AÖF Ders notları-Küreselleşme ve günümüz sosyal politika sorunları



KÜRESELLEŞME ve Günümüz Sosyal Politika Sorunları

Giriş

Küreselleşme terimi 1980’leri takip eden 20 yılık dönemde uluslararası düzeyde meydana gelen bütün iktisadi, sosyal, siyasi ve kültürel gelişmeleri izah etmek için referans olarak kullanılan bir “fenomen” hâline gelmiştir. Herkesin kendi dünyası ile ilgili bütün olaylarda “sebepleri” veya “sonuçları” açıklamak için küreselleşmeyi referans olarak kullanmaya başlaması küreselleşmeyi; karmaşık, sınırları çizilmesi güç ve anlaşılması zor bir terim hâline getirmiştir. Küreselleşme; “lehinde veya aleyhinde”; “karşıt” veya “taraftar”; “olumlu veya olumsuz değerlendiren” herkesin göz ardı edemeyeceği, hiç kimsenin inkâr edemeyeceği bir olgu, bir süreçtir.

Küreselleşme Nedir?

Küreselleşmenin ortak bir tanımı yoktur. Çünkü:

  • Küreselleşme iktisadi alanda ortaya çıkan bir olgu olarak başlamakla birlikte zaman içinde sosyal, politik ve kültürel boyutu ile öne çıkmıştır.
  • Küreselleşmenin politik ve kültürel boyutu, küreselleşme ile ilgili ideolojik görüş farklılıklarına yol açmıştır.
  • Dünyanın neresinde olursa olsun, gelişme seviyesi ve siyasi rejimi ne olursa olsun, zengin-fakir, büyük-küçük bütün ülkeleri yakından ilgilendiren bir öneme sahip olmuştur (UN, 2001: 3).

İngilizce global (küresel) kelimesinden türetilen küreselleşme (globalisation), “dünya çapında, herkesi ilgilendiren, evrensel, bütünle ilgili” bir değişim-dönüşüm sürecini ifade etmek için kullanılmaktadır.

İktisadi alanda ortaya çıkan gelişmeleri ifade etmek için kullanılan küreselleşmenin zaman içinde sosyal, politik ve kültürel boyut kazanması, çok farklı kişilerin çok farklı süreçleri açıklamak için küreselleşmeyi belirleyici değişken olarak kullanması herkes tarafından paylaşılan ortak bir tanım yapma imkânını ortadan kaldırmıştır. Bu tanımlardan sıklıkla rastlananları şunlardır:

  • Küreselleşme, ekonomik, sosyal, teknolojik, kültürel, politik ve ekolojik denge açılarından global bütünleşmenin, entegresyon ve dayanışmanın artması anlamındadır. Bir durumu açıklamaktan ziyade bir akım veya zihniyeti ifade etmek için kullanılmaktadır
  • Küreselleşme, insanlar arasındaki karşılıklı bağımlılığın artmasıdır. Ancak bu yalnızca ekonomik açıdan değil, kültürün, teknolojinin ve yönetimin global düzeyde bütünleşme sürecidir. • Küreselleşme değişimi ifade etmek için kullanılan “sihirli” bir sözcük, parolaya dönüşmüş moda bir deyimdir.
  • Genel anlamda küreselleşme; özellikle bilginin, haberleşmenin, kültürel etkileşimin, sermayenin ulusal sınırları aşıp uluslar üstü nitelik kazandığı; ekonomi, kültür, siyaset, yönetişim vb. birçok düzeyde ülkeler arasındaki bağımlılığın arttığı bir süreci yansıtır.
  • Küreselleşme, sadece ya da öncelikle ülkelerin ekonomik açıdan karşılıklı bağımlılıkları anlamına gelmemekte, içinde yaşanılan dönemde zaman ve mekânın dönüşümü anlamına gelmekte, mekân olarak uzakta meydana gelen olayların bu olaylarla ilgisi olmayan kişileri doğrudan ve anında etkilemesidir.

Küreselleşme; iktisadi, sosyal ve siyasi hayatın bütün aktörlerinin 1980’ler sonrası dönemde yaşadıkları sorunların gerekçelendirilmesinden, gelecek dönem projeksiyonlarının yapılmasına kadar kendilerini ilgilendiren bütün alanlarda sebep sonuç veya belirleyici faktör olarak dikkate aldıkları bir referans olmuştur.

  • Küreselleşme; uluslararası mal ve hizmet ticaretinin artması, doğrudan yabancı yatırım ve kısa dönemli sermaye hareketlerinin serbestleşmesi, çok uluslu işletmelerin oynadıkları rolün değişmesi, üretim ağlarının uluslararası çapta yeniden organizasyonu, teknolojik yeniliklerin, özellikle bilgi teknolojisinin ivme kazanması ve yaygınlaşması, kuralsızlaştırmanın benimsenmesi ile dünya ekonomisinin bütünleşmesi süreci olarak tanımlanabilir.
  • Bir fenomen olarak küreselleşme; uzun süreçli ancak başlangıcı olmayan fakat teolojik de olmayan, düzen ve düzensizlik, işbirliği ve mücadele, bütünlük ve ayrılık üreten güçlerin son derece karmaşık bir etkileşimidir
  • Küreselleşme, küresel bağlılıkların genişlemesi, sosyal hayatın küresel ölçekte organizasyonu, küresel bilinç ve duyarlılıktaki artışa bağlı olarak bütün dünyanın bütünleşme sürecidir
  • Küreselleşme, bugün kimsenin yok varsayamayacağı bir gerçeklik olarak geleceğe yönelik bütün okumalara yön veren bir süreçtir. Hiç kimsenin tam olarak anlamadığı ancak herkesin etkilerini üzerinde hissettiği yeni bir düzenin adıdır.
  • Sanayi kapitalizminin yükselişiyle yaşanan kitlesel değişimler ve bu değişimlere bağlı olarak yaşanan dönüşüm sürecidir. Batı’nın sınırsızlaşması (ulus devletin çöküşü) ve Brezilyalaşması (kayıt dışı emek piyasalarının yükselişi) gibi dönüşümleri içerir.

Küresel ölçekte ekonomik sistemi düzenlemekle görevli IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların küreselleşme sürecini yönettiği ve yönlendirdiği görüşü yaygın bir kabul görmektedir.

  • Dünya Bankasına (World Bank-WB) göre küreselleşme, insanlık tarihinin kaçınılmaz olarak yaşanacak bir safhasıdır. Dünya çapında ekonomilerin ve toplumların bütünleşme sürecini ifade eder. Haberleşme teknolojisi ve bilgi paylaşımı ile bilgi, enformasyon ve kültürün de bütünleşmesi sürecidir
  • Uluslararası Para Fonu (İnternational Monetary Fund-IMF), küreselleşmeyi; gelişme seviyesi ve siyasi sistemi ne olursa olsun bütün ülkelerin vatandaşlarına daha yüksek bir hayat standardı sağlamak için (refah seviyelerini artırmak için) gerçekleştirmek zorunda oldukları istikrarlı bir ekonomik büyüme hedefini birlikte gerçekleştirme sürecidir. Kıt kaynaklarla sonsuz ihtiyaçların karşılanması hedefinin gerçekleştirilmesi için en uygun yoldur

IMF’ye göre geniş anlamda küreselleşme: Ekonomik göstergelerle ilgili değişimin yanı sıra küreselleşmenin kültürel, siyasal ve çevre ile ilgili boyutlarını da kapsamaktadır.

  • Ekonomik Kalkınma ve iş birliği Örgütü (Organisation for Economic Cooperation and Development-OECD) küreselleflmeyi; mal ve hizmet piyasaları ile birlikte mali piyasaların da bütünleştiği, ulusal ekonomilerin birbirlerine bağımlılıklarının arttığı çok yönlü bir ekonomik bütünleşme sürecidir.
  • Birleşmiş Milletlere (United Nations-UN) göre küreselleşmeyi; küresel bütünleşmenin ve karşılıklı bağımlılığın artmasıdır ve iktisadi, siyasi, sosyal ve kültürel boyutları olan çok yönlü bir olgudur.
  • Uluslararası Çalışma Örgütü (International Labour Organisation-ILO küreselleşmenin ileri sürülen olumlu sonuçlar yanında toplumlar ve ülkeler arası eşitsizlikleri artıran, sosyal sorunları derinleştiren etkileri de olan bir süreç olarak tanımlamıştır.

ILO’ya göre küreselleşmeden beklenen olumlu sonuçların alınması sürece

müdahale edilerek iyi yönetilmesi ile mümkün olacaktır. Küreselleşme, kendiliğinden olumlu sonuçlar doğuracak bir süreç değildir. (ILO, 2004: x-xi).

Küreselleşme terim olarak herkes için aynı anlamı ifade eden “tarafsız-nötr” bir terim değildir.

Bugün gelinen noktada küreselleşme hâlâ çok yönlü tartışmaların konusudur ve “hastalıklı-ayıplı” bir kavram olmaktan kurtulamamıştır (UN, 2001: 7).

KÜRESELLEŞMENİN DOĞUŞU VE GELİŞİMİ

İlk görüş: kendi içinde küreselleşmeyi toplumlar ve ülkeler arası ilişkilerin başladığı en eski zaman dilimlerinden başlatanlar yanında farklı dönemleri başlangıç tarihi olarak alanlar da vardır. Küreselleşmeyi; 15. yüzyılda Colomb ve De Gama’nın keşiflerini takip eden dönemde yeni dünyaya artan mal ticaretini esas alanlar yanında Sanayi Devrimi ve bunu takip eden 19. yüzyıldaki sömürge anlayışına uygun ticaret artışının gerçekleştiği dönemi başlangıç olarak alanlar da vardır. Bu görüş içinde daha yaygın olan görüşe göre küreselleşme 19. yüzyılın son çeyreği ile Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemler arasındaki 50 yıllık sürede ortaya çıkan hızlı üretim ve ticaret artışına bağlı gelişmelerin sonucudur. Bütün bu görüşler, bir yandan haberleşmedeki hızlanma (kıtalararası telgraf ağı kurulması), diğer yandan özellikle buharlı gemilerin mal taşımacılığındaki kullanımının artışının etkilerini esas almışlardır.

Daha fazla taraftar bulan ikinci görüşe göre küreselleşme 1980’li yıllarda başlamıştır. Ancak, 1980’li yıllarda başlayan küreselleşme sürecinin gerisinde;

  • İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde yaşanan hızlı ve sürekli ekonomik büyümenin sağladığı üretim artışı,
  • 1970’li yıllarda yaşanan ekonomik krizi takip eden dönemde başta ABD olmak üzere Almanya, İngiltere gibi ülkelerde iktidar olan yeni sağ ve takip ettikleri neoliberal ekonomik politikalar,
  • Haberleşme teknolojisindeki hızlı gelişme, televizyon yayıncılığının artışı ve İnternet kullanımının yaygınlaşması,
  • Soğuk savaş döneminin sona ermesi ve Doğu Bloku ülkelerinin “geçiş ekonomileri” anlayışı ile Batı ile bütünleşme faaliyetlerini hızlandırması,
  • Ulus devletlerin mal ve hizmet ticaretini engelleyen veya sınırlayan kurallarının yerine uluslar üstü kuralların hakim kılınması,
  • Gelişme ve büyüme isteğinin ulus devletleri yabancı sermaye yatırımlarını ülkelerine çekmek için takip ettikleri serbestleşme politikaları,
  • Haberleşme teknolojisindeki gelişmenin uluslararası bankacılık ve finans işlemlerini kolaylaştırması, piyasaları bütünleştirmesi,
  • İktisadi hayattaki serbestleşmeyi takip eden sosyal ve kültürel hayattaki serbestleşmenin toplumlar arası ve ülkeler arası bilgi-enformasyon hareketliliğini artırması,
  • Avrupa Birliği gibi bölgesel bütünleşme hareketlerinin uluslar üstü ortak kurallar belirleme geleneğini güçlendirmesi,
  • Güneydoğu Asya ülkelerinin hızlı kalkınma çabaları,
  • Hong Kong’un Çin’e devri ve Çin’in uluslararası ekonomiye entegre olmasına yönelik ideolojik yaklaşım değişikliği gibi çok sayıda ve birbiri ile iç içe geçmiş, birbirini hızlandıran faktörlerle gerçekleşmiştir. Bir bakıma, yukarıda sayılan faktörler küreselleşmenin alt yapısını oluşturmuştur. Bu görüş taraftarları, ilk görüşten farklı olarak küreselleşmeyi yalnızca mal ve hizmet ticareti artışına bağlı “kantitatif-sayısal” bir değişim olarak görmemekte politik, sosyal ve kültürel boyutuna da vurgu yapmaktadırlar. Bu dönem, önceki dönemlerden farklı olarak üretimin bir ülkede gerçekleştirildiği diğerlerine ticaret yolu ile transfer edildiği bir dönem değildir. Bir mal veya hizmetin üretimi birden fazla ülkede, birbirini bütünleyecek şekilde adeta “montaj” ürün olarak gerçekleşmektedir ve bu uluslararası üretim ağları oluşturmuştur (OECD, 2010: 11).

Yeni üretim ağı; mal ve hizmet üretimi ile temel stratejilerin sermayenin ana vatanı olan ülkede belirlenmesi, üretimin parçalı olarak farklı ülkelerde yapılması ve nihayet nihai üretimin “montaj” olarak son ülkede yapılması anlamına gelmektedir. Bu yapı, önceki dönemlerin aksine mal ve hizmet akımını gelişmiş-üreten ülkeden gelişmekte olan-tüketen ülkeye doğru olan yönünü değiştirmiş, gelişmekte olan ülkeler de üreten ve satan konumuna geçmiştir. Küreselleşmeyi 1980’li yıllarda başlatan görüş taraftarlarına göre, küreselleşme piyasa faktörlerinin etkisi ile kendiliğinden, doğal bir süreç sonucunda ortaya çıkmamıştır. Teknolojik alandaki gelişmelerin mal ve hizmet ticareti ile sermaye hareketlerini uluslararasılaştıran etkisi ve uluslararası rekabeti teşvik eden “açık pazar” politikaları ile küreselleşmeyi tetiklemiştir (OECD, 2005: 16).

IMF, Dünya Bankası ve OECD gibi kuruluşların uluslararası yeni bir ekonomik-sosyal düzen oluşturma konusundaki çabalarının da küreselleşme sürecinin seyrine önemli katkısı olmuştur. Bugünkü anlamda küreselleşme ne zaman başlamıştır?

Farklı Yaklaşımlara Göre Küreselleşme

Sosyal bilimlerde hiçbir şeyin “ yalnızca ak ve kara gibi belirgin, farklı iki rengi yoktur” gerçeğinden hareketle küreselleşme konusunda da farklı görüşlerin olduğunu söylemek mümkündür.

Literatürde, çok benimsenen kabule göre küreselleşme ile ilgili yaklaşımlar 3 ana başlıkta toplanmıştır;

  • Aşırı Küreselleşmeciler (hyperglobalist),
  • Şüpheciler (skeptical),
  • Dönüşümcüler (transformationalist).

Aşırı küreselleşmecilere göre; küreselleşme geleneksel kavramlarla açıklanamayan “yeni bir çağın” adıdır. Dönemin belirgin özellikleri; mal, hizmet ve sermaye hareketlerinin daha önce hiçbir dönemde gerçekleşmeyen ölçüde hem hacim olarak artması hem de bütün dünya ülkelerini kapsayacak şekilde bir ağ oluşturması; ulus devlet ekonomik hayatla ilgili yetki ve otorite alanlarının önemli bir kısmını uluslararası hukuka bırakmakla kalmamış, kendi ulusal kurallarını da bu hukuka uygun olarak düzenlemeye başlamıştır. Ancak aşırı küreselleşmeci grup içinde küreselleşme sürecine olumlu yaklaşan ve sürecin herkesin refahını artıracağını ileri sürenlerin (destekleyenler-olumlular) yanında, bu yeni düzenin “herkes için değil, elit bir azınlığın” yararına olduğunu iddia edenler de (karşıtlar) vardır.

Küreselleşme sürecine temkinli yaklaşan şüpheciler, küreselleşmenin ekonomik boyutu üzerinde yoğunlaşmakta ve bu açıdan sürecin yeni değil, Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemle benzerlik gösterdiğini ileri sürmektedirler. Bu görüş taraftarlarına göre, 1890-1914 yılları arasındaki dönemde dünya, bugün olduğundan daha açık ve bütünleşmiş bir ekonomik yapıya sahipti. şüphecilere göre küreselleşme ekonomik bakımdan bütün ülkeleri kapsayan dünya çapında bütünleştirici bir sonuç doğurmamıştır. Dünya ekonomisinin % 80’ine 33 üyesi bulunan OECD ülkeleri hâkimdir. Küreselleşme sürecinin başta gelen aktörlerinden AB, küresel değil bölgesel bir bütünleşmeyi temsil etmektedir. Şüphecilerin küreselleşme sürecine yönelik eleştirel görüşlerinin kaynağını, sürecin ülkeler arasında olduğu kadar ülkelerde de toplumsal sınıflar arasında eşitsizlikleri artırmasıdır. Küreselleşme, olumsuz sosyal sonuçlar yaratmanın yanı sıra ulus devlet ve ulus devletin geliştirdiği sosyal devleti de zayıflatmaktadır. Sosyal devletin zayıflaması sürece ideolojik bir boyut kazandırmaktadır.

Küreselleşme sürecine daha çok tarafı ve dengeli bir bakış açısına sahip olan dönüşümcüler, küreselleşmeyi nimetleri ve külfetleri; fırsatları ve tehditleri ve nihayet olumlu ve olumsuz sonuçları ile birlikte değerlendirmek gerektiğini ileri sürmektedirler. Küreselleşmeye, kaçınılmaz teslim olunması gereken bir süreç olarak değil, ortaya çıkaracağı olumsuz sonuçların giderilebilmesi için müdahale edilmesi, yönlendirilmesi ve yönetilmesi gereken bir süreç olarak bakmaktadırlar. Küreselleşmeyi yalnızca mal, hizmet ve sermaye hareketlerindeki istatistiki büyüklüklerle değil, insani boyutları ile de değerlendirmek gerekir. Ulus devleti ve sosyal devletin ortadan kaldırılmasını değil, ulus devletin küreselleşme sürecinin dinamiklerine daha iyi cevap verecek ve sorunlarını çözebilecek yeni bir yapıya kavuşturulması gerektiğini ileri sürmektedirler.

Küreselleşme, dünya genelinde toplam üretim artışı sağlamış görünmekle birlikte bu artışın bölgeler, ülkeler ve toplumlar arasındaki paylaşımı adil olmamıştır.

Küreselleşme yaklaşımlarını taraftarlarının dünya görüşlerinden hareketle açıklamak gerekirse; aşırı küreselcilerin neoliberal ve Marksist görüş taraflarınca temsil edildiği; şüpheciler tarafında piyasa mekanizmasına karşı çıkan sol görüş taraftarları ile ulus devlete önem veren milliyetçi/sağ eğilimlilerin yer aldığı; üçüncü grupta yer alan dönüşümcülerin ise “reel-politik”e yakın duran uygulamacılar ve entelektüellerden oluştuğu dikkat çekmektedir.

Küreselleşmenin Göstergeleri

  • Uluslararası mal ve hizmet ticaretinin artması,
  • Uluslararası sermaye hareketleri ve yatırımların artışı,
  • Haberleşme ve ulaşım maliyetlerinin düşmesi ve iletişimin artışı,
  • Çok uluslu şirketlerin büyümesi olarak gösterilmektedir. Bu faktörler dışında ulus devletin dönüşümü, yeni sosyal ağlar, küresel üretim zinciri, kuralsızlaştırma; işgücü hareketliliği, istihdamın değişen yapısı, bilgi toplumu gibi unsurlar da küreselleşme sürecini açıklamak için kullanılan diğer bazı unsurları oluşturmaktadır.

Uluslararası Mal ve Hizmet Ticaretinin Artması

Küreselleşmenin en somut göstergesi, ülkeler arasındaki mal ve hizmet ticaretindeki artıştır. Artışı ölçmek için kullanılan uluslararası mal ve hizmet ticareti hacminin gayrisafi millî gelire (millî gelir) oranındaki değişmedir. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde uluslararası ticareti engelleyen ve sınırlayan yüksek gümrük tarifeleri ve yasaklar, Savaş sonrası dönemde 1947 yılında kurulan Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Antlaşması (GATT) ile başlayan süreçte OECD’nin katkıları ile büyük ölçüde kaldırılmıştır.

Uluslararası mal ve hizmet ticaretinin hacmi ülkelerin dünya ile bütünleşmesinin bir göstergesi olarak kabul edilir (OECD; 2010:60).

Bu bakımdan ihracat ve ithalat toplamının GSYİH’ye oranı bütünleşmenin derecesini gösteren bir ölçü gibi kullanılır. Bu açıdan gelişmiş ancak küçük ülkelerin (Lüksemburg, Belçika, İrlanda gibi) dünya ile daha fazla bütünleştiğini göstermektedir. Esas küreselleflmenin başladığı 1980’ler sonrası ise Japonya başta olmak üzere Uzak Doğu ve nihayet Çin merkezli Doğu Asya ülkelerine doğru kaymıştır. Uluslararası ticaret başlangıçta mal ticareti ağırlıklı iken özellikle 1990’lı yıllardan sonra yeni dönem küreselleşmenin de belirgin özelliği olarak hizmet ticareti daha hızlı artmıştır.

Dünya mal ticareti artışından bütün ülkeler için dengeli şekilde pay almamış yeni dünya düzeninde oluşan 3 büyük bölgesel kutup (Batı Avrupa-AB; Kuzey Amerika ve Doğu Asya Ülkeleri) etrafında yoğunlaşmıştır.

Hizmet ihracat ve ithalatı bakımından lider ülke ABD’dir ve mal ticaretinin aksine hizmet ticareti 105 milyar dolar ticaret fazlası vermiştir. Hizmet ticareti bakımından ABD’yi İngiltere takip etmekte, ABD ve İngiltere’yi Almanya ve Japonya takip etmiştir. OECD üyesi olmayan Çin, Rusya ve Hindistan dünya hizmet ticaretinde giderek artan bir pay ve öneme sahip olmaktadırlar (OECD, 2010: 46).

Küreselleşme, mal ve hizmet ticaretinin uluslararasılaşması ve artışı olarak iki ayaklı bir süreç olarak açıklanmasına rağmen, sürecin hizmet ticaretine yönelik ayağı daha zayıf kalmıştır.

Uluslararası Sermaye Hareketleri ve Yatırımların Artışı

Uluslararası sermaye 1980’li yıllarda yaşanan krizden sonra nitelik değiştirerek doğrudan yabancı yatırımlara doğru kaymıştır. Küreselleşme sürecinde mal ve hizmet ticareti ile sermaye hareketleri bakımından bir karşılaştırma yapıldığı zaman, Bretton Woods sistemi ile İkinci Dünya sonrası 1950-70 arasındaki 20 yıllık dönemde mal ve hizmet ticareti büyük ölçüde serbestleştirilirken ulus devletin hükümranlık haklarının korunması endişesiyle finansal piyasalar bu serbestleşme politikasının gündemi dışında kalmıştır (ILO, 2008; 27).

Küresel krizler, küreselleşmenin yönünü de etkilemektedir. Kriz dönemleri doğrudan yabancı yatırımların yöneldiği bölgeler ve ülkeleri değiştirmekte, bundan da en fazla gelişmekte olan ülkeler etkilenmektedir.

HABERLEŞME VE ULAŞIM MALİYETLERİNİN DÜŞMESİ VE İLETİŞİMİN ARTIŞI

Küreselleşmeyi 1980’li yıllarda başlatan yaklaşımın temel gerekçelerinden biri, daha önceki dönemlerden farklı olarak teknolojik gelişmeye bağlı olarak ulaşım ve haberleşme maliyetlerindeki hızlı düşüştür. Uluslararası mali piyasaların birbiri ile bağlantısını güçlenmiş, teknolojinin yarattığı “elektronik para” daha önceki dönemlerde bir engel olarak ortaya çıkan farklı ulusal paraların dönüşümüne gerek kalmaksızın piyasaların bütünleşmesini sağlamıştır

Haberleşme süresinin kısalması ve maliyet düşüşü bilgi transferini hızlandırdığı ölçüde ticaretin de bütünleşmesini kolaylaştırmaktadır. Bilgisayar teknolojisindeki gelişmeye paralel olarak maliyetlerindeki “dramatik” düşüşler ve internet teknolojisindeki gelişmeler bugün için birçok alanda haberleşmenin maliyetini sıfıra indirmiştir.  Son yıllarda OECD üyesi olmayan ülkelerde bu alandaki gelişme daha hızlı olmuştur (OECD; 2010: 118).  Nitekim Çin, son dönemde OECD üyesi olmayan ülkeler içinde % 54’lük payla ar-ge harcamalarına en fazla katkı yapan ülke olmuştur. Çin’in ar-ge harcamalarının 2000-2007 arasında yıllık ortalama artış hızı % 22,1 gibi yüksek bir oranda geçekleşmiştir (OECD; 2010; 118). Bu konuda bir başka dikkat çekici gelişme de ar-ge harcamalarının GSYİH’ye oranı bakımından en yüksek payı ayıran ülke % 3,7 ile israil olup bu değer OECD ülkeleri ortalamasının 2 katıdır.

ÇOK ULUSLU İŞLETMELERİN BÜYÜMESİ

Çok uluslu işletmeler (şirketler) küreselleşmenin “alamet-i farikası”, yani en önemli göstergesi olarak kabul edilebilir. Ülkeler arasında gerçekleştiği kabul edilen mal ve hizmet ticareti uluslararası işletmeler (ulus ötesi işletmeler) üzerinden ve onların aracılığı ile yürütülmektedir. Küreselleşme çok uluslu işletmeleri büyütürken, çok uluslu işletmeler de üretimin küresel düzeyde yeniden örgütlenmesini, yeni üretim ağları oluşmasını sağlamışlardır. Çok uluslu şirketlerin dikkat çeken özelliği birçoğunun ülke ekonomilerinden daha güçlü hâle gelmiş olmasıdır. 2000 yılı verilerine göre dünyanın 100 büyük ekonomisinden 63 ülke, kalan 37’sini çok uluslu işletmeler oluşturmaktadır. Bir başka karşılaştırmaya göre 500 çok uluslu şirket, dünya çapında tüm doğrudan yatırımların % 80’ini kontrol etmektedir.

Çok uluslu şirketlerin % 90’a yakını ABD; AB ve Japonya kökenlidir. 2000 yılı itibariyle en büyük 10 çok uluslu şirketin 5’i ABD, 2’si Japonya, 1’i İngiltere, 1’i Alman-ABD, diğeri de İngiliz-Hollanda kökenli şirkettir. Bilinen ülkeler dışında ilk 20 içinde yer alan tek Rus çok uluslu şirketi “Gazprom”dur.

Çok uluslu işletmeler bankacılık, petrol, otomotiv, elektronik, perakende satış ve ilaç sanayi gibi belirli alanlarda faaliyetlerini yoğunlaştırmışlardır.

Ancak, otomotiv sanayi gibi bazı üretim alanları var ki nerede ise bütün dünya üretimi bu şirketler tarafından gerçekleştirilmektedir. Birkaç örnek vermek gerekirse; Slovakya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan’da otomotiv üretiminin % 90’dan fazlası; İrlanda ve İsveç’de ilaç sanayinin % 90’dan fazlası çok uluslu şirketlerin kontrolü altındadır. Gıda sektörünün % 40-50 si de uluslararası şirketlerin kontrolündedir.

Öte yandan, krizler çok uluslu şirketlerin sıralamasını değiştirebilmektedir. 1970’li yıllarda petrol şirketleri ön sıralarda iken sonraki yıllarda otomotiv ve elektronik öne geçmiştir. 2000’li yıllardan sonra Rus Gazprom şirketi gibi doğal gaz alanında faaliyet gösteren şirketlerin öne çıkması da bu sebeple gerçekleşmiştir.

Küreselleşme sürecinin en somut ve görünen yönünü çok uluslu işletmeler oluşturur. Bu şirketlerin ekonomik büyüklükleri küreselleşme sürecini ve boyutlarını anlatmak için sıklıkla kullanılan referans alanlarından birini oluşturur.

KÜRESELLEŞME VE SOSYAL POLİTİKA

Küreselleşmenin Sosyal Boyutu

Küresel ekonomik krizler, küreselleşmenin sosyal boyutunu ve olumsuz sosyal sonuçlarını daha belirgin ve görünür hâle getirmiştir.

1990’lı yıllardan itibaren daha sık ve kısa aralıklarla yaşanmaya başlanan iktisadi krizler, küreselleşmenin sosyal boyutunun öne çıkmasına neden olmuştur. 2001 ve 2008 yıllarında yaşanan finans kaynaklı küresel krizler, küreselleşmenin gelir dağılımının bozulması ve işsizliğin artışı gibi sosyal sorunları küreselleştirdiğini ortaya koymuştur. 2008 son çeyreği ile 2009’un ilk yarısında yaşanan finansal kriz borsalarda % 43-59 daralma yaratırken etkileri yalnızca finansal piyasalarla sınırlı kalmamış birkaç ülke dışında bütün dünyada üretim daralmış ve büyüme hızı negatif olarak gerçekleşmiştir. 1929 krizinden sonra yaşanan en büyük daralma olarak yaşanan kriz, istihdamı da olumsuz etkilemiş işsizlik artmıştır.ILO yaflanan krizlere bağlı olarak bütün dünyada toplam işsiz sayısının artacağını, bazı ülkelerde bu artışın daha yüksek oranlarda gerçekleşeceğini belirtmiştir. (ILO, 2004: 40).

Küreselleşmenin sosyal boyutu ile ilgili en önemli eleştiriyi eşitsizlikleri artırdığı iddiası oluşturmaktadır. Küreselleşmenin en belirgin etkilerini gösterdiği 1980-2000 arasındaki 20 yıllık dönemde küreselleşme sürecinin olumsuz sosyal sonuçlar doğurduğu BM tarafından hazırlanan İnsani Gelişme Raporları ile doğrulanmıştır. Eşitsizliklerin artışı başta olmak üzere küreselleşmenin sosyal boyutuna yönelik eleştiriler küreselleşmenin yarattığı ileri sürülen pozitif getirilerden (nimetlerden-fırsatlardan) faydalanma konusunda bütün ülkelerin ve insanların aynı şansa sahip olmadığı görüşünden kaynaklanmaktadır. 1990’lı yıllar küreselleşmenin en büyük savunucuları ve kural koyucuları konumundaki Dünya Bankası ve IMF, Birleşmiş Milletler önderliğindeki sosyal zirvelerin destekçisi olmuştur. Bu bakımdan dönüm noktası BM tarafından 1995 yılında Kopenhag’da düzenlenen “Dünya Sosyal Gelişme Zirvesi’dir”. Bu zirvede hükümetlere “insan merkezli bir ekonomik politika izlenmesi, ekonomik uyum politikalarının olumsuz sosyal sonuçlarını giderici tedbirler almaları ve bir bütün olarak yoksulluğu azaltacak etkin politikalar takip etmeleri” tavsiye edilmiştir. Küreselleşme sürecinin sürdürülebilirliği, yol açtığı sosyal sorunların giderilmesi ve potansiyel faydalarından faydalanmada fırsat eşitliğinin yaratılması ile mümkün olabilecektir. Küreselleşmenin sosyal hayata ve sosyal politika uygulamalarına yönelik olumsuz etkilerinin kaynağı doğrudan ve dolaylı etkiler olmak üzere iki başlıkta toplanabilir. Küreselleşmenin ulus devleti ve buna bağlı olarak da sosyal (refah) devleti değiştirmesi ve dönüştürmesinden sosyal politikaya yönelik dolaylı etkilerinin kaynağını oluştururken Dünya Bankası, IMF ve OECD gibi kuruluşların belirlediği mal, hizmet ve sermaye hareketlerine yönelik “uluslararası yeni düzen ve bu düzenin işleyiş kuralları” ile çok uluslu şirketlerin yatırım yaptıkları ülkelerdeki işyerlerinde izledikleri istihdam, ücret ve örgütlenme politikaları doğrudan etkilerini oluşturmaktadır.

Küreselleşmenin yol açtığı sosyal politika problemleri; insanlar, ülkeler ve bölgeler arasında ve içindeki eşitsizlikleri artırması, yoksulluğun artışı ve derinleşmesi, sosyal korumanın zayıflaması ve artan güvencesizlik ile istihdam piyasalarında yarattığı belirsizlik olarak özetlenmektedir. Küreselleşme bu genel etki alanları yanında genel olarak endüstri ilişkileri sisteminin aktörleri (sendikalar) ve işleyişi üzerinde de (toplu pazarlık süreci) etkilerde bulunmaktadır.

Dünya Bankası, IMF ve OECD gibi uluslararası ekonomik kuruluşların uluslar arası mal, hizmet ve sermaye hareketlerini düzenlemek için belirledi¤i kurallar sosyal politika uygulamalarını doğrudan etkilemektedir.

Küreselleşme, Ulus Devlet ve Sosyal Devletin Değişimi

Küreselleşme süreci, paradoksal olarak ulus devletin kendine ait yetki alanlarını daraltması, kendini zayıflatacak düzenlemeleri hayata geçirmesi ile gerçekleşmektedir.

Ulus devletin bazı yetkilerinden vazgeçmesi küreselleflmenin gerçekleşmesi için yeterli olmamakta, ilaveten bizzat ulus devlet küreselleşme sürecini hızlandıracak tedbirleri alarak aktif rol üstlenmesi gerekmektedir.

Küreselleşme ile ulus devlet arasında, zıt yönlü ancak iç içe geçmiş, karmaşık ilişkiler vardır. Sosyal (refah) devlet, ulus devletin sosyal politika uygulamaları ile ortaya çıkan bir devlet anlayışını oluşturduğu için küreselleşme ulus devleti değiştirdiği ölçüde sosyal devleti de değiştirmektedir.

Küreselleşme ancak ulus devletin öncülü¤ü ile gerçekleşebilecek bir süreçtir. Ancak, ulus devletin bir anlamda kendini sonlandıracak böyle bir çaba içine girmesi; bir görüşe göre küreselleşmenin kaçınılmaz olarak gerçekleşecek bir aşama olması ve hiçbir ulus devletin bu zorunlu dönüşüm sürecinin dışında kalamaması, diğer görüşe göre de değişim ve dönüşüme direnen, kendini yenileyemeyen devletlerin kendi halkı nezdinde itibar kaybetmeleri, meşruiyetlerinin zayıflamasıdır.

Mal ve hizmet ticaretini engelleyen veya sınırlandıran düzenlemelerin terk edilmesi, ulusal üretici ile yabancı üretici arasında rekabet avantaj veya dezavantajı yaratan gümrük politikalarından vazgeçilmesi, gümrük vergisi ve tarifelerinin yeniden düzenlenerek serbestleşmesi ilk değişiklik alanlarını oluşturmaktadır. Ulus devletin terk ettiği alanlarda Dünya Bankası, IMF ve OECD gibi uluslararası kuruluşların ve AB gibi bölgesel kuruluşların belirlediği “evrensel” kurallarla yer değiştirecektir.

Ancak küreselleşme yalnızca ulus devletin bazı yetkilerinden vazgeçmesi ile kendiliğinden gerçekleşecek bir süreç değildir.

Paradoksal olarak ulus devletin küreselleşme sürecini hızlandırmak, küresel sistemin uluslararası kurallarının ulus devlet sınırları içinde uygulanmasına imkân vermek üzere;

-Ülke sınırları içinde geçerli olan mülkiyet ve yatırım politikalarını değiştirmesi,

-Ülke vatandaşı olmayanların ve yabancı sermayenin bu alanlarda faaliyet göstermesine izin verecek düzenlemeleri yapması ve eğer varsa sınırlamaları kaldırması gerekecektir.

-Özelleştirme, yabancılara mülk satışı, yatırım izni verilmesi, kamuya ait bazı faaliyet alanlarının (iletişim, ulaşım, sağlık vb) yerli ve yabancı özel sektöre açılması,

-Bankacılık sisteminin ve sermaye piyasasının yabancı sermaye giriş-çıkışını kolaylaştıracak şekilde düzenlenmesi, para ve kâr transferlerine imkân verilmesi ulus devletin süreç içinde gerçekleştireceği düzenleme alanlarından ilk akla gelenlerini oluşturmaktadır.

-Ulus devletin küreselleşme sürecini hızlandıran, özellikle doğrudan yabancı sermaye yatırımları için vergi muafiyetleri sağlanması ve hatta teşviklerinin uygulanması, sabit sermaye yatırımı yapacaklar için karşılıksız veya çok düşük bedelle yer temini, enerji fiyatlarında indirim gibi teşvik edici politikalar küreselleşme sürecini hızlandırıcı etki yapacaktır. Yatırımların geleceğine yönelik garantiler verilmesi, teminatlar sağlanması, ciro ve kârlılık garantileri verilmesi de bu politikalar içinde yer alacaktır.

Sosyal politikanın altın çağı olarak bilinen 1945-1975 arasındaki 30 yıllık dönemde sosyal devlet yaklaşımı ile ortaya çıkan tablo ana hatları ile aşağıdadır:

  • Devletin ekonomik büyümeye yönelik politikaları tam istihdam hedefi ile birlikte yürütülmüştür.
  • Devlet, özellikle kamu iktisadi kuruluşlarında yüksek ücret politikası izlemiş ve çalışanlara geniş sosyal haklar vermiştir.
  • Sendikacılığın teşviki ve örgütlenmenin yaygınlaşması, toplu pazarlık mekanizması aracılığıyla birçok sektörde çalışanlar lehine gelir dağılımını iyileştiren ücret ve sosyal haklar getirmiştir.
  • Devlet, başta ILO olmak üzere uluslararası sözleflmelerle sağlanan temel haklara yönelik kurumsal yapılar oluşturmuş (iş ve işçi bulma kurumları, sosyal sigorta kurumları gibi) ve koruyucu bir sosyal hukuk (iş ve sosyal güvenlik kanunları gibi) oluşturmuştur.
  • Devlet, temel sosyal hakların geniş toplum kesimlerine yaygınlaştırılması için doğrudan ve dolaylı gelir transferlerini artırmış, sosyal harcamaları millî gelirin % 30’ları seviyesine yükselmiştir.
  • Gelecek nesiller için yarın endişesi duyulmayacak, sağlık başta olmak üzere emeklilik dönemlerini kapsayan yaygın ve kapsamlı bir sosyal koruma sistemi oluşturulmuştur.
  • Yalnızca gelişmiş ülkeler değil, gelişmekte olan ülkeler de ILO sözleflmeleri ile belirlenen çalışma hayatına yönelik kurumlar ve mevzuatı kendi sosyal hayatlarının düzenlenmesi konusunda referans olarak almışlardır.

1973 petrol fiyatlarındaki artışla başlayan ancak kısa sürede yapısal sebeplere dayandığı anlaşılan kriz altın çağı sona erdirirken sosyal devlet anlayışının da krizi olmuştur. Krizden çıkış için uygulanmaya başlanan neoliberal politikalarla başlayan küreselleşme süreci sosyal devleti ortadan kaldıramamış ancak gelişme seyrini olumsuz etkilemiş, yön değiştirmesine sebep olmuştur.

Küreselleşme sürecinin sosyal devlet anlayışına yönelik etkileri:

  • Küreselleşmenin hâkim ekonomi politikasını oluflturan liberalizm, ulus devletin sosyal devlet anlayışı ile izlediği sosyal politika alanlarını daraltmış, bir kısmından vazgeçilmesine bir kısmında da geriye gidişlere yol açmıştır.
  • Özelleştirme uygulamaları başta olmak üzere kamu kesimini küçültmeye yönelik ekonomi politikaları, kamunun uyguladığı cömert ücret politikaları, güçlü sendikacılık, genifl sosyal haklar ve iş güvencesi uygulamalarından oluflan sosyal devlet uygulamalarını zayıflatmıştır.
  • Kamunun sosyal harcamalarındaki artış durmuş, geldiği en yüksek olan %30 lar seviyesinde sabitlenmiştir. Ancak, gelişmekte olan ülkeler bu seviyelere gelmeden sosyal harcamalarda kısıntılara başlamışlardır.

Sosyal devlet (sosyal refah devleti) İkinci Dünya Savaşı sonrası 1945-1975 yılları arasındaki 30 yıllık dönemde, ulus devletlerin uyguladığı kapsamlı sosyal politika uygulamalarının sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

  • Sanayi toplumu çalışma hayatını düzenlemek için oluşan sosyal hukukun çok katı olduğu, küreselleşme sürecini engellediği iddiası ile “esneklik” taleplerine cevap verecek şekilde yeniden düzenlenmiş, belirsizlik ve güvencesizlik doğuran yeni bir çalışma hukuku oluşturulmaya başlanmıştır.
  • Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını çekmek ve çok uluslu şirketleri kalıcı kılmak için sosyal hukuk yeniden düzenlenmiş, birçok gelişmekte olan ülke için ücretler ve çalışma şartlarını düzenleyen kurallar yabancı sermayeyi cazip kılma araçları olarak kullanılmıştır.
  • Kamu sosyal güvenlik programlarının sağladığı koruma garantisinin kapsamı daraltılmış, seviyesi düşürülmüş, ilave garanti isteyenler için özel sosyal güvenlik sistemleri önerilmiştir.
  • Çalışma hayatında pazarlık gücünü emek lehine değiştiren toplu ilişkiler ve sözleşmelerin yerini bireysel ilişkiler ve sözleşmeler almaya başlamıştır.

Küreselleşmenin sosyal devlet üzerindeki etkilerini bütünüyle olumsuz olarak değerlendirmek yanlış ve eksik olacaktır. Küreselleşme sürecinin taşıdığı çelişkili (paradoksal) yapı, sosyal politika uygulamalarını dönüştüren hatta güçlendiren uygulamaları da beraberinde getirmiştir. Siyasal ve kültürel alanda nasıl küreselleşme ile yerelleşme eş zamanlı olarak ortaya çıkmış ise sosyal politika alanında da benzer bir gelişme yaşanmıştır. Ekonomik hayatı liberalleştirmeye yönelik politikalar, bu politikaların yaratacağı sosyal sorunları dengeleyecek yeni sosyal politika uygulamalarını da beraberinde getirmiştir. Bu değiflim önce ulus devlet içinde, sonra uluslararası kuruluşlar aracılığı ve öncülüğünde küresel ölçekte ortaya çıkmıştır. Özelleştirme uygulamalarının ortaya çıkaracağı işsizlik sorununu çözmek üzere yüksek kıdem ve iş kaybı tazminatları uygulanmalı, işgücünün başta kamu kurumları olmak üzere diğer alanlara kaydırılarak istihdam garantisinin sağlanması veya daha az güvenceli olmakla birlikte yeni istihdam statülerinin yaratılması, işsizlere ve aileye yönelik uzun dönemli sosyal destek programlarının başlatılması ve kamu sosyal güvenlik harcamalarının artışı ile iş kurma kredilerinin verilmesi gibi uygulamalar bunlardan bazılarını oluşturmaktadır. Benzer bir gelişme küresel alanda da yaşanmış, küreselleşmenin yarattığı sosyal sorunları gidermeye yönelik küresel ölçekte sosyal politikalar geliştirilmeye başlanmıştır.

Küreselleşme sürecinde ulus devletin değişimi, sosyal devletin de değiflimini beraberinde getirmiş ancak bu değişim sosyal devlet anlayışından geriye gidiş şeklinde ortaya çıkmıştır.

Küreselleşme ve Sosyal Politika Sorunları

Küreselleşme sürecinin hakim olduğu 1980 sonrası dönemde belirginleşen sosyal politika sorunları küreselleşme ile ilişkilendirilecektir. Özellikle küreselleşmenin hakim felsefesi “liberalleşme-serbestleşme”yi sağlamaya yönelik düzenlemeler dolayısıyla vazgeçilen sosyal politika uygulamaları için bu ilişki daha güçlü şekilde kurulacaktır.

Küreselleşme, Eşitsizliklerin Artışı ve Yoksulluk

Küreselleşme eşitsizlikleri ilk defa ortaya çıkaran değil, var olan eşitsizlikleri artırmakta, derinleştirmektedir.

Küreselleşmenin yarattığı eşitsizlik her bölge ve ülke için aynı derecede olumsuz olmamıştır. Güney Doğu Asya ülkeleri bu süreçte küreselleşmenin nimetlerinden en çok yararlanan ve eşitsizliklerin azaldığı ülkeler olmuştur.

Eşitsizlik söz konusu olunca, dünya zaman içinde coğrafi olarak Doğu-Batı ülkeleri ve Kuzey-Güney yarım küre ülkeleri gibi ayırımlarla sınıflandırılmış, bu ayırımda Batı ve Kuzey bölgeleri (bu bölgelerdeki ülkeler ve ülke halkları) gelişmiş, katma değerden çok pay alan, Doğu ve Güney bölgeleri ise geri kalmış, katma değerden az pay alan, yoksullar sınıfında yer almıştır.

Bugün çok daha yaygın olan ayırım iktisadi büyüklükleri esas alarak yapılan gelişmiş-gelişmekte olan bölgeler veya ülkeler ayırımıdır.

Küreselleşmeden beklenen sağlanacak bütünleşmenin “herkesin kazandığı, eşitsizlikleri azaltan” bir gelişmeyi sağlaması, küresel üretimin paylaşılması bakımından gelişmiş ülke toplumları ile gelişmekte olan ülke toplumları arasındaki farkı azaltması idi.

Küreselleflmeye yönelik ilk hayal kırıklıkları bu bakımdan olmuş, artan uluslararasılaşma süreci ülkeler arasındaki eşitsizlikleri azaltmamış, aksine artırmıştır.

Dünya Bankasına göre dünyanın en zengin ülkeleri en fakir ülkeleri arasında kişi başına düşen gelir bakımından var olan fark 1970’lerde 30 kat iken 1990’lı yıllarda 70 katın üzerine çıkmıştır.

BM’ye göre ise insanların en zengin % 20’si ile en yoksul % 20’si arasındaki fark 140 kata ulaşmıştır. En zengin ülkeler ile en yoksul ülkeler arasındaki ekonomik eflitsizlik, 1913 ile 1973 yılları arasındaki 60 yıllık dönemde 33 kat artmışken küreselleşme olgusunun başladığı 1973-2005 arasındaki 32 yıllık dönemde önceki 150 yılda meydana gelen eşitsizliğe denk bir eşitsizlik artışı olmuştur. 2005 yılı itibarıyla eşitsizlik 94 kat artmıştır.

Doğu ve Güney Doğu Asya ülkeleri son dönemde gerçekleştirdikleri yüksek büyüme hızlarına bağlı olarak yoksulluk oranlarında dikkate değer düşme sağlarken Batı Asya ülkelerinde yoksulluk 1990-2005 döneminde 2 kat artmıştır

Küresel krizler, eşitsizlikleri artıran ve derinleştiren bir başka faktör olarak ortaya çıkmıştır. Son yirmi yıllık dönemde dünyanın en zengin % 20’lik nüfusu toplam gelirin % 70’inden fazlasını alırken en fakir % 20’lik diliminin aldığı pay sadece % 2’dir (ILO, 2011: 21).

Ülke içindeki eşitsizlik artışı yalnızca gelişmekte olan ülkeler has bir problem olmayıp 1980’lerin ikinci yarısında itibaren AB üyesi gelişmiş ülkelerde de ortaya çıkan bir problemdir (ILO, 2011: 21).

Yoksulluk ve eşitsizlikle ilgili bazı temel göstergeler aşağıdadır:

  • 2005 yılı itibarıyla gelişmekte olan ülkelerde yaşayan toplam nüfusun 1/4 üne tekabül eden yaklaşık olarak 1.4 milyar insan günlük 1.25 ABD dolarının altında bir açlık sınırında yaşamaktadır.
  • 2000-2005 arasında dünya ekonomisindeki hızlı büyüme dünyadaki yoksulluğu 1990’yılındaki % 46 seviyesinden 2005 yılında % 27’ye düşürmesine rağmen son 2008 krizi ile birlikte 64 milyon kişi daha bu sınırın altına itilmiştir.
  • Sahra Altı Afrika ülkelerinde en düşük gelire sahip % 20’lik nüfus kesiminin toplam gelirden aldığı pay yalnızca % 3’dür.
  • 925 milyon kifli kronik açlık tehlikesi altında yaşamaktadır.
  • 796 milyon kifli okuma-yazma bilmemektedir.
  • Her yıl 5 yaşın altındaki 8.8 milyon çocuk koruyucu ve önleyici sağlık hizmetleri yetersizliğinden ölmektedir.

Küreselleşme, İşgücünün Yapısındaki Değişme, İstihdam, İşsizlik ve Enformel Sektör

Tarım sektöründen sanayi ve hizmetler sektörüne hızlı bir işgücü göçü gerçekleşmiştir. İşgücünün yapısındaki değişme, ülkelerin küreselleşme sürecinde üstlendikleri role bağlı olarak

değişmektedir. Hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde hizmet sektörünün büyümesi

şehirlerde kadın işgücünün daha yüksek oranlarda iflgücüne katılmasını beraberinde getirirken esnek çalışma şekilleri ve atipik istihdam da artmıştır.

-Atipik çalışma, alışılmış, düzenli, güvenceli, sürekli istihdam dışında kalan, düzensiz çalışmayı, gelir güvencesizliğini, kısmi süreli istihdamı içerisinde barındıran istihdam şeklini ifade etmektedir.

-Atipik çalışma özellikle hizmet sektöründeki işlerin özelliği gereği kısa süreli ve esnek zamanlı çalışmak isteyen kadınların, öğrencilerin ve engellilerin tercih ettiği istihdam şekli olarak gelişmiştir.

Küreselleşme dolayısıyla artan rekabet endişesi, gelişmekte olan ülkelerde düşük ücretli, güvencesiz, sosyal hukukun kapsamı dışındaki işleri artırmıştır.

-İnformel-kayıtdışı sektör, gelişmekte olan ülkelerde geçici süreli değil, kalıcı ve hatta en büyük sektör haline gelmiştir. Kayıtdışı sektör büyüdükçe sosyal politika uygulamalarının da kapsamı daralmıştır.

ILO’nun yaptığı bir çalışma kapsamındaki 54 ülkenin 42’sinde informel sektör vardır ve bu 42 ülkeden 17’sinde bu sektörde istihdam edilenlerin yarıdan fazlası informel sektörde istihdam edilmektedir. Bazı Afrika ülkelerinde kayıt dışı sektörde istihdam % 70’lere ulaşmıştır.

İnformel-kayıt dışı sektör, ilk defa 1970’li yıllarda literatüre girmiştir.

İnformel-kayıt dışı sektör, genel olarak verimliliği düşük işler olduğu için çalışanlar için ücretlerin düşük, çalışma sürelerinin uzun, iş sağlığı ve güvenliği tedbirlerinin yetersiz, iş güvencesinin olmadığı işlerde çalışmak anlamına gelmektedir.

ILO’nun insana yakışır iş (decent work) için belirlediği standartların hiç olmadığı veya çok yetersiz olduğu işlerdir. Çalışanların sosyal güvencesi yoktur, devletin de bu eksiklikleri denetleme imkânları yetersizdir. Küçük, dağınık ve merdiven altı sektör olarak anılan işyerleri çalışanlar için korunmasız işyerleridir (ILO, 2002: 59-62). Çalışanların herhangi bir sosyal güvenlik garantisi yoktur. İnformel sektör, çalışan yoksul üreten sorunlu bir sosyal politika alanıdır.

Dünyada toplam işgücü 3,3 milyar olup toplam iflsiz sayısı 197 milyondur. Gelişmekte olan ülkelerde iflgücü içinde bulunan 900 milyon kifli günlük 2 doların altında bir gelirle yoksulluk sınırı altında yaşamaktadır.

Kriz dönemleri genç iflsizliğin arttığı dönemler olarak dikkat çekmektedir. Genç işsizliği, toplumlarda geleceğe yönelik güven duygusu yaratma ve toplumsal huzurun sağlanmasına yönelik en ciddi tehdit kaynağını oluşturmaktadır.

Yeni küresel ekonomik yapının istihdam bakımından dikkat çeken bir başka özelliği, “istihdam yaratmayan bir büyüme” gerçekleştirmesidir.

İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde özellikle Avrupa merkezli gelişmiş ülkenin işgücü açığını gidermek için izinli ve kontrollü emek talebi ile başlayan işgücü göçü, 1970’li yıllardan sonra gelişmekte olan ülkelerdeki yetersizlik ve itici faktörler dolayısıyla emek göçü insan göçüne dönüşmüştür.

Küreselleşme süreci ile emek göçü hızla insan göçüne dönüşmüştür.

Çalışan gruplar arasında en dezavantajlı grubu oluflturan göçmenler ILO’nun özellikle 2004 yılından sonra ağırlıklı ilgi alanlarından birini oluşturmaya başlamıştır.

KÜRESELLEŞME, ENDÜSTRİ İLİŞKİLERİ SİSTEMİ VE SENDİKALAŞMA

Küreselleşme sürecinde sendikaların zayıflaması endüstri ilişkileri sisteminin işleyişini çalışanlar aleyhine değiştirmiş toplu pazarlık sisteminin etkinliği azalmıştır.

Endüstri ilişkileri sistemleri yapısı gereği dinamiktir zamana ve mekâna göre değişim ve dönüşüm gösterir. Bu sebeple, diğer alanlarda olduğu gibi endüstri ilişkileri sisteminde yaşanan değişimi yalnızca küreselleşmeye bağlamak veya küreselleşme ile açıklamak mümkün değildir. Küreselleşme sürecinin diğer faktörlerin yanı sıra, onlarla birlikte ve bazen de onlardan bağımsız olarak endüstri iliflkileri sistemini etkilediği bir gerçektir. Bu etkileri ve sonuçlarını aşağıdaki başlıklar altında toplamak mümkündür:

  • Başta iş hukuku olmak üzere çalışma hayatını düzenleyen sosyal hukukun küresel rekabet endiflesiyle değiştirilmesi veya uluslararası sermayeyi-yatırımları ülkeye çekmek için değiştirilmesi endüstri ilişkileri sistemini doğrudan etkiler.
  • Yüksek ücret, istihdam güvenceli ve sendikalı-toplu sözleşmeli kamu iflyerlerinin özelleştirilmesi sendikalaşma oranlarını ve toplu sözleşme kapsamındakilerin sayısını düşürür.
  • Kamu ve özel sektördeki taşeronlaşma uygulamaları doğrudan sendikalaşma ve toplu pazarlık sistemini olumsuz etkiler.
  • Çok uluslu şirketlerin ulusal düzeyde örgütlenmiş sendikalara karşı toplu pazarlık masasına oturması toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde güç dengesini işverenler lehine değiştirir. Özellikle üretimi başka ülkelere kaydırma tehdidi veya diğer ülkelerdeki üretim birimleri ile grev tehdidini ortadan kaldırma sendikaları güçsüzleştirir.
  • Esnek çalışma şekillerinin benimsenmesi ve a-tipik istihdam biçimlerinin yaygınlaşması önce sendikalaşmayı zayıflatır, sonra toplu iş sözleşmelerinin kapsamında olanları daraltır.

Değişen işgücü yapısına da bağlı olarak toplu iş sözleşmelerinin yerini bireysel iş sözleşmelerinin alması endüstri ilişkileri sistemlerini zayıflatmıştır.

Sendikalaşma oranlarındaki dramatik kabul edilebilecek yüksek oranlı düşüşlerin 1985-1995 döneminde yaşandığını, bu yıllardan sonra da düşüşün devam ettiğini ve birçok ülkede sendikalaşmanın adeta “dip yaptığını” göstermektedir.

Sendikaların zayıflaması, sivil toplum örgütü olarak üyelerine ve toplumun dezavantajlı diğer gruplarına yönelik hizmetlerinin azalması geniş toplum kesimlerinin demokratik karar süreçlerine katılımlarını ortadan kaldırmaktadır.

Küreselleşme ve Sosyal Güvenlik Sistemleri

1970’li yıllarda yaşanan kriz, sosyal devletin en kapsamlı uygulaması olan sosyal güvenlik sistemlerini eleştirilerin odak noktası hâline getirmiştir.

21.yüzyılın ilk on yılında dünya nüfusunun yalnızca % 20’si yeterli sosyal güvenlik garantisine sahip iken dünya nüfusunun yarısından fazlasının ise en temel insan haklarından biri olan sosyal güvenlik bakımından hiçbir güvencesi yoktur.

Sanayi toplumu, Almanya’da Bismark tarafından 1881 yılında başlatılan sosyal sigorta sistemi ile önce çalışanlara, daha sonra bütün nüfusa kapsamlı bir sosyal güvenlik garantisi sağlamış, zaman içinde sosyal güvenlik sistemleri sosyal devletin en önemli sosyal politika pratiğini oluşturmuştur.

İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde gelişmiş ülkeler, bütün çalışanları bütün sosyal risklere karşı koruyan sosyal sigorta rejimleri kurmuşlar, sosyal sigortaların bıraktığı kapsam boşlukları da devletin sosyal refah harcamaları ile kapatılmıştır.

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile temel ve vazgeçilmez insan haklarından biri olarak tarif edilen sosyal güvenlik hakkının gereklerinin yerine getirilmesinin devlet görevi olarak kabul edilmesi siyasi yelpazenin sağında veya solunda olduğuna bakmaksızın bütün ülkelerde sosyal güvenlik için yapılan harcama artışının büyük bir konsensus içinde gerçekleşmesini sağlamıştır.

1970’li yıllarda yaşanan krizle birlikte neoliberal politikaları benimseyen siyasi görüşün eş zamanlı olarak Almanya, İngiltere, ABD ve Fransa gibi gelişmiş ülkelerde iktidara gelmesi sosyal güvenlik harcamalarının mercek altına alınmasına yol açtı. Nüfusun yaşlanması, sağlık harcamalarındaki artış, yüksek oranlı ve kronik hâle gelmiş işsizlik ile birlikte toplumsal yapıdaki değişmeler sanayi toplumu sosyal güvenlik sistemlerine yönelik değişim taleplerini güçlendirdi. Sosyal güvenlik garantisi sağlama yükümlülüğü devletten bireylere aktarılacak, devlet ancak kendi imkânları ile bu garantiyi sağlayamayacak olanlara “asgari seviyede” koruma garantisi sağlamayı amaçlayan gelir transferleri yapacaktı.

Kamu bütün nüfusa yönelik asgari seviyede sosyal güvenlik garantisi sağlayacak sistemleri oluşturma görevini üstlenirken, daha yüksek sosyal güvenlik garantisi talep edenlerin bu isteklerini karşılayacak sistemlerin gönüllülük veya yarı kamusal kurumlar aracılığı ile yapılması benimsendi. Dünya Bankası tarafından “çok ayaklı sosyal güvenlik sistemleri” olarak adlandırılan bu yeni yapının orta ve uzun dönemde hayata geçirilmesi planlandı (World Bank, 1994). 1980’li yıllardan sonra bireysel emeklilik sistemlerinin teşvik edilmesine yönelik düzenlemeler bu yeni kurumsal yapıyı yerleştirmeye yönelik politikalar içinde gerçekleştirilmiştir.

ILO ve Küresel Sosyal Politikalar

ILO küreselleflmenin sosyal sorunlarını gidermeye yönelik sosyal politika tedbirlerini temel ilkelerinden vazgeçmeden oluşturmaya çalışmıştır.

1995 yılında Kopenhag’da toplanan Dünya Sosyal Gelişme Zirvesi, bir yandan uluslararası camianın küreselleşmenin sosyal sorunlarına ilgisini artırırken diğer yandan ILO’da süreçle ilgili görev alanları ve sorumluluklarını belirlemiştir (Kapar, 2009: 64). ILO’nun küreselleşme ile ilgili ilk ve en kapsamlı faaliyeti, Örgüt tarafından oluşturulan “Küreselleşmenin Sosyal Boyutu” komisyonunun hazırlamış olduğu 2004 tarihli “Herkes için Fırsatlar Yaratan Adil Bir Küreselleşme” raporu olmuştur. Rapor, ILO’nun küreselleşme sürecine bakışını, tespitlerini, yaklaşımlarını ve politika önerilerini içermektedir.

ILO, küreselleşme sürecinin formel ve informal sektör arasındaki farkı büyütmesinin, informal ekonomi şartlarında yaşamak zorunda kalan geniş toplum kesimlerinin adil ve eşitlikçi bir küreselleşme sürecinin dışında bırakılarak dışlandığını, sürecin “kazananlar ile kaybedenler” ayrışmasını derinleştirdiğini, zengin ve fakir ülkeler arasındaki farkın açıldığını, global ekonomik düzenin işleyişinin ve kurallarının sosyal düzenin işleyişini ve kurallarını belirleyici etkiye sahip olduğunu ileri sürmektedir (ILO, 2004: 3-4).

ILO, sosyal yönü güçlü, adil, kapsayıcı, demokratik olarak yönetilebilir, bütün ülkeler ve insanlara nimetlerinden adil şekilde faydalanmak için eşit fırsatlar sunan bir küreselleşme sürecinin gerçekleştirilebilmesi gerekli şartları şu başlıklarda toplamıştır :

  • İnsan haklarına ve kültürel farklılıklara saygılı, insana yaraşır iş, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, cinsiyet eşitliğine dayalı bir sosyal hayat oluşturma önceliklerine önem veren insan merkezli bir küreselleşme anlayışının varlığı.
  • Küresel ekonomi ile bütünleşirken halkının sosyal ve ekonomik fırsatlardan faydalanması imkânlarını geliştirecek demokratik ve etkin işleyen bir devletin varlığı.
  • Ekonomik gelişme ile sosyal gelişmeyi bütünleştiren yerel, bölgesel ve küresel düzeyde çevrenin korunmasını sağlayan sürdürülebilir bir gelişmenin varlığı.
  • Teşebbüs hürriyeti ve fırsat eşitliğine imkân veren etkin ve adil işleyen piyasaların varlığı.
  • Ülkelerin gelişme seviyeleri, imkânları ve kapasitelerinin farklılığını dikkate alarak bütün ülkelere eşit fırsatlar sunan adil kuralların varlığı.
  • Ülke içinde ve ülkeler arasındaki eşitsizlikleri azaltacak, karşılıklı yardımlaşma ve iş birliğine dayalı bir dayanışmacı küreselleşme anlayışının varlığı,
  • Küreselleşme sürecinde yer alan aktörler arasında (uluslararası örgütler, hükümetler, parlamentolar, işçi ve işveren örgütleri, sivil toplum kuruluşları ve diğerleri) diyalog ve iş birliğini sağlayacak mekanizmaların varlığı.

ILO’nun 2008 yılındaki 97. toplantısında kabul ettiği; “Adil Bir Küreselleşme için Sosyal Adalet Bildirgesi-The ILO Declaration on Social Justice For a Fair Globalisation” Örgütün küreselleflmeye yönelik sosyal politika yaklaşımının temel esaslarını yansıtmaktadır.Bildirge’de; küreselleşmenin adil olmayan sosyal sonuçlar ortaya çıkardığı, bu sonuçları ortadan kaldırmaya yönelik politikalar belirlemenin ILO’nun temel görevi olduğu vurgulanmıştır. ILO’nun 1990’lı yıllardan itibaren geliştirdiği ve bütün sosyal politika amaçlarını birleştirerek kavramsallaştırdığı “insana yakışır iş” amacı ve amaçla ilgili stratejik hedeflere (istihdamın desteklenmesi, sürdürülebilir bir sosyal koruma sisteminin oluşturulması, sosyal diyalogun desteklenmesi ve güçlendirilmesi ve çalışma hayatına ilişkin temel hakların kullanılmasına imkân verecek şartların oluşturulması) Bildirge’de yer verilmiştir.

ILO’nun küreselleşmenin sosyal boyutuna yönelik olarak yakın zamanda gerçekleştirdiği son faaliyeti “Adil ve Kapsayıcı Bir Küreselleşme için Asgari Sosyal Koruma -Social Protection Floor For a fair and Inclusive Globalisation” Raporu olmuştur. Rapor’un hazırlanmasında, Dünya Sağlık Örgütü (WHO), BM Kalkınma Örgütü (UNDP), BM Çocuklara Yardım Örgütünün (UNICEF), yanı sıra IMF ve G20’nin de desteği olmuştur. Rapor, esasen ILO’nun küresel “Herkes için Sosyal Güvenlik” kampanyası doğrultusunda hazırlanmış, öncelikle herkesin asgari seviyede sosyal korumaya kavuşturulması (yatay kapsam hedefi), bu hedefi takiben zaman içinde ILO standartlarına uygun olarak koruma kapsamının seviyesinin yükseltilmesi (dikey kapsam hedefi) amaçlanmıştır. ILO’yu bu kapsamlı çalışmaya iten önemli faktör; mevcut sosyal koruma tedbirlerinin 2008 ekonomik krizinin güçsüz toplum kesimlerine yönelik olumsuz etkilerini gidermede tampon fonksiyonu görmesi ve makro ekonomik istikrarın sağlanmasına katkıda bulunması olmuştur.

İlgili Kategoriler

Anadolu AÖF AÖF Ders Notları



Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir