Devletin tanımı ve unsurları ders notu



 DEVLET
1. Devletin Tanımı
Kökeni Arapça olan devlet ya da diğer kullanımıyla dûlet kelimesi sözlükte değişmek, bir halden başka bir hale dönüşmek, dolaşmak, üstün gelmek, zafer kazanmak gibi anlamlara gelir. devlet kavramı hakkında da pek çok ve çeşitli tanımlar mevcuttur

– Devlet, bir siyasi otoritenin bulunduğu farklılaşmış bir insan topluluğudur.

– Devlet, bir milletin hukuki şahsiyet halinde görünüşüdür.

– Devlet, muayyen bir ülkeye yerleşmiş olan muayyen bir insan topluluğunun, müşterek hukuki ve siyasi nizamını bir merkezde toplayan ve temsil eden şahsiyete ve hakimiyete malik bir teşkilat halinde görünüşüdür

– Devlet, muayyen bir ülke üzerinde ve hükümetle temsil olunan, üstün ve merkezi bir otoritenin hükmü ve gözcülüğü altında, muayyen hukuki ve totonom bir nizama bağlı olarak yaşayan insanlardan mürekkep siyasi ve en geniş birliktir.

– Kant’a göre Devlet: “Hukuki kaidelere tâbi olarak yaşayan bir insan çokluğunun birleşmesidir”.

– Duguit’e göre devlet: “Daha kuvvetlilerin iradelerini daha zayıflara kabul ettirdikleri muayyen bir ülkede sabit bir insan topluluğu”,

– Del Vecchio’ya göre devlet: “Hukuki bir nizam vaz eden iradenin sahibidir yahut Devlet bir halkın hayat müşareketini gerçekleştiren hukuki nizamın süjesidir”.

– “Kanunsuz ve adaletten beri fakat müstekar bir devletten bahsedilemez. Devlet nizamın cemiyete tatbikidir”

Esat Çam devlet için şöyle bir tarif denemesinde bulunur

– Devlet bir siyasal iktidar biçimidir,

– Devlet kurumsallaşmış bir iktidardır,

– Devlet etkin bir iktidardır,

– Devlet meşru bir iktidardır, hukuk iktidarıdır,

– Devlet aynı zamanda tüzel bir kişidir,

– Nihayet devlet belli bir toprakla sınırlı bir örgüttür.

Devletin ne olduğuna sorusuna Zabunoğlu şöyle yanıt vermektedir:

Devlet ne sadece hukukî, ne sadece politik, ekonomik ve ilh., bir olgudur; Devlet, en kısa şekli ile, karmaşık, çok yanlı ve yönlü bir sosyal olgudur.

siyasal iktidara itaatla yükümlü bulunan bireylerin tamamına ise «h a l k» denilir.

Nihayet, bu üstün siyasal kudretin veya Devlet kudretinin yöneleceği genel amacı, bunu gerçekleştirmek için yerine getireceği görevleri ve kudretin nasıl kullanılacağını ve onun sınırlarını ve bütün bunlarla ilgili diğer ana konuları kurallara bağlayan metne (y az ı l ı i s e t a b i i ) anayasa adı verilir.

Devlet genel olarak “belli bir coğrafî alanda (ülke) yaşayan insanları (halk), toplumun düzeninin sağlanması ve hukukun uygulanması için üstün iktidarıyla (otorite, hakimiyet) yöneten hukukî ve siyasi bir kuruluştur” (Ali Duman, İslam Hukukuna Göre Siyasi Fikir Hürriyeti, 136) şeklinde tanımlanabilir.

2. Unsurları
devletin üç temel unsuru vardır:

Coğrafya (ülke)

İnsan (halk)

Hukuk (otorite, iktidar)

Bunlara dördüncü olarak da ayırım yapmadan herkese uygulanabilecek kanunlar eklenebilir.

a. Ülke Unsuru
Bir devletin ülke unsuru demek, o devletin doğal ve hukuki unsuru demektir. Devletin egemenliğinin geçerli olduğu sınırların toplamıdır. Devlet hakimiyetinin fiili olarak etkin olduğu bu alan sadece belirli bir kara parçasının yüzeyi ya da altı değil, atmosfer tabakası ile o kara parçasını çevreleyen denizin “kara suları” denilen kısmını da içeririr

Ali Fuad Başgil şu tespitlerde bulunmaktadır:

“Devlet birliğini vücuda getiren elemanlar arasında ülkenin hususi bir ehemmiyeti vardır. Bir kere, tarih yönünden, Devlet hayatı ülke ile başlamış; Devlet fikri insanlarda aynı bir merkeze bağlanmak suretiyle birleşen yer çevrelerini birlikte ve omuz omuza müdafaa etmek ihtiyaç ve arzusundan doğmuştur. En eski çağlarda yiyecek ve sığınacak arkasında dolaşan gezgin insan kümeleri, yeryüzünün bazı çevrelerine yerleşerek çiftçiliğe ve sabit bir hayat yaşamaya bşaladıktan sonradır ki, Devlet diyebileceğimiz ilke ve basit bir nizam ve teşkilat kurabilmiştir. Ve tarih boyunca ilerleyen ve gelişen medeniyetle beraber ülkeler de daima artan bir ehemmiyet kazanmış ve Devletler ülkelerin adlarıyla anılır olmuştur.

Saniyen (ikinci olarak) ülke, Devlet birliğinin en ayırıcı hususiyetlerinden birini teşkil etmekte ve bu camiayı herhangi bir cemiyetten ayıran maddi ve en sabit bir unsur rolü oynamaktadır. O suretle ki, ülkesiz bir cemiyet kolayca düşünülebilir, fakat böyle bir Devlet tasavvur bile olunamaz. Zira Devlet, sınırları belli bir ülke üstünde oturan ve memleketi olan siyasi birliktir ve ülke Devlet fikrinin cismi ve kalıbıdır” Ülke, devletin egemenliğini yürüttüğü mekan olmak bakımından devlet ile ikili bir ilişkiye sahiptir bu ilişkinin birincisi anayasada “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” şeklinde ifadesini bulur İkinci ilişki de Devlet egemenlik alanındaki tüm toprak parçası üzerinde tam bir hükümranlığa maliktir, bu toprak parçası üzerinde her türlü yetkiyi elinde bulundurur.

b. İnsan (Vatandaş) Unsuru
devletin zorunlu olan doğal unsurlarındandır. devlet her şeyden önce beşeri bir kurumdur. nüfus yani halk olmadan da devlet düşünülemez Devletin halk unsurunu “maddi ve manevi olarak bütünleşmiş bir insan topluluğu” şeklinde tanımlamak mümkündür

Devletin insan unsuru hakkında söylenebileceklerden en önde geleni manevî unsur olarak kabul edilmesi mümkün olan, millî şuuru meydana getiren, milletin tarihsel geçmişindeki başarılarını, milletin başına gelen olumlu olumsuz hadiselerden arta kalan hatıralarını birleştirerek ortak bir kadere karşı inancı içeren fikir ve his birliğidir. Buna ek olarak kültürün temel öğesi olan dil de, bir devletin doğal unsuru olan halkın, millet olarak ifadelendirilmesinde etkisi olan en önemli öğelerdendir. Aristo yurttaşlık hakkında “Tüm insanlar arasında onları bu ortaklığa sürükleyen doğal bir içgüdü vardır” (dedikten sonra Yurttaşlık ve devlet arasındaki ilişkiyi: “İnsanların birbirlerinin yardımını aramaya gerek duymadıkları zaman bile, toplumda yaşamak için doğal bir istekleri vardır. Yine de, ortak yarar onları bir araya getiren bir etkendir, çünkü hepsinin yararı her birinin iyi yaşamına katkıda bulunur. İyi yaşama ise, gerçekten devletin gerek topluca gerekse bireysel olarak baş amacıdır şeklindeki yorumuyla, insanların bir arada yaşamalarının ve bir devlet idaresi altında yurttaşlık bilincinde olmaların önemine işaret etmiştir. Ancak Eski Yunan’da yurttaşlığın sadece hürleri ifade ettiği burada hatırlanmalıdır.

Yurttaşlık kavramının gleişimiyle ilgili Füsun Üstel’in şu tespitleri yerinde gözükmektedir:

“… ister sınıf dayanışması, isterse etnik köken ya da paylaşılan yurttaşlık gibi çok farklı biçimler altında ortaya çıksın sosyalizm, muhafazakarlık, liberalizm, milliyetçilik ve cumhuriyetçilik gibi 18. ve 19. Yüzyılların “büyük” ideolojileri açıısndan tartışılmaz önemi olan ve II. Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde büyük ölçüde gözden düştükten sonra, 1980’lerle birlikte itibarı yeniden iade edilen “Topluluk”, günümüzde siyaset felsefesinin belki de en önemli tartışma eksenlerinden biri haline geldi

c. İktidar (Egemenlik) Unsuru
Deletin tamamen hukukî olan unsuru iktidardır. Diğer iki unsur olan ülke ve insan unsurları doğal unsurlar oldukları gibi, aynı zamanda maddi unsurlardır, iktidar ise manevi unsurdur.

devletin iktidarı, üstün ve merkezi bir otoritedir ve bir ülkedeki çeşitli toplulukların iktidarlarının üstünde yer alır.

Temel özelliklerini sırlayacak olursak: 1) sivildir, 2) dünyevidir, 3) siyasaldır, 4) cebir kuvvetini elinde tutar, 5) bağımsızdır, 6) başkasına devredilemez, 7) emredicidir.

iktidar, devletin meşruluğunu açıklayan temel hukuksal ilkedir. İktidar dış ve iç olmak üzere ikiye ayrılır. Dış iktidar, aynı zamanda bağımsızlık / istiklal olarak da değerlendirilir.

Bağımsızlık, bir devletin dış ilişkilerinde diğer devletlerle denk olması, onlara bağlı olmaması demektir. Bu bakımdan dış-hakimiyet bulunmadığı taktirde, bir devletten söz edilemez.

İç iktidar ise devletin hem ülkesinde hem de o ülkede yaşayan nüfus üzerinde sahip olduğu üstün otorite ve yetkiyi ifade eder

3. Amacı ve Görevleri
Amacı, yönetimi altındaki insanların iyiliğini ve toplumun ortak menfaatini sağlamak; görevleri ise iç ve dış güvenliği, toplumun rahat, huzur ve mutluluğunu gerçekleştirmek, fertlerin can, mal, ırz, namus güvenliğini temin etmek, adaleti, sosyal eşitliği, fırsat eşitliğini ve hürriyeti gerçekleştirerek hukuku topluma hakim kılmak şeklinde belirlenebilecek olan devletin işlevini kısaca toplumu yönetmek, fertlerin temel hak ve hürriyetlerini gerçekleştirmek ve korumak olarak belirleyebiliriz.

Devletin temelde ekonomik, sosyal ve hukukî görevleri olduğunu söyleyen Leon Duguit, devletin ekonomik ve sosyal görevlerinin, devletin ne yapması, faaliyetlerinin ne olması gerektiği, teşkilatlanması, gerçekleştirmesi ve denetlemesi gereken kamu hizmetlerinin neler olduğunun araştırılmasıyla ilgili olduğunu belirtmektedir.

Duguit’ya göre devletin temel görev alanı hukuki görevlerinden

oluşmaktadır. Özyönrük devletin hukuki fonksiyonlarının; 1) Hukuk Kaideleri koymak, 2) Hukuk Kaidelerinin bahşettiği salâhiyet ve diğer imkânlarla âmme hikmetlerini görmek, 3)-Hukuk Kaidelerini tatbikle anlaşmazlıkları çözmek, yâni adalet dağıtmak olduğunu belirtir (Özyörük, 86). Bu, devletin maddî bakımdan görevleri: yani teşriî (yasama), idari (yürütme) ve kazaî (yargı) görevlerini deyimlemektedir. Duguit’ya göre devletin maddî bakımdan başka görevi bulunmamaktadır

Duguit’nin de temas ettiği gibi devletin görevleri, İngiliz Liberalist John Locke (1632-1704) ve Fransız Montesquieu (1689-1755)’dan bu yana kuvvetler ayrılığı ilkesi şeklinde yasama, yürütme ve yargı olarak sınıflandırılmaktadır. Devletin kendine ait egemenlik hakkının mutlak olduğu kabul edilen anlayışa göre bu egemen kudretin üç temel niteliği vardır: 1. Yasama kuvveti, yani genel hükümler yayınlama yetkisi vardır ki yasama yetkisi adı verilmektedir. 2. Yürütme kudreti, yani kanun şeklinde ortaya konulan genel hükümlerin uygulanmasını ve gerçekleşmesini sağlamak kuvveti ki yürütme kuvveti adını almaktadır. 3. Nihayet yargı kuvveti, yani ihlâl veya inkâr edildiği takdirde hakkı belirtmek yetkisi ki buna yargı yetkisi denilmektedir. Kuvvetler ayrılığı tezi egemen devlet kudretinin bu üç temel fonksiyonunu esas almaktadır.

Kuvvetler ayrılığı teorisi: Georges Vedel bu teorinin, başlangıçta krala (monark) karşı geliştirildiğini ve onun yetki ve iktidar bakımından kudretinin sınırsız olmadığını göstermek üzere vaz edildiğini bildirmektedir

Ünlü Fransız düşünürü Montesquieu’nun Kanunların Ruhu adlı eserinde geliştiridiği teoriye göre, insan içinde yaşadığı doğal ve sosyal ortamdan etkilenen bir varlıktır

O bu kanunları: doğal kanunlar, din kuralları, ahlâk kuralları, hakkaniyet kuralları ve son olarak kanun koyucu tarafından konulmuş olan kanunlar şeklinde sınıflandırır. Montesquieu’nun doğal kanun diye nitelendirdiği şeyler “En geniş anlamda kanun” dediği doğa kanunlarını ifade etmez. Bunlar insanın biyolojik ve toplumsal yapısına yani içgüdüsel ve duygusal yaşamına ilişkindir ve dört tanedir: 1) insanın korkak bir yaratık olması nedeniyle hemcinsleri ile barış içinde yaşama arzusunda olması, 2) insanın beslenme için çaba göstermesi, 3) insanların hayvansal bir içgüdü ile hemcinsini araması ve karşı cinse ilgi duyması, 4) insanın hayvanlardan farklı olarak bilinçli bir biçimde hemcinsleri ile bir toplum içinde yaşamak istemesi.

Montesquieu kanunların bir kısmının insanların yöneticilerle ilişkilerini düzenleyen siyasî kanunlar, bir kısmının insanların birbirleriyle ilişkilerini düzenliyen medenî kanunlar olduğunu belirtir.

kuvvetler ayrılığı ilkesine göre bir ülkede hürriyetin sağlanabilmesi için devletin  yasama (kanunlaştırma), yürütme (kanunları uygulama) ve yargı (adaletin sağlanması) fonksiyonu, ayrı ayrı kuvvetlerin elinde bulunmalı, bu organlar birbirleri üzerinde tahakküm edemedikleri gibi, birbirlerinin fonksiyonlarına da karışmamalıdırlar.

Montesquieu istibdata engel olunaiblmesi için her şeyden önce hukuk kurallarını koyma işinin, yani teşri yetkisinin bir parlâmentoya ait olması gerektiğini söyler

Duguit, egemen devletin üç temel fonksiyonu (yasama-yürütme-yargı) ile Hıristiyanlığın Teslis inancının benzerliğine dikkat çekerek: “Oğul Tanrı nasıl baba Tanrı’dan doğmuş ise yürütme kuvvetinin de yasama kuvvetinden doğmuş olduğu ve kutsal – Ruh nasıl baba Tann ile oğul Tanrı’dan ileri gelmiş ise yargı kuvvetinin de yasama kuvveti ile yürütme kuvvetinden ileri gelmiş olduğu ileri sürülebilir” (Duguit, 101) diyerek, devletin bu üç fonksiyonu ile Hıristiyanlık inançlarının irtibatlandırılabileceğini söylemekte, ancak böyle bir şeyin spekülatif yaklaşımlardan öte gitmeyen şeyler olduğunu beyan etmektedir.

a. Yasama (Teşri)
yasama fonksiyonu, devletin, hukukun oluşumun ve özellikle de genel mahiyetteki hukuk kurallarının oluşumun sağlayan işlevidir. Yani kanunlaştırmayı devletin bu fonksiyonu gerçekleştirir.

Duguit devletin yasama fonksiyonuyla ilgili şunları söyler: “Devletten sudur eden ve bir kural ihtiva eden her tasarruf, maddi bakımdan, yasama karakterini taşır. Maddî bakımdan yasama tasarrufları: kamusal otorite tarafından isdar edilen ve bir davranış kuralı ihtiva eden hükümler diye tarif edilebilir. Yasama görevi, harekete geçen organ ne olursa olsun, genel mahiyette hükümler isdar etmek görevidir”

b. Yürütme (icra)
Devletin icra, yani yürütme fonksiyonu, esasen yasama fonksiyonu ile vaz edilen hukukun uygulanmasıyla ilgili işlevidir. Devlet bu fonksiyonuyla, yasamadan kaynaklanan hkuki düzenlemeler çerçevesinde icrayı hükümet eder, yani toplumun maslahatlarını gerçekleştirmeye çalışır.

    Duguit, bunu şöyle örneklendirir: “Meselâ, kanunların uygulanmasını sağlamak için, hükümet bütünleyici tüzükler yapar. Tüzükler, maddî bakamdan, teşriî tasarruflardandır. Hükümet memurlar tayin eder veya başka ferdî kararlara alır. Bu takdirde şart – tasarruflarda veya sübjektif tasarruflarda bulunmuş ve idarî görevini yapmış olur. Nihayet eğer, kanunların uygulanmasını sağlamak için, hükümet bir takım kimseler veya mallar üzerinde polis tedbirletri alırsa, hiç bir hukukî karakteri olmıyan maddî işlemler yapmış olur ki bunlar da, kelimenin genel anlamında idarî görevler arasına girer”

          Kubalı şunları tespit etmektedir: “İcra ve idare fonksiyonu içinde harp ilanı, vatandaşlara ve ecnebilere karşı fevkalade tedbirlerin alınması, diplomatik münasebetlerin tanzimi, hükümetin teşri kuvvetle münasebeti gibi milli birliği, yüksek milli menfaatleri alakalandıran ve bilhassa Devlet Anahukuku çevreisne giren, bazı fonksiyonlar vardır ki bunlar “hükümet tasarrufu” denilen ve devletin diğer icraî ve idarî muameleleri gibi kazaî murakabeye tabi tutulmayan bazı hukuki muameleler vasıtasıyla ifa olunurlar”

c. Yargı (Kaza)
yargı fonksiyonu, teşri fonksiyonuyla vaz edilen hukuk kaidelerinin fert, toplum ya da devlete ait birimlerce ihlali halinde, ortaya çıkabilecek olan hak kayıplarını telafi etmeye ve fertlerin ihtilaflı hallerini halletmeye yönelik işlevidir

Yargının temel görevi, hukuki ihtilafları halletmek ve bozulan hukuki nizamı olması gereken şekliyle yeniden inşa etmektir.

Duguit kaza fonksiyonuyla ilgili olarak şu tespitlerde bulunur: “Bir tasarrufun kazaî karakterini üç unsur teşkil eder: 1) kamusal otoriteye sunulan bir hukuk meselesi; 2) Bu hukuk meselesine verilen hal çaresi; 3) Hukuk meselesine verilen cevabın mantık bakımından zarurî neticesi olan karar. Veya kısaca: 1) İddia; 2) Cevap; 3) Karar.

Bir yargıç önüne gelen hukuk davasını halletmekten kaçındığı zaman, hakkı ihkaktan imtina denilen suçu işlemiş olur.

      Duguit’in yargı konusuyla ilgili tespitlerinden bazıları şöyledir: “Unutmamalıyız ki dâvayı davacı bir takım kanunî menfaatlerini sağlamak için açmıştır. Bir hukuk meselesinin sadece halli bu neticeye hiçte ulaştırmaz. Yargıcın rolü önüne getirilen hukuk meselesini halletmekten ibarettir demek, sadece kazaî tasarrufu inkâr etmek demektir, çünkü kazaî tasarrufun konusu kanunî menfaatlerin korunmasıdır. Kazaî görevin gerçekten mevcut olması için yargıcın bir karar vermesi, bu kararla dâvanın dayanağı olan kanunî menfaati temin ermesi, dâvanın maksadına tekabül eden bir kararla kanuni menfaatin gerçekleşmesini sağlaması lâzımdır. Ancak, kazaî tasarrufun özelliği şudur ki yargıç şu veya bu karan vermekte serbest değildir. Yargıç mantıkla bağlıdır. Aldığı karar, hukuk meselesi için bulduğu hal çaresinin mantık bakımından zarurî neticesi olmalıdır”.

4. Devletin Kökeniyle İlgili Teoriler
Devlet müessesesinin ilk olarak ne zaman nasıl ortaya çıktığı konusunda kesin ve tartışılmaz bilgiler mevcut değildir. Bu sebeple genel olarak devletin ne zaman ortaya çıktığından daha fazla, devletin nasıl ortaya çıktığı araştırma konusu olmuştur. Bu konudaki bilgilerin yetersizliği de devletin menşeinin açıklanmasında bir takım faraziye ve teorilerin ileri sürülmesine yol açmıştır. Her ne kadar Charles Crozat devletin menşei ile ilgili üç teoriden söz ediyorsa da pek çok düşünür devletin kökeniyle ilgili çok çeşitli teoriler geliştirmişlerdir.

Devletin menşei bakımından üç kanaat mevcuttur.

1) Devletin menşeini günahtan alması fikri: Başlangıçta mutlu olan insan günah işlemiştir. Ferdi durumu ile cemiyetin şartları kötüleşmekle beraber Tanrı ona ileride daha iyi hareket imkanlarını bahşetmiştir. Bu suretle devlet bir kemal vasıtası, günaha bir devadır.

2) Siyasi müesseseler, bu arada Devlet, insanlar arasında yahut da bir kralla halkı arasındaki anlaşmanın mahsulleridir. Bu fikir Yehova ile kavmi arasındaki münasebetlerden bahsdeden Tevrat’tan alınmıştır.

3) Devlet insanın tab’ından doğmuştur. Bu en geniş kabul gören Aristocu telakkidir. İnsan fıtraten ictimai hayata yönelen cemiyetçi ve siyasi bir mahluktur… Topluluk veya devlet nev’i beşerin temelli bir zaruretidir. Günah ve mukaveleden değil fakat insanın ahlaki ihtiyacından doğan siyasi cemiyetin hareket noktasını insanın aklî ve ahlakî menşeinde bulmak gerekir. Akıl kanunları huzur ve nizamı sağlayan bir devletin menşei ile ilgili olarak ileri sürülen teorilerin en önemlileri: Aile genişlemesi teorisi, ilahi köken teorisi, kuvvet teorisi ve toplum sözleşmesi teorisi ve organizma teorisidir.

a.   Aile Genişlemesi Teorisi

Aile tevsii (genişlemesi) teorisine göre karı-kocadan meydana gelen aile ve onun gelişip, genişlemesi devleti meydana getirmiştir. Bu teorinin temeli, devlette görülen siyasal iktidarın kaynağının ataerkil (babaya dayalı) ailedeki baba otoritesi ile izah edilmesi anlayışıdır. Devletin kökeninin ailenin genişlemesiyle izah edilebileceği teorisinin en önde gelen temsilcisi filozof Robert Filmer (1610-1674) dir. Filmer’e göre, ilk kral ilk insan, yani Hz. Adem’dir. Bu teoriye göre devlet aile ve akrabalık bağlarına dayanmaktadır.

     baba otoritesi öne çıkmıştır.

   zamanla ailenin genişlemesi onu sülaleye, kabileye, klana ve millete şeklinde bir gelişim ortaya koymasına sebep olmuştur

Klanın bir diğer önemli özelliği de, toplumu oluşturan üyelerin dış tehditler karşısında top yekün hareket etmelerini sağlamasıdır. Fakat toplum içinden, genel ilkelere aykırı hareketler zuhur ettiğinde ise cezalandırma genel olarak, tecavüzde bulunan, hakları ve kuralları ihlal eden kimsenin toplumdan dışlanması şeklinde gerçekleşmektedir. Bu süreçteki bir başka özellik, şahsi öç alma sisteminin de bulunmasıdır.

  Zamanla şahsi öç alma sisteminin, toplumsal mahzurları kabile ve klanların kabileler üstü bir sisteme yani gerek dış tehditler karşısında askeri otoriteyle kurumlaşmaya, gerek iç tehditler ve hak ihlallerinde toplum adına idareyi gerçekleştiren şefin cezalandırmasına dönüşmüştür. İşte bu süreç devletleşmenin çekirdeğini teşkil etmektedir.

Zabunoğlu bu teorinin kabul edilemez olduğunu söylerken, devlet gibi teşkilatlı bir yapının, aile gibi basit bir sistemden meydana gelmesini imkansız olarak görmektedir.

b. İlahi Köken Teorisi

İlahi köken teorisi, Devlet’in kaynağını açıklamak için ileri sürülmüş olan görüşlerin belki de en eskidir   bu teoriye göre Devlet, ilahi kaynaklıdır.

Tanrı iradesinin ürünüdür, Tanrı tarafından yaratılmıştır. Hakimiyeti elinde bulunduranlar da Tanrı’nın vekili sıfatıyla iktidarı ellerinde bulundurmaktadırlar. Bu sebeple devletin iktidarının elinde bulunduranlara itaatsizlik, Tanrı’ya itaatsizlik anlamına gelmektedir

Saint Paul’un “her iktidar Tanrı’dan gelir” görüşü ve Saint Augistinus’un “Tanrı Devleti” kitabında ileri sürdüğü tezler, siyasal iktidarın dini temellerini ortaya koyan görüşlerdir. Onlar bu görüşlerini İncil ile temellendirmeye çalışmışlardır.

Zabunoğlu: “İlahî kaynaklı Devlet görüşlerinin ortaya çıkardığı en önemli sonuç şu olmaktadır: Devlet, Tanrı iradesinin bir eseri, Sultan veya Kral da yine aynı iradenin emri ile yönetici durumunda bulunduğuna göre, Sultan, Kral veya Padişaha karşı gelinemez; çünkü bunlara karşı işlenen itaatsizlik suçları aynı zamanda, Tanrı’ya da karşı gelmek anlamındadır ve günah sayılır. İlahî kökenli Devlet anlayışına bağlanıldığında bireylerin, bu kuramın yandaşı sayılan yazarların ancak bir kısmında görülen çok müphem ve ağır koşullu ihtimallerin dışında, yöneticiye karşı direnme olanaklarından bahsedilemez. Bu kurama göre, bireylere düşen, sadece kesin bir itaattir”

4. Devletin Kökeniyle İlgili Teoriler
c. Organizma Teorisi

Uzviyetçi teori olarak da bilinen ve Devleti biyolojik bir olgu olarak değerlendiren bu teoride, devlet ile canlılar arasında benzerlik ilişkileri kurulmaktadır. devlet diğer canlılar gibi doğar, büyük ve ölür. Aristoteles “devletin doğada varolan şeyler sınıfına girdiği”ni iddia ederken, devleti insana benzeten ilk filozof olarak değerlendirilebilir. Farabî de insanların bir takım mecburiyetler karşısında meydana getirdikleri toplumu ve bu toplumun yapılanmasını insan vücuduna benzetmekte, kalbin insan vücudunun hakimi ve vücudun sağlıklı bir şekilde hayatını devam ettirebilmesi için diğer bir takım organların onun yardımcısı olduğunu, toplumun da sağlıklı bir şekilde sürebilmesi için bazı insanların yönetici, bazılarının da ona yardım edenler olması gerektiğini söylemektedir. Fârâbî, Aristoteles’in aksine devleti, münhasıran tabiî bir kurum olarak değil, irade mahsulü siyasi ve içtimai bir kurum olarak değerlendirmektedir

   Organizma teorisi 19. Yüzyılda Herbert Spencer taraıfndan yenden ele laınmış ve bireysel organizam ile sosyal organizma arasındaki benzerlikten hareketle, insan topluluklarının yapay olmadığını, bu toplulukların kendiliğinden ve doğal bir oluşuma sahip bulunduklarını ileri sürmüş, insan topluluklarının meydana gelmesinden sonra bunların belirli bir aşamaya vardıklarında devletin vücut bulmaya başladığına tanık olunduğunu iddia etmiştir

Zabunoğlu bu teoriyi şöyle eleştirmiştir: sosyal organzmalarla ve nihayet onun bir çieşiti olan devletin sosyal yapısı ile, salt uzviyet veya organizma arasında kesin bir ayrılık olduğundan bahisle, canlı organizmalar için geçerli muayyeniyetleri sosyal organizma ve devlet yapısına da aktarıp bunlara da uygulamaya kalkışmak, doğru ve tutarlı bir davranış sayılamaz

d. Kuvvet Teorisi

Bu teori de devletin, kuvvetlilerin zayıfları yönetme, onlara hükmetme ve tahakküm etme ihtiraslarının sonucu olarak doğmuş olduğunu ileri sürülür. Değişik bir anlatımla devlet, kuvvetlilerin zayıflara üstünlüğünü kabul ettirmesinin sonucunda doğmuştur. Devletin menşeinin kuvvet olduğu teorisinin, çağdaş görünümleinden birinin Sosyal Darvinizm olduğunu söyleyen Zabunoğlu bu görüşünü şöyle izah etmektedir.

“Bilindiği gibi Darvin, insan ırklarının ve hayvan türlerinin daimi ve tabii bir ayıklanmaya (doğal seleksiyon) uğradıklarını ve sadece en kuvvetli ve dayanıklı olanların yaşayabildiklerini ileri sürmüştür. Darvin’e göre, sadece en kuvvetli olanlar hata hakkınja sahiptir. Zayıflar, tabey’at koşullarına uymazlarsa, tabey’at onları ayıklamaktadır. B teori sosyal ve siyasal hayata taşırılmış, toplumlar ve devletler arasında da ancak en güçlü olanların yaşama hakkına sahip bulunacakları, diğerlerinin ise doğal bir ayıklanmaya uğrayacakları ileri sürülmüştür” (Zabunoğlu, 58-59).

Bu teoriyi savunanların, delillerinden en güçlüsü, devletlerin tarihinin bir tür savaşlar tarihi olmasıdır. Gerçekten de tarih ilmi açısından bakıldığında, tarihçilerin genellikle devletlerin birbirleriyle yapmış oldukları savaşları, bu savaşlardaki galibiyetlerini vs. aktardıklarını görmekteyiz.

4. Devletin Kökeniyle İlgili Teoriler
e. Toplum Sözleşmesi Teorisi: bu teoriye göre insanlar toplum halinde yaşayışa geçmeden önce birbirinden bağımsız ve tamamen hür bir şekilde tabey’at halinde yaşıyorlardı. Bunun çeşitli zarar ve sakıncalarını gördüklerinde bir araya gelerek devleti oluşturmaya karar verdiler. Bu şekilde ilk devlet oluşmuş oldu. Toplumsal Sözleşme kuramının ana ilkesi, Devlet’in kaynağının bir sözleşmeye dayandığı ve bu sözleşmeden önce, insanların hayatında, müşterek bir otoriteye bağlı olmadıkları, teşkilâtsız bir devrenin mevcut bulunduğudur. Toplum haline geçiş toplumsal sözleşme ile sağlanmış; bundan sonra insanlar bir başka sözleşme daha yaparak, tabey’at halinde iken sahip oldukları hak ve hürriyetlerin tamamını veya bir kısmını Devlet’e terketmişlerdir. İkinci sözleşmenin adı siyasal sözleşmedir. Toplum sözleşmesi teorisi, doğal hukuk düşüncesine dayanır. Doğal (tabiî) hukuk düşüncesi: insanın, kendi doğası ve başka insanlardan farklı varlığından kaynaklanan, toplum tarafından kabul edilerek korunan, dokunulmaz, vazgeçilmez, devredilmez kutsal haklara sahip olduğu şeklindeki düşünceye verilen isimdir

ideal hukuk olarak da kabul edilir. Yunan sofistlerine kadar götürülmesi mümkün olan doğal hukuk anlayışının sistemli bir biçimde ortaya çıkışı XVIII. yy’a rastlamaktadır. Tabii hukuku bir prensip halinde ilk defa ortaya atan Hugo Grotıus (1583-1645)’dan sonra Hobbes, Locke ve Rousseau tarafından sistematize edilen doğal hukuk anlayışı, tabey’at hali ve toplumsal sözleşme teorileriyle siyasi tarihte oldukça etkili olmuş ve ferdiyetçilik ile liberalizm akımlarının ortaya çıkarak güç kazanmasının da yolunu açmıştır Hobbes’a göre insan insanın kurdurur”. Savaş haline son vermek, barış ve güveni temin etmek için insanlar, tabey’at halinde yaşarken sahip oldukları sınırsız özgürlük ve yetkilerinden vaz geçerek, toplumda huzuru temin etmekle görevli kralı ortaya çıkarmışlar, bu şekilde devleti oluşturmuşlardır.

Toplum sözleşmesi teorisi taraftarlarından biri de İngiliz filozofu John Locke ’tur.

Locke’a göre tabey’at halinde insanlar doğal hukuka uygun olarak, mükemmel bir hürriyet ve eşitlik düzeni içerisinde yaşıyorlardı. Yani ona göre tabey’at hali, insanların akla dayanarak ve bir Devlet otoritesine bağlı olmadan yaşadıkları bir dönemdi. Bu devrede insanlar, hayat, hürriyet ve mülkiyet gibi temel haklara sahiptiler, ancak bu hakların muhafazası için yeterli bir sistem, bir otorite yoktu. Bu sebeple bu haklarını muhafaza edebilmek için bir sosyal sözleşme etrafında biraraya geldiler. Sözleşme, toplum ile yöneticiler arasında akdedildi. Sadece cezalandırma ve bireysel hak arama yetkisi Devlet’e devredilmiş bulunmaktadır.

Toplum sözleşmesi teorisinin belki de en önemli temsilcisi, Fransız filozofu Jean Jacques Rousseau’ (1712-1778)dur. Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi adlı eserinde öne sürdüğü görüşler insanın, diğer hayvanalrdan farklı olmayan vahşet içerisinde bir halde, tabey’at halinde, yaşadığını varsaymaktadır.bu vahşet halinde, temel ihtiyaçlarını göremez durumdadırlar. Bu yüzden İnsanlar bir araya gelerek toplumu ve toplumu yönetecek siyasal iktidarı kullanacak devleti oluşturmak için sözleşmişlerdir. Rousseau’ya göre siyasal iktidar, asıl itibariyle toplumdadır. Egemenliğin sahibi toplumdur. Bu sebeple devlet, genel iradeye göre, toplumun maslahatını gerçekleştirmekle görevli bir aygıttan öte bir şey değildir.

Rousseau ile Locke’un fikirlerinin siyasal hayatı ve o hayatın dönüm noktalarında yer alan önemli metinleri etkilediği bir gerçekliktir. 1776 Amerikan Bağımsızlık Demeci, 1789 Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirgesi başta olmak üzere pek çok beyanname ve anayasal metinde Rousseau ve özellikle Locke’un görüşlerinin derin izlerini bulmak kabildir.

5. Yönetim Biçimleri
a) Düşünürlere Göre Yönetim Şekilleri:  Devletlerin yönetim şekli konusunda, bilinen ilk tasnifi yapan Platon’dur.

i) Platona(eflatun) Göre Yönetim Biçimleri

Platon: “kaç çeşit insan yaratılışı varsa, o kadar da devlet şekli olacak” diyerek aristokrasi, timokrasi, oligarşi, demokrasi ve diktatörlük olmak üzere beş temel devlet şekli olduğunu, diğer bütün şekillerin bunlar altına gireceğini ileri sürmektedir.

Platon’a göre en iyi yönetim şekli, iktidarın filozoflarda olduğu aristokrasidir. İktidarın imtiyazlı ve genellikle soya bağlı bir toplum sınıfının elinde bulunduğu siyasi hükümet şekli ve ekonomik, toplumsal ve siyasi gücün soylular sınıfının elinde bulunduğu yönetim biçimi şeklinde tanımlanan aristokrasi, Platona göre en iyilerin yönetim biçimidir. Platon aristokrasiyi bir seçkinler yönetimi olarak görür, soyluların yönetimi olarak düşünmez. O, bir toplumdaki en iyilerin devleti yönetmesi gerektiği fikrindedir. Ona göre bir toplumdaki en iyiler de filozoflardır.

Aristokrasinin bozulmuş şekli timokrasi olmaktadır. Platon’a göre Timokrasi, toplumun düzeninin sağlanmasında kendilerine yetki verilenlerin arasında ayrılık girmesinden doğan yönetim şeklidir.

Bundan sonra Platon’un: gelir üstünlüğüne dayanan, zenginlerin yürüttüğü, fakirlerin hiç karışmadığı düzen olarak nitelediği oligarşi gelmektedir. Platon: “Bir devlette zenginlik ve zenginler baş tacı olunca, doğruluğun ve doğru insanların şerefi azalır. Böyle yükselmeye, şana, şerefe düşkün yurttaşlar, zamanla para düşkünü, cimri, açgözlü olurlar. Zengini över, beğenir, başa getirirler, fakiriyse hor görürler” şeklindeki kanaatleriyle, aristokrasinin ileri derecede bozuk formu olan oligarşiyi tasvir etmektedir.

Platon’a göre oligarşik yönetimin bozulmasıyla demokrasi ortaya çıkar. Ona göre Demokrasi, oligarşik sistemin savaş yada diğer herhangi bir sebeple oligarşiyi yöneten zenginleri ortadan kaldırmasıyla ortaya çıkan sistemdir.

Platon’a göre görünüşte en güzel yönetim biçimidir demokrasi, fakat demokratik bir devlette düzen yoktur.

Demokrasi bir “düzen panayırıdır” Platon’a göre. Bu ise, bir devlette bulunması gereken ahlaki değerlerin hiçe sayılmasına neden olan bir problemdir.

Platon’a göre bir diğer yönetim biçimi de zorbalık / diktatörlüktür. Demokrasinin topluma sunduğu sınırsız özgürlük ortamı içinde insanlar alabildiğine özgür olabilmek için, diğerlerinin haklarını çiğnemeye ve sadece kendilerine has özgürlük ortamları oluşturmaya çalışırlar.

ii) Aristoteles’e Göre Yönetim Biçimleri

Aristoteles ise, insanın kendisinden hareketle (zihin-beden ilişkisi) yönetimin ve dolayısıyla “devletin doğal bir olgu” olduğunu ileri sürerek, hükümet ve siyasi teşkilat kavramının aynı anlama geldiğini; hükümetin, devlet içinde en yüksek otoriteyi ifade ettiğini ve bu otoritenin çeşitli kimselerin yada toplumda çoğunluğun elinde olduğu söyler. Ona göre hükümet aynı zamanda toplumun işlerini yürüten çeşitli idari makamların düzenlenmesi işini gerçekleştiren müesses nizamdır. Toplum ise zengin, fakir ve orta hallilerden tmüteşekkil bir yapıdır, ayrıca toplumda soylular, servet sahipleri gibi çeşitli sınıflar da vardır. Toplumu oluşturan bu muhtelif sosyal sınıfların, toplum yönetiminde söz sahibi olmalarına göre çeşitli hükümet biçimleri ortaya çıkmaktadır.

5. Yönetim Biçimleri
Aristoteles’e göre bütün bu hükümet şekilleri, siyasal iktidarın tek bir kişide yada çeşitli kişilerde veya çoğunluk elinde olmasına ve siyasl otoritenin kullanımına göre temel olarak iki grupta toplanmaktadır. Birnic grup hükümetler, toplumun ortak menfaatlerini her şeyin üzerinde gören ve hareket noktası olarak toplumsal maslahatı esas alan, sahip olduğu otorite ve yetkileri toplumun menfaatleri doğrultusunda kullanan ve amacı toplumun menfaatlerini, toplumsal fydayı gerçekleştirmek olan hükümet şekilleridir. Aristoteles bunlara sağlam ve iyi hükümet şekilleri der. İkinci grup hükümet şekilleri ise otoritenin tek kişide yada belirli bir zümrede olduğu, siyasal iktidarın bu kişi yada zümrelerin menfaatlerini gerçekleştirmek adına kullanıldığı hükümet şekilleridir ki, Aristoteles bunlara kötü, dejener olmuş hükümet şekilleri adını verir.

Aristoteles, iyi hükümet şekilleri olarak monarşi, aristokrasi ve polisi sitemleri sayar, istibdat, oligarşi ve demokrasi ise kötü hükümet şekilleridir.

Aristoteles’e göre iyi sistemlerden iki monarşidir. Monarşi, tek bir kimse tarafından idare edilen ve amacı toplumun ortak menfaatlerini gerçekleştirmek olan bir hükümet şeklidir. Çeşitli şekilleri olsa da insanlar arası yönetim ilişkilerinde ilk olarak monarşik (tek kişilik) yönetim şekli ortaya çıkmıştır. Bu sistemin temeli, devlete ait bütün yetkilerin tek kişinin elinde toplanmasıdır.

Aristoteles: monarşiyi bir tür köle-efendi ilişkisine benzetmektedir Aristoteles’e göre iyi yönetim biçimlerinden bir diğeri de, aristokrasi yönetimidir

iyi yönetim biçimlerinden biri de polisi dediği cumhuriyet sistemidir. Aristoteles’in kötü hükümet şekilleri dediği istibdat, oligarşi ve demokrasi, iyi hükümet şekillerinin bozulmuş biçimleridir. Bozulmada ana kriter yöneticilerin ahlaki dejenerasyonudur. Bu sebeple moarş bozulduğunda istibdata, aristokrasi bozulduğunda oligarşiye, polisi (cumhuriyet) bozulduğunda demagoji yani demokrasiye dönüşür.

İstibdat, toplumu yönetmek ve ortak faydayı gerçekleştirmek adına siyasal kitidarı ve tüm yetkileri elinde bulunduran monarkın, yetkilerini kendi menfaatleri adına kullanmaya başlamasıyla ortaya çıkan yönetmi biçimidir

Aristokrasinin bozulmuş şekil olan oligarşi ise, halkı bilgece yöntmekte olan kesimin, zamanla zenginleşmenin verdiği rahatlık sebebiyle, rahatlarını daha da artırmak adına yöneldikleri bir sistemdir

Demokrasi ise çoğunluğunu fakirlerin oluşturduğu bir yönetim şeklidir.

iii) Cicero’ya Göre Yönetim Biçimleri

yönetim biçimleri konusunda önemli tasniflerden biri de Marcus Tullius Cicero (m.ö. 106 – m.s. 43)ya aittir

Cicero’ya göre üç yönetim şekli vardır: Eğer topluma ait işlerin idaresi tek bir kişinin elindeyse bu kişiye Kral, yönetmine de Kraliyet denir. Eğer iktidar toplumun önde gelenlerinden bir topluluğun elindeyse, buna da aristokrasi denir. Eğer iktidarın kullanımı ve devir hakkı halkın elindeyse buna da demokrasi denilir.

Kraliyet sisteminde halkın yönetimde söz hakkı yoktur. Halk sadece teb’adır, diğer bütün hürriyetleri elinden alınmıştır. Aristokraside ise yönetim belirli bir zümrenin olduğ için yine halkın yönetimde söz sahibi olması söz konusu değildir. Halkın hürriyetleri aristokratların tutumuna bağlı olarak var olabilir. Bu sistemde de halk teb’adır. Demokrasi Red Publica olarak hakın söz sahibi olabildiği yegane yönetim biçimidir. Bu sistemde halk hürdür, yönetime iştirak eder, adalete uygun olan, amme maslahatını sağlayan durumları kendisi belirler.

Cicero, bu yönetim biçimlerinin her birinin kendine mahsus avantaj ve dezavantajları olduğunu düşünmektedir. Ona göre hiçbir sistem mükemmel değildir. Söz gelimi kraliyet, eğer kral hakına karşı adil ve onların menfaatlerini kendi menfaatlerine tercih ediyorsa, iyi bir sistemdir (üçüde istibdata dönebilir.)

5. Yönetim Biçimleri
iv) Machiavelli’ye Göre Yönetim Biçimleri

İl Principe (Hükümdar) adlı kitabını tamamen hükümdarlığa hasretmiş olan Machiavelli bu kitabında cumhuriyet ve hükümdarlık olmak üzere iki tür yönetim biçimi olduğunu söylemektedir. Ona göre aristokrasi bir devlet biçimi değildir.

Hükümdarlığı önce, soydan geçme ve yeni hükümdarlıklar diye ikiye ayırarak ele alan Machiavelli, bunlara ek olarak -bugünkü anlamda federal devlet diye niteleyebileceğimiz- karma hükümdarlıktan da bahsetmektedir

ona göre siyaset ile ahlak ilkeleri arasında, tamamen birbirinen farklı prensipler vardır. Ona göre siyaset ahlaka uygun olarak yapılmak zorunda değildir, aksine siyasetin kendine özgü şart ve ilkeleri vardır ve bu ilkeler ahlaka aykırı bile olsa, izlenmediği taktirde, siyasal iktidarın bekası mümkün değildir. Siyaset ahlaka göre değil, menfaate göre işler.

b) Genel Olarak Yönetim Biçimleri

i) Monarşik Devlet

bu devlet şekli, iktidarın seçimle işbaşına gelmemiş tek şahsın elinde bulunduğu devlettir. Bu tür devlette, yönetimin başında tek kişi bulunur ve o, yaşadığı müddetçe (kaydı hayat) yönetimi sürdürür, dolayısıyla onun iradesi iktidarın yegâne kaynağıdır. Monarşi tipi devletler hükümdarın, bir ilah ya da ilahın temsilcisi olarak görüldüğü teokratik monarşi, devlet kudretinin ve devletle ilgili her şeyin (toprak, mülk vs.) bütünüyle hükümdarın elinde olduğu ve halkın, teb`a olarak mülkün sahibi olan hükümdar karşısında hiç bir hukuki değerinin olmadığı mutlak monarşi ve yönetimde hükümdarın yanında halkı temsil eden bir meclisin yer aldığı meşruti monarşi olmak üzere üçe ayrılır.

ia) Teokratik Monarşi (Tanrı-İktidarı Devleti)

Teokratik monarşide yönetici ya da yöneticilerin ilah veya ilahın temsilcileri olarak görülmesi, onun kutsalla, yani din ile ilgili bir yönetim biçimi olduğunu

göstermektedir. Nitekim teokratik monarşiye ismini veren teokrasi kavramı Yunanca İlah (Tanrı) anlamına gelen Theos ile iktidar anlamındaki Chratos sözcüklerinin bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Teokratik monarşinin ya da kısa adıyla teokrasi yönetim biçiminin en somut şekli Hıristiyanlıktadır. Dünyaya Batı gözüyle bakanların isimlendirdiği şekliyle Batı dünyası için Karanlık Çağ denilen dönem Kilise Teokrasisinin hakim olduğu dönemdir. Kilise, teokratik sistemin en temel kurumudur. Çünkü bu sistemde kralı, hükümetleri ve valileri belirleyen ve göreve getirenin Tanrı olduğuna inanılır. Hırıstiyanlara göre Tanrı Baba, Oğul ve Kutsal Ruh üçlüsüdür. Oğul İsa’dır.”Gökte ve yeryüzünde bütün iktidar ona verilmiştir.” İsa adına hareket etme ve karar verme yetkisi ise kiliseye aittir. İsa kilisede hazır bulunur ve kilise onun manevi varlığı ile bütünleşmiştir. Teokratik düzende kralı, hükümetleri ve valileri belirleme ve göreve getirme yetkisi kiliseye aittir. Çünkü kilise Tanrı adına hareket eder ve ona ait olan yetkiyi kullanır. Fakat kilise bu konuda bir sorumluluk üstlenmez. Sebebi ise Kutsal Ruh’un kiliseyi hatalardan koruduğu inancıdır.

ib) Mutlak Monarşi (Mutlakıyet)

Devlet kudretinin kayıtsız şartsız tek bir şahsın elinde toplandığı mutlakiyetçilik de denilen mutlak monarşide, devlet de, devletin bütün unsurları (ülke, halk, iktidar) da hükümdarın malı olarak görülmektedir. hükümdar, mutlak hükümranlık hakkını elinde bulunduran şahıstır. Bu sistemde devlet, hükümdarın bizzat kendisidir. hükümdar devletin üzerinde ve ondan ayrıdır. Devletin siyasî ve sosyal hayatında mutlak iktidar sahibi olan bir hükümdar karşısında teb`a olmaktan öteye geçemeyen halkın da ne hak ve hürriyetlerinden bahsedilemez.

ic) Meşrûtî Monarşi (Meşrûtiyet)

Meşrûtî monarşi türü yönetim biçiminde, devlet ve halkın hükümdarın malı olmaktan çıkıp, hukûkî özellik kazandığı söylenebilir. Zira, devlet kudreti tek bir hükümdarın elinde değil, hükümdarla birlikte halkı temsil eden bir meclisin de elindedir. Diğer iki monarşi türünden farklı olarak meşruti monarşide hükümdar artık devletin dışında ve üstünde değil, onun bir yönetim unsuru konumundadır. Meşruti monarşilerde yasama, meclisin yetkisindeyken, yürütme yine meclis tarafından seçilen ancak hükümdarın onayıyla iş gören hükümettedir. Bu sistemde hükümdar yürütmeyi denetleyebildiği gibi, yasama da ancak onun onayıyla kanunlar yapabilmektedir.

ii) Cumhurî Devlet

İktidarın birden fazla şahısta bulunduğu, hakimiyetin kaynağının birden fazla iradede yer aldığı devlet şekillerine cumhuri devletler ismi verilmektedir. Cumhurî devletler de Aristokratik ve Demokratik olarak ikiye ayrılmaktadır.

iia) Aristokratik Cumhuriyet

Aristokratik cumhuriyet, aristokrasi kelimesinde ifadesini bulan “seçkinler yönetimi” anlamına gelmektedir. Yani iktidarın herhangi bir sebeple (yaş, bilgi, servet, sınaî ya da ticari meslek vb.) belli bir sınıfın elinde bulunduğu yönetim biçimi aristokratik devlet olmaktadır.

Aristokratik yönetimlerde, iktidarı elinde bulunduran sınıf yada zümre, imtiazlı sınıf olması itibariyle, devletin asli organıdır. Bu sebeple de yasama, yürütme ve yargı kudretleri tamamen bu sınıfın elindedir. Bu tür yönetim biçiminde iktidarın sahipleri arasında olamayanların söz hakkının olamayacağı açıktır.

5.
devlet iktidarının belli bir grubun elinde olması anlayışının, bir çeşit çok hükümdarlı mutlakıyete benzemekte olduğu; dolayısıyla, bu tür bir yönetim şeklinin, temel hak ve hürriyetlere değer veren bir yönetim biçimi olmadığı da söylenebilir.

iib) Demokratik Cumhuriyet

Demokratik cumhuriyet ise, Yunanca halk anlamına gelen “demos” ile iktidar anlamına gelen “kratos” sözcüklerinin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan demokrasi teriminden hareketle “halk yönetimi” şeklinde anlamlandırılmaktadır. İktidarın, aristokrasi de olduğu gibi, belli bir zümrenin değil, topyekün bütün milletin elinde bulunduğu yönetim şekli demokrasi olarak adlandırılmaktadır. Halkın yönetiminin esas alındığı demokrasi de iktidar, ne aristokraside olduğu gibi bir zümrenin, ne de monarşilerde olduğu gibi bir hükümdarın elinde değil, bizzat halktadır

Demokratik yönetimlerde halk yasama ve yürütme fonksiyonlarını doğrudan kendisi yapabileceği gibi, ki buna doğrudan dmoekrasi denilir, bu görevleri kendisinin temsilcileri vasıtasıyla da yapabilir. Buna da temsili demokrasi adı verilir.

6. Fert-Devlet İlişkisi
Devletin iktidar kudretiyle yaptığı bütün uygulamalarla ferdin hürriyet alanını etkilemesi ferdin devlet otoritesine karşı hürriyetini koruması anlamında bir karşı tepkiye yol açar ki bu, devletin iki temel unsuru yani fert ve iktidar unsuru arasındaki dengelenme faaliyetinin ve aynı zamanda ferdin hürriyeti ile devletin üstün otoritesi arasındaki mücadelenin başlangıç noktasını oluşturur

Öyle ki daha başlangıçta iktidar ile hürriyet arasında bir zıtlık bulunmaktadır. Zira, bir yandan iktidar toplumda gücünü daha fazla hakim kılma çabası içinde olurken -ki bu aynı zamanda hürriyetlerin sınırlarının daraltılması demektir- diğer yandan da fert, hürriyetinin sınırlarını genişletme gayreti göstermektedir.

Devlet, toplum düzenini sağlamak amacıyla yaptığı bütün düzenlemelerle, ferdin hürriyetini sınırlandırırken aynı zamanda kendi iktidarının sınırlarını da ferdin hürriyetiyle çizmektedir. Zira, birbirinin sınırlarını belirleyen devlet iktidarı ile ferdin hürriyeti arasında bir ters orantı vardır, biri artarsa diğeri eksilir. Devletin üstün otoritesiyle ferdin hürriyetleri hiçbir zaman tam bir uzlaşma içinde olamazlar. Bu ikisi arasında ister istemez bir çatışma meydana gelir.

7. Devlet-Temel Hak ve Hürriyetler
> Ferdin hak ve hürriyetleri ile devletin görev ve yetkileri bağlamında insan hakları ya da temel hak ve hürriyetler meselesi olarak değerlendirilmesi mümkün olan bu problemlerin tarihin bilinen ilk devletinden günümüze kadar geçen süreçte devam eden problemler olmasının altında yönetenlerin iktidar hırslarına bağlılığının yattığı söylenebilir. Hatta temel hak ve hürriyetler ya da insan hakları meselesi her ne kadar tarihsel süreçte XVIII. yy’da ortaya çıkmış gibi görünüyor olsa da, temelde binlerce yıllık insanlık tarihinin en esaslı problemlerindendir.

Ø  Temel hak ve hürriyetler ya da insan hakları fert-devlet ilişkileri çerçevesinde insanın sırf insan olması sebebiyle sahip olması gereken, devletten önce gelen ve devlet kudretini sınırlayan doğal haklarını ifade eder. İster insan hakları olsun, ister temel hak ve hürriyetler devlet karşısında ferdin

konumunun belirlenmesinde aynı işleve sahip oldukları için genellikle bir aynı görülebilirler. Bu hak ve hürriyetlerin devletlerin anayasalarında yer almalarının temel sebebi yöneticilerin yetki alanlarının sınırlarını net olarak belirlemek, bu şekilde de yöneten-yönetilen ilişkileri bağlamında yöneticilerin baskıcı tutum almalarının önüne geçmek şeklinde belirlenebilir.

Ø  insan hakları ve temel hak ve hürriyetler devlet kudretinin sınırlandırılması ya da iktidarın bile karışmaması gereken ferdî sahalar meydana getirilebilmesi ve bunun yine iktidar tarafından güvence altına alınması meselesidir.

Ø   Tarihsel gelişime bakıldığında, devletin insan haklarının hem hamisi, hem de sınırlarının belirleyicisi olduğu da görülür. Fert-devlet ilişkilerinin karşılıklı menfaat ve fayda üzerine bina edilmiş olduğu kabul edilirse, insanın toplumdan ve toplumun da düzenden bağımsız olamayacağı, dolayısıyla insanın toplumsal bir varlık olmasının doğal sonucu olarak siyasal iktidarın gerekli olduğu sonucu çıkarılabilir

Ø  devletin sahip olduğu üstün iktidarın kullanımı meselesi insanlık tarihi boyunca tartışmalara sebep olmuştur. Kimi zaman Thomas Hobbes (1588-1679) gibi düşünürler tarafından Leviethan (canavar) olarak telakki edilen bu kudret, kimi zaman da John Locke (1632-1704) ve Jean Jacques Rousseau (1712-1778) gibi düşünürler tarafından toplumsal sözleşme ile ortaya çıkmış bir güç olarak görülmüştür.

İlgili Kategoriler

Hukuk Ders Notları



Yorumlar 1

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir