AÖF Maliye Politikası Ara Dönem Ders Notu



MALİYE POLİTİKASI II 1-4

ÜNİTE= 1

A-1980 ÖNCESİ İTHAL İKAMECİ SANAYİLEŞME POLİTİKASI

 Türkiye de 1980 öncesi ekonomik yapının belirleyici özelliği devlet öncülüğünde üretilen ithal ikameci sanayileşme politikasıdır ithal ikameci sanayileşme politikası: Yurt içi tüketiminde ihtiyaç duyulan malların ithal edilmek yerine koruma ve teşvik yoluyla gerekirse girdi ithal edilerek yurt içinde üretilmesinin sağlanmasıdır.  Buna göre yurt içi talebe yönelik olarak yapılan üretimle büyüme sağlanacak ve kamu yatırımları ile bu süreç desteklenecektir. Bu politika ikinci dünya savaşı ile birçok ülke ve Türkiye’de de 1963 yılında başlanan planlı kalkınmayla başlamıştır. Ancak bu tip politikalar bazı nedenlerle uluslararası ekonomik yapı içerisinde başarısız olma riski ile karşı karşıya kalmıştır.

1.Yurtiçi talebe yönelik üretim yapıldığından büyümenin sürdürebilmesi için tüketici kitlelerinin gelirinin yüksek olması gerekmekte bu durum ise aynı zamanda bir maliyetleri arttırdığından enflasyonu körüklemektedir.

2.Üretimdeki girdilerin bir kısmı dışarıdan satın alındığı için dövize ihtiyaç vardır.Türkiye bu ihtiyacı bir süre yurt dışında çalışan işçi dövizlerinden karşılamış ancak bu kaynak azaldığında sürekli borçlanma yapılamayacağına göre döviz darboğazına girmiş ve ödemeler dengesi sorunları ortaya çıkmıştır.

3.Yatırımları teşvik edecek tasarruflar yetersiz kalmasıyla yeterli istihdam yaratılamaz.

4.Dışa kapalı rekabetçi olmayan bir ekonomik yapıda verimlilik ve kalite sorunu ortaya çıkarmasıdır. BU Nedenlerle ülkemizde daha önce bir süre sürdürülebilen bu büyüme politikası 1970 lerde tıkanması ile şu sorunlar oluşmuştur

  1. Yüksek düzeyde fiyat artışları (1970 lerin ikinci yarısında fiyatlar hızla artmış, 1977 yılında TEFE %24 1980 yılında %100 ün üzerine çıkmıştır )  tefe=toplam eşya fiyatları endeksi
  2. İşsizlik (1978de %13 ün altında iken 1980 yılında % 15 in üzerine çıkmıştır.
  3. Dış ödemeler dengesi : 1977 yılında dışa bağımlılık azaltılacağı öne sürülmesine rağmen dış ticaret açığı 4 milyar dolar iken 1980 yılında 5 milyar dolara yaklaşmış ihracatın ithalatı karşılama oranı 1977 yılında %30 larda iken 1980 yılında %36 nın üzerine çıkmıştır.
  4. Bununla beraber büyüme için gerekli olan yatırımların Gayri safi milli hasılaya (GSMH) oranı aynı dönemde sürekli düşmesi( 1977 yılında %25 civarında , 1979yılında %18 civarına inmiş)  ve sanayi üretiminde de ciddi düşüşler ortaya çıkartmıştır.

Türkiye ekonomisini 1970 lerin sonunda istikrarsızlığa götüren temel nedenler yapısal niteliğe sahiptir. Örneğin:

1.Ekonomide tarımın payının yüksek olması

2.Tarımın doğa koşullarına bağlı olması

3.Nüfus hızla şehre akması

4.Nüfusu istihdam edecek yatırımlar gerçekleşmemesi

5.Talep yapısı değişirken üretim yapısı değişen talebe ayak uyduramaması

6.İşletmelerin küçük ölçekli olması

7.Sanayi üretimi tekstil gibi çok az sayıda sektörde rekabetçi olabilmesi kalite ve maliyet açısından rekabet edecek gücü elde edememesi.

8.İhracatın içerisinde sanayi ürünleri çok düşük oranda iken ithalatın önemli bir bölümü sanayi mallarından oluşmuştur.

9.Tasarruf oranlarının yetersiz olması (1963 planlı döneminde yurt içi tasarruf / GSMH oranının %12,5 iken 1975 yılında 20 fakat 1970 lerin sonlarında %16 civarına düşmüştür. )

  1. Kamu kesiminin bütçe gelirlerindeki artışın yavaşlamasıyla bütçe açıklarının artması ve kamu harcamalarının sağlam kaynaklaarla finanse edilememesi.

11.Bütçe açığı ile daha fazla merkez bankası kaynaklarının kullanılmasıyla kredi dağılımını olumsuz etkilemesi.

12.Ülke dışı sorunların başında ise 1970 lere damgasını vuran temel bir istikrarsızlık nedeni petrol fiyatlarının hızla artmasıdır.

13.Türk lirasının değerinde ortaya çıkan olumsuz gelişmeler ve yurtdışına iş gücü çıkışı ile bütün reel ve parasal dengelerin bozulması ,  iç ve dış finansmanda ciddi sorunların ortaya çıkması.

Bozulan dengeler gelir dağılımını,talebi ve dolayısıyla üretim yapısını da olumsuz etkilemiştir.

Oluşan istikrarsızlıkları yok etmek için 1978 ve 1979 da;

1.Devalüasyon yapılmış (Yerli paranın yabancı paralar karşısında değerinin düşürülmesidir)

2.Temel mal ve hizmetlerin fiyatları ile faiz oranları arttırılmıştır.

3.Dış borç ve kredi imkanlarının arttırılması için de bazı önlemlere başvurulmuştur.

   Özellikle yapılan devalüasyon ile dış ticarette geçici bir iyileşme sağlanmış fakat enflasyon hızla artmıştır. Ciddi yapısal sorunlarla karşı karşıya olan Türkiye ekonomisi yurt dışındaki olumsuz gelişmelerin de etkisiyle  krize doğru sürüklenmiş ve alınan önlemler başarısız olmuştur.Sonuçta bu istikrarsızlık süreci ekonomiyi çok daha köklü sayılabilecek önlemler içeren 24 ocak 1980 tarihinde alınan kararlara götürmüştür.

  B-1980 SONRASI DIŞA AÇIK BÜYÜME POLİTİKASI 

24 ocak 1980 tarihinde alınan kararlar önceki önlemlerden köklü olarak farklıdır. dışa açık ya da ihracata dayalı büyüme politikası olarak adlandırılan bu geni bakış açısı sadece Türkiye’de değil ABD ve İngilterede istikrar politikaları nın ana eksenini oluşturmustur. Temelde monetarist (parasalcı) yaklaşıma dayanan bu yonelis çözümü parasal düzenlemelerde aramaktadır Devletin ekonomideki rolünü azaltarak piyasa mekanizmasına işlerlik kazandırmaktadir. Dışa açık bir yeniden yapılanmayla ekonomiye istikrar kazandırmayı ve ekonomik büyümeyi sağlamaya yönelmistir.

1.Kamu Kesiminin Sinirlandirilmasi ve Piyasa Mekanizmasi

24 ocak kararlarının temel unsurlarindan birisi para arzı ve kamu harcamalarının kontrol altına alınması ile enflasyona neden olan yüksek talebin kisılmasıdır.Cunku yüksek enflasyonu yüksek talep oluşturur.

Kamu kesiminin küçültülmesinin bir baska nedeni, özel sektöre daha fazla önem verilerek kamu müdahalesinin azaltılması ve piyasa mekanizmasına işlerlik kazandırılmasıdır. Kamu harcamalarını azaltmak her zaman mümkün değildir. Çünkü bu harcamaların bir kısmı personel harcamaları bir kısmı da yürütülmekte olan kamusal faaliyetlerle doğrudan bağlantılıdır. Genel kamu hizmetleri eğitim sağlık adalet ve emniyet türü hizmetleri gibi. Bu yüzden de kamu harcamaları azaltılamamış Bütçe harcamaları/GSMH oranı 1980-89 döneminde ortalama %22nin altına düşmemiştir.  Kamu gelirlerinde ise çelişki yaşanmıştır. Bir yandan piyasa ekonomisinin yerleşmesi açısından vergi yükünün düşürülmesi gerekirken diğer yandan bütçe açıklarının azaltılması için kamu gelirlerinin attırılması gerekmektedir.

2.Ücret Maliyetlerinin Düşürülmesi ve Uluslararası Rekabet

1980 öncesinde yüksek ücretler üç temel sorun oluşturulmuştur.

a.Yüksek talebin neden olduğu enflasyon

b.Yüksek maliyet nedeniyle uluslararası rekabet gücünün azalması

c.Düşük tasarruf nedeniyle yatırım yapılamaması

    Ücretlerin düşürülmesiyle yurt içi talepte azalış meydana gelecek ve daha fazla ihracat yapabileceği düşünülmüştür. Üretim maliyetlerini düşürerek ülkenin uluslararası rekabet gücünü arttıracaktır(ücret ve maaşların milli gelir içerisindeki payı 1980 yılı itibariyle %27 civarında iken dönem içerisinde sürekli azalarak 1988 yılı itibariyle %16 civarına kadar düşmüştür.) Fakat ücretlerin düşürülmesi ile sadece maliyetler değil,aynı zamanda iş gücü verimliliği de etkilenmiştir(azalan ücretler nedeniyle verimlilikte düşüş meydana geleceğinden, maliyetler yeniden  artabilir)Ücretlerin düşürülmesi ile nitelikli iş gücü kaybı da olmuştur.

3.Yüksek Faiz Oranları ve Tasarruflar 

< Tasarrufların arttırılması için alınan önlemlerden birisi faiz oranlarının yüksek tutulmasıdır.Tasarrufların artması

< Yatırım yapılabilir kaynakları artacak

< Tüketimin kısılmasıyla ihraç edilebilir bir üretim fazlası oluşturacaktır.

    Uzun dönemde gelir arttıkça tasarrufların artması beklenir.Faiz oranları yüksek olduğunda da üretim ertelenerek tasarruf yapılabilir. Ancak Türkiye’nin o günkü koşullarında mevcut tasarrufların bir kısmı  bankacılık sisteminin dışında kalmıştır. Bunun nedeni bankacılık sisteminin yeterince gelişmemiş olması ve bireylerin de bankacılık sistemine güvenlerinin sınırlı olmasıdır. Yüksek faizler yatırım maliyetlerini de arttırmıştır ( özel sektör yatırımları /GSMH oranı 1980 e kadar % 10 civarında iken kararların uygulanması sonrasında önceleri düşmüş daha sonra 1986 yılında %7.7 olmuştur )  Faizlerin yüksek olmasından dolayı daha çok spekülatif amaçlı yatırımlarda artış eğiliminin ortaya çıktığı  görülmüştür. Uygulanan programdan beklenen diğer bir sonuçta yüksek faiz oranlarının tüketim eğilimini azaltması ve enflasyon artışını sınırlamasıydı. Bu etki konusunda bir belirsizlikten söz etmek mümkündür. Ele alınan  dönemde beklendiğinin aksine özel tüketim harcamalarının GSMH ye oranında artış meydana gelmiştir.Bu artışın bir nedeni hesaplamalardan kaynaklanabilir.  Yatırımların azalmasından dolayı, özel tüketim harcamalarının payı yüksek  olacaktır. Diğer bir nedeni ise yüksek faiz oranlarından dolayı elde edilen faiz gelirlerinin bir kısmını tüketime yönelmiştir.

4.Serbest Döviz Kuru ve Dış Finansman 

    Dışa açık bir ekonomide büyümeyi destekleyecek kaynaklardan birisi de  dış kaynaktır. Bir ülkede yapılan yatırımlar, yurt içi tasarruflar ( kamu +özel ) ve yabancı  tasarruflarla karşılanır. 24 ocak kararları doğrultusunda uygulanan  programın temel  bileşenlerinden birisi döviz kurunun serbest piyasada belirlenmesidir.  Yurt içinde de resmi kurlar ile karaborsa fiyatları arasında ciddi farklar vardı. Serbest döviz kuruna geçişten 2 önemli sonuç beklenmiştir.

1.Döviz kurunun serbest piyasada daha gerçekçi olarak belirlenmesi TL nin değer kaybetmesine neden olacak, yurtiçinde üretilen mallar dış piyasalarda daha ucuz hale geleceği için,ihracat artacak,döviz geliri elde edilecek,ithalat pahalı hale gelip dış ticaret açığı azalacaktır.

2.Diğer olumlu bir beklenti de resmi fiyatlar ile karaborsa fiyatları arasındaki farkın azalması ile yurt dışında çalışan işçilerden gelen döviz miktarı artacaktır.

   Fakat zorunlu olarak ithal ed,len ara mallar ve yatırım malları açısından durum farklıdır. Yurt içindeki üretimin devam ettirilebilmesi için bu malların ithal edilmesi kaçınılmazdır. Bu durumda da üretim maliyetleri ve dolayısıyla fiyatlar artacaktır.  1980 li yıllarda Türkiyenin ithalatının yaklaşık %95’nin ham madde ve yatırım mallarından oluşması ve tekelci bir yapıda maliyetlerinin büyük ölçüde fiyatlara yansıtılması nedeniyle TL nin değer kaybetmesi sonucunda artan ithalat fiyatları yoluyla yurt içi fiyatlarda belirgin artışlar meydana gelmiştir.

5.İhracatın Arttırılması ve Döviz Geliri

   24 ocak 1980 kararlarını zorunlu hale getiren temel nedenlerden birisi ödemeler dengesindeki açıklar idi.Dış ticaret açığı, ihracatın artırılması veya ithalatın azaltılması ile mümkündür. Yurtiçi üretim için ithalatın düşürülme imkanı  sınırlı olduğundan dış açığı azaltmanın yolu ihracatın arttırılması ile mümkündür. Döviz kurunun serbest bırakılması,ücretlerin düşürülmesi ve talep daraltıcı sıkı  maliye ve para politikalarının uygulanması ihracatın arttırılmasına yöneliktir.Bu önlemlere ek olarak ihracatı arttıracak başka bazı uygulamalara da gidilmiştir. İhracatta vergi iadesi ve ihracat için düşük faizle kredi verilmesi gibi imkanlar yaygınlaştırılarak arttırılmıştır.  Sonuç olarak 1980 li yıllarda ihracat hem miktar olarak artmış hem de bileşimi değişmiştir.Türkiye 1980 yılına kadar tarım ihracatçısı iken 1980 sonrasında sanayi ihracatçısı bir ülke konumuna geçmiştir.

1980 öncesi Tarım %60       Sanayi %35

1980 sonrası Tarım %18      Sanayi %79

Uygulanan bu programın ihracatı arttırıcı etkisi açısından başarılı olduğunu söylemek müümkündür. İhracattaki bu olumlu gelişmelere karşılık,uygulanan politikaların sürdürülebilirliği de önemlidir. İhracat artışının yapısal dönüşümler sonucunda artan mal kalitesi ve miktarı ile gerçekleşmesi önemlidir. Halbuki 1980 lerdeki ihracat artışlı büyük ölçüde verilen parasal desteklerle mümkün olabilmiştir.

Bu tür bir politikanın da 2 olumsuz etkisi ortaya çıkabilir

  1. Yurt içinde verilen parasal desteklerle yabancı mallar karşısında fiyatların düşürülmesinin ülke ekonomisini reel bir kayba uğratmasıdır.

2.Parasal destekler verilmesi sonucunda ülkede ihracat yapan kesimler lehine bir kaynak tahsisi ortaya çıkarmasıdır.

C-1980 İSTİKRAR POLİTİKASININ UYGULAMA SONUÇLARI

    24 ocak 1980 kararları ile enflasyon sorununu hafifletmek, ihracatı artırarak dış dengeyi sağlamak ve serbest piyasa ekonomisini işler hale getirmek gibi hedefler yer alsa da öncelikli hedef, dışa açılma ve dış dengenin sağlanması olmuş ve dışa açılma serbest döviz kuru önlemleri dış kredilerle desteklenerek bazı olumlu sonuçlar da alınmıştır.

<<1980 kararlarının başarılı olamamasının nedenleri

1980 öncesinde yaşanan ekonomik sorunlar hafifletilmek istenmiştir. Ancak ülke sadece kısa dönemli istikrar sorunlarının ötesinde yapısal bazı sorunlarla da karşı karşıya olduğundan, reformların yeterli olmaması nedeniyle kısa dönemde elde edilen başarılar sürekli olmamıştır. Uluslararası düzeyde rekabeti attırmanın bir yolu olarak ücretlerin düşürülmesi önerilmiş ve bu yönde uygulamalara da gidilmiştir. Ancak verimliliğin artmaması halinde sadece maliyet avantajı ile rekabet etmenin bir sınırı vaardır. Diğer taraftan piyasa mekanizmasına önem verilmiş olmakla beraber gerekli kurumlar mevcut olmadığı gibi,bu işleyişi sağlayacak kurallar da kısa sürede oluşturulamamıştır. Sonuç olarak, yapısal sorunların aşılamaması ve serbest piyasa mantığının yerleşmesinin zaman alması nedeniyle 24 ocak kararları kısa dönemde beklenen başarıyı sağlayamamıştır. Artan enflasyon baskısı yanında iç ve dış borç yükü büyümenin yavaşlamasına yol açmıştır. Genişleyen iç kredi hacmi ithalat ve sermaye girişleri yoluyla 1990 yılında yakalanan %9 un üzerindeki yüksek büyüme ise kalıcı olamamıştır. Ancak sermaye girişlerinin sürekli olması ile mümkün olabilen bu büyüme 1991 yılında Körfez Krizi’nin patlaması ile yavaşlayan sermaye girişleri ve döviz gelirlerindeki azalma nedeniyle yavaşlamıştır.

     5 NİSAN İSTİKRAR PROGRAMI 

24 Ocak kararlarının uygulanması ile bir ölçüde ihracat artışı ve dövizde bir miktar rahatlama olmasına karşılık,ekonomik göstergelerdeki bozulmalar sürekli artmıştır. Örneğin,temel hedefler arasında yer alan enflasyon , kontrol altına alınamamış ortalama %70 lerde seyretmiştir.

   1.Hem tüketimin kısılması hem de borçların geri ödenmesi için kamu iç borçlanması sürekli artmış ve iç borç faiz oranları rekor düzeylere çıkmıştır. Kamu kesimi borçlanma gereği 1980 lerde GSMH ya oranı %4 iken 1993 yılında %12 ye çıkmıştır.

  1. Hızla artan dış borçlanma daha çok tüketim harcamalarının finansmanında ve borç geri ödemesi için kullanılmıştır  (1980 lerde yaklaşık 3 milyar dolar dış ticaret açığı iken 1993 yılında 14 milyar dolar)

 3.Tasarruflarda beklenen artışlar  gerçekleşmemiş hatta bir miktar azalma olmuştur ( Tasarrufların GSMH ya oranı 1990 yılında % 23ün üzerinde iken 1993 yılında %22 ye düşmüştür.

 4.Yatırım harcamalarında artış sağlanamamış. Özel sektör üretken yatırımlara gereği kadar yönelmemiştir. Döviz cinsinden mevduatın TL cinsinden mevduata oranı %35 lerden % 70 in üzerine çıkmış kısaca dolarizasyon yaşanmıştır.

 Dolarizasyon : Bir ülkede yurt içi yerleşikler tarafından hesap birimi, ödeme aracı ve değer saklama aracı olarak ulusal paranın yerine yabancı ülke paralarının kullanılmasıdır.

  5.Kamu açıklarının sürekli olarak artması nedeniyle Merkez Bankası kaynaklarına daha fazla başvurulmuş, iç borçlanma miktarı ve faizleri yüksek oranlarda artmıştır.

Bütün bu göstergelerdeki bozulmalar ile ülke ekonomisinin bir krize doğru sürüklenmiş,1994  yılının başlarından itibaren 3 haneli enflasyon belirtileri ortaya çıkmıştır. Giderek derinleşen ekonomik sorunlar ve borçlanamayan hükümetin Merkez Bankası kaynaklarına aşırı yönelmesi ile % 100ün üzerine çıkan enflasyon sonucunda ise 5 nisan istikrar programı açıklanmıştır.

5 Nisan Kararları Olarak adlandırılan bu programda alınan önlemler şunlardır:

1.Yüksek oranda KİT zamları

  1. % 139 civarında bir devalüasyon
  2. 3. KİT lerin özelleştirilmesi veya kapatılması
  3. Tarımda destekleme alımlarının daraltılması
  4. Merkez Bankası’nın yeniden yapılandırılması
  5. Kamu kesiminde ücret artışlarının bütçe ödenekleri ile sınırlandırılması
  6. Tekel ürünleri ve akaryakıttan alınan vergi ve fonların yükseltilmesi gibi önlemler alınmasına karar verilmiştir.
  7. Kısa dönemde kamu açıklarını bir ölçüde azaltmak üzere ek vergiler alınmıştır.(Net aktif vergisi ve eş değer matrah vergisi,birden fazla konutu olanlardan bir defaya mahsus olmak üzere düşük oranlı bir emlak vergisi alınması )
  8. Kamu açıklarının azaltılması. Kamu açıklarını kontrol altına alınması,kamu harcamalarının kısılması veya vergi gelirlerinin arttırılması ile mümkündür.
  9. Ayrıca orta vadeli makroekonomik hedeflerin bir bütünlük içinde belirtilmemesi, finansal piyasaya ve borç yönetimine ilişkin önlemlerin açıklanmaması programın eksik olduğu kanısını yaygınlaştırmış ve bu program yeterince güven vermemiştir.

   Kaynak sorunu yaşayan ülke ekonomisi için hazırlanan kaynak paketleri genellikle geçici önlemler içeren niteliktedir. Kısa sürede kaynak yaratmak amacıyla hazırlanan bu paketler, döviz  ve dövize endeksli borçlanma, işçi dövizlerinin ülkeye çekilmesi, bedelsiz ithalat gibi önlemleri içermektedir.

  ENFLASYONLA MÜCADELE PROGRAMI 

ENFLASYONLA MÜCADELE PROGRAMI 

     Ancak beklenen sonuçları vermeyen bu paketler yanında, ücretlerin ve tarım desteklerinin enflasyonun üzerinde seyretmesi sonucunda kamu açıkları artmış ve enflasyon yüksek oranlarda gerçekleşmiştir. IMF ile imzalanan Yakın İzleme Anlaşması ile açıklanan Enflasyonla Mücadele Programında üç yıl içerisinde enflasyonun %5 e düşürülmesi hedeflenmiş programın uygulanmasına KİT fiyatlarının altı ay dondurulması ile başlanmış ancak başta Rusya olmak üzere bazı ülkelerde ortaya çıkan krizler dalgalanmalara neden olmuş ve enflasyon 1998 yılında ancak %50 civarında tutulabilmiştir.Alınması gereken yapısal önlemler kapsamında ise vergi reformunda bazı adımlar atılabilmiş ancak bankacılık, sosyal güvenlik ve özelleştirme gibi alanlarda dikkate değer uygulamalara gidilememiştir.

Enflasyonla Mücadelede Alınan Önlemler:  

 <Sıkı maliye politikası

<Kapsamlı yapısal reformlar önerilmiştir.(Sosyal güvenlik sistemine sürdürülebilir bir yapı kazandırmak için yeniden yapılandırmaya gidilmiş,Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu kurulmuş,tarımda doğrudan gelir desteği uygulamasına geçmek için bazı düzenlemeler)

<Enflasyonist beklentileri aşağıya çekmek için döviz kurlarının enflasyon hedefine göre belirlenerek önceden açıklanması

   <Yabancı kaynaklar girişine göre likidite genişlemesine izin veren bir para politikası(Nominal Çıpa)

 Nominal Çıpa: Para politikası uygulamasında, nihai hedef olan fiyat istikrarına ulaşabilmek amacıyla ara hedef olarak kullanılan para arzı ve döviz kuru gibi nominal değişkenlerdir.

     Programla beraber: Faiz oranları gerilemiş,Enflasyon yavaşlamış ve iç talep canlanmıştır. Başlangıçta bir güven ortamı yaratılmış olmakla birlikte enflasyonun beklenen ölçüde düşmemesi sonucunda TL beklenenin üzerinde değer kazanmış,iç talepteki canlanma ve enerji fiyatlarındaki artışın da etkisiyle dış ticaret açığı artmıştır. Başta Arjantin olmak üzere dış piyasalarda ortaya çıkan olumsuz gelişmelerin de etkisiyle Türkiye’ye dış kaynak girişi azalmış ve faizler artmıştır. Bu koşullar altında ortaya çıkan finansal dalgalanma, bankaları faiz riski ile karşı karşıya bırakmış ve 2000 yılı Kasım ‘ında ekonomi krize girmiştir. Kur riskinin de ağırlaşması ile bankacılık sektörü ağır kayıplara uğramış,2001 yılının Şubat ayında Türkiye ekonomisi tarihinin en derin krizlerinden birine girmiştir. Faiz ve enflasyondaki aşırı artışlarla beraber döviz kurundaki aşırı dalgalanmalar sonucunda ortaya çıkan belirsizlik ortamı, finans sektörü ile beraber reel sektörü de derinden etkilemiştir.

GÜÇLÜ EKONOMİYE GEÇİŞ PROGRAMI 

Döviz kuruna dayalı enflasyonla mücadele programı Kasım 2000 ve şubat 2001 krizleri ile sonuçlanınca yeni bir ekonomik istikrar programına gerek duyulmuş ve krizden çıkmak ve istikrarsızlık yaratan yapısal sorunları ortadan kaldırmak amacıyla IMF ile imzalanan stand_by anlaşması gözden geçirilerek Güçlü ekonomiye Geçiş Programı adı altında yeni bir istikrar programı hazırlanarak yürürlüğe konulmuştur.  Bu programın nihai amacı: mali disiplin, fiyat istikrarı ve istikrarlı bir büyüme sürecini başlatacak yapısal bir dönüşümü sağlamaktır.

Güçlü Ekonomiye Geçiş Programında Temel Hedefler:

1.Ekonomide sürdürülebilir bir gelişme ortamını sağlayarak kaynak kullanma sürecindeki verimliliği arttırmak

2.Dışa açık bir yaklaşımla piyasa koşullarında rekabet gücünü geliştirmek

3.Ekonomide büyümeyi, yatırım ve istihdamı arttırmak

4.Siyasal irade ile birlikte ekonomiyi yeniden yapılandırmak

5.Kamu kesiminde kaynak dağılımının saydam ve hesap verme sorumluluğu çerçevesinde gerçekleştirmek

6.Yolsuzluğun ve rasyonel olmayan kamu müdahalelerini önlemek

  1. Piyasalarda güven ortamı yaratmak

PROGRAMDA ALT HEDEFLER

<Dalgalı kur sistemi içinde enflasyonla mücadeleyi kesintisiz ve kararlı bir biçimde sürdürmek.

<Bankacılık sektöründe kamu bankaları ve Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu ( TMSF) bünyesindeki bankalar başta olmak üzere hızlı ve kapsamlı bir yeniden yapılandırmayı gerçekleştirmek, böylece bankacılık kesimi ile reel sektör arasında sağlıklı bir ilişki kurmak,

<Kamu finansman dengesini bir daha bozulmayacak bir biçimde güçlendirmek

<Toplumsal uzlaşmaya dayalı fedakarlığın tüm kesimlerce adil bir biçimde paylaşılmasını öngören ve enflasyon hedefleri ile uyumlu bir gelirler politikası sürdürmek .

<Bütün bunları etkinlik , esneklik ve şeffaflık ile sağlayacak yapısal unsurların yasal altyapısını oluşturmak.

  Bu programda öngörülen önemli konu ise fiyat istikrarına yönelik  olarak 2000 yılı içerisinde uygulanan döviz çıpasına dayalı enflasyonla mücadele uygulamasından vazgeçilerek dalgalı döviz kuruna geçilmesidir.Güçlü ekonomiye Geçiş Programı ile ara hedefler yerine enflasyon hedeflemesine geçileceği ve koşullar oluştuğunda uygulamaya geçileceği belirtilmiştir.

   Fiyat istikrarına yönelik politikaların gelirler politikası ile destekleneceği vurgulanmıştır. 2001 yılında yaşanan krizle beraber belirginleşen yapısal sorunlardan birisi de bankacılık sektöründeki kırılganlıktır. Bu nedenle sektörün güçlü bir yapıya kavuşturulması için Bankalar Kanunu’ nda değişiklikler yapılmıştır. Kamu bankaları açısından en önemli sorun görev zararlarıdır. Bu zararların azaltılmasına yönelik çalışmalar yapılmıştır.

Görev Zararı:Siyasal otorite tarafından kamu iktisadi teşebbüslerine verilen görevler veya bu teşebbüslerin ürettiği mal ve hizmet fiyatlarının maliyetin  altında belirlenmesi sonucu ortaya çıkan zarardır. Ekonomide rekabet ve etkinliğin arttırılması amacıyla Şeker Kanunu,Tütün Kanunu,Doğalgaz Kanunu,Sivil  Havacılık Kanunu, Türk Telekom’un özelleştirilmesine yönelik düzenlemeler yapılmış,programın sosyal yönünü güçlendirecek İş Güvencesi Kanunu,Ekonomik ve Sosyal Konsey Kanunu çıkarılmıştır.

    GÜÇLÜ EKONOMİYE GEÇİŞ PROGRAMININ UYGULAMA SONUÇLARI 

  1.Kısa dönemde sağlanan güven ve atılan bazı adımlar sonucunda 2003 yılında kısa vadeli sermaye girişi yüksek düzeyde gerçekleşmiş.

2.Sermaye girişleri artmış

3.İç talep canlanmış

4.Ekonomide büyüme eğilimleri güç kazanmış

5.2001 yılında %94 olan borç yükü 2003 yılı sonu itibariyle %70 civarına inmiştir.

6.2003 yılında cari işlemler dengesi 6,8 milyar dolar civarında açık vermiş , bu açık da net hata ve noksan denilen kalemle kapatılmıştır. Bu kalem bir anlamda kayıt dışı  sermaye hareketleri  olarak düşünülebilir.

NOT: ÖNEMLİ:

NET HATA VE NOKSAN : ödemeler dengesinde nereden sağlandığı veya nereye ödendiği bilinmeyen döviz gelir ve giderleridir.

   Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı kamu açığını ve dış açığı disipline etmeye dayalı Kamu dengesi için birincil (faiz dışı ) fazla yaratılarak borç yükünün hafifletilmesi, dış denge için ise dalgalı kur rejimi benimsenmiştir.Kısa dönemli bir istikrar programından çok, yapısal  dönüşümü de hedefleyen yeni bir yapılandırma programıdır.

Alınan önlemler ile 2001 yılında % 6 nın biraz altındaki  bir küçülmeden sonra,2002 yılında %6 nın üzerinde  bir büyüme  ve  2004 yılında % 9un üzerine çıkmıştır. Enflasyon oranları  ise  2000-2001 yılında  %50nin üzerinde iken  2002 yılında  % 45   2003 yılında % 25 ve 2006 yılında enflasyon  hedeflemesine geçilmesiyle birlikte sonraki yıllarda %10 dolayındaki bir dalgalanmadan sonra 2009 yılında % 6 lara kadar inmiştir. Bu oranlar Türkiye Ekonomisinde  1980 sonrasında ilk defa tek haneli enflasyonun yaşandığı yıllar olarak gündeme gelmiştir.

   Bu olumlu gelişmelerin yanında  Türkiyenin yapısal sorunlarından  birisi olan  işsizliğe ilişkin olarak dikkate değer gelişmeler sağlanamamıştır. Bu yüzden istihdam yaratmayan büyüme kavramı sıkça gündeme gelmiştir.Ayrıca dış ticaret hacmi de giderek büyümüştür.

     2008 KÜRESEL KRİZİ VE TÜRKİYE EKONOMİSİNE ETKİSİ

 Güçlü Ekonomiye Geçiş Programının uygulanması sonucunda uygulama yönündeki siyasal kararlılığın da etkisiyle büyük ölçüde başarı sağlanmıştır. Örneğin,faizler düşerek borç vadeleri uzamış,Enflasyon tek haneli rakamlara düşmüş,mali disiplin sağlanarak büyümeninde  olumlu etkisiyle borç yükü düşürülmüştür.Ancak yapısal bir sorun olan  dış açık ise devam etmektedir. Bu başarının arkasında elbette dünyadaki gelişmelerin,özellikle de likidite bolluğunun etkisini dikkate almak gerekir.

   2008 yılında küresel düzeyde ortaya çıkan kriz ise bütün dünya ekonomilerini etkilemiştir.Türkiye’ de küresel krizin etkisiyle 2009-2010 yıllarında faiz dışı fazlanın milli gelire oranı ortalama olarak %1 in altına düşmüştür.

2009 yılı aynı zamanda ekonominin daraldığı bir yıldır. 2001 krizi sonrasında yapılan yasal kurumsal düzenlemeler Türkiye ekonomisinin küresel krizden daha az etkilenmesi sağlamıştır. Ancak küresel düzeyde ortaya çıkan mali dalgalanmalar sözü edilen önlemler nedeniyle ülkeyi doğrudan  etkilememekle birlikte küresel beklentileri olumsuz etkilemiştir.

  2007 yılının seçim yılı olması nedeniyle kamu maliyesine ilişkin bazı  reformların gecikmesi ve vergilere ilişkin  bazı  düzenlemelerin yapılamaması ,yurt içindeki beklentileri de olumsuz etkilemiştir. Türkiye ekonomisinin 2008 yılından itibaren karşılaştığı sorunların bir bölümü küresel krizden kaynaklanmaktadır.Ancak ülkenin bazı yapısal sorunlarının da göz ardı edilmemesi gerekir.

ÜNİTE=2

MALİYE POLİTİKASI VE EKONOMİK BÜYÜME 

      Ekonomik büyüme olgusu gelişmiş ülkeler için kullanılır. Ekonomik büyüme kavramı ile sosyo-ekonomik açıdan toplumun ilerlemesi değil, ileri ve olgunlaşmış nitelikli gelişmiş bir toplumda ekonomik alanın daha da genişletilmesi ifade edilir.Ör: Yeni teknolojilerin yaşama geçirilmesi sonucunda görülebilen yeni üretim niteliğidir.

Ekonomik Büyüme:Reel GSMH’ deki artıştır. Ekonomik kalkınma süreci nispi olarak geri kalmış ekonomilerde köklü ve yapısal değişim ve dönüşüm oluştururken ekonomik büyüme yapısal değişim öngörmeden bazı ufak değişikliklerle sadece zenginlik düzeyinin yükseltilmesini amaçlar. Ekonomik gelişme ile istihdam arasında bir ilişki vardır ki bu ilişki OKUN KURALI ile açıklanır. Okun kuralı belirli gelişme oranında ne oranda istihdam artışı sağlanabileceğini ampirik olarak saptayan yöntemdir. ABD li ekonomist Arthur Okun kendi adı ile anılan Okun kuralında ABD de milli gelirin her % 2,5 dolayındaki artışının istihdamda %1 lik bir artış sağlayacağını tespit etmiştir.Bu kuralın teorik bir yanı yoktur. Gözleme dayanır ve her ekonomide farklı oranlarda gerçekleşebilir.

      Ekonomik büyümenin sağlandığı ekonomilerde gözlemlenen temel sağlık hizmetlerinin düzeyi, sosyal güvenlik hizmetlerinin kapsamı, eğitim imkanlarından toplumun çeşitli kesimlerinin yararlanma imkanları gibi sosyal göstergeler sosyal gelişmişlik ölçütü ile ifade edilir.

   Sosyal Gelişmişlik Ölçütü: Bir ülkenin sağlık,eğitim ,çocuk ölüm oranları, kentleşme ya da fert başına TV, otomobil gibi araçların kullanımı gibi göstergelerle ifade edilen gelişmişlik düzeyi göstergesidir. Sosyal gelişmişlik ölçütü her koşulda ekonomik büyüme ölçütü ile örtüşmeyebilir. Nedeni, ekonomik büyüme gerçekleşirken sosyal ve siyasi faktörlerin, ekonomik gelişme ile aynı anda hareket etmemesidir.Buna en iyi örnek uluslararası karşılaştırmalarda kişi başına sağlık harcamalarının en yüksek olduğu ABD de gelir düzeyi daha düşük bir çok ülkenin gerisinde olmasıdır. Ekonomik büyüme ile sosyal gelişmişlik ölçütü aynı paralelde yürütülememektedir.

   Ekonomik büyümede  dikkat edilmesi gereken diğer bir konu da büyümenin sosyal maliyetleridir. Ekonomik büyüme yaşanırken istihdam ve tüketim artışı ile daha yüksek refah düzeyine ulaşılmaktadır.Fakat büyüme ile doğal kaynaklar ve çevre kayıpları dikkate alınmamaktadır.

EKONOMİK BÜYÜMENİN ÖLÇÜM YÖNTEMLERİ 

1- POTANSİYEL BÜYÜME ORANI

    Veri üretim faktörleri ve teknoloji koşulunda tam istihdam ve tam kullanım ile belirli bir zaman boyutunda ulaşabileceği en yüksek büyüme oranıdır.Oranın bir sınırı vardır.Kısa dönemli bir yaklaşımdır.Uzun dönemde değişebilir.Potansiyel büyüme oranı zaman faktörü ile pozitif eğilimlidir.

2- EKONOMİK BÜYÜME ORANI

  Bir dönemde sağlanan ekonomik kaynakların mevcut kaynaklara oranıdır.Büyüme oranın hesaplanmasında fiyatlar kullanılır. Bir dönem boyunca (genellikle bir yıl ) üretilen tüm üretim ve tüketim kaynaklarının değerlerinin dönem başı ekonomik büyüklüğe bölünmesi sonucunda dönemsel (örneğin yıllık ) büyüme oranı bulunur.

3- NOMİNAL (PARASAL)BÜYÜME ORANI

  Fiyat değişimlerini de içererek hesaplanmış büyüme oranıdır.Enflasyonist dönemlerde nominal büyüme oranları fiyat değişmelerinden etkilendiğinden dolayı gerçeği yansıtmaz.

4-REEL BÜYÜME ORANI

  Bir dönem içinde yaratılan kaynakların fiyat etkisinden arındırılmış değerleri toplamının başlangıç gelirine oranıdır. (Belirli bir yılın fiyatı sabittir)

5-KİŞİ BAŞINA BÜYÜME ORANI

  Belirli bir dönemde (genellikle bir yıl ) üretilen gelirin nüfusa bölünmesi ile bulunan orandır.Burada önemli olan gelir artış oranı ile nüfus artış oranı arasındaki farka bağlıdır.

<<Nüfus artış oranı > Gelir artış oranı = Kişi başına gelir artışı milli gelir artık oranından düşük

<<Nüfus artış oranı = Gelir artık oranı = Kişi başına gelir artışına eşit

<<Nüfus artış oranı = Gelir artış oranı = Kişi başına gelir artışı Milli gelir artış oranından yüksek.

 Ekonomilerde her dönemde tam istihdam geçerli olmaz. Genellikle % 65-75 oranlarında kapasite kullanım oranı ile faaliyette bulunan bir ekonomide, doğal olarak, potansiyel büyüme oranı ile fiili büyüme oranı arasında bir fark vardır.

Büyüme Aralığı: Potansiyel büyüme oranı ile fiili büyüme oranı arasında bulunan aralıktır. Fiili durumun potansiyel durumdan uzaklığını gösterir.

  Amaç,Büyüme aralığını azaltmak ya da düşürmektir. Bunun içinde fiili büyüme oranını potansiyel büyüme oranına yaklaştırmak gerekir.

Nicel büyümeler, büyüme oranı ile ölçülür.

Milli gelir ya da kişi başına gelir artışları hesaplanırken dikkate alınan diğer faktörler:

1-Sermaye aşınma ve yıpranma maliyeti

2-Çevre kirlenmesi vs gibi diğer dışsal maliyetlerdir.

  Yıpranma ve aşınmanın hesap edilmesinden ve gerekli payların ayrılmasından önce hesaplanan gelir artışı gayrisafi milli geliri oluşturur Gayrisafi milli gelirden yıpranma ve aşınma paylarını ( amortisman) çıkardıktan sonra bulunan değere safi milli gelir adı verilir.

SMH=GSMG – Amortisman

Net Gelir Artışı:Safi Milli Gelir Artışını

Kişi başı Net Reel Gelir Artışı ise Kişi başına Safi Gelir Artışı oluşturur.

 YURT İÇİ GELİR: Kaynağı hangi ülke olursa olsun ulusal sınırlar içinde yaratılan gelirlerin toplamıdır.(Yabancı sermaye karının bir bölümünü kendi merkez ülkesine ya da başka bir ülkeye transfer ettiğinde bu miktar Türkiye nin değil,transfer edilen ülkenin milli gelirine dahil edilir)

 Yabancı yatırım sermayesi alan her ülkede yurt içi gelir ile milli gelir arasında fark vardır.Bu yüzden ulusal zenginleşme ve kişi başına iyileşme hesaplarının yurt içi gelir kavramı ile değil, milli gelir kavramı ile yapılır.

 Ekonomik büyüme konusu sadece ulusal ekonomilere özgü değildir. Dünya Bankası ya da Uluslararası Para fonu (IMF) belirli aralıklarla dünya ekonomisinin büyüme oranını hesaplamakta ya da gelecek dönemlere ait büyüme tahminlerinde bulunmaktadır.

    Ekonomik büyüme küresel boyutta incelendiğinde hesaplama yöntemi aynıdır. Fakat küresel büyüme oranında çok sayıda ülke ekonomileri hesaplamaya dahil edilmektedir. Bu ülkelerin enflasyon oranları da birbirinden çok farklı düzeylerde olduğundan küresel büyüme oranları genellikle nominal olarak hesaplanmaktadır.

   Büyüme tartışmalarında genellikle nicel hesaplamanın yapılmakta fakat teknolojinin değişimi ve ilerlemesi, gelir dağılımının düzelmesi sonucunda sosyo-ekonomik koşulların daha da iyileştiğinde gelişmiş ekonomilerde de nitel gelişmeler de dikkate alınır.

 Nitel İyileşme: Nicel ekonomik gelişme ile birlikte sosyal göstergelerdeki gelişmelerdir.Gelişmiş ekonomilerdeki nitel değişme daha çok sağlık hizmetlerinin iyileştirilmesi, iletişim imkanlarının geliştirilmesi  ya da hizmet alanlarında gerçekleştirilen bazı iyileşmeler. Gelişmekte olan ekonomilerdeki nitel değişim ise kentleşme ya da okur yazar  oranında iyileşmedir.

         EKONOMİK BÜYÜMEYİ AÇIKLAYAN GÖRÜŞLER 

         KAPALI EKONOMİ MODELİNDE BÜYÜME DİNAMİKLERİ 

HARROD-DOMAR MODELİ BÜYÜME <<< emek ve sermaye faktörleri ile açıklanır. Varsayımları:

1.Emek gücü esnektir ve sabit reel ücret koşullarında istihdam edilmektedir.

2.Emek sermaye bileşim oranı sabittir.

3.Tasarruf oranı gelire göre değişir.

4.Teknolojik değişimler dikkate alınmaz.

5.Tasarrufla oluşturulan sermaye emekle birleşerek gelir yaratmaktadır.

6.Emekle sabit oranda birleşen sermayenin gelir yaratma kat sayısı sermaye / hasıla oranı ile gösterilir.

7.Sermaye / hasıla kat sayısı: Bir ünite gelirin ne kadar sermaye ile gerçekleştirildiğini gösterir ve veri tasarruf miktarında gelir artışının hesaplanabilmesini sağlar.

8.Teknoloji sabit ve veri alındığından,geliri yükseltmenin tek aracı tasarruf olur.

9.Yaratılabilecek gelirin üst sınırı istikrarlı denge koşulu altında belirlenir.

İstikrarlı denge koşulu üretim faktörleri artış hızlarının eşit olduğunu varsayar.

KEYNESYEN EKONOMİK BÜYÜME MODELİ

Gelir artışının talep yaratarak ekonomik büyümeyi etkileyeceğini savunmuşlardır. Gelire bağlıdır.

NEO-KLASİK EKONOMİK  BÜYÜME MODELİ

Temel anlayış olarak Harrod-Domar modeline dayanmakla beraber,emek sermaye bileşim oranının sabit kabul edildiği varsayımını emek ve sermaye öğelerinin birbiriyle ikame edilebilmesidir. Sermaye -emek oranın düşük olması gelir düzeyini yükseltir. Neo – klasik ekonomik büyümenin ana kısıtı tasarruf eksiğidir. Emek sermaye oranının düşük olması atıl tasarrufları yansıtır.

İÇSEL BÜYÜME MODELİ 

  Arrow’ un 1962 yılında geliştirdiği yeni bilgi ve buluşların dışsallık etkisi yanında, Lucas’ ın 1988 yılındaki ve Romer’ in 1986 yılındaki çalışmalarının da katkılarıyla geliştirilen modeldir.

Üretim faktörlerinin piyasa işleyiş mekanizmaları çerçevesinde oluşan değişimlerle verimliliğin arttırılarak daha yüksek gelir düzeyine ulaşılması olgusunu açıklayan modeldir. Teknolojinin devreye girmesiyle emek ve sermayenin verimliliği yükselir gelir düzeyi artar. Bu modelde özellikle kalifiye emek gücü ( beşeri sermaye ) önemlidir.

AÇIK EKONOMİ MODELİNDE BÜYÜME DİNAMİKLERİ 

Ekonomiler arasındaki ilişkiler iki kanaldan olur.

1.Dış ticaret ilişkisi

2.Sermaye akımları ilişkisi (Reel yatırım ya da portföy )

REEL YATIRIM ALANINDA, NEO – KLASİK EKONOMİ TEORİSİ sermaye, tasarruf fazlası olan ve emek başına sermaye stoku yüksek olan ekonomilerden düşük tasarruf sahibi olan ekonomilere doğru hareket eder.Kişi başına geliri ve sermaye /emek oranı yüksek olan ekonomide kâr oranı ve faiz oranı düşüktür. Sermaye kar oranı ve faiz oranı düşük olan ekonomiden kar oranı ve faiz oranı yüksek ekonomiye yani kişi başına gelir ve sermaye/emek oranı düşük ekonomiye doğru gider.

Uluslararası sermaye hareketleri sonucunda: yabancı sermaye;yüksek teknolojiyi kendi teknik elemanları getirdiğinde sermayeyi alan ülkeyle üretim alanında  yatay ve dikey ilişkiye girmez.

  1. O ülkeden hiç bir tamamlayıcı girdi temin etmez.
  2. Ülke istihdamına fazla katkı sağlamaz.

3.Gelen teknolojinin içsel büyüme modeli anlayışı ile o ülkede üretim koşullarına katkı yaptığı ileri sürülemez.

  1. Elde ettiği karın büyük bölümünü merkez ülkeye transfer ettiğinde ekonomik anlamda teknoloji yoğun sermaye gelmiş sayılmaz. Bu durum ödemeler dengesini de olumsuz etkiler.

 SHAW HİPOTEZİ (PORTFÖY YATIRIMLARI )

 Spekülatif amaçlı portföy fonlarının özellikle gelişmekte olan ekonomilerde

1.Sermaye noksanını giderme

2.Kur dalgalanmalarını yumuşatma işlevi görebilir

  Uluslararası portföy sermaye hareketleri yüksek faizli ekonomilere yönelir. Sermaye kıtlığı çeken ekonomilerde tasarruf açığı kapanırken sermaye / emek oranı yükselir ve daha yüksek gelir düzeyine ulaşılabilir.

Burada önemli nokta:  Bu portföy yatırımlarının ekonomide kalış süresi içinde faiz maliyetinden daha yüksek gelir yaratıcı alanlarda kullanılabilme durumudur. Aksi halde portföy yatırımı ekonomide anlamlı değer yaratmadan faiz elde ederken ekonomiye katkı yapmamış tam tersine ekonomiye yük olmuş olur.

  Açık ekonomi modelinde büyümeyi etkileyen bir diğer durum dış ticaret yolu ile dış talep destekli yatırım ve üretimin arttırılmasıdır.

  Merkantilist anlayışa dayalı bu model dış ticarette ticaretin yaratılması ilkesine dayanarak üretimin düşük maliyetli yörelerde yapılarak uluslararası ticarete konu edilmesini hedefler.

   Geçmiş dönemlerde bu hedefin önünde koruyucu gümrük vergileri, kur ayarlamaları ve iç ekonomilerde farklı oranlarda uygulanan dolaylı vergiler bulunurken, Dünya Ticaret Örgütü nün müdahaleleri ile koruyucu gümrükler ve dengesiz kur ayarlamaları ortadan kaldırılmış ayrıca vergi ahenkleştirmeleri politikaları yaygınlaştırılarak dolaylı vergilerde engel olmaktan çıkarılmıştır. Genellikle günümüzde tasarruf kıtlığı yaşayan ve yüksek cari açık veren ekonomiler acil cari açık gereksinimlerini portföy sermaye girişleri ile kapatmaktadır.

  EKONOMİK BÜYÜME UNSURLARI ÜZERİNDE MALİYE POLİTİKASI ARAÇLARININ ETKİLERİ 

VERGİLERİN ETKİLERİ 

     Vergilerin sermaye arzı üzerindeki etkileri 3 aşamada ele alınır.

1.Tasarruf aşaması

  1. Tasarrufun sermayeleşmesi aşaması

3.Sermayenin idamesi aşaması

Toplam Tasarruf=Kamu tasarrufu + Özel tasarruflar

Toplam Tasarruf (Ulusal Tasarruf) : Yaratılan gayrisafi milli gelirden aşınma ve yıpranma payı çıkarıldıktan sonra kamu ve özel tüketim harcamaları dışında kalan kısımdan oluşur.

Formüllerin incelenmesi sonucu oluşan sonuçlar:

1.GSMH düzeyinin sabit olduğu varsayımı altında ulusal tasarruf hacmi özel ve kamu tüketim harcamalarının büyüklüğüne bağlıdır.

  1. Ulusal tasarruf hacminin sabit olduğu  varsayımı altında toplam ulusal tasarrufun kamu ve özel kesim payları uygulanan vergi sisteminin fonksiyonudur.

3.Vergi sisteminin veri olduğu varsayımı altında toplam tasarrufun kamu ve özel kesimlere giden payları gelir dağılımı ve bütçe harcama dağılımının fonksiyonudur.

  Kapitalist sistemde milli gelirin kaynağının özel kesim olduğu görüşü varsayımı altında, özel kesimde tasarruf net safi gelirin bir fonksiyonudur. Yani vergisi ödenmiş safi gelirden tüketim harcamaları çıktıktan sonra kalan kısım tasarruf olarak ortaya çıkar. Veri gelir koşulu altında özel tasarruf hacmi vergi, aşınma payı ve özel kesim tüketim eğilimi düzeyinin  fonksiyonudur.

<<Vergi ve amortisman işlemleri : doğrudan

<<Tüketim: dolaylı olarak maliye politikası araçlarının denetimi içindedir.

Harcama vergilerinin son temsilcisi Kaldor ‘dur .

Harcama vergisi sisteminde mükellefler gelirlerini değil harcamalarını beyan eder ve vergi tarhı bu beyana göre yapılır bu sistemin savunucularının iddiası harcama vergisi sisteminde tasarrufların vergileme dışında kalarak teşvik edilmesidir.

VERGİNİN GELİR ETKİSİ : Ortalama vergi yükünün emek arzını yükseltmesidir.

VERGİNİN İKAME ETKİSİ: Marjinal vergi oranlarının emek arzını kısma etkisidir.

  Günümüzde tüm ülkelerde uygulanan gelir vergisi sisteminde ilk dikkat edilecek nokta veri vergi gelirinin sağlanmasında dolaysız ve dolaylı arasındaki farktır. Veri vergi geliri sağlanırken tasarrufu teşvik etme gayreti vergi yükü ağırlığını tüm adaletsizlik iddialarına karşın dolaylı vergilere yöneltir.

  Aynı amaçla dolaysız verginin kullanılması  halinde yine adalet ilkesinden vazgeçilerek marjinal oran artışı hafif olacak şekilde basamak yüksekliği dar ve dilim alanı  geniş vergi tarifesi tercih edilir.

  İkame etkisini nötralize etmeyi amaçlayan optimal vergi tarifesinde belirli gelir grupları oluşturularak, aynı gelir aralığında bulunanlara artan oranlı tarife uygulanmaz.

Bir ünite gelir vergisinin tüketim ve tasarrufu kısma etkisi marjinal tüketim ve tasarruf eğilimlerine bağlıdır.

  1. Marjinal tasarruf eğilimi (özel sektör)= Marjinal tasarruf eğilimi (kamu sektörü) ise toplam tasarruf hacmi sabit kalmıştır.

b.Marjinal tasarruf eğilimi ( özel sektör) > Marjinal tasarruf eğilimi (kamu sektörü) ise özel tasarruf azalmıştır. Toplam tasarruf hacmi azalır.

  1. Marjinal tasarruf eğilimi (özel sektör) <  Marjinal tasarruf eğilimi (kamu sektörü) ise özel tasarruf azalmıştır. Toplam tasarruf hacmi artar.

     Özel tasarrufları yükseltmek için bir dizi vergi önlemi alınır. Bunlar:

  1. Yatırım indirimi

2.Risk faktörüne kamunun iştirakidir.(Hızlandırılmış amortisman ve ileri-geri zararların mahsubu)

3.Yüksek marjinal oranlı gelir vergisi yerine düşük marjinal oranlı gelir vergisi

  Amortisman gider olarak yıllık gelirden indirildiği için ne kadar yüksek miktarda uygulanırsa  o kadar vergi yükü azalır ve yatırımın getirisi yükselir. Amortisman ile ilgili uygulamanın en uç hali ANİ AMORTİSMANDIR. İlk yılda tüm amortisman giderlerini gelirlerden indirme yöntemidir.

  Yatırım indirimi uygulamasında da yatırımın maliyetinin bir bölümü belirli yıllara yayılmış olarak gelirden indirilir. Yatırım sonucunda zarar oluştuğunda doğal olarak vergi ödenmez. Ancak zarar ileriki yıllarda sağlanacak kârlardan indirilebilir.

  KAMU HARCAMALARININ ETKİLERİ

Devlet en önemli işlev olarak

  1. Yaygın eğitim hizmeti kurarak kaliteli emek üretimi sağlayıp sermayenin verimliliğini yükseltebilir.

2.Devlet teknoloji ve makine parkları kurarak ucuz ya da bedava olarak özel kesime sermaye ve teknoloji imkanı sağlar.

3.Devletin özel kesime sağlayabileceği en yaygın ve etkili işlev ise iletişim adalet ve emniyet gibi özel kesimin şiddetle ihtiyaç duyduğu alanlarda kamusal nitelikli altyapı yatırımları gerçekleştirmektir. Alt yapı yatırımları hem özel kesimin güvenlik içinde yatırım yapmasını teşvik eder hem de iletişim ve piyasalara ulaşmada verimliliği arttırarak gelecek dönem yatırımları için fon oluşumuna destek olur.

   SÜRDÜRÜLEBİLİR BÜYÜME

      Ekonomik büyüme, Rostow’ un ünlü üçlü kalkınma aşamalarının son aşaması olup, uzun dönemde gerçekleştirilen bir durumdur. Günümüzün en büyük ekonomisi olan ABD ve bütün olarak Avrupa ekonomileri büyüme sürecinde küresel ısınma olarak adlandırılan iklim değişikliklerine yol açmaktadır.Çevresel önlemler alınarak  sera gazlarının ozon  tabakasındaki etkisi hafifletilmeye çalışılıyor olmakla beraber ekonomik sürecin sürekli temposu çoğu durumda söz konusu önlemlere engel oluşturabilmektedir.

  Örneğin,Kioto Sözleşmesine ABD nin itirazı damgasını vurmuştur. Oysa tek başına ABD nin sera gazı salınımı ve  yarattığı çevre kirliliği bir çok ufak ve gelişmekte olan ekonomiler topluluğunun tümünden daha fazladır. Ekonomik büyüme devamlı gelişen bilgi birikimine de gereksinim duymaktadır.Bunun nedeni Schumpeter’ in yaratıcı yıkıcılık ifadesinde açıklanmaktadır. Bu görüşe göre ekonomik durgunluğa çare yeni teknolojilerle yeni piyasaların açılması olduğundan ekonomik büyümenin önemli bir tetikleyicisi buluş ve icatlar dır.

Ekonomik büyümenin yarattığı çevre sorunları ise iki nedenle ihmal edilir.

  1. Küresel ısınma ve doğal kaynakların tükenmesi konusuna verilen yanıt, yeni buluş ve teknolojiler ile gelecekte yapılacak üretimin bugünün teknolojisi ile yapılamayacağından var olan ve giderek tükenen doğal kaynaklara aynı derecede ihtiyaç olmayacağı şeklindedir.

2.Çevre sorunu algılanması itibarıyla uzun dönemde ortaya çıkan önlenebilmesi ise ancak yoğun siyaset ve sermaye gücü barındıran yaygın toplumsal kararı gerektirdiğinden kısa dönemde bu konuda etkili önlemlerin alınması beklenmemektedir.

 

ÜNİTE= 3

Maliye Politikası ve Ekonomik Kalkınma

AZ GELİŞMİŞLİK SORUNU VE KALKINMA EKONOMİSİ

Az gelişmişlik kavramı gelişmiş ülkelere referansla yapılan bir tanımlamadır. 20. yüzyılda, özellikle de İkinci Dünya Savaşı sonrasında istatistiksel yöntemlerin gelişmesiyle beraber, ulusal ekonomilere ilişkin olarak daha ayrıntılı bilgi edinme imkânı ortaya çıktı ve gelir düzeyi ve yaşam standardı yüksek ülkelere göre daha düşük

gelire ve yaşam standardına sahip ülkeler geri kalmış ya da az gelişmiş ülkeler olarak tanımlandı. Ancak bu kavramların diplomatik dile uygun olmadığı ve bir ölçüde aşağılayıcı olarak algılanması ihtimaline karşılık da gelişmekte olan ülkeler kavramı kullanılmaya başlandı. Yüzyılın sonunda ise sermayenin küreselleşmesinin

hızlanması ile beraber, yabancı yatırımlar için daha fazla imkân sağlayan ve bu yatırımlara daha cazip görünen ülkeler yükselen piyasalar olarak tanımlandı.  Gelişmiş ve az gelişmiş ülke ayrımında niteliksel ve niceliksel bazı ölçütler kullanılmaktadır. Kişi başına gelir temel niceliksel ölçütlerden birisidir. Dünya Bankası’nın tanımlamasına göre dörtlü bir ayrım yapılmaktadır. Buna göre kişi başına gelir düzeyi (yuvarlanmış rakamlar olarak) 1000 doların altında olan ülkeler düşük gelir grubu, 1000-3700 dolar arası orta altı gelir grubu, 3700-11500 arası orta üstü gelir grubu, 11500 dolar üstü ise yüksek gelir grubu ülkeleri olarak tanımlanır. Bu

tanımlamanın bir sorunu satın alma gücü paritesine göre doların her ülkede mal karşılığının farklı olmasıdır. 1$ ile Türkiye’de alınabilecek mal miktarı ile ABD’de alınabilecek mal miktarı farklı olabilir. Bu yüzden de satın alma gücü paritesi dikkate alınarak kişi başına gelir yeniden hesaplanmaktadır.

Ekonomik kalkınma, bir ülkenin zenginleşmesi ile beraber, o ülkede yaşayan insanların yaşam standardının da artmasıdır. Buradaki ayrım, gelir düzeyinin refaha dönüşüp dönüşmediğine göre yapılmaktadır.

Ekonomik Kalkınma: Ekonomideki yapısal dönüşüm sonucu verimlilikte ve üretim kapasitesinde meydana gelen artışın sosyal, siyasal ve kültürel gelişmeyi besleyerek insanların yaşam standardını arttırmasıdır.

Büyüme ve kalkınma kavramları birbirinden ayrı değerlendirilir ve büyüme niceliksel, kalkınma ise niteliksel özellikler ile tanımlanır.

Gelişmekte Olan Ülkelerin Özellikleri

  • Kişi başına gelir düzeyi düşüktür.
  • Kişi başına gelirin düşük olmasının önemli sonuçlarından birisi tasarruşarın düşük ve dolayısıyla sermaye birikiminin yavaş olmasıdır.
  • Nüfus artış hızı yüksektir ve bu nüfusun önemli bir bölümü kırsal bölgelerde yaşamaktadır. Dolayısıyla kentleşme oranı düşüktür.
  • Üretim yapısı tarım ağırlıklıdır ve tarımsal üretim büyük ölçüde geleneksel yöntemlerle yapılmaktadır.
  • Gelir dağılımı adaletsiz bir yapı arz etmektedir.
  • Sağlık hizmetlerinin miktarı ve kalitesi düşüktür
  • Az gelişmiş ülkelerin önemli bir çoğunluğu otoriter siyasal rejimlerle yönetilmektedirler.

Yoksulluk Sınırı: Bireyin beslenme, giyim, barınma gibi temel ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için gerekli

gelir miktarıdır.

Beşerî Sermaye: Bireysel bilgi, beceri ve yeteneklere dayanan üretim kapasitesidir.

Ekonomik Kalkınma ve Yapısal Dönüşüm

Kalkınma sürecini 1950’li yıllarda anlamaya çalışan ekonomistlerden birisi A. Lewis’tir. Lewis’in ikili yapı modeli, ekonomik gelişme sürecini genel olarak geleneksel tarım toplumu ile modern sanayi toplumu ayrımını yaparak açıklamaya çalışır. Bu modelde tarım sektöründe fazla nüfus olduğundan, iş gücünün üretime

marjinal katkısı sıfıra yakındır. Diğer taraftan sanayi sektöründe yeterli istihdam olmadığı için iş gücünün marjinal katkısı yüksektir.

İkili Yapı Modeli: Gelişmekte olan ülkelerde geleneksel tarım kesimi ile modern sanayi kesimi arasındaki ilişkiyi inceleyen ekonomik modeldir.

Üçlü Ekonomik Yapı: Gelişmekte olan ülkelerde geleneksel tarım yapısından modern sanayi yapısına geçerken ortaya çıkan hizmet ağırlıklı kentsel/informel sektörü içeren ekonomik yapıdır.

Gelişmiş ülkelerde ağırlıklı olarak sanayi üretimi ön plana çıkmakta, bunu hizmetler ve tarım takip etmektedir. Sanayi üretimindeki katma değer daha yüksek olduğundan, yüksek oranda bir gelir artışı ancak sanayi sektörünün gelişmesi ile mümkün olabilmektedir. Dolayısıyla tarım ağırlıklı gelişmekte olan ülkelerin hızlı

bir gelişme gösterebilmeleri, ancak hızlı bir sanayileşme ile mümkün olacaktır. 1970’li yıllara kadar ağırlıklı olarak izlenen ithal ikameci sanayileşme politikası, döviz sıkıntısı, üretim kalitesindeki düşüklük ve dış rekabete açık olmamasından dolayı ortaya çıkan verimlilik sorunları nedeniyle tıkanma noktasına gelmiştir. Türkiye’nin de aralarında bulunduğu bu ülkeler 1980’li yıllardan itibaren liberalizasyona gitmişler ve ithal ikamesi yerine ihracata yönelik büyüme politikalarını tercih etmişlerdir.

Yapısal Uyum: 1980’lerde en etkin kalkınma politikası ile eş anlamlı olarak kullanılan, piyasa aksaklıklarını gidererek ekonominin arz tarafını güçlendirmeyi amaçlayan kalkınma stratejisidir.

NOT: Mali uyum, yapısal sorunları nedeniyle sürekli bütçe açığı veren ülkelerin mali disiplini sağlamasıdır. Bütçe açıklarının hangi düzeyde olabileceği ve nasıl azaltılacağı ise ekonominin

özgül koşullarına bağlıdır.

Bu dönemde kalkınma politikası uzun dönem ve kısa dönem olmak üzere iki boyutta ele alınmıştır. Uzun dönemde ülkelerin gelişmesi ancak ciddi yapısal dönüşümlerle mümkün olabilmektedir. Bu uzun dönem yapısal dönüşümün gerçekleşmesi ise kısa dönemde alınacak bazı tedbirlerle mümkündür. Kısa dönemde politika alternatişeri arz-yönlü ve talep-yönlü olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Arz-yönlü bakış yapısal uyum amacıyla öngörülürken, talep-yönlü politikalar ise istikrar amaçlıdır. Arz-yönlü politikalar açısından iki farklı görüş ortaya çıkmaktadır. Bir görüş, kamu müdahalesi ile yapısal uyumun gerçekleştirilebileceğini savunurken, diğer

görüş yapısal uyumun ancak kamu müdahalesi azaltılarak gerçekleşebileceğini savunur. Kamu müdahalesinin azaltılması ise serbest döviz kuru, tarımsal desteklerin azaltılması ve enerji gibi sektörlerde serbest piyasanın öne çıkarılmasıdır.

GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELERDE KAMU MALİYESİNİN YAPISI

Bir ülkede ekonomik yapıdaki gelişmişlik ile siyasal yapı, hukuk sistemi ve kurumsal yapı arasında doğrudan bağlantılar vardır. Bunlar içerisinde en önemli kurum devlet yapısıdır. Devletin fonksiyonları ve devletin finansmanı gelişme sürecinde önemli bir yere sahiptir. Teşvik edici mekanizmaların geliştirilmesi, teknolojik gelişmelerin desteklenmesi amacıyla yapılacak araştırma-geliştirme (ar-ge) harcamalarının desteklenmesi, yatırım ortamını iyileştirecek altyapı yatırımlarının yapılması, piyasa mekanizmasının etkin işleyebilmesi için mülkiyet haklarının, ticari ilişkilerin ve iş sözleşmelerinin düzenlenmesi işlevi de ancak etkin işleyen bir devlet ile gerçekleşebilir.

Bütçe Süreci ve Siyasal Karar

Devletin hangi hizmetleri ne kadar sunacağı, bu hizmetler için ne kadar harcama yapacağı ve bu harcamalar için ne kadar ve hangi kaynaklardan vergi alacağı, vergi gelirlerinin yetersiz kalması halinde ne kadar ve hangi kaynaklardan borçlanacağı bütçe sürecinde belirlenir. Bütçe süreci ise siyasal bir karardır. Bu karar süreci

seçmenin oyu ile şekillenen yasama ve yürütme gücünü elinde bulunduran kurumlar eliyle işler. Yürütme tarafından hazırlanan bütçe, Parlamento’da ilgili komisyonlardan geçtikten sonra Genel Kurul’da oylanır ve yürürlüğe girer.

Kamu Harcamalarının Yapısı

Gelişmekte olan ülkelerde millî gelire oranla, finansman kaynağındaki sınırlama nedeniyle kamu harcamaları düşüktür. Kamu harcamaları bileşiminde genel kamu hizmetleri ve savunma harcamaları önemli yer tutmaktadır. devlet büyük bir işveren niteliğindedir. Kamu kesiminde fazla sayıda insan çalışırken, kamu hizmetlerinin sunumunda genel bir etkinsizlikten sözetmek mümkündür. bu ülkelerde savunma harcamaları da yüksektir. devlet, güvenliğe daha fazla kaynak ayırdığından, vatandaşın memnuniyetini arttıracak eğitim, sağlık ve diğer sosyal hizmetlere daha az kaynak ayırmakta, bu bakış açısı sosyal huzursuzluğu daha da arttırmaktadır. Kalkınma sürecini olumlu etkileyecek önemli iki harcama kalemi, fiziksel altyapı ve beşerî sermaye harcamalarıdır. Gelişmekte olan ülkelerin en önemli sorunlarından birisi sermaye birikimi yetersizliğidir. yatırım yapmanın önündeki önemli engellerden birisi girişimcilik kültürünün zayışığı ve gayrimenkul rantı gibi daha az riskli para kazanma yollarının mevcut olmasıdır. Bu yüzden devletin sermaye yetersizliği halinde doğrudan üretim alanlarına girerek yatırım yapması gerekebilir. 1950 sonrası dönemde genel eğilim budur. 1980 sonrasında ise hem uluslararası ekonomik yapıdaki dönüşüm hem de özel sektörün bir ölçüde yatırılabilir sermayeye sahip olması nedeniyle devletin doğrudan yatırım yerine yatırım ortamını iyileştirici ve yatırımı teşvik edecek mekanizmaları geliştirmesi daha rasyonel görülmektedir. Organize sanayi bölgeleri, küçük sanayi siteleri, bazı ara malların devlet tarafından üretilmesi ve özellikle enerji alanındaki yatırımlar ya da teşvik politikaları, kalkınmanın hızlandırılması açısından önem arzetmektedir. Devletin kalkınma amacıyla doğrudan yer alması gereken diğer bir alan da beşerî sermayedir. Yatırımların yapılmasında ihtiyatlı olunmasının bir nedeni yetişmiş iş gücü konusundaki sınırlamalardır. Gelişmekte olan ülkelerin bir özelliği eğitim düzeyinin düşük olması ve nitelikli eleman sıkıntısıdır. Sosyal hizmetler, kalkınma sürecinde ele alınması gereken diğer bir konudur. Sadece insanların yaşam standardı değil, üretim süreçlerini de doğrudan etkileyen

sosyal hizmetlerin devlet tarafından sağlanması gerekmektedir.  Sonuç olarak, kalkınmayı hızlandıracak bir harcama bileşiminde, yüksek miktarda genel kamu ve güvenlik harcamalarından çok altyapı, eğitim ve sağlık hizmetlerine ağırlık verilmesi gerekmektedir.

Kamu Gelirlerinin Yapısı

Kamu gelirlerinin en sağlıklı ve kalıcı kaynağı vergilerdir. Toplam vergi yükü önemli olduğu gibi, kalkınma sürecini hızlandıracak vergi bileşiminin de dikkate alınması gerekir. Vergi sistemine ilişkin temel tartışma, kalkınmanın önemli bir boyutu olan ekonomik büyümeyi hızlandıracak etkin vergileme ve sosyal kalkınma

için dikkate alınması gereken adil vergilemedir. Gelişmekte olan ülkelerde kamu gelirleri açısından en önemli sorunlardan birisi

vergi kapasitesinin düşük olması ve vergi gayretinin yetersiz olmasıdır.

Vergi Kapasitesi: Bir ekonomide, veri üretim düzeyinde, mevcut vergi sistemi ile toplanabilecek vergi miktarıdır.

Vergi Gayreti: Bir ekonomide vergi idaresinin vergi toplama ve vergi mükelleşerinin vergi ödeme çabaları sonucunda vergi kapasitesinin kullanılabilen bölümüdür.

Daha kolay toplanabilen ve toplumun geneline yayılan dolaylı vergilerin toplam gelirler içerisindeki payı yüksektir. Dolaylı vergiler, dolaysız vergilere göre kaynak dağılımı açısından daha etkin olmakla birlikte, gelir

dağılımı açısından daha adaletsiz vergilerdir. Çünkü düz bir oran olarak alınsalar bile düşük gelir grubunun tüketim eğilimi daha yüksek olduğundan, gelirlerine oranla daha yüksek vergi ödeyeceklerdir. Yüksek gelir grubunun tasarruf eğilimi daha yüksek olduğundan artan oranlı bir gelir vergisi tasarruşarı azaltarak etkinsizliğe neden olabilmektedir. Artan oranlı vergilerin tercih edilmesi durumunda, gelir dağılımının adaletsiz olması halinde, devlet daha fazla vergi toplayabilmektedir.

Kuznets Hipotezine göre, gelişme sürecinde, ilk aşamalarda hem yapısal nedenlerle hem de sermaye birikimi ihtiyacı nedeniyle gelir dağılımı bozulurken, gelişmenin ileri aşamalarında gelir dağılımı düzelmeye başlar

KALKINMANIN FİNANSMANI VE KALKINMACI DEVLET

Gelişmekte olan ülkelerin en önemli sorunlarından birisi, belki de en önemlisi, kalkınma sürecinde ihtiyaç duyulan kaynakların finansmanıdır.

Tasarruf/Gelir Oranı: Bir ekonomide toplam tasarruşarın millî gelire oranıdır.

Kaynakların verimli kullanılamamasının temel iki nedeni vardır. Bir nedeni, bilgi birikimi ve girişimcilik kültürünün zayıf olması, diğeri ise beşerî sermayenin yetersiz olmasıdır.  Bir ülkede tasarruşar üç kaynaktan sağlanmaktadır: Yurt içinde özel sektörün yaptığı tasarruşar, devletin tasarruşarı ve dışarıdan gelen yabancı tasarruşar. Yurt içi tasarruşar özel sektör ile kamu sektörünün toplamına eşittir.  Kalkınmacı devlet anlayışı, devletin finansal kaynakları stratejik sanayi sektörlerine tahsis etmesi ile hızlı gelişmenin sağlanabileceğini savunmaktadır  Toplam kamu gelirleri ile yatırım dışındaki kamu giderleri arasındaki fark olarak tanımlanan kamu tasarruşarı, devletin yurt içi yatırıma ne kadar katkıda bulunabileceğini gösterir.

Kamu Tasarrufu: Toplam kamu gelirleri ile yatırım dışındaki kamu giderleri arasındaki farkdır.

Gelişmekte olan ülkelerin çoğunda büyüme üzerindeki en önemli sınırlama tasarruf yetersizliğidir. Yüksek miktarda sermayeye ihtiyaç duyan büyük sanayi projelerini finanse edecek kaynaklar mevcut değildir. Devlet, sübvansiyonlarla, döviz kuru politikaları ve kamu yatırımları ile kaynak dağılımını değiştirebilir.

KÜRESEL EKONOMİK DÖNÜŞÜM VE DEVLETİN DEĞİŞEN ROLÜ

Devlet, iş gücünün niteliğini arttırarak bir anlamda sanayi girdisi üretmektedir. Bu girdinin üretilmesi için kaynağa ihtiyaç vardır ve kamu kaynakları büyük ölçüde vergi gelirine dayanır. Uluslararası rekabet kaygısıyla düşürülen vergi oranları arz yanlı ekonomi yaklaşımında beklendiği gibi bir etki yaratmadığı zaman, kamu gelirleri azalacak ve eğitime ayrılacak kaynak yetersiz olacaktır.

Arz Yanlı Ekonomi Yaklaşımı: Üretim maliyetleri üzerindeki vergi ve benzeri yüklerin hafişetilmesi ile büyümenin hızlanacağı ve beklendiğinin aksine vergi gelirlerinin artacağını savunan görüştür.

Küreselleşmenin olumlu bir yönü ise gelişmekte olan ülkelere yönelen yabancı sermayedir. Yükselen piyasalar olarak tanımlanan gelişmekte olan ülkelerin finansal piyasalarının doğru yönetilmesi halinde, yabancı sermaye gelişmekte olan ülkelerin sermaye ihtiyacını olumlu etkileyebilir.

Yükselen Piyasalar: Hızlı gelişmekte olan ülke ekonomilerinin yatırımcılar için çekici olan finansal piyasalarıdır.

Parasal ya da portföy sermayesi biçimindeki sermaye, fazla akışkan olması dolayısıyla gelişmekte olan ülkelerin finansal istikrarını kötü etkileyebilmektedir. Sıcak para da denilen bu sermaye türü, genişleme döneminde ülkeye kolay girebilmekte ve büyümeyi hızlandırmaktadır. Ancak daralma döneminde hızla kaçan sermaye, bazen getirdiğinden daha fazlasını götürebilmektedir. Son küresel krizde daha da belirgin hale gelen bu soruna karşılık Tobin Vergisi bir çözüm olarak düşünülmektedir. Buna göre, akışkan sermaye üzerinden alınacak bir vergi veya benzeri yükümlülük, işlem maliyetlerini arttırarak akışkanlığı azaltacak ve finansal istikrarı olumlu etkileyecektir.

Tobin Vergisi: İstikrarsızlık yaratan etkilerin hafişetilmesi amacıyla kısa vadeli sermaye hareketleri veya sıcak para olarak adlandırılan finansal hareketler üzerinden alınacak düşük oranlı vergidir.

ÜNİTE= 4

Türkiye’de Ekonomik Kalkınma ve Büyüme Sorunları

EKONOMİK KALKINMA VE EKONOMİK BÜYÜME

Bir ülkenin kalkınması ve büyümesi, kesinlikle birbiri ile ilişkili olmakla birlikte, biri sadece ekonomik göstergelerde, diğeri ise ekonomik ve sosyal göstergelerde ifadesini bulan iki farklı ölçütle değerlendirilir. Ekonomik büyüme üretim imkânlarının artması sonucunda millî gelirin artışı şeklinde nicel olarak ölçülür. Buna karşın ekonomik kalkınma kentleşme, okuma-yazma oranının yükselmesi, tarımsanayi dengesinin sanayi lehine gelişmesi, bebek ölüm oranları, ortalama yaşam beklentisi ve hepsinden daha da önemli olarak, ekonomik verimliliğin yükselmesi gibi sosyal ve ekonomik ölçütlerle ifade edilir. Diğer bir deyişle ekonomik büyüme

millî gelirdeki nicel artıştır; ekonomik kalkınma ise ekonomik büyümenin yanı nda, insani gelişme göstergelerindeki iyileşmedir. ABD veya AB ülkeleri ya da Japonya gibi gelişmiş ekonomiler için ekonomik

büyüme kavramı, buna karşın, Türkiye, Mısır, Azerbaycan ya da Hindistan gibi ülkeler için ise ekonomik kalkınma kavramı kullanılmaktadır. Her iki kavramın da birleştiği nokta kişi başına gelirin artması olduğu halde, içerik olarak kavramlar birbirinden oldukça farklıdır. Ekonomik büyüme kavramı millî gelirin yükselmesini

ve buna bağlı olarak kişi başına gelirin artmasını ifade ederken ekonomik kalkınma kavramı sadece nicel büyümenin ötesinde, toplumsal yapıda oluşan nitel değişimi de kapsar.  Ekonomik büyüme millî ve kişi başına gelirdeki artış ile ilgili olduğu halde, ekonomik kalkınmada gelirdeki nicel artışa ek olarak, İnsani Gelişme Göstergesi (Human Development Index) olarak bilinen ölçüt de dikkate alınır.

İnsani Gelişme Göstergesi: Ülkelerde izlenen yaşam uzunluğu, okur yazar oranı ve yaşam kalitesi göstergelerini içeren bir ölçümdür.

İnsani Gelişme Göstergesi ülkelerde başlıca üç alandaki gelişimleri göz önünde tutar:

  • Uzun ve sağlıklı bir yaşam; ölçümü, ortalama yaşam süresi ile yapılır.
  • Bilgi; ölçümü, okur yazar oranı ve ilkokul, lise ve üniversite dereceleri ile yapılır.
  • Yaşam düzeyi; ölçümü, kişi başına düşen gelir ve alım gücünün ABD doları ile yapılır.

Türkiye, İnsani Gelişme Göstergesi’nde(İGG), 2011 yılında 187 ülke arasında 92. sırada yer almaktadır. Bu sıralama Türkiye’nin geliflmede aldığı aşamayı göstermektedir. Çünkü 1965 yılı ‹nsani Geliflme Gösterge’sinde Türkiye 174 ülke arasında 152. sırada buluyordu. Tablo 4. 2’de görüldüğü gibi, 1980 ile 2011 yılları arasında

Türkiye İGG’de dalgalı bir gelişme göstermiş ve 2011 yılında 92. sırada yer almıştır. Tabloya giren ülke sayısı arttıkça, ülkelerin kalkınmışlık gösterge farklılığına göre Türkiye’nin sırasının de¤iflmesi olağandır.

Bir ülkenin gerçek sosyo-ekonomik durumunu en iyi yansıtan gösterge millî gelir değerleri olmayıp, İnsani Gelişme Göstergesi’dir. Fiziksel olarak saptanan yıllık programların gerçekleştirilmesi için gerekli kaynaklar ise yıllık programların parasal ifadeye dönüştürülerek bütçelenmesi ile sağlanır. Böylece Planlama-Programlama-Bütçeleme Sistemi (PPBS) oluşturulur. Çoğu gelişmekte olan ülkeler 1960’lar ve 1970’lerde ünlü ekonomist Tinbergen tarafından geliştirilmiş planlama ve girdi-çıktı yöntemini kullanmıştır. İleride belirtileceği gibi, Türkiye’de de 1960 yılında Devlet Planlama Teşkilatı kurulmuş ve planlama dönemine girilmiştir.

CUMHURİYET’İN İLK DÖNEMLERİNDE KALKINMA ÇABALARI

1923 yılının fiubat ayında Lozan Barış Anlaşması’nın ihtilaşa kesintiye uğradığı sırada, İzmir’de İktisat Kongresi toplandı. Atatürk’ün açış konuşmasını yaptığı bu toplantı, gerek bileşimi gerek aldığı kararlarla, bir yandan dış ülkelere diğer yandan da içte toprak ağalarına yönelik stratejik bir toplantıdır. Aşar Vergisi’nin kaldırılması kararı, toprak ağalarına sağlanmış bir imtiyazdı. Buna ek olarak, Atatürk’ün açılış konuşmasındaki “kanunlarımıza riayet şartı ile ecnebi sermayelerine lazım gelen teminatı her zaman vermeye hazırız” beyanı da, Batılılara verilmiş bir güvencedir. 1913 yılında çıkarılmış olan Teşvik-i Sanayi Kanun-u Muvakkatı bu dönemde bazı ufak değişikliklerle yasalaştırılarak uygulamaya sokulmuştur. Bu yasa, adından da anlaşılacağı üzere, geçici olup 15 yıl için uygulamaya koyulmuş ve 1928 yılında sona ermiştir. 1927 yılında yine 15 yıllık süre için Teşvik-i Sanayi Kanunu çıkartılmıştır. Bu yasa da ruhu ve uygulaması itibarıyla, piyasa kurallarına dayalı ve liberal anlayışı yansıtıyordu. 1925 yılında Tayyare ve Motor Türk Anonim fiirketi’nin kuruluşu ile uçak sanayiine adım atılmıştır. 1947 yılına dek devam eden uçak sanayiinde Almanlar, Polonyalılar ve İngilizlerle iş birliği yapılarak süreç yaşatılmış olmakla beraber, uçak yapım teknolojisinin tepkili motorlara geçtiği aşamada bu alandan çıkılmıştır. Cumhuriyet’in kuruluşundan 1929 yılına dek olan sürede millî gelir % 10,9 oranında büyümüştür. 1929 yılında Dünya Buhranı ile aynı anda, gümrüklerini uzun süre denetim altına alamayan Türkiye’de de döviz krizi yaşanmış, 1930 yılına gelindiğinde ise Türkiye artık sınırlarını denetleyen bağımsız bir ekonomi konumuna ulaşmıştır. 1929 yılında Millî İktisadiyat ve Tasarruf Cemiyeti kurulmuştur. Millî ürünlerin kullanılması ve tasarrufun yükseltilmesi propagandası yapan Millî İktisadiyat ve Tasarruf Cemiyeti kısa süre içinde Sanayi Kongresi ve Ziraat Kongresi toplantılarını gerçekleştirmiştir ve böylece devletçi politikaların temelleri atılmıştır. 1934 yılında Birinci Sanayi Planı ile devletçilik başlatılmış oldu. Birinci Sanayi Planı’nda mensucat sanayi, maden sanayi, selüloz sanayi, seramik sanayii ve kimya sanayi olmak üzere beş alan üzerinde yoğunlaşılmıştır. Etibank ve Sümerbank gibi dev kuruluşların da kurulduğu bu dönemde sanayileşmenin başlatılması yolunda önemli hamleler yapılmış, 1936 yılında İkinci Sanayi Planı uygulamaya konulmuştur. Bu sürede şeker fabrikaları, pamuklu tekstil fabrikaları kurulmuş, demir çelik sanayi, kimya sanayi, makine ve metal sanayii alanlarında önemli hamleler yapılmıştır. Ancak çeşitli alanlarda üretimin hızlanması kaçınılmaz olarak bir taraftan enerji sorununu diğer taraftan da ulaşım sorununu gündeme getirmiştir. Bu nedenle ülke çapında yaygın bir demiryolu şebekesi oluşturulmaya çalışılarak sanayi hamlesinin kesintiye uğramaması yolunda çaba sarf edilmiştir. Devletçilik uygulamasının yürürlükte olduğu 1930-39 döneminde millî gelir yıllık ortalama

%6,1 oranında büyümüştür. Devletçilik döneminde büyüme oranının nispi olarak küçük olmasının nedeni, 1929 krizini izleyen yıllarda millî gelirde yaşanan büyük düşüştür. 1938 yılında Atatürk’ün vefatı, 1939 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve Türkiye’de savaş ekonomisi uygulamasına geçilmesi devletçilik döneminin

kapatılmasına yol açmıştır.  Tablo 4.3’den görüldü¤ü gibi, 1929 krizine dek millî gelir büyümüş olmakla birlikte,

temel gösterge olan tarım kesiminin payı ciddi olarak küçülmemiş, sanayii üretiminde de hatırı sayılır bir artış görülmemiştir. Diğer bir deyişle Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde ekonomide ciddi bir yapısal değişim izlenmemifltir. Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde ekonomide ciddi bir yapısal değişim izlenmemiştir.

1930’lar döneminde, 1923-29 liberal dönemdekinden farklı olarak, sosyal kalkınma çabalarının da yoğun olduğu görülmektedir. Kamu iktisadi teşebbüslerinin kuruluş yerlerinin seçiminde de ekonomik kârlılık ölçütünden çok, sosyal getiri ve yöresel kalkınmanın sağlanması çabaları esas alınmıştır. Böylece, bu dönemde ekonomik büyümeye paralel olarak sosyal kalkınmanın gerçekleştirilmesinde de önemli adımlar atılmıştır.

1950, çok partili dönemin başlangıç yılıdır. İktidar değişikliğinin arifesinde 1947 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin savaşta yıkılmış Avrupa’yı ayağa kaldırma projesi olarak Marshall Planı devreye sokulmuştur. Marshall Planı, Türkiye’de demir yolu projesinin karayolu politikasına dönüşmesine ve tarım alanında hızla makineleşerek tarımdaki gizli işsizlerin kentsel alanlara yönelmesine yol açmıştır. Türkiye, 1958 yılına ağır borçlu olarak ulaşmış bunun üzerine, Türkiye alacaklı devletlerle Paris Anlaşması’nı imzalayarak borçlarını uzun vadeye atmak (konsolidasyon/moratoryum) zorunda kalmıştır. Moratoryum ile sonlanan 1950-

1958 döneminde millî gelirde yıllık ortalama % 7,3 oranında büyüme sağlanmıştır. Bu dönem 1960 askerî müdahalesi ile kapanmıştır. millî gelir değerlerinin çok yüksek artış hızları ile geliştiği görülmektedir.

Bu gelişme yaşanan yüksek enşasyondan kaynaklanmaktadır.

Tablo 4.4’de 1950’lerde uygulanmış olan liberal politikalar›n millî gelirde ve sektörel alt bölünmede oluflturduğu değişim gösterilmektedir.

Enflasyonun boyutunu görebilmek için, 1950-1960 aralığında yıllar itibarıyla millî gelir deşatörüne bakılmalıdır. 1960’LAR VE 70’LER PLANLI KALKINMA AŞAMALARI

Ülkemizde 30 Eylül 1960 tarihinde Devlet Planlama Teşkilatı’nı kuran yasa kabul edilerek, planlı ekonomiye geçişin yasal temelleri oluşturulmuştur. Planlama fikri ve uygulaması Cumhuriyet yönetiminin ilk dönemlerine hatta 1913 yılına dek gitmekle birlikte, Devlet Planlama Teşkilatı’nın kurulması ile Beş Yıllık Plan ve Program

Dönemi’ne girilmiş ve Planlama-Programlama-Bütçeleme Sistemi (PPBS) benimsenmiştir. Yasanın öngördüğü plan kamu kesimi için emredici, özel kesim için yol gösterici nitelik taşımaktaydı. Diğer bir deyişle bütçe ile belirlenen kamu yatırımlarında plan hedeşerinin korunması hedef alınırken, özel kesim yatırımlarının teşvikler yolu ile kamu hedeşerine yönlendirilmesi amaçlanmıştı. Planlamada sanayi sektörünün geliştirilmesi ön plana çıkarılmakla birlikte, tarım ve sanayi arasında dengeli kalkınma fikri de korunmuştur. 1963-1967 yılları arasını kapsayan ve Harrod-Domar büyüme modeline dayanan Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda yılda % 7 oranında büyüme öngörülüyordu. Planlama ile girilmiş olan yeni dönemin en önemli özelliği, 1950-1958 döneminde sürdürülen liberal ve serbest ticaret politikalarının yerine ithal ikameci ve korumacı politikaların geçirilmesidir. Plan ayrıca, ekonomik büyüme hedeşeri yanında, ödemeler dengesinin gözetilmesi, gelir dağılımın düzeltilmesi, vergi reformunun yapılması gibi amaçlar yanında, nüfus politikası ve sosyal adaletin sağlanması gibi sosyo-ekonomik sorunlara da el atmış, böylece ekonomik veriler üzerinde değil, sosyal verilerde de etkin toplumsal dönüşümler oluşturmayı hedeşemiştir. Ülkemizde aynı doğrultuda hazırlanan İkinci Beş Yıllık Plan’dan sonra gelen Üçüncü Beş Yıllık Plan dönemi, planlama aşamasında daha güçlü ve kapsamlı bir

yer işgal eder. Üçüncü Plan’da millî gelirde sanayi kesiminin % 23 oranından % 40 oranına çıkarılması, buna karşın tarım kesiminin % 28’den % 10’a indirilmesi amaçlanmıştır. Ayrıca Üçüncü Plan’da ileri teknoloji üretimine yönelik ara malı üreten sanayi dallarının dış rekabete karşı korunması hedeşenmiş ancak Plan’da toplam verimlilik kavramının devreye sokulmuş olmasına karşın, maalesef güçlü bir bilim ve teknoloji programı geliştirilememiştir. Dördüncü Plan ise TÜBİTAK’ın kendisine verilmiş görevleri tam olarak yapamadığı gerekçesine dayanarak, bilim politikasını teknoloji politikası ile ikame etmiş ve politikaların bu yönde geliştirilmesi görüşünü benimsemiştir. Dördüncü Beş Yıllık Plan, 1970’lerde yaşanan Kıbrıs olayları, ABD’nin ambargosu ve petrol şoklarının getirdiği sıkıntılar nedeniyle hedefine ulaşamadan 1979 bunalımına girilmiştir.

Planlama Dönemleri       Hedef                  Gerçekleşme

Birinci Plan Dönemi  (1963-1967)              % 7,0 % 6,6

İkinci Plan Dönemi   (1968-1972)                % 7,0 % 6,3

Üçüncü Plan Dönemi  (1973-1978)             % 7,9 % 5,2

Dördüncü Plan Dönemi  (1979-1983)          % 8,0 % 1,7

Ekonomik büyüme ve kalkınmada lokomotif rolü gören sanayi kesiminin ilk üç plan döneminde hedefi tutturamadığı ancak belli bir büyüme hızının yakalanmış olduğu söylenebilir. Bu durum, tasarruf imkânlarının

kısıtlı olması varsayımı altında, olumlu karşılanabilir. Buna karşın, tarım kesimi ise hedefin üzerinde bir daralma göstermiştir. Ayrıca 1979 yılına olağanüstü döviz krizi ile ulaşılmıştır. Bu krizin önemli bir nedeni sanayide uygulanan patent anlaşmalarına bağlı ithal ikameci montaj politikasıdır.

1980 SONRASI EKONOMİ POLİTİKALARI

1980 sonrası uygulanan ekonomi politikası geçmiş dönemlerdekinden hayli farklı-dır. Farklılık, ekonominin ihracata yönelik liberal ve monetarist (parasalcı) politikalara yönelmesindedir. Bu farklılığın da içten ve dıştan kaynaklanan nedenleri bulunmaktadır. İlk olarak, 1960’lar ve 70’lerde uygulanmış olan ithal ikameci ve

korumacı politikalar sonucunda ekonomi döviz darboğazına girmiş böylece ekonomi, ilki 1929’da, ikincisi de 1958’de yaşanan döviz darboğazına 1979 yılında üçüncü kez sürüklenmiştir. Dış dünya ile ilgili neden ise kapitalist dünyada 1970’lerin ortalarından itibaren reel sektörde kâr oranlarının gerilemesine bağlı olarak finansal alana geçilmesi ve reel yatırım alanlarına yönelmede istekli olmayan birikmiş fonların kendilerine yüksek getiri sağlayan alanlar arıyor olmasıdır. Ülke olarak ağır dış borçlu ve döviz ihtiyacı konumdan çıkışın en sağlam yolu ihracata yönelmektir.  1980’lerde iç talebin azaltılarak dış talebe yönelme ihtiyacını ortaya çıkarmıştır.  Ülkemizde iç talebin azaltılması için vergi sistemi radikal değişikliğe uğratılarak, o döneme kadar uygulamada olan Gider Vergisi, Katma Değer Vergisi ile ikame edilmiş, sistem içinde dolaylı vergilerin ağırlığı artırılmış ve kamusal yük sermaye üzerinden topluma kaydırılmaya çalışılmıştır. Hazine’nin Merkez Bankası’ndan borçlanmasına sıkı limit getirilerek kamu açıklarının finansmanında bankalar sisteminden borçlanmaya gidilmesi, faiz oranını yükselterek ekonomiye dış ve iç kaynaklı döviz girişi sağlamıştır. Böylece dış ödemelerde oluşan ticari açık, sermaye hareketleri ile kısmen daraltılmış, daha doğrusu, ticari açık sermaye

hareketleri ile finanse edilmiştir. Ancak, yüksek faiz ve baskılı kur olarak ekonomi yazınında yerini alan bu süreç kısa dönemde finanse ettiği cari açığın, uzun dönemde yükselmesine yol açıyordu. Bu dönemde Dördüncü Beş Yıllık Plan ve Beşinci Beş Yıllık Plan uygulamaya konulmuş, 1984 yılında bir yıllık program devreye sokulmuş, izleyen dönemde de Altıncı Beş Yıllık Plan uygulamaya konulmuştur. 1980’lerde gerçekleştirilmiş olan bu dışa açık, liberal ve paracı yapı, sıcak para işlemleri ile birlikte 1990’larda da sürdürülmüştür. Ancak 1990’lardaki siyasal yapı, 1980’lerde nispi olarak korunmuş olan istikrarlı yapıda değildi. Bu nedenle iktidar değişiklikleri ve 1995 yılında yaşanmış ağır kriz vb gibi ekonomik ve sosyal çalkantılar, hem ekonomiye yük olmuş hem de kamusal dengeleri sarsarak, dönem sonuna ağır borçlu olarak gelinmiştir. sanayileşmenin sürdüğü, tarım sektörünün gerilediği görülmekte ve bu durum ekonomik kalkınma hamlesinin hâlâ devam ettiğini ancak

sürecin henüz tamamlanmadığını göstermektedir. Bankacılık kesiminde görülen hızlı gelişmenin ise hizmetler sektöründeki yükselişe katkısı olmuştur. İnsani Gelişme Göstergeleri’nin de zaman içinde olumlu seyrettiği anlaşılmaktadır.

2000’LERDE “GÜÇLÜ EKONOMİYE GEÇİŞ PROGRAMI”

1980’lerin monetarist ve sermaye yanlı politikalarının 1990’lara taşıdığı yük ve dönemin sonuna doğru yaşanan krizler bir taraftan enşasyonun önlenemez yükselişini kamçılamış, diğer taraftan cari açığı olağanüstü boyutlarda büyütmüştür. Bu nedenle ekonomi 1999 yılında IMF’nin izleme programına alınmış, bu sürecin de sonuçsuz kalması üzerine, 2000 yılı başında IMF ile stand-by anlaşmasının imzalanması zorunlu hale gelmiştir. IMF ile yapılan stand-by anlaşmasında ağırlıklı olarak öne çıkan ana hedef, borçların sürdürülebilirliğinin sağlanması ve enşasyonun denetlenmesidir. Merkez Bankası Para Kurulu statüsüne geçirilerek, bankanın para ihracında bulunma gücü ortadan kaldırılmış ve para programı çerçevesinde döviz çıpası uygulamasına geçilerek, enşasyonun denetlenmesine çalışılmıştır. Ancak istikrar programı Kasım 2000’deki öncü şok ve fiubat 2001’deki derin şok ile kendi olağan süresini tamamlamadan çökmüştür. 2001 yılında ekonomi % 9 dolayında küçülmüştür. fiubat krizi ertesinde Güçlü Ekonomiye Geçiş adı altında yeni bir program başlatılmıştır. Bu program IMF programının genel hatlarını taşıyor olmakla beraber, iki temel noktada farklılık göstermektedir. Bunlardan birincisi, enşasyon hedeşemesinden vazgeçilmesi, ikincisi ise döviz kurunun dalgalanmaya bırakılmasıdır.  Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı dört ana ilkeyi kapsıyordu. Bunlar; faiz dışı fazla oluşturabilmek için kamu reel harcamaları artış hızının millî gelir artış hızının altında tutulması, ücret artışlarının sınırlandırılarak sağlanacak fonların tasarrufa yönlendirilmesi, özeleştirmelerle yaratılacak fonların faiz ve borç ana-para ödemesinde kullanılması ve faiz karşılığında alınacak dış krediler ve IMF yardımlarının da borç itfasında kullanılmasıdır.

KAMU KESİMİ VE EKONOMİK KALKINMA İLİŞKİSİ

Ekonominin bütünselliği içinde kamu ve özel kesimlerin birbiri ile ilişkisi özel kesimin nispi olarak güç ve büyüklüğüne bağlı olarak gelişir. Özel kesimin henüz tam olarak gelişmediği ve desteğe gereksinme duyduğu dönemlerde kamu kesimi özel kesime destek verecek şekilde gelişir.

Kamu Harcamaları ve Kalkınma

Cumhuriyet döneminin ilk yıllarından Birinci Plan Dönemi olan 1963 yılına kadar kamu harcamalarının genel görünümü, ekonomik dağılım ve işlevsel dağılım olarak verilmektedir.

  • İkinci Dünya Savaşı kamu harcamalarının seyrini ve iç dağılımını önemli ölçüde etkilemiştir.
  • İlk dönemlerde yatırım harcamalarının nispi olarak yüksek düzeyi, kuruluşun hemen devamında ekonomik kalkınmaya verilen önemi göstermektedir.
  • Ulus-devlet oluşumunun ilk dönemlerinde eğitime büyük önem verildiği açıktır.
  • Altyapı yatırımları da ekonomik kalkınmaya hız verecek şekilde gerçekleşmemektedir.

Kamu Gelirleri ve Kalkınma

Millî gelirin ne kadarının kamu kesimi eliyle kalkınmada kullanılacağı kararı toplam vergi yükü ile anlaşılabilir.

Tablo 4.14 incelendiğinde aşağıdaki sonuçlara ulaşılabilir: (sayfa 80)

  • Tablonun ilk sütununda yer alan vergi gelirlerinin millî gelire oranı (vergi yükü) düşüktür. Vergi yüküne, sosyal tasarruf oranı adı verilebilir.

Sosyal Tasarruf Oranı: Üretilen millî gelirden kamusal amaçlara tahsis edilen fonlardır.

  • Tablonun diğer sütununda yer alan dolaysız vergilerin, toplam vergiler içindeki payının nispi olarak cılız seyretmesi ise toplumsal güç ilişkisini ve onun yansıtıldığı toplumsal tercihi göstermektedir.

SONUÇ OLARAK

Ekonomik kalkınma bir ekonomide sonsuza kadar devam ettirilecek bir politika olmayıp, zamanla sınırlıdır. Kalkınma konusu hem ekonomik büyüme anlamında nicel hem de sosyal gelişmenin gerçekleştirilmesi anlamında nitel içerikli karmaşık bir konudur. Ekonomik kalkınma sorunu nicel boyutu ile kaynak gerektirdiği gibi, nitel boyutu ile de piyasa süreçlerine bırakılamayacak kadar hassas bir konudur. Nitekim 2011 yılı itibarıyla ekonomik büyüklük olarak 16. sırada bulunan Türkiye ekonomisi, kişi başına gelir ölçütü ile 52. sırada, beklenen

okullaşma yılı ölçütü ile 96. sırada, ortalama okullaşma yılı ölçütü ile 112. sırada ve doğumda ortalama yaşam ölçütü ile 84. sırada yer almaktadır. Türkiye’de Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde, kıt imkânlara karşın, kalkınma yönünde çok ciddi hamleler yapılmış, özellikle de 1930’lardaki devletçilik uygulamaları ile sanayi yapısının omurgası oluşturulmuştur. Buna karşın, örneğin 1980 ve sonralarında görüldüğü gibi, burjuvazinin güçlendiği ve kamusal kararlara ağırlığını koyduğu dönemlerde kalkınma politikalarının yerine istikrar ve büyüme politikalarının geçtiğine tanık olunmaktadır. Diğer bir deyişle Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde ekonomik büyüme ile kalkınma atbaşı giderken, son dönemlere doğruekonomik büyüme kalkınmanın önüne geçmiştir.

BAŞARILAR DİLERİM…

İlgili Kategoriler

Anadolu AÖF AÖF Ders Notları



Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir