içerdekiler – dışarıdakiler modeli gibi mikro iktisadi temele dayalı yaklaşımlarla açıklarlar. Burada amaç, ekonominin kendi içinde dengeye gelmesinin zorluklarını vurgulayarak devlet müdahalesinin gerekli olduğunu savunmaktır. Rasyonel beklentiler geçerlidir. Toplam arz ile görüşleri ekonomideki beklentiler üzerine kurulmuştur. Sözleşmelerin uzun süreli olması gibi bazı nedenlerden ötürü, hedeflenen ücretler ile gerçekleşen ücretler arasında farklar oluşur. Eğer hedeflenen ücret düzeyi, gerçekleşen ücret düzeyinden büyük ise, emek arzı daha büyük olur. Bu nedenle kısa dönem toplam arz eğrisi pozitif eğimlidir.
f) Reel Konjonktür Toplam Arz (SRAS) Eğrisi: Rasyonel beklentiler ve piyasaların temizlenmesi söz konusu olup iktisadi ajanlarda eksik bilgi yoktur. Tıpkı klasik yaklaşım gibi paranın yansız olduğu savunulur. Ancak para arzı faiz haddi ile doğru orantılıdır. Toplam talep ve toplam arz değişimlerinin temel nedeni olarak fiyatlar genel düzeyindeki değişmeler değil, faiz haddi ve ücret düzeyindeki değişmelerdir.
KISA DÖNEM GENEL DENGE (AD – AS) MODELLERİ

a) Keynesyen Genel Denge (AD – AS) Modeli: Fiyatlar genel düzeyi ve faiz haddi verili iken, çıktı ve para piyasalarında eşgüdümlü dengeye ulaşmak teorik açıdan mümkündür. AD eğrisi üzerindeki her noktada, talep bağlamında, çıktı ve para piyasaları dengede; AS eğrisi üzerindeki her noktada ise, arz piyasaları dengededir. O halde AD ve AS eğrilerinin kesiştiği verili fiyat düzeyi – reel çıktı bileşiminde talep edilen toplam çıktı miktarı ile arz edilen toplam çıktı miktarı eşit olacaktır. Bu da ekonomide genel bir denge olduğu anlamına gelir.


Keynesyen genel denge analizine göre:

1) Genişletici mali politika toplam talep eğrisini paralel bir şekilde sağa kaydırır. Bu durumda fiyatlar genel düzeyi değişmez. Genişletici mali politika tam etkindir.


2) Daraltıcı mali politika toplam talep eğrisini (AD) paralel bir şekilde sola kaydırır. Bu durumda fiyatlar genel düzeyi değişmez. Daraltıcı mali politika tam etkindir.


NOT: Keynes’e göre ekonomi likidite tuzağında olduğundan para politikası etkisizdir. IS – LM analizine göre LM eğrisi yatay eksene paralel çizilmişti ve IS eğrisindeki değişme geliri değiştiriyordu. IS AD’yi değiştirir, IS’yi değiştiren ise maliye politikasıdır.

b) Klasik Genel Denge (AD – AS) Modeli: Klasiklere göre ekonomi her zaman dengededir. Ekonomide herhangi bir atıl kapasite söz konusu değildir. Bu nedenle devletin ekonomiye müdahalesini gereksiz olduğu kadar zararlı da görürler.


Klasik genel denge analizine göre:

1) Genişletici para politikası toplam talep eğrisini (AD) daha dik bir şekilde sağa kaydırır. Ekonomi tam istihdamda olduğu için fiyatlar genel düzeyi yükselir.


2) Daraltıcı para politikası toplam talep (AD) eğrisini daha yatık bir şekilde sola kaydırır. Ekonomi tam istihdamda olduğundan fiyatlar genel düzeyi düşer.


Not! Klasiklere göre maliye değil para politikası etkilidir. IS – LM analizine göre LM eğrisi dikey eksene paralel çizilmişti ve IS eğrisindeki değişme geliri değil faizi değiştiriyordu. LM AD’yi değiştirir, LM’yi değiştiren ise para politikasıdır.

c) Monetarist Genel Denge (AD – AS) Modeli: İşçilerin bekledikleri fiyat düzeyi ile ekonomide gerçekleşen fiyat düzeyinin eşitlendiği durumda ki uzun dönemde genel denge söz konusudur. Ekonomi tam istihdam düzeyinde dengeye gelecektir.


Monetarist genel denge analizine göre:

1) Genişletici para politikası sonucu, kısa dönemde fiyatlar genel düzeyi ve reel çıktı düzeyi yükselir. Ancak uzun dönemde ekonomi tam istihdam düzeyine geri döner ve sadece fiyatlar genel düzeyi yükselir. Şekilde birinci dönemde genişletici politika sonucu toplam talep artınca ve buna bağlı olarak toplam talep eğrisi AD1 konumuna gelince fiyat düzeyi P1 düzeyine yükselir. Ancak işçilerin bekledikleri fiyat düzeyi hala P0’dır. Bu yüzden de birinci dönemde genişletici politikayla fiyat düzeyi yükselince hasıla düzeyi de yükselir. Ancak ikinci dönemde işçiler fiyat düzeyinin P0’dan P1 düzeyinin yükseldiğinin farkına varırlar ve dolayısıyla da ikinci dönemde fiyat düzeyine ilişkin tahminlerini P1 olarak değiştirirler. Toplam arz eğrisinin devamlı sola doğru kayması sonucu bu sürecin sonunda fiyat seviyesi P2 olarak gerçekleşir ve denge sağlanmış olur.




2) Daraltıcı para politikası sonucu kısa dönemde fiyatlar genel düzeyi ve reel çıktı düzeyi düşer, ancak uzun dönemde ekonomi tam istihdamdaki düzeyine geri döner ve sadece fiyatlar genel düzeyi düşer.

d) Yeni Klasik Genel Denge (AD – AS) Modeli: Firmaların öngördükleri fiyat düzeyi ile ekonomide gerçekleşen fiyat düzeyinin eşitlendiği durumda, ki rasyonel beklentiler gereği sistematik hata söz konusu olmadığından öngörüldüğü anda genel denge söz konusudur. Ekonomi tam istihdam düzeyinde dengeye gelecektir.

Yeni klasik genel denge analizine göre:

1) İktisadi ajanlar tarafından öngörülen genişletici para politikası ya da genişletici politika karması sonucu ekonomi tam istihdamdaki reel çıktı düzeyinde kalır ve sadece fiyatlar genel düzeyi yükselir.


Şekilde ekonomi başlangıçta E1 noktasında dengededir. Birinci dönemde hükümetin para arzını artırması sonucu AD toplam talep eğrisinin dışa doğru kayarak AD1 konumuna geldiği kabul edilmiştir. Para arzında birinci dönemde meydana gelen bu artış önceden açıklanan ve dolayısıyla da karar birimleri tarafından beklenen bir artış olduğunda fiyat düzeyini tüm mevcut bilgilerden yararlanarak tahmin eden karar birimleri, para arzındaki artışın fiyat düzeyinin P0’dan P1 düzeyine yükselmesine yol açacağını doğru biçimde tahmin ederler. Dolayısıyla da para arzının önceden açıklanan biçimde artması sonucu talep eğrisi birinci dönemde dışa doğru kayarak AD1 konumuna gelince ücret artışı gerçekleşeceği için arz eğrisi de içe doğru kayarak AS1 konumuna gelir. Çünkü ücretlerin artması bir maliyet unsurudur ve AS’yi azaltır. Böylece önceden açıklanan genişletici para politikası hasıla düzeyini hiç etkilemez ve sadece fiyat düzeyinin yükselmesine yol açar.



2) İktisadi ajanlar tarafından öngörülen daraltıcı para politikası ya da daraltıcı politika karması sonucu, ekonomi tam istihdamdaki reel çıktı düzeyinde kalır ve sadece fiyatlar genel düzeyi düşer.



3) İktisadi ajanlar tarafından öngörülmeyen genişletici para politikası ya da genişletici politika karması sonucu kısa dönemde fiyatlar genel düzeyi ve reel çıktı düzeyi yükselir. Ancak genişletici politikalar iktisadi ajanlar tarafından öngörüldüğü andan itibaren piyasalar dengeye gelir ve sadece fiyatlar genel düzeyi yükselir.


Para arzında meydana gelen artış eğer hükümet tarafından önceden açıklanmayan ve dolayısıyla da karar birimleri tarafından beklenmeyen bir artış ise, ekonomi kısa dönemde AD toplam talep ve AS kısa dönem toplam arz eğrilerinin kesiştikleri noktada belirlenir. Şekilde, ekonomi başlangıçta E1 noktasında dengededir. Birinci dönemde hükümetin para arzını artırması sonucu AD toplam talep eğrisi sağa doğru kayarak AD1 konumuna geldiği kabul edilmiştir. Para arzında birinci dönemde meydana gelen bu artış önceden açıklanmayan ve dolayısıyla da karar birimleri tarafından beklenmeyen (sürpriz) bir artış olduğundan fiyat düzeyini tüm mevcut bilgilerden yararlanarak tahmin eden karar birimleri para arzındaki artışın fiyat düzeyinin P0’dan P2 düzeyine yükselmesine yol açacağını birinci dönemde tahmin edemezler. Dolayısıyla da para arzının önceden sürpriz biçimde artması sonucu toplam talep eğrisi sağa doğru artmıştır. Birinci dönemde toplam arz değişmez ve böylece fiyat ve hasıla düzeyi yükselerek E2 noktasında dengeye gelinir. Ancak ikinci dönemde karar birimleri birinci dönemde para arzının yükseldiğinin farkına varırlar. Bu bağlamda karar birimleri fiyatın P2 olacağını bilirler. Böylece nominal ücret artışını gerçekleştirirler. Toplam arz eğrisi sola doğru kayarak E3 noktasında denge gerçekleşir. Sürpriz parasal genişleme kısa dönemde hasılayı artırırken uzun dönemde ise sadece fiyatları yükseltmiştir.



4) İktisadi ajanlar tarafından öngörülmeyen daraltıcı para politikası ya da daraltıcı politika karması sonucu kısa dönemde, fiyatlar genel düzeyi ve reel çıktı düzeyi düşer. Ancak daraltıcı politikaların iktisadi ajanlar tarafından öngörüldüğü andan itibaren piyasalar dengeye gelir ve sadece fiyatlar genel düzeyi düşer.




e) Neokeynesyen Genel Denge (AD – AS) Modeli: Rasyonel beklentiler gereği iktisadi ajanların öngörülerinde sistematik hata olmamakla beraber uzun dönem sözleşmeler ve benzeri nedenlerden ötürü ücretler ve fiyatlar genel düzeyi esnek değildir. Ayrıca piyasalarda eksik rekabet koşulları geçerlidir.


Neokeynesyen genel denge analizine göre:

1) Genişletici mali politika sonucu fiyatlar genel düzeyindeki geç uyarlama ve olumsuz talep şoku nedeniyle eksik istihdam düzeyinden tam istihdam düzeyine geri dönmeyen ekonomideki genel denge sağlanmış olur.


2) Daraltıcı mali politika sonucu fiyatlar genel düzeyindeki geç uyarlama ve olumlu talep şoku nedeniyle aşırı istihdam düzeyinden tam istihdam düzeyine geri dönmeyen ekonomideki genel denge tekrar sağlanmış olur.


Neokeynesyen modelin yapısını tanımlayan birinci varsayım, nominal ücretin işçilerle firmalar arasında imzalanan toplu iş sözleşmelerinde belirlendiği ve sözleşme dönemi boyunca (2 – 3 yıl) sabit olduğu ve dolayısıyla da nominal ücretin değişen iktisadi koşullara uyum sağlayarak yükselmesinin veya düşmesinin ancak uzun dönemde söz konusu olduğu (ücret düzeyinin kısa dönemde esnek değil de katı veya yapışkan olduğu) hususudur. Bir başka deyişle, katı ücret modeli – pozitif eğimli kısa dönem toplam arz eğrisi Neokeynesyen modeli tanımlayan birinci unsurdur. İkinci varsayım piyasaların sürekli temizlenmediği varsayımıdır. Üçüncü varsayım karar birimlerinin fiyat düzeyinin gelecekteki değerini hükümetin gelecekte izleyeceğini açıkladığı iktisat politikası da dahil tüm mevcut bilgilerden yararlanarak tahmin ettikleri hususudur. Yani rasyonel bekleyişler hipotezi. Şekilde ekonomi başlangıçta AD0 ve AS0 eğrilerinin kesiştikleri E1 noktasındadır. Birinci dönemde toplam talepte bir düşmenin meydana geldiği ve böylece AD toplam talep eğrisinin içe doğru kayarak AD0 konumundan AD1 konumuna geldiği kabul edilmiştir. Toplam talepte meydana gelen bu daralma fiyat düzeyinin P0’dan P1 düzeyine düşmesine yol açar. Böylece işçilerle firmalar arasında başlangıç döneminde imzalanan toplu iş sözleşmelerinde belirlenen ve sözleşme dönemi boyunca (2 – 3 yıl) sabit olan nominal ücret düzeyi üzerinden reel ücret düzeyi yükselir. Bu ise işçi sayısının ve buna bağlı olarak hasılanın azalmasına yol açar. Bu durum şekilde E2 noktası itibariyle gösterilmiştir. İşçilerle firmalar arasında başlangıç döneminde imzalanan toplu iş sözleşmelerinde belirlenen nominal ücret düzeyi yeni sözleşme dönemine kadar sabit olduğundan ekonomi yeni sözleşme dönemine kadar E2 düşük istihdam durumunda faaliyette bulunacaktır. Yeni sözleşme döneminde ise, rasyonel bekleyişler hipotezine göre davranan karar birimlerinin daha düşük nominal ücret düzeyinden sözleşme yapmaları sonucu kısa dönem toplam arz eğrisi AS0 konumundan AS1 konumuna gelecek ve ekonomi E3 noktasında yeniden tam istihdam düzeyinde faaliyette bulunmaya başlayacaktır. Neokeynesyen modeli benimseyen iktisatçılara göre, hükümet talepteki daralmanın istihdam ve hasıla üzerindeki olumsuz etkisinin yeni sözleşmelerde giderilmesini beklemek yerine talepte ortaya çıkan daralmayı örneğin genişletici bir para politikası izleyerek gidermek ve böylece toplam talep eğrisini AD1 konumundan yeniden AD0 konumuna getirmek ve böylece istihdam düzeyinde yeni sözleşme dönemine kadar geçerli olacak daralmayı ortadan kaldırmak imkanına sahiptir.

f) Reel Konjonktür Genel Denge (AD – AS) Modeli: Ekonomik dalgalanmaların nedeni yayılma mekanizmalarıdır. Yayılma mekanizmaları işgücünün dönemler arası boş zaman ikamesi ve stok hareketleri nedeniyle oluşur. Kısacası, bu yaklaşıma göre, ekonomik dalgalanmaların temel nedeni arz şoklarıdır.

Arz Şokları: Tam istihdamdaki düzeyinden sapan işgücü düzeyi nedeniyle toplam üretim fonksiyonunun değişmesi sonucu oluşan şoklardır.

1) Olumlu Arz Şoku: Teknik ilerlemeler, yeni buluşlar, iyi hava koşulları, hammadde stoklarındaki artışlar gibi nedenlerle oluşur.

2) Olumsuz Arz Şoku: Kötü hava koşulları, hammadde stoklarındaki azalışlar gibi nedenlerle oluşur.

Eğer ekonomide olumlu ya da olumsuz arz şoku yoksa ve enflasyon da değişme beklenmiyorsa yani AS sabitken, ekonomi durgunluk dönemini yaşıyorsa AD eğrisi sola doğru kayar. Bu durumda fiyatlar genel düzeyi düşer ve reel çıktı düzeyi de azalır, etkin olmayan firmalar kapanır.



HİSTERESİZ HİPOTEZİ

Olumsuz arz şoku sonucu oluşan ekonomik daralmaya devletin talep yönlü genişletici politikalarla müdahale etmesinin fiyatlar genel düzeyini yükselttiği ve reel çıktıda yeterli artışı sağlamadığı şeklindeki itiraza karşılık ortaya atılan bir tezdir. Bu teze göre kısa dönemde müdahaleye dayalı politikalar söz konusu olmazsa uzun dönem tam istihdam dengesi olumsuz yönde etkilenir.

BÖLÜM – 6

MAKRO EKONOMİK ANALİZ

İKİZ AÇIKLAR

BÜTÇE AÇIKLARI VE DIŞ AÇIKLAR



İki önemli makroekonomik sorun olan bütçe açıkları ve dış açıklar birbirlerinden bağımsız sorunlar olmadıkları için ikiz açıklar olarak adlandırılmaktadırlar. Bütçeyi devlete gelir toplama ve gider yapma izni veren bir belge olarak tanımlayabiliriz. Devlet bütçe aracılığıyla ekonomik, mali ve siyasal yönden birçok etkinlik gerçekleştirme gücüne sahiptir. Bütçe ile birçok ekonomik değişkeni etkilemek de mümkündür. Devlet bu etkileri, gelirlerin giderlere eşit olduğu denk bütçeyle, harcama fazlası (bütçe açığı) veya gelir fazlası (bütçe fazlası) yoluyla gerçekleştirmektedir. Dış açıklar ise devletin topladığı vergilerden daha fazla harcama yapması durumunda ortaya çıkmaktadır. Yani dış açıklar devletin harcama fazlasının söz konusu olduğu durumda bu açıkları karşılamak için yabancı tasarruflardan yararlanmak biçiminde başvurduğu yollardan biridir. Bütçe açığı bütçe harcamalarının bütçe gelirlerini aşan kısmıdır. Bütçe açığı farklı tanımlamalar ve farklı ayrımlar içinde değerlendirilmiştir. Bütçe açığına ilişkin yapılan başlıca tanımlamalar şunlardan oluşmaktadır.

Cari açık ve sermaye açığı
Toplam kamu açığı ve birincil (faiz dışı) kamu açığı
İşlemsel açık
Fiili ve tam istihdam bütçe açığı
Cari Açık ve Sermaye Açığı: Cari açık cari dönem harcamalarının cari dönem gelirlerini aşan kısmıdır. Cari açık hesaplamalarında özelleştirme gelirleri gibi sermaye mallarının satışından sağlanan gelir ile yatırım harcamaları dikkate alınmaz. Yalnız bir nokta belirlenmelidir ki o da cari giderlerin birikmiş sermaye malları için ayrılmış amortismanları da içerdiğidir. Cari açık sermaye açığı ayrımına yatırım harcamalarının toplam harcamalardan indirilmesi suretiyle ulaşılacaktır. Yatırım harcamalarının özelliği gelecek dönemlerde reel getirilerinin olmasıdır. Bundan dolayı borç ile finanse edilmeleri durumunda reel borç faizleri yatırımların reel getirisinin altında kalırsa veya ona eşit olursa yatırım harcamaları kendini amorti ediyor demektir.

Toplam Kamu Açığı ve Birincil (Faiz Dışı) Kamu Açığı: Birincil ya da faiz dışı bütçe faiz ödemelerini içermeyen bütçe açığıdır. Kamu açıklarının sürdürülebilir olması için bütçenin faiz ödemeleri hariç fazla vermesi ya da bütçe açığının negatif olması gerekir.

İşlemsel Açık: İşlemsel açık birincil açık ile reel faiz ödemelerinin toplamından oluşan açıktır.

Fiili ve Tam İstihdam Bütçe Açığı: Fiili bütçe açığı ekonominin belli bir yıldaki bütçe açığının yani harcamalarla gelirler arasındaki farkı göstermektedir.

Yapısal bütçe açığı olarak da adlandırılan tam istihdam bütçe açığı da ekonominin tam istihdamdayken karşılaştığı bütçe açığıdır.

Bütçe açıkları değerlendirilirken ekonomik ve sosyal koşulları da şüphesiz ki gözden uzak tutmamak gerekmektedir. Enflasyon, büyüme, ödemeler dengesi, istihdam düzeyi gibi ekonomik değişkenler de istikrar sağlamak için belli oranda kamu açığına katlanmak kabul edilebilir bir durumdur.

Ekonomik istikrar açısından durgunluk dönemlerinde ekonomiyi canlandırmak için uygulanacak bütçe politikası bütçe açıklarının artırılması olurken enflasyonist koşullarda politik yönetim bütçe açıklarının azaltılması yönünde olacaktır.

Bütçeyle faiz oranlarını etkilemek girişimcilerin yatırım eğilimlerini güçlendirmek yani ekonomik büyümeyi teşvik etmek de mümkündür.

İç kaynakların yetersizliği durumunda başvurulan dış tasarrufların yönetilmesi de bütçe politikasının önemli ayaklarından biridir. Ekonominin geleceği açısından izlenecek bütçe açığı politikası ve ödemeler dengesi pozisyonu da dikkatlice izlenmesi gereken makro konulardan biridir.

Devlet ekonomik faaliyetlerini sürdürürken bulunacağı her türden eylemlilik süreci, gelir ve gideri arasında bir dengenin gözetilmesini de gerekli kılmaktadır. Devletin para basma gücünü gelişi güzel kullanılmayacağı düşünülürse ki bu konuda yasal sınırlamalar da vardır devlet harcamalarının bir bütçe kısıtıyla karşı karşıya olduğu görülecektir.

KAMU BORÇLARININ ETKİLERİ



1929 – 1930 büyük buhrana kadar hakim iktisadi doktrin olan klasik iktisat anlayışı homo economicus, görünmez el (fiyat mekanizması) gibi temellere dayandığı için devletin ekonomiye müdahalesine şiddetle karşı çıkmışlardır. Devletin ekonomi içindeki payının küçüklüğüne koşut olarak da bütçenin küçük tutulması gerektiğini savunmuşlardır. Devletin ekonomik hayata bütçe açık veya bütçe fazlasıyla müdahalesi de klasik iktisadi doktrine uygun bir görüş değildir. 1929 – 1930 dünya ekonomik buhranı ile temelleri sarsılan klasik iktisadi anlayışa karşı ortaya çıkan Keynesyen ekonomi politikaları ise klasik anlayışın yetersizliğini esas alarak teorize olmuş bir yaklaşımdır. Klasiklerin otomatik tam istihdam mekanizmasının yetersizliğinin büyük buhrana neden olduğunu belirten Keynes, krizden çıkış yolunda piyasa koşullarına bırakılamayacağını ileri sürmüştür. Yani ekonomiyi eksik istihdam düzeyinde kurtaracak mekanizmanın devletin maliye politikası araçlarıyla mutlaka ekonomiye müdahalesi ile mümkün olacağını belirtmiştir.

Keynes ekonomideki toplam talep yetersizliğinin giderilmesinde bütçe büyüklüklerinin önemi ile de ilgilenmiştir. Ekonomik genel denge için bütçe dengesizliklerine katlanılabileceği Keynesyen görüşün önemli özelliklerinden biridir.

Keynesyen ekonominin uygulanması sonucu ortaya çıkan büyük açıkların ekonomide ulusal tasarrufları azalttığı ve sermaye birikiminin dışladığı nedeniyle her kesimden iktisadi görüş tarafından şiddetle eleştirilmiştir.

1970’ler sürecinde kamu borçlarına farklı bir yorum getiren Ricardian anlayış kamu borçlarının tasarruf düzeyini ve sermaye birikimini etkilemediği bundan dolayı da önemli bir sorun yaratmayacağını öne sürmüştür.

RİCARDOCU DENKLİK TEOREMİ



Barro – Ricardo denkliği olarak da adlandırılan modele göre kişiler tüketim harcamalarını tüm yaşam boyu gelirlerini dikkate alarak verirler. Model hükümetin bütçe açığı politikasının özel kesim harcamaları üzerinde etkisiz olacağı temelinden hareketle oluşturulmaktadır. Yani devletin kamu harcamalarını sabit tutarak vergileri indirmesi veya vergilerin sabit olduğu bir ortamda kamu harcamalarını artırarak bütçe açığı ile ekonomik birimlerin harcamalarını etkileyemeyeceğini ileri süren bir yaklaşımdır.

Hükümet bütçe açığının finansmanını borçlanma ile karşılarken yaptığı şey sadece bugün alınacak vergilerin ertelenmesidir. Ekonomik birimler de bu durumu bilmelerinden dolayı, örneğin vergi indirimi yoluyla artan cari kullanılabilir gelirlerini tüketime yönlendirmezler. Yani kişiler gelecekte daha fazla vergi vereceklerini bildikleri için tüketimlerini değil tasarruflarını artırma eğiliminde olurlar.

Cari kullanılabilir gelirdeki artışa karşın kişiler tüketimlerini artırmayıp tasarruflarını artırmalarından dolayı faiz oranlarında yükselme ortaya çıkmayacak yani ekonomide dışlama oluşmayacaktır.

Ricardian önermeye Barro’nun temel katkısı da nesillerin kendilerinden sonra gelen nesilleri (çocuklarını) düşündükleri ve gelecek kuşaklara vergi yükü aktarmayı istemediklerini öngörmesidir.

MİKROEKONOMİK TEMELLER TÜKETİM



Keynesyen Tüketim ve Tasarruf Fonksiyonu: Keynes’te tüketim fonksiyonu, C = C0 + c.Yd’dir. Reel tüketim (C), reel kullanılabilir gelir (Yd) tarafından belirlenmektedir. Marjinal tüketim eğilimi, MPC = c’dir. Marjinal tüketim eğilimi 0<c<1’dir. Ortalama tüketim eğilimi APC = C / Yd’dir. Reel gelir artarken ortalama tüketim eğilimi düşmektedir. Keynesyen modelde tasarrufların belirleyicisi yine cari reel kullanılabilir gelirdir. Marjinal tasarruf eğilimi 1 – c = s’dir. 0<s<1 olup marjinal tasarruf eğilimini göstermektedir. Keynes cari kullanılabilir reel gelir arttıkça ortalama tasarruf eğiliminin arttığını söylemektedir.

Mutlak Gelir Hipotezi: Keynes’in tüketim ile yaptığı çalışmalar mutlak gelir hipotezi olarak bilinmektedir. Keynes genel teoride tüketime ilişkin üç varsayımda bulunmuştur. Bunlardan birincisi tüketimin gelir düzeyine bağlı olduğu; ikincisi, kullanılabilir kişisel gelir artınca tüketimin gelirden daha az arttığı ve üçüncü olarak da kullanılabilir gelir artınca gelirin tüketim amacıyla kullanılan kısmının azalacağı varsayımlarıdır.

Nisbi (Göreli) Gelir Hipotezi: Hanehalklarının tüketim davranışlarına ilişkin davranışları referans alarak J. Duesenberry tarafından ortaya atılmıştır. Duesenberry kişinin tüketim alışkanlıklarının toplumun alışkanlıklarıyla uyumlu olduğu ve belli bir standartta refah yakalayanların bu standardı korumak istediğini belirtmiştir.

Tüketim Sürükleme Hipotezi: A. Smithies tarafından geliştirilmiştir. Smithies Keynes’in reel cari kullanılabilir gelir artışının ortalama tüketim eğilimini (APC) azalttığı görüşünü diğer şartlar sabitken varsayımı altında geçerli olabileceğini ancak diğer şartların sabit olmadığı için tüketimin sabit olmayan bu şartlar tarafından sürüklendiğini ileri sürmüştür. Tüketimde sürüklenmeye neden olacak etmenleri ise şöyle sıralayabiliriz: Şehirleşme etkisi, yaşam standardı etkisi ve servet etkisi.

Dönemler Arası Bütçe Sınırlaması; Fisher Denklemi: İ. Fisher tarafından geliştirilen tüketim ve tasarruf analizi F. Modigliani‘nin yaşam boyu gelir ve M. Friedman’nın sürekli gelir ile tüketim ilişkilerini açıklamada referans olarak ele alınması yönüyle oldukça önemlidir. Dönemler arası bütçe sınırlaması, gelecekteki gelir beklentilerine istinaden bugün ve gelecek ayrımı yapmaktadır. Bütçe sınırlaması ile karşı karşıya olan tüketicinin yaşamı iki döneme ayrılmıştır. Bu dönemlerden birincisi genç dönem, ikincisi de yaşlı olduğu dönemdir. Bütçe kısıtı ile karşı karşıya olan tüketici yapacağı tercih ile bugünkü tüketim ve gelecekteki tüketimi için tasarrufta bulunmaya karar verecektir ki zamanlara arası bütçe kısıtını ifade etmektedir.

Yaşam Boyu Gelir Hipotezi: F. Modigliani, A. Ando ve R. Brumberg tarafından geliştirilen bir hipotezdir. Model, tüketimin zaman içinde istikrarlı olduğunu varsaymakta, yani gelecekteki geçici değişmeye karşın tüketimin değişmeyeceğini, tüketimin istikrarlı olduğunu varsaymakta, yani gelirdeki geçici değişmeye karşın tüketimin değişmeyeceğini, tüketimin istikrarlı olduğunu kabul etmektedir. Kişiler gelirini kullanırken yaşam boyu ekonomik durumunu ve faydasını maksimize edecek biçimde tüketim ve tasarruf arasında dağıtacaktır. Kişiler elde ettikleri gelirlerinin tamamını tüketmeyip bir kısmını tasarrufa ayırması tüketimin azalan marjinal faydası gereğidir. Bu şekilde yönelim sonucunda kişiler toplam faydalarını maksimum yapmaya çalışırlar. Bireyler gelirlerinin yüksek olduğu dönemlerde tasarruf yapmakta ve gelirlerinin düştüğü dönemlerde ise tasarruflar sayesinde birikmiş olan servetlerini kullanarak, tüketimlerinin gelirle birlikte düşmesine izin vermemektedirler. Bireylerin gelirlerinin en çok düştüğü dönem emeklilik yıllarıdır. Şu halde hipotez tasarrufların yaşlılıktaki tüketimi karşılamak üzere yapıldığı varsayılarak geliştirilebilir.

Sürekli Gelir Hipotezi: M. Friedman tarafından geliştirilmiştir. Sürekli gelir hipotezi tüketim harcamalarının kişilerin elde etmeyi bekledikleri uzun dönem ortalama veya sürekli gelire bağlı olduğunu vurgulamaktadır. Friedman, Keynesçi tüketim fonksiyonunu eleştirirken bireyin, ailenin veya ulusun ekonomik statüsü için cari gelirin iyi bir gösterge olmadığını, bireyler ve ailelerin tüketimlerini cari yıllık gelire göre belirlediklerini ileri sürmektedir. M. Friedman’ın servetin bir ölçüsü olarak aldığı sürekli gelir, planlanan uzunlukta kazanılması beklenen gelirin ağırlıklı ortalamasıdır. Modelde beklenen gelir ve sürekli gelir aynı anlamda kullanılmaktadır. Sürekli gelir ekonomik statünün ve servetin iyi bir göstergesidir.

Likidite Sınırlaması ve Tüketim: Sürekli gelir ve yaşam boyu gelire ilişkin yapılan araştırma sonuçlarına göre tüketicilerin bir kısmı yaşam boyu gelir / sürekli gelir hipotezine göre hareket ederken bir kısmı da cari gelire göre hareket etmektedir. Cari gelire daha duyarlı olan tüketicilerin bu durumu likidite sınırlaması ile açıklanmaktadır. Likidite sınırlaması altındaki birey gelecek dönemlerde daha yüksek gelir beklentisi içinde olsa dahi bugünkü tüketim sınırlılığını likit sınırlılık belirlemektedir. Bir başka ifadeyle kişinin likidite sorunu vardır. Likidite sınırlaması altındaki kişi cari gelire daha duyarlıdır.

Beklentiler ve Tüketim: Yakın zaman içinde geliştirilen tüketim fonksiyonlarının ortak özellikleri Friedman’ın sürekli gelir hipotezi ile Modigliani’nin yaşam boyu gelir hipotezinin sentezi niteliğini taşımaktadır. Bu ortak hareketle tüketimi belirleyen temel değişkenin servet olduğu söylenir. Toplam servet ise beşeri servet ve beşeri olmayan servetten oluşur. Servetin emek geliri olan kısmını gösteren biçimine beşeri servet, menkul ve gayrimenkul aktiflerden oluşan biçimine de beşeri olmayan servet denmektedir. Vergi değişkeni göz önünde bulundurulduğu zaman ise toplam servet, menkul ve gayrimenkul servet ile vergi sonrası beklenen emek gelirinin bugünkü değerinin toplamından oluşmaktadır. Tüketim toplam servet ile vergi sonrası cari gelirin artan fonksiyonudur. Beklentilerden dolayı tüketim cari gelirdeki değişmelere doğrudan tepki vermemektedir. Yani geleceğe ilişkin olumsuz beklenti koşullarında cari geliri iyileşen kişi tüketim harcamasını değiştirmeyecektir.

Rasyonel Beklentiler ve Tüketim: Tüketiciler ileriyi gören kişilerse, gelecek hakkında yeni bilgi öğrendikleri zaman tüketim kalıplarını değiştireceklerdir. Ancak gelecek hakkında öngörüde bulunmak mümkün olmadığı için tüketim tesadüfi bir yol izleyecektir.

Tasarruf ve Sermaye Piyasası: Portföy Tercihi ve Portföy Farklılaştırması, Portföy Dağılımı Kuralı: Portföy tercihinin başlıca belirleyicileri şunlardır:

Servet
Aktiflerin beklenen getirileri
Risk dereceleri
Likidite
Bilgi edinme maliyeti
Servet ve portföy tercihi ilişkisi değerlendirilirken aktif talebinin servet talep esnekliğinden yaralanılmaktadır. Aktif talebinin servet talep esnekliği, servetteki yüzde değişime, talep edilen aktif miktarındaki değişmenin yüzde tepkisidir.

Aktif Talebinin Servet Talep Esnekliği = Talep Edilen Aktifte % Değişim / Servetteki % Değişme

Servet talep esnekliğinin 1’den büyük olması lüks aktiften bahsedildiği anlamına gelir. Örneğin, hisse senetleri gibi. Servet talep esnekliğinin 1’den küçük olması da zorunlu aktifi ifade eder. Örneğin, nakit ve vadesiz mevduat gibi. Servetin talep esnekliği vergi ve sigorta maliyetlerinden etkilenmektedir.

Portföy tercihini etkileyen bir diğer unsur da aktiflerin beklenen getirisi risktir. Getirisi yüksek olacağı beklenen aktifler portföyde daha fazla tutulmak istenirken risk unsuru da beklenen getiri tercihini etkileyecektir. Risk karşısında tasarruf sahiplerinin davranış eğilimleri ve tutumları farklılık göstermektedir. Bu farklılıklar değerlendirilirken tasarrufçuların genellikle üç farklı davranış eğilimi göz önünde bulundurulmaktadır.

- Riskten kaçanlar

- Riske karşı tarafsız olanlar

- Riski sevenler

Riski;

a) Sistematik risk

b) Sistematik olmayan risk olarak iki kısımda inceleyebiliriz.

Sistematik risk, ekonomik koşullar, genel dalgalanmalar gibi risklerden oluşmaktadır. Sistematik olmayan risk ise grev, mahkemeler gibi tek tek firma risklerinden oluşmaktadır. Portföyünü faklılaştırma yoluna gidip riski dağıtmak isteyen tasarruf sahipleri sistematik olmayan riski azaltma imkanına sahipken sistematik riski etkileyememektedirler.

Portföy tercihini etkileyen bir diğer etmen de aktiflerin likidite tercihleridir. En likit aktif paradır. Çünkü parayı bir başka varlığa dönüştürmeye gerek yoktur. Varlıkların likidite derecesinin düşmesi, likiditeye dönüştürülürken uğranılacak kaybı yani işlem maliyetini yükseltecektir.

Bilgi edinme maliyeti ise portföy tercihini etkileyen bir diğer faktördür. Yeni firmalar için değerlendirileceği zaman bilgiyi elde etme maliyeti bu firmalarda daha yüksek olması da kaçınılmazdır.

Portföy tercihinin bir belirleyicisindeki artışın (diğer belirleyiciler veri iken) portföy tercihi üzerindeki etkisini tablo şeklinde şöyle özetleyebiliriz:

Etmen Yönü Portföy SeçimindekiAktifin Miktarı
Servet Artış +
Beklenen Getiri Artış +
Risk Artış -
Likidite Artış +
Bilgi Maliyet Artış -
YATIRIM HARCAMALARI

Yatırım, net sermaye stokuna yapılan ilavelerdir. Bir akım değişken olan yatırım, bir dönemde sermaye stokunu artırmak için yapılan harcamaları kapsayan yani ekonominin fiziki sermaye stokunu artıran etmenleri ifade etmektedir. Yatırım kavramı çoklukla sabit sermaye yatırımlarını adlandırmak için kullanılmaktadır. Firmaların makine, bina, teçhizat gibi harcamalarını kapsayan sabit sermaye yatırımları yanında beşeri sermaye stokuna yapılacak yatırımlar da yatırım kavramı içinde değerlendirilecektir.

Yatırım kavramı değerlendirilirken dikkat edilmesi gereken bir noktanın da brüt ve net yönünden olduğudur. Brüt sermaye stokunu bir dönemde sermaye stokuna yapılan ilaveler olarak tanımlayabiliriz. Net yatırım ise aynı dönem üretimini gerçekleştirirken mevcut sermaye stokundaki aşınmanın dikkate alınması ile hesaplanan yatırım kavramıdır.

Net sermaye stokunun alacağı değer ülke ekonomisi açısından oldukça önemlidir. Çünkü değerin pozitif çıkması ülkenin sermaye stokunda artış anlamına geleceği için ekonominin üretkenlik gücünün artmasını ifade etmektedir. Net sermayenin negatif çıkması durumunda ise ilgili dönem yatırımlarının, eskiyen, yıpranan yatırımları amorti etmediği anlamına gelecektir.

SABİT SERMAYE YATIRIMLARI: HIZLANDIRAN MODELİ

Model J. M. Clark tarafından geliştirilmiştir. Hızlandıran modeli firmaların sermaye stokları ve bekledikleri satış düzeyi arasında sabit bir ilişki ile ele alınmaktadır. Yani net yatırım düzeyinin çıktıdaki beklenen değişmeye bağlı olduğunu ifade etmektedir. Hızlandıran hipotezi net yatırımların hasılada beklenen değişme ile orantılı olduğunu esas almakta, bu orantı katsayısının sermaye – hasıla oranı olduğunu ileri sürmektedir.

Hızlandıran = K / Y = Sermaye / Reel Çıktı

Sektör çıktısına talep artışı olduğu durumda satışların artması veya stokların azalması söz konusu olacaktır. Bu tür bir durumda ise sermaye stoku artık optimal düzeyde değildir. Sermaye stokunun ve hasıla düzeyinin artırılması için de yeni yatırımlar yapılmalıdır.

Esnek Hızlandıran: Firmaların daha fazla çıktı elde etmek için net yatırım yaptığını belirten basit hızlandıran modeli yatırım maliyetlerini modelin dışında tutmuştur. Yine basit hızlandıran modelinde istenilen sermaye stokuna bir yılda ulaşılabilir. Ancak esnek hızlandıran modeli gecikmelerin göz önünde bulundurulması gerektiğini vurgulamaktadır. Esnek model daha gerçekçi bir belirleme yapmış her zaman yatırımlarda gecikme olabileceğini ve özellikle de projelerin zamanlaması bir yıldan fazla zaman alacağını söylemiştir.

TOBİN’İN q TEORİSİ

q teorisi istenen sermaye düzeyi ile mevcut sermaye stokunun bu düzeye ayarlama sürecini ayrı ayrı değerlendirmemekte, ayarlama maliyetlerini doğru olan firmanın herhangi bir anındaki yatırım oranını hesaplamada kullanılmaktadır. q teorisi firmanın piyasa değerinde meydana gelecek artış ile sermayenin maliyetinin karşılaştırılmasına dayanmaktadır. Bir firmanın ihraç ettiği hisse senetlerinin borsadaki piyasa değeri (Hisse Senedi Fiyatı x Hisse Senedi Miktarı) ile sermaye stokunun yenileme maliyeti arasındaki orandır.

q = Mevcut Sermayenin Piyasa Değeri / Mevcut Sermayenin Yenileme Maliyeti

NOT! q > 1 ise sermaye stokunu büyüterek net yatırım yapar. q < 1 ise zarar içerir, yatırım yapmaz. q = 1 ise sadece yenileme yatırımı yapa

Marjinal q = Firmanın Piyasa Değerindeki Artış / Sermayenin Maliyeti

Ortalama q = Firmanın Borsada Değeri / Toplam Sermaye Maliyeti

Konut yatırım modeli q teorisinin özel bir biçimi olarak değerlendirilebilir. Konut piyasasında konut yatırımını belirleyecek alanda konut fiyatları ile konut üretme maliyetinin karşılaştırılması ile bulunacak değerdir. Konutun fiyatı, yeni konut üretmenin maliyetinden büyük ise konut yatırımı artacak, konutun fiyatı yeni konut yapımı maliyetinden küçük olursa da yatırımından vazgeçilecektir.

YATIRIMLARDA FİNANSAL KISITLAMALAR

Kredi Tayınlaması: Geçerli faiz oranından bireylerin borç alabilecekleri para miktarının sınırlandırılmasıdır. Cari piyasa koşullarında kredi talebinin kredi arzını aşması durumunda ortaya çıkan piyasa aksamasıdır. Kredi tayınlamasına başvurma nedenleri genellikle verilen kredilerin geri ödenmeme riskinin söz konusu olması ile asimetrik bilgi sorunudur. Asimetrik bilgilenme ters seçim ve ahlaki tehlike gibi sorunlara yol açar. Kredi piyasasının tarafları olan kredi arz edenlerin amacı karlarını maksimize etmektir. Bundan dolayı her iki ekonomik birim de duruşlarını buna göre belirleyeceklerdir. Kredi piyasasında ters seçim durumu krediyi en fazla isteyenin krediyi geri ödememe riski de en fazla olan kişiler olması durumunda ortaya çıkmaktadır. Krediyi en fazla talep edenler aldıkları krediyi geri ödememe risklerinin yüksek olmasının altında yatan gerçeklik kullandıkları kredileri riski yüksek yatırımlarda kullanmalarından kaynaklanmaktadır. Riski yüksek yatırımların yüksek getirisinin de olması kredi talep eden yatırımcı için kredinin çok istenilirliğini anlamlı kılacaktır. Çünkü, yatırımın başarılı olması durumunda yatırımcı karını maksimize etme şansını yakalamış olacaktır. Durum kredi veren banka açısından düşünüldüğü zaman bu kişilere kredi vermek en az arzulanır bir davranış olacaktır. Kredi piyasalarında asimetrik bilgilenmeden kaynaklı ortaya çıkacak olgu olan ahlaki tehlikede, kredi kullananların borçlandıktan sonra bankalara kullanmayı vaad ettikleri alanlarda değil de başka alanlarda kullanmaları durumunda ortaya çıkacaktır. Kredi kullandıran bankalar bu tür kredilerin ödenmeme riskinden korunmak için bankalardan kredi talep eden kişi ve firmaları yakın plana alarak bunların durumları ve güvenilirlikleri hakkında etraflı bilgi toplamaya çalışacaklardır.

Kredi tayınlaması ekonomi politikası aracı olarak da kullanılmaktadır. Ekonominin konjonktürel daralma döneminde kredinin tayınlaması gevşetilerek borçlanmanın kolaylaştırılması yoluyla ekonomide durgunluk aşılmaya çalışılacaktır. Diğer yandan ekonominin canlanma döneminde ise merkez bankası ticari bankalara kredi sınırlaması getirerek enflasyonist baskıyı hafifletme çabası içine de girebilir. Kredi tayınlaması iki şekilde yapılabilir. Birinci olarak bankaların kredi talebini tamamen reddetmesiyle ortaya çıkacaktır. İkinci olarak da istenen kredi miktarından daha az kredi verilmesi şeklinde tayınlama ortaya çıkmaktadır. Kredi tayınlaması yatırımcıların istedikleri kadar ve istenilen zamanda fon bulmasını sınırladığı için yatırımlar üzerinde sınırlayıcı bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır.

İŞSİZLİK

İstihdam: Tam gün çalışan yetişkin emeğin sayısını ifade etmektedir.

İşsizlik: Çalışmayan ya da aktif olarak iş arayan yetişkin işçi sayısını belirler.

İşgücü (Emek Gücü): Çalışan ve işsiz olan işçilerin toplamını ifade eder.

İşsizlik Oranı: İşsiz Sayısı / İşgücü x 100

İşgücüne Katılım Oranı: İşgücü / Yetişkin Nüfus x 100

İşsizlik Türleri:

Açık İşsizlik: Çalışma isteğine ve yeteneğine sahip olan ve cari ücret düzeyinde çalışmayı arzu ettiği halde iş bulamayanlara denir.

Gizli İşsizlik: Belli bir üretim kolunda istihdam edilen ancak marjinal verimliliği sıfır olan işsizlik türüdür. Bu tür işsizlikte istihdam edilen kişinin üretimden çekilmesi durumunda üretim hacminde herhangi bir değişiklik olmayacaktır.

İradi İşsizlik: Cari ücret haddinden daha yüksek bir ücret istediği için mevcut iş olanaklarıyla iş bulamayanlara denir. İradi işsiz konumundaki kişilerin daha iyi iş olanakları istediği için işsiz kalması durumu söz konusudur.

Gayri İradi İşsizlik: Cari ücret düzeyinde çalışmaya razı olduğu halde iş bulamayan kimselerin durumudur. Gayri iradi işsizlik işgücü arz fazlasının bulunduğu emek piyasasında görülen işsizlik türüdür.

Friksiyonel (Arızi) İşsizlik: İşgücünün yer ve meslek değiştirmesi durumunda ortaya çıkan işsizlik türüdür. Kişilerin işgücüne girip çıkmaları ve yeni iş olanakları veya iş olanaklarının yok olması gibi nedenlerle işgücünün işsiz kalmasıdır.

Yapısal İşsizlik: Ekonomideki yapısal ayarlamaların neden olduğu işsizlik türüdür. Bu durum ekonomideki mal ve hizmetin talep yapısındaki değişmeler, ekonomik büyüme nedeniyle emek talep yapısındaki değişmeler, teknolojik değişmeler gibi bir takım nedenlerden kaynaklanmaktadır.

Ekonominin yapısındaki temel değişmelerden kaynaklanan işsizlik türü olan yapısal işsizlik friksiyonel işsizliğin uzun süre devam etmesi durumunda daha da artacaktır. Özetle yapısal işsizliğin nedenlerinden biri ekonomik büyüme, endüstriyel ve teknolojik gelişmeye bağlı nedenler oluştururken ikincisi de hükümetin izlediği endüstriye ve bölgesel politikalardır.

Devrevi İşsizlik: Ekonomide belli dönemlerde ortaya çıkan işsizlik türü olan devrevi işsizlik iki şekilde ortaya çıkmaktadır:

a) Mevsimlik İşsizlik: Bazı sektörlerde belli mevsimlerde iş yoğunluğunun azalması nedeniyle ortaya çıkan bir işsizliktir. Tarımsal yapının egemen olduğu ülkelerde tarımsal faaliyetlerin özelliğinden kaynaklı olarak daha çok görülen bir işsizlik türüdür.

b) Konjonktürel İşsizlik: Ekonomik dalgalanmalara bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. Konjonktürel gerileme dönemlerinde ekonomideki talep yetersizliği nedeniyle görülen ekonomik daralmanın neden olduğu işsizlik türüdür.

NAİRU ya da Doğal İşsizlik Oranı: Yeni Keynesçi iktisatçılar 1990’lı yıllardan itibaren NAİRU kavramını kullanmaya başlamışlardır. Nairu ya da doğal işsizlik oranı friksiyonel eksik istihdam ile yapısal eksik istihdamın toplamından oluşmaktadır. Ekonominin tam istihdam düzeyinde belli bir miktar işsizlik kaçınılmaz olarak mevcut olacaktır. Tam istihdam çalışma yeteneği ve isteğinde olanların cari ücret ve çalışma şartlarında üretimdeki yerlerini almalarıdır. Bu durum tam istihdam düzeyinde kimsenin işsiz olmayacağı anlamına gelmez. Ekonomi yazını ekonomideki friksiyonel işsizlik ile yapısal işsizliğin tam istihdamı engellemediği kabul edilmektedir. Doğal işsizlik oranı enflasyonla da yakından ilgilidir. Doğal işsizlik oranı bir ülkede enflasyonun kabul edilemez bir orana yükselmesi riskini içermeyen en düşük işsizlik oranıdır.

Doğal işsizliğin yükselme nedenleri:

- Demografik Değişmeler: İşgücü içinde gençlerin, kadınların ve göç edenlerin sayısının artması.

- İzlenen Kamu Politikalarının Etkileri: Hükümetlerin izlediği sosyal politikalar doğal işsizlik oranının artmasına neden olmaktadır. İşsizlik sigortası nedeniyle iş arayanların daha yavaş hareket etmeleri gibi etmenler bu duruma örnektir.

- Yapısal İşsizliğin Artması: 1970 – 1980 petrol şokları gibi nedenlerden kaynaklı olarak bazı sektörlerde yaşanan daralmanın yarattığı işsizliğin olumsuz etkilerinin işsizliği artırması, işsiz kalanların da yeni iş bulmalarının zaman alması gibi nedenler yapısal işsizliği artıran nedenlerdendir.

BEVERİDGE EĞRİSİ

İşsizlik türlerini ayırmak için kullanılan araçlardan biridir. Beveridge eğrisi açık işlerle işsizlik arasındaki ilişkiyi inceleyen bir araçtır.




ENFLASYON

Enflasyon ekonomideki tüm fiyatların ağırlıklandırılmış ortalaması olarak ifade edilen fiyatlar genel düzeyinin yükselmesidir. Enflasyon sürekli fiyat artışı ve bunun sonucu olarak da paranın değer kaybetme sürecidir. Enflasyon fiyat düzeyinin bir defa artışı olmayıp fiyatlarda görülecek sürekli artışı ifade etmektedir.



Enflasyon Türleri:

1) Görünürlüğüne Göre:

a) Açık Enflasyon: Piyasa ekonomisinin normal işleyişi sürecinde bir mala ya da faktöre yönelik talep fazlasının fiyatlarda yükselme yaratmasıyla ortaya çıkar.

b) Bastırılmış Enflasyon: Devlet kontrollerinin parasal ücretlerde ve mal fiyatlarındaki yükselmeyi engellemesi durumunda ortaya çıkan ekonomik durumu ifade etmektedir. Bu gibi durumlarda kontrollerin kalkması talep fazlası etkisini gösterecek ve fiyatlar genel düzeyinde artış meydana gelecektir.



2) Şiddetine Göre:

a) Sürünen Enflasyon: Fiyat artışlarının çok düşük oranda kaldığı enflasyondur.
b) Ilımlı Enflasyon: Enflasyon rakamlarının çift haneli rakamlara ulaşmadığı ancak etkilerinin açıkça görüldüğü enflasyondur.
c) Yüksek ve Dörtnala Enflasyon: Ekonomi üzerindeki olumsuz etkisinin oldukça yüksek olduğu enflasyon türüdür. Dörtnala enflasyonda ekonomik belirsizlik artar, kaynak dağılımı bozulur, piyasanın işleyişi bozulur, paranın değer biriktirme özelliği zayıflar.
d) Hiperenflasyon: Paranın tüm fonksiyonlarını yitirdiği ve fiyatların çok hızlı arttığı enflasyon türüdür.
e) Kronik Enflasyon: Bu tip enflasyonun özelliği, hızının mutedil (değişken) fakat süresinin uzun olmasıdır. En önemli sebebi sürekli artan parasal genişlemedir.
3) Beklentilerine Göre:

a) Beklenen Enflasyon: Öngörülen enflasyon türüdür.
b) Beklenmeyen Enflasyon: Sürpriz enflasyon olarak da bilinir. Reel etkileri bakımından yani üretimi ve işsizliği etkilemesi yönünden beklenmeyen enflasyon oldukça önemlidir.


4) Kaynaklarına Göre:

a) Talep Enflasyonu: Toplam talebin toplam arzı aşması durumunda ortaya çıkan enflasyondur.


b) Maliyet Enflasyonu: Üretimde kullanılan girdilerin fiyatının yükselmesi sonucu girdi maliyetlerinin yükselmesi nedeniyle oluşan enflasyondur. Petrol fiyatlarında yükselme gibi temel girdi fiyatlarının yükselmesi ile oluşan arz şokları sonucunda toplam arz eğrisinin sola kayması, fiyatların yükselmesi, toplam çıktının azalmasına neden olan enflasyondur.
c) Fiyat Enflasyonu: Bazı ekonomik birimlerin ürettikleri malları gerçek piyasa değerinin üzerinde satmasıyla gelirlerini artırması ve bu sayede fiyatları yükselterek enflasyona neden olmasıdır.
ENFLASYONUN MALİYETLERİ

Beklenen Enflasyonun Maliyetleri:

1) Firmaların menü ya da katalog maliyetleriyle karşı karşıya kalmaları.

2) Bir ekonomide nispi fiyat yapısını bozması ve kaynak dağılımı etkinliğinden uzaklaşılması.

3) Vergi oranlarının artması.

4) Nominal faiz oranlarının yükselmesi.

5) Amortismanın reel değerinin düşmesi.

Beklenmedik Enflasyonun Maliyetleri: Ekonomide öngörülmeyen fiyat yükselmelerini ve bu durumun ekonomik değişkenleri üzerinde oluşturduğu değişime ve yaratacağı maliyetle ilgilidir. Yüksek enflasyon oranı ile sürekli iç içe olan ekonomilerin, beklenmedik enflasyona karşı çeşitli tedbirler geliştirerek enflasyonun ekonomi üzerinde yaratacağı maliyeti azaltma girişimleri söz konusu iken enflasyonla ilgili deneyimi olmayan ülkeler beklenmedik enflasyonun yıkıcı etkisini daha fazla hissedeceklerdir. Beklenmedik enflasyonun dağılımı açısından en fazla zarar verdiği kesim sabit gelirli bireyler olmaktadır. Örneğin, ücretlilerin enflasyon karşısındaki şiddetli tepkileri şüphesiz haklı ve anlaşılabilirdir. Çünkü beklenmedik bir enflasyon ücretlerin reel değerini düşürmektedir. Enflasyonun önemli etkilerinden biri de sabit nominal değerli varlıkların reel değerini değiştirmesiyle ortaya çıkmaktadır. Enflasyon koşullarında sabit nominal varlıkların ve alacakların satın alma gücünü enflasyon oranı kadar düşürecektir. Devletin genellikle borçlu olduğu düşünülürse beklenmedik bir enflasyon devlet açısından kazançlı bir durum sayılacaktır. Zira bu durumda devlet borçlarının alacaklısı olan hanehalklarının alacak gelirlerinde bir aşınma olacaktır. Beklenmedik enflasyon özellikle para aldanması durumunu yaratır. Yüksek enflasyon düşük büyümeye neden olur. Beklenen ve beklenmeyen enflasyon karşılaştırıldığında beklenmeyen enflasyonun ekonomi üzerindeki olumsuz etkisinin daha fazla olduğu gözlemlenmiştir. Çünkü beklenen enflasyon koşullarında ekonomik birimler hazırlıklı oldukları için daha az zarar görürler.

ENFLASYON VE ENDEKSLEME

Enflasyon ve faiz oranı arasındaki ilişki Fisher etkisi olarak adlandırılmaktadır. Fisher etkisinin ortaya koyduğu ekonomik düzenleme beklenen enflasyon oranındaki %1 puanlık artış, reel faiz oranının sabit kalması için nominal faiz oranın da bir puan artması gerektiğini ortaya koyar.

Enflasyonun özellikle uzun dönemli belirsizliği yani bazı mali araçların geliştirilmesine neden olmuştur. Bunlardan biri değişken faizli konut kredisidir. Hazırlanacak sözleşme ile uzun dönemli konut kredilerinde kısa dönemli olarak görülecek dalgalanmalara göre gerekli ayarlamaların yapılması öngörülmektedir. Böylece uzun dönemli kredi verenler üzerinde oluşacak muhtemel olumsuzluk giderilmiş olacaktır. Aynı durum ücret sözleşmeleri için de geçerlidir. Ücret sözleşmelerinde yapılacak düzenlemeler ile parasal ücretlerdeki artışlar fiyat düzeyindeki yükselmelere bağlanmaktadır. Böylece işçi ve firmaların çıkarları arasında bir denge oluşturulmak istenecektir. Girdi fiyatlarında meydana gelecek bir artış sonucu nihai malların fiyatlarında yaşanacak artışlar ücretlerin de artmasına yol açacaktır.

PHİLİPS EĞRİSİ

Başlangıçta ücret enflasyonu ile işsizlik arasındaki ilişkiyi, günümüzde ise fiyat enflasyonu ile işsizlik arasındaki ilişkiyi gösteren bir eğridir. Buna göre bir ekonomide enflasyon ya da ücret oranları yükseldikçe işsizlik oranı gerilemekte, enflasyon ya da ücret oranları düştüğünde, işsizlik oranı artmaktadır. Eğer ekonomi tam istihdama yakınsa kuvvetli bir talep atışında bir yandan nominal ücretler yükseltilirken bir yandan da boştaki işçiler işe alınacaktır. Konuyu biraz daha genişletmek gerekirse cari üretim düzeyinin potansiyel üretim düzeyini aştığı ve beklenen enflasyon oranının yükselme eğilimi taşıdığı, ayrıca verimlilik azalmasının getirdiği sonuçların enflasyon bekleyişlerini içeren eğri Phillips Eğrisi’dir.

Şekilde görüleceği gibi Philips eğrisi ücret artışıyla işsizlik arasındaki ters yönlü ilişkiyi ifade etmektedir. M. Friedman ve E. Phelps gibi iktisatçılar enflasyonla işsizlik arasında değiş tokuşun geçiciliğine dikkat çekmektedir. Önce ekonomide belli oranda işsizlik olduğunu ve işsizliğin azaltılması amacıyla genişlemeci maliye ve para politikası uygulandığını varsayalım. Uygulanan genişlemeci politikalar ile artan toplam talep fiyatların yükselmesine neden olacaktır. Bunun doğal sonucu reel ücretlerin azalmasıdır. Bu durum girişimcileri üretim artışına yöneltirken istihdam düzeyinde de genişleme yaşanacak yani işsizlik azalacaktır. Burada işsizlikteki azalma fiyatlardaki artışa koşut ortaya çıkmaktadır. Ancak kısa süre sonra işçiler yükselen fiyatların reel ücretlerini erittiğini fark edecekler ve fiyat yükselmesi sonucu azalan ücretlerinin dengelenmesi için daha yüksek parasal ücret talep edeceklerdir. Parasal ücretlerin yükselen fiyatlar kadar olduğunu varsayarsak reel ücretler eski düzeyine geri dönecektir. Bu durum karşısında üretici yükselen maliyetleri nedeniyle üretim hacmi daralacak ve istihdam düzeyi eski düzeyine geri dönecek yani işsizlik eski düzeyine geri dönmüş olacaktır. Bu durumun sonucu ekonomideki eksik istihdam düzeyinde bir değişme olmaz iken ekonomide fiyatlar yükselmiş olacaktır. Kısa dönemde geçici olarak Philips eğrisi negatif olsa bile, uzun dönemde düşeydir. İşsizlik ve enflasyon arasında bir seçim yapma söz konusu olmayacaktır.

Rasyonel Beklentiler ve Philips Eğrisi: Rasyonel beklentiler yaklaşımına göre, gerçekleşen işsizliğin doğal işsizlik düzeyindeki dalgalanmaların sebebi tesadüflerdir. Yeni Klasik Okul, piyasalarda tam rekabetin geçerli olduğunu, fiyat ve ücretlerin esnek olduğunu ve rasyonel beklentiler hipotezinin çalıştığını varsayan klasik iktisadın yeni versiyonudur. Yeni klasik iktisat anlayışına göre ekonomik dalgalanmaların temel nedeni halkın yanlış algılamalarıdır. Bu iktisatçılara göre yüksek eksik istihdamın nedeni çalışanların ekonomik koşulları karıştırmasıdır. Daha iyi iş bulmak amacıyla insanların işlerini terk etmeleri onları işsizleştirmektedir.

Histeresiz Hipotezi ve Philips Eğrisinin Sola Kayması: 1980’lerde doğal işsizlik oranının yükselmesiyle beraber, bu yükselmenin nedenleri konusunda yeni fikirler oluşmaya başlamıştır. Bu görüşlerden biri de Yeni Keynesçi iktisatçıların üzerinde durduğu histeresiz etkisi ve işsizliktir. Histeresiz, bir değişkenin geçici olarak bir dışsal güce duyarlı olduğunda, dışsal güç ortadan kalksa bile değişkenin eski düzeyine dönmemesini ifade etmektedir. İşsizlikte histeresiz, geçici bir şokun işsizlik oranını yükseltmesi durumunda şok ortadan kalktığında işsizliğin eski düzeyine dönmemesi demektir. Dolayısıyla bu durumda doğal işsizlik oranı da yükselmektedir. Bu durumun nedenleri;

- Yeni duruma adapte olma

- İçerdekiler – dışarıdakiler sorunudur.

Mikro iktisat ders notları için tıklayınız...
Cevapla
  • Benzer Konular
    Cevaplar
    Görüntü
    Son mesaj
  • Bilgi
  • Kimler çevrimiçi

    Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 7 misafir