20. YY'DA SÖMÜRGE İMPARATORLUKLARININ YIKILIŞI VE SONUÇLARI

Cevapla
fermander
Mesajlar: 22
Kayıt: 19 Mar 2017 13:32
İletişim:

20 Mar 2017 12:32

19. yüzyıl biterken; Afrika'nın onda dokuzu, Asya'nın da büyük bölümü, Batılı sömürgeci devletlerin kontrolü altına girmiş bulunuyordu. 20. yüzyılın başlarında bu alan daha da genişletilmişti. Fakat, yine 20. yüzyılın başlarından itibaren, Avrupa dışındaki kıtalarda güçlenen ulusçuluk ve bağımsızlık hareketleri, özellikle İkinci Dünya Savaşı' nın getirdiği ve savaştan sonra gelişen koşullar, sömürgeciliğin yıkılmasına ve bunların yerine çok sayıda yeni bağımsız devletin dünya siyaset alanına çıkmasına neden oldu. Nitekim, sadece 1945'ten 1967 yılına kadar, 36'sı Afrika'da olmak üzere, 69 devlet kuruldu. Bu sayı ise, 1945 yılına kadar var olan devletlerin sayısından fazlaydı. Yıkılan sömürge imparatorluklarından en büyüğü ise Büyük Britanya İmparatorluğu idi.
1. Büyük Britanya İmparatorluğu'nun Yıkılışı:
İngiliz İmparatorluğu içinde bulunan bölgeler; dominyon, koloni, himaye, manda, koruma anlaşması gibi değişik hukuki bağlarla anayurda bağlıydı. İngiltere, zamanla sömürgelerinde meydana gelen gelişmeler üzerine, buraları daha yumuşak bağlarla kendisine bağlamak durumunda kalmıştı. 1926'da, İmparatorluğun ve dominyonların meydana getirdiği bütüne "İngiliz Uluslar Topluluğu (Commonwealth)" adı verilerek, yeni bir statü kuruldu. Bunda esas olan, anayurt dışındaki bölgelerin İngiliz tacına sadakatiydi. Bu topluluk; 1931 'de hukuki, 1932'de de eşitliğe dayanan ekonomik bir statüye kavuştu. İkinci Dünya Savaşı'nın getirdiği sonuçlar üzerine, 16 Ağustos 1947'de birbirleriyle ve Londra ile ilişkileri diplomatik yoldan düzenlendi. 1948'de İngiliz Uluslar Topluluğu üyeleriyle İngiltere eşit düzeye getirildi. Nisan 1949'da toplanan Dominyon Başkanları Konferansı da, İngiliz Uluslar Toplulugu'nun o günkü şeklini, İngiliz tacını sembol olarak kabul eden özgür uluslar topluluğu olarak tanımladı.
Bu suretle İngiliz Uluslar Topluluğu; Büyük Britanya'nın başkanlığı ve koruyuculuğu altında ekonomik, siyasi ve kültürel işbirliğini, isteyerek uygulayan, bağımsız devletler ve dominyonlar topluluğu haline geldi. İngiliz sömürgesi olan bölgelerde bağımsızlığına kavuşan devletler, genel olarak, bu topluluğa katıldılar. İngiliz Uluslar Topluluğu genişledikçe (1969'da üye sayısı 28 olmuştu), üye devletler arasında çıkar çatışmaları ve sorunlar çoğaldı. Bu nedenle zaman zaman topluluğa yeni düzenlemeler getirildi.
Böylece, yakın tarihlere kadar "Güneş Batmaz İmparatorluk" olarak nitelendirilen Büyük Britanya İmparatorluğu, 1945'ten sonra İngiltere'nin dünya devleti olma niteliğini kaybetmesi ile İngiliz Uluslar Topluluğu haline dönüştü. İngiltere bu suretle prestijini kurtarma yoluna gitmekle ve topluluğa dahil olan devletler arasında bir işbirliği gerçekleştirmeye çalışmakla, "mümkün olanı yapmak" politikasını uygulamayı esas almış oldu.
2. Fransız İmparatorluğu'nun Yıkılışı:
Sömürge imparatorluğuna sahip olan diğer bir büyük devlet de Fransa idi. Fransa, büyük devlet oluşunun gerçek güvencesini, sahip olduğu sömürge imparatorluğunda görüyordu. Ancak 1940 yenilgisi, savaştan ağır darbeler yiyerek çıkması, bunların sonucu olarak sömürgelerde meydana gelen ulusal kurtuluş hareketleri gibi çeşitli tepkiler, Fransa'nın sömürgeleri üzerindeki kontrolünü zayıflatmış veya bütünüyle ortadan kaldırmıştı. Savaştan sonra ise, sömürgeleri üzerinde - bütün isteğine ve çalışmalarına rağmen - eski egemenliğini yeniden kurmak olanağını bulamadı. Diğer yandan da, Birleşmiş Milletler andlaşmasıyla Fransa da, sömürgelerde yaşayan toplumların kendi kendilerini yönetmeleri için onların yeteneklerinin geliştirilmesine çalışacağını, kabul etmişti. Sömürgelerde de zaten büyük direnme hareketleri başlamıştı.
Fransa, bu nedenlerle, sömürgeleriyle ilişkilerini ve bağlarını gelişen koşullara göre yeniden düzenlemeyi zorunlu gördü. Bu amaçla, 1946 yılında, Fransa ile sömürgelerinden meydana gelen "Fransız Birliği" kuruldu. Fansız Birliği; denizaşırı illerden, denizaşırı topraklardan, himaye altındaki topraklardan ve vesayet altındaki bölgelerden oluşuyordu. Fransa, bundan sonra sömürgelerini kendisiyle kaynaştırma politikası gütmeye başladı. Buna rağmen, sömürgelerde ulusçuluk ve bağımsızlık hareketlerinin güçlenmesi, Doğu-Batı Blokları çatışması yüzünden sömürge anlaşmazlıklarının çıkması ve bunların uluslararası bir önem kazanması, Fransız Sömürge İmparatorluğu'nun dağılmasına yol açtı. İlk çözülme de 1952-1954'te Çinhindi'nde başladı. Bunları Fas ve Tunus izledi. Bunun üzerine Fransa; Fransız Batı Afrikası ile Ekvator Afrikası'nda yeni bir yönteme başvurarak, 1957'de bu bölgelere otonomi verdi.
General de Gaulle'ün iktidara gelmesi üzerine de, Fransa'nın sömürge politikasında yeni bir döneme girildi. Bu defa; Fransa ile Fransız Birliği'ne dahil olan Afrika devletlerinden isteyenlerin katılmasıyla, 1958'de "Fransız Topluluğu (Communaute)" kuruldu. Topluluğa üye olan devletler, otonomiden yararlanarak kendi kendilerini yönetecekler, isterlerse topluluktan ayrılabilecekler ve bağımsız da olabileceklerdi. 1960'da, üyelerin topluluktan ayrılmadan da bağımsız olabilecekleri kabul edildi. Bu değişiklik üzerine, aynı yılda Afrikalı üye devletlerden birçoğu bağımsızlık isteyerek Fransız Topluluğu'ndan ayrıldılar. Sonuçta da Topluluk, çok sayıda üyeyle bir isimden ibaret kaldı. Bu suretle de Fransız Sömürge İmparatorluğu yıkılmış oldu.
Böylece, iki büyük sömürgeci devlet olan İngiltere ve Fransa, sömürgeleri üzerindeki siyasi egemenliklerini kaybettikten sonra, buraların ekonomik ve kültürel bağlarla kendilerine bağlılıklarını sürdürmek istemişler, fakat çeşitli etkenler nedeniyle bunda da büyük bir başarı sağlayamamışlardır.
3. Diğer İmparatorlukların Yıkılışı:
Diğer sömürge imparatorluklarına gelince: İkinci Dünya Savaşı, Japonya ve İtalya sömürge imparatorluklarını da ortadan kaldırdı. Fas'ın elinden çıkmasıyla zaten bir zamandan beri küçülmekte olan İspanya Sömürge İmparatorluğu, hemen hemen sona erdi. Aynı şekilde Portekiz, Belçika, Hollanda gibi sömürgeci devletler de, ellerindeki sömürgeleri terk etmek zorunda kalarak, buralardan çekildiler.Böylece genel olarak sömürgecilik sona ererken, bunların yerine kurulan yeni devletler, dünya siyaset alanına çıktılar. Bunlar da, dünya siyasi haritasının ve güçler dengesinin yeniden şekillenmesinde, önemli roller oynamaya başladılar.



















Demokrat Parti (1946)
7 Ocak 1946'da kurulan ve dört yıl sonra yapılan seçimlerde (14 Mayıs 1950'de) 27 yıllık tek parti dönemini sona erdiren, Türkiye Cumhuriyeti'nde ilk defa serbest seçimle iktidarı kazanan partidir. Sırasıyla 1950, 1954 ve 1957 seçimlerini kazanmış ve on yıl boyunca (1950-1960) iktidar olmuştur. Demokrat Parti, 27 Mayıs 1960 Askeri Müdahalesi ile iktidardan düşürülmüş ve 29 Eylül 1960'ta kapatılmıştır. Demokrat Partinin kısa adı "DP"dir. Demokrat sözcüğüne ayak uyduramayan halk arasında Demirkırat olarak tanınmıştır.

Demokrat Parti'nin Kökenleri
Demokrat Parti'nin kökenleri, 1902 yılında yapılan Jön Türkler kongresine kadar uzanır. Bu kongrede Jön Türkler, merkezi otoritenin güçlü olmasını savunanlar ile liberal bir yönetim biçimini savunanlar şeklinde ikiye ayrılmıştı. Birinci grup Ahmet Rıza liderliğinde İttihat ve Terakki adını aldı. İkinci grup Prens Sabahattin çevresinde toplandı ve Osmanlı Ahrar Fırkasını oluşturdu. İttihat ve Terakki anlayışı I. Dünya Savaşı ve ardından başlayan Kurtuluş Savaşı yıllarında TBMM'de Birinci Grup ve sonradan Halk Fırkası'nı en sonunda da Cumhuriyet Halk Partisi'ni ortaya çıkardı. İkinci Grup, Ahrar, Hürriyet ve İtilaf ile cumhuriyetin ilanı sonrası Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası adlarıyla partileşti. İşte 1946'da kurulan Demokrat Parti bu İkinci Gruptan nüvelenmiş ve sonunda doğmuştur. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası, henüz cumhuriyet devrimlerinin tam oturmadığı aşamalarda ortaya çıktığı için,demokratik hayatın birer parçası olamadılar ve tarih sayfalarındaki yerlerini aldılar. [1]

Demokrat Parti'nin Kuruluşu
1929 bunalımı ve II. Dünya Savaşı arası geçen yıllarda, dünyada Faşizm ve otoriter yönetimler güçlenmekteydi. 1924 ve 1930'da iki defa çok partili demokratik yaşama geçmeyi deneyen Türkiye, bunda başarısız olunca, özellikle 1930'dan sonra iktidarı elinde bulunduran Cumhuriyet Halk Partisi devlet ile özdeşleşmeye başladı. Parti ilkeleri (1937), anayasaya girince de bu süreç doruk noktaya ulaştı. CHP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Atatürk 1938'de hayatını kaybedince yerine seçilen İsmet İnönü, II. Dünya Savaşı başlayınca (1939), eski devrin küskünlerini de etrafında toplayarak ülkede, savaş günlerinin yıkıcılığı yanında bir çok başlılığın çıkmasına engel oldu, bunda başarılı olduğunu söylemek yanlış olmaz. [3] Savaşın özellikle ekonomiyi kötü yönde etkilemesi, büyük kentlerde karaborsacılığın ortaya çıkması, sermayenin belirli ellerde toplamasını kolaylaştırdı ve bu, bir Kent Burjuvazisi oluşturdu. Kırsalda, genç nüfusun silah altına alınması küçük ve orta büyüklükteki çiftçinin üretimini düşürdü. Büyük toprak sahipleri arzı kendileri kontrol etmeye başladı. Artan talep karşısında arzdaki daralma enflasyonu ve hayat pahalılığını arttırdı. İktidarın önlem olarak düşündüğü çözümlerden ilki Varlık Vergisi oldu. Devlet tarafından salınan ağır vergileri ödeyemeyen bütün işadamları Aşkale'ye gönderilerek orada taş kırmak gibi işlerde amele olarak kullanıldı. Keyfi uygulamalara sebep olan bu vergi kent burjuvazisini iktidara cephe almaya itti. Diğer önlem ise Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu idi. Bu kanunla büyük toprak sahiplerinin toprakları bölünerek, küçük çiftçiye destek sağlamak hedefleniyordu. Ancak bu, Devletin Türkiye'deki bütün arazilerin zaten %70'ten fazlasına sahip olduğunu bilen toprak sahiplerini muhalefet saflarına kanalize etti. İsmet İnönü'nün devletçilik uygulamaları sonucu oluşan ekonomik darboğaz zaten toplumu da aynı yöne iletmiş durumdaydı. II. Dünya Savaşı 1945 de demokrasilerin zaferi ile son bulduğunda Türkiye bu durumda idi. Aynı zamanda savaşın sonlarına doğru ülkede özellikle basın ve aydın çevrelerde, demokrasi arzusu artık yüksek sesle dillendirilir olmuştu. Bir yandan da 2. Dünya Savaşının galiplerinden olan Sovyetler Birliği'nin "Sovyet Şefi" Stalin, Türkiye'den Kars, Ardahan ve Artvin'i istiyordu. Sovyet tehdidine karşı demokrasi ile yönetilen Amerika ve İngiltere'ye yaklaşmak zorunda kalan Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 19 Mayıs 1945 günü yaptığı konuşmada bu arzuya yeşil ışık yaktı. Zaten TBMM içinde muhalefet 1945 bütçe görüşmelerinde su yüzüne çıkmıştı. Atatürk'ün son başbakanı Celâl Bayar, Adnan Menderes, Feridun Fikri Düşünsel, Yusuf Hikmet Bayur, Emin Sazak bütçeye red oyu verdiler. Asıl kırılma Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu görüşülürken ortaya çıktı. Tasarının 17. ve 21. maddeleri tartışılırken Celâl Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Emin Sazak sert eleştiriler dile getirdiler. Bu yasanın görüşüldüğü günlerde Celâl Bayar, Adnan Menderes, Fuad Köprülü ve Refik Koraltan, CHP Grubu'na Dörtlü Takrir adlı bir önerge verdiler. Önerge ülke ve parti yönetiminde özgürlükçü bir anlayış içeren düzenlemeler yapılmasını öngörüyordu. Ancak dörtlü Takrir reddedildi (12 Haziran 1945). Bunun üzerine, Menderes ve Köprülü o günkü Vatan Gazetesi'nde CHP iktidarına karşı o güne değin örneğine rastlanmayan sertlikte yazılar yazmaya başladılar. Sonuç olarak Menderes, Koraltan ve Köprülü partiden ihraç edildiler (Eylül 1945). Aynı gruptan olan Celâl Bayar ise önce milletvekilliğinden sonra da CHP'den istifa etti. Celâl Bayar, 1 Aralık 1945'te parti kuracaklarını açıkladı. İnönü tarafından Çankaya Köşkü'ne çağrılan Celâl Bayar, cumhurbaşkanından gerekli desteği aldıktan sonra nihayet 7 Ocak 1946 günü Demokrat Parti (DP) kuruldu.

Muhalefet Dönemi (1946-1950)
Demokrat Parti programını iki esas etrafında şekillendirmişti: Liberalizm ve Demokrasi.CHP'nin ekonomi politikası olan devletçiliğin aksadığı yönler vurgulanarak CHP'ye karşı çıkılmaktaydı. Demokrat Parti üzerinde daha önceki acı tecrübelerin yarattığı ilk kuşkular dağıldığında büyük kitlelerin DP'yi desteklediği görüldü. Bunu şüphesiz iktidardaki CHP de görmekteydi. Meclis tek dereceli seçim kanununu ve 21 Temmuz 1946'da seçimlerin yapılmasını kabul ederek dağıldı. DP başta seçime katılıp katılmama konusunda kararsız kalsa bile katılmaya karar verdi. Hiçbir demokraside uygulanmayan "açık oy ve gizli tasnif" sistemi ile yapılan 21 Temmuz 1946 seçimlerini CHP kazandığını iddia etti.[6] (CHP:395,DP:66,Bğm:4) Seçimlerdeki hilelere DP büyük tepki gösterdi ve toplumu ve de ayrıca basını yanında buldu.Bunun üzerine iktidar basın kanununda değişikliğe gitmeye karar verdi.İktidarın basın üzerindeki baskısı daha da arttı.Bozuk olan ekonomi de dış ödeme dengesinin bozulması sonucu 7 Eylül 1946'da Türk Lirası'nın değeri düşürüldü.Bu olay DP'ye daha çok prim kazandırdı ve iktidarın güç yitirmesine neden oldu.1947 bütçe görüşmeleri sırasında Başbakan Recep Peker ile DP'liler arasında sert tartışmalar yaşandı.DP,TBMM'yi terk etti.Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün araya girmesi ile sorun aşıldı..[7] 7 Ocak 1947'de DP ilk kurultayını yaptı.Bu toplantıda özgürlük ve demokrasi arzuları bir defa daha vurgulanırken bunları içeren Hürriyet Misakı kabul edildi...[8] Bunun üzerine iktidar tarafından DP'ye sert hücumlar başladı.Haziran ayında Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile Demokrat Parti Genel Başkanı Celâl Bayar arasında bir dizi görüşmeler yapıldı ve sonunda İnönü 12 Temmuz 1947'de "12 Temmuz Beyannamesi" ni yayınladı.Beyannamede İnönü,siyasal partilerin Türk demokrasisinin vazgeçilmez unsurları olduğunu vurguladı.Başbakan Recep Peker ayrıldı yerine Hasan Saka getirildi. DP içersinde bu yumuşama ve iktidarla düzeltilen ilişkiler tepki çekti ve bunun güdümlü demokrasi olduğunu öne süren bir grup partiden ayrıldı. Bu grubu oluşturan, Fevzi Çakmak, Yusuf Hikmet Bayur, Kenan Öner, Osman Bölükbaşı, Sadık Aldoğan ve Yusuf Kemal Tengirşek ,20 Temmuz 1948'de Millet Partisi'ni (MP) kurdu. Böylece 12 Temmuz Beyannamesi ile hem CHP hem de DP sertlik yanlısı gruplardan kurtulmuş bulunuyordu.DP, 17 Ekim 1948'de ara seçimlere, seçime güven duymadığı için MP ile birlikte katılmadı. 16 Ekim 1949 ara seçimlerinde de bu tavrını sürdürdü...[9] DP ikinci büyük kurultayını 20 Haziran 1949'da yaptı. Seçimlerde milletvekili adaylarının %80'ini örgütün saptaması kabul edildi.Bu kurultayda seçimlerde alınan oylara sahip çıkılmasını içeren "Milli Teminat Andı" kabul edildi.Ancak iktidar bu anda " Milli Husumet Andı" adını taktı.16 Şubat 1950'de gizli oy, açık tasnif ve yargı denetimini kabul eden, Yargıtay ve Danıştay üyelerinden oluşan bir Yüksek Seçim Kurulu'nu öngeren seçim yasası kabul edildi.DP bu kanuna çok çabalamasına rağmen nispi temsil ilkesini koyduramadı...[10] Bu şartlar altında Türkiye,14 Mayıs 1950 seçimlerine gitti.

İktidar Dönemi (1950-1960)
14 Mayıs 1950 Seçimleri
14 Mayıs 1950 günü yapılan seçimler Türkiye'de 27 yıllık tek parti devrini sona erdirdi.1923'ten beridir tek başına ülkeyi idare eden Cumhuriyet Halk Partisi iktidarı halk oyu ile Demokrat Parti'ye devredecekti.Seçim sonuçlarına göre DP %52.7 oy alarak 408 milletvekilliği kazanmıştı.CHP %39.4 ile 69 milletvekili ile temsil edilme hakkı kazandı.Millet Partisi 1,bağımsızlar 9 milletvekiline sahip oldular.Atatürk'ten sonra 11,5 yıldır cumhurbaşkanlığı görevinde bulunan İsmet İnönü artık anamuhalefet lideriydi.22 Mayıs 1950 günü TBMM açıldı.Refik Koraltan başkanlığa seçildi.Ardından yapılan cumhurbaşkanlığı oylamasında DP Genel Başkanı,İzmir milletvekili Celâl Bayar 453 milletvekilinin katıldığı oylamada 387 oy alarak Türkiye Cumhuriyeti'nin üçüncü cumhurbaşkanı seçildi.Hükümeti kurmakla DP Aydın Milletvekili Adnan Menderes görevlendirildi.Aynı gün Menderes kendisinin ilk cumhuriyet'in 19.hükümetini kurdu.2 Haziran'da güvenoyu aldı.9 Haziran 1950'de DP Genel İdare Kurulu Adnan Menderes'i genel başkanlığa seçti.Dünyada belki çok nadir görülen bir olay gerçekleşmişti.uzun yıllar boyu ülkeyi kendi otoritesi ile yöneten iktidar,tamamen serbest,hür,kansız ve hilesiz bir seçim ile yerini bir başka partiye bırakmıştı.Bu yüzden 1950 seçimleri tarihimizde "Beyaz Devrim" olarak adlandırılmıştır.
Hükümet programında "devri sabık" yapılmayacağı belirtilerek,27 yıllık dönemin hesabını sormaya kalkmayacağı açıklandı. Ancak DP'nin yasal anlamda ilk çalışması Arapça ezan yasağını kaldırmak oldu.(16 Haziran 1950).Radyoda dini yayınlar yapılması ve mevlit yayınlanması üzerindeki yasaklar kaldırıldı.
II. Dünya Savaşı boyunca başarılı bir biçimde yürütülen tarafsızlık politikası,uygun dış ticaret ilişkileri geliştirmişti.Bu yüzden DP iktidarı ilk yıllarında dış kredi kaynakları bulmada başarılı oldu ve bunlardan yararlandı.Ayrıca savaş boyunca Merkez Bankası rezervleri de altın ve döviz bakımından iyi bir seviyeye ulaşmıştı.Kore'ye asker gönderilmesi ve böylece NATO'ya giriş vizesinin alınması uluslararası koşulları Türkiye'nin lehine çeviriyordu.Tarım ürünlerinin dış pazarda uygun fiyatlardan müşteri bulması ve Marshall Planı çerçevesinde dışarıdan gelen para bu ilk dönemde ciddi bir iktisadi ferahlama getirdi.Tarımda makineleşme sağlandı.Karayolları politikasına hız verildi,köyler kasabalara kasabalar da kentlere hızlı bir biçimde bağlanmaktaydı.
Kitlelerin II. Dünya Savaşı yıllarında yaşanan yoksulluğu henüz unutmamış olması DP'ye olan sempatiyi daha da arttırdı. ABD ve Dünya Bankası raporları çerçevesinde hazırlanan iktisadi programlar ile liberal bir ekonomik anlayışın tüm alanlarda hakimiyetine çalışıldı. Ancak KİT'lerin de büyümesi sağlandı.DP özel girişimciliği KİT'ler kanalı ile desteklemiştir.Hammadde ve aramalı transferinin KİT eli ile yapılması sağlandı.Tarım kalkınmanın en önemli aracı olarak görüldü ve bir taraftan uygun fiyatta pazar politikası bir taraftan da çağdaş girdiler kullanılması yoluna gidildi.Bunda başarılı da olundu.
Kore Savaşı'na bir tugay gönderilmesi kararı sonrası 1952'de Türkiye NATO'ya girdi.Ekonomik alanda bir rahatlama devresi yaşanırken ve DP'nin halkla ilişkileri de yolundayken anamuhalefet CHP'nin üzerine gidildi.1953 yılında CHP malları hazineye devredildi.Halkevleri kapatıldı.28 Ocak 1954'te Köy Enstitüleri kapatıldı. 1954'te laiklikten uzaklaştığı gerekçesiyle MP kapatıldı.

2 Mayıs 1954 Seçimleri
1950 seçimleri sonrasında ülkede yaşanan ekonomik ferahlama,II. Dünya Savaşı yıllarının üzerinden pek az bir süre geçmesi nedeniyle büyük önem kazanmaktaydı.Muhalefetteki CHP,1950-1954 yılları arasında özellikle ekonomik anlamda DP icraatlarına eleştiriler getirdi ancak ortaya çözüm olarak kabul edilebilecek bir öneri sunamadı.Bu koşullar altında gidilen 2 Mayıs 1954 seçimlerinde Demokrat Parti gücünü iyice arttırdı.DP 5.1 milyon oy alarak,Türkiye Cumhuriyeti Genel Seçimleri tarihinde (bugüne kadar) kırılamamış bir oy rekoru kırdı.Bu oy miktarı toplam oyların %57,5'luk kısmı demekti.DP 502 milletvekilliği kazandı.3.1 milyon (%35,2) oy alan CHP sadece 31 milletvekili kazanabildi.Arada sadece 2 milyon oy fark olmasına rağmen milletvekili sayıları arasında bu kadar fark olmasının sebebi,1950 seçim kanunu değişikliğinde CHP'nin değişmesini istemediği "çoğunluk sistemi"dir.(CMP:5,Bğm:3 milletvekili çıkardı)Seçimlerde bu sonuçların ortaya çıkmasının ardından TBMM,17 Mayıs
1954'te açıldı.Celâl Bayar 513 milletvekilinin katıldığı oylamada 486 oy alarak bir defa daha cumhurbaşkanlığına seçti.Adnan Menderes üçüncü kabinesini kurdu.Bu kabine cumhuriyet tarihinde günümüze kadar en yüksek güvenoyunu almış kabinedir.(491 lehte oy)
İkinci iktidar döneminde (1954-57), iktidar ile muhalefet arası gerginleşti. Ekonomide olumsuz gelişmeler görüldü. İktidar baskılarını daha da arttırdı. Parti içindeki anlaşmazlıklar partinin bölünmesine ve 20 Aralık 1955'te Hürriyet Partisi'nin kurulmasına yol açtı.

27 Ekim 1957 Seçimleri
Ekonomide yaşanan darboğaz ve siyasi çalkantılar nedeniyle DP seçimleri bir yıl önceye aldı.27 Ekim 1957 günü yapılan seçimler öncesinde kampanya oldukça sert geçti.Seçimler iktidarı zayıflattı,muhalefetin elini güçlendirdi.Seçimler öncesinde muhalefetin seçimlere bir cephe halinde girmesini engelleyen DP,yine de oy kaybından kurtulamadı.Sonuçlara göre DP %47.9 oyla 424 milletvekili çıkardı.Bu milletvekili sayısında çoğunluk sisteminin etkisi büyüktür.Muhalefetteki CHP ise oyların %41.1'ini alarak 178 milletvekili aldı. Cumhuriyetçi Millet Partisi ve Hürriyet Partisi dörder milletvekilliği aldılar. Rivayete göre Adnan Menderes, dakika dakika değişen seçim sonuçları nedeniyle bir ara "Allah'ım bir daha bana böyle bir seçim gecesi yaşatma" demiştir. 1950 ve 1954 seçimlerinden sonra ilk defa muhalefetin oyu iktidarın üzerine çıkmıştı.Muhalefete göre DP artık azınlığın iktidarydı.Seçimler sonrasında da gerginlikler sürdü.TBMM Kasım ayında açıldı.Celâl Bayar 610 milletvekilinden 413 DP milletvekilinin katıldığı oylamada 413 oy alarak üçüncü defa cumhurbaşkanlığına seçildi.Adnan Menderes beşinci hükümetini kurdu ve güvenoyu aldı. 1957 seçimlerinden sonra siyasi ortamda sertlik günden güne daha da artmaya başladı.1958 yılında,dış ödemeler dengesindeki bozukluk alınan dış borçları ödenemez hale getirmişti.Türkiye'nin borçlandığı ülkeler arasında kurulan bir konsorsiyum ile varılan mutabakat ile 4 Ağustos 1958'de ekonomik istikrar tedbirleri yürürlüğe girdi.Yapılan devaülasyon ile Türk Lirası'nın değeri yeniden belirlendi.Doların fiyatı 2.80 liradan 9.02 liraya çıktı.Bu tedbir dış ödeme dengesini biraz olsun sağladı ise bile yaşanan ekonomik durgunluk, zamları,işsizliği ve iflasları da beraberinde getirmişti.Ağustos 1958,DP ve CHP gruplarının karşılıklı bildirileri ile geçti.İhtilal sözleri dolaşmaya başladı.Demokrat Parti lideri ve Başbakan Adnan Menderes 12 Ekim 1958'de Manisa'da yaptığı konuşmada ,muhalefetin yarattığı kin ve husumet cephesine karşı bir Vatan Cephesi kurulması gerektiğini vurguladı.Radyolardan Vatan Cephesi'ne katılanların adları okunmaya başladı.Bu arada 1955 yılından beridir ağır ağır ilerleyen bir sorun daha ortaya çıktı:Kıbrıs.Kıbrıs'ta EOKA örgütü Türkler üzerinde baskı yapmaya başlamıştı.Türkiye adanın bölünmesinden yani o günlerin deyimi ile "taksim"den yanaydı.1958 başlarında adada bulunan İngiliz askerler Türklere ateş açınca büyük bir tepki ortaya çıktı.Türkiye ayağa kalktı.Haziran ayında İstanbul'da 300 bin kişilik bir miting yapıldı ve Türkiye'nin isteği güçlü bir biçimde vurgulandı:"Ya taksim,ya ölüm".Ankara'da da benzer gösteriler yapıldı.Nihayet 19 Şubat 1959'da Londra Antlaşması ile sorun bir süreliğine aşılmış oldı.Başbakan Menderes bu antlaşma için Londra'ya giderken uçağı düştü.14 kişinin öldüğü kazada başbakana herhangi bir şey olmadı. Ekonomide ve dış politikada bunlar yaşanırken iç politikada muhalefete yönelik baskılarda artıyordu.CHP'nin yayın organı Ulus Gazetesi başta olmak üzere muhalefete destek veren birçok gazete aralıklarla kapatılıyordu.Mayıs 1959'da CHP lideri İsmet İnönü Uşak'ta saldırıya uğradı.İzmir'de,İstanbul'da ve Ankara'da CHP liderine saldırılar oldu. Türkiye bu kargaşa ortamı içersinde 1960 yılına doğru ilerlerken 31 Temmuz 1959'ta Avrupa Ekonomik Topluluğu'na (sonradan "Avrupa Birliği" adını alan uluslararası örgüt) üye olmak için başvurdu.


27 Mayıs Darbesi
İktidar ve muhalefet arasındaki kavga 1960 yılından itibaren artık en yüksek haline ulaşmıştı.CHP Genel Başkanı'nın yurt gezileri engellenmek isteniyor,muhalif yazarlar tutuklanıyor basın sansürleniyordu.CHP'yi ihtilal hazırlığı içersinde olmakla suçlayan iktidar.[ ,Nisan ayında basını ve muhalefeti soruşturmak amacı ile,gazete kapatmaktan,muhalif düşüncede olanları tutuklamaya kadar geniş yetkilere sahip bir Tahkikat Komisyonu kurdu.Bunun karşısında mecliste söz alan muhalefet lideri İsmet İnönü bunun demokratik rejim yolundan çıkıp bir baskı rejimi yoluna girmek olduğunu belirtti ve o ünlü sözünü söyledi:"Bu yolda devam ederseniz,ben de sizi kurtaramam".Ancak 27 Nisan 1960 günü Tahkikat Komisyonu yasal olarak kuruldu.İnönü'ye 12 oturum TBMM toplantılarına katılmama cezası verildi.Olaya tepki gösteren CHP Grubu meclisten zorla çıkartıldı.. Meclisteki kargaşa sokağa taşmakta gecikmedi.28-29 Nisan 1960'ta İstanbul ve Ankara'da üniversite öğrencileri olaylı gösteriler yaptılar.Olayların şiddetle üzerine gidildi.Üniversiteler kapatıldı iki şehirde de sıkıyönetim ilan edildi.Demokrat Parti'li gençler 5 Mayıs 1960 günü DP liderine bağlılıklarını ifade etmek ve iktidara destek olmak için Ankara Kızılay Meydanı'nda bir gösteri düzenlemeyi planladılar.Ancak 555K parolasıyla örgütlenen muhalif gençler 5 Mayıs akşamı saat beşte meydanı doldurdular,arabasından indiğinde protestocular arasında kalan Başbakan Menderes tartaklandı,olay yerinden güçlükle uzaklaştı..[15] 21 Mayıs'ta Harbiyeliler Ankara'da sessiz bir yürüyüş yaptı.Başbakan Menderes radyoda yaptığı konuşmalarla kışkırtmalara kulak asılmamasını söyledi.. Ege Bölgesi'ne giderek İzmir, Bergama ve Manisa'da CHP'yi eleştiren konuşmalar yaptı.
Ülkedeki kaosun gitgide artması, sokaklarda çatışmalar çıkması,iktidar-muhalefet arasındaki sertlik sonunda 27 Mayıs 1960 sabahı, Kurmay Albay Alpaslan Türkeş tarafından radyolardan okunan bildiri ile son buldu. Milli Birlik Komitesi,Türk Silahlı Kuvvetleri adına ülke yönetimine el koydu.Kara Kuvvetleri Komutanı Org.Cemal Gürsel,komitenin başına geçti.Cumhurbaşkanı Celâl Bayar,TBMM Başkanı Refik Koraltan ve Başbakan Adnan Menderes başta olmak üzere Demokrat Parti'liler tutuklandı.Anayasa ve parlamento feshedildi.Siyasi faaliyetler askıya alındı.28 Mayıs 1960 günü Org.Cemal Gürsel başkanlığında bir hükümet kuruldu.Yeni anayasa ve siyasi kurumların kurulması için çalışmalara başlandı.Tutuklu Demokrat Parti'liler yargılanmak üzere Yassıada'ya gönderildi..Demokrat Parti, 29 Eylül 1960'da kapatıldı. TutuklularYüksek Adalet Divanı'nca yargılandılar. 15 kişi idama, 31 kişi ömür boyu hapse, 418 kişi değişik hapis cezalarına çarptırılırken 123 kişi de aklandı. Milli Birlik Komitesi'sinde idam, yönetim devri ve seçim tarihi konusunda görüş ayrılıkları çıktı. Bu gelişmelerden daha sonra 14'ler olarak anılacak 14 subay yurt dışında çeşitli görevlerle sürgüne gönderildi. 14’ler olarak bilinen Milli Birlik Komitesi üyesi subayların yurtdışına sürgüne gönderilmeleriyle birlikte ordu içinde yaşanan ayrışma ilk kez açıkça ortaya çıkmış oldu.Milli Birlik Komitesi idam cezalarından üçünü onayladı.Tutuklu bulunan Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu 16 Eylül 1961'de,Başbakan Adnan Menderes ise ertesi gün İmralı Adası'nda idam edildi.Celâl Bayar ve Refik Koraltan ile 11 kişinin idam cezası ömür boyu hapse çevrildi.


3.Soğuk Savaş Döneminde Dünya’da Meydana Gelen Bilim, Kültür, Sanat ve Spor Alanındaki Gelişmeler
3.1 Uzay Yarışı
Uzay Yarışı, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) arasında 1957'den 1975'e kadar süren, resmî olmayan rekabet. Uzaya uydu ve sonda yollayarak keşfetmek, insan göndermek, Ay'a insan indirmek gibi çabalar içerir. Uzay Yarışı, Soğuk Savaş'ın bir parçasıdır.
Yarışın başlangıcı, II. Dünya Savaşı'ndan kalma roket teknolojisine, savaştan sonra ortaya çıkan uluslararası gerginliğe ve Sovyetlerin 4 Ekim 1957'de Sputnik 1 adlı ilk yapay uyduyu fırlatmasına dayanır. Uzay Yarışı, Soğuk Savaş döneminde SSCB ve ABD arasındaki kültürel ve teknolojik rekabetin önemli bir parçası haline geldi. İki ülkenin birbirini olası bir sıcak savaştan önce moral olarak çökertme çabalarında, uzay teknolojisi araç olarak kullanıldı.
Yapay uydular
Sputnik
4 Ekim 1957'de SSCB Sputnik 1'i başarıyla fırlatıp yörüngesine yerleştirdi ve böylece Uzay Savaşı başladı. Askerî ve ekonomik suçlamalar yüzünden Sputnik Amerika'da korkuya ve politik tartışmalara sebep oldu. Diğer yandan Sputnik'in fırlatılışı Sovyetler tarafından bilim ve mühendislik alanlarındaki gelişimin bir simgesi olarak görülmüştür.
Sovyetler Birliği'nde, Sputnik'in fırlatılışı ve sonrasındaki uzay programları halkın büyük ilgisini çekti. Ülkenin teknoloji alanında kazandığı bu başarılar, savaştan sonra yavaş yavaş yaralarını sarmakta olan halk için büyük cesaret kaynağıydı. Sputnik'in başarıyla yörüngeye oturmasını sağlayan R-7 roketini tasarlayan başmühendis Sergey Korolyov (veya Korolyev) çalışmalarını gizlilik içinde sürdürmüştür.
Sputnik'in başarısından önce ABD kendi teknolojisinin her alanda üstün olduğunu varsayıyordu. ABD, Sputnik'in başarısının ardından, teknoloji alanında kaybetmiş olduğu üstünlüğü tekrar kazanmak için büyük çaba sarfetmiş, yeni von Braun'lar ve Korolyov'lar yetiştirmek umuduyla okul müfredatını yenilemiştir. Bu tepki günümüzde Sputnik krizi olarak bilinir.
Sputnik yüzünden korkan ve cesareti kırılan ABD halkı sonraki projelerden âdeta büyülendi. Okul çocukları bile fırlatılışları takip etmeye başladı, roketlerin maketlerini yapmak hobi oldu. Başkan Kennedy halkı motive etmek ve kuşkuya düşen halkın uzay programlarını desteklemesini sağlamak amacıyla konuşmalar yapmaya başladı.Sputnik'in fırlatılışından yaklaşık 4 ay sonra, ABD ilk uydusu olan Explorer 1'i fırlattı. Bu arada Cape Canaveral'da fırlatılış sırasında birçok başarısızlık yaşandı. Fırlatılan ilk uyduların çoğu bilimsel amaçlıydı. Sputnik ve Explorer 1, ülkelerinin Uluslararası Jeofizik Yılı'na (International Geophysical Year) katkı amacıyla fırlatılmıştı. Sputnik atmosferin üst tabakasının yoğunluğunun belirlenmesinde, Explorer 1 ise uçuş dataları sayesinde James Van Allen'in Van Allen Radyasyon Kemerinin keşfinde kullanıldılar.
Hayvanlı uçuşlar
Birleşik Devletlerin ele geçirdiği Alman V-2 roketleriyle fırlatılan meyve sinekleri ile 1946'da uzaya hayvan gönderen ilk bilimsel çalışma yapıldı. 1957'de SSCB'nin Sputnik 2 uçuşu ile yörüngeye gönderilen ilk canlıysa Laika adındaki köpek oldu. O tarihte geri getirecek yeterli teknolojinin henüz bulunmaması nedeniyle, uzaya ulaştıktan bir süre sonra Laika aşırı sıcaklık ve stresten hayatını kaybetti. 1960'ta ise Belka ve Strelka başarıyla Dünya yörüngesine ulaşıp geri dönebildiler. Amerika Afrika'dan ithal ettiği şempanzelerle uzaya insan göndermeden önce çalışmalar yaptı. Yine Sovyetler 1968 yılında Zond 5'le uzaya kaplumbağalar göndermiş, ayın etrafını dolaşan ilk canlı uçuşu gerçekleştirmiştir.
İnsanlı uçuşlar
Sovyetler Birliği, Vostok serisi uzayaraçları ile uzaya ilk insanı göndermeyi başardı. Yuri Gagarin 12 Nisan 1961'de Vostok 1 aracıyla yaptığı uçuşla Dünya yörüngesine başarıyla ulaşan ilk insan olmuştur. Bu olayın yıldönümü Rusya'da ve birçok ülkede hâlâ kutlanmaktadır.Vostok serisi uzayaraçlarını, Sovyet uzay programının başındaki Sergey Korolyov ve ekibi tasarlamıştır. Vostok'lar önce sınama uçuşlarında uzaya gönderilen köpek ve mankenleri sağ salim dünyaya geri getirmeyi başardı. Beri yandan, ilk Sovyet uzayadamlarının eğitim programı sürdürülüyordu. Tüm hazırlıkların tamamlanması üzerine, 12 Nisan 1961'de içinde Yuri Gagarin'in bulunduğu Vostok 1 uzaya gönderildi. Vostok 1, dünya yörüngesinde 108 dakikada tam bir tur attıktan sonra Gagarin'i Sovyet topraklarına indirdi.Şüphesiz ki insanlı Sovyet uzay programı insanlık tarihinin en önemli ve cesur girişimlerinden biriydi. Vostok projesi, uzay yarışında Sovyetler'in öncülüğünü perçinlemekle birlikte, ABD için tam bir sürpriz değildi. Yakın zamanda yayımlanan tarihî CIA raporları, ABD yönetiminin insanlı Sovyet projesinden uzun süredir haberdar olduğunu iddia etmektedir.
ABD, Sovyetlerin bu atağı karşısında kendi projesini hızlandırdı ve 25 Nisan 1961'de ilk uzayadamını Mercury-Redstone 3 aracıyla uzaya gönderdi. Ancak Vostok 1'in aksine Mercury 3 aracı yörüngeye giremedi, atmosferin dışına çıktıktan hemen sonra geri döndü. Ayrıca Mercury 3, Vostok 1'e göre daha dar ve küçük bir araçtı. ABD'nin yörüngeye girebilen ilk insanlı uçuşu, ancak bir yıl sonra, John Glenn yönetimindeki Mercury 4 aracı ile gerçekleşti (20 Şubat 1962).Sovyetler, kazandıkları bu ivme ile uzay yarışında başka ilklere de imza attı. Valentina Tereşkova 16 Haziran 1963'te Vostok 6'yla uzaya gönderilen ilk kadın oldu. SSCB'nin Voskhod 2 programında Aleksei Leonov, 18 Mart 1965'te ilk uzay yürüyüşünü gerçekleştirdi. Ancak bu görev neredeyse bir felaketle sonuçlandı. Yetersiz retroroket ateşinden dolayı Leonov'un bulunduğu kapsül hedeften 1.600 km ötede yere inebildi.
Vostok serisinin ardından, Sovyetler üç insanı aynı anda uzaya gönderebilen Voskhod programına başladı. Ancak Voskhod, üç kişi için genişletilmiş bir Vostok kapsülünden başka bir şey değildi ve ciddi bir teknolojik gelişme göstermiyordu. Ayrıca son derece sıkışık şekilde kabine yerleşen üç uzayadamının güvenlikte olmadığı anlaşıldığından, Voshkod programı iki uçuştan sonra iptal edildi. Sovyetler bu başarıları gerçekleştirirken ABD de boş durmadı ve uzay teknolojisini geliştirdi. Ay'a insan gönderme projesine hazırlık olarak, uzayda yörünge değiştirerek manevra yapabilen Gemini serisi araçları hazırladı ve uzaya gönderdi. Gemini araçları, Sovyet araçlarına göre daha az "ilk" gerçekleştirmiş olmakla birlikte, daha üstün teknolojiye sahipti. Zira Vostok ve Voskhod araçları uzayda manevra yapma ve kenetlenme yeteneğine sahip değillerdi. Sovyet uzayadamları, otomatik işleyen kendi araçlarının yolcusu durumunda iken, ABD'li uzayadamları, araçlarını idare eden pilotlardı. Bu tecrübe ve teknoloji farkı, Ay'a iniş projesinde ABD'ye üstünlük sağlayacaktır.
Ay'a iniş
Uzay Yarışı'nın başlangıcında Sovyetlerin sağlamış olduğu açık üstünlüğe karşı, ABD bir karşılık verme arayışına girdi. 1961'de başkanlık koltuğuna oturan Kennedy, seçim kampanyası boyunca uzay çalışmalarına önem vereceğini açıkça belirtmişti. Ay'a insan indirme ve geri getirme hedefine ulaşmak için başlatılan projeye Apollo adı verildi.
Kennedy ve Johnson halkın görüşünü yönlendirerek Apollo programına 1963'te % 33 olan güveni 1965'te % 58'e çıkardılar. Johnson'ın 1963'te başkan olmasından sonra devam eden desteği, programın başarılı olmasını sağladı.
Kennedy, Sovyet ve ABD astronotlarının aya inişleri ve hava durumu analizi yapan uyduların geliştirilmesi konularındaki programları birleştirmek amacıyla Sovyetlere teklif götürdü. Ancak Kruşçev, o zaman için Amerika'ya göre üstün olan Rus uzay teknolojisinin çalınması konusunda gösterdiği hassasiyet sebebiyle bu teklifi geri çevirdi ve Sovyetler kendi insanlı Ay projelerini yürüttüler.
Bunun üzerine ABD, Ay'a iniş projelerini tek başına geliştirmeye başladı. Bunun için öncelikle uzayda manevra yapabilen araçların geliştirilmesi gerekiyordu. ABD, Gemini serisi araçları uzaya gönderdi ve bu araçların manevra ve kenetlenme konusunda başarı göstermesinin ardından, Apollo Projesi'ne başlandı.
Sovyetlerin insansız uzay roketlerinin Ay'a daha önce ulaşmış olmasına rağmen, 21 Temmuz 1969'da Ay'a adım atan ilk insan ABD'li Neil Armstrong oldu.
Sonuç
Uzay yarışının başarısı, gerçekleştirilen "ilk"lerle ölçülür. Yarışın ilk döneminde Sovyetler "ilk uzay aracı", "uzayda ilk canlı", "uzayda ilk insan" ve "uzayda ilk kadın" gibi unutulmaz ilklere imza attı.ABD yönetimi ise Sovyetler'e karşılık vermek için kararlılığını ortaya koyduğunda, ülkenin geniş kaynakları ve yönetim örgütlenmesinin gerçek potansiyeli ortaya çıkmıştır. ABD sadece Ay'a ilk ayak basan ülke olmakla kalmayıp, bunu 9 yıl gibi görece kısa bir proje sonucunda başarmıştır. Ayrıca nihai olarak ABD uzay araçları Sovyetler'inkinden daha üstün teknolojik seviyeye ulaşmıştır. Bunlar göz önüne alındığında, ABD yarışın galibi olarak görülebilir.Korolyov'un tasarımı olan Soyuz uzayaraçları, uzay yarışı bittikten çok sonra, 21. yy'da da kullanılmaya devam edilerek güvenilirliğini kanıtladı. Özellikle beş Uzay Mekiği'nden ikisinin kazalarda yok olmasının ardından Soyuz, Uluslararası Uzay İstasyonu'nun başlıca personel taşıma aracı haline geldi. Öte yandan, ABD uzayaracı Apollo, görece kısa ömürlü bir ara teknoloji olarak kaldı. Bu açıdan, Sovyetler'in bir "tasarım başarısı" kazandığı söylenebilir.
Uzay Yarışı için gerekli teknolojinin prematüre, alelacele geliştirildiğini, bu nedenle kaynakların gereksiz yere harcandığını ve personelin tehlikeye atıldığını öne sürenler vardır. Gerçekten de, mesela Ay'a iniş projesi dokuz yıl içinde değil de otuz yılda gerçekleşseydi, harcanması gereken kaynak önemli ölçüde azalabilecekti. Bu görüşe karşı, uzay yarışı sayesinde bilimsel ve teknik gelişmenin hızlandığını ve insanlığa yararlı teknolojilerin erkenden ortaya çıktığını söyleyenler de vardır.
Uzay Yarışı sırasında gerçekleşen ölümler, bu konudaki teknolojinin acele geliştirildiğini söyleyenleri haklı çıkarmaktadır. Sovyetler, ABD'yi Ay projesinde gereksiz risk almakla suçlamış olmakla birlikte, kaza ve ölümlerin her iki tarafta da olması, Sovyetlerin de yarışı kazanmak uğruna güvenliği geri plana attığını göstermektedir. Uzay Yarışı boyunca görev sırasında meydana gelen ölümlü kazalar şunlardır:
Uzay Yarışı, iki mühendislik yaklaşımının yarışı da olmuştur: ABD, uzay araçlarında karmaşık ve birbirini yedekleyen sistemler oluşturmuştur. Böylece ABD uzay araçları daha geniş yelpazeli görevlere uyum sağlayabilir hale gelmiştir. Nitekim Apollo 13 kazası, birbirini yedekleyen sistemlerin çokluğu sayesinde can kaybı olmadan atlatıldı. SSCB ise nispeten daha basit ve denenmiş sistemlerin tekrar kullanımına dayalı bir yaklaşım geliştirmiştir. Sistemlerin basit olması, hata olasılığını azalttığından ve maliyetleri düşürdüğünden uzay çalışmalarında tercih edilir.
Yarışın bitmesinin başlıca nedenleri şunlardır:
• Tarafların yarışı sürdürmekteki isteksizliği.
• 1973'teki petrol krizi sonrasında batı ekonomilerindeki tasarruf gereklilikleri.
• Sovyet ekonomisinin yaşadığı güçlükler nedeniyle kaynak ayırma zorluğu.
• Uzay yarışını sürdürmek için gerçekleştirilebilecek hedeflerin gitgide daha zorlaşması ve pahalılaşması.
Uzay yarışı sonrasında taraflar uzay çalışmalarına "kendi yollarında" devam ettiler. Aralarındaki prestij yarışı büyük ölçüde sona erdi. Bununla birlikte, teknolojik yarışın tam olarak sona erdiği söylenemez. Sovyetler ABD'nin uzay mekiği projesinin hayati önemde olduğuna karar vermiş, bu nedenle kaynaklarını kendi mekiklerini geliştirmek için harcamıştır. Ayrıca ABD'nin Yıldız Savaşları projesi de Sovyetler'de büyük endişe yaratmış ve buna karşı kendi uzay savunma sistemlerini geliştirmeye gayret etmişlerdir.
Yakın tarih ve son gelişmeler
Hızını yitirmesine rağmen, insanoğlunun uzayı keşfetme arzusu Uzay Yarışı'nın bitiminden uzun bir süre sonra bile - bugün halen devam etmektedir. ABD, 12 Nisan 1981'de yani Gagarin'in uçuşunun 20.yılında tekrar kullanılabilir bir uzay aracı (Uzay Mekiği) göndererek yeni bir ilki gerçekleştirdi. 15 Kasım 1988'de ise SSCB ilk ve tek hem otomatik hem de tekrar kullanılabilir mekiği fırlattı. Bu iki ülke ve diğer ülkeler halen insansız uzay roketleri, teleskopları ve uydularını uzaya göndermeye devam etmişlerdir.
İkinci bir Uzay Yarışı ihtimali, 20.yüzyılın sonlarında Avrupa Uzay Ajansı'nın Ariane 4 ile ticari amaçlı roket fırlatışlarında lider konuma gelmesiyle baş gösterdi. AUA'nın uzay araştırmalarındaki çabaları Mars'a en geç 2030 yılına kadar insan göndermeyi hedefleyen Aurora programıyla doruk noktasına ulaştı ve bu doğrultuda birçok görev gerçekleştirildi. ABD Başkanı George Bush 2004 yılında Mars'a 2030 yılına kadar insan göndermeyi hedeflediklerini ve Mürettebat Taşıma Aracı (Crew Exploration Vehicle - CEV) adlı yeni bir uzayaracı geliştirdiklerini açıkladı. Böylece önde gelen iki uzay ajansı aynı hedefi seçmiş oluyordu. 2005 yılı itibariyle Rusya ile takım kuran AUA, rakibi NASA'ya nazaran büyük bir avantaja sahip oldu. ABD'nin CEV'ine karşılık AUA ise CEV'in benzeri bir araç olan Kliper'in ilk uçuş denemesini 2011 yılında gerçekleştireceğini açıkladı. Kliper projesi için ancak 2006 yılında fon sağlanabildi.

4. ÜNİTE: YUMUŞAMA DÖNEMİ VE SONRASI

II.Dünya Savaşı'ndan Sonra Dünyanın Genel Durumu
1. Giriş
1989'dan sonra Dünya'nın yeni bir döneme girdiğinden, "Yeni Dünya Düzeni"nden söz edilmektedir. 1989'da sona eren düzen, büyük ölçüde İkinci Dünya Savaşı tarafından belirlenmişti. Yani, ABD ve Sovyetler Birliği'nin (iki süper gücün) liderliğindeki bir dünya. Elbette, sözkonusu 50 yılın içinde birtakım değişiklikler olmuş, bazı yeni güç merkezleri de ortaya çıkmıştı. Hatta, "iki-kutupluluk" yerine "çok-kutupluluk"tan söz edilebildiği dönemler de olmuştu. Ancak, bu 50 yılın sonunda bile, hiç
olmazsa askeri açıdan yine de ABD ve SSCB en çok sözü geçen iki devlet olarak döneme
"iki-kutuplu" dedirtebiliyordu. Bu yapı nasıl ortaya çıktı? Hangi gelişmeleri gösterdi? Bu bölümde cevaplandırmaya çalışacağımız sözkonusu sorular önce İkinci Dünya Savaşı'nı ele almamızı gerektirmektedir.

4. "Soğuk Savaş"ın Çözülmesi Dönemi (1955-1969)
4.1. Küresel Gelişmeler
4.1.1. Genel Olarak (Doğu-Batı Bloklarındaki Çözülmeler)
Soğuk Savaşın çözülmesine yol açan olaylar nelerdir?
Soğuk Savaş'ın çözülmesi yolundaki ilk gelişmeler Doğu Bloku'nda görüldü. Daha Mayıs 1953'te Stalin'in ölümü, gerek Sovyetler Birliği içindeki, gerek genel olarak Doğu Bloku'ndaki katılığı sarsıcı bir gelişmeydi. Gerçekten de, bir yandan SSCB içindeki iktidar mücadelesi, öte yandan da Doğu Bloku'nda Doğu Almanya ve Polonya'da görüldüğü gibi ortaya çıkan olaylar bir değişimin yaşandığını göstermekteydi. Ayrıca, Moskova ile Pekin arasında doğmaya başlayan ideolojik görüş ayrılığı da
Doğu Bloku'ndaki çözülmede başlıbaşına bir gelişme oldu. Batı Bloku içinde de çözülme yaşandı.
Batı Avrupa ülkeleri 1948 yılında "Batı Avrupa Birliği" adını alan ittifakı kurduklarında, Atlantik Okyanusu'nun öteki yakasını (ABD ve Kanada'yı) dahil etmedikçe güvenlikte olamayacaklarını görmüşlerdi. O nedenle de ertesi yıl bu ülkelerin bir araya gelen Atlantik'in iki tarafındaki Batı'lı ülkeler şimdi Doğu Bloku'nda görülen çözülmeden etkilendiler. Amerika ile Avrupa arasındaki bağlarda da kaçınılmaz bir çözülme ortaya çıktı. Bu gelişmenin ilk önemli sonucu İkinci Dünya Savaşı ertesinde yeniden canlanan bir fikrin (Avrupa'nın birleşmesi idealinin) dönüm noktası olarak 1957 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu' nun (Avrupa Birliği'nin) temelini atan Roma Anlaşması'nın imzalanmasıydı.
1958 yılında Fransa'da de Gaulle'in devlet başkanlığına gelmesi Batı Bloku'ndaki çözülme süreci açısından yeni bir dönüm noktası oldu. Fransa'nın ABD'ne kafa tutan tutumu, 1966'da NATO'nun askeri kanadından çekildiğini açıklamasına kadar varacaktır. Fransa, o tarihe kadar Paris'de yerleşmiş bulunan teşkilat merkezinin de başka bir ülkeye naklini isteyecek, bunun üzerine NATO Brüksel'e taşınmak zorunda kalacaktır.
Soğuk Savaş'ın çözülmesine paralel olarak Doğu-Batı blokları arasında diyalog da başladı.
Elbette Soğuk Savaş'ın çözülmesi kolay olmayacaktır. Zaman zaman bunalımlar da yaşanacaktır. Ancak bunalımların ardından diyalog daha da gelişecek ve somut sonuçlar elde edilebilecektir. Örn.: 27 Kasım 1958'de Sovyetler Birliği Batı'lı ülkelerin Batı Berlin'den çekilmelerini isteyince İkinci Berlin Bunalımı çıkmış, ancak konu daha ileri boyutlara varmak yerine yeniden diyalog yolunu açmıştır. Bu çerçevede, yeni Sovyet lideri Kruşçef de 15-27 Eylül 1959'da ABD'ni ziyaret etmiştir. Bu tür gelişmeler (1960'daki bu iki olayı, 1961'de Berlin Duvarı'nın yapımı : Berlin Duvarı (Almanca: Berliner Mauer) Doğu Almanya vatandaşlarının Batı Almanya'ya kaçmalarını önlemek için Doğu Alman meclisinin kararı ile 13 Ağustos 1961 yılında yapımına başlanan 46 km uzunluğundaki duvar.Batı'da yıllarca "Utanç duvarı" (Schande Mauer) olarak da anılan bu betondan sınır, 9 Kasım 1989'da Doğu Almanya'nın, isteyen vatandaşlarin Batı'ya gidebileceğini açıklamasının ardından tüm tesisleriyle birlikte yıkıldı, 1962'deki Küba Bunalımı(Ekim Füzeleri Bunalımı), ABD’nin Türkiye’ye, SSCB’nin de Küba’ya nükleer başlıklı füze yerleştirmesi ile başlayan, Ekim 1962’de dönemin iki süper gücünü karşı karşıya getiren ve dünyayı nükleer savaş tehditi altında bırakan bunalımdır. , 1968'de Çekoslovakya'nın işgali: 5 Ocak 1968 tarihinde iktidara gelen Alexander Dubček siyasi bir liberalleşme dönemi başlattı. Ancak Prag Baharı adı verilen bu dönem aynı yılın 20 Ağustosunda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ve Varşova Paktı müttefiklerinin (Romanya hariç) ülkeyi işgal etmesi ile sona erdi. vb.) daha sonraki yıllarda da görülmüş, fakat her biri bir Zirve'nin ya da antlaşmanın zeminini de oluşturmuştur. Elbette bu gelişmeler yaşanırken ABD ve Sovyetler Birliği kendi blokları içindeki dayanışmanın tümüyle yok almaması için de çaba göstermeyi ihmal etmediler. 1967 yılında NATO tarafından kabul edilen Harmel Planı ve 1968 yılında Sovyet lideri Brejnev tarafından ortaya atılan Brejnev Doktrini bu amaca yönelikti.

4.1.2. "Üçüncü Dünya"nın Ortaya Çıkması
Soğuk Savaş'ın çözülmesiyle ilgili gelişmeleri hem etkileyen hem de etkilenen temel bir olgu da "Üçüncü Dünya"nın ortaya çıkmasıdır. Sömürgeciliğin tasfiyesi sürecinin 1945'ten sonra hızlanmasının sonucu olarak sayıları artış halinde bulunan yeni bağımsız ülkeler 1950'lerin ortalarından itibaren Birleşmiş Milletler'de ağırlık kazanmaya başladılar. 1950'lerin ortalarına gelindiğinde, bir yandan bu ülkelerin sayılarının artmış olması, öte yandan Nasır, Nehru ve Tito'nun yönetimindeki Mısır, Hindistan ve Yugoslavya'nın önderlik konumuna ulaşması iki blok dışında tarafsızlığı savunan üçüncü bir blokun (Üçüncü Dünya) doğmasını sağladı. 1955'te Bandung'da yapılan Asya- Afrika ülkeleri konferansı bu yöndeki ilk büyük adım oldu. 1960'tan sonra bu süreç daha da hızlanacaktır. 1963'te Afrika Birliği Teşkilatı'nın kurulması yeni bir gelişme olacaktır.
4.2. Bölgesel Gelişmeler
4.2.1. Uzak Doğu Gelişmeleri
Vietnam Savaşı niçin ortaya çıkmıştır?
Soğuk Savaş döneminde Avrupa'da görülmeyen sıcak çatışmanın öteki başlıca bölgelerde görülebilmesine benzer bir durum şimdi de yaşanmaktaydı. Şöyle ki, yine öncelikli olarak Avrupa'da Soğuk Savaş çözülürken, dünyanın diğer başlıca alanlarında yine çatışmalar görülmekteydi.
Uzak Doğu'da bu durum Vietnam'da ortaya çıktı. ABD, küresel planda frenlediği Sovyetler Birliği'nin dünyanın başka bölgelerindeki etkisine son vermenin şimdi daha kolaylaştığını düşünmekteydi. Oysa, SSCB bu bölgelerde etkisini sürdürmekten vazgeçmediği gibi, Soğuk Savaş'ın çözülmesinden yararlanarak buralardaki durumunu daha da güçlendirmek niyetindeydi. Üstelik, SSCB'ni Batı'yla yakınlaşmaktan dolayı suçlamakta olan Çin, Uzak Doğu'daki komünist rejimlerin savunuculuğunu üstlenmeye çalışıyordu. Çin-Sovyet çekişmesi nedeniyle Moskova, meydanı Pekin'e bırakmak istemediği için Uzak Doğu'da ABD'ne karşı tavrını sert tutmak durumundaydı. Böyle bir tablo içinde ABD, Güney Vietnam hükümetine verdiği destek nedeniyle burada özellikle 1965'ten sonra gittikçe yoğunlaşan bir savaşla karşı karşıya kaldı.

4.2.2. Orta Doğu Gelişmeleri
Soğuk Savaşın çözülmesi Ortadoğu'yu nasıl etkilemiştir?
Uzak Doğu'ya benzer biçimde, Orta Doğu'da da Avrupa'dakinin tersine gittikçe yoğunlaşan bir gerginlik dönemine girildi. Küresel planda diyalog içinde bulunan ABD ve SSCB Orta Doğu'da sıkça karşı karşıya geldiler. Mısır lideri Nasır Süveyş Kanalı'nı millileştirme kararını alınca çıkan bunalımın ardından
1956 yılında İngiltere ve Fransa ile İsrail'in bu ülkeye saldırması üzerine SSCB'nin Orta Doğu'ya girişi daha da hızlandı. ABD ise ertesi yıl "Eisenhower Doktrini" ile Orta Doğu'daki varlığına daha kapsamlı bir nitelik kazandırmıştır. Aynı yıl Türkiye ile Suriye arasında ortaya çıkan bunalımın ardında aslında bir tarafta ABD, diğer tarafta ise SSCB yer alıyordu. 1967 yılında çıkan Arap-İsrail Savaşı yeni bir bunalımı oluşturdu. Ancak, bu savaş İsrail'in üstünlüğüyle sona erip yeni bazı Arap topraklarını ele geçirmesiyle sonuçlanınca ilgi çekici bir durum ortaya çıktı. Böyle bir durumda Batı aleyhtarlığının şiddetlenmesi, bunun sonucu olarak da Orta Doğu'daki Sovyet varlığının daha da güçlenmesi gerekirdi. Oysa, kendisiyle yıllar içinde geliştirdikleri yakınlığa güvenerek SSCB'nin yardıma koşacağını uman -fakat Soğuk Savaş'ın çözüldüğünü göremeyen- Arap ülkeleri böyle bir destek bulamayınca hayal kırıklığına uğradılar. Başta Nasır'ın liderliğindeki Mısır olmak üzere birçok Arap ülkesi ABD'yle ilişkilerini düzeltmek gerektiğini gördüler.

OPEC ve 1973 Petrol Krizi
1967 savaşı sonunda nasıl Araplar, Filistin komandolarını İsrail'e karşı bir yıpratma savaşının vasıtası olarak kullanmaya karar verdilerse, 1973 Savaşı'nın sonunda da, "petrolü" İsrail'e karşı değil, fakat Batı'ya karşı siyasi silah olarak kullanmaya karar verdiler ve bunun neticesinde de bütün dünyada bir petrol krizi ortaya çıktı.
Aslına bakılırsa, 1973 petrol krizi doğrudan doğruya 1973 Arap-İsrail Savaşı'nın sonucu değildir. Bu savaş bu krizi hızlandırmıştır. Yoksa üretici ülkeler için petrol problemleri yıllardan beri oluşma halinde bir mesele idi. Nitekim, OPEC (Organization of Petroleum Exporting Countries), yani Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı, daha 1960 Ağustosu'nda kurulmuştu. Üye sayısı 13'e kadar çıkan bu teşkilatın kuruluş maksadı, özellikle petrol fiyatlarının tesbiti başta olmak üzere, hepsini müştereken alakadar eden meselelerin birlikte çözümünü sağlamaktı.
OPEC kurulduğunda, hemen bütün petrol üreticisi ülkelerde, petrol kaynakları, Batı teknolojisi gereği, Batılı ve bilhassa Amerikan petrol şirketlerince işletilmektedir. İkinci bir husus da şudur: Bugün, yani 1982 yılı başında varili 34 dolara kadar yükselmiş olan ham petrolün fiyatı, 1970 Ocak ayında, Orta Doğu petrolleri için varili 1.80 ve daha yüksek vasıflı Libya petrolu için de 2.17 dolardır.
Bununla beraber, OPEC'in 1973 Arap-İsrail Savaşı'na kadar bir şey yaptığı söylenemez. Yalnız şu var ki, 1970'den itibaren, hemen bütün Orta Doğu ülkelerinde, petrol şirketlerine el koyma eğilimi başladı. Mesela Irak, 1972'de Iraq Petroleum Company'yi tamamen millileştirdi. İran da 1973'de hemen hemen aynı şeyi yaptı ve petrol şirketlerini sadece bir idareci haline getirerek, üretimi tamamen İran Milli Şirketi'nin (INOC) eline verdi. Diğer Arap ülkeleri ve bilhassa Basra Körfezi ülkeleri de, yabancı şirketlerdeki hisselerini arttırdılar.
1967 Arap-İsrail savaşından sonra, petrolün Batı'ya ve bilhassa Amerika'ya karşı bir siyasi silah olarak kullanılması söz konusu edildi. Hatta bu maksatla OAPEC (Organization of Arab Petroleum Exporting Countries), yani Petrol İhraç Eden Arap Ülkeleri Teşkilatı da kuruldu. Fakat petrolün siyasi silah olarak kullanılması mümkün olmadı. Çünkü, her şeyden önce, Batı'nın ve bilhassa Amerika'nın tek petrol kaynağı Orta Doğu değildi. Amerika'nın kendi üretimi olduğu gibi, Venezuela, Nijerya ve Endonezya gibi başka petrol ihracatçısı ülkeler de vardı.
Petrol ambargosunda dayanışmayı sağlamak zordu. İkincisi, petrolün fiyatının gayet düşük olduğu bir sırada, Arap ülkeleri için mühim bir gelirden yoksun kalmak, kolay göze alınamıyacak bir şeydi. Diğer taraftan, petrolün siyasi vasıta olarak kullanılmasında Batı ve Amerika üzerinde baskı yapabilmek için iki yol vardı: Biri üretimi ve dolayısiyle ihracatı kısmak, diğeri de fiyatları yükseltmek. Üretimi kısmanın iki sakıncası vardı. Önce, üretici ülkelerin gelirlerini azaltırdı, sonra da, bütün Batı endüstrisi enerji bakımından petrole dayandığı için üretimi kısmak sert tepkilere yol açabilirdi.
İşte bu sebeplerden, 1973 savaşından sonra ikinci yola, yani fiyatların yükseltilmesine başvuruldu. Bu metodun başarılı olduğu söylenebilir. Zira, 1973 Ocak ayında varili 2.59 dolar olan Arap petrolü, 1973 Ekiminde 5.11 ve 1974 Ocak ayında da 11.65 dolara çıktı. Bu, bir yıl içinde dört mislinden fazla bir artış demekti. Bu fiyat artışları bilhassa Batı Avrupa'da ve Japonya'da bir paniğe sebep oldu.
Ortak Pazar veya resmi adı ile Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı (E.E.C.), 6 Kasım 1973'de yayınladığı bir bildiride, Güvenlik Konseyi'nin 242 ve 338 sayılı kararlarını desteklediklerini kuvvet yoluyla toprak kazanılmasını kabul etmediklerini, İsrai1'in 1967'de işgal ettiği topraklardan çekilmesini, bununla beraber, bölgedeki her devletin egemenlik, toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı ile, "güvenlikli ve tanınmış sınırlar içinde" barış içinde yaşama hakkına saygı gösterilmesi gerektiğin ilan ettiler.
Japonya ise, 22 Kasım'da Arapları tutan öyle bir tavır aldı ki, sadece İsrail ile münasebetlerini kesmediği kaldı. İngiltere ise, 6 Ekim 1973'de, Orta Doğu ülkeleri için silah ambargosu ilan etmişti. Fakat Kasım ayında ambargo esas itibariyle İsrail'e yönelik bir şekil aldı. Bilhassa Suudi Arabistan, İsrail'i kesinlikle tutan Amerika ve Hollanda'ya karşı petrol ambargosu tatbik etti ise de, bu ambargo bilhassa Amerika'nın Orta Doğu politikasında hiç bir değişiklik ve tesir yapmadı. Kaldı ki, Amerika'nın bu ambargoya karşı tepkileri de bir hayli sert oldu. Hatta, petrol üreten Arap ülkelerinin petrol politikası, Batı'nın sanayiini çökertecek hale geldiği takdirde, Amerika'nın Basra Körfezi bölgesine bir silahlı müdahale ihtimalinden veya bunun planlamasından dahi söz edildi.
Arapların bu petrol silahına karşı Amerika'nın başvurduğu ikinci yol da, Avrupa İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) çerçevesinde, 1974 Ekimi'nde, Amerika, Kanada, Fransa hariç Ortak Pazar ülkeleri, Japonya, İspanya, Türkiye, Avusturya, İsviçre, İsveç ve Norveç'in katılması ile Milletlerarası Enerji Ajansı'nın (İnternational Energy Agency) kurulması oldu.
Bu kuruluşun amacı, enerji ve fakat bilhassa petrolün sağlanmasında, kullanılmasında bir işbirliğini, dayanışmayı ve ortak planlamayı gerçekleştirmekti. Ortak Planlama çalışmalarında, daha sonra, her üye ülkenin en az 60 günlük petrol stokuna sahip olması prensibi kabul edilmiş ve daha sonra da bu stok miktarı 90 güne çıkarılmıştır. Bundan başka, petrol sıkıntısına düşmeleri halinde, üye ülkelerin birbirlerine yardım etmeleri esası da kabul edilmişti.
Petrol krizinin 1973-1974'de Batı'da yaptığı ilk şoktan sonra, petrol meselesi, yani her altı ayda bir OPEC ülkelerinin ham petrol fiyatlarına zam yapmaları, normal bir hadise mahiyetini aldı. Başka bir deyişle, Batı'nın sanayileşmiş ve gelişmiş ülkeleri, fiyat artışlarından doğan sarsıntıyı kısa sürede atlattılar. Çünkü, sanayileşmiş ülkelerin korktuğu üretimin azaltılması idi. Yoksa, fiyat artışlarına kolay ayak uydurdular. Zira, artan fiyatların üretici ülkelere sağladığı gelir, yani petrodolar, yine Batı bankalarına ve Batı'nın sermaye ve nakit piyasasına intikal etti.
İkincisi, Batı'nın sanayileşmiş ülkeleri, artan petrol fiyatlarını kolaylıkla kendi sanayi mamullerine ve teknolojilerine aksettirdiler. Burada bilhassa silah fiyatlarını tekrarlamak gerekir. Halbuki, Batı'nın sanayiine, teknolojisine, silahına ve hatta tüketim maddelerine en fazla ihtiyaç duyanlar, petrol paraları ile ülkelerinin ekonomik kalkınmalarını hızlandırmak isteyenler, bu petrol üreticisi Arap ülkeleri idi. Yani, Arap ülkeleri pahalı sattılar ve aldıklarını da pahalı almaya başladılar. Bu arada olan, gelişmekte olan fakir ülkelere oldu.
Türkiye de, artan petrol fiyatlarının büyük acısını çekmiştir. Petrol üreten Arap ülkeleri, bilhassa geri kalmış veya gelişmekte olan Müslüman ülkeler için yeterli bir yardım programı da gerçekleştirmediklerinden, Batı'nın zengin ülkelerine vurmak istedikleri darbenin acısı, bu Müslüman fakir ülkelerin sırtından çıkmıştır.

4.2.3. Güney Asya Gelişmeleri
Güney Asya'da da çatışma yaşandı. 1965 yılında Hindistan ile Pakistan arasında savaş çıktı. Pakistan genel olarak ABD'ne, Hindistan da daha çok SSCB'ne yakın olduğundan, bu savaş bir bakıma ABD ile SSCB'ni de karşı karşıya getirebilirdi. Ancak, kesin çizgileriyle böyle bir durum olmadı. Çünkü Çin'in de Pakistan'ın yanında yer alması ve Hindistan üzerinde baskı uygulaması ABD'ni belirli bir ölçüde Hindistan'a da yakınlık göstermeye itti. SSCB de çeşitli nedenlerle tarafsız bir tutum izlemek zorunda kaldı.

5. "Yumuşama" (Detant) Dönemi (1969-1989)
5.1. Küresel Gelişmeler
Soğuk Savaş'ın çözülmesinin ardından gelen dönem barış yönünde daha da ileri bir aşamaydı. Hatta, denilebilir ki, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra başlaması umulan barış ortamı yaklaşık çeyrek yüzyıllık bir gecikmeyle doğmaktaydı. "Yumuşama" (Detant) adı verilen bu dönem 1970'lerin sonlarından 1980'lerin ortalarına kadar yeniden Soğuk Savaş'ı hatırlatan gergin bir hava içine girmekle birlikte uluslararası ilişkilerde barış yönünde büyük gelişmeler yaşanmasını sağladı. Esasen, Soğuk Savaş'ı hatırlatan 4-5 yıllık devreye genellikle "Soğuk Barış" adının verilmesi de dönemin belirleyici yönünün barışçı olduğunu ortaya koyuyordu. Bu dönem içinde, Batı Almanya'nın da Doğu Bloku'yla ilişkilerini geliştirmesi barış ortamının arka arkaya ürünler vermesini sağladı.



ABD-ÇİN İLİŞKİLERİ

6 Nisan 1971 tarihinde Japonya’nın Nagoya kentinde 31. Dünya Ping Pong Şampiyonası yapılıyordu. ABD milli takımından Glenn Cowan ile Çinli milli sporcu Zhuang Zedong’un turnuva esnasında gelişen dostluğu gazetecilerin dikkatini çekmiş, iki sporcunun fotoğrafları dünya basınında yer almıştı. Çin Halk Cumhuriyeti o yıllarda dünya politikasının dışındaydı. ABD ile Çin arasında 1949 yılından beri tam anlamıyla bir soğuk savaş yaşanıyordu. İki ülke birbirini tanımıyordu, ayrıca Çin Halk Cumhuriyeti Birleşmiş Milletler’e üye değildi.
İki sporcu arasında başlayan dostluk ABD ile Çin arasındaki yakınlaşmayı tetikledi. Fırsatı iyi değerlendiren Başkan Mao ve Başbakan Çu En Lay, Amerikan takımını hemen Çin’e davet ettiler. 10 Nisan günü ABD ping pong milli takımı, yöneticiler ve gazeteciler Hong Kong’dan Çin’e geçtiler ve 17 Nisan tarihine kadar Çin milli takımı ile gösteri maçları yaptılar, Çin Seddi’ni ziyaret ettiler ve Çin balesi izlediler. Böylece 1949 yılından beri
ABD ile Çin arasında ilk resmî temas gerçekleşmiş oldu. Bu olay, diplomasi tarihinde “ping pong diplomasisi” olarak bilinir.
Aynı yılın temmuz ayında, ABD Başkanı Richard Nixon’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Prof. Henry Kissinger gizlice Pekin’e giderek iki ülke arasındaki ilk temasları başlattı. Bundan sonra ABD - Çin ilişkileri son derece hızlı gelişme gösterdi. Başkan Nixon ve Henry Kissinger, 21 Şubat 1972 günü Pekin’e ilk resmî ziyaretlerini yaptılar. Nixon - Kissinger ikilisinin Çin ziyareti dünya basınında bir bomba gibi patladı. Tarihî ziyaretin sonucunda 28 Şubat 1972 günü ünlü “Şanghay Bildirisi” yayınlandı ve ABD ile Çin arasındaki en ciddi sorun olan Taiwan meselesi için bir ara çözüm kabul edildi. ABD, Çin Halk Cumhuriyeti yönetimini Çin’in meşru hükümeti olarak tanıdı ve zaman içinde Taiwan’daki askerî varlığını azaltma kararı aldı. Böylece, Çin dünya politikasında önemli bir güç haline geldi.

Yumuşama döneminde dünya barışının sağlanması yönünde atılan adımlar nelerdir?
Bu çerçevede, 17 Kasım 1969'da Helsinki'de ABD ile SSCB arasında başlayan Stratejik Silahların Sınırlandırılması Görüşmeleri 26 Mayıs 1972'de anlaşmayla sonuçlandı. "Stratejik Silahların Sınırlandırılması-I" (Strategic Arms Limitation Treaty-I) (SALT-I), ABD Cumhurbaşkanı Nixon ve SSCB lideri Brejnev arasında Moskova'da imzalandı. İki ülke, üç gün sonra yine Moskova'da, "ABD ile SSCB Arasındaki İlişkilerin Temel İlkeleri" başlıklı bir belge daha imzaladılar. Bu belgede, tarafların aralarındaki barış ve işbirliğini geliştirmelerine yönelik 12 ilke yer alıyordu. Taraflar, 21 Kasım 1972'de de Cenevre'de füzelerin sınırlandırılmasına yönelik SALT-II görüşmelerine başladılar.
Öte yandan, ABD, SSCB, İngiltere ve Fransa Dışişleri Bakanları arasında Berlin'in mevcut durumunu perçinleyen bir anlaşmanın da SALT-I'den bir hafta sonra 3 Haziran 1972'de imzalanması Doğu-Batı ilişkilerindeki yumuşamanın yeni bir gelişmesi oldu.
22 Kasım 1972'de başlayan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı çalışmaları da 1 Ağustos 1975'de Helsinki Nihai Senedi'nin imzalanmasıyla sonuçlandı. Bu belgeyi, NATO ve Varşova Paktı'nın tüm üyeleri ile Arnavutluk dışındaki bütün Avrupa ülkeleri -toplam 35 devlet- imzaladılar.
Helsinki Nihai Senedi, bir barış antlaşması değilse de, 1945'ten sonra Almanya konusunu ele alan geniş katılımlı bir konferansın sonunda imzalanmış olması bakımından büyük önem taşıyordu. Yumuşama Dönemi böylesine ileri boyutlara varmışken, 1979 yılında -aşağıda değineceğimiz- İran İslam Devrimi'nin ardından ABD ile bu ülke arasında çıkan gerginlik, aynı yılın sonlarında da -yine aşağıda değineceğimiz- SSCB'nin Afganistan'ı
işgali uluslararası ortamı yeniden gerginleştirdi. Bazılarının dediği gibi Soğuk Savaş'a yeniden dönüş olmasa bile ancak "Soğuk Barış" biçiminde adlandırılabilecek bir ortam doğdu. Bu ortam içinde ABD'nde 1980 yılında yapılan Başkanlık seçimini Cumhuriyetçi Parti'nin adayı Reagan kazandı. Reagan, Demokrat Başkan Carter'i 1976'dan beri Sovyetler Birliği'ne karşı pasif davranmakla suçlamış ve ABD ve NATO'yu yeniden eski üstün konumuna getirmek vaadiyle seçimi kazanmıştı. Reagan, ABD'nin savunma harcamalarını arttıracaktır. SSCB'yle Zirve Toplantıları da bir süre yapılmayacaktır.
Ancak, 1984 Başkanlık seçimini yeniden kazandıktan sonra Reagan SSCB'ne karşı tutumunu tekrar yumuşatacaktır. 1985 yılında SSCB'nde Gorbaçov'un iktidara gelmesi ve "Glastnost" ve "Prestroika"
adını alan açıklık ve yeniden yapılanma (demokratikleşme) politikalarını başlatması Amerikan-Sovyet ilişkilerinin de, uluslararası ortamın da tekrar yumuşama içine girmesini sağladı.

5.2. Bölgesel Gelişmeler
5.2.1. Uzak Doğu Gelişmeleri
Yumuşama döneminde ABD'nin Uzakdoğu politikası ne olmuştur?
Uzak Doğu'daki gelişmeler dönemin genel özelliğine uygun biçimde oldu. Bu dönemdeki iki temel gelişme ABD-Çin ilişkilerinin kurulması ve ABD'nin Vietnam'dan çekilmesidir. ABD Başkanı Nixon'un 1969'dan itibaren "Nixon Doktrini" çerçevesinde daha dikkatli bir Uzak Doğu politikası izlemeye başlaması Çin'le ilişkilerin hızla düzelmesini sağladı.
Bu ortam içinde Çin 1971 yılında Birleşmiş Milletler'e alındı. Başkan Nixon 21-28 Şubat 1972'de Çin'i ziyaret etti. ABD-Çin ilişkilerinin gelişmesi Sovyetler Birliği'ni de Batı'yla -yukarıda değinilenanlaşmaları
yapmaya teşvik edecek, hatta mecbur bırakacaktır. ABD-Çin ilişkilerindeki bu gelişmelere rağmen diplomatik ilişkiler hemen kurulmamıştır. Nihayet 10 Ocak 1979'da iki ülke arasında diplomatik ilişkiler de kurulmuştur.
Bunun için de önce ABD'nin Vietnam'dan çekilmesi gerekecektir. ABD Çin'le -ve SSCB'yle- yakınlaşmasına paralel olarak 27 Ocak 1973'te Paris'te imzalanan barış antlaşmasıyla Vietnam'dan çekildi.
Bu tarihten sonra Uzak Doğu'daki "bölge-içi" çatışmalar kendini gösterecektir. Kuzey Vietnam Güney Vietnam'ı ele geçirecek, daha sonra Vietnam Kamboçya'yı ("Kampuchea"yı) işgal edecek, ardından da Çin Vietnam'a saldıracaktır. Kuzey Vietnam'ın Güney Vietnam'ı ele geçirmesine benzer bir gelişmeye Kuzey
Kore de Güney Kore'ye karşı niyetlendiğinde ise ABD Güney Kore'nin yanında yer almaya devam edeceğini açıklayacaktır. Kuzey Kore de bu durumda herhangi bir girişimde bulunamayacaktır.
5.2.2. Orta Doğu Gelişmeleri
Yumuşama dönemi ilk anda Ortadoğu'yu nasıl etkilemiştir?
Yumuşama Dönemi'nde Orta Doğu'da hemen barış oluşmadı. Tersine, sınırlı da olsa bir barış ortamının doğmasından önce yeniden savaş yaşandı. Ekim 1973'te çıkan Orta Doğu Savaşı'nda Arap ülkeleri bir önceki savaşa (1967 Savaşı'na) oranla önemli askeri, siyasal ve -petrol silahını kullanmaları nedeniyle de ekonomik
başarılar elde ettiler.Savaştan sonra -Uzak Doğu'da olduğu gibi- Orta Doğu'da da barışı sağlamak yolunda
ABD kilit rol oynadı. ABD Dışişleri Bakanı Kissinger, "mekik diplomasisi" yoluyla 1974 ve 1975'de İsrail ile komşuları Mısır ve Suriye arasında anlaşmalar yapılmasını sağladı.
1967 Savaşı'ndan beri Orta Doğu'daki etkinliği artmakta olan ABD bu gelişmelerle durumunu daha da güçlendirmişti. Öte yandan, Nasır'ın 1970'te ölümü üzerine Mısır'ınyeni lideri olan Sâdat -selefinin öngördüğü biçimde- ABD'yle ilişkilerine yakınlık kazandırmaktaydı. Orta Doğu'da barışçı bir ortamın doğmakta olduğu bu sırada Lübnan'da iç savaş çıktı.
Müslüman ve Hıristiyanlar arasında olduğu kadar, her birinin de kendi içinde hassas dengelere dayanan Lübnan'da 1975 yılında çıkan iç savaş 1976'da sona erdiğinde Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ülkede egemen duruma gelmişti. Lübnan'da yalnızca iç savaş bitmiş, sorunlar ise sona ermemişti. 1979'daki İran İslam Devrimi üzerine Lübnan'daki Şii terör örgütlerinin faaliyetleri artacak, bu ülke daha da karmaşık hale gelecektir.
FKÖ ile İsrail arasındaki çatışmalar da 1982'de İsrail'in Lübnan'a karşı harekat düzenlemesine yol açacaktır. Bu harekat sonunda FKÖ Lübnan'ı terketmek zorunda kalacaktır. İlgi çekici husus, FKÖ'ye yeni yerini (Tunus'u) ABD'nin bulması olacaktır. Böylece FKÖ'nün ülkeden çıkarılmasıyla Lübnan'daki "devlet içinde devlet" görünümü ise ortadan kalkmış olmayacaktır. Çünkü, İsrail de Güney Lübnan'a yerleşecektir. Esasen, Suriye de Lübnan üzerindeki geleneksel iddiasına uygun olarak bu ülkedeki askeri varlığını sürdürecektir.
Lübnan İç Savaşı'nın sona ermesi, Ortadoğu'da barışın sağlanmasını nasıl sağlamıştır?
Lübnan İç Savaşı'nın sona ermesinin ardından, Orta Doğu'da ABD çizgisinde barış gelişmeleri yeni bir ivme kazanmıştır. Mısır lideri Sâdat'ın 19-21 Kasım 1977'de İsrail'i ziyaret etmesi görünüşte "büyük bir sürpriz"di. Gerçekte ise, yukarıda sözü edilen sürecin doğal bir sonucuydu. Birçok Arap ülkesi Sâdat'a büyük tepki gösterdiler. Bu durum ise Mısır'ı ABD ve İsrail'le yakınlaşmaya daha da itmiştir. Mısır'a tepki gösterenler ise yaklaşık 15 yıl sonra benzer bir politikaya kendileri de yöneleceklerdir. 5-17 Eylül 1978'de Camp David'de ABD, Mısır ve İsrail liderleri arasında yapılan görüşmelerin sonunda 17 Eylül'de Camp David Anlaşmaları imzalandı. Mısır ve İsrail 26 Mart 1979'da da Washington'da barış antlaşması imzalayarak aralarındaki
ilişkileri düzenlediler.
Mısır ve İsrail arasında imzalanan barış antlaşması Arap ülkelerince nasıl karşılanmıştır?
Aynı gün ABD'nin de İsrail'le bir anlaşma imzalayarak, Mısır-İsrail barış antlaşmasının ihlali veya İsrail'in bir saldırıya uğraması halinde ABD'nin İsrail'e yardım için gerekli diplomatik, ekonomik ve askeri önlemleri almayı kabul etmesi ilgi çekiciydi. Mısır ABD ve İsrail'le girdiği bu yakınlık yüzünden Arap dünyasında yalnızlığa itilecektir. Batı aleyhtarlığının yeniden güçlendiği bu ortamda özellikle Suriye'de Sovyet varlığının da tekrar ortaya çıktığı görülüyordu. Bu ortamda Mısır lideri Sâdat'ın 1981 yılında öldürülmesi Orta Doğu'daki gelişmelerin seyrini etkileyebilirdi. Ancak, öyle olmadı. Sâdat'ın yerine geçen Mübarek Batı'yla ve İsrail'le yakınlığı sürdürmekle birlikte daha mesafeli bir politika izlemiştir. Arap dünyasıyla ise ilişkilerini düzeltmeye çalışacaktır.
Batı ve Doğu Blokları arasında yaşanan Yumuşama Politikası Üçüncü Dünya ülkelerini
nasıl etkilemiştir?
Öte yandan, Soğuk Savaş'ın çözülmesi döneminde Üçüncü Dünyanın liderlerinden olan Mısır'ın bu konumunun değişmiş bulunması da Orta Doğu'daki gelişmelerin daha ileri boyutlara varmasını önledi. Aslında, değişen Mısır'ın liderliğinden ziyade Üçüncü Dünya'nın kendisiydi. Gerçekten de Yumuşama Dönemi'nin ilk yarısında etkili konumunu sürdüren Üçüncü Dünya hareketi bir yandan Birleşmiş Milletler çerçevesinde "77'ler Grubu" olarak biraraya gelip uluslararası alanda daha adil bir ekonomik düzen için iktisadi girişimlerde bulunuyorlar, öte yandan da ırk ayırım(apartheid) politikası uygulayan Güney Afrika Cumhuriyeti'ne karşı ambargo gibi siyasi nitelikli kararlar aldırabiliyorlardı. Ancak, 1980'lerin başlarından itibaren Üçüncü Dünya hareketi eski gücünü kaybetmeye başladı. Üçüncü Dünya, güçlü bir alternatif olma başarısını gösterememişti. Ne siyasal sistem, ne de ekonomik model olarake başarılı bir uygulama ortaya koyabilmişlerdi. Genellikle tek-ürün ülkeleri olan Üçüncü Dünya, uluslararası ekonomide 1980'lerde ortaya çıkan durumdan da olumsuz yönde etkilendi. Kuzey-Güney uçurumu daha da büyüdü. Özellikle petrol üreten Üçüncü Dünya ülkeleri, Batı'nın alternatif enerji kaynaklarına ve tasarruf önlemlerine yönelmesi sonunda büyük gelir kayıplarına uğradılar.
Bu ülkelerin, gelirlerinin yüksek olduğu 1970'lerde giriştikleri genellikle gösterişli alt-yapı projeleri de aksadı. Dış kaynak ihtiyacı birçok ülkede Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu'na başvurulmasını gerektirdi. Bunun sonucu olarak söz konusu ülkelerde uygulanması şart koşulan kemer-sıkma önlemleri ise az-gelişmişliğin temel bir sorunu olan gelir dağılımı dengesizliğini daha da bozdu. Bu ülkelerde ortaya çıkan kitlesel tepkiler özellikle köktendinci akımlarının güçlenmesi sonucunu verdi. Sözkonusu akımlar, genellikle laik-milliyetçi çizgideki ülke
yönetimlerini başarısızlıkla suçladılar. Bütün bu gelişmeler Üçüncü Dünya'yı uluslararası alanda daha da etkisizleştirdi.
İşte, Üçüncü Dünya'nın eski liderlerinden Mısır'ın ABD ve İsrail'le gittikçe artan bir yakınlığa girmesini yukarıda belirtilen olguyla da bağlantılı olarak değerlendirmek gerekir. Üçüncü Dünya'nın gücünü yitirmesi olgusu bazı başka gelişmeleri de hem etkilemiş, hem de onlardan etkilenmiştir.
Şubat 1979'da İran'da Şahlık rejiminin yıkılmasından sonra kurulan İslami yönetim küresel ve bölgesel ilişkilere önemli etkilerde bulundu: Bir yandan, eski rejime yakınlığı nedeniyle suçlanan ABD'yle ilişkilerin gerginleşmesi -Büyükelçilik baskını olayı vb. küresel planda ortamı olumzus yönde etkiledi. Öte yandan da bölgesel ortam gerginleşti.
Bölgesel ilişkilerin gerginleşmesinin sonut göstergesi 22 Eylül 1980'de İran ile Irak arasında savaş çıkmasıdır.
İran ile Irak arasında geçmişten gelen sorunların 1979 İran İslam Devrimi'nden sonra iki yönetimin Sünni-Şii ayrılığı nedeniyle de hızlanması üzerine çıkan savaş 8 yıl sürecektir.
Üçüncü Dünya'nın eski gücünü yitirmiş bulunması, 1969 yılında kurulmuş olan İslam Konferansının da aynı biçimde etkisizleşmesi, savaşı sona erdirmek yolundaki girişimleri de başarısız kılmıştır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin 598 sayılı kararını 17 Temmuz 1988'de Irak'ın, 18 Temmuz'da da İran'ın kabul etmesi üzerine 20 Ağustos'da bütün cephelerde ateşkesin yürürlüğe girmesiyle sona eren savaş, taraflar arasındaki mevcut sorunlara herhangi bir çözüm getiremeden bitmişti. Hatta yeni sorunlar doğmuştu. Bu çerçevede, Irak lideri Saddam Hüseyin İran'ı dize getirememenin ezikliğini üzerinden atmak istercesine 2 yıl sonra Kuveyt'e saldıracaktır. Bu noktaya 1989 sonrası gelişmelerinde yer vereceğiz. Yumuşama Dönemi Orta Doğu'da genellikle çatışmalarla geçmişti. Ancak, dönemin sonuna doğru Orta Doğu'da barışa doğru umut ışıkları da doğdu.
Filistin sorunu nasıl çözümlenmiştir?
1970'lerin ortalarında FKÖ'nün göreli olarak ılımlı bir çizgiye yönelmesini izleyen yıllarda bazı Batı Avrupa forumlarında Batı Şeria ve Gazze'yi içine alacak küçük bir Filistin devleti (mini-palestine) konuşulmaya başlamıştı. Ancak, 1980'lerin başındaki "Soğuk Barış" ortamı, genel planda olduğu gibi Orta Doğu bölgesinde de Batı Avrupa'nın manevra alanını kısıtladı. Filistin devleti konusunda arayışlar da durdu.
Bu ortam ise Filistin hareketini yeniden umutsuzluğa, onun sonucu olarak da sertleşmeye itti. İsrail'e karşı yeniden artan Filistin gerilla eylemleri ise -yukarıda değindiğimiz gibi- 1982 yılında İsrail'in Lübnan'ı işgaline yol açmıştı. İşgalin sonunda Beyrut'u boşaltarak Tunus'a taşınmak zorunda kalan FKÖ birkaç yıl zor bir dönem yaşadı. Sertleşmesine yol açmış olan uluslararası ortam devam ediyordu. Ancak, sertleşmesinin sonucu olan eylem gücü ise kırılmıştı. FKÖ'nün varlığı adeta "fiilden sona ermişti." Ancak, 1980'lerin ortalarından itibaren uluslar arası alanda tekrar yumuşamaya dönüş FKÖ için de yeniden diriliş demekti.
FKÖ lideri Arafat, uluslararası gelişmelerin yeniden sağladığı manevra alanından yararlanarak, önce Filistinlilerin bütün haklarını elde etmeye yönelik geleneksel politikasına dönmeyi denedi. Bu çerçeve içinde, 15 Kasım 1988'de Filistin devletinin kurulduğu ilan edildi.
Arafat, birçok ülkenin Filistin devletini diplomatik açıdan tanıma kararı da almalarına rağmen bunun yeterli olmadığını gördü. "Devleti olan-ülkesi olmayan" Filistinlilere "ülkeyi" kazandırmanın yolunun ABD'nden geçtiği belliydi. ABD'nin buna onay vermesinin ise Filistinlilerin İsrail'e güvence vermesine bağlı olduğu da anlaşılıyordu. Gerçekten de, Filistinliler İsrail'in ortadan kaldırılmasını artık hedeflemediklerine ilişkin tutum değişikliği içine girince ABD'nin de tavrı yumuşadı. ABD ile FKÖ arasında görüşmeler başladı. Bu gelişme, kısa süre içinde İsrail ile FKÖ arasında da görüşmelerin başlamasını sağladı. Bunun sonucu ise 1990'ların başlarında barış antlaşmasına varılması olacaktır. Bu konuya daha sonra yer vereceğiz.
5.2.3. Güney Asya Gelişmeleri
Orta Doğu'da olduğu gibi Güney Asya'da da Yumuşama Dönemi'nde çatışmalar yaşandı. Bunların biri Hindistan ile Pakistan arasında, diğeri ise Afganistan'da ortaya çıkmıştır. Önce Hindistan ile Pakistan arasındakine temas edelim. 1971 yılında Doğu Pakistan'ın "Bangladeş" adıyla bağımsızlığını almasına varan gelişmeler sırasında Hindistan'ın da bu ayrılık hareketini desteklemesi yeni bir Pakistan- Hindistan savaşına yol açtı. Bu savaş sırasında SSCB Hindistan'ı destekledi. Hindistan'la arası iyi olmayan ve esasen 1962 yılında bu ülkeye karşı bir saldırı harekatı da gerçekleştirmiş bulunan Çin ise Pakistan'ın yanında yer aldı. ABD'de Pakistan'a destek verdi. Böylece, o sırada gelişmekte olan Amerikan-Çin ilişkilerine de paralel olarak bu iki ülke aynı cephede yer almaktaydılar.
Savaştan sonra, yeni bağımsızlığını kazanan Bangladeş'le Hindistan yakın ilişki kurdu. Bu durum Hindistan ile Pakistan arasındaki ilişkileri ise daha da olumsuz bir noktaya götürmedi. Çünkü, 1974 yılında Pakistan da Bangladeş'i tanıyacaktır. Güney Asya'daki diğer çatışma ise Afganistan'da yaşandı. 27 Nisan 1978'de Afganistan'da meydana gelen Sovyet yanlısı darbeden sonra bu ülke hızla SSCB'nin etkisi altına girmeye başladı. İki ülke arasında 5 Aralık 1978'de imzalanan antlaşmadan sonra bu yakınlaşma daha da arttı.
SSCB'nin Afganistan'ı işgali uluslararası sistemi nasıl etkilemiştir? Tartışınız.
Sovyet yanlısı yönetim içeride direnişle karşılaşmıştı. Çıkan iç çatışmalar karşısında Afgan yönetiminin zorlandığını gören SSCB, Aralık 1978'de imzalanan dostluk antlaşmasından yararlanmak suretiyle 24 Aralık 1979'dan itibaren Afganistan'ı işgale başladı.
Ancak, bu defa Sovyetler Birliği Afganistan'daki direnişçilerle çetin bir mücadeleye girişmek zorunda kalacaktır. Bu mücadele yaklaşık 10 yıl süreyle SSCB'ni meşgul edecektir. Nihayet, Gorbaçov sonrası dönemde Sovyetler Birliği ve Doğu Blokunda meydana gelen değişime paralel olarak SSCB Afganistan konusundaki tutumunu
da yumuşatmak zorunda kalacaktır. 21-23 Mart 1988'de Washington'da ABD ile SSCB arasında yapılan görüşmelerin ardından, SSCB'nin Afganistan'dan çekilmesini öngören anlaşmalar 14 Nisan'da Cenevre'de imzalandı. 1989 yılında Sovyetler Birliği Afganistan'dan çekildi. 1979'da Afganistan'a Sovyet askerinin girişi "Soğuk Barış" denilen gergin ortamı yaratan temel bir unsur olmuştu. 10 yıl sonra Afganistan'dan çekilmesi ise dünyanın yeni bir döneme girmekte olduğu bir sırada gerçekleşmekteydi.
Özet
Birinci Dünya Savaşı sonunda yenilen devletlere imzalattırılan antlaşmalar, barışı sağlamamış, uluslararası sistemde yeni sorunların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Nitekim, Almanya'nın Versailles Antlaşmasına duyduğu tepki, İkinci Dünya Savaşı'nın en önemli nedenlerinden biridir.
Almanya'nın Polonya'ya saldırısıyla başlayan İkinci Dünya Savaşı, kısa süre içinde tüm dünyaya yayılmıştır. Savaş sonrasında ABD ve SSCB aynı grupta yer almasına karşın aralarında sorunlar eksik olmamıştır. İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde iki kutuplu bir dünya doğmuştur. ABD'nin başını çektiği Batı Bloku ve SSCB'nin başını çektiği Doğu Bloku arasında ideolojik nedenlerden dolayı soğuk savaş yaşanmıştır. Bu ayrılık dünyanın tüm bölgelerini etkilemiş ve uluslararası sistem buna göre şekillenmiştir.
İki blok arasında soğuk savaşın çözülmesi uluslararası sistemde, devletlerarası ilişkileri etkilemiştir.
Ancak, dünyada gerginliğin azaltılması ve barışın sağlanması yönündeki çalışmalar, yumuşama (detant) döneminde mümkün olabilmiştir.

6.Olağanüstü bir refah (1945-1975)

A. Benzersiz bir büyüme
1930’larda büyük bir bunalım geçiren dünya, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra esaslı bir büyüme dönemine girdi. 20. yüzyılın ilk yarısında yalnızca iki kat artan dünyadaki toplam üretim, 1945-1975 yılları arasında üç katına çıktı. Petrol, elektrik ve otomotiv gibi bazı sektörlerde, on kat, hatta daha fazla arttı.

B. Dönüşen ekonomi
Bolluk yılları boyunca, petrol üretimi ve ticareti hiç durmadan arttı. Enerji kaynağı olarak petrol, hızla kömürün yerini aldı. Bu, motorlu taşıt araçları açısından gerçek bir devrimin temelini oluşturuyordu. Dev petrol tankerleri üretildi, daha büyük taşıma ka¬pasitesine sahip ve daha hızlı uçaklar giderek yaygınlaştı. Petrol, hammadde olarak ye¬ni bir kimya sektörünün atılımına da katkıda bulundu. Büyük miktarda sentetik kumaş ve plastik malzeme üretilmeye başladı ve bunlar dönemin simgesi haline geldi.
Ekonominin bazı sektörleri o dönemde çok hareketlendi. Bunlar›n başında toplu ta¬şıma (1964’te Japon hızlı treni Şinkansen’in hizmete girmesi), otomotiv ve genel olarak tüm dayanıklı tüketim malları üretimi (elektrikli ev aletleri, televizyonlar), elektronik ve biyokimya gibi gelişmiş teknoloji kullanan sanayi sektörleri geliyordu. Zengin ül¬kelerde tar›m sektöründe yaşanan hızlı modernleşme de randıman ve verimliliğin art¬masın› sağladı
Uzayın fethi de yine bolluk yıllarında gerçekleşti. Sovyetler 1957’de ilk yapay uydu Sputnik’i fırlattılar ve 1961’de ilk kez bir insanı, Yuri Gagarin adında bir kozmonotu uza¬ya gönderdiler. 1969’da ise, Amerikalı Neil Armstrong Ay’da yürüyen ilk insan oldu.

Büyümenin nedenleri
Daha fazla talep
Bolluk yılları boyunca, tüketim maddelerine yönelik talep hiç azalmadı. Bu talebi açıklayan en önemli nedenlerden biri, sanayileşmiş ülkelerin çoğunda yaşanan baby-boom, yani nüfus patlamasıdır. Yüksek doğum oranı, tüketimi teşvik edici rol oynadı (yiyecek ve giyecek maddeleri, konut ve okullar).
Ancak, talepteki bu sürekli artışı açıklayan başka nedenler de vardı.
- Herşeyden önce, 1950’li yılların sonuna kadar devam eden yeniden yapılanma ih¬tiyaçları talep artışını destekledi.
- Diğer yandan, satın alma gücünün düzenli olarak artması etkili oldu. Ücretler, fordizm düşüncesine uygun olarak, verimliliğin artması ve sendikaların faaliyetleri sa¬yesinde yükselişe geçti; hatta bazı ülkelerde asgarî ücret resmî olarak belirlenmeye başladı. Refah Devleti tarafından yürürlüğe konan sosyal yardımlar da (aile yardımı, emek¬li maaşı, sağlık sigortası) giderek ücretlere eklendi. Finansmanı sigorta kesintiler ile sağ-lanan bu yardımlar, kaynakların ailelerin gelirlerine belli oranda düzenlilik getirecek bi¬çimde yeniden dağıtılması esasına dayanıyordu. Böylece gelecek kaygısından kurtulan insanlar daha fazla tüketebiliyorlardı.
- Kredi alma sisteminin gelişmesi de tüketimi teşvik eden nedenler arasındaydı. Enflasyon, bolluk yılları boyunca, borçlananların lehine işledi. Borçlandıkları miktarla¬rı daha sonra değerini kaybetmiş bir parayla ödeme olanağı bulan aileler, krediyle elekt¬rikli ev aletleri, araba ya da ev satın alma alışkanlığı edindiler.
- Son olarak, yeni teknolojiler pazarı hareketlendirdi. Geleneksel reklamcılık da yöntemlerini geliştirerek basına, radyo ve televizyona yayıldı. Aynı zamanda ticarî yapılar modernleşti; Amerika’da on yıllardan beri var olan hipermarketler, 1960’lı yılların na doğru Avrupa’da da ortaya çıktı.
Daha fazla arz
Bolluk yllarında, büyüme hızı hiç kesilmeyen üretim de giderek artan talebi karşıla¬yacak duruma gelmişti. Sanayileşmiş ülkelerin çoğu bu sorunla baş edebilmek için dışa açılma yoluna başvurdular. Almanya, Türkiye ve Yugoslavya’dan, Fransa ise Porte¬kiz ve Kuzey Afrika ülkelerinden işçi getirtti.
Birinci neden, arzın yeni ürünlere yönelmesiydi.
İkinci olarak, üçüncü dünya ülkelerinden gelen hammadde ve enerjinin fiyatı hâlâ üşüktü. Diğer yandan, şirketler de müşterilerinin ih¬tiyacını daha yakından tanımaya çalışıyorlar ve bu amaçla pazarlama birimleri oluşturuyorlardı.
Büyümenin etkileri
A. Kentlerde, bürolarda, fabrikalarda ilerleme
Sanayi ülkelerinde, kentleşme hızı giderek arttı. 1970’lere doğru, bu ülkelerde nü¬fusun dörtte üçü kentlerde yaşıyordu. Köyden kente göç, kentsel alanlarda önemli bir inşaat çabasını da beraberinde getirdi. Ekonomik büyümeyi de destekleyen bu çaba, ül¬keden ülkeye farklı biçimlere bürünüyordu: Fransa’da blok blok "kulelerden oluşan ye¬ni mahalleler inşa edilirken, ABD’de birbirinin aynı müstakil evlerden oluşan geniş ban¬liyöler giderek yayılıyordu.
Sanayileşmiş ülkelerde hizmet sektörü hızlı bir biçimde gelişti. Bu sektörde faaliyet gösteren kurumlar (eğitim kurumları, devlet daireleri, bankalar...) memur, teknisyen ve yönetici kadrolarını arttırdılar. Aylık maaşlı olarak çalışan ve çoğunluğunu kadınların oluşturduğu "beyaz yakalılar"ın sayısındaki bu artış, geniş bir orta sınıfın oluşmasını sağladı. Sanayi sektöründe ise, işçilerin sayısı daha az değişim gösteriyordu. Ancak, üs¬tün vasıflı işçiler karşısında, vasıfsız işçi sayısı artıyordu. Fabrikalarda tekdüze işlerde kullanılan bu işçiler, genellikle yabancı göçmenler, kente yeni gelmiş köylüler ya da ka¬dınlardı.
B. Gerileyen toplumsal gruplar
Yukarıda sözü edilenlerin aksine, bazı toplumsal grupların nüfusunda bolluk yılları boyunca gözle görülür bir azalma oldu. Üretimi giderek artan petrolün kömür karşısın¬da rekabet gücü kazanmasıyla, madenciler işlerini kaybetmeye başladılar. Küçük tüc¬carlar da, 1960’lardan itibaren atılım yapan büyük marketlerin kurbanı oldular. Köyler¬de ise makineleşme, köylüleri birer şirket yöneticisine dönüştürdü; tarım artık kol gü¬cüne çok daha az gereksinim duyduğundan, çoğu toprağı terketmek zorunda kaldı.
Ancak, bu gelişmelerin kurbanları başka sektörlerde kolaylıkla iş bulabiliyorlardı. Gerçekten, bolluk yıllarının toplumunda yoksulluk geriledi. Giderek artan zenginliğin Refah Devleti tarafından bölüştürülmesi ve halkı yönetenlerin tüketimi destekleme ar¬zuları bu gelişmeyi açıklayan faktörler arasında sayılabilir. Avrupa’da sosyal güvenlik sistemleri, ABD’de de sonraları geliştirilen yoksullara ve emeklilere yönelik toplumsal koruma programları yoksulluğun gerilemesini sağladı.
C. Yeni yaşam tarzları
Bolluk yıllarındaki ekonomik büyüme gündelik yaşamları da derinden etkiledi. Bir¬kaç onyıl içinde, gelişmiş ülkelerde nüfusun çoğunluğu maddî konfora ulaştı; banyo¬su ve tuvaleti olan, merkezî ısıtma sistemi bulunan, telefon ve elektrikli aletlerle dona¬tılmış evlerde yaşamaya başladı. Öğrenim süresi, yaşam standardının yükselmesi saye¬sinde ve özellikle nitelikli işgücü yetiştirme zorunluluğu nedeniyle uzadı. 1960’lı yıllar¬da, gençler arasında hem topluma hem de maddî tüketim alışkanlıklarına yönelik bir tepki hareketi başladı. Bu tepki, Fransa’da 1968 mayısında yaşanana benzer toplumsal hareketlere yol açtı.
Eğlence alışkanlıkları da önemli değişikliklere uğradı. Pikap ve transistor sayesin¬de, çoğunlukla Anglo-Sakson kökenli müzikler dinlenmeye başladı. Televizyon da aile yaşantısına kendi ritmini dayatıyordu. Dış dünyaya benzeri görülmemiş bir açılıma be¬raberinde getiriyor, ancak köy ve mahallelerdeki geleneksel ilişkileri de alt üst ediyor¬du. Otomobilin yaygınlaşmasıyla birlikte, yaplan yolculuklarn sayısı arttı. Orta sınıf¬lar, önce yaz aylarında, sonraları giderek kış aylarında, haftasonları ve yılık izinlerde kent dışına çıkma alışkanlığı edindile


Türkiye'de "Çoğulcu Demokrasi" Denemesi: 1961-1971
1. 27 Mayıs Rejimi
1960 yılının Nisan ve Mayıs aylarında üniversite öğrencilerinin başını çektiği ve yer yer güvenlik güçleriyle çatışmalara kadar varan olaylar, DP iktidarının çöküşünü hızlandırdı. 27 Mayıs 1960 günü bir grup subayın öncülüğünde gerçekleştirilen bir askeri müdahale ile ordu ülkede yönetimi eline geçirdi. Bu tarihten 25 Ekim 1961'e, yani yeni anayasaya göre seçilmiş TBMM'nin ilk toplantısına kadar Türkiye "27 Mayıs dönemi rejimi" denebilecek olağanüstü bir dönemden geçti. Bu, siyasal sistemin yeni bir anayasa çerçevesinde yeniden yapılandırıldığı ve daha sonraki siyasal yaşamda etkileri hissedilen bir dönemdir.
27 Mayıs Rejimini oluşturan ve sürdüren güç nedir?
27 Mayıs günü iktidara el koyan ve kendini Milli Birlik Komitesi (MBK) olarak adlandıran 38 kişilik askeri komite, yaptığı ilk açıklamada en kısa zamanda seçimlerin yapılarak iktidarın devredileceğini vaad etmekteydi. Komite ilk iş olarak çoğunluğu sivillerden oluşan bir bakanlar kurulu kurdu. Dönemin ünlü hukukçularından oluşan bir "bilim kurulu"da anayasa konusunda çalışma yapmakla görevlendirilmiştir. MBK 12 Haziran 1960 günü kabul ettiği bir "Geçici Anayasa" ile de fiili yönetimini hukuksal bir temele oturtmak istedi. Bu metin, 1924 Anayasasını temel almakta, ne var ki TBMM'nin yerine MBK'yı koymaktadır. Milli Birlik Komitesinin Başkanı - Org.Cemal Gürsel- aynı zamanda devlet başkanı olmaktadır. Bakanlar kurulunun başkanlığını da yürütecek olan MBK başkanı Cemal Gürsel, Genelkurmay Başkanlığı görevini de üstlenmektedir.
1.1. Yassıada Mahkemeleri
12 Haziran 1960 tarihli "Geçici Anayasa" düşürülen cumhurbaşkanı, başbakan ve eski iktidar milletvekilleri ile bunların suçlarına katılanları yargılamak üzere 9 kişilik bir özel mahkeme -Yüksek Adalet Divanı- kurmaktaydı. Ayrıca sanıkların sorumluluklarını araştırmak üzere bir Yüksek Soruşturma Kurulu da oluşturulmuştu.
Yassıada Mahkemelerinin verdiği kararlar nelerdir?
Ekim 1960'da İstanbul yakınlarındaki Yassıada deniz üssünde çalışmalarına başlayan Yüksek Adalet Divanı'nda 11 ay süresinde 538 kişi yargılandı. Divan 15 tanesi idam, 31 tanesi müebbed hapis olmak üzere çok sayıda mahkumiyet kararı verdi. Yargılamalar sonucu 135 kişi de beraat etmişti. İdam kararları yurtta ve yurtdışında tepkiyle karşılandı. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü dahil olmak üzere pek çok kişi idamların uygulanmaması için çaba harcadı. MBK'da da önceleri böyle bir eğilim vardı. Ne var ki ordu içindeki sertlik yanlısı grupların baskısı sonucu MBK üç kişinin idamını onaylamak zorunda kaldı. İdam cezaları onaylanan eski Başbakan Adnan Menderes, MaliyeBakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu 15 ve 17 Eylül 1961 günlerinde idam edildiler.
Yassıada Muhkemelerinde mahkum olanların cezaları nasıl değiştirilmiştir?
Olağanüstü bir mahkeme niteliği taşıyan Yüksek Adalet Divanı tarafından verilen yargı kararları ve infaz edilen idam cezaları Türkiye'de etkileri uzun yıllar sürecek bir çatışmanın odak noktasını oluşturmuştur. Ağır cezalara mahkum edilen DP önde gelenleri 1960'lı yılların ortalarından önce çıkarılan af yasaları ile serbest bırakılmış
olmalarına karşın, yeni Anayasada yer alan yasaklayıcı hükümler nedeniyle siyasal haklarına ancak 1974 yılında yapılan bir anayasa değişikliği sonucu kavuşabilmişler ve bunlardan ancak çok küçük bir kısmı yeniden aktif politikaya dönebilmiştir. Nihayet 1990'lı yıllara girerken idam edilen üç politikacının naaşları İstanbul'da hazırlanan bir anıt mezara konmuş ve böylece bir tür "iade-i itibar" amaçlanmıştır.
1.2. MBK'da Bölünme
MBK'da meydana gelen görüş ayrılığının en önemli nedeni nedir?
MBK'yı oluşturan çoğu küçük rütbeli subayların aralarında tam bir düşünce birliği olduğunu söylemeye olanak yoktur. Komitede zamanla iki eğilimin ortaya çıktığı gözlemlenmektedir. Bir grup demokratik düzene geri dönülmesinde aceleci olunmaması gerektiğini ileri sürüyor ve temel reformları gerçekleştirene kadar iktidarda
kalmayı öngörüyordu. Diğer bir grup ise bir an önce yeni bir anayasanın yapılmasını iktidarın bundan sonra yapılacak seçimleri kazanacak partiye devredilmesini savunuyordu. Birinci grubun MBK'ya verdiği, kamuoyuna da yansıyan "Ülke ve Kültür Birliği" adlı, yasa tasarısı, MBK içindeki bölünmeyi hızlandırmıştır. Komitenin
ılımlı üyeleri, devlet başkanının öncülüğünde MBK'nın "radikal" kanadını tasfiye etmişlerdir. 13 Kasım günü MBK devlet başkanınca feshedilerek 14 üyeyi dışarıda bırakacak biçimde yeniden kurulmuştur. Böylece, yeni anayasanın MBK'nın da içinde yer alacağı bir Kurucu Meclis tarafından hızla hazırlanıp, genel seçimlere gidilmesi yolundaki önemli bir engel aşılmıştır.
2. Yeni Anayasanın Yapılışı
Temsilciler Meclisi'nin genel özellikleri nelerdir?
Yeni anayasayı yapmakla görevlendirilen "Kurucu Meclis", MBK ile Temsilciler Meclisi'nden oluşmaktaydı. Temsilciler Meclisi genel oya dayalı bir seçimle kurulmuş olmamakla birlikte, "temsil" niteliğinin geniş tutulmasına çalışılmış bir organdı. İllerin, siyasi partilerin ve çeşitli kuruluşların (barolar, basın, esnaf ve gençlik kuruluşları, sendikalar vb.) MBK müdahalesi olmaksızın doğrudan seçtiği üyeler bu meclis içinde çoğunluğu oluşturmaktaydılar. Anayasa yapımı süreci içinde Meclisin her iki kanadı arasında anlaşmazlık çıkması halinde de ağır basacak olan Temsilciler Meclisi'ydi. Ne var ki, Kurucu Meclis yasasında yer alan bir kural uyarınca mahkeme kararıyla kapatılmış olan DP üyelerinin bu mecliste temsil edilmeleri engellenmişti. Böylece ülkede önemli bir gücü temsil eden siyasal kadrolar Temsilciler Meclisi'nden dışlanmış olmaktaydılar. Bu durum demokratik anlayış açısından bir sakınca oluşturmakla birlikte, Temsilciler Meclisi'nin CHP eğilimli bir kentli-aydın üstünlüğüne sahne olmasına da olanak vermiştir. Mecliste CHP dışında temsil edilen öteki parti ise Osman Bölükbaşı liderliğindeki Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'ydi.
Kurucu Meclis'te anayasanın hazırlanması nasıl gerçekleşmiştir?
Temsil eksikliğinin anayasa bakımından ortaya çıkarabileceği sakıncayı önlemek için, Kurucu Meclisin kabul edeceği anayasa metninin bir de halkoyuna sunulması düşünülmüştü. Anayasanın belli bir tarihe kadar tamamlanamaması ya da halkoyunda reddedilmesi halinde ise, bu kez genel seçimle oluşacak bir Temsilciler Meclisi'nin göreve çağrılması öngörülmekteydi. 9 Ocak 1961 günü seçilen Temsilciler Meclisi Anayasa Komisyonunun hazırladığı tasarı üzerindeki görüşmeler yeni anayasanın 27 Mayıs 1961 günü Kurucu Meclisce
kabul edilmesi ile tamamlandı. Tasarının Temsilciler Meclisindeki görüşmelerinde hayli gergin tartışmalar yaşandı.
Aşağı yukarı aynı görüşleri paylaştığı düşünülen bu meclisin üyeleri arasında, ekonomik ve sosyal konularda önemli görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Özellikle çiftçinin topraklandırılması ve ormanların devletleştirilmesi gibi amaçlarla özel mülkiyetin sınırlanması konusu ateşli tartışmalara konu oldu. Bir başka deyişle, 1960 sonrası Türkiye’sinde görülen "sol-sağ kutulaşması"nın, yani toplum yapısını değiştirmek isteyenlerle istemeyenlerin birbirlerinden ayrılmaya yönelmelerinin ilk ipuçları Temsilciler Meclisi'nde yaşandı. İki meclis, anayasa mahkemesi, yargı bağımsızlığı gibi kurumsal çözümlerde ise görüşler birbirine çok daha yakındı. Anayasa çalışmaları sırasında Kurucu Meclisin iki kanadı arasında önemli sayılacak görüş ayrılıkları da ortaya çıkmadı. Bir başka deyişle, bir askeri müdahale sonucu yapılmış olmasına karşın, 1961 anayasasına damgasını vuran "sivil" güçler olmakta, Kurucu Meclisin "askeri" kanadının da bu güçlerden farklı bir çizgide bulunmadığı gözlemlenmektedir. 9 Temmuz 1961 günü halkoylamasına sunulan yeni anayasa oylamaya katılanların %61.5'i tarafından kabul edilerek yürürlüğe girmiştir. Anayasa aleyhine kullanılan oyların tahmin edilenden yüksek olmasının başlıca nedeni, bu oylamanın bir "plebisit" niteliği taşıması, yani verilen oyların anayasanın metnini beğenip beğenmemekten çok, DP'nin askeri bir harekat ile düşürülmesinin ve MBK yönetiminin benimsenip benimsenmemesine bağlı olarak kullanılmasıydı.
3. 1961 Anayasasının Getirdikleri
Bir bütün olarak bakıldığında, 1961 anayasasının iki temel amacı bağdaştırmaya çalıştığı söylenebilir. Bu amaçlardan bir tanesi, 1960 öncesi yaşanmış olan demokrasi ve özgürlük sorunlarının ayrıntılı düzenlemelerle aşılması, diğeri ise ekonomik ve toplumsal gelişmenin sağlanmasıdır.
Yeni Anayasa kişi hak ve özgürlüklerine ne gibi yenilikler getirmiştir?
Anayasanın demokrasi ve özgürlük sorunları konusunda getirdiği çözümlerin başında, birey-toplum/devlet ilişkilerinde insanı/bireyi yüce değer saymak ve onun hak ve özgürlüklerini devlete ve topluma karşı anayasal önlemlerle güvenceye kavuşturma çabası gelmektedir. Anayasanın "hukuk devleti" ilkesine, yargı denetimine
ve yargıya/yargıçlara büyük önem vermesi ve bu alanda ayrıntılı hükümler getirmesi bu amacı gerçekleştirmeye yöneliktir. İki meclisli sisteme geçilmesi, Anayasa Mahkemesinin kurulması ve özerk kuruluşların öngörülmesi de yine aynı bağlamda ele alınabilir.
Yeni Anayasaya göre, devlet, ekonomike ve toplumsal gelişme konusunda neler yapabilecekti?
1961 Anayasasının ekonomik ve toplumsal gelişme/kalkınma ile ilgili yaklaşımı ise, devlete "...kişinin temel hak ve hürriyetlerini fert huzuru, sosyal adalet ve hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasi, iktisadi ve sosyal bütün engelleri" kaldırmak ve "insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları" hazırlamak görevi veren 10. maddede kendini göstermekteydi. Bu çerçevede devletin nitelikleri arasında yer alan "sosyal devlet" ilkesi ve "sosyal adalet" kavramı önem kazanmaktaydı. Gelişmekte olan ülkelerde sosyal devletin öncelikle paylaşılacak toplumsal zenginliğin arttırılmasını gerekli kıldığı göz önünde tutulunca, 1961 Anayasasının Türkiye için öngördüğü "proje"nin, kalkınmanın bedelini belli toplumsal kesimlere yüklemeyen, insan haklarına dayalı "Batı tipi" bir çoğulcu demokrasi projesi olduğunu söylemek mümkün olacaktır. Bir başka deyişle, yeni anayasa kalkınma, demokrasi ve sosyal adaleti birlikte gerçekleştirmeyi hedefleyen "zor" bir denemeyi temsil ediyordu. Böyle zor bir deneme olmasına karşın, 1961 sistemi ile 1977-78 yıllarına kadar ekonomik büyüme ve toplumsal refah ile siyasal demokrasi bir ölçüde birlikte götürülebilmiştir. Fakat bu yıllarda keskinleşen dünya ekonomik bunalımının da etkisiyle, 1961 Anayasası, katılmacı-özgürlükçü ve toplumsal yönleriyle bazı çevreler için "tedirginlik" yaratıcı bir konuma gelmeye başlamış, "kalkınma-refah-demokrasi" üçgeninde giderek artan "sıkışma" ülkeyi bir askeri darbeye doğru sürüklemiştir.
4. 1961 Seçimleri ve Anayasal Rejime Geçiş
1961 seçimlerinin sonuçları ne olmuştur?
27 Mayıs rejiminden 1961 sistemine geçiş kolay olmamıştır. 15 Ekim 1961 seçimlerinden sonra TBMM'nin 25 Ekim'de toplanmasıyla birlikte Kurucu Meclisin -ve tabii MBK'nın- hukuki varlıkları sona ermekle birlikte, ordunun "geçiş" aşamasındaki rolü hissedilir olmaya devam etmiştir. Seçimleri kazanması beklenen CHP 450 üyeli Millet Meclisinde ancak 173 milletvekili (%36.7 oy) sokabilmişti. Seçimlerde bu partiye karşı cephe tutmuş partiler ise çok daha fazla milletvekili çıkarmış durumdaydılar. Özellikle "DP'nin devamı" olma yarışında açık farkla birinci gelen (158 milletvekili) ve anayasaya karşı "hayır" kampanyası yürütmüş olan ve "intikamcı" bir izlenim veren Adalet Partisi'nin 156 üyelik kazanmış olması ordu içinde tedirginlik yaratmaktaydı. Bu nedenle seçimlerle TBMM'nin toplanmasına kadar geçen süre yeni bir askeri harekatın açıkça konuşulduğu bir dönem olmaktadır. Nihayet, AP'nin cumhurbaşkanlığı için aday göstermekten vazgeçmesi, eski MBK başkanı Cemal Gürsel'in cumhurbaşkanı seçilmesi ve CHP Genel Başkanı İnönü başkanlığında bir CHP-AP koalisyon hükümetinin kurulmasıyla bu sorunlar aşılabilmiş ve anayasanın öngördüğü düzene geçilmiştir.
Türk siyasi hayatı 1965 yılına kadar nasıl biri gelişme göstermiştir?
1 Haziran 1962 tarihine kadar görevde kalan Türkiye Cumhuriyetinin bu ilk koalisyon hükümetinin en büyük başarısı bir askeri darbe girişimi atlatılabilmiş olmasıdır. AP'nin hükümetten çekilmesiyle yıkılan bu hükümetin yerine yine İnönü başkanlığında bir CHP-YTP-CKMP hükümeti kurulmaktadır. Bir askeri darbe girişiminin
daha boşa çıkarılmasından sonra dağılan bu hükümetin yerini bu kez CHP ile TBMM'deki bağımsızlardan oluşan 3. İnönü koalisyonu hükümeti almıştır. Bu dönem içinde yapılan yerel ve Cumhuriyet Senatosu kısmî seçimlerinde, AP oylarında büyük bir artış da görülmektedir. Bundan güç alan AP eski liderinin ölümü üzerine genel başkanlığa seçilen Süleyman Demirel'in liderliğinde hükümeti düşürme çabalarını hızlandırdı. Nihayet 1965 yılının Şubat ayında bütçesi reddedilen 3. İnönü hükümetinin istifası sonucu, bir bağımsızın başkanlığında, CHP dışındaki tüm partilerin katıldığı yeni bir hükümet oluşturuldu. Demirel'in de başbakan yardımcısı olarak görev aldığı bu hükümetin kurulması ile birlikte, sivil yönetime geçiş sürecinin tamamlandığı söylenebilir.
5. 1965 Seçimleri ve Tek Başına AP İktidarı
1965-1971
1965 seçimleri AP'nin büyük bir başarı sağlayarak %53 oy ile Millet Meclisinde salt çoğunluğu (240 üyelik) sağlaması ile sonuçlandı. CHP'nin büyük oy düşüşü yaşadığı (134 üyelik) bu seçimlerde, tüm oyların değerlendirilmesine imkan veren seçim sistemi sayesinde %2.2 ile %6 arasında oy alan 4 küçük parti de parlamentoda temsil hakkı kazanabildi.
Adalet Partisi'nin iktidarı döneminde yaşanan gelişmeler nelerdir?
AP iktidarının 1965-69 dönemi, dünyadaki ekonomik konjonktürün de yardımı ile, düşük enflasyon koşullarında düzenli ve hızlı bir büyümenin sağlandığı yıllar olmuştur. Dış ülkelerdeki Türk işçilerinin gönderdiği dövizlerle desteklenen ve popülist bölüşüm politikalarının izlenmesine olanak veren bu dönem, tıpkı Menderes'in ilk yılları gibi, bir "bolluk" dönemi olarak görülmüştür. Dayanıklı tüketim malları üretiminin artışı, tarım ürünleri destekleme fiyatlarının yüksek tutuluşu ve montaj biçiminde de başlasa "ithal ikamesi" yöntemine dayalı sanayileşme politikası, özellikle kırsal alanlarda Adalet Partisine, yıllarca sürecek bir seçmen desteğinin oluşmasında etkili olmuştur.
1969 seçimlerinin siyasi sonuçları ne olmuştur?
1969 seçimlerine, AP dışındaki tüm partiler güçsüz olarak girdiler. Kendi içinde bölünmeler yaşayan CHP ve TİP, bir de "Alevi" seçmen oylarına talip olan Birlik Partisi rekabeti ile karşı karşıya kaldı. "Parlamento dışı" muhalefet yaygınlaşmış, parlamento içi siyasal etkinlikleri küçümseyen radikal gruplar güç kazanmışlardı. 1969 seçimleri bu grupların "seçimli" sisteme yönelik güvensizliklerini arttırıcı sonuçlar verdi. Seçim sisteminin değiştirilmesinden yararlanan AP, 1965 seçimlerine kıyasla 6 puan yitirmesine karşın, TBMM'deki salt çoğunluğunu arttırarak (256 üyelik) iktidarını korumayı başardı. CHP bir puanlık kaybına karşın 143 üyelik kazanmıştı. Seçimlerde parlamentoya giren üç bağımsız üye içinde, AP adaylığı veto edilmiş olan ve 1970 yılında Milli Nizam Partisini kurarak genel başkanlığına gelecek olan Necmettin Erbakan da yer almaktaydı.
Adalet Partisi'nin 1969 seçimlerinden sonra izlediği politikanın özellikleri nelerdir?
Seçimlerde büyük başarı sağlamış olmasına karşın, AP içinde, Demirel'in genel başkan seçildiği 1964 Kongresinden beri süren çatışma da sertleşmekte ve sayısı 40'ı aşan AP milletvekilinin Demirel hükümetinin 1970 bütçesine red oyu vermesi ile doruğa ulaşmaktadır. Sanayicilerle Anadolu tüccarı ve esnafı arasında Adalet Partisi içinde sağlanmış olan çıkar uzlaşmasının, hiç değilse geçici olarak, çöküşü olarak yorumlanabilecek olan bu kopuş, hükümetin istifasına yol açmaktadır. AP'den ayrılan milletvekilleri Demokratik Parti adlı yeni bir partide toplanmaktadırlar. Ne var ki, bir koalisyon hükümeti kurmak ya da seçimlerin yenilenmesini isteme gibi
çözümleri bir yana bırakan Demirel, parlamentodaki küçük partilerden yaptığı milletvekil "transferleri" ile, zayıf bir çoğunluğa da dayansa, kendi başkanlığında yeni bir AP hükümeti kurmayı başarabilmektedir. Ancak, gerek bu hükümetin kuruluş biçimi, gerek parlamento dışında gelişen radikal işçi ve gençlik hareketleri, gerekse de ordu içindeki müdahaleci eğilimler, yeni hükümetin olayların peşinden sürüklenen güçsüz ve prestijsiz bir hükümet olmasına yol açmaktadır. 1970 yılının Ağustos ayında Türk lirasının değerini dolar karşısında 9 liradan 15 liraya düşüren devalüasyon kararı da, ekonomik bakımdan yanlış olmasa bile, hükümetin desteğini arttırıcı bir karar sayılamazdı.
6. Sol'da İlk Adımlar
27 Mayıs 1960'dan ve özellikle de 1961 anayasasının kabulünden sonra sol düşünce üzerindeki baskılar hafiflemişti. Bu durum soğuk savaş yıllarında ağır baskı altında tutulmuş olan solun yayın, dernekleşme ve partileşme bakımlarından hızlı bir gelişim göstermesine olanak verdi.
Yön Hareketi'nin genel özellikleri nelerdir?
1960 sonrası Türkiye'de sol hareket birden fazla çizgi üzerinde gelişti. Bunlardan bir tanesi 1962 yılında yayınlanmaya başlanan "Yön" dergisi etrafında oluştu. Yayın hayatına 1000'i aşkın kişinin imzaladığı bir bildiri ile başlayan Yön dergisi, Türkiye'nin ekonomik ve toplumsal sorunlarının aşılması için köklü reformlar yapılmasını ve "kapitalist olmayan" bir kalkınma modelinin seçilmesini savunuyordu. Bu amaçlara toplumun ara tabakalarına dayanılarak ulaşılabileceğini belirten "Yöncüler", "zinde güçler" olarak nitelendirdikleri gençlik ve orduyu ilerici hamlelere öncülük edebilecek başlıca toplumsal güç olarak görmekteydiler. Yön dergisini 1967 yılının ortalarına kadar çıkaran Doğan Avcıoğlu'nun başını çektiği grup, daha sonra "Devrim" adlı bir dergi çıkaracak ve 12 Mart 1971 müdahalesine kadar ordu içindeki reformcu/devrimci gruplarla dirsek temasını sürdürecektir.
Sosyalist Kültür Derneği'nin temel amacı nedir?
Yön dergisinin çıkışından bir yıl sonra bir grup aydın tarafından kurulan Sosyalist Kültür Derneği de Cumhuriyetin ilk yıllarındaki devrimci atılımları yücelten bir anlayışa dayanmaktaydı. Yöncülerin de içinde yer aldığı kurucuları içinde yetkin bilim adamlarının büyük yer tuttuğu bu dernek, kuruluş amacını "Türkiyenin meselelerini sosyalist bir dünya görüşünden incelemek...tartışmak...ve bu çalışmaların sonuçlarını yaymak" olarak açıklamaktaydı. Dernek sosyalizmi azgelişmiş ülkelerin sosyal adalet içinde hızlı kalkınmalarını sağlayacak tek yöntem saymakta ve Türkiye'yi ileri bir uygarlık düzeyine ulaştırmayı amaçlayan Ulusal Kurtuluş Savaş'ının doğal bir uzantısı olarak görmekteydi. Marksizmden etkilenmiş olmakla birlikte, 1930'lu yılların "Kadro" hareketi gibi köklerini Atatürk devrimciliği ile kapitalizme alternatif bir devletçilik ve halkçılık anlayışında bulan bu çizginin dışında "klasik" marksist anlayışı ise 1961 yılında kurulmuş olan Türkiye İşçi Partisi temsil etmekteydi.
Türkiye İşçi Partisi'nin güç kazanması ve etkinliğini yitirmesi nasıl gerçekleşmiştir?
12 sendikacı tarafından kurulan TİP başlangıçta önemli bir gelişme sağlayamamıştı. Parti ancak 1962 yılında Mehmet Ali Aybar'ın genel başkanlığa getirilmesi ve yeni bir parti tüzüğü ve programının kabulü sonrasında canlılık kazanmıştır. Böylece işçi sınıfının partisi olma iddiasını üstlenen ve "insanın insan tarafından sömürülmesi sistemine" son vermeyi amaçlayan TİP, sosyalizmi hedefleyen bir parti kimliğine kavuşmaktadır. Parti halk oyu ile iktidara gelmeyi öngörmektedir. İlk defa 1963 belediye seçimlerine katılan TİP, aydınlar arasında olduğu kadar, sendikacılar ve işçiler arasında da destek bulmuştur. 1965 seçimlerine 52 ilde katılan parti %3 oy almış ve TBMM'ye 15 üye sokmuştur. Böylece Cunhuriyet tarihinde ilk kez TBMM'de sosyalist bir parti ve sosyalist milletvekilleri yer almış olmaktadır. Parti az sayıdaki üyesine karşın, TBMM ve kamuoyunda gündemi belirleme bakımından önemli bir rol oynamıştır. 1967 yılında TİP kurucusu olan sendikacıların Türk-İş'ten ayrılarak Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonunu kurmaları ile birlikte partinin işçi hareketi içindeki etkisinin kurumlaştığı da görülmektedir.
DİSK kısa zamanda büyük gelişme gösterecek ve Türk-İş'e rakip olabilecek ve mücadeleci bir sendika kimliği kazanacaktır. Ne var ki aynı süreç içinde TİP içinde hiç eksilmemiş olan görüş ayrılıkları da keskinleşmekte
ve parti özellikle SSCB'nin Çekoslovakya müdahalesinden sonra sert iç çatışmalara sahne olmaktadır. 1968-69 yıllarında güç ve yaygınlık kazanan sol gençlik hareketi içindeki nüfuzunu da yitiren TİP, 1966 ara seçimlerinin aksine, 1969 genel seçimlerinde yalnızca iki milletvekilliği kazanabilmiştir. Bunda iç çelişkilerin yanısıra seçim sisteminin değiştirilmiş olmasının da etkisi vardı. TİP 12 Mart döneminde siyasi partiler yasasına aykırılık nedeniyle Anayasa Mahkemesince kapatılmış, yöneticileri de sıkıyönetim mahkemeleri tarafndan ağır hapis cezalarına mahkum edilmiştir. 12 Mart döneminin sona ermesinden sonra bir grup yönetici tarafından yeniden kurulan TİP, bundan sonraki yıllarda kayda değer bir güç oluşturamamıştır.
7. CHP'de Yenilenme: "Ortanın Solu" Hareketi
CHP'nin yeni bir siyasal kimlik üretmesinin nedeni nedir?
1960'lı yılların başında Türk siyasal yaşamında toplumsal ve ekonomik sorunların giderek gündeme egemen olması ve sosyalist düşüncenin özellikle aydınlar arasın- da giderek yaygınlık kazanması CHP'de yeni bir kimlik arayışına yol açmıştır. 1965 seçimleri öncesinde bizzat İnönü, devletçi bir parti olduğundan hareketle, CHP'nin siyasal yelpazedeki yerinin "ortanın solu" olduğunu ilan etmiştir. Ne var ki, seçime bu yeni yaklaşımla giren CHP, özellikle AP tarafından kullanılan "ortanın solu, Moskova'nın yolu" sloganının da etkisiyle, 1965 seçimlerine oranla 10 puandan fazla oy kaybederek büyük bir yenilgiye uğramıştır.
CHP'nin "ortanın solu" politikasını izlemesinin sonuçları ne olmuştur?
Seçim yenilgisi, parti içinde "ortanın solu" çizgisine yönelik farklı bakış açıları arasında çatışmaya yol açmaktadır. Bu yaklaşımı, "taktik" bir silah ve partinin sola kaçabilecek oylarını muhafaza etmek için bir araç olarak gören grup, uğranılan yenilgiye neden olarak gördükleri "ortanın solu" çizgisinden vazgeçilmesi gerektiğini savunmaktadırlar.
Bülent Ecevit'in liderliğini yaptığı diğer grup ise, "halk ile bütünleşmeyi" mümkün kılacağına inandıkları bu yaklaşımı bir tür sosyal demokrat siyaset çizgiye dönüştürmeyi amaçlamaktaydılar. İnönü'nün de desteği ile Ecevit'in 1966'da CHP Genel Sekreterliğine seçilmesi çatışmayıkeskinleştirmekte ve "merkezde" kalmayı savunmaları nedeniyle giderek "göbekçi" diye adlandırılan grubun bir bölümü, Turhan Feyzioğlu öncülüğünde 47 milletvekili ile birlikte partiyi terketmektedir. 1960 öncesinin pek çok ünlü politikacısını içeren bu grup, Güven Partisi adıyla yeni bir parti örgütlenmesine yönelmektedir. Böylece CHP'ye ağırlığını koyan "ortanın solu" ekibi, 1972 yılında Bülent Ecevit'in genel başkan seçilmesiyle birlikte CHP'ye tümüyle egemen olacaktır.

8. Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisinden (CKMP)
Milliyetçi Hareket Partisine (MHP)
Osman Bölükbaşı ve arkadaşlarının 1962 yılında ayrılıp Millet Partisini kurması ile küçülen parti, MBK'dan tasfiye edilen "14'ler"in lideri Alpaslan Türkeş ve arkadaşlarının partiye katılması ile birlikte, yeni bir canlılık kazanmaktadır. Partide müfettişlik görevi verilen Türkeş, doğrudan ilişkiye girdiği parti örgütlerini yanına çekmeyi başarmakta ve kısa sürede genel başkanlığı eline geçirmektedir. Eski parti kadrosunun önemli bir bölümünün terkettiği ve 1965 seçimlerinde oyların %2.2'sini alarak 11 üyelik kazanan CKMP, genel başkanın "dokuz ışık" adı verilen ve "ülkücülük" ile özetlenen yaklaşımına uygun olarak yenilenmektedir. Nihayet 1969 kurultayında Milliyetçi Hareket Partisi adını alan parti, sağ yelpazenin en ucunda yer tutan, militan özellikleri ağır basan bir lider/başbuğ partisi kimliğine bürünmektedir.
9. İşçi ve Öğrenci Hareketleri
Türkiye'de 1961 Anayasası ile açılan "çoğulcu demokrasi" döneminin önemli bir özelliği de siyasal hayatın çeşitlenmesi olmuştur. Basın-yayın, dernek, toplantı ve gösteri, sendika ve siyasal parti etkinlikleri büyük bir gelişme göstermiştir. Bu ortam içinde iki dinamik güç siyasal yaşamda önem kazanmıştır: 27 Mayıs öncesi DP
iktidarına karşı mücadele deneyimine de sahip olan üniversite gençliği ve sendikal haklarını elde etmek ve korumak için etkili bir baskı grubu oluşturan işçiler.
Öğrenci Hareketlerinin siyasal rejimi nasıl etkilediğini tartışınız.
Gençlik hareketlerinin sürükleyici gücü 1965 yılında sol görüşlü öğrenciler tarafından kurulan Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) olmuştur. Önceleri sosyalist TİP'e yakın bir çizgide bulunan FKF, 1967 yılında Milli Demokratik Devrim stratejisini savunanların denetimine girdi. Henüz feodal ilişkilerini kıramamış ve emperyalizmin etkisi altındaki bir ülkede devrimci sürecin ilk aşamasının, tüm "milli güçler"in birlikteliği ile "tam demokratik ve gerçekten bağımsız" bir Türkiye yaratmak olduğunu savunan bu görüş, üniversite gençliği arasında büyük destek buldu. 1969 yılında örgütün Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu (Dev-Genç) olarak değiştirildi. Önce FKF ve sonra Dev-Genç, 1968 yılından başlayarak pek çok kitlesel öğrenci hareketine öncülük ettiği gibi, işçi ve köylü eylemlerine destek sağlamayı da kendi görevi içinde gördü. Böylece adeta "parlamento dışı" bir muhalefet odağı haline gelen Dev-Genç hükümet başta gelmek üzere, tüm sistem içi siyasal güçlerde "tedirginlik" yarattı. Dev-Genç'e karşı örgütlenen "ülkücü"lerin de ortaya çıkması ile birlikte, öğrenci hareketleri "öğrenci çatışmaları"na dönüşmeye başladı. 1970 yılının sonlarına gelindiğinde, Dev-Genç içindeki bazı gruplar silahlı eylem yapmak üzere örgütlenme çabası içine girdiler. Böylece 12 Mart askeri müdahalesine giden süreç içinde, kitlesel gençlik hareketi, yerini silahlı küçük eylem grupları ile devlet gücü arasındaki bir mücadeleye bıraktı. İşçi hareketi ise, bu dönemde, Türk-İş'e alternatif olarak 1967 yılında kurulmuş olan Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu aracılığıyla etkili oldu. Türk-İş'in kamu işyerlerinde örgütlü olmasına karşın, DİSK İstanbul başta gelmek üzere özel sektöre ait büyük sanayi kuruluşlarında güç kazandı. Örgütlenme süreci içinde pek çok mücadeleye önderlik eden DİSK Türkiye tarihinin en büyük işçi eylemi olan 15-16 Haziran olaylarına da damgasını vurdu. DİSK'i hedef alan bir yasa değişikliğine karşı İstanbul ve Kocaeli'nde çok sayıda fabrika işçisinin katılımı ile gelişen olaylarda üç kişi de yaşamını yitirdi. İstanbul, Kocaeli, Sakarya ve Zonguldak illerinde sıkıyönetim ilanına neden olan 15-16 Haziran olayları ordunun 12 Mart'ta siyasal yaşama "müdahil" olmasının gerekçelerinden birini oluşturacaktır.
Özet
Türkiye'de 27 Mayıs 1960'da ordunun yönetime el koymasıyla yeni bir dönem başlamıştır. Bu tarihten sonra, ordu adına hareket eden Milli Birlik Komitesi, bir yandan ülkeyi yeniden seçimlere götürme ve yeni bir anayasanın oluşturulmasıyla uğraşırken, diğer yandan ise siyasi tıkanıklığa neden olarak gösterilen Demokrat Parti yöneticilerinin yargılanmasını sağlamıştır. Milli Birlik Komitesi ve Temsilciler Meclisi'nden oluşan Kurucu Meclis, yeni anayasayı yapmıştır. 9 Temmuz 1961 tarihinde yapılan halkoylaması sonucu kabul edilen bu anayasa;
Türk toplumuna yeni siyasal, sosyal ve ekonomik haklar getirmiştir. Özgürlükçü bir siyasal yapının oluşumunu sağlamıştır. Bu nedenle, toplumun değişik kesimleri örgütlenmişler ve hükümetten çeşitli taleplerde bulunmuşlardır. Ancak, buna paralel olarak tolumda farklı siyasal kamplar da oluşmuştur. Sol düşüncenin çeşitli öğrenci ve işçi hareketleriyle kendisini ifade etmesinden sonra, kendilerini "ülkücü" olarak adlandıran başka bir grup da ortaya çıkmıştır. Bu "an" dan itibaren iki grup arasında zaman zaman çatışmalar meydana gelmiştir.

Bunalımlı Yıllar (1971 - 1980)

1. 12 Mart Dönemi: 1971-1973
1970 yılı içinde siyasal istikrarsızlık biçiminde ortaya çıkan ve toplumsal olaylar ve şiddet eylemleri ile bunalım niteliği kazanan siyasal ortam, yıllardır sözü edilen askeri müdahale beklentilerinin güçlenmesine yol açmıştı. 1971 yılına girildiğinde bu beklentiler iki ayrı biçimde kendini göstermekteydi. "İlerici" denilen bazı aydınlar ve gençlik gruplarınca desteklenen bir eğilim, ülke sorunlarının "kestirme" bir yoldan çözümünü "zinde güçler" tarafından yürütülecek radikal ve ekonomik ve toplumsal reform/devrim programının uygulanmasında görmekteydiler. Dış politikada ABD ile ilişkilere kuşku ile yaklaşan ve ordu içinde belli bir desteğe sahip olan bu eğilimin oluşumunda Doğan Avcıoğlu'nun "Türkiye'nin Düzeni" adlı çalışmasının önemli payı olduğu söylenebilmekteydi. Öte yandan, ülkede giderek yaygınlık kazanan işçi ve gençlik hareketlerini kendileri açısından tehlikeli bulan büyük sanayici ve tüccar çevreler ise, bu gelişmeleri engelleyecek ve krize girmiş olan ekonomiyi baskıcı yöntemlerle yeniden rayına oturtabilecek bir iktidarın özlemi içindeydi.
"Devrimci" grubun içinde görülen Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ve Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur'un, Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç'a yaklaşmaları sonucu bu grubun 8-9 Mart gecesi yapmayı düşündüğü müdahale engellenmiş, bunun yerine üç gün sonra bu kez "emir-komuta zinciri" içinde 12 Mart darbesi gerçekleştirilmiştir.
12 Mart 1971 günü öğle haberleri sırasında radyodan okunan ve Genelkurmay Başkanı ile kuvvet komutanları tarafından imzalanan bir "muhtıra" ile Türkiye yeni bir dönemi girmiştir.

12 Mart Muhtırası'nın üzerinde durduğu konular nelerdir?
12 Mart Muhtırası parlamento ve hükümetin ülkeyi toplumsal ve ekonomik huzursuzluk içine soktuğunu, Anayasanın öngördüğü reformların gerçekleştirilmediğini ve Türkiye'nin geleceğinin ağır bir tehlike içine düşürüldüğünü söylemektedir. Bu durumda TBMM'nin partiler üstü bir anlayışla ve Atatürkçü bir görüşle gerekli reformları gerçekleştirilmesini zorunlu gören Muhtıra, yeni bir hükümetin oluşturulmasını da gerekli görmektedir. Bu hususların gerçekleştirilmemesi halinde TSK'nın idareyi doğrudan doğruya eline alacağını belirten muhtıracılar, bunu kanunların TSK'ya vermiş olduğu "Türkiye Cumhuriyetini korumak ve kollamak" görevinin yerine getirilmesine bağlamaktadırlar.
Siyasal partilerin muhtıraya tepkisi ne olmuştur?
Muhtıranın verilmesinden sonra Başbakan Demirel istifa etmiştir. Alelacele CHP'den istifa eden Nihat Erim, Cumhurbaşkanı tarafından başbakanlığa atanmıştır. Baskı altında bulunan ve Muhtıranın 'idareye doğrudan el koyma" yaptırımından çekinen AP-CHP yeni hükümete bakan vermeyi ve desteklemeyi kabul etmişlerdir.
Bazı "ilerici" çevrelerce de başlangıçta desteklenen 12 Mart Muhtırasına ve yeni hükümetin kuruluş biçimine, TİP dışında, CHP Genel Sekreteri Ecevit'te karşı çıkmış ve partisinin Erim hükümetine katılmasını protesto niteliğinde olmak üzere CHP genel sekreterliğinden istifa etmiştir. Bu olay İnönü ile Ecevit arasındaki ilişkilerin, bir daha düzelmemek üzere, bozulmasının başlangıcını oluşturacaktır.
26 Mart günü onaylanan ve 2 Nisan günü güven oyu alan Erim kabinesinde AP ve CHP'lilerin dışında TBMM üyesi olmayan 15 teknokrat kimlikli üye de yer almaktaydı. Başbakan tarafından "beyin takımı" olarak adlandırılan bi kişiler, hükümetin "reformucu" kanadını temsil ediyordu. Erim Hükümetinin programı bir yandan ülkede "huzur ve güveni" sağlamayı vaadediyor, te yandan toprak reformu başta olmak üzere atılacak adımlarla Anayasanın öngördüğü reformların gerçekleştirilmesini öngörüyordu. Ne var ki uygulama böyle olmadı.
1.1. Sıkıyönetim İlanı
Erim hükümetin kurulması ülkede "huzurun" sağlanması için yeterli olmadı. Üniversite öğrencisi ağırlıklı bazı sol grupların oluşturdukları ve silahlı mücadeleyi öngören örgütlenmeler etkinliklerini arttırdılar. Bunun üzerine, 26 Nisan 1971 günü Hükümet ülkenin önemli bir kesiminde sıkıyönetim ilan etti. Bu karar TBMM tarafından
da onaylandı.
12 Mart döneminde siyasal gelişmeler nasıl gerçekleşmiştir?
Esas itibariyle, ordu içindeki mücadelenin "ordu hiyerarşisi" lehine sonuçlanmasının bir ürünü olarak ortaya çıkmış olan 12 Mart Muhtırası ile başlayan süreç sol çevrelere ve işçi hareketine yönelik baskılar biçiminde kendini göstermiş, "reform" yapma iddiaları hızla arka plana düşmüş, 1971 yılının Aralık ayında "beyin takımı"nda yer alan 11 bakanın istifası ile de tamamen terkedilmiştir. Yine aynı süreç içinde "sivil" hükümetin hareket alanı ve etkisi tamamen ortadan kalkmış, siyasal güç tümüyle ordunun üst kademelerinin eline geçmiştir.
Sol'a yakınlıklarıyla bilinen aydınlar, 12 Mart'tan nasıl etkilenmişlerdir?
Sıkıyönetim ilanı ile başlatılan "gözaltı" dalgası, İsrail'in İstanbul başkonsolosunun kaçırılması sonrasında tam bir furya haline dönüşmüş, "sol" görüşlü olduğu düşünülen pek çok öğretim üyesi, aydın, öğretmen ve yazar gözaltına alınmıştır. Sıkıyönetim kısa süre içinde pek de ciddi olmayan silahlı mücadele gruplarını denetim
altına almış ve büyük kapsamlı yargılamalar başlatılmışdır. Ancak yargılamalar bu kesimle sınırlı kalmamış, DİSK ve Türkiye Öğretmenler Sendikası gibi kitle örgütleri ile çok sayıda dernek yöneticisi de "gizli örgüt kurma" ya da bu örgütlere destek olma iddiasıyla tutuklanarak cezaevlerine konulmuştur. Bu dönemde, Türkiye İşçi Partisi ve Milli Nizam Partisi de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmış, TİP yöneticileri ağır hapis cezalarına mahkum edilmiştir.
1.2. Anayasa Değişikleri
Anayasada değişiklik yapılmasının temel nedeni nedir?
12 Mart Müdahalesinin ilk evrelerinde "anayasanın öngördüğü reformların" gerçekleştirilmemiş olmasının bir eleştiri konusu olmasına karşın, kısa bir süre sonra muhtıracıların ülkedeki bunalımın asıl "suçlu"sunu "1961 Anayasası" olarak görmekte oldukları açıklık kazandı. Başbakan Erim tarafından 1961 Anayasasının Türkiye
için "lüks" olduğu biçiminde dile getirilen bu görüşün temelinde, zamanın Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç tarafından ileri sürülen, "sosyal gelişmenin ekonomik gelişmenin önüne geçtiği", yani toplumsal grupların demokratik siyaset yoluyla kendi çıkarlarını gerçekleştirme mücadelelerinin siyasal düzen bakımından
bir tehdit oluşturduğu yolundaki inanç bulunmaktaydı. Böylece, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra, ilk kez olmak üzere, toplumda o döneme kadar aynı toplumsal/ siyasal değerleri savunmuş olan sivil "ilerici" aydınlar ile ordu tarafından temsil edilen eğilimler arasında açık bir farklılık ortaya çıkmış olmaktadır. Bu farklılaşma
daha sonra, 12 Eylül döneminde, kendini bir kez daha açıkça hissettirecektir.
Anayasa'da ne gibi değişiklikler yapılmıştır?
12 Mart döneminde anayasada yapılan değişiklikler ilki 1971, ikincisi 1973 ylıında olmak üzere iki aşamada gerçekleştirildi. Bu değişikliklerle anayasanın yaklaşık dörtte birine ilişilmiş ve11 geçici hüküm getirilmiştir. Değişiklikler öncelikle anayasının haklar ve özgürlükler düzenine yönelik olmuş ve devleti bireylere karşı koruma mantığı çevçevesinde gerçekleştirilmiştir. Haklar ve özgürlükler bakımından anayasa ile getirilen güvenceler zayıflatılmış, dernek ve sendika kurma hakları sınırlanırken,kamu görevlilerinin sendika kurma hakkı kaldırılmıştır. Yürütme alanında özerk kuruluşlar (üniversite ve TRT) iktidarın denetimine sokan nitelikte düzenlemeler yapılmış, yürütmenin güçlendirilmesi amacıyla Bakanlar Kuruluna Kanun Hükmünde Kararname çıkarma yetkisi tanınmıştır. Yargı alanında yapılan değişiklikler ise, çeşitli yargı kuruluşlarının yetkilerini sınırlama ya da yargı bağımsızlığını zayfılatma biçiminde kendini göstermiştir. Kısaca belirtmek gerekirse, bu değişiklikler, genel olarak, Türkiye Cumhuriyeti'nin nitelik ve ilkelerini ileriye dönük yorumlara açık "proje" niteliğinde bir anayasayla gerçekleştirmeye yönelik olmayan bir anlayışa dayanmış ve anayasının, yerleşik
düzeni korumak amacıyla kullanılmasını sağlamayı amaçlamıştır.
1.3. CHP Lider Değiştiriyor
12 Mart CHP'yi nasıl etkilemiştir?
12 Mart Muhtırası CHP içindeki safları belirginleştirmiş, Ecevit'in istifasıyla birlikte bu parti içinde açık bir iktidar mücadelesi başlamıştır. Partinin Genel Merkez yönetimine Ecevit yanlıları egemen olmaya devam ederken, partili milletvekili ve senatörlerin büyük çoğunluğu İnönü'nün yanında yer almıştı. 1972 yılının Mayıs ayında toplanan CHP olağanüstü kurultayında Ecevit yörüngesindeki CHP Parti Meclisi güvenoyu alınca, İnönü 34 yıldır sürdürdüğü genel başkanlıktan istifa etti. Olağanüstü kurultayda genel başkan seçilen Bülent Ecevit, Haziran sonunda toplanan olağan kurultaya da egemen oldu. Kasım ayında CHP hükümetteki bakanlarını geri çekme kararı aldı. Buna tepki gösteren İnönü partisinden ve milletvekilliğinden istifa ederek, eski Cumhurbaşkanı sıfatıyla Cumhuriyet Senatosu üyeliğine geçti. İnönü'nün genel başkanlıktan istifası sonrasında ve Cumhuriyetçi Parti adlı yeni bir parti kurmuşlardır. Bu parti daha sonra, 1967'de CHP'den ayrılanların kurmuş olduğu Güven Partisi ile birleşerek ve Cumhuriyetçi Güven Partisi adını almış ve 1980 darbesine kadar Türk siyasal yaşamında varlığını sürdürmüştür. Onbir bakanın hükümetten ayrılması sonucu başbakanlıktan istifa eden Nihat Erim bir kez daha hükümeti kurmakla görevlendirilmişti. 2. Erim hükümetinin de ömrü beş aydan kısa sürdü. 1972 yılının Nisan ayı sonunda başbakanlığa getirilen SuatHayri Ürgüplü'nün kurduğu kabinenin Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilmemesi üzerine, Erim hükümetinde Milli Savunma Bakanlığını üstlenmiş olan Cumhuriyetçi Güven Partisi üyesi Ferit Melen başbakanlığa getirildi. Melen hükümeti, Kasım ayında CHP'nin hükümetteki bakanlarını çekme kararından sonra da, görevine devam etti. Ancak hükümet böylece "partilerüstü" bir hükümet olmaktan çıkarak bir sağ partiler koalisyonu haline dönüşmüş oldu ve yeni yönetim altındaki CHP de 12 Mart rejiminin uygulamalarının sorumluluğundan sıyrılmış oldu.
2. Cumhurbaşkanlığı Seçimi ve 12 Mart Rejiminin Sonu
Melen hükümeti döneminin en önemli olayı, görev süresi dolan Cevdet Sunay'ın yerine yeni Cumhurbaşkanı seçme işidir.
Yeni Cumhurbaşkanlığı seçimi üzerine yapılan tartışmalar ve bu tartışmaların sonuçları ne olmuştur?
1972 Ağustos ayında Genelkurmay Başkanlığına Org. Gürler'in gelmesi, 1973 ilkbaharındaki Cumhurbaşkanlığı seçiminin parlamento içinde ve dışında bir hesaplaşmaya konu olacağının göstergesiydi. Org. Gürler'in ordu desteğiyle Cumhurbaşkanı adayı olacağı bir sürpriz değildi. Ne var ki, Gürler'in geçmişte ordudaki "radikal"
denen subaylarla işbirliği yapmış olması, kendisini AP açısından kabul edilmez kılmaktaydı. Bu nedenle 1966 yılında Genelkurmay Başkanı Org. Cevdet Sunay'ın devlet başkanı seçilmesinin yolunu açmış olan AP ve bu partinın lideri Demirel'in bu konuda, böyle bir zorlamaya karşı çıkan CHP yönetimiyle bir işbirliğine yönelmesi
şaşırtıcı olmadı. Her iki partiden de "fire" verilmesine karşın, Cumhurbaşkanı tarafından Cumhuriyet Senatosu kontenjan üyeliğine atanarak devlet başkanı adayı olan Gürler, ordunun bir kesiminin TBMM üzerindeki açık baskısına rağmen seçilmek için gerekli oy sayısına yaklaşamadı bile. Gürler'in seçilemeyeceğinin belli olmasından sonra, Cumhurbaşkanı Sunay'ın görev süresinin iki yıl uzatılması yoluyla bunalımdan çıkma taktiği de, bunula ilgili anayasa değişikliğinin reddedilmesi nedeniyle başarısız kaldı. Yeni arayışlar çerçevesinde,
Anayasa Mahkemesi başkanının önce kontenjan senatörü olarak atanması ve sonra Cumhurbaşkanı seçilmesi konusunda AP ve CHP arasında sağlanan uzlaşma da, Sunay'ın atamayı yapmayı kabul etmemesi üzerine, sonuç vermedi. Bunun üzerine AP ve CHP Cumhuriyet Senatosu Kontenjan üyesi emekli Amiral Fahri Korutürk'ün
ismi üzerinde anlaşmaya vardılar. Korutürk 6 Nisan 1971 günü Türkiye'nin altıncı Cumhurbaşanı seçildi.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde iki büyük partinin parlamento dışı baskılara karşı birlikte göstermiş oldukları direnç, 12 Mart döneminden çıkışın ve olağan rejime dönüşün en önemli dönüm noktasını oluşturmuştur.
Yeni Cumhurbaşkanının göreve başlamasından sonra Melen görevden çekildi ve hükümeti kurmakla kontenjan senatörü Naim Talu görevlendirildi. Talu'nun başbakanlığında kurulan AP-CGP koalisyonunun başlıca görevi ülkeyi seçime götürmek olarak görülmektedir.
3. 1973 Seçimleri ve Demokrasiye Dönüş
Seçimlere katılan siyasal partilerin yaptıkları propagandaların niteliği nedir?
Olağan döneme kesin dönüşü simgeleyen 1973 seçimleri büyük ölçüde AP ve CHP arasındaki bir mücadele biçiminde geçti. 1950-60 döneminin Cumhurbaşkanı Cella Bayar, ileri yaşına karşın, Demokratik Partinin kampanyasında aktif rol aldı. İsviçre'deki gönüllü sürgününden dönerek Milli Selamet Partisini kuran Erbakan da
canlı bir seçim kampanyası yürüttü. Ama, kampanya döneminin en başarılı ismi kuşkusuz Bülent Ecevit'ti. Bizzat kendisi tarafından kaleme alınan "Ak Günlere" adlı seçim bildirgesi çerçevesinde kampanya yürüten Ecevit, CHP adına bir "düzen değişikliği" programı savunmaktaydı. Ülkenin sağa kaydırıldığı, halkın siyasetteki
ağırlığının azaldığı, sosyal devletin yıpratıldığı ve özgürlükçü demokrasinin gereklerinden uzaklaşıldığı tesbitlerinden yola çıkan CHP seçim bildirgesi "ne ezilen ne ezen ... insanca hakça bir düzen" sloganına dayanıyordu.
Seçim sonuçları ne olmuştur?
Seçimler, 1950'den sonraki dönemde CHP'nin ilk kez birinci parti olduğu bir sonuç verdi. TBMM'de 185 milletvekilliği kazanan CHP'yi 149 üyelik ile AP izlemekteydi. Demokratik Parti ve Milli Selamet Partisi tahminlerin üzerinde oy alarak sırasıyla 45 ve 48 üyelik kazanmışlardı. AP'nin başarısızlığında, geçmişte bu partiye oy vermiş olan seçmenlerin bir kısmının DP ve MSP'ye kayması yanı sıra, AP'nin 12 Mart döneminde
ilkeli bir tavır sergilemiş olan CHP'den farklı olarak, bu dönemin ekonomik ve sosyal politikalarının "gerçek sahibi" olarak algılanmasının da payı olduğu söylenebilir.
3.1. CHP - MSP Koalisyonu
Seçim sonuçlarının açıklanmasından sonra 100 günü aşan bir süre hükümet bunalımı yaşandı. Bunun nedeni, sağ partilerin, siyasal ve kişisel nedenlerle bir araya gelememeleri idi. AP lideri Demirel "millet bize muhalefet görevi verdi" diyerek böyle bir birlikteliği daha baştan bloke etmişti.
CHP ve MSP'nin hükümet ortaklığının siyasal açıdan en önemli özelliği nedir?
Bu arada yapılan yerel seçimlerde CHP'nin sağladığı büyük başarı, bu parti ile MSP arasındaki temasları hızlandırdı. Nihayet bu iki parti Ecevit'in başkanlığında bir hükümet kurma konusunda anlaştı. Böylece Türkiye'de ilk kez islamcı bir parti iktidar ortağı olmakta ve siyasal meşruiyet kazanmaktaydı. Sekiz aya yakın görev yapan CHP-MSP koalisyonu hükümetin meclise sunduğu genel af yasa tasarısının görüşmelerinde bazı MSP milletvekillerinin öteki sağ partilerle işbirliği yaparak 12 Mart döneminde siyasal suçlardan mahkum olmuş kişilerin af yasasından yararlanmalarını engellemesi nedeniyle sarsıldı. Ancak adı geçen yasanın Anayasa Mahkemesince iptal edilmesi sonucu bu kişilerin de aftan yararlanmaları, hükümetin devamına imkan verdi.
3.2. Kıbrıs Harekatı
15 Temmuz 1974 günü Yunanistan'la birleşmeyi savunan EOKA adlı milliyetçi gizli örgüt Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios'a karşı bir darbe yaparak adada iktidarı ele geçirdi. Yunan askeri cuntası tarafından düzenlendiğine kuşku olmayan bu darbe, Türkiye'de büyük tepki doğurdu. ABD'nin Türkiye'nin adaya bir askeri müdalale yapmasını engellemeye yönelik diplomatik çabalarına karşın, soruna bir çözüm bulunamayacağının belli olması üzerine Türk Ordusu 20 Temmuz'da Kıbrıs'a çıktı. Barış çabalarının sonuç vermemesi üzerine 14 Ağustos'ta ikinci bir askeri harekata girişildi ve adanın yaklaşık %40'ı denetim altına alındı.
Kıbrıs Harekâtı'ndan sonra Bülent Ecevit'in siyasal davranışı ne olmuştur?
Kıbrıs harekatı ülkede büyük bir sevinç yarattığı gibi, Ecevit'in siyasal gücünü de doruğa yükseltti. Bu durumu bir seçim başarısına dönüştürmek isteyen CHP, Hükümet içinde giderek büyüyen "doku uyuşmazlığı"nın da etkisiyle, koalisyonu bozdu.
4. "Milliyetçi Cephe" Kuruluyor
Milliyetçi Cephe Hükümeti hangi partilerin biraraya gelmesiyle kurulmuştur?
CHP'nin ülkeyi erken seçime zorlama stratejisi sonuç vermedi. Güvenoyu alamayan bir "partisiz" hükümet denemesinden sonra, sağ partiler Demirel başkanlığında bir hükümet kurma konusunda anlaştılar. AP, MSP, CGP ve MHP'den oluşan koalisyon, DP'den istifa eden üyelerin de desteğiyle güvenoyu almayı başardı. Hükümetin kuruluşunda ilginç olan nokta, TBMM'de üç üyeye sahip olan MHP'nin 2 bakanlık elde etmiş olmasıydı. Böylece ülkücü diye adlandırılan anlayış, Türk siyasal yaşamında devlet kadroları içinde güç kazanma yolunda, uzunca bir süre devam edecek, yürüyüşüne başlamış olmaktaydı.
"Milliyetçi Cephe" Hükümeti döneminde iç politikada yaşanan gerginliğin boyutları ne olmuştur?
"Milliyetçi Cephe" diye anılan bu hükümet döneminde ülkede çatışmalar hızla tırmanmaya başladı. Daha kısa bir süre önce, Kıbrıs harekatının doğurduğu coşku ile halk arasında yumuşamış olan siyasal ilişkiler hızla sertleşmeye başladı. 1975 kısmî Senato seçimlerinde CHP de sağ grupların saldırıları ile karşılaştı. Buna karşın bu parti oylarını %40'a yükseltti. Bu dönem içinde DİSK'in başını çektiği işçi hareketi de yaygınlık kazandı. 1976 yılında, bu sendikanın önderliğinde 1 Mayıs İşçi Bayramı, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana ilk kez kitlesel olarak barış içinde kutlandı. Ne var ki, 1977 yılı kutlamaları böyle olmadı. Miting sırasında Taksim meydanında toplanan kitleye açılan ateşten kaynaklanan kargaşa sonucu 36 kişi yaşamını yitirdi.
1977 seçimlerinde partilere göre oy dağılımı nasıldır?
Bu olaydan sonra 1977 yılının Haziran ayında erken seçimlere gidildi. Çok gergin bir hava içinde yürütülen seçimlerde CHP %41 oy oranı ile 213 milletvekilliği kazanmasına karşın TBMM'de salt çoğunluk olan 226 sayısının altında kaldı. Oy oranını arttıran AP 189 üyelik, MHP ise 16 üyelik kazanmıştı. Milletvekili sayısı 24'e düşen MSP oy kaybetmiş, DP ise 1 milletvekili ile siyaset sahnesinden silinmişti.
Koalisyon kurma çalışmalarında sonuç alamayan Ecevit, kamuoyunun baskısı ve Cumhurbaşkanı Korutürk'ün onayıyla bir azınlık hükümeti kurma deneyinde bulundu, ama güvenoyu alamadı. Bunun üzerine başbakanlık ile görevlendirilen Demirel bir AP-MSP-MHP hükümeti kurmayı başardı. 2. Milliyetçi Cephe Hükümeti diye adlandırılan bu hükümet döneminde silahlı siyasal saldırılar giderek yaygınlaştı. Devlet içinde ise MHP ve MSP kadrolaşması hız kazandı.
5. Ekonomik Kriz Kapıyı Çalıyor
Türkiye'nin ekonomik bunalıma girmesinin ana nedenleri nelerdir?
1960 yılında yapılan devalüasyon ve arkasından gelen 12 Mart döneminde işçi haklarının askıya alınarak ücretlerin baskı altına alınması, Türkiye'ye gönderilen işçi dövizlerinin artması, ekonomide bir iyileşme sağlamıştı. Dolayısıyla yarı-askeri yönetimden çıkış, aynı zamanda uygun bir ekonomik konjonktüre denk düşermiş gibi görünüyordu. Ne var ki, petrol fiyatlarında görülen ani artış, 1974 yılından başlayarak tüm dünyayı bir ekonomik bunalıma sürükledi. Türkiye'nin bu ekonomik bunalıma tepkisi, çok gerginleşen siyasi rekabetin yol açtığı sürekli bir seçim ekonomisi içinde, bunalımın ülke ekonomisine yansımasını ne olursa olsun ertelemeye çalışmak oldu. Ham petrol fiyatlarının üç misli arttığı bu yıllarda Türkiye ekonomisi karşılaştığı
döviz kıtlığına karşın, kısa vadeli döviz türünden pahalı borçlanma yöntemiyle ekonomik büyümesini sürdürmeye çalıştı. Böylece dünya ekonomik bunalım içinde debelenir ve ulusal ekonomiler küçülme zorunda kalırken, Türkiye bu yapay yöntemlerle 1975 ve 1976 yıllarında %8 dolaylarında büyüdü. Siyasal güçlükleri popülist iktisat politikaları ile geçici bir refah konjonktürü yaratarak aşmaya çalışan hükümetin bu politikasının tıkanması kaçınılmazdı. Nitekim, genel seçimlerin yapıldığı 1977 yılı ertelenmiş ekonomik bunalımın patlak verdiği yıl oldu.
Ekonomik bunalımın sonuçları ne olmuştur?
Döviz kıtlığından kaynaklanan ithalat zorlukları, yemeklik yağdan benzine kadar uzanan mallarda kuyruk ve karaborsa, 1978'de %53, 1979'da %64'e ulaşan enflasyon, büyümenin durması, Türk lirasının değerini dolar karşısında 25 liradan 47 liraya düşürme zorunluluğu bu dönemdeki ekonomik krizin yalnızca bir kaç göstergesidir.
6. CHP-Bağımsızlar Hükümeti ve Askeri Darbeye Giden Yol
2. MC hükümeti uzun ömürlü olmadı. 1978 yılının Aralık ayında 11 AP milletvekili partilerinden istifa ettiler. Bu milletvekillerinin katkısı ile Demirel hükümeti-Cumhuriyet tarihinde ilk kez olarak-gensoru sonucu düşürüldü. Ocak ayı başında Ecevit, bağımsızlar ile CGP ve DP'nin desteği ile güvenoyu alan bir hükümet kurmayı başardı.
AP'den istifa eden 10 bağımsız üyenin de bakan olarak yer aldığı yamalı bohçaya benzeyen 3. Ecevit hükümeti, terör ve ekonomik bunalım kıskacı içinde düşe kalka yoluna devam etmeye çalışmıştır.
Şiddet olaylarının Türkiye'nin siyasal ve toplumsal yapısını nasıl etkilediğini tartışınız.
Beklentilerin aksine, bu hükümet de ülkede giderek yaygınlaşan şiddet olaylarını engellemede başarılı olamadı. 1978 yılı Nisan ayında Malatya Belediye başkanının bombalı bir suikastta öldürülmesi sonrasında bu kentte alevi ve sünni gruplar arasında kitlesel çatışmalar çıktı. Aynı yılın Aralık ayında ise, Kahramanmaraş'ta çok
daha büyük çatışmalar yaşandı. Sağ grupların tahrikler sonucu başlayan çatışmalarda 100'den fazla yurttaş canını kaybetti. Bunun üzerine hükümet bazı illerde sıkıyönetim ilan etti. Ancak ülke genelinde durumda bir düzelme olmadı. Böylece, 1978 yılı içinde daha önceleri silahlı çatışmalar ve suikastlar biçiminde görülen şiddet olayları, kitlesel çatışma niteliği kazanmaya başlamış olud. Nitekim 1980 askeri müdahalesine giden süreç içinde bu tür kitlesel çatışmalar, Sivas ve Çorum'da da yaşanacaktır. Kişilere yönelik suikastlarda da ünlü yazar, öğretim üyesi
sendikacı ve politikacılar hedef seçilmeye başlandı. Özellikle "sol" eğilimli olduğu bilinen yasal örgüt yönetici ve aydınlara karşı iyi düzenlenmiş silahlı saldırılar yoğunlaştı. Bu kişileri öldüren ya da azmettirenlerden pek azı yakalandı, bazısı yurtdışına kaçtı ya da kaçırıldı. Bu durum, devlet içinde yuvalanmış bazı gizli odakların, toplumun demokrasiden umudunu kesmesini sağlayarak bir askeri müdahaleye ortam sağlamak amacıyla silahlı saldırıları tahrik ve teşvik ettiği, dahası bizzat suikastların düzenleyicisi olduğu yolunda görüşlerin haklı olarak ileri sürülmesine de yol açmıştır. Ne var ki, bu iddialar, aradan geçen onca yıl boyunca, henüz, doyurucu
bir biçimde ve resmen araştırılıp cevaplandırılmış değildir. Bireysel ve kitlesel şiddet, milletvekili ara seçimlerinde başarısız olunması üzerine istifa eden Ecevit hükümeti yerine Kasım 1979'da kurulan Demirel azınlık hükümeti döneminde de artarak devam etmiştir. MSP ve MHP tarafından dışardan desteklenen
bu hükümetin yaptığı en önemli iş Uluslararası Para Fonu tarafından önerilen bir istikrar programını 24 Ocak 1980 günü yürürlüğe koymak olmuştur. Türk toplumu için acı bir reçete niteliği taşıyan ve ekonomide liberalleşmeyi öngören bu program, günümüze kadar sürdürülen bir ekonomi politikasının ilk adımı
olarak önemli bir dönüm noktasını oluşturur. Ne var ki, 1980 yılı koşullarında bu politikanın, dönemin CHP genel başkanı Ecevit'in de açıkça belirttiği gibi, demokrasi koşullarında yürütülmesi mümkün değildi. Gerçekten de, bu tür politikaların siyasal rejimlerde hangi sonuçlara yol açtığını, daha önce Latin Amerika'da görülmüş
olan uygulamalara bakarak tahmin etmek zor sayılamazdı. 1980 yılının önemli olaylarından biri de Cumhurbaşkanlığı seçimidir. Korutürk'ün görev süresinin bitmesi üzerine, TBMM'de yeni Cumhurbaşkanını seçmek için oylamaya geçilmekte, ancak seçim bir türlü gerçekleşememektedir.
12 Eylül askeri müdahalesinin yapılmasına hangi gerekçeler ileri sürülmektedir?
Ekonomik istikrar paketinin yol açtığı toplumsal huzursuzluk ve yaygın şiddet hareketlerinin yanı sıra, bir azınlık hükümeti ile yönetilmeye çalışılan Türkiye'de Cumhurbaşkanlığı seçiminin altı ay süreyle sonuçlanmaması, siyasal bunalımı doruğa çıkarmıştır. Böyle bir ortamda, 12 Eylül günü, Türk Silahlı Kuvvetlerinin yönetime el koymasının hiç kimseyi pek de şaşırtmıştır.
Özet
1970 yılı içinde Türkiye'de siyasal istikrarsızlığın yoğunlaşması, toplumsal olayların artması ve giderek şiddet eylemlerinin tırmanması üzerine toplumda bir askeri müdahale beklentisi ortaya çıkmıştır. Nitekim, bu askeri müdahale, 12 Mart 1971'de "emir-komuta zinciri" içinde gerçekleştirilmiştir. Ordunun verdiği muhtıra sonucu Başbakan Süleyman Demirel istifa etmiş ve Nihat Erim Başbakanlığa getirilmiştir. 12 Mart Muhtırası'ndan sonra sıkıyönetim ilan edilmiş ve sola yakınlığıyla bilinen aydınla rüzerinde büyük bir baskı kurulmuştur. Yapılan anayasa değişiklikleriyle de temel hak ve özgürlükler kısıtlanmış, Üniversite ve TRT gibi özerk kuruluşlar iktidarın denetimi altına sokulmuştur. 1973 yılında CHP'nin ve AP'nin uzlaşması sonucu Cumhuriyet Senatosu Kontenjan üyesi emekli Oramiral Fahri Korutürk'ün Cumhurbaşkanı seçilmesiyle büyük oranda "12 Mart Dönemi" sona ermiştir.
1973 seçimlerinden sonra CHP ve MSP koalisyonu kurulmuştur. Ancak, bu koalisyonun bozulmasından sonra ülkede siyasi gerginlikleri artıracak "Milliyetçi Cephe Hükümetleri" oluşturulmuştur. Bununla birlikte, dünyadaki ekonomik krize paralel olarak ülke içinde de yaşam koşullarının giderek ağırlaşması, siyasi tansiyonu arttırmıştır. Yaygın şiddet hareketlerinin artması üzerine ordu, 12 Eylül 1980'de tekrar yönetime el koymuştur.


Türkiye'de Yeniden Yapılanma 1980 - 1995
1. 12 Eylül Rejimi
Milli Güvenlik Konseyi hangi üyelerden oluşmuştur?
12 Eylül 1980 günü siyasal iktidarı ele alan Türk Silahlı Kuvvetlerinin komutanları kendilerine Milli Güvenlik Konseyi (MGK) adını verdiler. Genelkurmay başkanı, kuvvet komutanları ve Jandarma Genel Komutanından oluşan MGK'nın, Genel Sekreterliğini de bir orgeneral üstlenmişti. MGK'nın bütün ülkeye duyurulan ilk bildirisinde şu noktalar dikkati çekmekteydi.
MGK askeri müdahalenin yapılmasına ilişkin hangi gerekçeleri ileri sürmüştür?
• Devletin varlığına, rejimine ve bağımsızlığına yönelik saldırılar iç ve dış düşmanların desteği ile yoğunluk kazanmıştır.
• Buna karşılık devlet işlemez duruma gelmiş, anayasal organlar ve siyasal partiler görevlerini yapamamışlardır.
• Gerici faaliyetler ve sapık ideolojiler tüm kurum ve kuruluşlara sızmış ve ülkeyi bir iç savaş eşiğine getirmiştir.
• Hareketin amacı ülke bütünlüğünü korumak, devlet otoritesini yeniden sağlamak ve demokratik düzenin işlemesine engel olan nedenleri ortadan kaldırmaktır. Parlamento ve hükümeti fesheden MGK, bütün ülkede sıkı yönetim ilan etmiş ve AP, CHP, MSP ve MHP genel başkanlarını da göz altına almışlardır. Aynı gün bir radyo-televizyon konuşması yapan MGK Başkanı Genelkurmay Başkanı Org. Kenan Evren, yeni bir anayasa ile seçim ve siyasi partiler kanunu yapıldıktan sonra yönetimin devredileceğini vaad etmektedir. Yasama ve yürütme yetkilerini üstlenen MGK üyeleri 18 Eylül günü "milletin kayıtsız şartsız egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine dayalı yeni bir anayasa" yapma vaadini de içeren bir metinle and içtiler. Bundan iki gün sonra emekli Oramiral Bülent Ulusu başkanlığında yeni bir bakanlar kurulu oluşturuldu. MGK başkanı aynı zamanda devlet başkanı görevlerini üstlenmiş olduğu için, yeni hükümet onun ataması ile göreve başladı.
MGK'nun faaliyetleri için hangi yasal düzenlemeler yapılmıştır?
MGK 27 Ekim 1980'de yayınladığı "Anayasa Düzeni Hakkında Kanun" ile kendi yönetimine hukuksal bir çerçeve oluşturmaya da çalışmıştır. Bu yasanın ilk maddesine göre "öteki maddelerde belirtilen istisnalar saklı kalmak üzere" 1961 Anayasası yürürlükte kabul edilmektedir. Ancak sözü edilen "istisnalara" bakıldığı zaman, MGK'nın Anayasa dahil kendini hiçbir pozitif hukuk normuyla bağlı saymadığı görülmektedir. Gerçekten de anılan yasada, MGK'nın bildiri, karar ve kanunlarının anayasa ile uyuşmaması halinde bunların "Anayasa değişikliği" olarak yürürlüğe gireceği açıkça belirtilmekteydi. Dolayısıyla, devlet iktidarını sınırlayan üstün bir hukukî belgenin bulunmadığı bu dönemde bir anayasa ve anayasal devletten söz edilemez.
MGK sıkıyönetim komutanlarının yetkilerini niçin arttırmıştır?
MGK ilk aylarda hızlı bir yasama faaliyetine girişti. Askeri müdahale öncesinde sıkıyönetim komutanları yetki azlığından şikayet ediyorlar, ancak mevcut sivil yönetim bu taleplere tam cevap veremiyordu. İşte 12 Eylül sonrası MGK'nın yasama faaliyeti bu çerçevede işledi. MGK'nın karar, yasa ve bildirileri ile sıkıyönetim kararları aracılığıyla temel haklar alanında önemli kısıtlamalara gidildi. Basın-yayın alanı denetim altına alınıp, toplantı ve gösteri yürüyüşleri izne bağlanırken, grev hakkının kullanımı engellendi.
12 Eylül döneminde tutuklanan ve gözaltına alınan kişilere yönelik nasıl bir politika izlenmiştir?
Kişi hakları alanında en çok zarar görenlerin başında yaşama hakkı ve kişi dokunulmazlığı gelmiştir. Normal dönemlerde uygulanmaz hale gelmiş olan idam cezaları infaz edilmeye başlanmıştır. Kişi güvenliği 90 güne kadar uzatılan gözaltı süreleri nedeniyle ağır biçimde zedelenmiş, işkence iddiaları yaygınlık kazanmıştır. Yargı yoluna başvuru hakları kısıtlanmış ve adil yargılama ölçütlerinden uzaklaşılmıştır. Pek çok yasal örgüt ve yöneticisi, 12 Eylül öncesi olaylarıyla bağlantı kurularak, sıkıyönetim mahkemelerinde, bazıları yıllarca sürecek yargılamalara tabi tutulmuştur. Böylece askeri yargı alanı giderek yaygınlaşmıştır.
Siyasal partilerin durumu ne olmuştur?
MGK'nın siyasal partilere bakışı da giderek sertleşme yönünde bir değişim gösterdi. AP ve CHP'ye parti olarak dokunulmazken, MSP ve MHP hakkında kamu davası açılması kararlaştırıldı. Bu partilerin yöneticileri Ankara sıkıyönetim mahkemesince tutuklandılar. MGK, aynı yılın Haziran ayında aldığı bir kararla, eski siyasal kadroları alttan alta siyasal faaliyete devam etmekle suçlayarak, bu kişilerin "ülkenin siyasi ve hukuki geçmişi ile geleceği hakkında sözlü-yazılı demeç" vermelerini "makale yazmalarını ve toplantı düzenmelerini" yasakladı.
2. Yeni Anasayanın Yapılması
MGK Başkanı Evren 1981 yılbaşı mesajında demokratik sisteme dönüş tavkvimini açıkladı. Buna göre 1982 sonbaharında yeni anayasa için halk oylaması yapılacak, 1983 sonbaharında ise genel seçimlere gidilecekti. Bu açıklamaya paralel olarak 1981 yılının Haziran ayında Kurucu Meclis Hakkında Kanunu kabul edildi. Kurucu Meclisin görevi Anayasayı ve temel yasaları yapmak, TBMM'nin oluşmasına kadar yasama yetkisini kullanmaktı. Kurucu Meclis, MGK ve Danışma Meclisi (DM) olarak iki kanattan oluşmaktaydı. Üyeleri MGK tarafından belirlenecek olan, Danışma Meclisi MGK karşısında son derece yetkisiz bir konumda olup, Anayasa ve yasaların yapımında son söz hakkı MGK'nın elinde idi.
MGK, Danışma Meclisi üyelerini seçerken neye dikkat etmişlerdir?
160 üyeden oluşan Danışma Meclisine seçilebilmenin koşullarından biri de 11 Eylül 1980 tarihinde herhangi bir siyasal partinin üyesi olmamaktı. MGK böylece siyasal partilerin Danışma Meclisi içinde etkili olmasını önlemek istemekteydi. Danışma Meclisi'nin açılışına bir hafta kala, daha önce yalnızca faaliyetleri durdurulmuş olan siyasal partilerin MGK tarafından feshedilmelerinin amaçlarından biri de buydu. Bu adım MGK'nın çok partili yaşama tamamen yeni parti ve liderlerle dönme niyetini de açığa vurmaktaydı. Danışma Meclisinin oluşumunda tüm siyasi partilerin dışlanmış olması, kuşkusuz her türlü siyasi görüşün dışlandığı anlamına gelmemekteydi. Büyük ölçüde asker ve sivil bürokrasi mensuplarından oluşturulan ve üyelerinin yaş ortalaması 60 dolayında olan DM otoriter/tutucu görüşlerin egemen olduğu bir görünüm sergilemiştir. Danışma Meclisinin Eylül ayı sonlarında kabul ettiği anayasa metni MGK'ya bağlı komisyonlarda yeniden ele alındı ve önemli değişikler yapıldı. Anayasanın halkoyuna sunulması ile ilgili olarak MGK tarafından alınan bir karara göre halkoylamasında "halkın vereceği reyin nasıl olması gerektiği konusunda etki yapacak herhangi bir telkinde" bulunulması yasaklanmaktaydı. Anayasanın MGK başkanı tarafından "devlet adına resmen tanıtılması görevi" çerçevesinde yapacağı tanıtma konuşmalarının eleştirilmesi ve "bunlara karşı yazılı veya sözlü herhangi bir beyanda bulunulması" da yine yasaktı.
Anayasanın yüksek bir oy oranıyla halk tarafından onaylanmasının nedenleri nelerdir?
7 Kasım 1982 günü yapılan halkoylamasında evet oyları % 91.4 ile ezici bir üstünlük sağladı. Bu yüksek kabul oranında, oylamanın demokratik koşullarda yapılmamasının ve anayasanın reddedilmesi halinde ne olacağının belirsiz olmasının belli bir payı olduğu söylenebilir. Gerçekten de pek çok kişinin bir an önce demokratik yönetime dönmek için olumsuz oy vermekten kaçındığı düşünülebilir. Yine de, 1980 öncesi son genel seçimlerde oyların yaklaşık % 90'ını almış üç büyük siyasal partinin (AP, CHP, MSP) anayasaya şu veya bu nedenle açıkça olmasa da karşı çıkmış oldukları düşünülürse, "hayır" oylarındaki bu düşük oranı açıklayıcı asıl nedenin, toplumun siyasal liderlere duyduğu derin güvensizlik ve 1980 öncesi şiddet olaylarının yaratmış olduğu tepki olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
3. Yeni Anayasanın Getirdikleri
1982 Anayasası'nın genel nitelikleri nelerdir?
Uzun, ayrıntılı ve 1980 öncesi dönemle ilgili tepkisel nitelikli hükümleriyle 1982 Anasayası, siyasal sorunları hukuk eliyle çözme anlayışını yansıtmaktadır. 12 Eylül öncesinde toplumda yaratılmış olan "güven ve istikrar" beklentisine cevap olarak "devlet otoritesinin güçlendirilmesi" anayasının her maddesine sinmiş olan bir amaç olarak görülmektedir. Devlet otoritesinin güçlendirilmesi çerçevesinde Anayasının bulduğu çözümlerden biri, "yürütmenin güçlendirilmesi" biçiminde kendini göstermektedir. Ama yürütme içinde güçlendirilen Bakanlar Kurulu değil, Cumhurbaşkanı olmaktadır. Yürütmenin güçlendirilmesi, yargı gücünün yürütme karşısında gerilemesini de beraberinde getirmektedir. Yürütmenin başı olan devlet başkanı, yüksek yargıç atamalarında yetkilidir. Adalet Bakanlığı yargıçlar üzerinde güç sahibi kılınmış, idarenin yargısal denetimine sınırlar konulmuş, anayasa yargısının alanı daraltılmıştır. Siyasal iktidar ile askeri otorite arasındaki ilişkiler bakımından 1982 Anayasası, ordunun siyasal sistem içindeki etkisini artırıcı bir eğilimi yansıtmaktadır. Milli Güvenlik Kurulunda sivil üye çoğunluğuna son verilmesi ve kurulun kararlarının ağırlığı arttırıcı kurallar bunun bir göstergesi olmaktadır.
Yeni Anayasa da kişi hak ve özgürlükleri nasıl düzenlenmiştir?
Haklar ve özgürlükler alanında ise, anayasanın, sınırlamalar ve yasaklamalara ağırlık veren bir yaklaşımı benimsediği görülmektedir. Anayasa "birey" ile "devlet"i neredeyse birbirlerine "rakip" varlıklar olarak görmekte, bireyin haklarının genişletilmesinin devleti "zaafa düşüreceği" kuşkusunu yansıtmaktadır. 1980 öncesi ortamından kaynaklandığı kuşkusuz olan yaklaşım böyle olunca da, Anayasanın temel haklarla ilgili tüm kaygısı, neredeyse, devlet organlarına haklar ve özgürlükler konusunda keyfiliğe varabilecek sınırlama olanakları sağlamaya yöneliyor.
1982 Anayasasının, bugün Türkiye'nin karşılaştığı sorunları çözüp çözmediğini tartışınız.
1982 Anasayasının yapılışında siyasal partilerin dışlanmış olması ilk bakışta "sahipsiz" bir konuma düşmesi sonucunu vermektedir. Gerçekten de 1983 sonrası parlamentoya giren hemen tüm partiler ve siyasal iktidarlar Anayasanın değiştirilmesi gerektiğini hep söyleyegelmişlerdir. Ne var ki, bu sahipsizlik görüntüsüne ve çokça konuşulmuş olmasına karşın, bu güne dek anayasada köklü değişikliklerin yapılamamış olması tutucu/otoriter siyasal görüşlerin 1982 anayasasının "gerçek" sahipleri olduğunu göstermiştir. Dolayısıyla, 1995 yılında yapılan anayasa değişikliklerinde, demokratikleşmenin yolunu açabilecek bazı değişiklik önerilerinin reddedilmiş olması tesadüfi değildir. Aynı siyasal güçlerin, daha önce 1961 Anayasasına, Türkiye için "lüks" olduğu gerekçesiyle karşı çıkmış oldukları da bu bağlamda hatırlanılmalıdır. Halkoylaması sonucu anayasının kabulü ile birlikte -geçici madde uyarınca- MGK Başkanı Org.Evren yedi yıllık bir süre için Cumhurbaşkanı seçilmiş sayılmaktadır. Evren TBMM çalışmaya başlayıncaya kadar MGK başkanı sıfatını da sürdürecektir. Yine bir geçici madde uyarınca, TBMM'nin göreve başlaması ile birlikte, MGK ortadan kalkacak ve Cumhurbaşkanlığı Konseyi adını taşıyan ve MGK'nın öteki dört üyesinden altı yıl süreli geçici bir kurul haline dönüşecektir.
4. "Geçiş” Dönemi
"Geçiş" döneminde MGK'nun rolü nedir?
1982 Anayasası demokratik düzene dönüş bakımından bir geçiş dönemi öngörmektedir. Anayasa metni seçimlerin ne zaman yapılacağı konusunda bir hüküm getirmemenin yanı sıra yürürlüğe girme bakımından da pek çok istisna içermektedir. Dolayısıyla Anayasanın bütünüyle yürürlüğe gireceği tarih 1983 yılında yapılacak seçimler sonrası oluşacak TBMM’nin çalışmaya başladığı tarih olmaktadır. Bu süre içinde Kurucu Meclis yetkilerini korumakta ve yasama faaliyeti son güne kadar tüm hızıyla devam etmektedir. Böylece, Anayasanın kabulü ile TBMM’nin çalışmayabaşlaması arasında geçen bir yıllık süre içinde MGK, yeni siyasal sistemin oluşumunu tamamen denetimi altında tutabilmektedir. Demokratik sistemin işleyişi bakımından büyük önem taşıyan Siyasi Partiler Kanunu, Dernekler Kanunu, Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu başta gelmek üzere pek çok temel yasa Anayasanın kabulünden sonra MGK tarafından biçimlendirilen yasalardandır. 12 Eylül tarihinden TBMM’nin çalışmaya başlamasına kadar geçen sürede yasaların, Anayasanın geçici 15. maddesi uyarınca, anayasaya uygunluk denetimi dışında bırakılmışolduğu da göz önünde tutulursa, MGK’nın yasama faaliyetini çizdiği yasal çerçevenin ne denli önemli olduğu ortaya çıkar. Halen, MGK tarafından yapılmış olup da, anayasaya aykırı olsalar bile Anayasa Mahkemesince iptal edilmesi mümkün olmayan yasaların sayısının 600’ü aştığı bilinmektedir.
4.1. Çok Partili Siyasal Yaşama “Denetimli” Dönüş
Anayasanın kabulünden bir süre sonra seçim hazırlıkları başlatıldı. Anayasanın geçici maddesi uyarınca eski siyasi kadroların çok büyük bir bölümü, 5 ve 10 yıllık süreler ile siyasetten yasaklanmış durumdaydı. MGK bu kadroların yeni siyasal yaşamın oluşumuna dolaylı yolla da olsa etkili olmalarını engellemekte kararlıydı.
Çok partili yaşama geçilirken ilk kurulan partiler hangileridir?
Yeni düzenin ilk siyasal partileri Mayıs ayı içinde kurulmaya başlandı. Askeri rejimin açıkça desteklediği Milliyetci Demokrasi Partisi (MDP) başvuruda bulunan parti oldu. Emekli bir orgeneralin başında bulunduğu bu partiyi Turgut Özal’ın başında bulunduğu Anavatan Partisi izledi. Askeri yönetim tarafından “sol” muhalefeti oluşturması düşünülen Halkçı Parti’nin (HP) başında ise 12 Eylül yönetiminin Başbakanlık müsteşarlığı görevini yürütmüş olan Necdet Calp vardı. Bu arada, yine bir emekli orgenaralin başkanlığında, AP genel başkanı Demirel tarafından yönlendirildiği bilinen Büyük Türkiye Partisi de siyasal yaşama girdi. Ne var ki, kurulur kurulmaz eski AP’nin devamı olacağı belli olan bu partinin ömrü kısa oldu. Başvurusundan 15 gün sonra parti MGK kararıyla kapatıldı. Demirel başta olmak üzere eski AP yöneticileri ile Halkçı Partiye alternatif olarak kurulmuş olan Sosyal Demokrasi Partisi’nin (SODEP) kuruluşunda görev almış bazı eski CHP yöneticileri Çanakkale’de -dört ay sürecek olan- “zorunlu ikamete” gönderildiler. Buna rağmen parti kurma girişimleri devam etti. Kapatılan Büyük Türkiye Partisi’nin yerini doldurmak üzere, yine Demirel’in desteğiyle, Doğru Yol Partisi kuruldu. MSP’nin boşluğunu doldurmaya talip olan parti ise Refah Partisi oldu.
Siyasal partilerin kurulmasında MGK'nun etkisi ne olmuştur?
Bazı siyasal partiler kuruluşlarını tamamlama bakımından büyük zorluklarla karşılaştılar. Siyasi Partiler Kanununa göre MGK “uygun görmediği” siyasi parti kurucularını veto etme yetkisine sahipti. MGK tarafından uygun görülmüş 30 kurucu üyeye erişemeyen siyasal partiler kurulmamış sayılıyor ve seçimlere girme hakları ellerinden alınıyordu. MDP, HP ve ANAP vetoları küçük zayiatlarla atlatıp kurulmayı başarırlarken, DYP ve SODEP’in kurucuları -genel başkanları dahil olmak üzere- vetoları aşamadılar. Seçime katılabilecek partilerin belli olduğu gün yalnızca üç parti vetoları aşabilmiş ve kuruluşlarını tamamlayabilmiş durumdaydı. Dolayısıyla da seçime yalnızca bu partiler katılabileceklerdi. MGK’nın parti kurucularını olduğu gibi, milletvekili adaylarını da denetleme yetkisi vardı. MGK bu yetkisini de çok kapsamlı bir biçimde kullandı. Seçime girmesine izin verilen partilerin adayları ve bağımsız adaylardan yarısına yakını veto edildi. Öyle ki, sonuçta seçimlere katılmasına izin verilen üç parti de seçmen önüne eksik adayla çıkmak zorunda kaldılar. Bütün bunlar, çok partili yaşamı, MGK’nın denetimi altında oluşmuş siyasal kadrolar eliyle yürütme amacının bir yansımasıydı. Ne var ki, askeri yönetim tarafından açıkça desteklenen MDP’nin seçimlerde ancak üçüncü parti olabilmesi, bu hedefte ilk gediği açtı ve 1987 yılında eski liderlerin siyasete dönmesine imkan veren anayasa değişikliği ile de tamamen gündemden düşmesine yol açtı.
5. 1983 Seçimleri ve “Demokrasiye Dönüş”
1983 seçimlerinin sonuçları siyasal açıdan neyi ifade etmiştir?
1983 seçimleri, kendisine başlangıçta pek şans tanınmayan, ANAP’ın büyük başarısı ile sonuçlandı. Oyların % 45’ini alan bu parti, 211 milletvekilliği ile o tarihte 400 üyeli olan TBMM’de salt çoğunluğu sağladı. HP % 30.5 oyla 117 milletvekilliği kazanmış, % 23 oy alan MDP ise 71 üyelikte kalmıştı. Böylece Türk seçmeni kendisini askeri yönetimle özdeşleştirmiş olan MDP’ye ağır bir ders vermişti. Bu sonuç “sivil” görünümlü ancak ordu güdümlü otoriter bir iktidar seçeneğini geçersiz kıldığı için yurt içinde ve yurt dışında, demokrasi adına, olumlu bir etki yapmıştır. 24 Kasım 1983 günü toplanan TBMM 7 Aralık 1983 günü başkanlık divanı seçimlerini tamamlayarak çalışmalarına başladı. Aynı gün MGK’nın varlığı da sona erdi. TBMM’nin bazı beklentilerin aksine, askeri yönetimin başbakanı Bülent Ulusu’yu başkan seçmemesi, siyasal rejimin sivilleşmesi bakımından olumlu bir adım olmuştu.
5.1. ANAP Hükümeti ve Turgut Özal
Seçimlerden hemen önce Cumhurbaşkanı Evren bir radyo-televizyon konuşmasında ANAP ve onun genel başkanına açıkça cephe alıp seçmenleri bunlara oy vermemeye davet etmişti. Bu nedenle, Özal’ın başbakanlıkla görevlendirilip görevlendirilmeyeceği konusunda bazı kuşkular vardı. Ancak bir sürpriz olmadı ve Evren olması gerektiği gibi ANAP genel başkanına hükümeti kurma görevini verdi.
Seçimleri kazanan ANAP Genel Başkanı Turgut Özal'ın siyaset felsefesi neye dayanıyordu?
Başbakan Turgut Özal, mühendis kökenli olmakla birlikte, Türk ekonomisinin yönlendirilmesinde yıllarca görev yapmış bir kişiydi. Demirel tarafından 1965 yılında Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığına getirilmiş, 24 Ocak 1980 kararlarının da mimarlığını yapmıştı. 12 Eylül yönetimi ise Turgut Özal’ı başbakan yardımcılığına getirerek, ekonominin yönetimini ona emanet etmişti. Bu görevi sırasında hızlı bir ekonomik liberalizasyon programı uygulayan Özal, bazı banka ve çok sayıda bankerin iflas etmesi ile ortaya çıkan skandal sonrasında görevinden istifa etmişti. Seçim kampanyası sırasında kapsamlı bir özelleştirme görüşü savunan Özal, ANAP’ın öteki eski partilerin devamı olmadığını ısrarla vurgulamıştı. Partisinin 1980 öncesinin “dört eğilimini” birleştirdiğini ileri süren Özal, ekonomik sorunlara çözüm getirebilecek kararlı bir teknokrat görünümü çizmişti. Nitekim, Özal başkanlığındaki ANAP hükümeti ekonominin liberalizasyonu konusunda hızlı adımlar attı ve 1987’ye kadar ki ilk iktidar döneminde ülke ekonomisinde genel bir ferahlamayı sağladı. Bu ANAP’a 1987 seçimlerinden yine en büyük parti olarak çıkma imkanını verecektir.
Turgut Özal Hükümeti demokratikleşme konusunda niçin düzenlemeler yapmamıştır?
Ne var ki, ekonomi alanında cesur sayılabilecek adımları atmadan çekinmeyen Özal ve ANAP hükümeti, demokratikleşme konusunda aynı eğilimi göstermedi. Bunda 12 Eylül yönetiminin kurduğu yapı ile “uyum” içinde olma çabasından çok, Özal tarafından açıkça dile getirilen “önce ekonomi sonra demokrasi” anlayışının payı büyüktür. Bu anlayış, ekonomik büyümeyi demokratik kurallar içinde gerçekleştirmenin “zor” olduğu, ya da soruna öteki yönünden bakarsak, belli bir ekonomik zenginliğe ulaşmadan demokratikleşmeye yönelmenin “lüks” olacağı yönündeki bir kabule dayanmaktadır.
6. “Eski” Siyasetçilerin Dönüşü
1983 seçimlerinin hemen ertesinde eski AP’liler DYP’de toplanmaya başladılar. SODEP’in başkanlığına da Erdal İnönü getirildi. Bunlar merkez sağ ve merkez solda yeni gelişimlerin habercileriydi. 1984 Mart'ında bu partilerin de katılması ile yerel seçimler yapıldı. ANAP % 41.5 ile başarılı olurken HP % 8.8’e, MDP ise % 7.1’e düştü. Buna karşılık SODEP % 23.4 ile ikinci parti konumuna yerleşti. DYP % 13.2, RP % 4.4 oy almıştı. 12 Eylül yönetiminin dayattığı yapay partileşme çökerken siyaset doğal kanallarına dönmeye başlamıştı. 1985 yılında HP ve SODEP Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) adı altında birleşti. Altı ay sonra da MDP kendini feshetti. Aynı dönem içinde TBMM üye tamsayısının dörtte birini aşan bir kısmı partilerini değiştirmişti. Böylece iki buçuk yıl içinde 12 Eylül yönetiminin “yeni partileşme” projesi iflas etmiş oldu. DYP ve RP “doğal” liderlerinin yasaklı olması nedeniyle işlerini “emanetçi” genel başkanlar eliyle yürütmek zorunda kaldılar. 1985 yılının sonlarında Ecevit tarafından kurulan Demokratik Sol Parti'de de aynı durum söz konusuydu. Bu koşullar altında 1986 yılının Eylül ayında yapılan seçimlerde büyük bir yenilgi alan ANAP’ın oyları % 32’ye düştü. Öte yandan, Demirel ve Ecevit’in yasaklı olmalarına rağmen ara seçimlerde kampanyaya katılmaları, anayasal yasakların fiilen işlemez hale geldiğini açıkça göstermekteydi. DYP ve SHP anayasanın siyasal yasaklar öngören maddesinin değiştirilmesi için harekete geçtiler. Cumhurbaşkanı Evren’in de buna karşı olmadığı anlaşılınca ANAP’ın da talebe direnecek hali kalmadı. Siyasal kadrolara yönelik yasakların kalkmasını öngören anayasa değişikliğinin halkoyuna sunulması kararlaştırıldı. ANAP açıkça olmasa bile değişikliğe karşı bir tavır aldı. Öteki partilerin ve yasaklı liderlerin çabaları “evet” oylarının ancak kılpayı (% 50.1) ile fazla çıkmasını sağlayabildi. Böylece, partiler “gerçek” liderlerine kavuşmuş oldular. Ne var ki, “hayır” oylarının beklentilerin çok üzerinde çıkmış olması, seçmenlerin önemli bir bölümünün bu liderlere hala güvensizlik duymakta olduklarını da göstermekteydi.
7. 1987 Seçimleri ve Sonrası
Hakoylamasının sayımına geçileceği saatlerde Özal, partisinin erken seçim kararını açıkladı. ANAP’ın, eski siyasal liderlerin seçmenler nezdinde prestijlerinin pek de yüksek olmadığı yönünde doğru bir saptama yapmış olduğu anlaşılıyordu.
ANAP, seçimlerden niçin birinci parti olarak çıkmıştır?
Seçim sistemini birinci büyük partiyi kayıran kurallar getirerek değiştiren ANAP, adeta baskın niteliği taşıyan bu seçimlerde oyların % 36’sını alarak birinci parti oldu. Bu parti, seçim sistemi sayesinde, 292 milletvekili kazanarak 450 kişilik TBMM’de üyeliklerin % 65’ini eline geçirdi. SHP % 24.7 oyla 99, DYP % 19 oyla 59 milletvekilliği kazanmıştı. 1983 sonrası uygulanmakta olan % 10’luk seçim barajını geçemeyen RP ve DSP oyları dahil, seçimlerde kullanılan oyların yaklaşık % 20’si değerlendirme dışı kalmıştı. Yeni hükümeti yine Özal kurdu. Ancak, ANAP için artık güç günler başlamaktaydı. 1988’den itibaren büyüme hızının düşmesi ve enflasyonun hızla yükselmesi biçiminde ortaya çıkan ekonomik tıkanma ve uygulanmak istenen ekonomik istikrar programının başarısızlığı, ANAP’ın seçmen desteğini hızla eritti. Bunun en önemli göstergesi, 1989 yılında yapılan yerel seçimlerde ANAP’ın SHP ve DYP’nin ardından % 22 oyla ancak üçüncü parti olabilmesiydi.
7.1. Özal Cumhurbaşkanı Seçiliyor
Anayasaya göre Evren’in bir kez daha cumhurbaşkanı seçilmesi mümkün değildi. SHP ve DYP'nin şiddetle karşı çıkmasına karşın, Özal, 3 Ekim 1989’da muhalefet partilerin katılmadığı üçüncü tur oylamada yeterli çoğunluğa ulaşarak Türkiye Cumhuriyetinin 8. Cumhurbaşkanı seçilmeyi başardı.
Turgut Özal, nasıl bir Cumhurbaşkanlığı yapmıştır?
Özal’ın Cumhurbaşkanı seçilirken bu makamın anayasa ile çizilen çerçevesi içinde kalmayı ve ülkeyi yönetmekten vazgeçmeyi düşünmediği hemen belli oldu. Cumhurbaşkanı, o sırada TBMM başkanı olan Yıldırım Akbulut’u başbakanlığa atarken, Bakanlar kurulu listesini de kendisine iletmişti. Akbulut, Özal’ın desteğiyle bir hafta sonraki Kongre’de ANAP genel başkanı da seçildi. Cumhurbaşkanı Özal’ın eski partisine ilgisi daha sonra da sürmüştür. ANAP’ın 1991 yılında yapılan kongresinde Mesut Yılmaz’ın genel başkanlığa gelmesinde de Özal’ın desteğinin etkili olduğu bilinmektedir. ANAP’ın yeni genel başkanı Mesut Yılmaz’ın hükümetinin uzun ömürlü olması zordu. Yeni Başbakanın da ülkede esen erken seçim atmosferine uymayı zorunlu görmesi sonucu, 1991 yılının Ekim ayında seçimlere gidildi.
8. 1991 Seçimleri ve DYP-SHP Koalisyonu
Seçimlerde partilere göre oy dağılımı nasıl gerçekleşmiştir?
Seçimlerden, beklendiği gibi, DYP birinci parti olarak çıktı. Ne var ki, lideri Demirel’in canlı kampanyasına karşın, DYP ‘de yalnızca % 27 oranında oy alabilmişti. 178 üyelik kazanan bu partiyi 115 üyelik ile ANAP izlemekteydi. Türkeş’in liderlik ettiği, Milliyetçi Hareket Partisinin devamı niteliğindeki Milliyetçi Çalışma Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisi’nin Refah Partisi ile oluşturdukları blok önemli bir başarı sağlayarak % 17 oy ve 62 milletvekilliği kazanmıştı. Seçimin en büyük mağlubu ise, seçimlere Halkın Emek Partisi (HEP) ile ortak liste yaparak giren SHP olmuştu. Bu parti ancak % 20.8 oranında oy alabilmiş ve 88 milletvekilliği kazanabilmişti. Bu kez % 10.8 ile barajı aşan DSP ise, seçim sisteminin azizliğine uğrayarak TBMM’ye yalnızca 7 milletvekili sokabilmişti. Seçimlerin siyasal anlamı büyüktü. Sekiz yıllık ANAP iktidarı son bulmuş, ama hiç bir parti TBMM’de çoğunluk elde edememişti. Böylece 1982 Anayasası sonrasında ilk kez bir koalisyon hükümeti kurulması zorunlu hale gelmişti. Seçimlerin ilginç bir sonucu da, yine ilk kez olmak üzere, en çok oy alan iki partinin de sağ partiler olmasıydı. Seçim sonuçları siyasal işleyişinin epey sancılı olacağını gösteriyordu. TBMM’de hiç bir partinin çoğunluk sağlayamamış olmasının yanı sıra, Cumhurbaşkanı ile bazı siyasal partilerin genel başkanları arasındaki sürtüşme de devam ediyordu. ANAP yönetimine ve Özal’a karşı aynı muhalefet saflarında yer almış olmaları nedeniyle DYP ile SHP arasında ortak bir hükümet kurma görece kolay gerçekleşti. Hükümet programının özellikle “demokratikleşme” konusundaki vaadleri kamuoyunda
iyimser bir beklentiye yol açtı. Ne var ki DYP ve SHP tarafından yıllarca savunulmuş olan anayasa değişiklikleri fikri bir zaman sonra arka plana düştü. Bazı yasalarda insan hakları bakımından yapılan iyileştirmeler de sınırlı bazı kaldı.
1993 yılında Özal’ın ani ölümü ülkede siyasal yaşamı kökünden değiştirdi. Başbakanlık görevini bırakan Demirel, SHP lideri İnönü’nün de desteğini alarak Cumhurbaşkanı seçildi. Bundan yaklaşık bir ay sonra DYP Genel Başkanı seçilen Tansu Çiller başkanlığında yeni bir DYP-SHP hükümeti oluşturuldu. Bu arada İnönü SHP genel başkanlığını bıraktı. Onun yerine genel başkan seçilen Murat Karayalçın hükümette başbakan yardımcılığı sıfatını üstlendi.
8.1. 1994 Yerel Seçimleri
Yerel seçimlerde en başarısız olan parti hangisidir?
1994 yılında ülkede yapılan yerel yönetim seçimlerinin en önemli sonucu, RP’nin oylarındaki büyük patlamayı göstermesiydi. Oyların % 19’unu alan RP, DYP (% 21.4) ve ANAP’ın (% 21) hemen ardına yerleşerek üçüncü büyük parti olmuştu. SHP yalnızca % 13.6 oy alabilmiş ve daha önce elinde bulundurduğu belediye başkanlıklarının çok büyük kısmını yitirmişti. 1992’de çıkarılan bir yasa ile yeniden siyasal yaşama dönmüş bulunan ve Deniz Baykal’ın başkanlığını yaptığı CHP’nin oylarının eklenmesi durumunda dahi, SHP oyları 1991 seçimlerine göre 2.6 puan düşmüş görünüyordu. Bu durum SHP Genel Başkanı Karayalçın’ın parti içindeki konumunu zayıflattığı gibi, partiye zararlı olduğu gerekçesiyle hükümetten ayrılma ve CHP ile birleşme taleplerini de güçlendirdi. Seçimlerden çıkarılabilecek bir başka sonuç da, iktidar partileri olan DYP ve SHP’nin önemli ölçüde oy kaybetmesinin ana muhalefet partisi ANAP’a birşey katmamasıdır. Çünkü bu parti de 1991’e kıyasla 3 puan yitirmiş, bir başka deyişle iktidar partilerinden kaçan seçmen ANAP yerine RP’ye yönelmişti.
8.2. Anayasa Değişiklikleri
Anayasada değişikliğe gidilmesinin en temel gerekçesi nedir?
Ekonomide ve iç siyasette başarı gösteremeyen Çiller-Karayalçın hükümeti döneminin tek kayda değer olayı, 1995 yılının Temmuz ayında gerçekleştirilen anayasa değişiklikleri oldu. Bu değişiklikler geniş ölçüde Türkiye'nin Avrupa toplulukları ile olan ilişkileriyle bağlantılıydı. 1987’de Avrupa Topluluğuna tam üye olmak için başvurmuş olan Türkiye, demokrasi standartları bakımından bu topluluğun çok gerisindeydi. Türkiye’nin talebi karşısında olumsuz bir tavır alan AT, tam üyelik yolunda taraflar arasında bir “gümrük birliği”nin kurulmasını önermişti. Türkiye'nin AT’nin bu yaklaşımını kabul etmesi ve bir gümrük birliği antlaşması imzalaması, ülke içinde demokratik bazı dönüşümleri de gerekli kılmaktaydı. Bunun üzerine hükümet yıllarca konuşulmuş olan anayasa değişikliklerinin gerçekleştirilmesi
için harekete geçti. TBMM’de oluşturulan partilerarası bir komisyonun üzerinde mutabakat sağladığı değişikliklerin büyük bölümü TBMM’de kabul edildi. Reddedilen anayasa değişiklikleri arasında en önemlisi, 12 Eylül döneminde yapılmış olan yasalara karşı Anayasa Mahkemesine başvurulmasını önleyen geçici maddenin kaldırılmasını öngören değişiklik teklifiydi. Bir bütün olarak bakıldığında, bu değişikliklerle seçmen yaşının 18’e düşürülmesi, memur sendikalarına izin verilmesi ve dernek ve sendikalar bakımından anayasada getirilmiş olan bazı yasakların kaldırılması gibi bazı olumlu adımların atılmış olduğu söylenebilir. Ne var ku, bu değişiklikler 1982 Anayasasının demokrasi ve özellikleinsan hakları bakımından getirdiği kısıtlayıcı çerçeveyi kırabilmiş değildir.
9. 1995 Seçimleri: Oylardaki “Dağılma”
Refah partisinin yerel seçimlerdeki yükselişi ve hem CHP hem de SHP’nin yerel seçimlerde başarısız olması, bu iki parti içinde ve kamuoyunda merkez-solda birleşmenin bir kez daha gündeme gelmesine yol açtı. DSP böyle bir birleşmeye karşı olduğuna göre, acil sorun CHP ve SHP’nin birleşmesi olarak beliriyordu. CHP tarafından ısrarla ortaya atılan birleşme fikrine Karayalçın da karşı çıkamadı. İki parti 1995 yılı başlarında yaptığı ortak kurultayda CHP isminin benimsenmesine karar verildi. Daha sonra yapılan olağan kurultayda ise Baykal, CHP genel başkanı oldu.
Yeni genel başkan koalisyondaki DYP ağırlığı altında ezilmiş ve prestij kaybetmiş olan CHP’yi hükümetten çekti. Bunun üzerine bir DYP azınlık hükümeti denemesi yapan Çiller, güvenoyu alamayınca, seçimlerin yenilenmesi çağrısında bulundu. Seçime kadar görev yapmak üzere Çiller’in başbakan, Baykal’ın dışişleri bakanı ve başbakan yardımcısı olduğu yeni bir hükümet kuruldu. 1995 “acele” erken seçimlerinde başarılı olan parti % 21.4 ile yine RP oldu. Merkez sağ diye anılan DYP ve ANAP’ın toplam oy oranı 1991 seçimlerine göre 8 puan düşerek ancak % 39’a ulaşabilmekteydi. DSP dahil merkez sol oyların toplamı ise ancak % 25’ti. Bir bütün olarak bakıldığında merkez-sağ ve merkez sol oyların toplam oranı, 1991’e göre 18.5 puan kayıpla % 64’e inmişti. 1995 seçimlerine ilk kez katılan HADEP % 4.2, MHP ise % 8.2 ile ülke barajının altında kalarak TBMM’ye üye sokamamışlardır. Bu seçimlerde, öteki küçük partilerin oylarıyla birlikte oyların % 14’ü (4 milyon oy) değerlendirme dışı kalmıştır.
1995 seçim sonuçları nasıl bir siyasal yapı ortaya çıkarmıştır?
Seçimlere giderken, ilgili hükümleri değiştirilen seçim yasası, barajı geçen partilerin parlamentoda çok adaletsiz olmayan bir biçimde temsiline olanak vermiştir. Ne var ki, 1995 seçimlerinin ortaya koyduğu seçmen oylarındaki parçalanmışlık, yeni seçilen TBMM’de güvenoyu alabilecek hükümetlerin kurulmasını da zorlaştırmaktaydı. 1991-95 arasında iki partili koalisyon hükümetleri yaşamış olan Türkiye’nin 1995 sonrasında, “ikiden çok partili” ya da azınlık hükümetlerine alışmak durumunda kalacağı görülmekteydi.
10. Türkiye’nin Kronik Sorunlarından:
İnsan Hakları ve Terör
12 Eylül yönetiminin “huzur ve güven” sağlama gerekçesiyle ve sıkıyönetim eliyle uyguladığı sert tedbirler, Türkiye’de bireysel terör eylemleri büyük ölçüde önlenmişti. Yaklaşık 650 bin kişinin gözaltına alınması ve 250 bin kişinin yargılanması pahasına elde edilen bu sonuç, tüm özgürlükler bakımından ağır sınırlamalara yol açmıştı. Geçici olduğu düşünülebilecek bu uygulamalar, anayasa ve yasalarda yapılan değişiklikler ve kolluk kuvvetlerinin edindiği “alışkanlıklar” nedeniyle 12 Eylül sonrası rejimi ve insan hakları uygulamalarını da sürekli olarak etkilemeye devam etmiştir. Ne var ki, çok kez “terör hareketleri” ile mazur gösterilmeye çalışılan insan hakları alanındaki kısıtlayıcı düzenleme ve uygulamalar, şiddet eylemlerini önlemeye yeterli olmamıştır. Bu nedenle, Türkiye’de “insan hakları” ile terör arasında doğrudan bağlantı kurmanın ve insan hakları alanında atılacak adımların şiddet olaylarının engellenmesini zorlaştıracağı düşüncesinin haklı sayılamayacağını söylemek yanlış olmayacaktır.
12 Eylül döneminden sonra hangi siyasal nitelikli terör eylemleri ortaya çıkmıştır?
12 Eylül dönemi sonrası Türkiye’de terör eylemleri bir kaç biçimde kendini göstermiştir. Bunların en kapsamlı ve sürekli olanı, ayrılıkçı örgüt PKK’nın Güneydoğu ve Doğu Anadolu'nun kırsal alanlarında yürüttüğü ve zaman zaman başka bölgelere ve kentlere sıçrama istidadı gösteren silahlı eylemlerdir. 1984 yılında birdenbire ve pek de sınırlı olmayan bir boyutta başlayan bu eylemler 1990’lı yılların sonlarınayaklaşırken eski boyutlarını kaybetmiş görünmekle birlikte, anılan bölgede sıkıyönetim sonrasında ilan edilmiş olan "Olağanüstü Hal" döneminin 13. yılında henüz sona ermiş değildir. Kamuoyunda “Güneydoğu” sorunu olarak adlandırılan ayrılıkçı terörün çözümünün, güvenlik tedbirlerinin yanı sıra ekonomik, toplumsal ve siyasal önlemlerin de alınmasını gerektirdiği herkesçe kabul edilen bir husustur. Terörün bir başka türü, kamuoyunca yakından tanınan bazı ünlü kişilerin öldürülmesi biçiminde ortaya çıkmıştır. Atatürkçü Düşüncü Derneği başkanı Prof. Dr.Muammer Aksoy, Prof. Dr.Bahriye Üçok ile ünlü gezeteciler Uğur Mumcu ve ÇetinEmeç ile eski bir din adamı olan yazar Turan Dursun’un 1990’lı yıllarda öldürülmeleri, dış destekli “köktendinci” bir terör örgütünü gündeme getirmiştir. Güneydoğu’nun pek çok ilinde işlenen cinayetlerin sorumlusu olarak “Hizbullah” adlı bir örgütün ortaya çıkarılması Türkiye’de “İslamcı terör”ün varlığının göstergesi olmuştur. 1993 yılında cereyan eden Sivas olaylarında 37 kişinin ateşe verilen bir otelde yakılarak öldürülmeleri, köktendinci şiddetin ulaşabileceği boyutlar bakımından önemli bir ipucu olmuştur. Terör eylemlerinin yöneldiği bir grup da, kolluk güçlerinde görev üstlenmiş ya da askeri yönetimlerde önemli görevlerde bulunmuş asker ve sivil kişilerdir. Pek çok polis, cezaevi görevlisi ve üst rütbeli komutanın kurban olduğu bu tür suikastlar, silahlı sol eylemci gruplar tarafından üstlenilmektedir. 1990’lı yılların sonlarına yaklaşırken, -tamamen engellenmesi belki de hiç bir zaman söz konusu olmayabilecek- terörün, ülkenin “kronikleşmiş” insan hakları ve demokratikleşme sorunlarının aşılmasını engelleyici bir öge olarak algılanmasının artık söz konusu olmadığı söylenebilir.
Özet
Türk Silahlı Kuvvetleri, ülkede güvenlik ve asayişin bozulmasını, devlet kurumlarının çalışamaz duruma gelmesini, devletin rejimine ve bağımsızlığına yönelik saldırıların artmasını gerekçe göstererek 12 Eylül 1980'de yönetime müdahale etmiştir. Milli Güvenlik Konseyi parlamento ve hükümeti feshederek, tüm yasama ve yürütme yetkilerini üzerine almıştır. 12 Eylül döneminde kişi hak ve özgürlükleri kısıtlanmış, siyasal parti ve dernek gibi demokratikdüzenin vazgeçilmez unsurları kapatılmıştır. Milli Güvenlik Konseyi ve Danışma Meclisi'nin oluşturduğu Kurucu Meclis, yeni anayasayı hazırlamıştır. Tepkisel bir anlayışla hazırlanan bu anayasada, devlet başkanının yetkileri arttırılmış yargıçların yetkilerini kısıtlanmış ve kişi hak ve özgürlüklerinde sınırlamalara ve yasaklamalara yer verilmiştir. 1983 yılında yeni partilerin kurulmasından sonra seçimlere gidilmiş ve Turgut Özal4ın liderliğindeki ANAP iktidara gelmiştir. Turgut Özal'ın Başbakanlığında ekonomik alanda önemli adımlar atılmasına karşın, demokratikleşme konusunda gelişme sağlanamamıştır. Kenan Evren'in görev süresinin dolması üzerine Turgut Özal, Cumhurbaşkanlığına seçilmiştir. Cumhurbaşkanı Turgut Özal, 1991 seçimleri sonucunda kurulan DYP-SHP Koalisyonu Hükümeti'yle de ciddi sorunlar yaşamıştır. Turgut Özal'ın 1993 yılındaki ani ölümü üzerine, Başbakan Süleyman Demirel Cumhurbaşkanlığına seçilmiştir. Türkiye'de tüm siyasal gelişmelere karşın demokratikleşme konusunda somut adımlar atılamamıştır.



5. ÜNİTE: KÜRESELLEŞEN DÜNYA

A-SOVYET RUSYA VE ORTA ASYA TÜRK CUMHURİYETLERİ
1. Giriş

Gorbaçov'un gerçekleştirdiği reformlar nelerdir?
Rusya’da Çarlık yönetiminin yıkılıp yerine Sosyalist bir düzenin kurulması Rusya'da yaşayan uluslar için bir umut kaynağı olmuştu. Zira, Rus egemenliği altında yaşayan uluslar ayrı ayrı devletlerini kuracaklarını ve Rusya’nın sömürgesi olmaktan kurtulacaklarını sanmışlardı. Fakat gelişmelerin böyle olmadığını yaşayarak öğrendiler. Özellikle Stalin dönemindeki baskıcı politika zihinlerden silinmedi. Sovyetlerin sömürgeci ve baskıcı politikası 1985 yılına kadar sürdü. Mikhail Gorbaçov’un Komünist Partisi Genel Sekreteri olması, Sovyetler Birliği'nin tarihinde bir dönüm noktası oldu. Gorbaçov, siyasi sistemin, devlet teşkilatının, hükümet organlarının yeniden yapılandırılmasını, siyasi sistemin demokratikleştirilmesini, bürokrasi ile mücadele edilmesini, milliyetler arasındaki ilişkilerin geliştirilmesini, hukuk sisteminin gözden geçirilmesini kararlaştırdı. Seçim sistemini değiştirdi. Parti ile hükümeti birbirinden ayırdı. Anayasada değişiklik yaptı. Sovyetler Birliği'nde iki meclisli bir yapı oluşturdu ve kendisi geniş yetkilerle donatılmış devlet başkanı oldu. Gorbaçov, Sovyetlerin ekonomik bakımdan saptadığı hedeflere ulaşamadığını bunun da halkın sıkıntılarını artırdığını belirterek ekonomik alanda da reform yapılmasını istedi. Sosyalist Teşebbüs Kanunu ile işletmelerin hakları ve sorumlulukları saptandı. İşletmeler giderlerini kendileri karşılayacak,fiyatları belirleyecekler,ürünlerinin kalitelerini yükseltecekler, yabancı sermayeden yararlanabilecekti. Sovyetler Birliği yavaş yavaş sosyalist ekonomiden pazar ekonomisine geçiyordu. Gorbaçov, Amerika Birleşik Devletleri'yle Sovyetler Birliği'nin girdiği yıldızlar savaşı olarak adlandırılan uzay araştırmalarından yorgun düşmüştü. Çünkü Sovyet ekonomisi silahlanma yarışının maliyetini kaldıramayacak duruma gelmişti. Üretilen silahlar,yapılan uzay araştırmaları halkın zorunlu fedakarlığına dayanıyordu. Bu sorunun çözümü Amerikan yönetimi ile kurulacak diyalogdan geçiyordu. Gorbaçov bu diyaloğu kurdu ve silahlanma yarışını durdurdu. Sovyetler Birliği'nde uygulanan glasnost ve perestroyka (açıklık ve yeniden yapılanma) politikası Sovyetler Birliği'nin çözülmesine ve yıllardan beri Rusların egemenliği
altında yaşayan Türk unsurların ulusal kimliklerini kazanarak bağımsız devletlerini kurmalarına olanak sağlamıştır. Bu ünitede genel çizgileriyle bağımsızlıklarına kavuşan çeşitli Türk Cumhuriyetlerini inceleyeceğiz.
2. Azerbaycan

Azeriler, Bolşeviklerin hangi ilkesine dayanarak bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir?
Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve Rusya’nın bu savaşa katılması iç sorunları arttırdı. Özellikle Çanakkale’de İtilaf Devletleri’nin yenilmesinden sonra Çarlığa karşı olanların etkisi daha da arttı. Nitekim 1917 yılı Şubat'ında Çarlık yıkıldı. Sosyal demokratlar herkese eşitlik vereceklerini söylediler. Ekim 1917’de ise Bolşevikler Rusya’da yönetime hakim oldular. Rusya egemenliği altında yaşayan ulusların eşit olduğunu ilân ettiler. Rusya’da iç savaş başladı. Bolşeviklerin siyasal iktidarlarını kurabilmek için iç savaşı kazanmaları gerekiyordu. Bunun için 3 Mart 1918’de Brest Litovsk Andlaşması’nı yaparak Kafkaslardaki ordudan yararlanmaya çalıştılar.
Her ulusun kendi kaderini çizmesi ilkesini kabul eden Bolşevikler, 26-28 Mayıs 1918’de Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan’ın ayrı ayrı bağımsızlığını kabul etmek zorunda kaldılar.
2.1. Azerbaycan Devletlerinin Kurulması
Musavat Partisi hangi noktalarda etkin politik amaçlar belirlemiştir?
1905’te Rusya’da meydana gelen ihtilâl çarlık yönetimini biraz daha demokratikleştirmiştir.
Duma adıyla kurulan meclise, Azerbaycan’ı temsilen 35 üye katılmıştı. Azeri üyeler demokratik hakların her ulus tarafından eşit ölçüde uygulanması mücadelesini verdiler. Fakat bu tavır Çar’ı rahatsız etti. Azerbaycan’da kurulmuş olan Himmet Partisi kapatıldı, üyeleri tutuklandı. 1911’de Musavat Partisi kuruldu. Parti programında milliyet ve mezhep farkı gözetmeden tüm Müslümanların birleşmesi, bağımsızlığını kaybetmiş Müslüman memleketlerinin yeniden bağımsızlığını kazanması gerektiği, bu doğrultuda çalışan Müslüman ülkelere maddi ve manevi
yardımın yapılması, Müslüman memleketlerin savunma ve taarruz güçlerinin arttırılmasına
katkıda bulunulması, bu ideallerin yayılmasını engelleyen unsurların yıkılmasını istediler 1913’te af ilân edilince tutuklanmaktan kurtulmak için yurt dışına kaçan Azerbaycanlı aydınlar ülkelerine döndüler. Mehmet Emin Resulzâde, Musavat Partisi’nin başına geçti.
1918'de kurulan Azerbaycan Devleti'nin yönetim şekli nedir?
Çarlığa karşı savaş açan Bolşevikler, 1917’de yayınladıkları bildiride, Rusya milletlerinin kendi yazgılarını kendilerinin çizeceklerini, istedikleri takdirde Rusya’dan ayrı bağımsız devletlerini kurabileceklerini belirttiler. Bunun üzerine Azeriler harekete geçtiler. 28 Mayıs 1918’de Resulzâde’nin başkanlığı altında toplanan Azerbaycan Milli Şurası bağımsızlığını ilân etmeye karar verdi. Milli Şura yayınladığı bildiride; Azerbaycan’ın bağımsız bir devlet olduğunu, yönetim şeklinin cumhuriyet olduğunu, ülkede yaşayan herkese özgürce gelişme olanağı sağlanacağını, Millet Meclisi toplanıncaya kadar Milli Şura’nın etkin olacağını bildirdi. Azerbaycan Milli Şurası Fethali Han başkanlığında bir hükümet kurdu. Yeni hükümet bu gelişimi, 30 Mayıs 1918’de büyük devletlerin merkezlerine bir telgrafla bildirdi. Azerbaycan Parlamentosu 7 Aralık 1918’de toplandı. Resulzâde’nin “bir kere yükselen bayrak bir daha inmez” sözü Azerbaycanlıların kararlılığının simgesi oldu. 22 Aralık 1918’de yeni bir hükümet kuruldu. Bolşevik Rus yönetimi petrolüyle tanınan bu bölgeyi elden çıkarma niyetinde değildi. O nedenle demokratik yönetimi zayıflatıcı her türlü eylemi destekliyordu. Bakü, hâlâ Rus denetiminde idi. Ermeni saldırıları sürüyordu. Azerbaycan hükümeti Türkiye’den yardım istedi. Nuri Paşa kumandasında gönderilen askeri birlik Bakü’yü kurtardı ve Azerbaycanlılara teslim etti (15 Eylül 1918). Mondros Mütarekesi gereğince
Türk Ordusu Azerbaycan’dan çekilince Bakü yeniden el değiştirdi.
Bolşevikler, hangi yöntemle Azerbaycan'ı SSCB.'ne katmışlardır?
Bolşevikler bağımsız Azerbaycan Hükümeti'ni kendilerine bağımlı hale getirebilmek için gizli bir komite oluşturdular. Nerimanov yönetimindeki bu komite, 27 Nisan 1920’de Azerbaycan yönetiminin kendilerine teslim edilmesini istedi. Durumun ciddiliğini farkeden hükümet bu isteği kabul etti. Başta Mehmet Emin Resulzâde olmak üzere birçok milliyetçi Azeri ülkeyi terk etti. 28 Nisan 1920’de Sovyet Sosyalist Azerbaycan Cumhuriyeti kuruldu. Böylece Azerbaycan’ın bağımsızlığı çok kısa sürdü. Azerbaycanlılar kolay kolay Rusya’ya teslim olmadı. İşgal sonrası
çıkan ayaklanmalar güçlükle bastırıldı. Azeriler üzerine baskı kuruldu. Kitleler halinde insanlar idam edildi.
2.2. Azerbaycan'ın Yeniden Bağımsızlığını Kazanması
Azerbaycan'ın yeniden bağımsızlığına kavuşmasında hangi örgüt etkili olmuştur?
Rusya’daki sosyalist sistem giderek halkın isteklerini karşılayamaz oldu. 1985’te Sovyet yönetiminin başına geçen Mikhail Gorbaçov bunu gördü. Glasnost ve perestroyka adı verilen yeni bir politika belirledi. Bu açıklık ve yeniden yapılanma politikasından Azerbaycanlılar da yararlandı. Ebulfeyz Elçibey’in önderliğinde Halk Cephesi adıyla bir örgüt kuruldu (19 Haziran 1989). Azerbaycan’a bağımsızlık verilmesi istendi. Bu durum Moskova’nın hoşuna gitmedi. Ermeniler kışkırtılarak Ermeni- Azeri çatışması yaratıldı. 19-20 Ocak 1990’da Kızıl Ordu Bakü’ye girdi. Bu durum Halk Cephesi’nin yeraltına inmesine yol açtı. Mart 1990’da seçimler yapıldı ve
Ayaz Muttalibov Cumhurbaşkanı seçildi. 30 Ağustos 1991’de Azerbaycan’ın bağımsızlığı ilân edildi. 18 Ekim 1991’de yapılan halk oylaması ile bu karar daha da pekiştirildi. Ancak, Muttalibov halkla uyuşamadı. 25 Şubat 1992’de Suşa ve Hocalı’da büyük katliamlar oldu. Bunun üzerine Muttalibov istifa etti. Mayıs ayında tekrar cumhurbaşkanı oldu ise de halk bunu kabul etmedi. İsyan çıktı. Muttalibov Moskova’ya kaçtı. 7 Haziran 1992’de Elçibey Cumhurbaşkanı seçildi. Ancak 16 Haziran 1993’te görevinden çekilmek zorunda kaldı. Yerine Haydar Aliyev getirildi.
Azerbaycan'daki rejimin yerine oturamamasından yararlanan Dağlık Karabağ Ermenileri Azerbaycan'dan ayrılmak istediler Bu durum Ermenistan ile Azarbaycan arasında savaşa yol açtı. Dağlık Karabağ sorunu henüz çözülememiştir.
2.3. Azerbaycan - Türkiye İlişkileri
Türkiye, Azerbaycan ile her zaman yakından ilgilenmiştir. Rus baskısından bunalan Azerbaycanlı Türk milliyetçileri için İstanbul, adeta sığınılacak bir liman olmuştur.
Sovyet yönetimi, Azerbaycan'a yönelik nasıl bir kültür politika izlemiştir?
Yeni Türkiye Devleti kurulurken, Milli Mücadelenin başlangıcında da Azerbaycan ile iyi ilişkiler kurulmuştur. Sovyet yönetimi Azerbaycan’da egemen olunca Azeri Türklerinin Türkiye ile ilişkileri kısıtlanmıştır. Sovyetler, Azerbaycan'ın Türkiye ile ilişkilerini kesebilmek için her türlü önlemi almışlardır. Kültürel bağı koparabilmek için 1925’te Azerbaycanlıların Latin alfabesini benimsemelerini desteklediler. Türkiye ile ilişkileri yasakladılar. Bunun için Sovyet eğitimini zorunlu kıldılar, Arap abc si ile basılan kitapların Azarbeycan'a girişini engellediler. 1926’da Bakû’de toplanan Türkoloji kurultayında tüm Türk Cumhuriyetlerinde latin abc sinin kullanılması kararlaştırıldı. Türkiye'de harf devriminin yapılması bir ölçüde Türk Cumhuriyetleriyle kopmuş olan ilişkiyi kurmak için önemli bir adım olmuştur Fakat, Sovyetler Birliği II. Dünya Savaşı sırasında Kril alfabesini zorunlu kılarak yeniden ilişkiyi koparmışlardır.
Sovyetler dağılıp Azerbaycan yeniden bağımsızlığına kavuşuncaya değin Türkiye ile Azeri Türkleri arasındaki zayıf olan ilişkiler, Azerbaycan’ın bağımsızlığına kavuşmasından sonra canlandı. Türkiye, Azerbaycan’ın Batıya açılan penceresi oldu. Çeşitli andlaşmalar imzalanarak siyasi, ticari, ekonomik ve kültürel bakımdan Azerbaycan’ın güçlenmesi için elinden geleni yaptı. Eximbank kanalıyla 250 milyon dolarlık kredi açtı. Bunun dışında önemli miktarda insani yardım yaptı. Türk iş adamları 1 milyar dolarlık yatırım yaptı. Azerbaycan halkının öğretmen ihtiyacını karşılamak üzere Türkiye’den öğretmen ve ders araç ve gereçleri gönderildi. Bu öğretmenler sayesinde Azerbaycan Türkleri ile Türkiye arasında daha sıcak ilişkiler kuruldu. Azarbeycan'dan gönderilen öğrenciler Türkiyenin çeşitli üniversitelerinde eğitildiler. Türkiye 20 kadar resmi özel
okul açmıştır Siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel alanda ki ilişkiler giderek daha da güçlenmektedir.
3. Kazakistan
Kazakistan'ın yönetim şekli nasıldır?
Doğusunda Çin, kuzeyinde Rusya Federasyonu, batısında Hazar Gölü, güneyinde Özbekistan ve Kırgızistan Türk Cumhuriyetleri ile çevrilmiş, demokratik,laik, üniter ve bağımsız bir devlettir. Başkenti Almaata’dır. 1989 sayımına göre nüfusu 18.227.878’dir. Bugün 20 milyonu aştığı tahmin edilmektedir. Kazakistan yer altı madenleri bakımından zengin ülkedir. Özellikle, kömür, petrol, doğalgaz, bakır, demir, çinko bakımından zengindir. Kazakistan’da yapılan arkeolojik araştırmalarla elde edilen buluntular geçmişi oldukça derinlere giden bir kültürün varlığını ve bu kültürün Hun devri Türk kültürüne benzediğini ortaya koymaktadır. Kazakistan tarihin çeşitli devirlerinde farklı kabile ve ulusların geçit yeri olmuştur. Fakat yapılan incelemelerde Kazakistan’da Türk kültürünün ağırlıklı izlerine rastlanılmaktadır. Kazakistan’ın asıl nüfusunu oluşturan Kazaklar, çeşitli dönemlerde burada kalan Türklerin diğer uluslarla birleşmesiyle oluşmuş bir Türk kavmidir. Kazak deyimi hür, serbest, yiğit, cesur anlamına gelmektedir. Kazaklar, ancak Kasım Han zamanında (1445-1520) siyasal bir varlık olabilmişlerdir. Kasım Han’ın ölümü devletin birliğini bozdu. Kasım Han’ın küçük oğlu Ak Nazar Han, Kazakların yeniden siyasi birliğini sağladı. Ancak Kazakların büyüme politikası bir yandan Moğolların öbür yandan da Rusların tepkisine yol açtı. Kazakistan idari bakımdan üç ordu (bölge) şeklinde örgütlenmişti. Her ordunun yaylak, kışlak ve otlak olmak üzere hakim olacağı yerler saptanmıştı. Bunların her birine ayrı damga verilmişti.
Sovyet Devrimi üzerine 1-11 Mayıs 1917’de toplanan Rusya Müslümanları Kurultayından
sonra Alaş-Orda Partisi açıkça Kazak Türklerinin haklarını korumaya yöneldi. Ruslar buna tepki gösterdiler. Hatta bu partinin çalışmalarını durdurmak istediler. Kazaklar, Kızıl Ordu karşısında yenildiler. 1924’te Taşkent’te toplanan bir kongrede Türkistan’daki Türkler arasında ayrılıklar
ortaya çıktı. Kazak, Özbek, Türkmen, Kırgız Komünist Partileri ayrı cumhuriyet olmak istediklerini bildirdiler. Sovyet yönetimi Eylül 1924’te bunların her birinin ayrı
cumhuriyet olarak varlıklarını kabul etti.
Sovyet Yönetimi Kazakistan'da nasıl bir politika izlemiştir?
Sosyalist yönetim Kazakistan’da herşeyi devletleştirdi. Kooperatifler yoluyla üretim kontrol altına alındı. Ahmet Yesevi’nin ülkesinde ibadet yasaklandı. Arap alfabesi bırakılarak Kril alfabesinin kullanılması zorunlu kılındı. Sovyet politikasına uygun olarak Kazak Türklerini asimile etmek için büyük bir çaba harcandı.
3.1. Kazakistan'ın Bağımsızlığını Kazanması
Nazarbayev, Kazakistan'da hangi alanlarda başarılı çalışmalar yapmıştır?
1984 yılında Kazakistan Merkez Komitesi Sekreterliğine getirilen Nazarbayev’in kısa süre sonra Bakanlar Kurulu Başkanı olması, Kazakistan tarihinin dönüm noktası oldu. 22 Haziran 1989’da Kazakistan Komünist Partisi başkanlığına getirilen Nazarbayev, Mikhail Gorbaçov’un Glasnost-Perestroyka politikasına destek verdi. Bunun karşılığı olarakta Kazakistan’ın haklarının korunmasını sağladı. Kazakistan petrolünün, doğalgazının ve madenlerinin dış piyasada uygun fiyatla satılmasını istedi. İzlediği tutarlı ve akılcı politika ona büyük saygınlık kazandırdı. 1989 yılı Eylül’ünde resmi dilin Kazak Türkçesi olduğunu ilân etmesi halkın güvenini daha da arttırdı. Böylece Kazak Türkleri ana dillerine kavuştular. Ülkesini demokrasi ve serbest pazar ekonomisine geçirmek için önlemler aldı, düzenlemeler yaptı. Siyasal partilerin kurulmasına izin verdi. Azat (Hürriyet) Partisi Kazakistan’ın egemenliğini kazanmasında önemli rol oynadı. 26 Mart 1990’da seçilen parlamento 24 Nisan 1990’da Nazarbayev’i cumhurbaşkanı seçti. Nazarbayev parlamento desteği ile Rusların Kazakistan’daki nükleer deneme yapmalarını engelledi. 1 Aralık 1991’de yeniden 5 yıl için cumhurbaşkanı seçildi. Kazak geleneklerine uygun şekilde makamına oturdu. 16 Aralık 1991’de Kazakistan’ın bağımsızlığını ilân etti. Böylece Kazakistan Cumhuriyeti kurulmuş oldu. Nazarbayev’in öncülüğünde devlet bürokrasisinin yanısıra dil, edebiyat,kültür alanlarında ulusalcılık hız kazandı. Kruşçev zamanında kapatılan Kazak okulları yeniden açıldı. Kazak milliyetçiliğinin temel kaynakları yeniden incelenmeye başlandı. Kazakistan tarihi, sosyalist ideolojiden arındırılarak incelenmeye ve öğrenilmeye başlandı.
3.2. Kazakistan - Türkiye İlişkileri
Kazakistan ile Türkiye arasında ilişkiler nasıl gelişmektedir?
Kazakistan ile Türkiye arasında kurulduğu günden beri çok iyi ilişkiler bulunmaktadır. Kazakistan’ı ilk tanıyan ülke Türkiye olmuştur. Türkiye ile Kazakistan arasında çeşitli andlaşmalar imzalanmış, protokoller yapılmıştır. Türkiye 200 milyon dolar kredi vermiştir. Çok sayıda Kazak öğrencinin Türkiye’de okuması kabul edilmiştir. 1993’te Türkiye ile Kazakistan’ın ortak katkıları
ile Hoca Ahmed Yesevi Uluslararası Kazak-Türk Üniversitesi kurulmuştur. Kazakistanla kurulan siyasal,sosyal,ekonomik ve kültürel ilişkiler her yıl giderek hızlanmaktadır. Kazakistanda 150 den çok Türk firması iş yapmaktadır. Türk firmalarının üstlendiği projelerin tutarı 900 milyon doları bulmuştur
4. Kırgızistan
1917’deki Bolşevik Devrimi'nden sonra bağımsızlıklarını elde edeceklerine dair biraz umuda kapılmışlarsa da bu umutları da kısa süre sonra tükendi.
1924’te Taşkent'te toplanan bir konferansta; Kazak, Özbek, Kırgız ve Türkmenlerin ayrı ulus oldukları belirtilerek bunların birer cumhuriyet olması istendi. Nitekim Türkmenistan’daki Komünist Partilerin girişimi ile sınırlarını Merkez Toprak Komitesi’nin belirleyeceği Cumhuriyetler kuruldu (Eylül 1924).
Sovyet yönetimi, Kırgızistan'a yönelik nasıl bir politika izlemiştir?
1924 Ekim’inde de Kırgızistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti oluşturuldu. Zaman zaman Sovyetlerin merkeziyetçi, halkın elinde avucunda olanını almaya yönelik politikası tepkilere neden oldu. Özellikle Stalin döneminde baskılar iyice arttı. Halk susturuldu. Dillerini, kültürlerini yadsımaya yöneltildi. 1929 dan 1940’a kadar Latin abc sini kullanan Kazakların daha sonra Kiril abc sini kullanmaları zorunlu kılındı. Böylece Sovyet yönetimi Kırgızları kültürel köklerinden kopartmaya çalıştı. Tam bir asimilasyon politikası izlendi.
4.1. Kırgızistan'ın Bağımsızlığını Kazanması
Gorbaçov’un Sovyet yönetimine gelmesinden sonra izlenen Glasnost (açıklık), Perestroyka
(yeniden yapılanma) politikası, Kırgızların da bağımsızlığa kavuşmalarına olanak verdi.


Kırgızistan, hangi tarihte bağımsızlığını kazanmıştır?
27 Ekim 1990’da cumhurbaşkanı seçilen Asker Akayev, merkeziyetçi ekonomiden, liberal ekonomiye geçişi sağlayacak yasal düzenlemeler yaptı. Eğitim dilini Kırgızcaya çevirerek Kırgızların ulusal dillerini kullanmalarına, ulusal kültürlerini geliştirmelerine ve ulusal kimliklerini tanımalarına yardımcı oldu. 12 Aralık 1991’de Kırgızistan bağımsızlığını ilân etti.
4.2. Türkiye-Kırgızistan İlişkileri
Kırgızistan bağımsızlğını kazandıktan sonra Türkiye ile ilişkileri artmıştır. Türkiye Cumhuriyeti devlet ve hükümet başkanları Kırgızistan’ı, Kırgızistan devlet ve hükümet başkanları da Türkiye’yi ziyaret ederek ilişkilerin geliştirilmesine yardımcı olmuşlardır. Çeşitli alanlarda çalıştırılmak üzere Türk uzmanlar gönderilmiş, Kırgızistan’dan öğrenciler getirtilerek Türk üniversitelerinde okutulmuştur. Bişkek’te Anadolu Lisesi’nin açılması sağlanmış, gıda ilaç vb. yardımlar yapılmış ve çeşitli andlaşmalar, protokoller imzalanmıştır. Türkiye 50 milyon dolarlık insani yardımın yanında 75 milyon dolar da kredi vermiştir. Kırgızistanla kurulan ilişkiler de her yıl giderek gelişmektedir.
5. Özbekistan

Bolşevik Devrimi'nden sonra Özbekistan'da nasıl bir siyasal hareket gelişmiştir?
1917’de Bolşevik Devrimi olunca Özbekistan’da da Çar yanlıları ile Bolşevik yanlıları karşı karşıya gelmişlerdir. Beyaz Ordu ile Kızıl Ordu kıyasıya savaşmıştır. Özbek Türkleri Hokand’da bir halk şurası kurarak bağımsızlıklarını ilâna yönelmişlerdir. 11 Aralık 1918’de 10 kişiden oluşan bir icra komitesi bile seçmişlerdir Fakat Ruslar bu icra komitesini tanımamış,. 22 Şubat 1918’de Hokand’ı işgal etmişlerdir. Özbek Türkleri bağımsızlıklarını elde etmek için silahlı mücadeleye atılmıştır. Sovyetler bunu basmacılık (haydutluk) olarak nitelendirmişlerdir. Halk tabanına dayalı
olarak gelişen basmacılık hareketini bastırmada Ruslar başarılı olamamışlardır. Olayların ciddiyetini kavrayan Sovyet yönetimi, Türkistan Cephesi adıyla bir cephe kurmuş komutanlığına M.W. Frunze’yi atamıştır. Enver Paşa’nın Türkistan’a gelmesi Türklere yeni umut vermiştir Özbekler, Enver Paşa’nın etrafında toplanmak istemişlerdir. Ancak başta Zeki Velidi olmak üzere
bazı ileri gelenler Enver Paşa’ya soğuk davranmaları bu birleşmeyi önlemiştir. Enver Paşa, Orta Asya İslâm Devleti kurmak için Ruslarla savaşmaktan vazgeçmemiştir. Duşenbe’yi Ruslardan kurtarmasına rağmen uzun süre burayı elinde tutamamıştır 4 Ağustos 1922’de Belçevan Köyü’nde öldürülmesi bağımsızlık hareketini zayıflatmıştır. 1924’te Kızıl Ordu Özbekistan’a hakim oldu. Eylül 1924’te Rus Komünist Partisi’nin kararı ile Merkez Toprak Komitesi, Sovyet Sosyalist Özbek Cumhuriyeti’nin kurulmasını kararlaştırdı.
5.1. Özbekistanın Bağımsızlığını Kazanması
1989 yılı Haziranında Özbekistan Komünist Partisi Birinci Sekreterliğine İslam Abdulganiyeviç
Kerimov’un getirilmesinden ve Sovyetler Birliği'nin dağılmaya başlaması üzerine bağımsızlığa doğru giden yol açıldı. Zira Mart 1990’da başkan seçilen Kerimov, Sovyetlere karşı bir politika izledi. Rusya’nın Özbekistan’ı hammadde deposu olarak gördüğünü bunun da Özbek halkını geri bıraktığını belirtti.
Kerimov, Özbekistanda hangi alanlarda çalışmalar yapmıştır?
Kerimov, Özbekçeyi resmi dil ilan etti. Özbekistan anayasasında hiçbir etnik gruba ve azınlığa anayasadaki yurttaşlık hakları dışında bir hakkın verilmesine izin vermedi. Özbek ulusçuluğunun geliştirilmesine önem verdi. Rusçanın çeşitli alanlardaki etkinliğini azaltmaya başladı. Nitekim televizyon programlarındaki Rusçanın ağırlığı giderek azalmaktadır. Halkından güç alan Kerimov, 31 Ağustos 1991’de Özbekistan’ın bağımsızlığını ilân etti. 29 Aralık 1991’de de Cumhurbaşkanlığı‘na seçildi. Ekonomiyi liberalleştirdi, sistemi demokratikleştirdi. Rusya Federasyonu ile çatışmaya girmedi. Birleşmiş
Milletlere, Avrupa Güvenlik ve İnsan Haklarına üye oldu. Türkiye ile sıcak ilişkiler kurmaya özen gösterdi. Türkiye, Özbekistn’a 250 milyon dolar kredi açtı. Türk iş adamları ise 700 milyon dolarlık iş yaptı. Özbek öğrencilerin Türkiye'de eğitim görmeleri sağlandı. Özbekistan'da Türk okulları açıldı.
6. Türkmenistan
Türkmenistan; güneyden İran, güneydoğudan Afganistan, kuzeydoğudan Özbekistan, kuzeyden Kazakistan ve batıdan Hazar Denizi ile çevrilmiş 488000 km2 alana sahip bir Türk Cumhuriyeti’dir. Ülke; Balkan, Aşkabad, Meru, Çarju ve Taşauz gibi 5 eyalete ayrılmıştır.
Türkmenistan, hangi tarihte SSCB'ne katılmıştır?
Türkmenistan Komünist Partisinin etkinliği giderek arttı. Zaman zaman Türk Komünist Partilerin birlikte hareket etmeye çalıştıkları görüldü ise de buna izin verilmedi. Ancak her Türk Komünist Partisinin isteği olan ayrı Cumhuriyet isteğini Türkmenler de kabul etti 1924’te Türkmenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu. Böylece Türkmenistan’ın Sovyetler Birliği’nin bir parçası olduğu kabul edildi.
6.1. Türkmenistan'ın Bağımsızlığını Kazanması
Sovyet rejiminin Türkmenistan’da yerleşmesini engellemeye çalışan Türkmenler, Sovyet yöneticilerince çeşitli suçlarla suçlanarak cezalandırıldılar, sürgüne gönderilerek ülkeden uzaklaştırıldılar. Türklerin direnişleri diğer cumhuriyetlerde olduğu gibi çok kanlı bir şekilde bastırıldı. Bu durum Gorbaçov’un devlet başkanı olmasına kadar sürdü.


Türkmenistan'ın bağımsızlığına ulaşması hangi aşamalardan geçerek gerçekleşmiştir?
Türkmenistan’da sınıf esasına dayanan proletarya ve kolhoz edebiyatı geliştirildi. Türkmenistan’ın kendi ulusal kimliğini ortaya koyacak ulusal kültürün geliştirilmesi önlendi. Sovyet okullarından yetişen Türkler, ulusal kimliklerinin bilincine vardıktan sonra kurtuluşa doğru giden yol kısaldı. Bilim, sanat ve kültür alanında yetişen bir çok Türkmen, Gorbaçov’un başlattığı açıklık ve yeniden yapılanma politikasına paralel olarak bağımsız Türkmenistan Cumhuriyetini kuracak girişimleri
başlattı. Türkmen aydınları Sovyetlerin kültürel asimilasyonu ve sömürgeci davranışlarına karşı seslerini yükselttiler. Ulusal kimliklerini dışa vurmaya yöneldiler. Türkmenistan Komünist Partisi başına getirilen Leningrad Üniversitesinde okumuş Komünist Partisinin her kademesinde görev yapmış olan Sapar Murat Atayeviç Niyazov, önce Türkmenler arasındaki kabilecilik ayrışmasını durdurdu. Türkmen aydınlarıyla işbirliği yaparak Sovyetlerin Türkmenistan’ı sömürdüğünü, aldığından daha az para vererek halkı fakirleştirdiğini yüksek sesle dile getirdi. Ulusal kimliğin simgesi olan Türkmen diline sahip çıktı ve Rusçanın yanında resmi dil olmasını sağladı. 1990’da yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimini %99.5 oy ile kazandı. Rusya’da Sovyet sistemi çökerken Niyazov ,Türkmenistan’ın bağımsızlığı konusunda halk oyuna başvurdu ve halkın %93’ünün bağımsız olmak istediğini, bu oylama ile tespit etti. Nitekim, Türkmenistan Parlamentosu 27 Ekim 1991’de oybirliği ile Türkmenistan’ın bağımsızlığını kabul ederek tüm dünyaya duyurdu.
6.2. Türkiye-Türkmenistan İlişkileri
Türkmenistan'ın bağımsızlığını tanıyan ilk ülke hangisidir?
Türkmenistan’ın bağımsızlığını ilk tanıyan ve ilk elçiliği açan ülke Türkiye olmuştur. Türkmenistan’ın tanınması, Birleşmiş Milletlere AGİK’e üye olması için büyük çaba göstermiştir.
Türkmenistan’ın Türkiye’ye coğrafi yakınlığı, ekonomik zenginliği iki ülke arasındaki ilişkilerin sıcaklığında belirleyici olmuştur. Zira Türkmen doğalgazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya pazarlanması Türkmenistan’ın ekonomik bakımdan kalkınmasına yardımcı olacaktır.
Türkiye ve Türkmenistan arasında hangi alanlarda işbirliği yapılmaktadır?
Türkiye siyasal, sosyal, ekonomik bakımdan olanakları ölçüsünde Türkmenistan’ı desteklemekte ve bu konuda çeşitli anlaşmalar yapılmaktadır. Bunlar eğitim, bilim, kültür, sanat, gençlik ve spor, radyo ve televizyon alanlarında Türkmenistan’dan gelecek öğrencilerin Türkiye’de yetiştirilmesi, lâtin alfabesine geçişte Türkiye’nin yardımcı olması vb. dir. Ayrıca, Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’ta Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı Merkezinin kurulması 2500 hatlık bir santralin Türkiye tarafından kurulması, havaalanının yapımını bir Türk firması tarafından üstlenmesi de gerçekleştirilmektedir. 1992’de Türkiye’ye 2000 öğrenci gelmiştir. 1992-1993 ders yılında Anadolu Üniversitesi Sivil Havacılık Yüksek Okulu’nda 14 Türkmen öğrenciye pilotluk eğitimi verilmiştir. Türkmenistan’la ilişkiler her yıl giderek daha da gelişmektedir. Türkmenistan, Türkiye’nin açtığı 91 milyon dolarlık kredinin tümünü kullanmıştır.

Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı
Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı ya da kısaca TİKA Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı'na bağlı olan kurum Türkiye'nin dış yardımlarını organize eder. Ayrıca yurt dışında Türkçe öğretimini destekler. TİKA Türkoloji Projesi buna örnektir.
TİKA'nın görevleri şunlardır:
a) Gelişme yolundaki ülkelerle ekonomik, ticari, teknik, sosyal, kültürel ve eğitim işbirliğini, bu ülkelerin kalkınmalarına katkıda bulunacak projelerle geliştirmek,
b) Gelişme yolundaki ülkelerin kalkınma hedefleri ve ihtiyaçlarını da gözönüne alarak, ekonomik, ticari, teknik, sosyal, kültürel ve eğitim işbirliği ve yardım konularını belirlemek ve bu amaçla gerekli proje ve programları hazırlamak veya özel kuruluşlara hazırlatmak,
c) Gelişme yolundaki ülkelerin bağımsız devlet yapılarının geliştirilmesi, mevzuatın hazırlanması, kamu görevlilerinin yetiştirilmesi, serbest piyasa ekonomisine geçiş sürecinde bankacılık, sigorta, dış ticaret, bütçe ve vergi sistemi gibi alanlarda ihtiyaç duyacakları yardımları sağlamak, bu ülkelere uzmanlar gönderilmesi, bu ülkelerden gelecek eleman ve öğrencilerin eğitim ve staj görmesi, bu kişilere burs tahsis edilmesi amacıyla gerekli düzenlemeleri ve koordinasyonu yapmak,
d) Eğitim ve kültür alanlarındaki işbirliği programlarının, yurtdışında, Türk Kültür Merkezleri aracılığıyla yürütülmesi için gerekli düzenlemeleri yapmak.
e) Ana hizmet ve görevleriyle ilgili konularda diğer kamu kurum ve kuruluşları ile gerekli işbirliği ve koordinasyonu sağlamak.

B-Yeni Dünya Düzeni
Küreselleşme
1. Giriş
"Tek Kutuplu dünya"nın ortaya çıkmasına yol açan olaylar nelerdir?
1980'lerin ortalarından itibaren yeniden güçlenen Yumuşama Dönemi 1989'da şaşırtıcı bir aşamaya ulaştı: O tarihten yalnızca 10 yıl kadar önce Batı'da birçok kişi Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku'nun Dünya'ya gitgide egemen olduğunu düşünürken, 1989'da uluslararası yapı hızla ters yönde değişmeye başladı. SSCB ve Doğu Bloku'nda görülen hızlı çözülme birkaç yıl içinde SSCB'nin dağılmasına, Doğu Bloku'nun yıkılmasına yol açacaktır. Böylece, uluslararası alanda ABD'nin "tek-kutuplu" egemenliği ortaya çıkmış olmaktaydı.
"Yeni Dünya Düzeni", "Globalleşme" gibi kavramların aslında ABD'nin egemenliği anlamına geldiğini savunanları haklı gösterebilecek bir döneme mi girilmekteydi? ABD, 1975 Helsinki Nihai Sened'nin insan hakları boyutunu kullanmak suretiyle son çeyrek yüzyıl içinde, böyle bir sonucu ustalıkla elde mi etmişti?
Hatta, 1945'ten beri mi adım adım bu amacına ulaşmıştı? Öte yandan, Sovyet-Amerikan nükleer dengesine (dehşet dengesi'ne) dayalı iki-kutupluluk yıllarından sonra şimdi Dünya "dengesizliğin dehşeti" içine mi girmekteydi. Tarihin daha önceki dönemlerinde de bir güçlü ülkenin Avrupa (veya Dünya) egemenliği iddiasıyla ortaya çıktığı görülmüştü. Örn. XIX. yüzyılda N.Bonaparte Fransa'sı, XX. yüzyılda A.Hitler Almanya'sı. Diğer ülkeler bu egemenlik girişimlerine karşı bir süre sonra denge oluşturmuşlardı. Egemen olmak iddiasında bulunanlar ise bu durum karşısında yıkıma uğramışlar, hatta dağılma tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardı.
Amerika Birleşik Devletleri'nin "tek-kutuplu" egemenliği iç politikasını nasıl etkilemiştir?
ABD'nin "egemenliği" ise, bu yönde bir "iddia"nın sonucu olmaktan çok kendi kendisini içinde bulunduğu bir fiili durum özelliği göstermek suretiyle önceki örneklerden önemli ölçüde ayrılmaktadır. Öte yandan, ABD'nde "kendi iç sorunlarına dönme" yönündeki "yalnızcılık" (infiratçılık) eğilimleri de 1990'larda yeniden canlanacaktır. 1992 Başkanlık seçimlerini Demokrat Parti'nin adayı Clinton'un kazanmasında
bu etkenin rolü olacaktır. Yani, ABD'nin "kendi kendinin freni olması" da başka ülkelerin "denge" ihtiyacını azaltan bir olgudur. Ancak, yine de ABD'nin "en güçlü devlet" konumunda bulunması, diğer ülkeleri "denge arayışları"ndan alıkoyamayacak bir olgudur.
2. Dönemin Başlıca Gelişmeleri
2.1. Küresel Gelişmeler
2.1.1. İki Almanya'nın Birleşmesi
İki Almanya'nın birleşmesi nasıl gerçekleşmiştir?
1989'u uluslararası ilişkilerde bir dönüm noktası yapan olaylar, o yılın 9 Kasımında, iki Almanya'nın (ve Doğu-Batı bloklarının) ayrılığını simgeleyen Berlin Duvarı'nın açılması ve 14 Ocak 1990'dan itibaren de yıkılmasıyla hız kazanacaktır. Berlin Duvarı'nın yıkılmasını izleyen gelişmeler, iki Almanya'nın yeniden birleşmesine giden yolu açtı. İki Alman halkının tekrar biraraya gelmesine Doğu Alman hükümetinin de, onu destekleyebilecek SSCB'nin de karşı çıkması artık mümkün değildi.
Bu ortam içinde, Batı Almanya SSCB'nin de "onayı"nı almak suretiyle Doğu Almanya'yla giriştiği görüşmeleri hızla sonuca bağladı. Bu gelişmelerin sonunda ABD, SSCB, İngiltere, Fransa ile Batı ve Doğu Almanya arasında 12 Eylül 1990'da Moskova'da iki Almanya'nın birleşmesine ilişkin anlaşma imzalandı. Anlaşma'nın 3 Ekim
1990'da yürürlüğe girmesiyle iki Almanya tek devlet çatısı altında yeniden bir araya gelmiş oluyordu.
2.1.2. Doğu Bloku'nun Yıkılması
Doğu Bloku'nun yıkılması Doğu Avrupa ülkelerinde ne gibi değişiklikler yaratmıştır?
Almanya'yla ilgili gelişmelere paralel biçimde, Doğu Almanya gibi diğer Doğu Avrupa ülkelerindeki yönetimler de çöküş sürecine girdiler. Bu ülkelerin ekonomik ve siyasal sistemlerinde Batı tipi demokrasiler yönünde önemli değişiklikler oldu. Varşova Paktı'da kendi kendisini feshetti. Öte yandan, Doğu Bloku'nda ortaya çıkan dağılmayı, bazı Doğu Avrupa ülkelerinin parçalanması izlemiştir. Bu yöndeki gelişmeler özellikle Çekoslovakya'nın 30 Eylül 1992'de Çek ve Slovakya cumhuriyetleri olarak ikiye ayrılmasında görüldü.
Sovyetler Birliği'nin durumuna da aşağıda değineceğiz. Yugoslavya da parçalandı. Hırvatistan, Slovenya, Makedonya ve Bosna-Hersek bağımsız oldular. Ancak, Bosna-Hersek'te 1992'de çıkan iç savaş 1996'ya kadar sürdü.
2.1.3. Sovyetler Birliği'nin Dağılması Sovyetler Birliği'nin dağılması eski Sovyet Cumhuriyetlerinde ne gibi siyasi değişiklikler yaratmıştır?
1989'u izleyen dönemde Sovyetler Birliği'nin dağılması sonucunda, başta Rusya olmak üzere, eski Sovyet cumhuriyetleri ayrı ayrı bağımsız devletler olarak ortaya çıktılar. Bu devletlerden 11'i (Azerbaycan, Belarus, Ermenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Moldova, Rusya Federasyonu, Tacikistan, Türkmenistan, Özbekistan ve Ukrayna), 21 Aralık 1991'de Kazakistan'da (Almatı'da) toplanarak "Bağımsız Devletler Topluluğu" adı altında bir birlik oluşturdular.
Buna göre, üye ülkeler birbirleriyle ilişkilerinde egemen eşitlik, "self-determination", içişlere karışmama, kuvvete başvurmama, anlaşmazlıkların barışçı çözümü, insan haklarına ve azınlıklara saygı ilkelerine uymayı öngörmekteydiler.
2.1.4. NATO'nun Yeni Görünümü
Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa'da ortaya çıkan gelişmeler NATO'da bir anlamda "kimlik bunalımı" yaşanmasına yol açmıştı: Birçok Avrupa'lı NATO ülkesi, "Komünizm" ve "Sovyet tehdidi" ortadan kalktığına göre, ittifak'ın artık gerekli olmadığını, bu nedenle de savunma harcamalarında kısıntıya gidilmesi gerektiğini düşünmekteydi.
Nato'nun yeniden yapılandırılmasını zorunlu kılan nedenler nelerdir?
Ancak, NATO -özellikle Genel Sekreter Wörner'in çabalarıyla- bu "kimlik bunalımı" nı atlattı. NATO'nun varlığını sürdürmesi gerektiği yolunda Batı kamuoyunda ortak bir kanı oluşabildi. Buna göre:
• Sovyetler Birliği dağılmıştır. Ancak, Rusya hala güçlüdür ve yeniden bir tehdit ögesi oluşturabilecek durumdadır.
• Nitekim, birçok eski Doğu Avrupa ülkedi de hala Rusya'dan duydukları güvenlik kaygısıyla NATO'ya üye olmak istemektedir. (Gerçekten de bu ülkelerle "Barış İçin Ortaklık" ilişkisi kurulacaktır. Daha sonra, 1997 yılında Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya'nın NATO'nun 50. kuruluş yıldönümü olan 1999'a kadar İttifak'a üye olmaları kabul edilecektir.)
• NATO, dünya sorunları karşısında Batı'lı demokrasiler için ortak bir platform özelliğini sürdürmelidir.
• NATO'nun doğrudan sorumluluk kapsamına girmemekle birlikte Avrupa'nın başka yerlerinde ve Orta Doğu gibi dolaylı ilgi alanlarında Birleşmiş Milletler'le işbirliği halinde bazı görevler üstlenilmesi gerekli olabilecektir.
Gerçekten de NATO, yukarıda 4. noktada belirtilen çerçevede 1995 yılından sonra Bosna-Hersek'te barışın sağlanmasında etkili bir rol oynayacaktır.
2.2. Bölgesel Gelişmeler (Orta Doğu Gelişmeleri)
2.2.1. Körfez Bunalımı
Körfez Bunalımı'nın nedenleri nelerdir?
1989 sonrası dönemde Orta Doğu'da meydana gelen ilk gelişme, uluslararası alandaki barışçı sürece ters bir olaydı: Körfez Bunalımı. 1980-88 arasında iki Körfez ülkesi Irak ve İran arasında yaşanan savaştan kısa bir süre
sonra bu defa Irak ile Kuveyt bunalım ortamına sürüklendiler. Irak, Kuveyt'in bağımsız olduğu 1961 yılında da bu ülke üzerinde hak iddia etmişti. İki ülke arasında o tarihte yaşanan gerginlik Kuveyt'e bağımsızlığını veren İngiltere'nin bu ülkenin arkasında yer alması sonucu fazla uzamadan sona ermişti. Kuveyt'e karşı geçmişten gelen iddialarına ek olarak, son birkaç yılda ortaya çıkan bağı ögeler de Irak'ı 1990'da bu ülkeyle bir bunalıma itti: Bir kere, Irak-İran Savaşı sırasında ağır borç yükü altına giren Bağdat yönetimi, Savaş'tan sonra ülkenin yeniden imarı için petrol fiyatının yükseltilmesini, bunun için de OPEC ülkelerinin üretimlerini kısmasını istiyordu. Kuveyt ise, diğer petrol üreticisi "muhafazakar" Arap rejimleri gibi, fiyatların yükselmesinden yana değildi. Öte yandan, Irak İran'la savaşı sırasında Kuveyt'e de borçlanmıştı ve "mücadelesini Arap dünyası adına yaptığını" söyleyerek, şimdi bunun silinmesini istiyordu. Kuveyt ise buna yanaşmıyordu. Ayrıca, Irak, Kuveyt'in, kendisinin İran'la savaşından yararlanarak sınırdaki Rummalia petrol bölgesini ele geçirdiğini iddia ediyor; şimdi bu toprağın geri verilmesini ve maruz kaldığı petrol geliri kaybının da tazminini istiyordu. Bu nedenlerin yanısıra, İran'la uzun süren savaştan sonra ülkenin normal düzene geçişindeki güçlüklerden çekinen Irak lideri Saddam Hüseyin'in yeni bir dış sorunun içeride halkı birleştirici etkisinden yararlanmak istediği de öne sürülmüştür.
Üstelik, küçük bir ülke olarak Kuveyt'in Irak'a direnmesi beklenmeyeceğinden, kolayca elde edilecek zafer, İran karşısında umduğunu bulamayan Saddam'a çok ihtiyaç duyduğu "iç ve dış saygınlığı" sağlayabilecekti.
1990 başlarında Irak ile Kuveyt arasında çıkan gerginliği bazı Arap ülkeleri (özellikle Mısır ve Suudi Arabistan) gidermeye çalıştılar. Ancak, bu görüşmeler sırasında
Kuveyt'in "meydan okuyan tutumu"ndan çok rahatsızlık duyan Saddam kuvvet kullanmayı iyice aklına koydu. ABD'nin Bağdat'taki Büyükelçisi'yle yaptığı görüşmelerde bu ülkenin Irak-Kuveyt bunalımına karışmayacağı izlenimini edinen Saddam daha da cesaretlendi. Nihayet, 1 Ağustos 1990 günü Irak kuvvetleri Kuveyt'e girdiler.
Kuveyt'in işgali karşısında Amerika Birleşik Devletlerinin tepkisi ne olmuştur?
Ancak, başta ABD olmak üzere birçok ülkenin ve Birleşmiş Milletler'in tepkisi Saddam'ın beklemediği ölçüde sert oldu. Birleşmiş Milletler, aynı gün aldığı 660 sayılı Güvenlik Konseyi kararıyla, Irak'ın Kuveyt'ten kayıtsız-şartsız çekilmesini istedi. Irak ise karşılaştığı tepkiler üzerine geçirdiği şaşkınlığın ardından tutumunu daha da sertleştirip Birleşmiş Milletler kararına uymayınca, ABD yeni bir girişimde bulundu: ABD'nin girişimiyle Güvenlik Konseyi 6 Ağustos'ta Irak'a ekonomik ambargo uygulanmasını öngören 661 sayılı kararı kabul etti.
Irak'ın buna cevabı ise 28 Ağustos'ta Kuveyt'i kendi topraklarına ilhak ettiğini açıklamak oldu. Oysa, 1 Ağustos'ta Kuveyt'e karşı işgale girişirken kısa süre içinde geri çekileceğini söylemişti.
Irak'a karşı bölgesel ve uluslararası alanda oluşan tepkiler, ABD'nin liderliğinde bir Çok Uluslu Güç'ün (koalisyon) oluşturulmasını sağlayacaktır. 17 Ocak 1991 tarihinde Irak'a karşı Körfez Savaşı başlayacaktır.
Irak, 25 Şubat'tan itibaren Kuveyt'ten çekilmek zorunda kalacaktır. Sovyetler Birliği'nin girişimiyle Güvenlik Konseyi'nde 2 Mart'ta alınan 686 sayılı karar şunları öngörmekteydi: Taraflar arasında ateş-kes sağlanacak; Irak bundan önceki 12 Güvenlik Konseyi kararını kabul edecek, Kuveyt'in ilhakıyla ilgili bütün işlemleri iptal edecek, tamirat borcu ödeyecek ve bütün esirleri serbest bırakacaktır. Irak bütün bu şartları kabul ettiğini bildirdi. Böylece Körfez Savaşı sona erdi. Güvenlik Konseyi 3 Nisan'da aldığı 687 sayılı kararla da Irak'ın elindeki belirli silahların denetimini öngören bir mekanizma oluşturdu.
ABD Başkanı Bush 10 Nisan'da yayınladığı bir bildiriyle de Irak'ın 36. paralelin kuzeyindeki
topraklarında her türlü askeri harekatını yasakladığını da açıkladı. Böylece, Irak Körfez Bunalımı'ndan sonra uluslararası alanda tam bir yalnızlığa itildiği gibi, kendi ülkesinin kuzey kısmında da egemenliğini fiilen yitirmiş oluyordu.
ABD ise Orta Doğu'da yıllardır var olan egemenliğini, 1989 sonrasında uluslar arası alanda güçlenen konumuna uygun biçimde şimdi daha da pekiştirmekteydi. Kuzey Irak'ta da ABD, İngiltere, Fransa ve İtalya'ya ait birliklerden oluşan bir Çekiç Güç meydana getirildi. "Bunalım" sona ermiş, fakat "sorun" ortada kalmıştı. Hatta yeni "sorun"lar ortaya çıkmıştı: Kuzey Irak'ın geleceği ne olacaktı? Irak'ın toprak bütünlüğü korunacak
mıydı? Zaman ilerledikçe, eski ve yeni "sorun"ların çözümsüzlüğü ABD'nin bölgedeki etkinliğini de tehdit eder bir nitelik kazanmaktadır. Nitekim, Şubat 1998'te ABD ile Irak arasındaki ilişkiler yeniden gerginleştiğinde Arap dünyası içinde de, bölgede de, genel olarak uluslararası alanda da Vaşington'un 7 yıl öncesine oranla daha az
destek bulabildiği görülecektir.
2.2.2. Arap-İsrail Barış Gelişmeleri
Yeni dünya düzeni oluşturulmaya çalışılırken Arap-İsrail sorunu nasıl çözülmeye çalışılmıştır?
Körfez Savaşı'nın sona ermesinin ardından, ABD Arap-İsrail barışı konusuna da el attı. ABD Başkanı Bush, 6 Mart 1991 tarihinde Kongre'de yaptığı konuşmada İsrail'in tanınması ve güvenliğinin sağlanması ile Filistinlilere de meşru siyasal haklarının verilmesi temeli üzerinde Arap-İsrail anlaşmazlığına son vermek zamanının geldiğini söylüyordu.
ABD Dışişleri Bakanı Baker'in bölgede yaptığı temasların sonunda, 30 Ekim 1991'de Madrit'te Orta Doğu Konferansı toplandı. ABD, Ürdün heyeti içinde yer alan Filistinliler ile İsrail temsilcilerini biraraya getirmeyi başarmıştı. Daha sonra Norveç'in girişimleriyle İsrail ve FKÖ arasında ikili görüşmeler de yapıldı. Bu gelişmelerin sonunda İsrail Başkanı Rabin ile FKÖ lideri Arafat arasında 13 Eylül 1993'te Vaşington'da barış ilkelerini öngören tarihi belge imzalandı. İki taraf birbirini tanıyor, Batı Şeria ve Gazze bölgesinde özerk Filistin yönetimi kuruluyordu. İsrail ile Ürdün arasında da 26 Ekim 1994'te, sınır bölgesinde yer alan Vadi Arava'da
bıraş antlaşması imzalandı. Bu gelişmeler Arap-İsrail sorununu tümüyle çözmüş değildir. Filistinlilerin gelecekteki statüsü ne olacaktır? İsrail'in özellikle Suriye'yle de barış antlaşması yapması mümkün olabilecek midir?
Öte yandan, gerek İsrail'in içindeki gerek Filistin'deki köktendinci akımların barışa muhalefetinin bu süreci nasıl etkileyeceği de karmaşık bir konudur.

3. Küreselleşme
“Küreselleşme” (globalleşme) günümüzde en çok sözü edilen kavramlardan birisidir. En genel anlamıyla küreselleşme, endüstriyel genişlemeye ve kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasına paralel olarak siyasal, kültürel ve ekonomik düzeydeki çok yönlü toplumsal ilişkilerin dünya çapında yaygınlaşması olarak tanımlanmaktadır. Günümüzün iletişim teknolojisinin gücü, dünya ölçeğindeki toplumsal etkileşimin hızını ve yaygınlığını giderek artırmaktadır. Bütün bu süreçler, küresel düzeyde yeni toplumsal ve yapısal oluşumları ortaya çıkarmakla sınırlı kalmamakta fakat aynı zamanda evrensellik, ulus-devlet, siyasal otorite, yerellik, etnik yapılar ve toplumsal kimlik gibi kavramları değişime uğratmaktadır. Özellikle 1970’li yıllarla birlikte makro düzeyde meydana gelen siyasal ve ekonomik değişmeler hiçbir ülke sınırı tanımadan bütün toplumları etkisi altına almakta ve bu etkileşim süreçleri kitle iletişim araçları ile daha da yaygınlaşarak dünya toplumlarının
değişim dinamiklerini derinden etkilemektedir. Dünyamız ekonomik, siyasal ve kültürel boyutta içiçe geçerek bir küresel toplumu meydana getirdiği ve bireylerin içinde bulunduğu toplumun coğrafi mekanı dünyanın neresinde olursa olsun, küresel değişim dinamiklerinden giderek daha çok etkilenebilir hale geldiği belirtilmektedir.
Küreselleşmenin Nedenleri
Ekonomik Nedenlere Dayalı Küreselleşme
Küreselleşmenin en belirleyici unsurları bu grupta toplanmaktadır. Doğal kaynaklar, sermaye, teknoloji ve işgücü gibi faktörlerden yararlanma amacını taşır. İletişim ve ulaşım teknolojilerindeki hızlı gelişme ekonomik globalleşmeyi doğuran itici güçlerdendir.
Sosyal Nedenlere Dayalı Küreselleşme
İnsanların arzu ve davranışları; günümüzde tüketim toplumu kavramı en gelişmemiş bölgede bile kullanılmaktadır. Öyle ki hükümet politikaları artık tüketimi artırıcı yönde oluşmaktadır. Her ne kadar gerçekleşme oranı düşük ise de adil paylaşım arzusu etkilidir.
4.2.3. Siyasi Nedenlere Dayalı Küreselleşme
İki kutuplu dönemin sona ermesinden sonra dünyanın süper gücü olma, uyguladığı politikalarla etki alanını genişletebilme amacıyla başta ABD olmak üzere Almanya ve onun ardından daha çok ekonomik yönüyle Japonya koltuğa oturmak istenmektedir. ABD’nin askeri harekatları, Almanya’nın AB’nin tek hakimi olma yönündeki gayretleri, Japonya’nın çevresindeki YSÜ’leri kontrol etme çabaları gündeme yeni bir kavramı getirmiştir: Post-Emperyalizm. Çoğu yazar küreselleşmenin pembe çerçevesinin yıkıldığını, hiç bir şeyin düzelmeyeceği kanısını taşımaktadır.
Ekonomide Küreselleşme
Bir ülkenin kalkınması ve gelişmesi, ekonomik konjoktürün o yönde dalgalanmalar göstermesine bağlıdır. Bilindiği gibi en önemli ekonomik göstergeler milli gelir (GSMH), fert başına düşen milli gelir, dış ödemeler dengesi, paranın satınalma gücü, büyüme hızı, sektörel yatırımlar, üretim, üretimde yatırım rekabeti, tüketim, ithalat, ihracat...vs’dir. O halde azgelişmişlikten, gelişmiş ülke kategorisine yönelmenin ya da sıçramanın yolu, bu ekonomik göstergeleri gelişmiş ülkeler düzeyinde maximuma ulaştırmaktır. Bunun için ülkeler kalkınma planları, ekonomik istikrar stratejileri hazırlar. Bütçelerini dengeleme yönünde kararlı atılımlarda bulunurlar. Kapalı ekonominin kalmadığı günümüzde, ülkeler dışa açılıp ekonomilerini uluslaraşırılaştırmaktadırlar. Uluslaraşırı ekonominin yasaları, ülke ekonomilerini keyfi ve yanlış uygulamalardan uzaklaştırmak zorunda bırakmıştır. Uluslaraşırı ekonominin temel ölçütleri, üretimde niteliksel ve niceliksel artışı en az maliyetle sağlamak, kârda yükselişi sağlamak, üretimde rekabet dayanıklılığı, kaliteyi yaratmak, aynı malı üreten üreticiler arasında tüketici istek ve çıkarlarını koruyucu yönde Ar-Ge (Araştırma Geliştirme) çalışmaları uygulamaktır.
Günümüzde ülkelerin kalkınmışlıkları, ihracatlardaki sanayi ürünleri yüzdesi ile belirlenmektedir. O halde ülkeler ekonomilerini, sanayii üretimlerini artırmaları ile güçlendirebilirler. Sanayi üretimleri ise sanayi yatırımlarının arttırılması ve sanayi ürünleri pazarının genişletilmesiyle gerçekleştirilebilir. Bu ise ülkeleri kalkınma hızlarını yükseltmek yönünde bütçelerinden büyük pay ayırmaya zorlanmaktadır. Ya da yabancı sermaye, kredi, destekleme, hibe gibi kaynaklarla olayın gerçekleştirilmesine çalışılmaktadır. Burada en önemli nokta kaynak bulma ve kaynakları rasyonel (akılcı) bir şekilde kullanmaktır.
4. Bölgeselleşme (Bloklaşma)
5.1. Bölgeselleşmenin Tanım ve Kapsamı
Gerek gelişmiş, gerekse azgelişmiş ülkelerin dünya ticaretini geliştirmeye yönelik faaliyetleri iki doğrultuda gerçekleşmiştir. Bunlardan birisi "evrensel yaklaşım" adı verilen gelişmedir. Bu yaklaşım GATT çerçevesinde, olabildiğince fazla sayıdaki ülke arasında ticaret kısıtlamalarının kaldırılması ve azaltılmasını öngörür. İkinci yaklaşım ise, daha sınırlı nitelikte olup, belirli bir coğrafi bölgede yerleşik ve yakın ilişkiler içinde olan ülkeler arasındaki ticaret ve diğer akımların serbestleşmesi esasına dayanır, ki bunun adı bölgesel bütünleşme ya da kısaca bölgeselleşmedir. Dünya ticaretini geliştirmeye yönelik temel iki yaklaşımı belirtiniz. İki savaş arasındaki dönemde uluslararası ticarette görülen kısıtlayıcı uygulamalardan özellikle Batılı sanayileşmiş ülkeler şikayetçi olmuşlardır. Çünkü sanayi üretiminin hızla geliştiği bu ülkelerde ekonomik hayatın canlılığı büyük ölçüde geniş dış piyasaların varlığına bağlı bulunuyordu. O nedenle batılı ülkeler daha II. Dünya Savaşı sona ermeden bir uluslararası ticaret ve ödeme sistemi geliştirmek için harekete geçmişlerdir. Sanayileşmiş ülkeler arasında ortaya çıkan bu akıma, giderek az gelişmiş ülkelerde katılmışlardır. Bu gelişmeler temelde eski dünya düzeninde görülen koruyuculuk ve iktisadi milliyetçilik hareketlerine bir tepki olarak düşünülebilir. Bir çoğu oldukça karmaşık bir yapıya sahip olan bölgesel bütünleşmeyi hedefleyen birlikleri, temelde siyasi ve ekonomik amaçlı olarak iki şekilde sınıflandırmaya tabi tutabiliriz.
Siyasal bütünleşme hareketlerinin en basiti "siyasal işbirliği"dir. Aslında "işbirliğini" amaçlayan bu tür teşebbüslere bütünleşme demek zor; ancak yine de bütünleşme yolunda bir adım olarak kabul edilmektedir. İşbirliğini esas alan bu kuruluşların üye ülkelerin istemediği konularda bağlayıcı kararlar alabilmeleri söz konusu değildir. Yine siyasal bütünleşmede bir diğer yol, "konfederasyon"dur. "İşbirliği"ne göre daha ileri bir aşamayı ifade etmekle birlikte "gevşek" bir örgütlenmeyi esas almıştır.
Konfederasyonda kararlar oybirliği ile alınır, dolayısıyla ülkeler egemenlik haklarından bütünüyle vazgeçmezler. Oysa siyasi bütünleşmenin en ileri aşamalarından olan "federasyon"da ise ülkeler, özellikle dış politika, savunma gibi konularda, egemenlik haklarından merkezi otorite (federasyon) lehinde özveride bulunurlar.
4. 1980'li ve 1990'lı Yıllarda Küreselleşme: Tek Kutupluluk, Liberalizmin Yükselişi ve
Ulus-Devlet Sorunu
Soğuk savaş döneminin sona ermesi ekonomik açıdan küreselleşmeye daha da bir hız kazandırmıştır. 1990'lı yıllar ile birlikte dünyamız tek kutuplu bir küreselleşme sürecini derinden yaşamaktadır. Sosyalist bloğun yıkılması kapitalizmin ve liberal ekonominin bir zaferi olarak görülmekte ve az gelişmiş ülkelerin ekonomik kalkınmaları için serbest piyasa ekonomisinin kurallarının bütün işlerliği ile uygulanmasının tek bir çözüm yolu olduğu iddia edilmektedir. Örneğin, özelleştirme, devletin ekonomideki ağırlığını olabildiğince küçültme, uluslararası ticaretin önündeki gümrük, kota, koruma, vb. türü engelleri ortadan kaldırma ve ülke iç pazarın ulus
lararası serbest rekabete açılması gibi 'yeni sağ' ideolojinin politikaları IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası finans kuruluşları tarafından az gelişmiş ülkelerin önüne sunulmakta ve bu yolla liberal ekonomik politikalar küreselleştirilmektedir.
Liberalizmin yükselişinde hangi etken önemli bir rol oynamıştır?
Özellikle 1980'li yıllar ile birlikte, İngiltere'de Thatcher ve Amerika'da Reegan ile birlikte liberal politikalar dünya çapında büyük bir yükselişe geçmiştir. Bu süreç içerisinde, uluslararası ticaretin serbestleşmesi ve özelleştirme az gelişmiş ülkelerin kalkınmalarını gerçekleştirebilmeleri için olmazsa olmaz türünden politikalar olarak küresel düzeyde yaygın olarak uygulanmaya başlanmıştır. Türkiye'de 1980'li yıllar ile birlikte ekonominin dışa açılması ve 1986'da özelleştirme uygulamalarına geçilmesi bir tesadüf değildir.
Küreselleşme ile ulus-devlet bir güç kaybına mı uğramaktadır?
Küreselleşme ile birlikte tartışılan bir diğer noktada 'ulus-devlet'in giderek gücünü kaybettiğidir. Çünkü küreselleşme ile birlikte gerek ekonomik, gerek siyasal ve gerekse askeri düzeyde çok uluslu kuruluşların sayısı ve gücü artmakta ve bu kuruluşlar ulus-devlet'lerin gücünü azaltıcı faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Hatta yıllık cirosu bir çok ulus-devlet'tin milli gelirini aşan çok uluslu şirketler bulunmaktadır. Sorunun asıl kaynağı şudur: bir ulus-devlet'ten çok daha güçlü olabilen bir uluslar arası kuruluşu ondan daha zayıf ve güçsüz durumda olan bir ulus-devlet nasıl denetleyebilecektir? Eğer ulus-devletler bu çok güçlü uluslararası kuruluşları denetleyemecek durumda iseler bu kuruluşlar demokratik olarak nasıl kontrol altına alınabileceklerdir?
Eğer bu çok güçlü uluslararası kuruluşlar ulus devlet tarafından değilde ulus-devlet sistemleri (örneğin Avrupa Topluluğu) tarafından kontrol edilebilecek ise bu durum ulus-devletin küreselleşme ile birlikte bir güç kaybına uğradığının bir göstergesi değil midir?
Gerçektende, Avrupa Topluluğu örneğinde olduğu gibi ulus-devlet sistemlerinin bizzat kendisi ulus-devletin üzerinde bir güç gibi durmaktadır. Gerçektende, uluslar arası düzeyde ulus-devletin bizzat kendisi değil ancak birden fazla ulusların bir araya gelerek oluşturmuş olduğu ulus-devlet sistemlerinin (örneğin, Avrupa Topluluğunun) küresel boyutta etkinliği artmakta ve ulus-devletin kendisi giderek güç kaybetmektedir. Bu aynı zamanda, az gelişmiş ülkelerin kendi sınırları içerisinde sahip olduğu en önemli siyasal güçlerden biri olan ulusal devletin kendisi, daha çok gelişmiş ülkelerin etkisinde olan küresel gelişmeler sonucu giderek zayıflatılmaya
çalışılmasıdır. Böylece Wallerstein'in de belirttiği gibi, üçüncü dünya ülkeleri küresel düzeyde adeta güçsüzlüğe mahkum edilmektedir.
Ancak ünitenin başında da belirtildiği üzere küreselleşme çok yönlü bir süreçtir. Dolayısıyla, ulusal devletler küresel düzeydeki uluslu şirketlerin gücünün artmasına karşı kendi önlemlerini alabilmektedirler. Zira, liberal ekonomik politikaların uygulandığı bir çok ülkede bile ulusal devletin kendisi hala hem siyasal ve hemde
ekonomik olarak gücünü koruyabilmekte ve bunda direnebilmektedirler. Örneğin İngiltere kapitalizmin ve liberal ekonomik politikalarının beşiği olan bir ülke olmasına karşın Avrupa Topluluğu ile bütünleşmede siyasal ve ekonomik gücün tek bir elde yani Avrupa Topluluğu parlemontosunda tutulmak istenmesine şiddetle karşı
çıkmakta ve bunun üye ülkelerinin ulusal gücünü zayıflatacağını öne sürmektedir. Özellikle Asya ve Afrika gibi kıtalarda potansiyel etnik çatışmaların bu günkü konumu ve içinde bulunduğu gerilim varoldukça ulusalcılık, ulus-devlet ve ulusal kültür'ün gücünde önemli bir zayıflama ne günümüzde ve nede önümüzdeki yıllarda
pek mümkün görünmemektedir.

Özet
Dünyamızda küresel dönüşümlerin yaşandığı açık bir gerçektir. Dünyamız kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasına paralel olarak toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel yönden çok yoğun bir etkileşim içerisinde bulunmaktadır. Günümüzde dünya toplumları küresel düzeyde bütünleşme ile farklılaşmayı, uyum ile çatışmayı bir arada yaşamaktadır. Bu nedenle, küreselleşme ne yanlızca dünya toplumlarının fonksiyonel bir bütünleşmeyi, ne 'yeni bir dünya düzeni' ile eş anlamlı bir sözcük ve ne de uluslararası ilişkiler ile sınırlı olarak ele alınması gereken bir kavramdır. Zira küreselleşme yukarıda belirtilen tüm özellikleri içine alan
çok yönlü bir toplumsal sürece tekabül etmektedir.
Teorik olarak ise, Giddens küreselleşme olgusunu zaman ve mekan kavramı çerçevesinde irdelemekte
ve küreselleşmeyi en genel anlamı ile toplumsal ilişkiler ağının içinde bulunduğu yerellikten dışarıya taşması ve küresel iletişim sistemleri aracıyla dünya toplumlarının karşılıklı bir etkileşim içerisine girmesi olarak tanımlamaktadır. Giddens küreselleşme olgusunu kapitalist dünya ekonomisi, dünya askeri düzeni, ulus-devlet sistemleri ile uluslararası iş bölümü olarak dört boyutta ele almaktadır. Robertson ise küreselleşmeyi tarihsel süreç içerisinde sürekli olarak genişlemekte olan çok yönlü toplumsal ilişkiler ağı olarak görmektedir.
Bu çerçevede küreselleşmeyi tarihsel süreç içerisinde oluşum aşaması, başlangıç aşaması, kalkış aşaması, hakimiyet içinde mücadele aşaması ve belirsizlik aşaması olarak ele alan Robertson bu tarihsel gelişimi daha çok Batı Avrupa merkezli olarak görmektedir. Wallerstein ise küreselleşmeyi daha çok ekonomik bir temelden yola çıkarak kapitalist dünya ekonomisinin ekonomik ve kültürel yönden genişlemesi olarak ele almaktadır. Merkez ülkeler, çevre ülkeler ve yarı çevre ülkeler ayrımını yapan Wallerstein, dünya kapitalist ekonomisinin küreselleşme ile gelişmiş ülelerin lehine az gelişmiş ülkelerin ise aleyhine işleyen eşitsiz ilişkileri
yeniden ürettiğini öne sürmektedir. Küreselleşme olgusu 1990'lardan itibaren soğuk savaş döneminin sona ermesi ile birlikte tek kutuplu olarak tüm dünya toplumlarını derinden etkilemektedir. Özellikle kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması yerküre üzerindeki toplumsal ilişkileri daha da yoğunlaştırmakta ve artık insanoğlu geriye dönüşümü mümkün olmayan bir küresel yolculuğa doğru hızlı adımlarla gitmektedir. Küreselleşmenin yaygınlaşması ile birlikte evrensellik, ulus-devlet, kimlik, etniklik, yerellik, vb. her türlü kavram yeniden tanımlanmaya başlanmıştır. Bu bağlamda, yerel düzeydeki geleneksel kültür ile yenilikçi küresel kültürün çok iyi bir sentezinin yapılması gerekmektedir. Belki bu yolla 'küresel düşünen ancak buna karşın yerel haraket
edebilen' bireylerden meydana gelen toplum kendi özünü yitirmeden varlığını devam ettirebilir.

C-Avrupa Birliği
1. Avrupa Birliği'nin Tarihsel Gelişimi
Avrupa Birliği'nin tarihi başlangıç noktasının genelde, İkinci Dünya Savaşını izleyen yıllar olduğu kabul edilir. Bu yıllar bir daha aynı acıların yaşanmaması için Avrupa'da bir birlik yaratılması gerektiği fikrinin kıta uluslarında ve yöneticilerinde uyandığı dönemdir. İkinci Dünya Savaşı'ndan yıkık ve tükenmiş çıkan Avrupa'nın
yeni bir politik ve ekonomik model arayışı içine girdiği görülmektedir.
Avrupa Birliği fikrini doğuran temel olay nedir?
Marshall yardımı adı altında Avrupa'ya akan ABD sermayesinin kendilerini giderek ABD'ye bağımlı kılacağını gören ufak ve güçsüz Batı Avrupa ülkeleri, Avrupa menşeli yeni bir sermaye piyasası oluşturmak istemişlerdir. Bu amaçlarına bireysel olarak ulaşmaları mümkün olmadığından, bu ülkelerin ekonomik potansiyellerinin bir araya getirilmesi ve böylece güçlü bir Avrupa Pazarı oluşturulması planlanmıştır. Bütünleşmenin pazar genişlemesine, bunun da sermaye ve teknolojinin hızlı gelişimine yol açacağı düşünülmüştür.
AB’nin temeli hangi olayla atıldı? Schuman Bildirisi neyi içermektedir?
Bu öneriyi kabul eden ülkeler, ileride savaş sanayilerini birbirlerine karşı geliştirmek ve dolayısıyla birbirleriyle savaşmak olanağını bulamayacaklardır. Nitekim Fransa'nın bu çağrısına Federal Almanya, Belçika, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda cevap vermişler ve bu altı ülke arasında 18 Nisan 1951'de Avrupa ve Kömür ve Çelik
Topluluğunu kuran Anlaşma Paris'te imzalanmıştır. Bu aynı zamanda, ilk Avrupa Birliğinin de doğuşudur. Schuman'ın ismine ithafen Schuman Planı olarak adlandırılan bu anlaşma o dönem sanayisinin iki temel maddesi için güçlenmek üzere altı devlet arasında imzalanan bir "kartel" anlaşmasıdır.
Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu'nun, kurulmasından sonra göstermiş olduğu başarılı gelişme; Avrupa'da sektör bazında olmayan, daha geniş kapsamlı bir ekonomik birleşmenin gerçekleştirilmesine yönelik yeni görüşlerin doğmasına yol açmıştır. Çalışmalar ekonomik bütünleşme üzerinde yoğunlaştırılmış ve Messina'da
A.K.Ç.T.'nin Dışişleri Bakanları'nın katılımıyla düzenlenen konferansta iki yeni Avrupa Topluluğu'nun daha kurulması kararlaştırılmıştır. Uzun süren çalışmalardan sonra Avrupa Topluluğu 25 Mart 1957'de bu kez Roma'da imzalanan Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (EURATOM) ve Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) anlaşmaları ile kurulmuştur. Topluluk, 7 Şubat 1992 tarihli Maastrict Anlaşmasıyla Avrupa Birliği ismini almıştır.
3. Avrupa Birliği'nin Genişlemesi
Avrupa Birliği'nin kuruluşundan itibaren göstermiş olduğu başarılı gelişim ve özellikle üye devletler arasında sanayi malları ile tarım ürünlerinde gerçekleştirdikleri gümrük birliği, yeni ülkelerin üyelik müracatlarına neden olmuştur. 10 Ağustos 1961 tarihinde İngiltere Birliğe katılmak için ilk girişimini yapmış, fakat 14 Ocak 1963'te Fransa Cumhurbaşkanı General de Gaulle tarafından birliğe katılması veto edilmiştir. 10 Mayıs 1967'de İngiltere ikinci defa İrlanda, Danimarka ve Norveç ile birlikte Birliğe tam üye olmak için başvuruda bulunmuştur. De Gaulle yine İngiltere'nin müracaatına karşı çıkmış, ancak Nisan 1969'da yapılan AB Konseyinde Birliğe katılmak isteyen dört ülkenin talepleri görüşülmüştür. İki yıl süren görüşmelerden sonra İngiltere, İrlanda ve Danimarka tam üye olarak Birliğe 22 Ocak 1972 tarihinde katılmış, Norveç'in katılma anlaşması ise adı geçen
ülkede yapılan bir referandum ile reddedilmiştir. Katılma anlaşmaları ile yeni üyeler tam üyeliğin getirdiği tüm yükümlülükleri kabul etmişler, ancak bazı alanlarda özellikle ticaretin serbestleştirilmesi ve mali katkılar yeni üyelere beş yıllık bir uyum devresi tanınmıştır. Bu uyum devresi ise 1977'de sona ermiştir. Öte yandan, 1981 yılında Yunanistan'ın da topluluğa katılmasıyla üye sayısı 10'a çıkmıştır. 1.1.1986 tarihinde İspanya ve
Portekiz'in de katılmasıyla Birliğin üye sayısı 12'ye yükselmiştir.
Yunanistan, İspanya ve Portekiz hangi tarihlerde AB’ne tam üye oldular?
İspanya ve Portekiz'e 7 yıllık bir uyum dönemi tanınmıştır. Birliğin üçüncü genişlemesinden sonra 1987 yılında Türkiye ve Fas, 1989 yılında Avusturya, 4 Temmuz 1990 yılında Kıbrıs Rum Kesimi, 16 Temmuz 1990'da Malta, 1 Temmuz 1991'de İsveç, 18 Mart 1992'de Finlandiya, 26 Mayıs 1992'de İsviçre ve 25 Kasım 1992'de Norveç bu doğrultuda kararlar almışlardır. Kıbrıs Rum Kesimi ve Malta'nın başvurusu Fas'ın müracaatında olduğu gibi red edilmeyerek incelemeye alınmıştır. Son olarak 1994’te İsveç, Finlandiya ve Avusturya’nın girmesiyle üye sayısı onbeş olmuştur. Belirtmek gerekir ki Birliğe tam üyelik için yapılan başvuruların sayısında
büyük artış olmuştur. Polonya, Macaristan, Slovenya, Estonya, Litvanya ve Letonya da tam üyelik için adaydırlar.
4. Avrupa Birliği'nin Amaçları
Fransa'nın öncülüğünde Almanya, İtalya, Belçika, Lüksemburg ve Hollanda tarafından kurulan Avrupa Birliğinin amaçlarını siyasal birliğin sağlanması, ekonomik birliğin sağlanması ve barışın korunması şeklinde sınıflayabiliriz.
5.2. Avrupa Birliği Komisyonu
AB Komisyonu üye Devletlerce atanan 20 üyeden(komiser) oluşan bir yürütme organıdır. Komisyona Almanya, İngiltere, İtalya, Fransa ve İspanya nüfus yoğunluğu itibariyle 2’şer , diğer üye devletler ise birer komiser vermektedir. Komisyon Birlik politikalarının tasarlayıcısı ve koordinatörüdür. Komisyonun görevlerini iki başlık altında toplamak mümkündür.
a) Komisyon, Kurucu Antlaşmaların koruyucudur. Kurucu Antlaşmalar’ın veorganların almış olduğu kararların usulünce uygulanıp uygulanmadığı, ilgili tarafların yükümlülüklerini yerine getirip getirmediğini izlemekle görevlendirilmiştir.
b) Yürütme organıdır. Roma Antlaşmasından kaynaklanan yürütme yetkilerinin yanısıra, ortak politikaların oluşturulması ve yürütülmesi görevini de üstlendiğinden, bu yetkilerinde bir artış olmuştur. Birliği hukuken temsil eder. Birlik fonlarının idaresi görevi de Komisyona aittir.
5.3. Avrupa Parlamentosu
Avrupa Birliği içinde Komisyon ve Konsey arasında paylaşılmış yasama ve yürütme yetkilerinin kullanılmasının demokratik biçimde denetlenmesi amacıyla bir ortak parlamento kurulmuştur. Avrupa Parlamentosu adını taşıyan bu organ önceleri üye Devletlerin ulusal parlamentolarından seçilen üyelerden oluşmakta iken, Haziran
1979’dan bu yana üye ülkelerde Avrupa Parlamentosu için seçimler düzenlenmektedir. Avrupa Parlamentosunun yetkilerini üç başlık altında toplamak mümkündür.
a) Birlik mevzuatının oluşturulmasındaki yasama sürecine katılma yetkisi; yasamaya ilişkin yetkileri görüş bildirmekle sınırlı olup, bağlayıcı bulunmamaktadır.
b) Bütçeye ilişkin yetkiler; Birlik bütçesi, ancak Konsey ile Parlamentonun işbirliği halinde kesinleştirilebilmektedir.
c) Komisyon ve Konseyi denetleme yetkisi; AB’de yasama ve yürütme yetkilerinin kullanımını demokratik şekilde denetler ve Birliğin işleyişini kontrol eder.
5.4. Adalet Divanı
Adalet Divanı, AB’nin en yüksek hukuksal organı niteliğini taşımaktadır. Divan 16 yargıç ve 6 savcıdan (hukuk sözcüsü)oluşur. Adalet Divanı nihai yargı organı olup, kararlarının temyizi mümkün değildir.
Görevleri;
a) Divan, Antlaşmanın uygulanmasında ve yorumlanmasında hukuka saygıyı sağlamaktadır. Üyelerden birinin Roma Anlaşması’nın hükümlerine uygun hareket etmediği görülürse, Avrupa Komisyonu önce ilgili devlete tavsiyelerini bildirir. Eğer üye devlet bu önerileri tutmazsa, bu kez Adalet Divanı’nda aleyhine dava açtırır. Adalet Divanı anlaşma hükümlerine aykırı davranıldığı sonucuna varırsa, bu hükümlerin uygulanması için alınacak karar, üye devletler tarafından yerine getirilir. Adalet Divanı, üye devletleri ve şirketleri ayrıca
para cezası ile cezalandırabilme yetkisine de sahiptir.
b) Kararları temyiz edilemeyen ve bağlayıcı olan bir adli merci sıfatıyla, Birlik hukuk düzeni dahilinde meydana gelen hukuki ihtilafları, hukuk kurallarına ve adalete uygun olarak çözmek işlevini de yüklenmiştir.
Adalet Divanını görev alanına giren başlıca sorunlar şunlardır:
- Üye devletlerin diğer üye devletlere karşı açtığı davalar,
- Komisyonun üye devletlere karşı açtığı davalar,
- Birliğin kurumları aleyhine açılan davalar.
5.5. Sayıştay
Avrupa Topluluklarının bütünleşmesi üzerine, Topluluk düzeyinde bağımsız bir denetleme kurulu oluşturulması fikri üzerinde durulmuş ve sonuç olarak Roma Antlaşması’nın 206. maddesinde sözü edilen Kontrol Komisyonu’nun görevlerini de üstlenmiş olarak, 1975 yılında Brüksel Anlaşması ile Sayıştay kurulmuştur. Sayıştay 15 üyeden oluşmaktadır ve üyelerin görev süreleri 6 yıldır. Sayıştay’ın görevi, AB’nin ve bağlı kuruluşların gelir ve harcamalarını incelemek, bunların yasalara uygun şekilde yürütülmesini sağlamaktır.
5.6. Ekonomik ve Sosyal Komite
Roma Antlaşması’nın 4. maddesinde, Konsey ve Komisyon’a yardım etmek üzere danışma organı niteliği taşıyan Ekonomik ve Sosyal Komite’nin kurulacağı hükme bağlanmaktadır. Komite, ekonomik ve sosyal hayatın çeşitli kesimlerinin, özellikle üreticiler, çiftçiler, taşımacılar, işçiler, küçük esnaf ve zanaatkarlar, serbest meslek
sahipleri ve kamu yararına çalışan küçük ve orta ölçekli işletmelerin temsilcileri ile, tüketiciler, çevreciler ve dernek temsilcilerinden oluşur. Komite, bir danışma organı olduğundan, çalışma düzeni, görüş bildirme şeklindedir. Antlaşma’nın tesbit ettiği durumlarda Komite’ye zorunlu olarak danışılmaktadır. Komitenin görüş bildirmesi için 10 günlük süre tanınmakta, bu süre görüş gelmemişse, Konsey ve Komisyon kendini bağlı saymamaktadır.
6. Avrupa Birliği'nin Mali Kaynakları
AB’nin temel mali kuruluşu Avrupa Yatırım Bankası’dır (EIB). EIB Roma Antlaşması ile kurulmuş olmakla birlikte, ayrı bir tüzel kişiliğe sahiptir. Bunun yanında, AB’nin ekonomik ve sosyal politikalarını yürütme için EIB’den ayrı olarak oluşturulan çeşitli fonlar bulunmaktadır. Şimdi bu fonları kısaca tanıtalım.
AB Bütçesi: Topluluğun bütçe gelirleri, üye ülkelerin katkıları (KDV gelirlerinin belirli payının aktarılması), gümrük vergileri vb. kaynaklardan oluşur. Bu gelirler Birliğin politikalarının yürütülmesinde ve yönetim giderlerinin karşılanmasında kullanılır. Birlik bütçesinin en büyük bölümü ortak tarım politikasının finansmanına
gitmektedir.
Avrupa Sosyal Fonu (ESF): Roma Antlaşmasıyla kurulmuştur. Birlik içinde yeni iş olanakları yaratılması, mesleki eğitim programları, işsizlik yardımı sağlanması gibi amaçlara finansman sağlar.
Avrupa Bölgesel Kalkınma Fonu(ERDF): AB içindeki nispeten geri kalmış yörelerin kalkındırılması ve yapısal uyum programları için kredi vermektedir. Birlik içinde Yunanistan, İrlanda ve Portekiz göreceli olarak geri kalmış üyelerdir. Diğer yandan İspanya ve İtalya’nın belirli yöreleri ile Kuzey İrlanda da bu fonun kapsamına giren yöreler arasında bulunmaktadır.
Avrupa Kalkınma Fonu(EFI): Roma Antlaşmasıyla oluşturulan bu fondan, Lome Sözleşmesi çerçevesinde Birlik’le özel ilişkileri bulunan ACP (Afrika, Karayipler ve Pasifik) ülkelerine yardım yapılmaktadır.
Avrupa Parasal İşbirliği Fonu(EMCF): Bu fondan parasal birliğe yardımcı olmak üzere dış ödeme güçlüğü içine düşen birlik üyelerine kredi sağlanmaktadır.
Avrupa Garanti ve Yönlendirme Fonu(FEOGA): 1962 yılında kurulan bu Fon’dan, tarımsal destekleme programlarının finansmanı ve tarımın modernizasyonu için kaynak sağlanır.
6.1. Avrupa Yatırım Bankası (EIB)
Roma Antlaşması’nın 129.maddesine dayanılarak, 1958’de kurulmuştur. tüzel kişiliğe sahiptir ve Birliği oluşturan 15 ülke bankanın üyesidir. Genel olarak, AB’nin azami 20 yıl vadeli kredi ve/veya garanti veren bir mali kuruluşu niteliğindedir. Banka’nın görevleri, sermaye piyasalarına ve kendi özkaynaklarına
dayanarak Ortak Pazar’ın dengeli kalkınmasına yardım etmektir. Bu amaçla;
a) Az gelişmiş yörelerin kalkınmasına yönelik projelerin,
b) Ortak Pazar’ın gerçekleşmesinin gerekli kıldığı işletmelerin modernleştirilmesi veya faaliyet alanlarının değiştirilmesi gibi projelerin,
c) Ortak çıkarlara hizmet etmekle beraber genişliği ya da niteliği nedeniyle finansmanı tamamen karşılanamayan projelerin, finansmanını sağlamaktadır.
7. Avrupa Birliği Ortak Politikaları
Avrupa Birliği Avrupa entegrasyonu hareketini asıl temsil eden ve bu hareketin ileriye doğru gelişim yönünü belirleyen örgüt olarak kabul edilmiştir. Dolayısıyla ekonomik birleşme hareketinin temelini oluşturmaktadır. Bu harekete daha geniş boyutlar kazandırılması için yeni politikalar benimsenmiştir ki, bunlar ortak politikalardır.
AB Anlaşması'nda üyelerin ortak politika izlemeleri öngörülen başlıca önemli alanlar şunlardır:
Ticaret politikası (ortak pazar), ortak tarım politikası, ortak rekabet politikası ve sosyal politikalardır.

8. Maastricht Anlaşması ve Avrupa Birliği
Maastricht Anlaşması, Avrupa Birliği'nin ekonomik ve siyasal birliğe doğru götürülmesi yolunda atılmış bir adımdır. Anlaşma bu şekilde oluşturulacak olan bir "Avrupa Birleşik Devleti"nin anayasası niteliğini taşımaktadır. Bu anlaşma ile Roma Antlaşması bazı değişiklik ve düzenlemelere uğramıştır. Anlaşma üye ülkeler arasında uzun süren görüşmeler sonucunda ortaya çıkmıştır. Maastricht Anlaşması'nın nihai amacı Avrupa Birliği oluşturulmasıydı. Bunu gerçekleştirmek için Politik Birlik ve Parasal - Ekonomik Birlik öngörülmüştür.
Politik Birlik için bazı reformlar gündeme getirilmiştir. Bu politik reformlardan bazıları şunlardır.
1) Ortak Güvenlik ve Ortak Dış Politika. Burada amaç halihazırda var olan hükümetler arası işbirliği aracılığı ile gerçekleştirilenden daha hızlı ve daha etkin hareket etmektir. Anlaşma'da 15'lerin ortak faaliyetler sürdürebilecekleri ve nitelikli çoğunlukla karar almak suretiyle bunların uygulamaya konmasını hızlandırabilecekleri özellikle belirtilmiştir. Ortak Savunma Politikası'nın uygulanması Batı Avrupa Birliği'ne verilmiştir. Birlik üyesi ülkelerin Batı Avrupa Birliği'ne üye olmaları, NATO üyesi diğer Avrupa ülkelerine (Norveç, Türkiye) de ortak üye veya gözlemci üye sıfatı verilmesi kararlaştırılmıştır.
2) Avrupa Parlamentosu'nun yetkilerinin artırılması. 14-15 Aralık 1990 tarihinde düzenlenen Zirvede Avrupa Parlamentosu'nun yetkileri artırılarak bazı konularda veto yetkisi verilmiştir. Bunlar tüketicinin korunması, sağlık, eğitim, kültür, çevre stratejileri, araştırma geliştirme ve tek pazar gibi konulardır.
3) Avrupa Konseyine çoğunluk oyu. (oybirliğinden çoğunluk oyuna)
4) Polis ve yargı alanlarında işbirliği. Bu alanda 15'ler arasında işbirliği geliştirilerek, uyuşturucu kaçakçılığı ve örgütlü suçlarla mücadele amacıyla sınır kontrolü artırılmıştır.
5) Yeni işbirliği alanları yaratma. Nitelikli çoğunlukla karar alınan bazı alanlarda (araştırma, teknolojik gelişme, çevre, sosyal politika) Birliğin yetkileri artırılmıştır. Anlaşma ayrıca telekomünikasyon, enerji, tüketicinin korunması, sanayi politikası, sağlık, kültür gibi yeni bazı alanlarda Birliğe yetki tanımıştır.
Ekonomik ve parasal birliğe gelince; bunların 3 aşamalı olarak gerçekleştirilmesine karar verilmiştir. Birinci aşama, 1 Temmuz 1990 tarihinde başlamış 31 Aralık 93 tarihindesona ermiştir. Bu aşamada fiyat istikrarı sağlamak, her üye devletin kamu maliyesini sağlamlaştırmak, Merkez Bankalarının bağımsızlaştırılması, sermaye hareketlerine ilişkin kısıtlamaların kaldırılmasına yönelik kararlar alınmıştır. 1.1.94 tarihinde başlayan ikinci aşamada, bütün üyeler ayrı ayrı fazla bütçe açıklarından kaçınma, çok yıllı ekonomik uyum politikalarını benimseme, Merkez Bankası kolaylıklarının yasaklanması, para basımı; Birliğin bütünü için ise Avrupa Para
Enstitüsünün kurulması, Avrupa Para Birliğinin (EMU) üçüncü aşamasına geçiş,enflasyon oranının en iyi üç ülkenin ortalamasının %15'den daha fazla olmaması hükümet açığının GSMH'nın %3'den fazla olmaması, hükümet borçlarının GSMH'nın %60'ını aşmaması yönünde kararlar alınmıştır . Üçüncü ve son aşama, konusunda da Maastricht Zirvesi'nde karara varılmıştır. Üçüncü aşamaya en geç 1 Oak 1999'da geçilecektir. Üçüncü aşamanın başlaması ile birlikte bağımsız Avrupa Merkez Bankası oluşturulacaktır.

9. Türkiye'nin Avrupa Birliği ile Bütünleşmesi Süreci
9.1. Türkiye-Avrupa Birliği Ortaklığının Kurulması
Altı Batı Avrupa ülkesinin aralarında imzaladıkları Roma Antlaşmasının 1958'de yürürlüğe girmesinin ardından 1959 yılı Haziran ayında Yunanistan ve Temmuz ayında da Türkiye Topluluğa katılmak için müracaat etmişlerdir. Türkiye ile AB arasındaki görüşmeler dört yıl sürmüş ve taraflar arasında bir "ortaklık kurmuş olan
Ankara Anlaşması” 12 Eylül 1963'de imzalanarak, 1 Aralık 1964 tarihi itibariyle yürürlüğe girmiştir. Anlaşmanın amacı, Türkiye ekonomisinin kalkınmasını hızlandırmak, Türk hakının istihdam seviyesinin ve yaşama şartlarının yükseltilmesini sağlama gereğini tümü ile gözönünde bulundurarak taraflar arasındaki ekonomik ilişkileri aralıksız ve dengeli olarak güçlendirmeyi teşvik etmektir.
Bu anlaşma temelde, Türkiye ile ilişkilerin üç aşamada geliştirilmesini öngörmüştür. Bunlar hazırlık dönemi, geçiş dönemi ve son dönemdir.
Hazırlık döneminde; Türkiye AB ilişkilerinin geliştirilmesi bakımından, Türkiye herhangi bir yükümlülük üstlenmemekte olup, geçiş dönemi ve son dönem boyunca üstlenebileceği yükümlülükleri yerine getirebilmesi için Biliğin yardımı ile ekonomisini güçlendirmesi öngörülmüştür. Bu dönem içinde kullanılmak üzere Türkiye'ye 175 milyon ECU kredi sağlanmıştır. Hazırlık döneminin uzatılmış süresi içinde, Türkiye'nin isteği üzerine geçiş döneminin koşullarını süre ve sıralarını belirlemek üzere 23 Kasım 1970'de Katma Protokol
imzalanmıştır.
Katma Protokol ve Türkiye AB Ortaklığının Geçiş Dönemi; Bu dönemin başlıca amacı Türkiye ile AB arasında sanayi malları üzerinde gümrük birliğini gerçekleştirmekti. Bunun içinde söz konusu malların gümrük resim ve harçlarının sıfıra indirilmesi, tarife dışındaki miktar kısıtlamalarının kaldırılması ve ortak dış tarifenin
uygulanması gerekiyordu. Katma protokol malların serbest dolaşımını gerçekleştirecek usul, sıra ve sürelerde
dahil olmak üzere, kişilerin, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaşımı; ulaştırma, rekabet, vergileme ve mevzuatın yakınlaştırılması; ekonomi ve ticaret politikalarının ahenkleştirilmesi konularını hükme bağlamıştır. Serbest dolaşım ise gümrük birliğe ile sağlanabilir. Türkiye bu ilkeler doğrultusunda ve Katma Protokol gereği
Birlik’le bir gümrük birliği tesis etme yükümlülüğü altına girmiştir. Ancak, ekonomik kalkınmasına yardımcı olabilecek nitelikte yeni sanayii kolları kurabilmek için bu 12 yıl içinde yeni gümrük vergileri koymaya ve varolan gümrük vergilerini yükseltmeye Ortaklık Konseyi kararı ile yetkili kılınmıştır. Katma protokolün 11 maddesi prensip olarak 12 yıl belirlenen geçiş dönemini 3 sayılı ekte yer alan maddeler için 22 yıla çıkarmıştır. Bazı sanayi kollarına rekabet gücü kazandırılması veya yeni kurulacak sanayilerin gelişmesinin sağlanaması için yapılan bu düzenleme de ayrı bir takvime bağlanmıştır.
Türkiye'nin AB'den yaptığı ithalata uyguladığı miktar kısıtlamalarının kaldırılması da bir takvime bağlanmıştır. Türkiye, Katma Protokolün yürürlüğe girdiği tarihte AB'den 1967 yılında yaptığı özel ithalatin % 35'ini Birliğe karşı libere ve konsolide etmeyi kabul etmiştir. Daha sonra bu oranın 1.1.1976'da % 40'a 1.1.1981'de % 45'e 1.1.1986'da % 60'a 1.1.1991'de % 80'e yükseltilmesi kabul edilmiştir. Miktar kısıtlaması ile ilgili olan bir yükümlülük de, ithal libere olmakla beraber liberasyonu topluluk için konsolide olmayan bir madde kotoya alındığı takdirde, son üç yıllık Birlik çıkışlı ithalat ortalamasının % 75'ine eşit miktarda Birlik lehine kontenjan açılması kabul edilmiştir .
AB, Katma Protokolün yürürlüğe girişiyle birlikte, Türkiye'den ithal edeceği bütün sinai ürünlerin gümrük ve eş etkili vergi ve resimleri kaldırmıştır. Ancak, pamuk ipliği, dokuma ve petrol ürünlerinde yani sadece bu 3 kalem malda Birlik lehine bir istisna tanınmış ve bu ürünler gümrük vergisinden muaf olarak ithali için kotalar
konmuştur.
Türkiye'nin Ortak Gümrük Tarifesine uyumunun da yine 12 ve 22 yıllık takvimler uyarınca tedricen yerine getirilmesi öngörülmüştür. 12 yıllık dönem için 23 Kasım 1970 tarihinde Türkiye tarafından fiilen uygulanan vergi hadlerinin Ortak Gümrük Tarifesi hadlerinden % 15 farklılık göstermediği hallerde, 1 Ocak 1977'den itibaren Türkiye tarafından Ortak Gümrük Tarifesi hadleri uygulanması öngörülmüştür. 22 yıllık dönem için ise, 23 Kasım 1970 tarihinden Türk gümrük vergisi oranları ile Ortak Gümrük Tarifesi uygulanması ve diğer maddeler için ise belirlenen takvim uyarınca yapılacak uyumlar sonucu 22 yılın sonunda Ortak Gümrük Tarifesinin uygulanması öngörülmüştür . Ortak Gümrük Tarifesine uyum, Türkiye için oldukça zor ve önemli bir yükümlülüktür. Zira o tarihlerde AB'nin Ortak Gümrük Tarifesi ortalaması % 7 civarında, Türkiyenin gümrük tarifeleri ortalaması ise % 40-50 civarında idi. Aralarındaki fark oldukça büyüktü. Bunun etkisiyle, Türkiye gümrük indirimlerinde olduğu gibi yükümlülüklerini ertelemiş ve Ortak Gümrük Tarifesine uyum takvimini işletmemiştir.
Son dönemde Türkiye Nisan 1987'de Roma Anlaşması'nın 237. maddesi uyarınca Birliğe tam üyelik konusunda müracaatta bulunmuştur. 237. madde Avrupa Devleti niteliğinde olan tüm devletlerin tam üyelik için Birliğe müracat edebileceğini öngörmektedir. Ancak Türkiye'nin tam üyelik konusundaki talebi iki nedenle değerlendirilmeye alınmamıştır. Birincisi; Birliğin gelişmesine yönelik sorunlardır. Türkiye'nin müracaatından sonra Tek Pazar çalışmaları yoğunlaştığı için 1992 ve 1993 hedefi dikkate alınmış ve bu hedeflere ulaşılmadan, Birliğin bir genişleme politikası gütmeyeceği ve yeni üye kabul etmeyeceğidir. İkincisi ise; Türkiye'nin ekonomik ve siyasal durumudur. Türkiye'deki ekonomik ve siyasi gelişmelerin kayda değer olduğu, ancak bu gelişmelerin henüz yeterli bir düzeye ulaşmadığı belirlenmiştir. Bu çerçevede Türkiye ile Birlik arasında tam üyelik konusunda müzakerelerin başlamasına rağmen Birlik, Türkiye ile işbirliğinin sürdürülmesinin gerekli olduğunu vurgulayarak, Türkiye ile Birlik arasındaki ilişkileri derinleştirmek, siyasi ve ekonomik yönden Türkiye'nin Birliğe tam üye olabilmesi için gereken zamanı kısaltmak için, Birliğin katkıda bulunması zorunluluğuna işaret edilmiştir. Bu amaçlara varmak için gümrük birliğinin tamamlanması, siyasi ve kültürel bağların kuvvetlendirilmesi hususunda gerekli önlemlerin alınması tavsiye edilmiştir.
9.2. Gümrük Birliği ve Tam Üyelik
1980'li yılların başından itibaren adım adım devreye sokulan ekonomiyi serbest piyasa ekonomisine dönüştürme girişimleri Türkiye'yi kurumsal açıdan gümrük birliğine hazırlamıştır. Ancak 1989 yılının sonunda Doğu Avrupa ülkelerinde ortaya çıkan ilberal gelişmeler, iki Almanya'nın 3 Ekim 1990'da birleşerek tek bir devlet olması, Avusturya, Malta ve Kıbrıs'ın tam üyelik başvuruları, Sovyetler Birliği'nin Batıya açılması ve dünya konjonktüründe meydana gelen hızlı gelişmeler Türkiye'nin AB'ne tam üyeliğinin 1992'den daha sonraya ertelenmesine neden olmuştur .
Türkiye Ankara Anlaşması ve Katma Protokolün ilgili hükümleri uyarınca 1 Ocak 1995 tarihi itibariyle Gümrük Birliğine katılabilecektir. Ancak Birlik’le yapılan müzakereler sırasında Gümrük Birliğinin 1 Ocak 1995 itibaiyle değil 1995 yılı içerisinde gerçekleşebileceği konusunda mütabakata varılmıştır . Bu mutabakat dahilinde 1995 yılının 6 Mart günü Brüksel'de yapılan 36. Dönem Ortaklık Konseyi toplantısında Türkiye ile Avrupa Birliği arasında gümrük birliği kararı alınmıştır. Böylece, Türkiye ve AB arasında gümrük tarifelerinin uyumlu hale getirilerek ortak dış ticaret politikası uygulanacağı gümrük birliğinin 1996 yılı başından itibaren gerçekleşmesi karara bağlanmış ve 1 Ocak 1986 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
Anlaşmaya göre tarım ürünlerinin serbest dolaşımı için Birliğin ortak tarım politikasına uyum sağlaması öngörülen Türkiye, bu yolda aldığı her karar hakkında Birliğe bilgi verecek. Anlaşma, gümrük birliği ile doğrudan ilgisi olan konularda, yasal düzenlemelerin Birliğin yasal düzenlerine uydurulmasını öngörmekte. Anlaşma çerçevesinde, Birlik gümrük birliği ile doğrudan ilgili bir karar aldığında, kararı Gümrük Birliği Ortaklık komitesi aracılığıyla Türkiye'ye iletilecek. Ayrıca Anlaşmada AB tekstilde kotaların kalkması için patent yasasının çıkmasını Rekabet Kurulu'nun işlerlik kazanmasını şart koşuyor. Birlik gümrük birliğinin
başlamasından itibaren iki yıl içerisende Türkiye'nin kendi rekabet politisana uyum sağlamasını istiyor. Anlaşma çerçevesinde AB Türkiye'ye 1 Ocak 1996'dan itibaren 5 yıl içinde toplam 1.5 milyar dolarlık bir yardım taahhüt etmiştir. Ancak Anlaşmaya göre Türkiye'nin bütün bu taahhütlerin altına girmesine rağmen gümrük birliği yeterli görülmüyor.
Türkiye'nin başlangıçta Avrupa Birliğine tam üyeliğini garanti etmek amacıyla imzalamak istediği bu anlaşma; AB kendisini Anlaşma hükümleri ile bağlantılı hissetmediği, buna karşılık Türkiye'nin "harfiyen" uyması gerektiği bir ortam yaratmıştır. Anlaşmada özellikle Türk hizmet sektörünün AB serbest dolaşımının yer almaması Türkiye'nin AB ile olan ilişkisinde atılmış geri bir adım olarak değerlendirilebilir.
9.3. Türkiye ile AB Arasında Mali İlişkiler ve Dış Ticaret
9.3.1. Mali Yardımlar
Birlik, Türk ekonomisinde verimliliği arttırıcı ve Ankara Anlaşması'nin amaçlarına yaklaştırıcı nitelikte kamu ve özel sektör projelerine hazırlık ve geçiş dönemleri boyunca yatırım kredisi vermeyi taahhüt etmiştir. Türkiye'ye verilen kredi ve yardımların miktarı ve şartları Mali Protokol'lerle tespit edilmekte ve Avrupa Yatırım Bankası kanalıyla, Türk ekonomisinin kalkınmasına yardımcı olacak yatırım projelerine tahsis olunmaktadır.
Kredilerden faydalanacak olan projelerin;
a) Ortaklık Anlaşması amaçlarının gerçekleşmesine yararlı olması
b) Türk kalkınma planlarında yer alması,
c) Türk ekonomisinin verimliliğinin artmasına katkıda bulunacak ve özellikle
Türkiye'nin daha iyi bir ekonomik altyapıya kavuşmasını sağlayacak nitelikte olması veya,
d) Tarım sanayi ya da hizmet sektörlerinin yüksek randımanlı, modern ve rasyonel teşebbüslerle donatılmasını sağlayacak nitelikte olması gerekmektedir.
9.3.1. Dış Ticaret
Avrupa Birliği, Türkiye'nin en büyük ticaret ortağıdır. 1960'lı yılların sonundan bu yana, Birliğin Türkiye'nin dış ticareti içindeki payı % 50'ye ulaşmıştır. Türkiye ise Birlik ihracatında ilk 10 ülke ithalatında ise ilk 20 ülke içinde yer almaktadır. Türkiye ile Birlik arasındaki yakın ticari ilişkiler yalnızca Ortaklık Anlaşması'ndan değil, ortak geçmiş, coğrafi yakınlık, kaşılıklı bağımlılık ve dünya çapındaki liberal akımlardan da kaynaklanmaktadır. Ortaklık ilişkilerinin durgunluk içinde bulunduğu 1980'li yıllarda Türkiye AB ticaret hacminin yaklaşık beş kat artması bu bakımdan özel bir önem arz etmektedir. Bu gelişme Ortaklık Anlaşmalarından çok Türkiye'nin
dünyadaki liberal eğilimler çerçevesinde gerçekleştirdiği yapısal reformlar ve dış ticaretin liberalleştirilmesinden kaynaklanmaktadır . Türkiye'nin Avrupa Birliğine ihracatı sürekli artmaktadır. Özellikle son on yıl içindeki
artış son derece belirgindir. 1984'de 2.7 milyar $ olan ihracatımız. 1997'de 12.3 milyar $'a yükselmiştir. Aynı süre içinde AB'dan yapılan italat 3.3 milyar $'dan 24.8 milyar $'a yükselmiştir. Avrupa Birliği ile olan dış ticaretimizi; ihracat ve ithalatttaki toplam payları yönünden incelemeye aldığımızda; gerek ihracat ve gerekse ithalat payları toplam ticaret hacmimizin % 50’si dolayındadır. Bu gösteriyor ki AB Türkiye’nin her zaman en
önemli ticaret ortağıdır. Bütün bu gelişmeler karşısında Türkiye’nin AB’ne tam üyeliği kaçınılmaz bir gerekliliktir. Türkiye’nin tam üyeliği gerçekleştirecek her türlü çalışmayı büyük bir hızla yapması gerekmektedir.
Özet
Günümüz dünya ekonomisinde hızlı bir küreselleşme eğilimi yaşanmakla birlikte, bölgeselleşme gerçegi gözardı edilemez. Bu gerçeğin en belirgin örneğini ise Avrupa Birliği temsil etmektedir. Bu Birlik Batı Avrupa’nın birleştirilmesi yolunda atılan önemli bir adım olmakla birlikte, dünyada yaşanan bölgeselleşme hareketlerinede öncülük etmiştir. AB günümüz dünya ekonomisinin önemli ekonomik ve siyasal gücüdür. Dünya ticaretinde, üretiminde, tüketiminde önemli paya sahiptir. Bu durum ise, üyelerinin refah düzeyini yükselterek, üye
olunması cazip bir alana dönüşmüştür. AB önceleri ekonomik amaçlar etrafında toplanmıştır. Zamanla mal haraketlerinde sağlanan serbestlik, üretim faktörlerinede yansıtılarak, ekonomik, mali, sosyal ve yasal politikaların uyumlaştırıldığı bir iktisadi birliğe ulaşılması öngörülmüştür. Nihai amaç ise Avrupa’nın siyasal birleşmesini sağlamaktır. AB’nin bugüne gelmesinin uzun bir geçmişi vardır. Böyle bir kuruluşun fikir babalığını Robert Schuman ve Jean Monnet gibi hükümet adamları ve düşünürler yapmıştır. AB’nin oluşumuna öncülük eden kuruluş 1951 yılında 6 Avrupa ülkesi( Almanya, İtalya, Fransa, Belçika, Lüksenburg ve Hollanda) tarafından kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’dur. Buna Schuman Planı denir.Bu yolda ilerlenmesi sunucunda, yine aynı ülkeler arasında 1 Ocak 1958 tarihinde yürürlüğe giren Roma Antlaşması imzalanmıştır.
Roma Antlaşması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (EURATOM) kurulmuştur. Bu üç topluluk birbirini tamamlamakta ve tek bir bütünü yani Avrupa Birliği’ni (AB) oluşturmaktadır.AB’nin iktisadi birleşme gibi ekonomik amacının yanında, Avrupa barışının korunması ve siyasal birleşme gibi politik amaçlarıda vardır. Uluslarüstü bir nitelik taşıyan AB’nin kurumları özgün bir yapı içinde eylemde bulunmaktadır. Birlik organları, Birliğin temel yapısını teşkil eden Konsey, Komisyon, Avrupa Parlementosu, Adalet Divanı, Ekonomik ve Sosyal Komite’nin yanı sıra Sayıştay ve Avrupa Yatırım
Bankası gibi yardımcı kurumlardan oluşmaktadır. Bu organların hepsi Birliğin özgün bir yapı içinde çalışmasını sağlayabilmek amacıyla farklı yetki ve görevleri üstlenmişlerdir. 1951 tarihinde altı Avrupa ülkesiyle başlayan Birlik, bügün 15 tam üyeye sahiptir. 1 Ocak 1973’te İngiltere, İrlanda ve Danimarka’nin katılımı ile Birlik’in tam üye sayısı dokuza çıktı. 1 Ocak 1981’de Yunanistan’ın tam üyeliğiyle on’a, 1 Ocak 1986’da İspanya ve Portekiz’in katılmasıyla üye sayısı onikiye ulaştı. 1994 yılında Finlandiya, Avusturya ve İsveç’in katılımıyla
bu sayı onbeş olmuştur. 1960 yılına gelindiğinde AET’de gümrük tarifeleri ve kotalar kaldırılmış ve gümrük birliği gerçekleştirilmişti. Ayrıca geçen zaman içinde üretim faktörlerinin (işgücü, sermaye, girişim)
serbest dolaşımında önemli gelişmeler sağlandı. Ama görünmez engeller önemli bir kısıtlama oluşturmaya devam etmiştir. Bu engelleri ortadan kaldırmak üzere sürdürülen çalışmalar sonucunda 1 Ocak 1993’de “tek pazar”a geçilmiştir. AB’nin entegrasyon hareketine daha geniş boyutlar kazandırılması için yeni politikalar benimsenmiştir ki, bunlar ortak politikalardır. AB Anlaşması'nda üyelerin ortak politika izlemeleri
öngörülen başlıca önemli alanlar şunlardır: Ticaret politikası (ortak pazar), ortak tarım politikası, ortak rekabet politikası ve sosyal politikalardır. AB, Maastricht Anlaşması ile gerçek bir ekonomik ve siyasal birliğe doğru adım atmıştır. Bu anlaşmanın hedefleri şunlardır; Ekonomik ve Parasal Birlik, Avrupa Yurttaşlığı, Ortak Güvenlik ve Ortak Dış Politika, çeşitli alanlarda ortak programlar uygulanması. Bilindiği gibi Türkiye ile AB arasındaki nihai tam üyelik alan ortaklık ilişkisi 1964 yılında yürürlüğe giren Ankara Anlaşması ile başlamıştır. Ortaklık ilişkisinin seyri ve geleceği konusunda yıllarca süren iç tartışmalar bir anlamda, iki noktada kesintiye uğramıştır. Bunlardan ilki 1978 yılında Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılar nedeniyle yükümlü-
lüklerini ertelemesi, diğeri ise 12 Eylül 1980 sonrasında demokrasiden uzaklaşıldığı gerekçesiyle
Ortaklık ilişkisinin 6 yılı aşkın bir süre askıya alınmış olmasıdır. Türkiye, değişen koşulları gözönüne alarak14 Nisan 1987 tarihinde tam üyelik başvurusunda bulunarak, gerek Yunanistan gerek Portekiz ve İspanya’nın tam üyeliğin ön koşulu olan gümrük birliğini Birlik içinde tam üyelik avantajlarından yararlanarak gerçekleştirmek düşüncesi doğrultusunda hareket etmiştir. Bu başvuruya iki yıldan biraz daha uzun bir süre sonra gelen (18 Aralık 1989) Komisyon görüşünde ise, Türkiye’nin Birliğe katılmaya ehil olduğu vurgulanmakla birlikte ülkemiz ekonomik, Birlik açısından ise, mevcut yapıdaki değişikliklere bağlı bazı gerekçelerle zamana ihtiyaç duyulduğu belirtilmiştir. Gerçekten de bu dönemde AB, genişlemeyi bir tarafa bırakarak derinleşme sürecine girmiş, bir diğer ifade ile Tek Pazar, Ekonomik ve Parasal Birlik ve Siyasal Birlik yönündeki çalışmaları yoğunlaştırmıştır.
Türkiye ise, aynı dönemde AB ile ilişkileri çerçevesinde ertelemiş olduğu yükümlülüklerini hızlandırılmış bir takvim dahilinde yerine getirmeye başlamıştır. 1993 yılında kurulan Gümrük Birliği Yönlendirme Komitesi bünyesinde sürdürülen müzakereler sonucunda, hazırlanan Ortaklık Konseyi karar taslağı 6 Mart 1995 tarihli Ortaklık Konseyi’nde Gümrük Birliği Kararı olarak kabul edilmiş ve Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerde
bir dönüm noktası olarak addedilen Gümrük Birliği 1 Ocak 1996 tarihinde yürürlüğe girmiştir.


D-Türkiye-Yunanistan ilişkileri

Yunanistan ile İlişkiler ve Türkiye'nin Ege Politikası. Türk dış politikasının önemli unsurlarından birini Yunanistan ile olan ilişkiler oluşturmaktadır. NATO müttefiki olan, AB ve BAB'ta ile ilişkileri bulunan, aynı coğrafyayı ve Batı dünyasının benzer değer ve ideallerini paylaşan iki ülke arasındaki ilişkiler tarih boyunca dalgalanmalı bir seyir izlemiştir. 1999 yılında iki ülke arasında başlayan yakınlaşma süreci Yunan hükümetinin, Türkiye’yi Yunan ulusal hava sahasını ihlal ettiği yönünde AB ve NATO’ya şikayet etmesiyle yeni bir sürece girmiştir.
Türkiye ve Yunanistan arasında 1974 yılından itibaren iki temel sorun yaşanmaktadır. Bunlar Kıbrıs ve Ege olarak sıralanabilir. Ege sorununun nedeni Yunanistan’ın yayılmacı bir politika izlemesi ve kıyı ülkelerinden biri olan Türkiye'nin hak ve çıkarlarını dikkate almayarak, Ege Denizi'nin tamamını bir Yunan denizi olarak görmesidir. Yunanistan, 1923 yılında Lozan Antlaşması ile kurulmuş olan haklar ve sorumluluklar dengesini değiştirme girişiminde bulunmuş ve BM Deniz Hukuku Sözleşmesi çerçevesinde, halen 6 mil olan karasuları genişliğini hem anakarası hem de Ege’deki adalar için 12 deniz miline çıkarmaya hakkı olduğunu iddia etmektedir. Bu Türkiye tarafından kabul edilebilir bir tutum olmadığından Türk hükümetleri Yunanistan’ın Ege’de karasularını tek taraflı olarak 12 mile çıkarmasının Türkiye tarafından casus belli (savaş nedeni) sayılacağını açıklamıştır.
Yunanistan’a bırakılan Doğu Ege adalarını imzalamış olduğu uluslararası anlaşmalarda belirlenmiş olan “silahsızlanma” hükmüne rağmen, bu adalar 1974 Kıbrıs olaylarından sonra silahlandırılmıştır. Karasuları sorunuyla ilgili olarak 6 millik karasularının üzerinde 10 millik "ulusal hava sahası" olduğu iddia edilmektedir. Yunanistan, Türk devlet uçaklarından uçuş planlarını istemekte ve Atina FIR (Flight Information Region) hattının ihlal edildiğini öne sürmektedir. Türkiye ise, Yunanistan’ın FIR sorumluluğunu “kötüye kullanmasından ve bu sorumluluğu egemen hakları içeriyormuş gibi kullanmaya çalışmasından” şikayet etmektedir.
Türkiye ile Yunanistan arasında diğer bir anlaşmazlık konusu ise sistemli bir şekilde temel insani hak ve özgürlüklerden yoksun bırakılan Batı Trakya'daki Müslüman Türk azınlığın durumudur. Bugün Batı Trakya’da 120-130 bin Türk yaşamaktadır. Türk azınlığın hakları; 1923 yılında imzalanan Lozan Antlaşması, muhtelif uluslararası sözleşme ve belgeler, hatta Yunanistan'ın kendi anayasası tarafından güvence altına alınmıştır. Ancak uluslararası sorumluluklarının aksine Yunanistan, Türk azınlığa karşı, hayatlarının her alanında ayırımcı politikalar yürütmektedir. Türkler güvenliklerinden emin değildirler. Kültürel varlıkları yok edilmektedir. Eğitim ve din alanlarında gördükleri baskılar azınlık üyelerinin hayatlarını büyük ölçüde etkilemektedir. Azınlık üyeleri çocuklarını istedikleri gibi eğitme fırsatından mahrumdurlar ve tam bir din özgürlüğüne sahip değildirler. Yunan mahkemeleri "Türk" kelimesinin kullanılmasını yasaklamışlardır.
Türkiye, Yunanistan ile ortak bir anlayışa varabilmek için her türlü gayreti göstermektedir. Nitekim AB öncülüğünde oluşturulan ve her iki ülkenin sivil uzmanları tarafından tüm sorunlara eğilinmesini öngören "Akil Adamlar" heyetine verdiği destek, Temmuz 1997 tarihli Madrid Deklarasyonu'nun hayata geçirilmesi için sarf ettiği çabalar, iki ülke arasındaki Ege sorunlarının barışçıl yollarla çözümünü öngören 12 Şubat ve 11 Mart 1998 tarihli öneriler ve son olarak Ege'de güven artırıcı önlemler ile ilgili "Mutabakat Muhtırası"nı uygulama kararı, Türkiye'nin iyi niyetli ve yapıcı gayretlerinin örnekleridir.
Bölücü terör örgütü PKK’nın lideri Abdullah Öcalan’ın, Şubat 1999’da Kenya’nın başkenti Nayrobi’deki Yunan Büyükelçiliği’nden ayrıldıktan sonra, hava alanında Türk yetkililer tarafından yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi, Ankara-Atina ilişkilerinde yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. İki ülke ilişkilerinde son zamanlarda başlayan yumuşama süreci çerçevesinde, Türk Dışişleri Bakanı Yunan meslektaşına 24 Mayıs 1999 tarihinde, mevcut sorunların birlikte çözümü amacıyla bir çağrıda bulunmuş, 30 Haziran 1999'da New York'ta bir araya gelen iki ülke dışişleri bakanları, turizm, çevre, kültür, ticaret, organize suçlar, uyuşturucu kaçakçılığı, yasadışı göç ve terörizm gibi konularda ikili anlaşmalar yapılması hususunda görüş birliğine varmışlardır. Her iki ülke Dışişleri Bakanlıkları arasında, sözü edilen konulardaki görüşmelerin ilk turu Temmuz ayı içerisinde tamamlanmış, ikinci tur görüşmeler ise 9-10 Eylül 1999'da Atina'da ve 15-16 Eylül 1999'da Ankara'da gerçekleştirilmiştir. Aynı yıl meydana gelen Marmara ve Atina depremleri sonrasındaki işbirliği ve dayanışma, iki ülke arasındaki ilişkilerin daha da yumuşamasına neden olmuş ve bu sıcak atmosfer ikinci tur görüşmelerine de yansımıştır. Üçüncü tur görüşmeler, uzman kuruluş temsilcilerinin de katılımlarıyla, turizm, çevre ve ticaret konularında 21-22 Ekim 1999 tarihlerinde Ankara'da; kültür, bölgesel işbirliği, organize suç, yasadışı göç, uyuşturucu kaçakçılığı ve terörizm konularında 25-26 Ekim 1999 tarihlerinde Atina'da yapılmıştır. 8 Aralık 1999 günü Atina'da toplanan Steering Komitesi'nde ise üzerinde görüş birliğine varılan anlaşma taslaklarının müzakeresi tamamlanarak, nihai anlaşma metinleri oluşturulmuştur. Yunanistan Dışişleri Bakanı'nın 19-22 Ocak 2000'de Türkiye'ye yaptığı resmi ziyaret ile Türk Dışişleri Bakanı'nın 3-5 Şubat 2000'de Yunanistan’a yaptığı resmi ziyaretler sırasında, sözü edilen konularda 9 işbirliği antlaşması imzalanmış; ayrıca ikili ilişkiler ile bazı bölgesel ve uluslararası konular ele alınmıştır. Yunan ve Türk askerî birliklerinin Haziran 2000’de Yunanistan’da birlikte gerçekleştirdikleri NATO tatbikatı ise, askerî alanda da işbirliği gerçekleştirildiğini göstermesi açısından önem taşımaktadır.
2001 sonundan itibaren Türk-Yunan ilişkilerinin yumuşaması yeni bir döneme girmiştir. 25-28 Ocak 2001 tarihlerinde Davos'ta yapılan Dünya Ekonomik Forumu Yıllık Toplantısı’na katılan Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz, 28 Ocak'ta Yunanistan Dışişleri Bakanı Jorgos Papandreu ile görüşmüştür. Görüşmede, Türkiye-Yunanistan ve Türkiye-AB ilişkileri ele alınmış, bu çerçevede, Başbakan Yardımcısı Yılmaz, Papandreu'ya, hazırlanmakta olan Ulusal Program hakkında bilgi vermiştir.
2002 yılı başından itibaren Türk ve Yunan tarafları “düşük politika” konularından “yüksek politika” konularını düzenli olarak tartışmaya geçmiş, böylece yumuşama yeni bir boyut kazanmıştır. New York’ta yapılan Dünya Ekonomik Forumu’nda bir araya gelen Türk ve Yunan dışişleri bakanları, iki ülke arasındaki en önemli anlaşmazlık konularından birini oluşturan Ege sorunları konusunda geniş bir diyalog başlatma kararı almıştır. Yunanistan’ın 2003 Ocak ayında AB Dönem Başkanı olması ile Ege konusu yeniden gündeme taşınmış ve bu sorun AB platformunda daha yoğun bir tartışmaya açılmıştır. Ege sorunu sadece Türkiye-Yunanistan ilişkilerini değil, Türkiye-AB ilişkilerini de etkileyecek bir unsur olarak değerlendirilmektedir.

Türkiye'nin Dış Politikasındaki Diğer Gelişmeler:

Türkiye'nin dış politikasında, 1980'li yılların başlarından itibaren, genelde gündemde bulunan Kıbrıs ve Ege sorunları ile Türk-Yunan ilişkilerinden kaynaklanan gelişmelerin yanı sıra, meydana gelen diğer olay ve gelişmelerden bazıları çok kısa ve kronolojik olarak şöyle belirtilebilir:
Daha önce belirtildiği gibi, Amerika Birleşik Devletleri Kıbrıs Türk Barış Harekâtı'ndan sonra Türkiye'ye 1975 yılında silah ambargosu koymuştu. Bunun üzerine Türkiye de bu devletle 1969'da yapmış olduğu Savunma işbirliği Anlaşması'na son vererek, topraklarında bulunan bazı askeri tesisleri kapatmıştı. Bunlarla birlikte, 1978'de ambargonun kaldırılması üzerine yapılan görüşmelerin sonucunda, 29 Mart 1980'de Türkiye - Amerika Birleşik Devletleri Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması (SEİA) imzalanmıştır. Bu anlaşma ile iki devlet, NATO çerçevesinde savunma ve ekonomik alanlarda işbirliğini öngörmüşlerdir. Ayrıca, Türkiye'de Amerikalıların bulunduğu askeri tesis ve üslerin durumu ile bunların işletme koşullan belirlenmiştir71.
5 Ocak 198l ‘de Moskova'da, Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında ekonomik işbirliği toplantısı başlamıştır.
24-26 Şubat 1981'de ve 6-8 Haziran 1982'de Türkiye ile Bulgaristan Devlet Başkanları karşılıklı ziyaretlerde bulunmuşlar ve iki ülke arasındaki ilişkilerde yumuşama görülmüştür.
Türkiye, 16 Ocak 1984'te Fas'ın Kazablanka kentinde toplanan 4. İslam Konferansı Örgütü'nün Zirve Toplantısı'na ilk defa Cumhurbaşkanı düzeyinde katılmıştır. (24 Ocak 1981'de yapılan üçüncü toplantıda ilk defa Başbakan düzeyinde temsil edilmişti.)
Sovyetler Birliği, 1984 yılı Mart ayı başında Karadeniz'de 200 millik "ekonomik bölge" ilan etmiş ve Haziran ayı sonunda da, Uluslararası Deniz Hukuku Konferansı'nda alınan "200 millik ekonomik bölge" kararının Karadeniz için geçerli olacağını Türkiye'ye bildirmiştir. Türkiye bu kararı tepkiyle karşılamıştır. 15 Temmuz 1984'te, 200 mil uygulamasının, Türkiye - Sovyetler Birliği görüşmeleri sonuçlanıncaya kadar, uygulanmayacağı açıklanmıştır.
13 Mart 1984'te Çin Devlet Başkanı, Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in 15 Aralık 1982'te Pekin'e yaptığı ziyareti iade etmek üzere, resmi bir ziyaret için Ankara'ya gelmiştir. (İki ülke arasında resmi ilişkiler 1971'de kurulmuştu).

E-Yeni Ekonomik Oluşumlar ve Türkiye
Yeni ekonomik oluşumlar henüz uygulamaya yeni girdiği yıllarda (1970’li yılların sonu ve 1980’in hemen başı), Türkiye’yi borç ödeyemez duruma girdiği bir zaman da etkisine almıştır. Askeri rejimin kapalı-tartışmasız ortamında uygulanması başlamış ve bugüne dek sürmüştür. Aşağıda, Türkiye’nin “Merkez’e aday olma”, Merkez’in ise Türkiye’yi “Çevre’de tutma” mücadelesindeki zayıf ve güçlü noktalar ele alınacak, buradan 2000’li yıllar için öngörü yapılmaya çalışılacaktır.


Merkez-Çevre Mücadelesinde Türkiye
Türkiye’de yöneticiler hiç bir zaman ülkeyi Çevre’nin bir üyesi olarak görmemiş, “merkez’e aday” yapacak ne kadar kurum varsa orada yer bulmasına çalışmıştır. İkinci dünya savaşından sonra Türkiye, Sovyet tehdidi dönemindeki stratejik konumundan yararlanarak Avrupa Konseyi, NATO, OECD gibi tipik Merkez kurumlarında yer almıştır; AB’ne tam üyelik için sürdürülen ısrarlı mücadele, EFTA’ya ortak üyelik de bunlara eklenmelidir. Merkez’in Çevre’ye (kendi kâr haddini artırmak için) uygulattığı programı ise, Türk yöneticiler, Merkez’e adaylığa sıçrama basamağı olarak görmüş ve buna uygun girişimler ortaya çıkarmıştır: 1987’de AB’ne tam üyelik için başvuru, izleyen EFTA üyeliği başvurusu, Türk şirketlerinin dış yatırıma geçmesi, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütünün kurulmasında öncülük, ECO’yu Orta Asya Cumhuriyetlerini kapsayacak biçimde genişlettirme, Doğu Bloku’na kredi vermek için kurulan Avrupa Yatırım ve Kalkınma Bankasına kurucu üye olarak katılma, eski Doğu Bloku üyelerinden öğrenci alıp eğitme, İstanbul’u bölgesel finans merkezi yapma isteği, vb... çok sayıda olay buna örnektir. Türkiye açıkça “bölgesel güç” olmaya oynadığını belirtmektedir. Türkiye, açıkça kendisine hayat sahası yaratmaya oynamaktadır.
Merkez ise, Türkiye’yi çevreleştirmeye hatta, etnik olaylar yoluyla parçalamaya kendi amaçları için kullanmaya eğilimlidir. AB’ne tam üyeliğin askıya alınması, Türk işçilerinin diğer Çevre ülkeleriyle birlikte Batı Avrupa’da ırkçı saldırıya maruz kalmaları, Türkiye vatandaşlarına uygulanan (onur kırıcı işlemleri kapsayan) “vize” işlemi, Irak’tan çok Türkiye’yi büyük ekonomik kayıplara uğratan ekonomik ambargo, Çekiç güç ve peşinden sürüklediği Güney Doğu olayları, Merkez’in medyasında Türkiye aleyhinde yürütülen kampanya, bu eğilimin toplumsal-siyasal alandaki göstergeleridir. Ekonomik planda çevreleştirme arzusu ise daha yoğundur;
nedeni, Türkiye’nin Avrupa’nın kıyısında nüfusu 60 milyona yakın, büyüyen bir pazar olmasıdır: AB’nin Türkiye ile ilişkileri sadece sınai mamullerde gümrük birliğine inhisar ettirmesi, 1978’den beri donmuş durumdaki mali protokoller yoluyla dahi kaynak aktarımına olanak vermemesi, ABD’nin Türkiye’yi askeri yardım programın dışına çıkarması, Türkiye’nin tarım pazarlarını açması ve özelleştirme için getirilen baskılar buna diğer örneklerdir. Gelişmiş ülkelerin Türkiye’yi çevrede tutmak için yaptıkları girişimler nelerdir?
Ancak, Türkiye’nin bölgesel güç olma iddiasında karşısında sadece Batı’nın Merkez ülkeleri yoktur; kendisi Merkez’in bir parçası olmasa da, ne aletlerine ne kurumlarına sahip olmasa da, Avrasya-Kafkasya ekseninde hala önemli ve büyük bir askeri etkenliğe sahip olan Rusya Federasyonu da vardır. Nitekim, Türkiye’nin Kafkasya- Orta Asya alanında yaratmaya çalıştığı hayat sahasını önemli ölçüde yitirmesinde temel etken Rusya olmuştur. Orta Doğu ise, Arap-İsrail anlaşmasından sonra, ne olanaklar getirecek neler götürecek şu anda belirsizdir. Ancak, burası da mutlaka Türkiye’nin hayat sahasının bir parçası olarak algılanmakta ve yeni barış ortamında yer edinmesi için etken bir rol oynamasına çabalanmaktadır. “Barış suyu” projesi bu çabanın başlıca örneğidir. 2000 yılına kadar olan sürede, bu bakımdan şöyle bir mücadele yaşanacaktır: Merkez Türkiye’yi çevrede tutmaya, Rusya eski Sovyet topraklarında etkinlik kazanmasını önlemeye, Arap-İsrail anlaşmasının patronu olarak ABD ise (herhalde) Türkiye’nin ABD güdümünde kalmasında oynayacaktır. 2000 yılına doğru Merkez’e aday ülke konumuna girmeye, kendisine yeni hayat sahaları bulmaya çalışan Türkiye ise, bu güçlere karşı mücadele vermek durumunda kalacaktır.

Karadeniz Ekonomik İşbirliği Bölgesi (KEİB)

Karadeniz Ekonomik İşbirliği girişimi sosyalist rejimlerin çözüldüğü koşullarda ortaya çıkmıştır. Önceleri Türkiye'nin İran ve Pakistan ile birlikte oluşturduğu ancak ölü bir durumda olan bu girişim kapitalist ülkelerin ayrı ayrı nüfus alanı yaratma çabalarının ardından beş orta Asya Cumhuriyeti ve Afganistan'ın katılımı ECO (Economik Cooperation Organisation) adını alarak canlandırılmıştır. İlk olarak 1990 yılının başlarında resmi ve gayriresmi çevrelerde, tartışılmaya başlanan öneri, 1990 yılının Aralık ayında Türkiye'nin yanısıra Bulgaristan, Romanya ve Sovyetlerin katıldığı bir toplantı ile gerçekleşme sürecine girmiştir. Hazırlık dönemi olarak adlandırılan bu süreç, 25 Haziran 1992 tarihinde İstanbul'da imzalanan Boğaziçi Deklerasyonu ile sona ermiş ve bu tarihten itibaren kurumsallaşma dönemine geçilmiştir.
Sovyetlerin dağılmasıyla bu kez yeni cumhuriyetlerin katılımı söz konusu olmuştur. Rusya Federasyonu, Ukrayna, Azerbaycan, Moldava, Gürcistan, Ermenistan, Romanya, Bulgaristan ile ayrıca katılma isteği belirten Arnavutluk ve Yunanistan'ın kurucu üye olduğu, Türkiye'nin önderliğinde 11 üyeli bir örgüt kurulmuştur, anlaşma 1992'de (Haziran) imzalanmıştır. Örgüt Karadeniz Ekonomik İşbirliği Bölgesi (KEİB) adını almıştır.
Karadeniz Ekonomik İşbirliği'nin genel amacı, coğrafi yakınlık ve ekonomilerinin tamamlayıcılık özelliklerinden yararlanarak, bölgenin ekonomik ve ticari potansiyelinin canlandırılması ve Karadeniz'in bir barış, istikrar ve refah bölgesi durumuna getirilmesidir. Bu doğrultuda önce mal ve hizmet ticareti artırılmaya ve hükümetler arası uygun işbirliği koşulları yaratılmaya çalışılmaktadır. Fakat uzun dönemdeki amacı bölge içinde mal, hizmet sermaye ve işgücünün serbest dolaşımını sağlamaya yöneliktir. KEİB' nin temel felsefesi üye ülkeler arasındaki ekonomik ilişkilerin, öncelikle özel kesim tarafından geliştirilmesi ve çeşitlenmesine dayanır. Ayrıca kamu ve özel kesim katılmasıyla ülkeler arasında işbirliği ve ortak projelerin geliştirilmesi amaçlanmaktadır. Ayrıca ortak yatırım projelerinin değerlendirilebilmesi ve Birliğin ciddi boyutta işlerlik kazanmasını kolaylaştırmak amacıyla Karadeniz Dış Ticaret ve Yatırım Bankası kurulmuştur.


Türkiye'nin Bölgesel Konumunu Güçlendirecek ve Uluslararası Stratejik Önemini Artıracak
Projeler
Bu projelerin birincisi “Barış Suyu”dur; Orta Doğu’da hem Türkiye’nin politik ve ekonomik gücünü hem de bu ölçüde Merkez nezdindeki stratejik önemini artıracaktır. Bölgede su giderek darlığı artan bir doğal kaynak, su gücünü elde tutan ülke ise vazgeçilmez hale gelmektedir. İkincisi GAP’tır. GAP projesi Türkiye’nin Orta Doğu’daki stratejik önemini üç değişik boyutu ile artırmaktadır: Bir kere, tamamlandığında ve barajlar su tuttuğunda, bölgenin can damarını elde tutuyor olacaktır. (Bu beklenti, bölgedeki Arap ülkelerini Türkiye karşısında birliğe ve terörü desteklemeye götürmektedir.) Ayrıca, Türkiye’nin tarım potansiyelini artıracak ve gıda maddesi yetersizliği çeken bölge ülkeleri açısından eline bir diğer güç geçecektir. (Ancak, bu nokta gıda maddesi fazlasından boğulan ABD ve AB açısından Türkiye’ye sorun çıkarmaya adaydır.) Buna, Türkiye’nin bölgeye elektirik enerjisi satabilmesi gücü de eklenmelidir. Üçüncü proje Kafkasya ve Orta Asya’dan Batı’ya petrol-doğal gaz nakledecek boru hattında kilit ülke konumudur. Türkiye’ye sağlayacağı ekonomik yarar kadar ülkenin stratejik önemini de yükseltecektir. Türkiye iç piyasasında ve uluslararası ilişkilerinde işaret edilen düzenlemeleri ve yukarıdaki projeleri gerçekleştirebilirse, 2000 yılında Çevre ülkesi olma durumundan çoktan çıkmış, Merkez’e Aday ülkeler arasında saygın bir yer almış olacaktır. Aksi halde sadece ekonomik değil ciddi siyasal tehlikeler de gündeme gelebilecektir. Türkiye’nin bölgesel konumunu güçlendirecek ve uluslararası stratejik önemini artıracak projeler nelerdir?

F-Türkiye’de meydana gelen siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmeler

1- Ekonomi ve toplum

Dışa açılım ve istikrarsızlık, 1980-2002

Serbest ticaret ve ihracata yönelik büyüme
1970’ler sonunda yaşanan kriz Türkiye’ye özgü değildi. İthal ikameciliği benimseyen di¤er gelişmekte olan ülkeler de benzer bir kriz içine girmişlerdi. Buna borç veren ülke¬lerin iki petrol krizi sonrası sıkıntıya düşmeleri de eklenince, borç veren uluslararası ku¬rumlar Türkiye de dahil önemli bir borç krizine giren tüm ülkelere borçlarının ertelenebilmesi ve yenilenebilmesi için kapsamlı değişiklikler içeren ağ›r koşullar dayattılar.
24 Ocak 1980’de alınan kararlar ve tedrici yapısal uyum politikalarıyla, önce iç tale¬bin kısılması amaçlanıyordu. 1980 öncesi hükümetin topluma rağmen yerine getireme¬diği bu koşulları, askeri yönetimin gelmesiyle yeni hükümet uygulamaya koydu. Bu ye¬ni politikaların amacı k›sa dönemde ödemeler dengesini düzeltmek ve enflasyonu düşürmek, uzun dönemde ise piyasa ekonomisi ve ihracata yönelik bir üretim biçimi¬ne geçmekti. Bu paketin gerçekleştirilebilmesi için alınan en acil önlemler arasında de¬valüasyon (ABD doları 47 liradan 70 liraya çıkarıld›) ve ardından enflasyonun düşüşü¬ne paralel olarak Türk lirasının değer kaybetmeye devam ettirilmesi, ayrıca dış ticaretin hızla serbestleşmesi, fiyat kontrollerinin kaldırılması, devlet teşviklerinin birçoğunun kaldırılması, faizlerin serbestleşmesi, ihracata teşvik ve yabancı sermayeyi çekici politi¬kalar sayılabilir. Bunun yanısıra, yeni anayasa işgücünün örgütlenmesini yasakladı, toplu sözleşme düzenine kısıtlamalar getirildi. Sonuç olarak, gerek kentsel ücretlerde (1983 yılında gerçek ücretler, 1977’ye oranla neredeyse yarıya indi), gerekse tarımsal ke¬simin gelirinde büyük düşüşler oldu. Ama askeri rejim döneminde, üç yıl gibi kısa bir sürede ekonomik dengelerdeki bozulma durduruldu.
ANAP hükümetleri döneminde, özellikle 1980’lerin ilk yarısında, makroekonomik den¬gesizlikler düzeltildi, ihracat arttı. İthal ikameci dönem boyunca geliştirilen üretim ka¬pasitelerinin ihracata yöneltilmesi bunda büyük rol oynadı. Türk lirasının değer kaybet¬mesi ve işgücü maliyetinin azalması (ücretlerin düşmesi), ihraç ürünlerinin uluslarara¬sı fiyatını düşürdüğünden talebi de arttırdı. Ayrıca ihracatçılar, ihracata yönelik kredi¬ler, vergi muafiyeti ve ucuza döviz tedarik programlarından yararlandılar. Ancak ihra¬cat artışının bir kısmı yararlanmak için kağıt üzerinde yapıyorlarmış gibi gösteriyorlardı. Ayrıca, enflasyonun düşmesine rağmen dış borçlar artıyor, özellikle ihracatın yoğun ol¬duğu imalat sanayiinde yatırımların üretimdeki payı azalıyordu. ihracata yönelik teşvikler ise, devletin harcamalarını arttırması nedeniyle 1980’lerin ikinci yarısında azal¬maya başladı.

Finansal serbestleşme

Yeni politikaların reel ekonomide, özellikle de yatırımlar üzerinde pek etkisi olmadı. Büyüyen ihracat sektöründe bile yatırımlar artmadı. Hatta imalat sanayiinde yatırımla¬rın payı 1980’de % 32,8’den, 1989’da % 14,6’ya düştü. Bunun başlıca nedenleri, 1980 ön¬cesinde atıl kalan kapasitenin kullanımı, faizlerin artması ve siyasal istikrarsızlıktı. So¬nuç olarak, 1980’li yıllarda, yıllık GSMH büyüme oranı ortalama % 4,6, kişi başına ise % 2,3 olarak gerçekleşti. Ayrıca bu büyüme oranı yüklü miktarda borç alınarak sağlanmıştı: 1980’de 10 milyar dolardan az olan dış borç, 1990’da 50 milyar dolara ulaşmıştı.
1986’ya gelindiğinde, devletin açığı artmıştı. Siyasal rejimin 1987’de tamamen de¬mokrasiye dönmesiyle, siyasal rekabet de sertleşti. Devlet harcamaları için ek kaynak arayışı içinde, sermaye hareketleri ağustos 1989’da serbest bırakıldı ve Türk lirasının konvertibilitesi sağlanarak finansal serbestliğe geçildi. Ancak finansal serbestleşmeyle bulunan kaynakların 1990’larda istikrarlı bir büyümeye katkısı olmadı. Parasal kaynakları arttırması ve böylece iç borçlara çare olması beklenen finansal serbestleşme, ekonominin krizden kurtulmasını sağlayamadı. 1983’ten bu yana enflasyon etkin düzeyde düşürülemedi. Enflasyonun başlıca nedenini kamu açığı oluşturuyordu.
Açıkları giderecek önlemlerin kendileri de açığın büyümesine neden oldu. Bu önlemler kısaca dört başlık altında sıralanabilir: Uluslararası sermaye piyasalarından alınan borçlar (zaman zaman bu borçlar iç borca dönüştürüldü), para arzının artması (1994’den başlayarak, 2001’de tamamlanan Merkez Bankası’nın bağımsızlaşma süreciyle kamu açıklarını kapatmak için para arzını arttırmak imkansız hale getirildi), açık piyasa işlem¬leri aracılığıyla iç borçlanma, Ziraat Bankası ve Halk Bankası aracılığıyla piyasa değe¬rinin altında kredi verilmesi.
1989’dan itibaren, yabancı sermaye girişinin artması ve Türk lirasının değerlenme¬si ile birlikte ihracata yönelik büyüme biçiminden, iç talebin, dolayısıyla ithalatın hızla artmasıyla içe dönük büyüme biçimine geçildi. Kamu açığı ve enflasyon arttı. Bu¬na karşılık faiz oranlarının ve döviz kurlarının baskı altında tutulması sonucu Türk lira¬sından kaçış ile başlayan süreç TL’ye yapılan spekülatif saldırıyla birlikte krizle sonuç¬landı. Bunun üzerine nisan 1994’de IMF ile istikrar programı düzenlendi ve devalüasyo¬na gidildi.
1994 krizi sonrası
1995 yılında yeni seçimlerle istikrar programı bırakıldı, 1995-1999 döneminde 1989-1994 arası sürdürülen politikalara devam edildi. Ancak bu kez reel faizler büyük artış gösterdi, bu da borç stokunun yanısıra faiz ödemelerinin de artmasına neden oldu. Buna ek olarak, ekonomi Asya (1997) ve Rusya (1998) krizlerinden de olumsuz etkilen¬di. 1999’a gelindiğinde borç miktarı bir hayli artmış, aralık ayında yeni bir istikrar programına daha imza atılmıştı.
Programa uyulmasına rağmen 2001’de yeni bir kriz yaşandı. Bu tarihe kadar, krizler istikrar programlarından uzaklaşıldığı, popülist politikalara dönüldüğü dönemlerde yaşandığı halde, 2001 krizinin bir istikrar programı yürütülürken gerçekleşmiş olma¬sı, Türkiye’nin ekonomik düzenine karşı büyük bir güvensizliğin bulunması, banka sisteminin zayıflığının dikkate alınmaması ve sermaye hareketlerinin çok kısa vade¬li olmasıyla açıklandı.
E. Ekonominin düzenlenmesi
1980 sonrası Türkiye ekonomisinin temel iç borç sorununun kökeninde de, popülist politikalara bağlı olarak finans ve banka sisteminin zayıf düşmesi, dolayısyıla ekonomi¬ye duyulan güvensizlik ve sermaye hareketlerinin kısa vadeli olması yatıyordu.
1980’lerde ithal ikameci, görece korumacı bir büyüme rejiminden dışa açık büyüme rejimine geçen birçok ülkede de Türkiye’de olduğu gibi, ekonomik istikrarsızlık ve kriz¬ler yaşanmıştı. Buna karşılık, borç veren uluslararası kurumlar, bu sıkıntıların nedenini piyasa ekonomisine geçişte yaşanan zorluklar olarak yorumlamış, bunların başında ise popülizmi ve iç borçları tespit etmişti. Piyasa ekonomisi kendi halinde etkin işlemediği, devlet müdahalesinin ise bu durumu düzeltmediği saptaması üzerine, ekonominin ge¬nel anlamda etkinleşmesinde piyasa ve devlet dışı kurumların önemi üzerinde du¬ruldu. Bu bağlamda ekonominin "düzenlenmesi" ya da "regülasyonu" çerçevesinde, Özelleştirme Yüksek Kurulu (devletin üretimdeki rolünün azaltılması), Bankacılık Dü¬zenleme ve Denetleme Kurumu (bankacılık sisteminin denetlenmesi), Sermaye Piya¬sas› Kurulu (sermaye piyasalarının denetlenmesi), Rekabet Kurumu (rekabet kuralla¬rının uygulatılması) gibi kurumların gerekliliği gündeme geldi.

Kentli toplumuna geçiş
Artan nüfus ve h›zlanan kentleşme
1940’ların sonunda 20 milyonu geçen Türkiye nüfusu, 1980’de 44 milyona, 21. yüzyıl başlarında da 65 milyona ulaştı. Yüksek nüfus artış hızı yanında, tarımda makinleşmeyle ortaya çıkan işgücü fazlasının kentlere göçü, Türkiye toplumunun demogra¬fik dengelerinin değişimini hızlandırdı. 1950’de toplam nüfusun % 25’i 10.000’den bü¬yük nüfuslu yerleşim yerlerinde otururken, bu oran 1990’da % 59’a ulaştı.
1950’de toplam işgücünün % 85’i tarımda çalışıyordu. 20. yüzyıl sonuna gelindiğin¬de ise tarım, toplam işgücünün % 40’ını istihdam ediyordu. Sanayileşme ve kentlerde yoğunlaşan yeni hizmet faaliyetleri, güçlü bir iş bulma umudu uyandırıyordu. Bunun yanında kent yaşamı da yeni kuşaklara çekici geliyordu. Kentler güçlü birer çekim merkezi oldular. Kırsal bölgelerde yaşayanların sayısı mutlak olarak azalmadı, ama ar¬tan nüfus içindeki payı düştü.
Kentleşme, 1980’lerin başına kadar sanayi veya hizmet sektörünün yoğunlaştığı, İs¬tanbul, Ankara, İzmit, İzmir, Bursa, Adana gibi birkaç kent çevresinde gerçekleşti. Da¬ha sonraki dönemin iktisadi dinamikleri ise, Gaziantep, Denizli gibi orta boyda kentle¬rin gelişmesine katkıda bulundu. Ancak, sosyal konut programlarının eksikliği, kentleşmeyi yönlendirecek master planlarının sürekli değiştirilmesi, kamu arazilerinde mülki¬yet haklarının esnek değerlendirilmesi gibi nedenlerle, iç göçün taşıdığı nüfus, büyük kentlerin etrafında oluşan "gecekondu" çemberlerine yerleşti ve bunları genişletti. İlk kez Ankara’da 1950’lerde başlayan gecekondulaşma olgusu, 1960’lardan sonra bütün büyük kentlerin "kenar mahallelerini" kapsar hale geldi. Kentlileşme-gecekondulaşma, 1980’ler ve 1990’larIn siyasal ve toplumsal gelişmelerine damgasını vuracak boyutta ve kalıcı bir toplumsal olgunun habercisi oldu.


Yeni tüketim kalıplarının gelişmesi
Kapalı bir toplum yapısından, dşa açılan ve dünyadaki gelişmelerden etkilenen bir toplum yapısına geçişte 1945-1946 yılları önemli bir dönüm noktası oldu. Örneğin, İngiltere-Türkiye uçak seferleri başladı; bir yıl sonra da New York-Londra-Ankara seferleri başladı. 1946’da özel otomobil ithaline izin verildi. Geniş kitlelere yayılması uzun süre alsa da, otomobil hem bir statü sembolü hem de hareketliliğin, yükselme arzularının sembolü haline geldi. 1960’da yüz binden biraz fazla olan karayolu motorlu taşıt sayısı, 1980’de bir milyona ulaştı.
II. Dünya Savaşı sonrasında gelişmiş ülkelerde yaygınlaşan dayanıklı tüketim malla¬rı ağırlıklı büyüme, Türkiye’ye 1960’larda kısmen ithal ikamesi politikasıyla kısmen de doğrudan ithalat yoluyla girdi. Önce kentlerde ve pahalı olduğu için, zengin ailelerde kullanılan buzdolabı, çamaşır makinesi ve radyo, elektrik dağıtımının Anadolu’da yayıl¬masıyla beraber yaygınlaşmaya başladı.
Televizyonun günlük yaşama girmesi 1970’lerde gerçekleşti. Türkiye’de ilk televiz¬yon yayını İstanbul’da İTÜ’de, ardından 31 Ocak 1968’den itibaren Ankara’da, haftada üç gün deneme yayını olarak başladı. TRT bünyesinde televizyon yayını, tek kanallı ve siyah-beyaz olarak 1970’lerde yayın faaliyetini genişletti ve Türkiye’nin birçok bölgesi¬ni kaplar duruma geldi. Televizyonun yaygınlaşması, o güne kadar en yaygın haber alma aracı olan radyoyu ikinci plana itti. 1982’de ilk renkli yayınını yapan TRT, 1984’te tümüyle renkli yayına geçti. Özel radyolar ve televizyonlar Cumhurbaşkanı Turgut Özal döneminin belki de en önemli reformlarından biri oldu.
Cevapla
  • Bilgi
  • Kimler çevrimiçi

    Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 6 misafir