AÖF Maliye politikası Bahar Dönemi Ders notu



MALİYE POLİTİKASI I

ÜNİTE=5

ENFLASYON: NEDENİ, SONUÇLARI

Enflasyon fiyatlar genel düzeyinin sürekli olarak yükselmesidir. Burada iki nokta  önemlidir: Ekonomideki bütün fiyatların yükselmesi ve bu yükselişin bir seferlik olmaması. Bir ekonomide değişen arz ve talep koşullarına göre bazı malların fiyatı değişebilmektedir. Ancak enflasyondan bahsedebilmek için tüm fiyatların artması gerekmektedir.

Enflasyon: Fiyatlar genel düzeyinin sürekli olarak  artmasıdır.

Enflasyonun Nedenleri

Talep enflasyonu

Maliyet enflasyonu

Talep enflasyonu, toplam talebin toplam arzdan büyük olmasına bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. Özellikle devletin para arzını artırmasına bağlı olan talep artışı fiyatlar genel düzeyinin artmasına neden olabilmektedir. Maliyet enflasyonu ise bir ekonomide üretim maliyetlerinin artması sonucunda fiyatların artması durumudur. Örneğin, enerji maliyetlerindeki bir artış üretim maliyetlerini artıracağı için fiyatların da artmasına neden olabilecektir. Ancak talep enflasyonu ile maliyet enflasyonu arasındaki ayırım gerçek hayatta bu kadar kesin değildir. Herhangi bir şekilde üretim maliyetleri arttığında bunun fiyatlar genel düzeyinde sürekli artışlara neden olabilmesi için toplam talebin de yeteri kadar güçlü olması gerekmektedir. Aksi durumda maliyetartışları fiyatlarda bir kerelik ayarlama yapılmasıyla sonuçlanacaktır.Benzer  bir şekilde, fiyatların bir şekilde artmış olması ücret artışı taleplerini de beraberinde getirecek, artan ücretler üretimin daha maliyetli olmasına neden olarak fiyatların daha da artması sonucunu doğuracaktır. Ücret ve fiyatların bu şekilde birbirini beslemesi olgusu ücret-fiyat spirali olarak adlandırılmaktadır.

Enflasyon konusunda üzerinde durulması gereken bir başka nokta da beklentilerin önemidir. Eğer bir ekonomide yaygın bir enflasyon beklentisi varsa örneğin enflasyonun %10 olacağı bekleniyorsa ekonomideki bütün birimler bu beklentiye uygun davranacaklardır.Enflasyonun nedenlerine ilişkin olarak üzerinde durulması gereken bir diğerkonu, gelişmekte olan ülkelerde yaşanan enflasyondur. Bu ülkelerdeki enflasyonyukarıda açıklanan durumların dışında, o ülkelere özgü koşullardan kaynaklanabilmektedir.Örneğin, sermaye yetersizliği ya da döviz yetersizliği nedeniyle hammadde ya da ara mal ithalatının yapılamaması ve bu nedenle üretim düzeyinin düşük olması nedeniyle fiyat artışları görülebilmektedir. Gelişmekte olan ülkelerin kendine özgü koşulları nedeniyle ortaya çıkan bu enflasyonyapısal enflasyon olarak adlandırılmaktadır.

Enflasyonun Etkileri

Özellikle yüksek enflasyonun ekonomi ve hatta toplumsal yaşam üzerinde etkilerinin olması kaçınılmazdır. Öncelikle enflasyon satın alma gücünü azaltmaktadır. Bunun anlamı aynı miktar parayla gittikçe daha az mal ve hizmet alınabilmesidir.Ancak enflasyon herkesi aynı biçimde etkilememektedirEnflasyonun bir diğer olumsuz etkisi görülmektedir; enflasyon gelir dağılımını bozmaktadırEnflasyonun gelir dağılımını bozucu etkisinden en çok ücret ya da maaş gibisabit ücret alanlar etkilenmektedir. Çünkü, bu kesimlerin gelir artışları enflasyonu geriden izlemektedirEnflasyondan olumsuz etkilenen bir diğer kesim de borç verenlerdir..Bazı ekonomistler firmaların kendilerini enflasyondan korumak için kaynak vezaman ayırmalarını enflasyonun ekonomiye yüklediği önemli bir maliyet olarakgörmektedirlerBilindiği gibi firmalar ürettikleri ya da sattıkları malların fiyatlarını katalog, ilan, reklam gibi çeşitli ortamlarda ilan etmektedirler. Enflasyon nedeniyle firmaların karşı karşıya kalabilecekleri bir diğer maliyet, artan fiyatlar yüzünden bu bilgilerin güncellenmesi gereğinden doğmaktadır. Bu maliyete menü maliyetleri denilmektedirDevlet açısından da enflasyonun etkileri olmaktadır.

 Eğer devlet para basmak yoluyla harcamalarını finanse ederse tıpkı vergi almak gibi kendisine kaynak yaratmış olur. Enflasyon vergisi olarak tanımlanan bu durum gerçekten de para tutanların üzerine konulmuş bir vergi gibidir. Çünkü, bu kesimlerin elinde tuttukları paranın satın alma gücü düşerken devletin gelirleri artmış olur.Ancak bazı durumlarda enflasyon devlet gelirlerini olumsuz yönde de etkiyebilmektedir.Özellikle yüksek enflasyonun yaşandığı dönemlerde, vergilerin tarhve tahsili arasındaki sürenin uzaması vergi gelirlerinin reel değerini azaltmaktadır.Tanzi etkisi olarak tanımlanan bu durum, devlet gelirlerini aşındırmaktadır.

Tanzi Etkisi: Enflasyonist dönemlerde, vergilerin tarhve tahsili arasındaki sürenin uzaması nedeniyle vergi gelirlerinin reel değerinin azalmasıdır.

Enflasyonun olumsuz etkilerinden biri de dış ticaret alanında gözlenmektedirBu durum ise ithalatın artmasına ve ihracatın zorlaşmasına neden olarak ödemeler dengesini bozacaktır.Enflasyonun yukarıda değinilen olumsuz etkileri beklenen enflasyonun gerçekleşen enflasyona eşit olduğu durumda nispi olarak daha az olabilmektedir. Çünkü, böyle bir durumda ekonomik birimlerin kendilerini enflasyondan korumak için gerekli tedbirleri alma şansları daha fazladır. Ancak beklenmedik bir enflasyon durumunda bir anlamda enflasyona hazırlıksız yakalanmaktadırlar.Yüksek enflasyonun yaşandığı dönemlerde toplumda ahlaki erozyonun yaşandığı gözlenmektedir Monetaristler enflasyonu  parasal tabanın hızla büyümesine bağlarlar ve enflasyonun “her zaman ve her yerde parasal bir olgu” olduğunu savunurlar Arz yanlı ekonomistler  ise özellikle vergilerin üretim düzeyi, çalışma ve yatırım yapma arzusu üzerindekiolumsuz etkisini vurgulamaktadırlar.

Post Keynesyenler ise enflasyonu sınıfsal bir çatışmanın sonucu olarak görme eğilimindedir.Buna göre işçilerle kapitalistler arasında milli gelirin bölüşümüne yönelik birçatışma söz konusudur: Bu nedenle ücret ve fiyatların oluşumunun denetlenmesi, yani gelirler politikası uygulanmalıdır.

Geleneksel Keynesyen yaklaşım ise enflasyonu toplam talebin toplam arzdan fazla olmasına bağlı olarak ortaya çıkan bir sorun olarak görür. Açıktır ki bu durumda yapılması gereken toplam talebi toplam arza eşitlemek olmalıdır.

Toplumun refahı açısından en iyi çözüm toplam arzın artmasıdır. Ancak toplam arzın artırılması kolaydeğildir. Öncelikle yeni yatırımlar yapılması gerekmektedir. Bu da kaynak ve zaman gerektirmektedir. Ayrıca üretimi sınırlayan yapısal engeller varsa toplam arzı artırmak çok mümkün olmamaktadır. Dolayısıyla kısa vadede uygulanacak politika, toplam talep yönetimi politikası olmalıdır. kamu harcamaları ve kamu gelirlerinde yapılacakayarlamalar yoluyla enflasyonla mücadele etmek mümkündür. Bilindiği gibi, bütçe fazlasının ekonomi üzerinde daraltıcı etkisi bulunmaktadır. O halde enflasyonistdönemlerde maliye politikasının amacı bütçe fazlası vermek olmalıdır.

Enflasyonla Mücadele ve Kamu Harcamaları

Kamu harcamaları, mal ve hizmet alımına yönelik  kamu harcamaları ve transfer harcamaları olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.

Mal ve Hizmet Alımına Yönelik Kamu Harcamaları

Mal ve hizmet alımına yönelik kamu harcamaları da cari harcamalar ve yatırım harcamalarıolmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Bunların her ikisinde de yapılacak bir kısıntı toplam talebi azaltacaktır. Daha önce de belirtildiği gibi, kamu harcamalarındaki artış çarpanın değerine bağlı olarak milli geliri artırmaktadır

Cari harcamalar devletin tüketim ve personel harcamalarıdır.Özellikle eğitim, sağlık gibi kamu hizmetlerinin beşeri sermaye yatırımı niteliğinde olduğu dikkate alındığında, bu alanlarda yapılacak bir harcama kısıntısının uzun vadede olumsuzsonuçlarının olacağı açıktır.  Kamunun tüketim harcamalarının bir başka etkisi, ekonominin üretim kapasitesinin  değerlendirilmesidir. Bir ekonomide üretim kapasitesinin artması için yatırım harcamalarının yapılması gereklidir.Cari harcamalar içinde önemli bir payı olan personel harcamalarında da kısıntıya gidilmesi oldukça güçtür.Mal ve hizmet alımına yönelik harcamalar arasında kısıntıya gidilmesi en kolay olanı yatırım harcamalarıdır. enflasyonun nedenlerinden biri toplam talebin toplam arzdan fazla olmasıdır. Bu nedenle enflasyonla mücadelede kısa dönemde toplam talebin azaltılması, uzun dönemde ise toplam arzın artırılması gerekmektedir. Bu açıdan yatırımların ikili bir etkisi vardır; yatırımlar kısa dönemde toplam talebi artırırken uzun dönemde toplam arzı artırmaktadır. Bu nedenle yatırımlarda kısıntıya gitmek kısa dönem açısından enflasyonla mücadele hedefine uygun ise de uzun dönem açısından bu hedeşe çelişmektedir. yatırımlarda kısıntıya gidilmesinin anti-enflasyonist etkisinin, ancak bu harcama kaleminin devlet bütçesi içinde önemli bir paya sahip olduğu durumlarda mümkün olmasıdır.

Transfer Harcamaları

Kamu harcamaları arasında bir başka harcama kalemi transfer harcamalarıdır. Bilindiği gibi transfer harcamaları, mal ve hizmet alımına yönelik harcamaların aksine karşılıksız nitelikte harcamalardır. Bu harcamaların genel niteliği; emekli, dul, yetim, öğrenci gibi ihtiyaç sahibi kesimlere yapılan harcamalar olmasıdır Mal ve hizmet alımına yönelik kamu harcamaları çarpanıyla kıyaslandığında, transfer harcamaları çarpanının daha az etkili olduğu görülmektedir.

Enflasyonla Mücadele ve Kamu Gelirleri

Enflasyonist dönemlerde kamu gelirlerini, özellikle de vergi gelirlerini artırmak, kişilerin elinde daha az harcanabilir gelirin kalması nedeniyle tüketim ve yatırım harcamalarını azaltacak, dolayısıyla enflasyonist baskı azalacaktır. kamu borçlanması konusu da enflasyonla mücadele açısından ele alınabilir.

Gelir Vergileri

enflasyonla mücadele açısından oldukça elverişli bir araç olmaktadır. fiöyle ki; enflasyonist dönemlerde çoğu bireyin reel geliri artmasa da nominal geliri artmakta, bunun sonucu olarak bireylerin geliri bir üst vergi dilimine girmektedir Artan oranlı kişisel gelir vergisinin bu otomatik stabilizatör özelliği, bu vergiyi enflasyonla mücadele açısından kullanışlı hale getirmektedir. Artan oranlı gelir vergisinin bir diğer özelliği az kazanandan az, çok kazanandan çok vergi alındığı için toplumsal adalet ilkelerine uygun olmasıdır.

Daha önce değinildiği gibi, enflasyonist dönemlerde gelir dağılımı bozulmaktadır. Artan oranlı gelir vergisi bu adaletsizliği azaltmak için en uygun vergi olmaktadır. Artan oranlı gelir vergisinin enflasyonla mücadele ve gelir dağılımında adaletin sağlanması açısından yararlı bir araç olmasına karşın, ekonomik etkinliği olumsuz etkileyebileceği ifade edilmektedir. Bunun nedeni ise yüksek marjinal vergi oranlarının en çok yüksek gelir sahiplerini etkilemesi ve bu kesimlerin tasarruf ve yatırım yapma eğilimlerini azaltmasıdır.

Gider Vergileri

Enflasyonla mücadelede bir diğer yöntem mal ve hizmet alımının vergilendirilmesidir. Bu yöntem mal ve hizmetlerin fiyatlarını artıracak ve tüketimin azalmasına yol açacaktır. Böylelikle toplam talep azaltılmış olacaktır. Dolaylı vergiler enflasyonla mücadele açısından son derece etkin vergilerdir. dolaylı vergiler tüketimi daha çok kısacaktır.  Bunun nedeni gelir vergisinin bir kısmının tasarruşardan karşılanmasıdır. Ayrıca dolaylı vergiler uygulanmaları kolay olduğu için idare tarafından da benimsenen vergilerdir. Dolaylı vergiler toplam talebi azaltmak açısından çok yararlı olsalar da adil olmadıkları için eleştirilmektedirler gelirinin çok daha azını tüketime harcayan birisi devlete daha az oranda dolaylı vergi ödeyecektir Dolaylı vergilerin bu gerileyici yapısı bu vergilerin adaletsiz olmasının nedenidir.

Servet Vergileri

Gelir vergisi ve dolaylı vergilerin aksine, servet vergilerinin enflasyonla mücadele açısından etkinliği çok daha azdır. Hem servet vergilerinin tabanının dar olması hem de bu vergilerin toplam talep artışını yakından izlememesi nedeniyle enflasyonla mücadele açısından etkin değildir. Sonuç olarak, enflasyonla mücadele açısından en etkin verginin dolaylı vergiler olduğu görülmektedir. Ancak bu verginin olumsuz yönü, düşük gelirli kesimleri daha olumsuz etkilemesidir.  Artan oranlı kişisel gelir vergisi ise verginin bir kısmı tasarruşardan karşılandığı için, dolaylı vergiler kadar olmamakla birlikte yinede oldukça etkin bir vergidir.  Servet vergisinin ise enflasyonla mücadele açısından bir etkinliği olmayıp daha çok toplumsal adaleti sağlamak açısından uygulanması önemlidir. Devletlerin giderek artan oranda borçlanmaya başvurdukları görülmüştür.  Bunun nedenlerinden biri 1929 Büyük Bunalımı’nın ve Keynesyen öğretinin etkisiyle devletin gerektiği zaman borçlanma yoluna giderek ekonomiye müdahale etmesi fikrinin yaygın olarak kabul edilmesidir. Vergi gelirlerinin harcamaları karşılamada yetersiz kaldığı durumlarda ise borçlanma yoluna gidilmiştir.  Kamu borçlanmasının bu artan miktarı nedeniyle borç yönetimi kavramının önem kazandığı gözlenmiştir. Böylelikle bir yandan devlet borçlanmasının maliyeti minimize edilmeye çalışılırken diğer yandan makro ekonomik hedeşer de dikkate alınmaktadır.

Borç Yönetimi: Kamu borçlanmasının bütçeye olan maliyetini minimize etmek ve çeşitli makroekonomik hedeşeri gerçekleştirmek amacıyla, kamu borçlarının miktar ve bileşimlerinin değiştirilmesidir.

Enflasyonist bir dönemde kamu borçlanmasının artması belirli koşullar altında anti-enflasyonist olabilir. Bunun nedeni, artan borçlanmanın özel kesimin likiditesini azaltması ve dolayısıyla satın alma gücünü azaltmasıdır. Devlet temelde üç kesimden borçlanabilir;  hane halkları ve firmalar,  ticari bankalar ve  Merkez Bankası’ndan borçlanma.

Devlet Merkez Bankasından borçlanmayı tercih ederse bu borçlanmanın etkisi tamamen enflasyonist olacaktır. Çünkü, Merkez Bankası devlete borç verirken para basacak, bu da parasal tabanı genişletecektir. Tüm borçlanma seçenekleri arasında en enflasyonist olanı Merkez Bankası’ndan borçlanma seçeneğidir. Özellikle devlet, Merkez Bankası’ndan aldığı borcu geri ödemez ve bu borçlanma yöntemine sürekli olarak başvurursa, enflasyonist baskı daha da şiddetlenecek ve kronik enflasyon sorunu ortaya çıkacaktır.

Parasal taban: Bir ekonomide dolaşımda olan nakit parayla banka mevduatlarının toplamıdır.

Enflasyonla mücadelede borçlanma konusunda şu noktanın da altını çizmek gerekmektedir. Devlet borçlanmasının anti-enflasyonist işlevi, borçlanmanın ekonomideki likiditeyi azaltması durumunda ortaya çıkmaktadır. Bunun için devletin aldığı borcu harcamaması gerekmektedir.

Devlet borçlanmasının enflasyonla mücadele açısından etkili olabilmesi, ekonomideki likidite miktarını azaltabilmesine bağlı olduğuna göre, uzun vadeli borçlanma yöntemi bu amaca daha iyi hizmet edecektir. 10 yıllık Bu durumda yüksek faizin devlet bütçesine yükü, enflasyonla mücadelenin bir bedeli olarak değerlendirilebilir.

KÜRESELLEfŞME, MALİYE POLİTİKASI VE ENFLASYONLA MÜCADELE

anti-enflasyonist maliye politikası, temelde Keynesyen çerçeveye dayanmaktadır. Yaşanan küreselleşme aynı zamanda ekonomi politikaları üzerinde de etkili olmuştur. Bu süreçte ülkelerin bağımsız para ve maliye politikaları izleme olanakları gittikçe azalmıştır. Bu durum hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkeler için geçerli olmuştur.

Finansal kırılganlık: Bir finansal sistemin krize ne kadar açık olduğunun ölçüsüdür

 Ancak dış kaynak girişine bağlı ekonomik büyümenin bedeli genellikle artan finansal kırılganlık olmaktadır Finansal kırılganlığın sürdürülemez noktaya ulaştığı algısı yaygınlaşınca ülke dışına ani bir sermaye çıkışı olmakta ve ekonomik kriz çıkmaktadır. Küresel kısa vadeli sermaye akışı ekonomi politikalarını da kısıtlamaktadır. Kriz ve sonrasında ise öncelik ekonominin yeniden toparlanması için istikrar önlemleri alınmasıdır. Bu aşamada küresel sermayenin güvenini kazanmak için sıkı para ve maliye politikaları izlenmekte, kamu dengesinin sağlanması öncelikli hedef olmaktadır Gelişmekte olan ülkelerdeki enflasyon olgusu yapısal enflasyon olarak adlandırılmaktadır. Enflasyonla mücadele açısından kısa vadede daraltıcı maliye politikası uygulanabilir. Bunun anlamı kamu harcamalarının azaltılması ve vergi gelirlerinin artırılmasıdır. Bu sayede toplam talep ve enflasyonist baskı azaltılabilir Cari harcamalar olarak, devletin tüketim harcamalarının kısılması, kamu hizmetlerini miktar ve nitelik olarak olumsuz etkileyeceği için kolaylıkla uygulanacak bir önlem değildir. Cari harcamalar olarak, devletin tüketim harcamalarının kısılması, kamu hizmetlerini miktar ve nitelik olarak olumsuz etkileyeceği için kolaylıkla uygulanacak bir önlem değildir. Cari harcamalar içinde önemli bir paya sahip olan personel harcamalarında da kısıntıya gidilmesi sosyal huzursuzluğa neden olacak ve siyasi dirençle karşılanacaktır.

Mal hizmet alımına yönelik harcamalar içinde kısıntıya gidilmesi en kolay harcama türü,  yatırım harcamalarıdır. uzun dönemde üretim kapasitesini olumsuz etkilemesidir.

Transfer harcamalarının azaltılması da bu harcamalardan ekonomik olarak güçsüz kesimler yararlandığı için, toplumsal adalete aykırı olacaktır. Bu konu her iki harcama türünün etkinliği açısından değerlendirilirse mal ve hizmet alımına yönelik harcama çarpanının transfer harcaması çarpanından büyük olması nedeniyle, aynı miktarda bir harcama azalışı karşısında mal ve hizmet alımına yönelik harcamaların kısılması daha  daraltıcı olacaktır. Vergiler de gelir vergisi, gider vergileri ve servet vergileri açısından değerlendirilebilir. Bunlardan gelir vergisinin artırılması bireylerin elindeki harcanabilir geliri azaltacağı için tüketim harcamalarının kısılmasına yol açacak,  böylelikle toplam talep azalacaktır Dolaylı vergilerin artırılması da mal ve hizmet fiyatlarının artmasına yol açacağı için tüketimin ve toplam talebin kısılmasına yol açacaktır. Dolaylı vergilerin toplam talebi azaltıcı etkisi  gelir vergisinden daha fazladır.  Çünkü, gelir vergisinin bir bölümü tasarruşardan karşılanmaktadır.  Servet vergisinin ise toplam talebi azaltıcı etkisi, bu vergilerin tabanının dar olması ve toplam talebi yakından izlememesi nedeniyle daha azdır. Devlet kişi ve firmalardan borçlanıyorsa ve bu kesimler de tüketimlerini, tasarruşarını ya da yatırımlarını kısarak devlete borç veriyorlarsa toplam talep düzeyi değişmeyecek, sadece toplam talebin bileşimi değişecektir. Ancak kişi ve firmalar devlete verdikleri borcu ellerinde tuttukları atıl fonlardan karşılıyorlarsa ve devlet aldığı borcu harcamalarını finanse etmek için kullanıyorsa enflasyon daha da artacaktır.  Diğer bir borçlanma seçeneği devletin Merkez Bankası’ndan borçlanmasıdır. Bu, tüm seçenekler için de en çok enflasyonist olanıdır. Çünkü, Merkez Bankası’ndan borçlanma para basımı anlamına gelecektirKüreselleşmeyle birlikte gelişmekte olan ülkelere kısa dönemli sermaye akışı olmaktadır Bu sermaye akışının nedeni, gelişmekte olan ülkelerdeki faiz oranlarının genellikle merkez ülkelerden yüksek olması ve küresel likidite bolluğudur. Gelişmekte olan ülkelere akan kısa dönemli sermaye bu ekonomilerin finansal kırılganlığını artırmakta ve buna bağlı olarak ekonomik krizler yaşanmaktadır. Kriz sonrasında ekonomi yönetimi sıkı para ve maliye politikaları uygulayarak ülkenin güvenilirliliğini artırmak çabasına  girmektedirler.Bu ise o ülkelerin bağımsız bir ekonomi politikası izlemesini zorlaştırmaktadır.

ÜNİTE=6

DURGUNLUK KAVRAMI

Bir ekonomide, durgunluk da enşasyon gibi genel ekonomik dengenin bozulması ile ilgili bir konudur. Ancak, bu durumda, toplam arz ve toplam talep dengesindeki bozukluk arza oranla talep eksikliği şeklinde ortaya çıkmakta, diğer bir deyişle, bir ekonomide toplam talep yetersizliğinden meydana gelen bir toplam arz-toplam talep dengesizliği söz konusu olmaktadır. Durgunluk halinde, milli gelir eksik istihdam düzeyinde gerçekleşmekte, işsizlik artmakta ve faktör ve mal fiyatlarında genel bir düşme eğilimi gözlemlenmektedir. Toplam arz ile toplam talebin uyuşmaması şeklinde tanımlanan dengesizliğin ekonomik durgunluk halini ekonomik krizden ayırmak gerekir.  iki olgu ve kavram arasındaki fark, yaşanan dengesizliğin boyutu, derinliği ve süresi ile ilgilidir Durgunluk krize göre daha yüzeyde seyreden, daha az sayıda işsizliği açığa çıkaran ve daha kısa süre devam eden bir dengesizlik olduğu halde,  Kriz çok daha derin bunalımlara, yaygın işsizliğe yol açan ve uzun süre devam eden bir dengesizlik halidir.

Durgunluk: Ekonomide talep yetersizliği nedeniyle işlem hacminin daralması sonucunda ortaya çıkan kapasite düşüklüğü veişsizlik olgusudur.

 işsizlik: Bir ekonomide çalışma gücü ve arzusunda olan bir bireyin cari ücret düzeyinde ve çalışma koşullarında çalışmaya razı olup iş bulamaması durumudur.

 Maliye politikası öğretisi ile tarihsel olarak yaşanmış olan ekonomik durgunluk ve işsizlik arasında, ortaya çıkış zamanları itibariyle çok sıkı bir yakınlık söz konusudur. Gerçekten, 1929 Krizi, yaşanan bunalım ve işsizlik ile çağdaş maliye politikası görüşünün temellerini oluşturan Keynesyen maliye politikası anlayışının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Keynesyen görüşe göre, tasarruf ve yatırım dengesizliği piyasa koşullarının ekonomik dengeyi ve tam istihdamı otomatik olarak sağlamasını engellediğinden, piyasalara kamusal genişletici politikalarla müdahale edilmesi kaçınılmazdır. 1930’lara gelinceye kadar kuram ve uygulamadaki hakim görüşe göre, piyasamekanizması ekonomide tam istihdamı ve fiyat istikrarını otomatik olarak sağlamaktadır. Bu görüş çerçevesinde, fiyat ve faiz esnekliği yolu ile arz ve talep dengesizlikleri ortadan kalkar ve böylece ekonomide istikrar sağlanır.

Klâsik görüşe göre, emeğin fiyatı olan ücret her iki yönde de esnek olduğundan, ekonomide daima tam istihdam sağlanmış olur. Hatta ücret haddi, emeğin biyolojik varlığını sürdürmede de etken olduğundan, uzun dönemde işsizlik sorunu ile karşılaşılmayacağı öngörülmektedir.

Kronik işsizlik, reel ücretleri biyolojik asgari düzeyin altına çektiği zaman, emek arzı gerileyerek istihdam düzeyinin yeniden kurulacağı ve ücretlerin makul düzeye yükseleceği ileri sürülmüştür.

 Amerika Birleşik Devletleri’nde başlayan ve Batı ekonomilerine yayılarak büyük boyutlara varan işsizlik ve durgunluğa karşı ekonomilerin iç dinamikleri dışında bir çare düşünülmeye başlandı. işte böyle bir ortamda oluşan Keynesyen maliye politikası kuramı, durgunluğun giderilebilmesi ve istihdamın sağlanabilmesi için devlet müdahalesini aktif bir unsur olarak ortaya koymuştur. vergi gelirlerinin değişmediği durumda kamu harcamalarının yükseltilmesi bütçe açığı yaratmakta, bütçe açığı da ekonomide toplam talebi yükselterek, durgunluğun neden olduğu atıl kapasiteyi harekete geçirmektedir. Durgunluk durumunda atıl kapasite söz konusu olduğundan, kapasite sınırına yaklaşıncaya kadar fiyat artışı görülmez.  Durgunlukla etkin olarak mücadele edilebilmesi için, genişletici maliye politikası araçları iyi seçilmeli ve bu araçlarda yapılacak düzenlemelerin dozları kontrol altında tutulmalıdır. Aksi takdirde, yürütülen mücadele gerekli etkiyi yapamıyor olabileceği gibi, ekonomiyi aksi yönde tetikleyerek, enşâsyonist basıncın ortaya çıkmasına da neden olabilir. Çünkü, durgunlukla mücadele araçları harcamaların artırılmasına ve/veya vergilerin azaltılmasına yönelik, toplumun çabuk kabul edip, aynı hızda vazgeçemeyeceği politikalardır.

DURGUNLUKLA MÜCADELEDE OTOMATiK iSTiKRAR SAĞLAYICILAR

Durgunluğun derecesine bağlı olarak, iki ayrı konumda ele alınabilir. Durgunluğun hafif seyrettiği durumlarda, iradî değişikliklere başvurmadan, vergi ve harcama politikalarının esneklik özelliklerinden yararlanılarak, otomatik istikrar politikası yeterli olabilir Otomatik istikrar sağlayıcı elemanların dozu ve ekonomideki etkinlik dereceleri, ne kadar hassas ayarlanırsa sistem o derece karmaşıklaşır ama ekonomik dalgalanmalar karşısında da o kadar etkin sonuç alınır. Buna karşılık, vergi ve harcama sistemleri ne kadar götürü ve kaba olursa sistem basitleşir ama o derecede de sistemin ekonomik dalgalanmalara cevap verme hassasiyeti zayıf olur. Sistemin ekonomik konjonktüre karşı tepki veren en önemli aracı gelir vergisidir. Gelir vergisi, artan oranlı tarife yapısı nedeniyle, milli gelirdeki değişmelere karşı yapısında otomatik esneklik taşımaktadır. Kurumlar vergisi genellikle düz oranlı uygulandığından, daha düşük vergi oranına indiremeyeceği için, otomatik istikrar sağlayıcı olma açısından etkinliği, gelir vergisine oranla zayıftır. Tüketim vergilerine gelince bu vergiler gelir karşısında gerileyen oranlı olduğundan tüketiciler üzerinde vergi adaleti açısından olumsuz etki yaratmanın yanında, talep emici özelliklerinden dolayı, durgunluk dönemlerinde ters etki oluştururlar.  Kamu harcamalarının bir bölümünün esnek, bir bölümününde esneklikten yoksun olması, durgunluk dönemlerinde toplam kamu harcamaları düzeyinin korunmasına neden olabilir

DURGUNLUKLA MÜCADELEDE iRADi MALiYE POLiTiKASI

Durgunluğun ağır seyrettiği ve otomatik istikrar sağlayıcı politikaların etkili olamadığı durumlarda, kamu harcama ve gelir sistemlerinde iradi değişiklikleri gerektiren maliye politikası uygulamasına gidilmektedir. Durgunlukla mücadelede genişletici maliye politikası araçları kamu harcamaları ve kamu gelir sistemidir. iradi değişiklikler yapılarak ekonomide toplam talep düzeyinin yükseltilmesi ve böylece durgunluktan çıkış amaçlanmaktadır.  Eğer ekonomide durgunluktan çıkışta ek kapasite yaratılması isteniyorsa o zaman yatırım harcamalarına yer vermek gerekir. Diğer bir deyişle, vergili bir sistemde durgunlukla mücadele amaçlandığında, aynı miktar gelir artışının sağlanabilmesi için, vergisiz sisteme oranla daha fazla kamu harcaması artışının gerekli olduğudur Kamu harcamalarının önemli bir bölümünü de transfer harcamaları oluşturmaktadır. Transfer harcamalarında üretim faktörü kullanılmadığı için doğrudan milli gelir artışı gerçekleşmemektedir. Transfer harcamasını elde edenler, kendi tüketim eğilimlerine göre piyasadan mal ve hizmet alımına yönelik harcama yaparak gelir artışına katkıda bulunurlar. (c/1-c) ifadesi ile belirlenir. Gelire bağlı verginin uygulandığı bir toplumda belirli bir gelir artışı sağlamak amaçlandığı takdirde, gelir yaratıcı harcamalarla transfer harcamaları arasında seçim yapmak için göz önüne alınabilecek ilk ölçüt, gerekli harcama miktarlarının karşılaştırılmasıdır.

 Gelire Bağlı Vergiler: Gelire göre değişen oranlarda salınan vergilerdir.

Kamu Gelirlerinde Değişiklik= Gelirden Bağımsız Vergiler:Gelir üzerinden sabit miktarlarda alınan vergilerdir

kamu harcamalarında değişiklik yapılırken kamu gelir sisteminde iradi bir değişikliğe yer verilmeden sistem esnekliği içinde ortaya çıkan durum dikkate alınmıştır. Burada ise kamu harcamalarının etkileri dikkate alınmadan, kamu gelirlerinde yapılacak değişikliklerin gelir etkileri açıklanacaktır.  Kamu gelir sistemi içinde sadece vergiler ele alınacak, vergiler ise gelirden bağımsız ve gelire bağlı vergiler olarak ikiye ayırarak incelenecektir.

Gelirden bağımsız vergiler ele alındığında, bu değişkenin gelir etkileme katsayısı verginin tüketim fonksiyonuna girme şekline bağlı olarak (c/1-c) ifadesi ile Belirlenmektedir Buna göre, gelir yükseltilmesi amaçlandığı zaman, özel harcamaların arttırılması için vergi indirimi yoluna gidilmesi gerekmektedir. Gelire bağlı vergilerde yapılacak bir indirimin gelir etkileme katsayısı bu verginin çarpan katsayısı ile belirlenmektedir. Bu katsayı, daha önce belirtildiği gibi, [1/1-c (1-t)] ifadesi ile gösterilir.

 Vergi oranında yapılan bir indirim, çarpan katsayısının paydasındaki (ct) değerini küçültmektedir Klasik yaklaşıma bağlı kalınarak, harcamaların gelire bağlı olmayan vergilerle karşılandığı varsayıldığında, diğer bir deyişle, denk bütçe varsayımı altında net bütçe etkisi, bilindiği gibi, ÆY=ÆGo olacaktır. Buna göre ekonomideki gelir artışı, kamu harcamalarının artışına bağlıdır ve ona eşittir. Diğer bir deyişle, gelire bağlı olmayan vergilerin bulunduğu bir sistemde denk bütçe uygulaması milli gelirde bütçe hacmine eşit bir artışa neden olacaktır.

Neo-klasik ekonomi öğretisinde denk bütçe ilkesi, ekonomik istikrar açısından nötr olduğu, yani milli gelirde bir değişiklik yaratmadığı gerekçesi ile ileri sürülmüştür.

GENiŞLETiCi MALiYE POLiTiKASINI DESTEKLEYiCi ARAÇLAR

Maliye Politikası Yanında Para Politikası

Durgunluğu giderici maliye politikası uygulaması esnasında ekonomide işlem hacmi yükselir. Yükselen işlem hacmini çevirmeye yetecek para miktarı olmadığı durumda, diğer bir deyişle, işlem güdüsü ile para talebinin yükselişi karşısında para arzının gereği kadar arttırılmadığı durumda, faiz oranı yükselir ve uyarılmış yatırımlar üzerinde olumsuz etki yapar.  Sonuçta, kamu kesiminde yapılmış olan otonomyatırımların tam çarpan etkisi ile oluşturabileceği gelir artışı sağlanamaz.

Tam Çarpan Etkisi: Kamu harcamalarında bir birim artışın, veri çarpan katsayısı ve sabit faiz oranı altında gelir düzeyinde oluşturduğu artıştır.

maliye politikasından beklenilen sonucun alınabilmesi için,  maliye politikası yanında para politikasının da devreye sokulması kaçınılmaz olmaktadır. Piyasaya çıkan yeni paranın sermaye piyasası yerine veya onunla beraber mal piyasasına yöneldiği kabulü yapılsa da çok farklı sonuca ulaşılamaz. Çünkü, depresyon dönemlerinde görülen stok birikimi ve atıl kapasite beraberinde yoğun işsizliği de getirmiştir. Veri işsizlik, maliyet yönünden ücreti sürekli düşük düzeyde tutarken, aynı anda talep yönünde de ciddi bir kısıtlama getirmiş olmaktadır. Piyasaya sürülen para, işsizler kesimine kanalize edilmedikçe, etkin bir sonuç alınamaz. işsizlik sigortası gibi sosyal önlemlerle işsizlik kanalına sevk edilen yeni para, tüketimi canlandırabilir. Fakat ekonomide yoğun stok birikimi olduğundan, bunun yeni yatırımlara yol açması uzun süre alır. Genişletici maliye politikası, özellikle kamu otonom yatırım harcamaları yolu ile işsizler kesimini hedef alan harcamalarla en etkin sonuca ulaşır.

Otonom Yatırım: Faiz  oranından bağımsız olarak kamu kesimi içinde yapılanNyatırım harcamalarıdır.

Bütçe açığının enetkin finansman yolu,  maliye politikası önlemleri ile birlikte para politikasını da harekete geçirebilecek olan Merkez Bankası finansmanıdır Böylece, kamu otonom yatırım harcamalarının özel yatırımları olası dışlama etkisi de ortadan kaldırılmış olmaktadır.

Maliye Politikasının Etkinliği

Kamu otonom yatırımlarının özel kesim uyarılmış yatırımları üzerinde oluşturduğu dışlama etkisi, maliye politikasının etkinlik sorununu gündeme getirmektedir. Maliye  politikasının etkinliği üzerinde olumsuz etki yapan bir öge faiz oranıdır.

Maliye Politikasının Etkinliği: Veri carpan katsayısı altında uygulanan maliye politikasının tam çarpan katsayısı etkisi oluşturmasıdır.

Yatırım fonksiyonunun faiz ilişkisinin negatif olması, faiz-milli gelir eksenleri arasındaki IS fonksiyonunun da negatif eğimli olmasına neden olmaktadır. Faiz oranı ile gelir düzeyi arasında ilişki kuran para piyasası dengesi ise spekülatif para talebi ile para arzı arasında eşitliği sağlayan likidite talebi ve para arzı fonksiyonu (LM) ile gösterilmektedir. Bu fonksiyon bize, artan gelir karşısında işlem güdüsü ile yapılan para talebinin arttığını, spekülatif piyasalardaki para arzının azaldığını ve bunun sonucunda da faiz oranının yükseldiğini göstermektedir

Tam çarpan katsayısına işlerlik kazandırabilmek İÇİN= maliye politikasının para politikası ile desteklenmesi kaçınılmazdır.

Dışlama etkisinin faiz oranı yükselişine ve bu yükselişin marjinal yatırımlar üzerindeki etkisine bağlı olarak ortaya çıkması, paranın dolanım hızına yatırımların faiz esnekliğine spekülâtif para talebinin faiz esnekliğine bağlı bulunmaktadır.

Durgunluğu giderici ya da diğer bir deyişle, genişletici bir maliye politikası uygulandığında sistemin etkinliği üzerinde olumsuz etki yapan ikinci unsur ise  ekonominin dış ticarete açık olmasıdır. Bilindiği gibi, ihracat milli geliri arttırıcı, ithalat ise kısıcı yönde etkilemektedir. Bu durumda gelir arttıkça marjinal ithalat eğilimine bağlı olarak ithalat da artacağından nihai gelir artışı kapalı ekonomide oluşacak düzeyin altında gerçekleşecektir

Genişletici Maliye Politikası ve Borçlanma

Genişletici maliye politikası, niteliği gereği, açık bütçe ilkesine dayanır ve borçlanmayı gündeme getirir. Çünkü, genişletici maliye politikası uygulanırken bir yandan kamu harcamaları arttırılmakta, diğer yandan vergiler hafişetilmektedir Durgunluk dönemlerinde ihraç edilen kamu borç senetleri hem özel tasarrufçular için güvenilir bir yatırım aracı olarak görülür, hem de elde edilen faiz geliri, özel tüketim harcamalarını artırıcı yönde etki yapar Durgunluk dönemlerinde kamu harcamalarının finansmanında vergi yerine borçlanmanın kullanılması, ekonomide toplam tüketimi arttırır Özel tüketim harcamaları değişmeden kamu harcamalarının yükselmesi, toplam tüketimi artırmaktadır. Genişletici maliye politikası bağlamında uygulanan borçlanmanın Merkez Bankasından ya da halktan yapılması, faiz oranı ve fiyatlar genel düzeyi üzerinde fazla  bir farklılık yaratmaz.

GENiŞLETiCi MALiYE POLiTiKASININ GENEL DE⁄ERLEMESi

Genişletici maliye politikası, ilke olarak ekonomilerde yapısal faktörler dışında oluşan nedenlere bağlı olarak ortaya çıkan durgunluk halleri esnasında geçici olarak uygulamaya konan mali önlemler dizisi olarak görülür. Diğer bir deyişle, ekonomik kalkınma veya temel kesimlerde ciddi ve yapısal nedenlere bağlı darboğazların bulunduğu hallerde genişletici maliye politikası yeterli ve etkili olamaz. Çünkü, bu tür politikanın etkili olabilmesi için ekonomik yapının hem kapasite hem de duyarlılık açısından elverişli olması gereklidir. Kalkınma çabası içinde olan ekonomilerin temel sorunları ise yapısal darboğazlar ve her alanda yaşanan kapasite eksikliğidir. Bundan dolayı, bir istikrar önlemi olarak bu tür politikaların gelişmekte olan ülkelerde uygulanmaları anlamlı değildir. Genişletici maliye politikasının 1960’lardaki bu başarısı, durgunluğun ve enlasyonun bir arada yaşandığı ve stagşasyon adı ile anılan günümüz koşullarında yinelenememektedir.  Bunun temel nedeni, ekonomilerin gerek yapı, gerek sorunları ve gerekse duyarlılıkları açısından çok önemli değişikliklere uğramış olması ve bazı sorunların ekonomilerin yapılarından kaynaklanıyor olmasıdır. ABD hükümeti olmak üzere, gelişmiş ekonomi yönetimleri 1929 Krizi sonrası politikaları uygulamamış, Keynesyen teori doğrultusunda hareket etmişlerdir. Çünkü, 1929 Krizi sonrasında finansal işlemler durdurulduğu için krizin olağanüstü derinleştiği iddia edilmiştir Keynes teorisi ise krizlerde genişletici maliye ve para politikası uygulanmasının gerekli olduğunu savunur. Kriz nedeniyle ABD’de büyük bir yatırım şirketi olan Lehman Brothers ve benzeri bazı büyük firmaların batışı, ABD yönetimini 1929 Krizi sonrası tersi önleme yönelterek piyasalara milyarlarca dolar kurtarma desteği sağlamaya yöneltmiştir. Durgunlukla mücadelede temel amaç toplam talebi arttırmaktır. Bunun için kamu harcamaları arttırılır ve bütçe açığı oluşturulur. Durgunlukla mücadele önce, pasif olarak sistem duyarlılığına bağlı olan otomatik istikrar sağlayıcılar yolu ile gerçekleştirilebilir. Bu durumda durgunlukta toplam talebin arttırılması arzulandığından, kamu harcamaları düzeyini korurken, vergi gelirlerinin otomatik olarak gerilemesi, bütçe açığının oluşmasına neden olacaktır. Kamu cari ve yatırım harcamalarındaki genişleme aynı çarpan katsayısı ile milli geliri büyütürken, transfer harcamaları çarpan katsayısı, transfer geliri elde edenlerin marjinal tüketim eğilimine bağlı olarak etkili olur. Diğer yandan, cari harcamalarda bir artış atıl kapasiteyi harekete geçirirken, yatırımlarda bir artış ilk anda harcama artışı yaratır, ikinci aşamada ise kapasite artışı oluşturur. Genişletici maliye politikasında etkinlik faiz oranının sabit tutulması ile sağlanır. Oysa, genişletici maliye politikası faiz yükseltici bir etki oluşturur. Söz konusu faiz oranı yükselişini önleyebilmek İçin, genişletici maliye politikası ile birlikte para arzının da arttırılması kaçınılmazdır. Genişletici maliye politikası daha çok gelişmiş kapitalist ekonomilerde karşılaşılan durgunluk krizlerinde piyasanın önünü açmaya yönelik uygulama araçlarıdır. Gelişmekte olan ekonomilerin sorunları ise bundan farklı olarak, yapısaldır. Bu nedenle, kalkınma politikaları ile durgunluğu giderici genişletici politikaları birbiri ile karıştırmamak gerekmektedir.

ÜNİTE=7

STAGFLASYONUN TANIMI

Stagflasyon, kavram olarak iki kelimenin birleşiminden oluşmuştur. Bu kavramı ilk defa ingiliz Parlamenter iain Macleod 1965 yılında kullanmıştır. ingilizce durgunluk anlamına gelen “stagnation” ve enflasyon anlamına gelen “inşation” kavramlarını birleştiren ve “stagşation” olarak kavramlaştıran Macleod, 1965 yılında ingiliz ekonomisinde ortaya çıkan enflasyon ile birlikte yaygın işsizlikten kaynaklanan durgunluğu ifade etmek istemiştir.  Bu kavramı, Paul Samuelson’un “durgunluk döneminde artan enflasyon” anlamında kullanmasının etkisi ile birlikte, stagflasyon ekonomi yazınında yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır. Stagflasyonu tanımlamak ve daha iyi analiz edebilmek için enflasyon, işsizlik ve ekonomik büyüme kavramları üzerinde kısaca durmak gerekir

Stagflasyon: Bir ekonomide yaygın işsizlik ile beraber yüksek enflasyonun yaşandığı bir ekonomik istikrarsızlıktır.

enflasyon, bir ekonomide fiyatlar genel düzeyindeki sürekli artışı ifade etmektedir Bir ekonomideki toplam arz ile toplam talebin birbirine eşit olduğu denge durumunda fiyatlar değişmez. Ekonomide üretilen mal ve hizmetler denge fiyatında toplam talebi karşılamaktadır. Ancak, bu denge, toplam talebin artmasıyla ya da toplam arzın azalmasıyla değiştiğinde fiyatlar yükselmeye başlar ki bu durum enflasyon olarak  tanımlanmaktadır. işsizlik ise bir ekonomide çalışma gücünde ve arzusunda olan ve cari ücret düzeyinde çalışmaya razı olup iş bulamayanlardan oluşmaktadır. Bir ekonomide işsizliğin yaygınlaşması, üretimin yavaşlaması sonucunu doğurabilir. Üretimin azalması, şüphesiz ki ekonomik büyümeyi de yavaşlatır.  Bir ekonomide ortaya çıkan enflasyon ile mücadelede daraltıcı maliye politikalarına ihtiyaç duyulurken işsizlik ile mücadele ve ekonomik büyüme için genişletici maliye politikaları önerilir. Stagflasyonun varlığında, enflasyonist etkilere karşı daraltıcı, işsizliği önlemek ve büyüme için genişletici politikalar gerekli olduğundan, birbirlerine zıt olan iki politikanın aynı anda yürütülmesi mümkün olamamakta ve stagflasyon ile mücadele için yöntemlerin farklı olmasını gerekli kılmaktadır. Stagflasyon sorunu enflasyon, işsizlik ve istikrarsız büyüme sorunlarının karması şeklinde ifade edilebilir. Bu nedenle, stagflasyon, yüksek enflasyonun, atıl üretim kapasitesinin, yaygın işsizliğin, yetersiz büyümenin birlikte yaşandığı bir ekonomik istikrarsızlık sorunu olarak tanımlanabilir

STAGFLASYONU AÇIKLAYAN GÖRÜŞLER

Klasik ekonomi yaklaşımına karşı 1936 yılında yayımladığı “Para, Faiz ve istihdamın Genel Kuramı” isimli kitabı ile John Maynard Keynes, daha önce belirtildiği gibi, tarafsız maliye anlayışının terk edilmesini ve müdahaleci bir devlet anlayışı ile devletin ekonomiye müdahale etmesini önermiştir.  Keynesyen yaklaşım ile paralel olmak üzere, bir ekonomide yüksek enflasyonun olduğu dönemlerde düşük işsizlik oranları görülmüştür. işsizliğin yaygın olduğu dönemlerde de daha düşük enflasyon oranları ortaya çıkmıştır. Bu durum, Yeni Zelanda’lı ekonomist Alban William Phillips tarafından ingiliz ekonomisi üzerine yaptığı bir çalışma ile daha anlamlı hale gelmiştir. A. W. Phillips, adı geçen çalışmada, parasal ücretlerin artışı ile işsizlik oranı arasındaki ilişkinin ters yönlü olduğu sonucuna varmıştır Bunu bir grafik ile ifade etmiş ve Phillips eğrisi olarak ekonomi yazınında yerini almıştır. Phillips eğrisine göre, bir ekonomide, işsizlik ile mücadele edildiğinde nispeten düşük işsizlik oranına ulaşılır, ancak bu durum yüksek parasal ücret artışı ile başarılabilir. Parasal ücretlerin artışı enflasyona yol açtığına göre, düşük işsizlik yaşandığı dönemlerde yüksek enflasyon söz konusu olur. Eğer enflasyon ile mücadele edilirse bunu başarmak ancak yüksek işsizlik sonucunda gerçekleştirilebilmektedir Özetle, işsizlik oranı ile enflasyon oranı arasında yer alan bu zıt yönlü ilişkinin sürekli ve istikrarlı olduğu ileri sürülmüştür.

Monetarist Yaklaşım

Monetarist görüşün kurucusu olarak kabul edilen Milton Friedman oluşumuna da katkı sağlayan Edmund Strother Phelps enflasyon ile işsizlik oranları arasında istikrarlı olduğu ileri sürülen ilişkinin doğruluğu üzerinde durmuşlardır. Friedman ve Phelps’e göre enflasyon ile işsizlik arasındaki ilişki, beklenen enflasyon oranı değişmediği zaman istikrarlı olacak, beklenen enflasyon oranının değişmesi halinde ise Phillips eğrisi yukarı doğru hareket edecek ve yeni bir denge noktası oluşacağı ileri sürülmektedir.  Dikkat edilmelidir ki enflasyon, beklenen ve gerçekleşen olmak üzere iki farklı şekilde tanımlanmaktadır Ekonomideki karar birimleri geleceğe ait enflasyon tahminlerini beklenen enflasyon olarak tanımlamakta ve bu oranı dikkate alarak ekonomik kararlarını oluşturmaktadırlar Friedman ve Phelps Onlara göre, eğer gerçekleşen enflasyon oranında hissedilir ya da önemli bir artış söz konusu olursa bu durumda, beklenen enflasyonun yükseleceği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Beklenen enflasyon oranının yükseldiği durumda, hem enflasyon hem de işsizliğin artabileceği ileri sürülmektedir. Friedman ile Phelps’in analizlerinde iki ayrı Phillips eğrisinden söz edilmektedir. Bunlardan biri kısa dönem Phillips eğrisi diğeri ise uzun dönem Phillips eğrisidir. Kısa dönem Phillips eğrisi orijinal Phillips eğrisi olarak bilinmektedir. Sabit enflasyon beklentisi varsayımı altında işsizlik oranı ile enflasyon oranı arasındaki değişim oranını gösteren eğri kısa dönem Phillips eğrisidir.

Kısa dönem Phillips eğrisi:işsizlik oranı ile enflasyon oranı arasındaki değişimi gösteren negatif eğimli bir eğridir.

Uzun dönem Phillips eğrisi: Beklenen enflasyonun değişken olması durumunda, enflasyon oranı ile işsizlik oranı arasında  ters yönlü bir ilişkinin bulunmadığını gösteren bir eğridir.

Kısa dönemli Phillips eğrisinin yatay ekseni kestiği işsizlik oranında (u3) fiyatlar değişmemektedir işsizlik oranını azaltmak ancak daha yüksek fiyat düzeylerinde mümkün olmaktadır.

Uzun Dönem Phillips Eğrisi

Friedman ve Phelps, beklenen enflasyon kavramından güç alarak Phillips eğrisinin kısa dönemde istikrarlı olmadığını, uzun dönemde de, enflasyon ve işsizlik arasında bir değişimin görülmediğini ileri sürmektedir.

Friedman ve Phelps, görüşlerini desteklemek üzere de doğal işsizlik oranını kullanmışlardır. Onlara göre, enflasyon oranı arttıkça, beklenen enflasyon oranı da artacaktır. Bu durum, kısa dönem Phillips eğrisini, beklenen enflasyon oranına bağlı olarak yukarıya doğru kaydıracaktır Doğal işsizlik oranı, enflasyonun olmadığı işsizlik oranı olarak kabul edildiğinde, kısa dönem Phillips eğrisinin yatay ekseni kestiği noktada oluşan işsizlik oranı doğal işsizlik oranı olarak kabul edilebilir.   işçi ve firmaların beklentileri dikkate alındığında işsizlik oranı doğal işsizlik oranına dönmekte ve reel ücret değişmemektedir. Uzun dönem Phillips eğrisi kısa dönem Phillips eğrilerinin yukarı kayması ile oluşan denge noktalarının birleştirilmesi ile oluşmaktadır. Uzun dönemde enflasyon ve işsizlik arasında bir değişim oranı söz konusu olmamaktadır. Uzun dönemde Phillips eğrisinin dikey olduğu kabul edilmektedir. Monetaristlerce Phillips eğrisinin bu şekilde yorumlanması, enflasyon ve işsizlik arasında istikrarlı ve ters yönlü bir ilişkinin olmadığının kabul edilmesi sonucunu doğurmaktadır. Bu sonuca göre de, bir ekonomide yüksek enflasyon ile yaygın işsizlik aynı anda yaşanabilmektedir.

Çağdaş Keynesyen Yaklaşım

John Maynard Keynes’in Genel Kuramı’nı yayımlamasından sonra gerek gelişmiş ve gerekse gelişmekte olan ülkeler müdahaleci devlet anlayışını benimsemiş ve ekonomilerinin istikrara kavuşmalarında, toplam talep yönetimi ile istikrar politikalarını uygulamışlardır Yapısal işsizlik, iş gücünün meslekler, sektörler ve bölgeler itibariyle dağılımının dengesizliğinden oluşmaktadır.

STAGFLASYONUN ETKiLERi

Stagflasyon olgusu, hakim olan Keynesyen ekonomi anlayışını sarsmıştır. Birincisi, fiyat istikrarsızlığının ortaya çıkardığı sosyal maliyetler ki bunlar arasında, kaynak tahsisinin bozulmasına bağlı olarak kaynakların etkin kullanılamaması, gelir dağılımının bozulması, ödemeler dengesinin olumsuz etkilenmesi, tasarruf hacminin etkilenmesi sayılabilir.  ikincisi ise işsizliğin neden olduğu maliyetler olarak ortaya çıkmaktadır.

STAGFLASYONLA MÜCADELE YÖNTEMLERi

Stagflasyon, temelde iki ekonomik sorunun bileşimi olduğundan bunların birlikte ve aynı anda çözümlenmesi gerekli olmaktadır. iki sorundan birini sabit tutarak diğerini çözüme kavuşturmak ve daha sonra geriye kalan sorunu çözmek mümkün değildir.

Gelirler Politikası

Gelirler politikası: Enflasyonu etkileyen fiyat ve ücret artışlarını ortadan kaldırmak ya da sınırlandırmak üzere geliştirilen doğrudan müdahale içeren politikalardır.

Gelirler politikası ile ücret ve fiyat artışlarına bağlı oluşan gelirlere müdahale anlaşılmaktadır. Gelirler politikası, kamu harcama ve gelirleri dışında toplam talebi ve toplam arzı etkileyen değişkenler üzerinde çeşitli kontrolleri içermektedir. Diğer bir deyişle, gelirler politikası, bir ekonomideki enflasyonun oluşumuna etki eden faktörleri ortadan kaldırmaya ya da sınırlandırmaya yönelik uygulanması düşünülen önlemleri içermektedir. Gelirler politikası kapsamında, enflasyonu oluşturan ve artıran faktörleri ortadan kaldırmak ya da etkilerini en aza indirmek üzere en hafiften başlayarak oldukça sert, çeşitli önlemler söz konusudur En hafif önlem ücret ve fiyat artış eğilimi içinde olan firmaları ikna etmektir. ikinci olarak geliştirilen çeşitli göstergeler ile onların gönüllü olarak fiyat ve ücret artışına gitmelerini engellemektir. Gelirler politikasının en sert önlemi ise fiyat ve ücretlerin genel olarak dondurulmasını içermektedir Gelirler politikası içinde, yasal olarak fiyat tavanları belirlemek ve bunlara uymayanları cezalandırmaya yönelik uygulanan fiyat ve ücretlerin dondurulması önlemi, diğerlerine göre en etkili olan, ancak uzun dönem düşünüldüğünde kaynak tahsisini bozan bir niteliğe sahiptir. Enflasyonla mücadele politikasının amacı, ortalama fiyat artış oranının fiyatların kaynak dağılımındaki rolüne müdahale etmeden azaltılmasının başarılabilmesidir Fiyatların dondurulması piyasa mekanizmasına doğrudan müdahale olduğundan başka ekonomik sorunlara yol açmaktadır. Dolayısı ile bir ekonomik sorunun çözümü başka bir ekonomik sorunun ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu nedenle, gelirler politikasının bu en müdahaleci yaklaşımı genelde uygulanmamaktadır. Geçmişte gelirler politikasını aktif bir şekilde uygulayan ülkeler arasında 1790’lı yıllarda Fransa, II. Dünya Savaşı sürecinde ve 1970’li yıllarda Amerika Birleşik Devletleri, 1975’li yıllarda Kanada, 1970’li yıllarda Birleşik Krallık, Avusturalya, italya, 1982 yılında Yeni Zelanda ve son olarak 2007 yılında Zimbabve bulunmaktadır.

Vergi Temelli Gelirler Politikası

Gelirler politikası 1970’li yıllarda ABD’de ve çeşitli Avrupa ülkelerinde stagflasyonla mücadele etmek amacıyla uygulanmış ancak, istenen sonuçlar elde edilememiştir. Yukarıda da ifade edildiği üzere, ücret ve fiyatların oluşum süreçlerine müdahale piyasaların nispi ücret ve fiyat yapılarını saptırmakta ve kaynak tahsisi bozulmaktadır. Bunların sonucunda ekonomik etkinsizlikler, karaborsa gibi sorunlar ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle, daha esnek bir politika aracı olarak  Henry Wallich ve Sidney Weintraub tarafından  vergi temelli gelirler politikası önerilmiştir.  Vergi temelli gelirler politikası, devletin belirli bir fiyat ve ücret düzeyini gösterge olarak belirlemesi ve bu değeri geçmeyen ücret ve fiyat artışları yapan firmalara vergisel avantajlar sağlayarak onları ödüllendiren, gösterge değerini aşan fiyat ve ücret artışı yapan firmaların ise vergisel yükümlülüklerini artırarak onları cezalandıran bir vergi politikası izlemektir

Vergi temelli gelirler politikası: Vergi sisteminin parasal ücret artışlarını sınırlandırmak üzere kullanılmasını öngören bir politikadır. vergi temelli gelirler politikası ile ücretleri belli bir sınırda tutan firmalar ve işçiler vergi azaltılması yoluyla mükafatlandırılmakta, aksine, aşırı ücret artışları öneren ve alan firmalar ve işçiler yüksek vergiler yoluyla cezalandırılmaktadır. Bu tür bir politika, örneğin, toplu sözleşme sürecini olumsuz etkileyebilir. Bu nedenle sendikalar bu politikayı kabul etmezler.

indeksleme

indeksleme, bir ekonomik değişkenin belirli bir fiyat endeksi ile otomatik olarak ayarlanması olarak tanımlanabilir.

indeksleme: Ücret, maaş gibi nominal değişkenleri belirli bir fiyat indeksi kullanılarak reel değerlerine dönüştürme tekniğidir.

Örneğin, bir ekonomideki parasal ücretlerin düzeyi hesaplanan enflasyon oranı ile indekslenebilir. Bu durumda enflasyon oranı bir yıldan diğer yıla örneğin, %15 artış göstermiş ise o ekonomideki parasal ücretler de otomatik olarak %15 artmış olur.  indeksleme ile fiyat artışları karşısında reel ücretler düzeyini sürekli korumuş olur. Stagflasyonla mücadele yöntemlerinden biri olarak ifade edilen indeksleme ile gelir vergisi, işçilerin iş (ücret) sözleşmeleri, işsizlik tazminatları ve sosyal güvenlik yardımları cari enflasyon oranına göre indekslenebilir. indeksleme ile ücret hadleri sürekli olarak reel değerini koruyacağından işsizliği etkilemeyebilir Dolayısı ile sözleşme sürerken enflasyon oranının azalması sözleşmelere yansımayacağından reel ücretler artmakta bu durumda da iş gücü talebi azalarak işsizlik artmaktadır indeksleme ile iş sözleşmeleri enflasyon oranına göre ayarlanacağından reel ücret değişmemekte, bu da en azından işsizlik oranını değiştirmemektedir. Anlaşılmaktadır ki indeksleme yaklaşımı da stagflasyonla mücadelede ancak sınırlı ve geçici bir çözüm sunabilmektedir

Üretim Teşvikleri ve Toplam Arz

Keynesyen ekonomi yaklaşımında ekonomik istikrarsızlıkların temelinde talepte meydana gelen yetersizlikler ileri sürülürken arz yönlü ekonomistler istikrarsızlıkların kaynağında arz ya da üretim yetersizliklerine vurgu yaparak istikrarsızlıkların kaynağının arz şokları olduğunu ileri sürmektedirler Arz yönlü ekonomistler, mal ve hizmet üretimi üzerinden alınan yüksek oranlı vergilerin üretim maliyetlerini artırdığından toplam arzı ciddi bir biçimde etkilediğini ileri sürmektedirler. Bu ekonomistlere göre, vergi oranlarının düşürülmesi halinde, bir ekonomide, vergi yükü azalacağından çalışma teşvik edilmiş olacak, buna bağlı olarak üretim artacak, gelir düzeyi yükselişi ile daha fazla tasarruf gerçekleştirilebilecek ve sermaye birikimi artacaktır. Bu arada artan tasarruşarın yatırımları finanse etmesi ile ekonomik büyümede gerçekleşecektir.

Artur B. Laffer, vergi indirimi politikasının uygulanması halinde vergi hasılatının daha fazla olacağını iddia etmekte ve bunun nedeni olarak da vergi indirimi poltikası ile gelirin (matrah) yükseleceğini ve yüksek matraha uygulanan indirimli vergi oranı ile vergi hasılatının daha fazla olacağını ileri sürmektedir.  Laffer eğrisi olarak bilinen bu yaklaşımda, vergi gelirleri ile vergi oranı arasındaki ilişki önem kazanmaktadır.

Stagflasyonun bir ekonomide oluşturduğu etkileri değerlendirmek. Stagflasyon sorununun yaşandığı bir ekonomide yaygın işsizlik ve yüksek enflasyondan kaynaklanan sorunlara bağlı olarak ekonomide değişik olumsuz etkiler görülmektedir. Yani, kaynak tahsisi bozulmakta, dengeli bir gelir dağılımından uzaklaşılmakta, ekonomik büyüme yavaşlamakta, yoksulluk artmaktadır. Bunlara bağlı olarak tüketicilerin refah düzeyleri olumsuz etkilenmekte ve yaşam standartları giderek kötüleşmektedir.

Stagflasyonla mücadelede alternatif yaklaşımları açıklamak. Stagflasyonla mücadelede geleneksel mali araçları n kullanımı ile makro düzeyde politikaların çözüm olmadığı ifade edilmekte, ancak ekonominin mikro yapısı ile uyumlu politikaların geliştirilmesi ileri sürülmektedir.

Monetaristler, işsizlik oranı ile enflasyon oranı arasında kısa dönemli ilişkinin istikrarsız olduğunu, uzun dönemde ise iki oran arasında bir değişimin olmadığını ileri sürerek görüşlerini ortaya koymuşlardır. Monetaristlere göre, bir ekonomide beklenen enflasyon oranının değişken olmasına bağlı olarak uzun dönemde yüksek enflasyon ile ekonomi doğal işsizlik oranında dengededir.

Uzun dönem Phillips eğrisi bu nedenle, dikey eksene paralel dik bir doğru şeklini alır. Bunun anlamı, işsizlik oranı ile enflasyon oranı arasında uzun dönemde değişim oranının gerçekleşmediğidir.

Çağdaş Keynesyenler ise stagflasyon sorununun oluşumunun mal ve hizmet piyasalarının rekabetçi piyasalara sahip olamamalarından ve fiyat ve ücretlerin aşağı yönlü esnek olmamasından kaynaklandığını ileri sürmektedirler

 

ÜNİTE=8

Tüm kamu kurum ve kuruluşları bütçe açıklarının toplamına kamu açığı ya da kamu kesimi borçlanma gereksinimi, sadece merkezî devlet bütçesinin açıklarına ise bütçe açığı ya da merkezî bütçe borçlanma gereksinimi adı verilir

Kamu açığı: Tüm kamu kurum ve kuruluşları bütçe açıkları toplamıdır.

Bütçe açığı: Olağan bütçe harcamalarının olağan bütçe gelirlerini alfan miktarıdır.

Bütçe açığı kavramı bütçeiçinde yer alan kamu harcamaları ile vergi ve harç vb gibi olağan bütçe gelirleri arasında harcamalar lehine olan farkı gösterir.  Bütçe açıkları kamu açıklarının en önemlisi olmakla beraber, ancak bir bölümünü

oluşturmaktadır.  harcamaların tümünün olağan bütçe gelirleri ile karşılanması durumunda bütçe denkliği söz konusudur Harcamaların tümünün bütçe olağan gelirleri ile karşılanmadığı durumda ise bütçe açığından söz edilir Bireysel veya aile bütçelerinin aksine kamu bütçesinde devamlı açık oluşabilmesi vergi salmanın ve para yaratmanın kamusal güç olmasından kaynaklanmaktadır Vergilerle karşılanamayan harcamalar ise kamu borçları ile karşılanır. Vergiler ve diğer olağan kamu gelirleri ile karşılanamayan kamu harcamaları için Hazine aracılığı ile borçlanma yoluna gidilir. Kamu borç yönetimini üstlenen Hazine ya Merkez Bankası’ndan borç alır, ya da Merkez Bankası dışı kaynaklardan borçlanma yoluna gider. Merkez Bankası’ndan borçlanma işlemi, halkın arasında para basma olarak bilinen, teknik olarak piyasaya çıkmamış olup Merkez Bankası kasalarında steril olarak tutulan paraların devlet bütçesinde kullanılmak üzere hazine üzerinden devlete borç verilmesi sürecidir. Bu işlemde Merkez Bankası iç varlık adı altında almış olduğu hazine senetleri karşılığında Hazine’ye, yani devlete borç verir. Böylece piyasaya yeni satınalma gücü sürülmüş ve para tabanı genişletilmiş olur. Hazine, Merkez Bankası dışında, özel bankalar aracılığı ile borç verilebilir piyasalardan da borçlanabilir. Bu süreçte, Hazine belirli aralıklarla ihaleye çıkar ve en düşük faiz oranından borç vermeye razı olan finans kuruluşundan borç alır. Bütçe açığı zamanla vergilerin yükseltilmesi yoluyla ortadan kaldırılabilir Harcamaların vergilerle karşılanan bölümü dışında kalan kısmının borçlanma ile karşılanmasına bütçe açığının finansmanı adı verilir Tüm koşulların sabit tutulduğu şeklindeki akademik tartışma kuralına uyularak yani bütçe harcamaları tutarı ve bileşiminin sabit olduğu varsayımı altında, sadece açığın finansmanının etkileri konusu açıklanacak, bütçe açığının alternatif finansman yönteminin etkileri fark etkisi ya da diferansiyel etki olarak ele alınacaktır. Ekonomik dengelerin sağlanmasında devlete aktif görev veren Keynesyen görüşe göre, iradî olarak bütçe açığı verilmesi gerekmektedir. Bu görüşte bütçe açığı bir sorun olarak değil, maliye politikasının temel aracı olarak iradî politika bağlamında ele alınmaktadır. bütçe açıklarından kesinlikle kaçınılması gerektiği, tam tersine, ekonomik dengeleri bozucu etkisi olduğu ileri sürülmektedir. Yıllık bütçe açıkları ve kamu açıkları akım halinde açık kavramı ile tanımlanır. Akım halindeki açıkların yıllar itibariyle ödenmemiş birikmiş tutarları ise stok olarak açık şeklinde tanımlanır. Her iki şekilde ifade edilmiş açık kavramının da milli gelire oranla belirli boyutta tutulmasının, ekonomik istikrar ve kırılganlık politikaları açılarından çok büyük bir önemi vardır. Avrupa Birliğinin kabul etmiş olduğu Maastricht ölçütüne göre, kamu açığının (akım kavramı) milli gelire oranının %3’ü, borç stokunun milli gelire oranının da %60’ı geçmemesi gerekmektedir. Aksi halde, ekonomik kırılganlık ortaya çıkar ve böyle bir ekonominin hem uluslararası borçlanma faizi risk oranı yükselir, hem de uluslararası piyasalardan borç temini zorlaşacağından ve içeride nakit tutmada zorluklar oluşacağından faiz oranı olağanüstü yükselir ve bu durum ekonomiyi riskli kılar. Bütçe açığı, hedefenen politikalara göre, iki şekilde ele alınabilir. Tüm kamu harcamalarının dahil edildiği birinci tanımlamada ne kadar borçlanma gereksiniminin taşınabilir olduğu saptanabilir. Bu hesaplamada tüm kamu harcamaları ile vergiler ve olağan bütçe gelirleri arasındaki fark hesaplanır. (Vergi ve Olağan Bütçe Gelirleri – Toplam Kamu Harcamaları) olarak formüle edilen tanımlamanın sonucuna Nihai Bütçe Dengesi adı verilir. Formülün sonucunun sıfır olması denk bütçe, artı olması bütçe fazlası ve eksi olması ise bütçe açığı durumunu gösterir. Bütçe açığı ile ilgili diğer bir tanımlamada ise toplam kamu harcamalarından faiz ödemeleri çıkartılır ve sonuç vergi ve olağan bütçe gelirleri ile karşılaştırılır. [Vergi ve Olağan Bütçe Gelirleri – (Toplam Kamu Harcamaları – Faiz Ödemeleri) ] Böylece formüle edilen açıklamada buluna sonuca birincil bütçe dengesi adı verilir. Birincil bütçe sonucunun da, nihai bütçe sonucunda olduğu gibi, her hal ve koşulda denge durumunda olması söz konusu değildir,

Birincil bütçe dengesi:   Birincil bütçe sonucu özellikle borç yönetimi bağlamında önemlidir. Vergi ve olağan bütçegelirlerinden, toplam kamu harcamaları artı faiz ödemelerini çıkartıldıktan sonra kalan miktardır.

Görülüyor ki birincil bütçe sonucu ile borç faizi arasındaki ilişki, kamu borç stoku üzerinde etkili olarak, borç yönetiminde önemli bir araç ve göstergedir

MALiYE POLiTiKASI AÇISINDAN BÜTÇE ACIĞINA YAKLAfiIMLAR

ana-akım ekonomistleri ve radikaller ana-akım ekonomistlerin görüşleri neo-klasikler,Keynesyenler, monetaristler ve Ricardocular  Neo-klâsik ekonomistler ekonomik işleyişte piyasanın optimum kaynak ve adil gelir dağılımı sağlayacağı varsayımı ile piyasa dengelerinin bozulmaması için bütçenin denk olması gerektiği görüşünü benimsemişlerdir Neo-klasik görüş taraftarları devletin ekonomiye hiçbir şekilde müdahale etmemesi gerektiği görüşü yanında, kamu borçlarının da ekonomik işleyişi bozacağı görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bu görüş taraftarlarına göre, kamu borçları kuşaklararası kaynak ve gelir dağılımını şimdiki kuşak lehine bozarak piyasanın işleyişini olumsuz etkilediği gibi, olağan koşullarda oluşabilecek kuşaklar arası toplumsal tercihleri de saptırır. Bu nedenle, savaş veya doğal afetler gibi acil ortaya çıkan durumlarda ya da kendisini itfa edebilecek yatırımlara yönelik olarak yapılan borçlanmalar dışında kamu borçlanması neo-klasik yaklaşımca benimsenmez.  Kapitalist sistemin karşıtının ortaya çıkmış olması yanında, yaşanan büyük kriz Keynesyen görüşü doğurmuş ve neo-klâsiklerin aksine, ekonomiyi rayına oturtma konusunda kamu kesimine görev verilmiştir. Devletin bir yandan özel harcamaları yükseltmeye yönelik vergi avantajları sağlama, diğer yandan da talebi yükseltmeye yönelik doğrudan harcama önlemleri alarak piyasalara müdahale etmesi zorunludur. Keynesyen görüşün odağında bütçe açığının yer aldığı ortadadır. Diğer bir deyişle, klâsik  görüşlerin aksine, Keynesyen görüşte kamu kesimi işleyişi denklik içinde götürülmemeli, açık bütçe uygulaması kullanılmalıdır

Monetarist Yaklaşım

Açık bütçe uygulaması, hizmetlerin genişletilmesi ve gelirlerin yükseltilmesi yönünde toplumu mutlu ettiği gibi politikacıların da ellerini kolaylaştıran bir politika işlevi görmüştür. jandarma devlet anlayışını savunmuştur.

Ricardocu Yaklaşım

1974 yılında yayınladığı bir makale ile Robert Barro kendi adı ile anılan bir hipotez ortaya attı. Bu hipotez, ilk savunucusunun adı ile Ricardocu hipotez olarak da anılır. Ricardocu ya da Barro hipotezine göre, bütçe açıklarının borçlanma ile finansmanı bugünkü vergi yükünün gelecekteki aynı yükle ikamesi olduğundan yaşam boyu gelir hipotezi altında, tüketim üzerinde etkili olmaz. Bu hipotez, kuşaklararası geçişliliğin bulunduğu, ileriye ait vergi değişikliğinin öngörülmediği ya da olası bir değişikliğin bilindiği ve bireylerin bu bilinçle rasyonel davrandığı varsayımlarına dayandırılmaktadır

Radikal Yaklaşım

Kamu açığı konusuna sistem dışı ve eleştirel olarak yaklaşan radikal görüş yanlıları bütçe açıklarının kapitalist sistemin işleyişinin içsel dinamikleri sonucunda organik olarak ortaya çıktığını iddia etmektedir. James O’Connor ve taraftarlarının savunduğu görüş, kamu kesiminin işlevi ile ilgili çözümleme doğrultusunda geliştirilmiştir. O’Connor tezlerini geliştirirken kamu açıklarını Keynesyen talep yanlı araç olma görüşüne dayandırmamışlardır. Bu görüşe göre, kamu kesiminin birinci işlevi özel sermaye birikimine katkı yapacak faaliyette bulunmak, ikinci işlevi ise özel sermaye birikim sürecinin toplumsal ortamda oluşturduğu sosyal sorunları hafişetici harcamalar yaparak sistemi meşrulaştırmaktır

BÜTÇE ACI⁄ININ FiNANSMAN YÖNTEMLERiNiN EKONOMiK ETKiLERi

Bütçe açığı iki yoldan finanse edilir. Bütçe açığı finansmanının bir yolu Hazine aracılığı ile Merkez Bankası’ndan borçlanmaktır. Borcun vadesinin bir yıldan az olması durumunda kısa vadeli borç ya da dalgalı borç, borcun vadesinin bir yıldan uzun olması durumunda ise uzun vadeli borç oluşur. Nominal faiz ile reel faiz arasındaki ilişki enşâsyon oranı ile kurulmaktadır. Basit yöntemle, Enflasyonist dönemde nominal faizden reel faize ulaşmak için nominal faiz oranında enşâsyon oranı çıkartılır. Örneğin, başlangıçta %5 olan faiz oranının, enşâsyon oranının %10 olduğu durumda %15 oranına yükselmesi reel olarak da yükseldiği anlamına gelmez. Basit hesaplama yöntemi ile nominal faiz oranından enşâsyon oranı çıkartıldığında başlangıç faiz oranına ulaşılır, reel faiz oranı ise sabit kalmış olur. Yukarıdaki örnekte, işlem sonucunda 0,15 – 0,10 = 0,05 değerine ulaşılmaktadır. Nominal faiz oranı ve enşâsyon oranı veri iken reel faiz oranını hassas hesaplama formülü şudur R = [ (1 + N) / ( 1 + E ) ] – 1 Formülde; R , reel faiz oranını, N, nominal faiz oranını, E ise enşâsyon oranını göstermektedir. Örnek formüle uygulandığında;

Senyoraj hakkı: Devletin para basma tekeline sahip olmasının sonucu olarak para basmaktan elde ettiği gelirdir.

Borçların monetizasyonu: Kamu borçlarının Merkez Bankası para tabanının genişletilmesi ile itfa edilmesidir

Merkez Bankasından borçlanılarak başvurulan borç eritme yöntemine  borçların monetizasyonu adı verilir. Thomas Sargent ve Neil Wallace ikilisinin “Hoş Olmayan Moneterist Aritmetik” başlıklı makalelerinde geliştirdikleri görüş doğrultusunda Merkez Bankası dışı kaynaklardan borçlanma yöntemine karşı savunulmuştur.

Hoş olmayan monetarist aritmetik:  Uzun dönemde bütçe açığının borçla finansmanının parasal finansmandan daha Enflasyonist olması durumudur.

Bütçe Açıklarının Merkez Bankası Dışı Kaynaklardan

Finansmanının Ekonomik Etkileri

Bütçe açıklarının Merkez Bankası dışı kaynaklarla karşılanması, yurt içi kaynaklar ve yurt dışı kaynaklar olmak üzere iki şekilde olabilir.  Yurt içi kaynaklar iç ekonomide borç verilebilir piyasalardan oluşur. iç finansal kuruluşlar ve tüm tasarruşarın aktığı finansal piyasalar iç borç verilebilir kaynaklar havuzunu oluşturur Dış piyasalardaki finansal kaynaklar ise dış borç verilebilir kaynakları oluşturur. Kamu borçlanmasının hacmi büyük olduğundan Merkez Bankası dışı kaynaklara yönelmek faiz oranında ciddi artışa neden olur. Faiz oranında görülen artışın hem faktör hem de finansal piyasalarda önemli etkileri vardır şimdiki değerin hesaplanmasında faiz oranının önemini göstermektedir:

     SD =(G −M)n / (1+r)n

Formülde SD, şimdiki değeri, Gzaman içinde elde edilen gelirleri,  Mzaman içinde yapılan harcamaları, R faiz oranının ise yıl sayısını göstermektedir

Devletin vergi salma yetkisinin yanında para tabanını genişletme gücünün olması nedeniyle bütçe açıklarının borçlanma ile finansmanında Ponzi-tipi borçlanma yöntemini kullanma fazla sakıncalı görülmez. Ponzi-tipi borçlanmada borç faizi de yeni borçlanma ile karşılanarak borç stoku devamlı yükselir. Borç stokunun devamlı artmasını göze alabilen devlet, borçların faizini de yeni borçlarla kapatma yoluna gidebilir.

Ponzi tipi borçlanma: Borç faizinin de yeni borçlanma ile karşılanarak borç stokunun sürekli yükselmesi durumudur.

Bu uygulamada devamlı yüksek faiz ekonomide döviz arzını yükselterek ulusal paranın aşırı değerlenmesine ve böylece dış ticaret dengesinin bozulmasına ve cari açığın büyümesine neden olabilir. Enflasyonist ortamda sabit döviz kuru uygulanıyorsa, dış ticaret hadleri ülke aleyhine gelişir ve bunun sonucunda ithalat artar, ihracat gerileyebilir. Enflasyonist ortamda serbest kur uygulanıyor ve finansal işlemler kur ile enşâsyon ilişkisini bozmuyorsa, dış ticaret dengesinin bozulması gündeme gelmez. Bütçe açığının Merkez Bankası dışı kaynaklardan yani borç verilebilir fonlardan finanse edilmesinin yol açtığı olumsuz etki, yükselen faiz oranının spekülatif yabancı sermayenin ekonomiye girişini pompalayarak içeride döviz arzını yükseltip döviz kurunu baskılaması ve ulusal para birimini aşırı değerli yapması şeklinde gelişir Sıcak para, hem genel toplum hem de kamu yöneticileri ve siyasetçiler açısından kısa dönemli sihirli bir araç olarak algılanmaktadır Her dönemde oluşan bütçe açıklarının borç stokunu devamlı yükseltmesi, borcun faizinin de yeni borçla ödenmesi türünde Ponzi finansmanını gündeme getirir. Ponzi finansman sisteminde giderek sıkışan siyasi karar organı ya yeni vergi veya borçlanma yoluna gider ya da harcamalarda radikal kesinti yapmaya yönelir. Kısacası, Ponzi finansman koşulunda bütçe maliye politikası aracı olarak kullanılmaz, tam tersi, bütçenin kendisi çözüm bekleyen soruna dönüşür. Tüm kamu kurum ve kuruluşları bütçe açıklarının toplamına kamu açıkları ya da kamu kesimi borçlanma gereksinimi, sadece merkezî devlet bütçesinin açıklarına ise bütçe açığı ya da merkezî bütçe borçlanma gereksinimi adı verilir. Bütçe açığı zamanla vergilerin yükseltilmesi yoluyla ortadan kaldırılabilir. Bu durumu açığın finansmanı olarak değil, açığın kapatılması olarak ele almak gerekmektedir.

Harcamaların vergilerle karşılanan bölümü dışında kalan kısmının borçlanma ile karşılanmasına bütçe açığının finansmanı adı verilir. (Vergi ve Olağan Bütçe Gelirleri- Toplam Kamu Harcamaları) olarak formüle edilen tanımlamanın sonucuna Nihaî Bütçe Dengesi adı verilir. Formülün sonucunun sıfır olması denk bütçe, artı olması bütçe fazlası ve eksi olması durumu ise bütçe açığı durumunu gösterir Bütçe açığı ile ilgili diğer bir tanımlamada ise toplam kamu harcamalarından faiz ödemeleri çıkartılır ve sonuç vergi ve olağan bütçe gelirleri ile karşılaştırılır.  [Vergi ve Olağan Bütçe Gelirleri- (Toplam Kamu Harcamaları – Faiz Ödemeleri) ] Böylece formüle edilen açıklamada elde edilen sonuca Birincil Bütçe Dengesi adı verilir. Birincil bütçe sonucunun da, nihaî bütçe sonucunda olduğu gibi, her hal ve koşulda denge durumunda olması söz konusu değildir. Duruma göre, birincil bütçe açığı veya birincil bütçe fazlası ya da birincil bütçe dengesi ortaya çıkabilir. Birincil fazlanın faiz ödemelerinden fazla olması borcun anapara bölümü üzerine de ödeme yapıldığını gösterir. Bu durumda, zaman içinde borç stoku eritilmiş olur. Bütçe açığı ana-akım ekonomistleri tarafından farklı, radikal ekonomistler tarafından farklı ele alınmıştır. Ana-akım ekolüne dahil klasik görüş, bütçe açığının sistemin işleyişini bozduğunu ve savaş ya da doğal afet gibi olağan haller dışında bütçe açığına başvurulmaması gerektiğini ileri sürmüşlerdir.

Keynesyen görüş, bütçe açığına tam istihdamı sağlayıcı efektif talep oluşturucu işlev yüklemiştir Monetarist görüş ise klasiklere yakın bir yaklaşımla bütçe açığının Enflasyon dışında bir yarar sağlamayacağı görüşü ile bütçe açığına karşı çıkmışlardır Radikal görüş yanlıları ise bütçe açığının kapitalizmin gerekli bir sonucu olduğu görüşünü ileri sürmektedirler Bütçe açıkları, Merkez Bankası’ndan ve Merkez Bankası dışında borç verilebilir fonlardan finanse edilebilir. Merkez Bankası kaynaklarından yapılan borçlanma para tabanının genişletilmesine neden olduğundan Enflasyonist etki oluşturur. Enflasyon nedeni ile nominal faiz oranı yükselir olmakla beraber reel faiz oranı sabit kalır.  Enflasyonun gelir dağılımı üzerindeki etkisi olumsuz olur. Borç verilebilir piyasalardan yapılan borçlanmada reel faiz oranı yükselir. Reel faiz oranının yükselişi hem iç ekonomide faiz geliri elde edenler lehine gelir dağılımını değiştirir hem de bazı yatırımların devre dışı kalmasına neden olarak ekonomik büyümeye darbe vurur. iç ekonomide faiz oranının yükselmesi ekonomiye dış dünyadan spekülatif sermaye girişini hızlandırır. Bu durum döviz kurunu baskılayarak ulusal parayı değerli kılar ve dış ticaret haddini ekonomi aleyhine çevirip ticaret açığı oluşumuna yol açar.

Bütçe açığı finansmanının Merkez Bankası kaynaklarından yapılması içeride Enflasyonu körüklediği oranda dış ticaret üzerinde olumsuz etki yapar. Bu etki, Enflasyon döneminde uygulanan kur politikasına göre değişik olur. Sabit kur politikasında Enflasyonun dış ticaret üzerindeki etkisi olumsuz olur; ithalat artar, ihracat geriler. Eğer Enflasyona paralel olarak serbest kur politikası ile kur yükseltilirse Enflasyonun etkisi bertaraf edilebilir. Borç verilebilir piyasalardan yapılan borçlanmada ise faiz oranı devreye girer. Faiz oranı spekülatif sermaye hareketlerine yön verdiğinden, faizlerin yükselişi karşısında dış ticaretin olumsuz etkilenmemesi için esnek kur uygulamak en doğru yöntem olmakla beraber, iç ve dış faiz oranları arasındaki faiz farkı yüksekse, esnek kur politikası da sorunu gereği gibi çözemeyebilir. Bütçenin maliye politikası aracı olarak kullanılabilmesinin iki önemli koşulundan birisi hacimli olması, ikincisi ise açıkların olmaması ya da denetlenebilir ve sürdürülebilir boyutta olmasıdır. Çünkü, büyük bütçenin ekonomideki etkisi büyük olacağından, planlanan sonuca ulaşmada daha etkili olur. Bütçenin devamlı açık veren ve açıkları giderek büyüyen yapıda olması, maliye politikası uygulamasında etkili bir araç olarak kullanılmasını güçleştirir. Devamlı açık veren bütçe giderek finansal kırılganlık oluşturur ve borçlanmanın maliyetini yükselterek, bütçede manevra alanlarını sıkıştırır. Böyle bir sıkışıklıkta, ya para tabanı genişletilerek yüksek Enflasyona ve borçların monetizasyonuna gidilir ya da harcamalarda kısıntı yapılarak kamu yatırımları ihmal edilir ve kamu hizmetlerinin miktar ve kalitesi eritilir. Mali sıkışıklıkta vergilere yönelindiğinde ise, daha çok toplumda nispi olarak hafif hissedilen, ancak gelir dağılımını bozan dolaylı vergilere yöneliş görülür.

BAŞARILAR…..

İlgili Kategoriler

Anadolu AÖF AÖF Ders Notları



Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir